Bir ifade biçimi olarak şiiri genişletip, sonsuzlaştırma eylemine götürürken konuyu kapatıp yeni bir bahis açıyor Murat Çelik. Şair şiirinde andığı şeyler ile dışarıda bıraktığı “şey”ler arasındaki bağı kurmamıza yer yer izin veriyor. Bazen de önümüzü kesip sadece çağrışımlarla yetinmemizi istiyor. Böylece Çelik’in şiiri geniş bir alt yapıda zamansız bir zekâya dönüşüyor.
Murat Çelik’in şiirlerine konu ettiği sorunlar üzerinde bir düşünme sistemi var: anlatarak kurtulmaktan ziyade, anlatarak küçültme. Bu sorunlar karşısında hayıflanma, dramatize etme, arabesk bir yaklaşım söz konusu değil. Şair sesini yükselttiğinde işgal ettiği yer; meselelerin niteliği-niceliğinden uzakta bir yerde şairin farkındalığı üzerine genişliyor. Anlıyor fakat anlamdan zevk almıyor Murat Çelik. Çarpıcı şiir buluşlarını yeniden yapılandırıyor ve hiç de müdahaleci görünmeyen bir edayla yeniden üretiyor.
Taşra Bitki Örtüsü ve Parseller kitabında Çelik, şiirin bırakacağı etkiyi ses üzerinden kurarak ‘yerel’ temalar ile küresel biçimler ortaya çıkarıyor. Bazen de tersini ispatlıyor. Halk şiiri biçimiyle küresel ve modern sorunlar dile getiriyor. Herkesin yaşadığı yerlere ait edindiği kültürün simgesel anlamları vardır, çoğu umutsuz olsa da insanoğlu bu deneyimlerin taşıyıcısı ve aktarıcısıdır. Bu deneyimler dilin soyutluğu karşısında şiir sayesinde varlık kazanır. Şair ile şiir metni arasında bu deneyimler asılı haldedir. Parça parça, fragmanlar halinde veya deforme edilmiş şekilde hatta üzeri örtülerek kullanılan bu deneyimler dikkatli bir okur için önem arz eden simgesel anlamlar bütünüdür. Okur bu deneyimlere tümüyle müdahil olma şansını elinde bulundurmasa bile şairin elindeki “sanat parçaları”nı elde eder. Murat Çelik de deforme ettiği kelime ve anlamlar ile okuruna izin verdiği ölçüde şiirine sızılmasına imkân sağlıyor. Bu sızma eyleminin mümkün olması için Çelik; okurlarından şiir bilgisi ve görgüsü istiyor görünüyor.
Şiirlerini “bağırarak anlaşan köylüler/bağırarak ölüşen kentliler” için yazmış Murat Çelik. Yolu açık olsun.
Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
13 Ekim 2016 Perşembe
5 Ekim 2016 Çarşamba
Yazarla yoldaşlık ettiren öyküler
Mustafa Orman’ın öyküleri daha önce Notos, Dünyanın Öyküsü, Sarnıç, Yumuşak G dergilerinde yayımlanmıştı. Bu dergileri takip eden okurlar, Orman’ın dünyasına, dili kullanma biçimine ve öykülerinin temasına aşina; dolayısıyla yazarın bu ilk kitabını okurken, eskiden gelen tanışıklığın getirdiği bilgi ile yazarın dilindeki, üslubundaki değişim ve dönüşümü takip etme şansını bulabilirsiniz.
Derdin İncinmesin, Mustafa Orman’ın ilk kitabı. Kitabın açılışında, okuru bir ithaf karşılıyor. Mustafa Orman, okuru karşılayan bu ithafla birlikte, 16 öyküden oluşan bu yolculuğun derinliğini ve derdini ilan ediyor: “Kitabı eline alıp hiçbir zaman okuyamayacak olan anneme...”
