15 Kasım 2016 Salı

Ölmeden önce son söz olarak şiir

Herkesin bildiğinin ötesinde, gerçek bir Charles Bukowski okuyucusu bilir ki o, edebiyata şiirle girmiştir. Yeraltını önce şiirle aydınlatmıştır. Gerçi yeraltının aydınlanmaya ihtiyacı yoktur, karanlık daima olumlu karşılanır orada. Bu yüzden Bukowski de karanlık ama tamamen gerçek, samimi şiirleriyle görünür olmuştur dergilerde ilk önce. Nasıl mı?

24'lü yaşlarındayken Bukowski eline kalemi kağıdı alır ve kısa öyküler yazmaya başlar. Bu öyküler kimsenin ilgilenmediği, broşür bile denilemeyecek "şeylerde" yayımlanır. Hiç dikkat çekmez. Bukowski bunu sindiremez ve öykülerini dönemin iyi edebiyat dergilerine yollar. Birer birer yolladığı hiçbir öyküsü yer alamaz dergilerde. Sevilmez ve hatta aldığı cevaplara bakılırsa "yayımlanmaya değer" bulunmaz. İşte Bukowski'yi Bukowski yapan dönem bu reddedilişlerden sonra başlar. Sadece yazmaya değil, dünyadaki her şeye küser. İnsanları zaten sevmez ama şimdiden sonra çiçeklere, kaldırımlara ve toplu taşıma araçlarına bile öfke duyar. Hatta pek kalkmayı sevmediği yatağında, güneşle arasına giren perdeye bile.

10 yıl boyunca sürekli içer. Tercihi biradır çünkü diğer içkiler hem pahalıdır hem de lüzumsuz bir neşe verir. O ise tavrını koymuştur: bezmişlik. Bezgin insan hayatı tüm gerçekleriyle görür, rol yapmaz ve kimseye bir şey ispat etme derdinde değildir. İşte bu "ideal" uğruna barlardan barlara konar Bukowski. Artık bir lakabı da vardır: "Barfly". Bir gün aşırı alkolden soluğu hastanede alınca henüz ölmek istemediğini düşünür ve taburcu olur olmaz kendisine borç harç bir daktilo alır. Öykü değildir artık yazdıkları. Şiirle nefes alıp vermeye başlar. Üstelik her yazdığından tatmin olur ve kendine olan güveni geri gelir. Kısa bir süre sonra dergilerde şiirleri yayımlanmaya başlar ve "kim bu kendini bilmez deli?" sorularına kahkahayla karışık bir hınçla cevap verir: "Ben, Henry Chinaski. Aklınızı almaya, sizi suya götürüp susuz getirmeye geldim."

Bukowski'nin hayattayken yayımlanan 40'ın üzerinde kitabı mevcut ve bunların yarısından fazlası şiirlerinden oluşuyor. Birçok kitabı ise ölümünden sonra yayımlanmıştır. Yaşamının son yıllarında hazırladığı bir seri vardır ve adı da oldukça hüzünlüdür: "Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi". Bu serinin ilk dosyası "Kapalı Bir Kapıdır Cehennem" adını taşır. Adından da anlaşılacağı gibi ölümü ensesinde hisseden pis moruk, hayattan intikamını şiirleriyle alır. Öfkelidir bu dosyadaki şiirlerinin hepsi. Dosyasını tamamlar ve daha yayınevine yollamadan aynı seri için ikinci bir dosya daha hazırlar. Adı bu kez daha derindir: "Gülün Gölgesinde".

Ölümünden sonra iki ayrı kitapta yayımlanan bu iki dosyası, Charles Bukowski'nin son şiirleri arasındadır. Zira daha sonra başka yazdığı şiirlere de ulaşılır. "Gülün Gölgesinde", kasım 2002'de Parantez Yayınları etiketi ve Avi Pardo çevirisiyle ülkemize girer. İlk baskısına sahip olmakla sevinç duyduğum Bukowski kitaplarından biridir diyerek havamı atmalıyım.

Kitabın hemen açılışındaki "Gösteri Dünyası" adlı şiir hem bir içerleme hem de tavsiyelerle doludur. Bukowski bu şiiriyle "Ne bana kalır / ne sana / bir türlü anlayamıyoruz / bunu" demiştir dünyaya. "IBM'in başında" adlı şiirinde daktilodan bilgisayara transfer olduğunu zannetmeyin Bukowski'nin. "Bir sıcak yaz akşamı daha / bir kağıt daha daktiloya takılı / daha çok sinek, daha çok / sigara bu odada" der, müzik ve şiirle yontar gecelerini. Kitabın sonlarındaki "İlk bilgisayar şiirim"de "ölümcül ölümün yoluna mı saptım yoksa?" dizesiyle giriş yaparak, "daktiloda yaşam var" der adeta. "Röportajcılar" şiiriyle ününden hâlâ şikâyetçidir şair, "Yabancılar" şiiriyle ise dünyanın rahat insanlarına geçirdikçe geçirir, ipliği. "Ama ben onlardan / değilim" der. Bunu iyi biliriz. "Elektroşok" şiiriyle modernizmi yumruklarken, "İki koşu arası" şiiriyle ise atlardan asla vazgeçmediğini söyler. Bu şiirinde Bukowski, kendini pazarlayan ve yazmaktan çok başarılı olmaya ruhunu ipotek ettirmiş yazarlara hoş sözler söyler. Onları sallamadığını söyler. Hiç sallamamıştır çünkü onun için yazmak bir meslek değildir, yakarıştır.