Derdin İncinmesin’i bir ilk kitap olarak değerlendirmek zor. Bunun en belirleyici nedenlerinden biri, kelimelerin, anlamların ve acıların başarılı bir şekilde bir araya getirilmesi; öykülerde, birçok yazarın kurmakta zorlandığı bir bütünlük var. Okurlar genellikle bir yazarın ilk kitabını okurken, yazarı tanımaya çalışır, onun dünyasında var ettiklerine güvenli bir mesafede kalarak, anlattıklarının işaret ettikleri üzerine düşünür. Mustafa Orman bizi acının, derdin, başka bir dilde var olma çabasının ağırlığıyla tanıştırıyor ve bunu, acıdan doğan bir samimiyetle yapıyor. Dolayısıyla okur, yazarla tanışmak için hem yazara hem de metne karşı koruduğu mesafesini yitiriyor. Mustafa Orman, Derdin İncinmesin’de, bu mücadelesinde, birilerine göre “uyum sağlayamamış” olan annesini selamlayarak, hayatın çok içine yerleşmiş ve kayıtsız kalmayı seçtiğimiz meselelerin önemini koruduğunu hatırlatıyor. Elbette ortada bilmediğimiz bir şey yok ancak yine de bu anlatının gerçekliği ve derinliği karşısında sarsılmamak mümkün değil.
Derdin İncinmesin’deki öyküler, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, başlangıcı-bitişi aynı yerde olan ve uzun yıllara yayılan, hepimizin tanık olduğu kimlik, dil, özgürlük, vatan, ulus, devlet, iktidar gibi kavramlarla birbirine bağlanıyor. Öyküler, devletin, iktidarın, hayatın kendilerinden çaldıklarının gölgesinde yaşamaya devam eden karakterlerin diyaloglarıyla ilerliyor. Öykülerdeki karakterlerin karşısında da, onların dertleri karşısında da çaresiziz çünkü Mustafa Orman’ın kitabındaki haklı olanlar, haklılığından mahcup gibi, ne kadar haklı olduğunu bağırmıyor, ki bu hiç alışkın olduğumuz bir şey değil.
Mustafa Orman’ın dilindeki olgunluk ve şiirselliğin altını özellikle çizmeliyiz. Orman’ın okurluk serüveninde farklı yazarlardan etkilendiği çok açık; bu etkilenme diline ve öykülerine de yansımış. Ancak söylemek gerekir ki bu etkilenmede Mustafa Orman’ın kendi sesi de duyuluyor; yazar, şimdiye kadar okuduğu tüm yazarları ve kitapları sindirip, bu okuma-tanıma sürecinin içerisinden kendi dilini yaratma başarısını elde etmiş gibi görünüyor. Suskunluğa terk edilmiş insanların sesini söze dönüştürmeyi, onların derdini dilde bir umut kurarak anlatmayı başarıyor.
Kitaptaki öyküler kısa, kesik cümleler gibi; yazar da kitabın okuru da en başından biliyor, öykülerin barındırdığı dertler bir nefeste anlatılacak gibi değil. Öykülerin taşıdığı yüklerin ağırlığıyla, duraksayarak, soluklanarak; yazarın hayatla, devletle, iktidarla, yaşananlarla ve yaşanma ihtimali olanlarla olan meselesinin dört bir yanıyla sohbet edebilme şansı yakalıyoruz. Mustafa Orman’ın öyküleri, bir yazarla tanışmanın çok ötesinde, yazarla yoldaşlık ettiğimiz hissi uyandırıyor.
Kitapta, temanın, konuların, acıların anlatımındaki yoğunluğu ve dilde kendini hissettiren “kıssadan hisse” cümlelerini okurken, daha sakin ve duru cümlelerle karşılaşmayı bekleyeceğiniz anlar olabilir. Kitabı okurken daha "sakin" öykülerle karşılaşma ve yoğun temanın içerisinden doğan diyaloglar üzerine düşünmek için geçiş öykülerine ihtiyaç duyuluyor. Hem dilin hem de temanın yoğun oluşu, karakterlerle ilgili detaylı bilgiyle ulaşmamızın önünde bir engel oluşturmuş. Bu yoğunluk ve okuma yorgunluğunun yanında, Mustafa Orman’ın öykülerinin temalarının çeşitlendiği, birbirinden farklı varış noktalarına götüren konularla ve daha duru bir dille kaleme alacağı ikinci öykü kitabı merakla beklenecek gibi görünüyor.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
Derdin İncinmesin, Mustafa Orman’ın ilk kitabı. Kitabın açılışında, okuru bir ithaf karşılıyor. Mustafa Orman, okuru karşılayan bu ithafla birlikte, 16 öyküden oluşan bu yolculuğun derinliğini ve derdini ilan ediyor: “Kitabı eline alıp hiçbir zaman okuyamayacak olan anneme...”