"Gülün Gölgesinde" kitabındaki şiirlerin isimleri Bukowski'nin yaşamındaki son yıllarında neler hissettiğinin ve nerede olduğunun göstergesi gibidir. Birkaçını sıralamalıyım: "Karanlık", "Ne fazla ne de az", "Yitik ve umutsuzlar", "Tanınmak", "Kıyak geçmedi talih", "Paramız yok, tatlım, ama yağmur sebil", "Suskun volkan", "Serin siyah hava", "Sıcak ışık", "Son tabure", "Mola vermek", "Yazık", "Şaşma zamanı", "Buk'un sonu", "Hava kapalı", "İhanete uğramak". Durum gayet açık. Bukowski çıkmazdadır, bundan mutsuz değildir aslında çünkü yazmaktadır.

Şiirlerinde, bu "son" dönemlerinde neler okuduğundan tutun da neler dinlediğini bile görebilirsiniz Bukowski'nin. Şairin hakkında bilgi edinmenizi sağlayan şiirler bu yüzden de çok lezzetli. Mesela yazarlardan kimler var? Hemingway, Faulkner, T. S. Eliot, Ezra Pound, Knut Hamsun, Wallace Stevens, Thomas Wolfe, Ivan Turgenev, W. H. Auden, Henry Miller, E. E. Cummings ve birçok şiirinde sıklıkla bahsettiği Louis-Ferdinand Celine. Özellikle bir şiirinde Celine hakkında şunları dizer: "Celine'in Gecenin Ucuna Yolculuk kitabını / yatakta kraker yiyerek / bir solukta okudum / okuyor ve kraker yiyor, kraker yiyor / ve okuyordum / içimden, nihayet benden / daha iyi yazan birini buldum / diye geçirip / kahkahayı basarak". Bukowski'nin kimleri okuduğunu öğrendiğimiz dizeler yığınla. Peki müzik? Evet o, klasik müziğe âşık. "Klasik müzik ve ben" şiirinde, bu müziği dinlemeye asıl başladığı konusunda bir fikri olmadığını ve hatta bu müziğin muhallebi çocukları için uygun olduğunu söyler. Ama sonra özellikle senfonik müziğin etkisine kapılır ve dükkan dükkan gezip plak alır, dinler. Kimleri mi? Beethoven, Brahms, Çaykovski, Chopin, Mozart, Smetena, Sibelius, Ives, Goldmark, Wagner, Haydn, Handel, Eric Coates, Rossini, Shostakovich ve Bach. Hepsi hakkında ne düşündüğünü "Klasik müzik ve ben" şiirinde bir anda okumak mümkün. Ben özellikle Bach'ı not etmiştim. Çünkü onun için "yeterince uzun dinlemişsen / Bach'ı / başkasını dinlemek istemezdin" yazmıştı. Ayrıca Wagner için yazdıkları da ilgi çekiciydi: "Wagner karanlık enerjinin / köpüren mucizesiydi."

Ezberimden çıkmayan birkaç dizeyi paylaşmak boynumun veresiyesi.

"Her şeyden vazgeçebilmelisin, fırlatıp atabilmelisin / her şeyi."

"Savaşın bir bedeli vardır ve barış sonsuza dek / sürmez."

"Hiçim bu gece / duvarlarla iletişimim kesik."

"Akşama doğru / suskunlaşırdık."

"Ben beyazdım hep / ve dünyanın beni mest ettiği / söylenemezdi."

Son olarak, kitabın sonunda yer alan ve kitaba adını veren "Gülün Gölgesinde" şiirini hep beraber içimizden okuyup, dışımızdan dinleyelim:

"budayarak, belleyerek,
cehenneme inen merdivenlerden,
yok olma noktasını yeniden
saptayarak,
yeni bir vuruş, yeni bir duruş
deneyerek, beslenme alışkanlığını
ve yürüyüşünü değiştirerek, sistemini
yeniden düzenleyerek, dinozor
düşüşünü fotoğraflayarak,
arabanı daha özenli ve zarif
sürerek, çiçeklerin seninle
konuştuğunu fark ederek,
su kaplumbağasının ıstırabını
idrak ederek,
bir kızılderili gibi
yağmur duasına çıkar,
otomatiğe yeni bir şarjör
takar, ışıkları söndürür
ve beklersin."

Şiirlerin pis moruğundan son söz niyetine: "Hiç bir şey değişmiyordu / her şey yerli yerindeydi / bir şey patladı, bir şey kırıldı / bir şey kaldı."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Daha önce Peyniraltı Edebiyatı'nın 5. sayısında (Ağustos 2013) yayımlanmıştır.

14 Kasım 2016 Pazartesi

Asıl hikâye kadın gittikten sonra başlar

Üstünden çok zaman geçmiştir belki yazılışının, ama bazı anlatılar güncelliğini yitirmez: Konusundan mıdır, kurgusundan mıdır, dilinden midir bilinmez… İşte böyle bir kitapla karşılaştım yine: Zamanın TekerleğiAleksandr Kuprin tarafından yazılmış. 1929’da yayımlanmış ilkin. Helikopter Yayınevi’nce okura sunulan kitabı Hazal Yalın dilimize kazandırmış. (Kitabı okurken sanki kendi dilimizde yazılmış gibi okuyorsak bu biraz da çevirinin güzelliğinden değil midir?)

Anlatıcının dilinde hep o aşk vardır, anlatıp durur:

Belki de hikâyemin başlığının sadece ‘o kadın’ sözcüklerinden ibaret olduğunu tahmin etmişsindir? Ama hikâye aslında benim aptallığım, ahmaklığım hakkında!

Asıl hikâye “kadın” gittikten sonra başlar. Anlatıcı/ yazar en başından sonuna kadar, olanca içtenliğiyle paylaşır her şeyi. İfadeleri o kadar içtendir ki, içimizde bir yerlere dokunur: “Sanki çok uzun zamandır, belki de yirmi yıldır tanıyordum onu, sanki ezelden beri benim karım ya da kız kardeşimdi ve sanki başka kadınları sevdiğim zaman bile, ben aslında sadece onu aramıştım…

Sürgündeki bir Rus mühendis -Mişika- ve onun özgür ruhlu sevgilisi Maria’ya dair bir aşk hikâyesidir bu. Kitabın türüne “roman” denmiş, ancak “novella” da denebilir pekâlâ… “Bir erkeğin, hangi yoldan bir kadının yüreğine erişeceğini kimse bilemez.

Özgür ruhlu bir kadın olan Maria için “kil-kardaş” tanımını kullanır anlatıcı. Tatarların “yol arkadaşı” anlamında kullandıkları bir kelimedir bu. Pek kıymetlidir. “Bir insanın ihtişamı, içinin güzelliğiyle ilgilidir.”

Sahne sahne anlatılır Zamanın Tekerleği, bölüm bölüm… “Her büyük mutlulukta, o doruğa yükselirken karşılaşılan, kavranamaz bir an vardır. Bu anı bir düşüş izler. Dönüş noktası!”. Kimi zaman bir lokanta, kimi zaman bir otel odası, kimi zaman da sevgilinin evidir anlatıya fon olan. “Bize güzel umutlar vaat eden bir görüşmeden önce hangimiz heyecanlanmayız ki?” İncelikli tablolar, romantik ambiyanslar, ipek el işleri… Hep aş(ı)kın doku(n)duğudur. “Aşk, gizemine erişilemeyen Tanrı’nın en yüce ve en nadir armağanıdır.

Ama bu aşk denilen şeye de ne yazık ki sık rastlanmıyor. Bu en arı, en yüce, en adanmış aşka susayan, ama asla bulamayan yetenekli şairler, onu sadece eserlerinde yaşatabiliyorlar.” diyen de yine anlatıcının kendisidir.

Zamanın göreceliliğine dair çok şey söylenmiştir elbet. Kimi zaman bir ‘an’a sığan o bakışın ‘asra bedel’ olması gibi… “Zamanı ve mekânı ne kadar bölersen böl, o bir an değil, ancak bir kesit olarak kalacaktır… Peki, nerede türevin işaret değiştirdiği bu gizem dolu an?

Mişika ile Maria’nın aşkı, zamanla tekdüzeleşir ve aralarındaki kültür farkı yüzünden o ilk baştaki görkemini yitirir. Olaylar bildik bir filmin bildik sahneleri gibi gelişir: “Ve bu karanlık hayatın, iki tarafın da nihayet kişiliklerinin bütün tılsımını ve özgünlüğünü kaybedene kadar uzaması…” ile yine bildik bir şekilde sona erer. “… erkekler için, bir kadını sevmekten vazgeçmek hiç zor değildir; hatta erkeklerin sık sık eski âşıklarına döndükleri de görülür. Ama eğer kadın sevmeyi bırakırsa, eski aşkına bir daha asla dönmez.

Maria, yaşadıkları tatsız olaydan sonra Mişika’ya bir mektup bırakarak ortadan kaybolur. Mektupta kısaca şöyle der: “Sonunda anladım ki, bizim bir arada veya birbirimize yakın yaşamamız mümkün değil… Aramızdaki farklılıklar her zaman bizim tam bir mutluluk içinde bir arada yaşamamıza engel olacaktır.

Bazı hikâyeler, bittikten sonra da devam eder zihinde. Zamanın Tekerleği’nde anlatılan da öyle… Bitiyor, bittiği yerde boşluklar bırakıyor, bırakılan boşlukları tamamlamak da bize düşüyor. Elimizde fosforlu bir kalem, altını çizeceğimiz cümlelerle; “Ruhum bomboş, kala kala sadece tenden bir kılıf kaldı üzerimde.” diyen anlatıcının izinden gidiyoruz. Gidilesi bir yol…

Tanıtım Bülteni’nden:

Zamanın Tekerleği, Kuprin’in sürgündeki başyapıtları arasındadır. Bir aşk hikâyesidir bu, ama sıradan değildir: bir yandan belli belirsiz, büyük Rus edebiyatçılarının ustalıkla yansıttıkları melankolik Rus ruhunun tınılarını, sürgündeki adamın acılarını, aşk ve memleket hasretinin iç içe geçtiğini hissedersiniz onda; ama diğer yandan, erkeğin kaleminden dökülmüş bir kadın hikâyesidir. Kafeslere sığmayan bir kadın ruhunun kanat çırpışlarını işitirsiniz; hayatta tek aradığı dingin bir huzurla birlikte, deyim yerindeyse total bir aşktır; böyle bir aşk ise erkek gibi kadının da özgür insan olmasını gerektirir. Denebilir ki, bu kadın için her tür kişisel özgürlük ihlali, total aşkın surlarında açılmış birer gedik, onu aşk olmaktan çıkaran bir bozulmadır. Ve o zaman kendisini erkeğe bağlayan diğer bütün bağları da koparıp atar, hem de büyük bir irade gücü, korkunç bir kararlılıkla. Yani diyeceğim, bana öyle geliyor ki, erkeğin kaleminden çıkmış feminist bir başyapıttır bu.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Dünyanın gelip geçiciliğini hatırlatan öyküler


Yunus Emre ne doğru demiş: “Bu dünyada bir tek şeye yanar içim, göynür özüm; Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.”. Ölüm vakitli vakitsiz demeden kapıyı çalıverir. Hazırlıksız yakalanırız çoğu zaman. Sevdiklerimizi bir bir toprağa sırlarız adeta. Okan Alay ilk öykü kitabını kaybettiklerine adamış.