Derdin İncinmesin’i bir ilk kitap olarak değerlendirmek zor. Bunun en belirleyici nedenlerinden biri, kelimelerin, anlamların ve acıların başarılı bir şekilde bir araya getirilmesi; öykülerde, birçok yazarın kurmakta zorlandığı bir bütünlük var. Okurlar genellikle bir yazarın ilk kitabını okurken, yazarı tanımaya çalışır, onun dünyasında var ettiklerine güvenli bir mesafede kalarak, anlattıklarının işaret ettikleri üzerine düşünür. Mustafa Orman bizi acının, derdin, başka bir dilde var olma çabasının ağırlığıyla tanıştırıyor ve bunu, acıdan doğan bir samimiyetle yapıyor. Dolayısıyla okur, yazarla tanışmak için hem yazara hem de metne karşı koruduğu mesafesini yitiriyor. Mustafa Orman, Derdin İncinmesin’de, bu mücadelesinde, birilerine göre “uyum sağlayamamış” olan annesini selamlayarak, hayatın çok içine yerleşmiş ve kayıtsız kalmayı seçtiğimiz meselelerin önemini koruduğunu hatırlatıyor. Elbette ortada bilmediğimiz bir şey yok ancak yine de bu anlatının gerçekliği ve derinliği karşısında sarsılmamak mümkün değil.
Derdin İncinmesin’deki öyküler, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, başlangıcı-bitişi aynı yerde olan ve uzun yıllara yayılan, hepimizin tanık olduğu kimlik, dil, özgürlük, vatan, ulus, devlet, iktidar gibi kavramlarla birbirine bağlanıyor. Öyküler, devletin, iktidarın, hayatın kendilerinden çaldıklarının gölgesinde yaşamaya devam eden karakterlerin diyaloglarıyla ilerliyor. Öykülerdeki karakterlerin karşısında da, onların dertleri karşısında da çaresiziz çünkü Mustafa Orman’ın kitabındaki haklı olanlar, haklılığından mahcup gibi, ne kadar haklı olduğunu bağırmıyor, ki bu hiç alışkın olduğumuz bir şey değil.
Mustafa Orman’ın dilindeki olgunluk ve şiirselliğin altını özellikle çizmeliyiz. Orman’ın okurluk serüveninde farklı yazarlardan etkilendiği çok açık; bu etkilenme diline ve öykülerine de yansımış. Ancak söylemek gerekir ki bu etkilenmede Mustafa Orman’ın kendi sesi de duyuluyor; yazar, şimdiye kadar okuduğu tüm yazarları ve kitapları sindirip, bu okuma-tanıma sürecinin içerisinden kendi dilini yaratma başarısını elde etmiş gibi görünüyor. Suskunluğa terk edilmiş insanların sesini söze dönüştürmeyi, onların derdini dilde bir umut kurarak anlatmayı başarıyor.
Kitaptaki öyküler kısa, kesik cümleler gibi; yazar da kitabın okuru da en başından biliyor, öykülerin barındırdığı dertler bir nefeste anlatılacak gibi değil. Öykülerin taşıdığı yüklerin ağırlığıyla, duraksayarak, soluklanarak; yazarın hayatla, devletle, iktidarla, yaşananlarla ve yaşanma ihtimali olanlarla olan meselesinin dört bir yanıyla sohbet edebilme şansı yakalıyoruz. Mustafa Orman’ın öyküleri, bir yazarla tanışmanın çok ötesinde, yazarla yoldaşlık ettiğimiz hissi uyandırıyor.