Okan Alay’ın öykülerinde şiirsel bir dil kullandığını söyleyebiliriz: “Susan Adem’di, Havva’ydı, konuşan yüzde solan gül, yitip giden gündü.”. Dünyanın gelip geçiciliğini hatırlatıyor öykülerinde: “Susuyordu herkes. Babaannem, kadın, çocuk ve ben… Konuşan; o!..”. Susarken sesleri daha iyi duyabilen karakterler var. “Kadın ve çocuk, ikisi de susuyordu. Biri ceylan oluyordu, öteki elleri böğründe annesi…

Bir Yanıtı Yoktur…” kısa, yoğun bir öykü. Ölüme işaret ediyor.

Geçmiş Haller Albümü”nde şehir hayatı içine savrulmuş, apartmanlar arasında sıkışmış karakterin ahvalidir anlatılan. Eski bir fotoğraf albümü sayesinde geçmişine yolculuk yapmasına, anılarını tazelemesine, özlemlerine tanık oluyoruz:

Birden vitrine bakarken dikkatimi fotoğraf albümü çekti. Sanırım kayıptı uzun süre. Aklım onda kaldı. Onun şekillere aksetmiş dünyasına girmek, orada müstesna anların sonsuzluğa uzanan akışına dalmak istedim.

Yitik Zaman Yolcusu” başkası tarafından tecavüze uğrayan ve de sevdiğine kavuşamayan Müjgan’ın halleri, kendi ağzından anlatılmış:

Çıldıracağım! Nasıl yok sayayım geçmişi! Süslenmeliymişim, yok niye genç bir kız gibi değilmişim, yok neden makyaj yapmıyormuşum! Hıh güldürme beni anne. Sinir krizleri geçirdiğim zamanların şahidi jilet kesiği kollarımı mı görsünler, tenimde bir ömürdür sakladığım kiri mi görsünler. Yapma be anne, kandırmayalım birbirimizi.

Müjgan bir ırmağa atlayarak intihar ediyor. İçsel konuşmalarla örülü bir öyküden bahsedebiliriz. “İğreti” öyküsü ise, Almanya’ya çalışmaya giden kaçak işçilerin hayatlarından kesitler sunmuş bize:

Oysa burada hangimiz iç açan bir öyküye sahiptik ki! Her birimiz bir başka coğrafyadan kopup gelsek de acılarımızın, gözyaşlarımızın dili bir değil miydi? Yalnız, yorgun ve sürgün kimselerdik bu uzak yerde.

Kara Kaplı Kitap” bir deprem sonrası bulunan bir şiir kitabının sahibine, ölenlere, kalanlara dair acı bir öykü. “Yalnızlık Şehirde Saklı” ve “Bir Aşkın Kıyısında” giden ve kalanlara dair sorgulamalarla dolu iki öyküden söz edebiliriz.

Birbirinden güzel on iki öykü var İçimdeki Uzak’ta. Hel Yayınları’ndan 2015 yılında çıktı. Okan Alay akademik çalışmalarını yaparken, Türkçe, Farsça, Kürtçe çevirileri ile de bir yandan Halk edebiyatına katkılarını sürdürüyor. Çeşitli ödüllere layık görüldüğü şiirleri, Suyun Gölgeye Karıştığı (2005, Yom Yayınları) ve Yanılgılar Evi (2010, Yasakmeyve Yayınları) adlı iki şiir kitabıyla gün yüzüne kavuşmuş oldu. Yazarın Varlık, Hayal, Hece Öykü, Yedi İklim, Mühür, Temrin, Lamure gibi dergilerde inceleme-metin, öykü, şiirleri yayımlanmıştı. Halen çeşitli dergilerde ürünleri yayımlanmaya devam ediyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

9 Kasım 2016 Çarşamba

Bir dönemin zihin dünyasına ışık tutan üç seyahatname

18. Yüzyıl sonrası dönemde Osmanlı’nın hasta adam olarak tanımlandığı bilinen bir vak’adır. Bunu daha önce bu sayfalarda dile getirmiştik. Bu ayki kitaplarımızda bu minval üzerindedir. Bunlardan ilki Ömer Lütfi’nin Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Ümit Burnu Seyahatnamesi adlı kitabıdır. Bu seyahatnamenin arka planı seyahatname kadar ilgi çekicidir. İngiliz himayesinde olan Güney Afrika’daki Müslümanlar arasında dini hususlarda çıkan bazı münakaşaların neticesinde İngiliz Kraliçesi, devrin Sultanı Abdülaziz’den bu hususta yardım ister. Sultan, Güney Afrika’ya gitmek üzere dini konularda mütekamil bir kişinin görevlendirilmesini uygun görür. Masrafları Devlet-i Âliyye tarafından karşılanmak üzere Ebubekir Efendi ve ona yardım için Ömer Lütfi görevlendirilir. 1862’de İstanbul’dan yola çıkan Ömer Lütfi ve Ebubekir Efendi, Akdeniz üzerinden Marsilya’ya, oradan Paris’e, daha sonra da Londra’ya yolculuk etmişlerdir. Londra’dan kırk dört günlük uzun bir deniz seyahatinin sonunda Güney Afrika’ya 17 Ocak 1863’de varırlar. Yanlarında götürdükleri dini kitaplarla eğitime başlarlar. Bunun dışında Ömer Lütfi, Güney Afrika’da gezdikleri yerler ve Müslüman cemiyeti hakkında da yazılar kaleme alır. Ömer Lütfi, burada dört sene kaldıktan sonra İstanbul’a dönmek için yola çıkar. Dönüşte Mekke i Mükerrem’e, oradan da Mısır’daki El Ezher Medresesi’ne ilim tahsili için gider.

Diğer iki seyahatname ise aynı gemide yola çıkan iki Osmanlı memuruna aittir. Devlet-i Âliyye’ye ait Bursa ve İzmir korvetleri, Basra körfezine gitmek üzere 12 Eylül 1865’te yola çıkarlar. Basra’ya Afrika’nın çevresini dolaşarak gitmeyi planlamışlardır. Afrika’nın en batı ucu olan Yeşil Burun civarında büyük bir fırtınaya yakalanan gemiler, kendilerini Güney Amerika’da bulurlar. Brezilya’nın Rio de Jenario şehrinde çeşitli tamirat işlerini yapmak için gemiler burada demir atar. Bu sırada Osmanlı gemisinin şehre geldiğini duyanlar gemiye gelirler. Bunlar arasında Afrikalı Müslümanlar da vardır. Müslüman halk gemideki Osmanlı askerlerine büyük hürmet gösterirler. Seyahatname yazarlarımızdan biri olan ve Bursa korvetinde imamlık vazifesi ifa eden Bağdatlı Abdurrahman Efendi, bazı dini konularda eksikliğini gördüğü Müslüman halkla yakından alakadar olur. Gemilerin tamiri bitip yola çıkmaya hazırlanılırken gemi imamı Abdurrahman Efendi, kaptanın da mutabakatıyla Brezilya’da kalmaya karar verir. Gemi ayrıldıktan sonra buradaki Müslümanların problemlerini çözmek için çaba sarfetmeye başlar. Burada kaldığı süre boyunca Brezilya’da başka bölgelere de gider. Daha sonra da vatana dönmek için yola çıkar. Bu dönüş yolculuğu sırasında “Brezilya Seyahatnamesi” adlı eseri kaleme alır.

Gemi, imamını Brezilya’da bırakarak yola çıkmış olan Bursa korveti, Basra Körfezi’ne doğru yola çıkar. Gemi, Güney Afrika’ya uğrar. Burada Devlet-i Âliyye’nin görevlendirdiği Ebubekir Efendi gemi mürettebatı tarafından gemide misafir edilir. Güney Afrika’yı geride bırakan gemi, Basra’ya doğru yola çıkar. Bu yolculuğu sırasında gemide bulunan Mühendis Faik, yolculuğun başından itibaren tuttuğu notları Seyahatname-i Bahr-i Muhit adlı eserde toplamıştır.

Daha önce sadece kitabî bilgiler düzeyinde bilgi sahibi olunan diyarların bil-fiil tecrübe edilmesi, Osmanlı insanında daha sağlıklı intibaların oluşmasını sağlamıştır. Zahmetli tecrübeler neticesinde edinilen bilgi ya da intibaların kitaba dönüşerek bugüne aktarılması sayesindedir ki günümüz okuyucusu da onlardan istifade edebilmektedir.

Bu yazının ana konusunu teşkil eden üç eser de bir dönemin zihin dünyasına ışık tutmaları yönüyle belli bir kıymeti ifade etmektedir. Genel itibariyle birbirine yakın zamanlarda kaleme alınmış olan bu üç kitapta Müslüman dünyanın ilgili devirlerdeki ahvaline dair aktarılan bilgiler, geçmişin olduğu kadar bugünün okuyucusu için de ufuk açıcı değerdedir.

Mühendis Faik, Türk Denizcilerinin İlk Amerika Seferi, Seyahatname-i Bahr-i Muhit, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-83-7.

Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Brezilya’da ilk Müslümanlar , Brezilya Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-76-4.

Ömer Lütfi, Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Ümitburnu Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006 ISBN 975-6403-80-2.

Ozan Sağsöz
https://twitter.com/terraincognitae

Pembe İncili Kaftan'da fütüvvet

Fütüvvet yazarı Ömer Seyfettin'in hatırasına

Sadrazam, Şah İsmail’e gönderilecek bir elçi aramaktadır. Elçinin şecaat sahibi, feta ehli ve devletin izzetini gösterecek biri olması gerekmektedir. Sadrazam bu vasıfta elçi bulamamaktadır; zira Şah İsmail şediddir. Ömer Seyfettin, Şah’ı şöyle tasvir eder: “Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi.”. Sadrazam toplantıda konuyu açınca hazirûndan kırmızı tuğlu kavuklu biri Muhsin Çelebi derler birinin varlığından bahseder. Muhsin Çelebi civanmert, yani özü-sözü bir, yiğit, yürekli, yüce gönüllü biridir.

Yazar Muhsin Çelebi’yi şöyle tanıtır:

Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez. Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır. Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (…) çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı.

Sadrazam kendisini görmek ister. Diyalog şöyle gelişir: “Sadrazam (S): Bir kere kendisini görsek. Diğeri (D): Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi? (S): Nasıl gelmez? (D): Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (S): Devletini sevmez mi? (D): Sever sanırım. (S): O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.