Kitapta, temanın, konuların, acıların anlatımındaki yoğunluğu ve dilde kendini hissettiren “kıssadan hisse” cümlelerini okurken, daha sakin ve duru cümlelerle karşılaşmayı bekleyeceğiniz anlar olabilir. Kitabı okurken daha "sakin" öykülerle karşılaşma ve yoğun temanın içerisinden doğan diyaloglar üzerine düşünmek için geçiş öykülerine ihtiyaç duyuluyor. Hem dilin hem de temanın yoğun oluşu, karakterlerle ilgili detaylı bilgiyle ulaşmamızın önünde bir engel oluşturmuş. Bu yoğunluk ve okuma yorgunluğunun yanında, Mustafa Orman’ın öykülerinin temalarının çeşitlendiği, birbirinden farklı varış noktalarına götüren konularla ve daha duru bir dille kaleme alacağı ikinci öykü kitabı merakla beklenecek gibi görünüyor.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hâli
"Hep yalnızlık var sonunda, yalnızlık ömür boyu."
- MFÖ, Ele Güne Karşı Yapayalnız (1984)
Kimileri için bir yazarı yakından tanıma çabası, kimileri için bir yazarın oldukça çileli bir yazma serüveni, kimileri için bir yazarın edebiyatla varoluşuna kattığı anlamı okuma eylemi, kimileri içinse belki de bir roman yahut öyküler toplamı. Çünkü o yazar Hasan Ali Toptaş. Türkçenin güzide yazarlarından Toptaş'ın söyleşiler kitabı olan "Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız", 2014 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkmıştı. Belirli bir kronoloji güdülmeden; tamamen Hasan Ali Toptaş'ın seçkisine göre oluşturulan bu kitapta Şükrü Erbaş, Emrah Serbes, Latife Tekin, Gülay Talaslı, Semih Gümüş, Filiz Akgündüz, Gürsel Korat, Mehmet Öztunç, Ethem Baran, Can Bahadır Yüce, Yıldız Ecevit ve daha birçok isimle, dergiyle yaptığı söyleşiler bir arada bulunuyor.
Yazar, hep üzerinde durduğu gibi çok konuşmayı sevmemiş söyleşilerinde. Öyle ki bazen sorular cevaplardan daha uzun olmuş. Kitabın önsözünde de
"Ben haddinden fazla konuşmuşum. Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfdanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi" diyor. Fakat biz okuyucular bundan mutluyuz. Çünkü hız ve haz bağıran bu modern dünyada karşımızdaki insanın yüzüne bakmadan konuşmaya alışmış bireyler olarak, en azından kağıda bakıp da tanımak, tanışmak, tanışıklık inşa etmek belki güzel çünkü, çok güzel.
Kitaba ismini veren cümle, yazarın Şükrü Erbaş'la Adam Öykü dergisi için 2001 yılında yaptığı bir söyleşiden... Şair "Kalabalıkla yazmanın ve yalnızlıkla yazmanın ilişkisi" üzerine soruyor, yazar ise şöyle cevaplıyor: "Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk. Okuru hesaba katsan da böyle bu, katmasan da. Başka bir deyişle, bir öyküye, bir şiire, bir romana başlarken yalnızsın; bitirdiğinde daha da yalnız. Metinlerimdeki mahşeri kalabalıkları da ben yalnızlığın başka bir biçimi olarak görüyorum. İçinde bulundukları metnin vazgeçilmez bir malzemesi ya da kurgunun temel bir parçası gibi gözükseler de (ki öyledirler, öyle kılınmışlardır), bu mahşeri kalabalıkların, ruh yapımdan kaynaklanan, benim bile farkında varmadığım çok daha başka nedenleri de olabilir tabii. Çocukluğumdan, bu yana, bir türlü yenemediğim kabalık fobim olabilir sözgelimi... Kalabalıkla yazmanın ilişkisi bana pek açıklanabilir gibi görünmüyor. Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hâli."