Muhsin Çelebi “devlet için” çağrılınca icabet eder. Sadrazam’ın odasına “palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam” olarak girer. Sadrazam, “Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alıştığından, bir an eteğine kapanılmasını bekler. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm durmaktadır.” Ancak Muhsin Çelebi “göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adam”dır ve etek öpmez. Hatta “çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturur.

(S): Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum? der. (Muhsin Çelebi): Ne ilgisi var? (S): Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da. (Muhsin Çelebi): Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim. (S): Niçin girmedin?

(Muhsin Çelebi): “Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar.

Sadrazam: “Bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Şunun başını vurdursam” yollu düşünceler içindeyken ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitir: “İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Sonra vicdanından gelen ses düşüncelerini şekillendirir: “Tam bizim aradığımız adam işte. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi.

Muhsin Çelebi’yi uyarır: Şah İsmail “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Ola ki işkenceyle idam eder.

Muhsin Çelebi elçiliği görev değil fedakârlık olarak kabul eder ve şöyle der:

Mademki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim. Sırmakeş Toroğlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”ı alacağım. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!

Muhsin Çelebi, çiftliğini, mandırasını ve tüm servetini ortaya koyup kaftana sahip olup Şah İsmail’e gider. Şah’ın eteğini öpmez. Sultan I. Selim’den getirdiği fermanı teslim eder [Şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu].

Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça Şah İsmail kızar, sararır, morarır, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titrer; sinirinden hiçbir şey yapamaz. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemeden, kalkıp kapıya doğru yürür.

Şah İsmail “Şunun kaftanını veriniz!” der. Savaşçılardan biri “Buyurun, kaftanınızı unuttunuz” diyerek kaftanı uzatır.

Muhsin Çelebi “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz?” diyerek her şeyini uğruna sattığı kaftanı İran sarayında ülkesi uğruna bırakır.

Ülkesine döndüğünde elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe alır. Onu ekip biçer. Çoluk çocuğunun ekmeğini çıkarır. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze satar. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirir. Buna rağmen hayat boyu ne kimseye boyun eğer, ne de gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yapar.

Ömer Seyfettin Pembe İncili Kaftan hikâyesinde Şah İsmail’in adını zikrettiği halde Muhsin Çelebi dışındaki iki saraylının ismini zikretmez. Muhsin Çelebi “gazi-ahî” bir tiplemedir, hayatın içinde “ahî” geleneğine uygun bir “ekmek davası” ile yaşamaktadır. Bu hikâyenin önemi, kahramanın meslek erbabı olması, kimseye muhtaç düşmeyecek kadar bir geçimliği kesb etmesi, iflas etse dahi helâl yoldan geçim tutması, yiğitliği yere düşürmemesi, dünya malına değer vermemesidir.

Kahraman, yılların birikimi olan “maddiyatı”, değerlerinin karşısında kıymetsiz görmektedir. “Kaftan” yaşaması gereken “gövdenin” selameti için feda edilir. Sembolik anlamda “gövde”nin millet-devlet; Şah’a atılan kaftanın ise zenginlik-refah olduğu ortadadır. Bu sembolizmiyle hikâye, 10-13. asırlarda Anadolu’yu İslâmlaştıran fütüvvet topluluklarının esaslarıyla mutabıktır. Ne var ki hikâyede fütüvvetin “musâhiplik-muâhatlık” ilişkisinin bir toplumla yürütülebileceği vurgusu yapılmamıştır. Çünkü bu değerleri yürütecek bir toplum kalmamıştır. Sadrazam’ın civanmert bir adam bulmakta zorlanması da fütüvvetten kopulduğunun işaretidir. Nitekim Sadrazam, Şah İsmail’e elçi gönderecek olmasaydı Muhsin Çelebi’nin boynunu vurduracak bir niyete dahi kapılmak üzeredir. Oysa Muhsin Çelebi, kendi halinde bir adamdır. Saraya da menfaati için değil “devlet hizmeti” için gitmiş, hatta çağrılmıştır.

Hikâye, Osmanlı’nın fütüvvet topluluklarının civanmertliğine ne kadar muhtaç olduğunu, fütüvvet programının neticesinde Bu Ülke’de devlet kurulduğunu satır aralarında anlatmaktadır. Anadolu, civanmert adamların yurt tuttuğu bir ülkedir.

Anadoluculuk, “ruh cephesinin maden işçileri” olan bu hizmet ehli fetalar ile dün olduğu üzere şimdi de Yarınki Türkiye’yi kurmanın peşindedir.

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi

25 Ekim 2016 Salı

Masalların sakladıkları: Bir toplumsal cinsiyet tartışması

“Ormanda iki yol belirdi önümde ve ben
Daha az yürünmüş olanını seçtim.
Bütün fark buradaydı işte.”
- Paulo Coelho

Dünyada yaşayan onlarca insanın büyüme dönemleri ile ilgili birçok şey söyleyebiliriz. Ancak beni en çok heyecanlandıran, hepimizin çocukluğuna şahitlik eden, ortak noktamız masallar. Zenginler, fakirler, sağlık problemi olanlar, turp gibi olanlar, yaramazlar, uslular, tek çocuklar ya da kalabalık bir ailede büyüyenler; birbirimizi tanımasak da bir arada olduğumuz, ilk duygularımızı yaşama fırsatı bulduğumuz, güldüren, öğreten, korkutan masallar, yüzyıllardır bu koca evrende bizlerin ortak yuvası oldu ve olmaya da devam ediyor.

Masal, insanın zihninde çeşitli algılar oluşmasını sağlamak, insanların davranış biçimlerini ve hayata bakışlarını biçimlendirmek için en temel ve en kestirme yollardan biri. Son dönemde masalların potansiyelleri, bilişsel psikoterapi yöntemlerine de yansıdı. Masal, insanların kendilerine zarar veren kalıplaşmış algılarının değiştirilmesi ve sağlıklı bir hale getirilmesinde bir tür tedavi yöntemine de dönüşmüş durumda. Her ne kadar sevimli görünseler de masallar, barındırdıkları “algı yönetme” potansiyelleriyle, yanlış ellerde sonu çok da tatlı olmayan yerlere varmamıza neden olabilir, hatta hepimizin bildiği birçok masalın, toplumsal algı yönetimleri için incelikle kurgulandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, masallar, yalnızca çocukların evreninde etkiye sahip değil, biz “büyükler”in dünyasında da masalın izlerini takip etmek mümkün oluyor.

Masallar ve Toplumsal Cinsiyet, masalların barındırdığı algı yönetimi politikalarını ve dünya çocukları olarak paylaştığımız ortak anlam yuvamızın tehlikeleriyle ilgili daha önce pek de dikkat etmediğimiz bilgilerden bahsetmesi nedeniyle çok önemli bir kitap. Kitabın yazarı ve masalla ilgili bu önemli araştırmanın sahibi Melek Özlem Sezer, kitabın önsözünde kendi masal tanımını paylaşarak okura “Merhaba!” diyor: “Masal, bir hayal disiplinidir.”.  Yazar, bu kitap aracılığıyla çok önemli ve birçoğumuzun gözden kaçırdığı çeşitli sorulara yanıt arıyor: Ölü bir prensesin, basit bir öpücükle hayata dönmesi bizi neden şaşırtmaz? Birçok masalda, kadınların sahip olduğu bir eşyanın cam olmasının ya da Pamuk Prenses’in tabutunun camdan olmasının altında yatan mesaj ne? Bir felaket habercisi gibi, masallardaki kadın karakterleri etkileyen nesnelerin kırmızı olmasının anlamı ne? Kırmızı kodu, masallar aracılığıyla zihnimizde hangi algıları yerleştirmeyi amaçlıyor?

Kitabın giriş bölümü “Bir Varmış Bir Yokmuş…”, masalların barındırdığı toplumsal cinsiyet ve iktidar simgeleriyle ilgili, okuyucuyu kitaba hazırlayan bir bölüm olarak kurgulanmış. Bu bölümde, masalların barındırdığı ve çocukların da yetişkinlerin de pek önemsemediği simgelerin bilinçaltımıza yerleşen gizli anlamlarıyla tanışıyoruz. Masalların diğer türlerinden farklılaştığı yönlere dikkat çeken Melek Özlem Sezer, dilden dile ve kültürden kültüre yaygınlaşmış masalların bu başarılarının altındaki nedeni şöyle açıklıyor: “…farklı ideolojilerdeki masalların popülerleşme oranlarını karşılaştırmak, ortalama kültürün neleri bünyesine alıp nerede direnç gösterdiğini izleme olanağı verir. İktidarı sorgulayan değil, ona destek olan, fon ne kadar fantastik olursa olsun aşk ve aile ilişkilerinde bir kalıbı sağlamlaştırmanın ötesine geçmeyen, cinsiyetçi masallar daha fazla yayılmış ve kemikleşmiştir.

Masallar ve Toplumsal Cinsiyet’in her bölümünde, masalların derine işleyen kavramlarla, alışılmışın dışında anlamlar yüklenmiş simgelerle ve bunların açıklamalarıyla karşılaşıyoruz. Öpüşme ve erginlenme törenlerinin bağlantısının detayları hayli ilginç: Öpüşmenin masallarda simgelediği şey, ilksel kabilelerin erginlenme ritüelleri. Pamuk Prenses’i bir anda dirilten öpücüğün aslında erotik bir anlam barındırdığını ve camdan tabutun bir bekâret mesajı içerdiğini öğrenmek, beni şaşırtıyor. Uyuyan ve kurtarılmayı bekleyen kadın -ki minik bir çocukken birçoğumuzun en sevdiği masal kahramanlarından bahsediyoruz-, genç erkeklere sorun çıkarmaması ve onlara kahraman olma fırsatı sunması nedeniyle, birçok kültürdeki “ideal genç kadın” dışa vurumu gibi görünüyor.

Kitapta tartışmaya açılan bir diğer konu, ideal bir dünya tasvirinde kadın ve güzelliğinin ayrı düşünülemeyecek kavramlar olmasıdır. Genç kadın bir femme fatale (cazibesiyle felaket getiren kadın) değilse, güzelliği her daim umut vadeden bir geleceğin anahtarı konumundadır. Aslında femme fatale de uzun uzadıya tartışılması gereken, erkin egemen olduğu dünyada kadınların güzelliğe, cazibeye ve güce sahip olmasına tahammül edilemediğinin en açık ifadelerinden biri olarak okunmalıdır. Kadının cinselliğini güce dönüştürmesi suçtur, kabul edilemez. “…acı olan kadının cinselliğini kullanması bu kadar ağır bir suçken, herkesin onun cinselliğini kullanmaya çalışmasının hiçbir suçlamaya maruz kalmamasıdır.

Masallar, evliliği kutsar ve güzel günlerin başlangıcı için evliliği bir önkoşul olarak sunar. Hastalıklardan, kötü üvey annelerden, çirkinlikten, kara büyüden ve diğer birçok kötü şeyden kurtulmanın yolu genç ve güzel bir kadın ile kahramanlığını kanıtlamış bir adamın evlenmesidir. Kadının evlilikteki en büyük kusurları her şeye söylenmesi, sadakatsizliği, talepkâr ve açgözlü oluşudur. Bugün, gündüz kuşağında ya da prime time’da yayınlanan ve çok izlenen dizilere baktığımızda, bu kötücül kusurlara sahip en az bir kadın karakterle karşılaşmamız, size de şaşırtıcı gelmiyor mu?

Kitabın en güzel yanlarından biri, kitapta adı geçen masalların kitabın sonunda okuyucuya sunulması olmuş. Kitabı bitirdikten sonra, yıllardır dinlediğimiz, anlattığımız, aktardığımız masallarla yeniden karşılaşmak, kitapta dikkat çekilen yerlerin farkına vararak masalı yapısöküme uğratmak ve anlam dünyamızda masalla ilgili yeni bir anlam dünyası inşa etme ihtiyacı hissediyoruz. Bir hayal disiplini olan masalların ardına saklanmış olan kuyulardan uzakta, başkalarının öpücüğüne muhtaç olmadan kendimizi var edebilmek umuduyla...

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

23 Ekim 2016 Pazar

Freud'u ve kuramını tanımaya başlamak isteyenlere

Psikanalizin kurucusu ve psikoloji alanında şüphesiz en çok tartışılan isimdir Sigmund Freud. Kendisinin de dile getirdiği üzere o aslında yeni bir şeyler söylememiş fakat söyledikleriyle psikoloji alanında çığır açmıştır. Her tezi bir anti tezle karşılık bulmuş ve psikolojinin mihenk taşlarından biri kabul edilerek çoğu kuram ona atıflar veya onun teorisine eklemeler yaparak oluşmuştur. Kendi yazdığı pek çok eserin yanında teorilerini anlatan, eleştiren yüzlerce kitap bulunmaktadır. Rüya yorumu ve analizi alanında uzman Psikolog Calvin S. Hall da bu yazarlardan biridir ve "Freudyen Psikolojiye Giriş" isimli kitabıyla Freud'un kuramını sistematik ve geniş bir şekilde, genel bir okuyucu kitlesini hedef alan akıcı üslubuyla bizlere sunmaktadır.

Kitabı beş bölüme ayıran Hall, birinci bölümde bir tıp doktoru ve psikolog olarak Freud'un kim olduğundan, kimlerden etkilendiğinden bahsetmiştir. Yazar, Freud henüz doğmadan önce, teorisini ortaya atmış olan Darwin ve Fechner'ın insanın diğer canlılar gibi incelenebilir bir varlık olduğu görüşünün ve tıp öğrencisiyken tanıştığı Brücke'nin dinamiklerle ilgili söylemlerinin Freud'un kuramına olan büyük etkisini bu bölümde ele almıştır.

İkinci bölümde Kişiliğin Organizasyonu başlığı ile İd, Ego ve Süperego'nun ne olduğundan bahsetmiştir. Freud'a göre tam bir kişilik bu üç sistemden oluşmaktadır ve her birinin görevi ve çalışma metodu vardır. Hall, bu üç sistemi o kadar katıksız anlatmış ki okuyunca zihnimizde bir şema oluşturmayı başarabiliyor.

Üçüncü bölüm Kişiliğin Dinamikleri başlığı ile bizlere id, ego ve süperegonun nasıl işlediğini ve çevreyle nasıl bir ilişki içinde bulunduğunu anlatır. Psişik enerjiden ve bu enerjinin dağıtılıp aktarılmasından, içgüdülerden, kateksis ve anti kateksislerden, bilinç ve bilinçdışından, anksiyetelerden bahseder.

Dördüncü bölüm Kişiliği Gelişimi başlığı altında Ego Savunma Mekanizmaları'nı ele alarak başlar ve en önemli savunma mekanizmaları olan bastırma, yansıtma, yön değiştirme, karşıt tepki oluşturmadan bahseder. Bu bölümde bizce dikkat çeken nokta; hepimizin bildiği ya da bir yerlerden duyduğu "bastırma" mekanizmasında bastırdıklarımız nereye gidiyor sorusunun cevabını veriyor olması.

Beşinci bölümde Sabit Kişilik'ten bahseder ve kişilikteki değişikliklerin önemli bir kısmının yaşamın ilk yirmi yılında gerçekleştiğini söyleyerek kitabı sonlandırır.

Diğer Freudyen kitaplardan farklı olarak bu kitapta Freud'un kişilik gelişimini 0-6 yaş aralığında sınırlamadığını görürüz. Kuramını daima değiştirmiş, düzeltmiş ve geliştirmiştir. Önceleri sadece cinsellikle açıkladığı libido kavramını yaşamının son yıllarında tüm yaşam enerjileri ile açıklaması sürekli bir gelişim içinde olduğuna bir kanıttır.

Başta da söylediğimiz gibi Freud pek çok konuda eleştirilmiştir fakat eleştirinin dozu artıp tamamen bir reddedişe dönmesi bizleri, psikoloji biliminin en üretken beyinlerinden birini göz ardı etmek gibi büyük bir hataya düşürür. Bu sebeple; yazarın oldukça objektif kalmaya çalıştığı, somutlaştırma adına her kavramı örneklerle açıkladığı, psikoloji bilgisi sınırlı olanların bile kolaylıkla anlayabileceği bir üslupla yazdığı bu eseri sizlere tavsiye ederiz. Keyifli okumalar.

Hümeyra Büşra Doğan
twitter.com/humeyra_busra