Emrah Serbes birkaç kelimeyi özetlemesini istiyor Topbaş'tan. Mesela "Zaman" kelimesi için "Zamanla anlaşılan bir kelime. Zamanla acıya dönüşen, şakacı, geniş ve genişliği kadar da dar olan bir şey." diyor yazar.. "Çıkmaz" kelimesi için "insanın ta kendisi" yorumu yaparken, son kelime olan "Huzur" için "O da ne?" diye cevap veriyor.
Latife Tekin söyleşisi, kitabın en uzun ve bana göre en güzel söyleşisi. Harflerin birer nota görevi üstlendiğini, romanın ille de kurguya muhtaç olmadığını, metinlerin de bir kokusunun bulunduğunu hiç değilse düşleyebilir okuyucu. Çünkü Hasan Ali Topbaş konuşurken karşısındakini ikna etmek derdine düşmüyor, bir şey teklif ettiği de yok. Kendince yorumlar yapıyor. Sanki yakından dinlendiğinde doğaçlama bir klarnet taksimi gibi. Ama uzakta bir iskemlede oturup dinlenildiğinde belki bir peşrev. Muhakkak bir anlamı var. Yapmış olmak için yapmak değil, söylemiş olmak için söylemek hiç değil.
Hasan Ali Toptaş her ne kadar sakin, sessiz -'roman konuşmaya başladığında yazar susmalıdır' der-, kendi hâlinde biriymiş gibi görünse de hayatın kabul edilemez taraflarını dert edinmiş bir yazar. Zaten sanatının temelinde, hatta tüm sanatların özünde bunun yatması gerektiğini de şöyle vurguluyor: "Sanat, makul insanların işi değildir bana göre. Makul insan, olsa olsa, hayatın kendini tekrar edip durmasına yarar. Makul insandan çok iyi memur olur, çok iyi bakkal olur, ne bileyim çok iyi berber, terzi, kuyumcu ya da ayakkabıcı olur. Canlı olmanın aczi içimin duvarlarına bir büyüklük olarak yansıyor evet ve ben onun gölgesinde yazıyorum. Borges'in dediği gibi, her şey acıdan doğuyor. Ama, ısmarlanmış, ya da yahu arkadaşlar bu günlerde hangi tür acılar revaçtadır kaygısıyla laboratuvarlarda üretilerek her yanı allanıp pullanmış olan acıdan değil, gerçekten yaşanan ve gövdenin her hücresini cehennem gibi şiddetle yakıp kavuran acıdan."
Her yazar gibi aile bağları bazen yazmaktan, bazen okumaktan, bazen de kişisel tercihlerden -İlber Ortaylı bunu evliliklerdeki 'private' mevzusu olarak değerlendiriyor- dolayı çok sıkı değil. Kendini iyi bir baba olarak görmese de baba olmayı en güzel tanımlayan cümlelerden birini kuruyor: "Baba iktidardır her şeyden önce. Aynı zamanda geçmişin yükünü getirip omuzlarımıza yığan yok edilemez bir köprüdür. Anlamsal ağırlığıyla belimizi büken devasa bir ilmektir."
Günümüz insanın boşverdiği tüm sessizlikler, tüm boşluklar, tüm yılgınlıklar Toptaş'ta kendine muhakkak bir yer bulabiliyor. Dilde de öyle. "İki kelime arasındaki boşluk bile dile dâhildir" diyor mesela. "Çünkü o boşluk, o iki kelimenin zihnimizde uyandırdığı öteki kelimelerden oluşur" diye de ekliyor. Gerçekten öyle değil mi? Fakir de bu hareketle -belki de hareketsizlikle- "Öfkeli bir sesleniştir aslında susmak" demişti bir şiirinde.
Bir söyleşi kitabına dair daha fazla konuşmanın yersiz kaçacağını düşünüyorum. Karşımızda konuşmayı, görünmeyi, fotoğraf vermeyi, sesini yükseltmeyi sevmeyen bir yazar var. Gittiği yerde kendinden birilerini bulmanın derdinde yalnızca. O yüzden çocuk ruhluluğa, çocuk kalabilmeye ve çocukluğuna sahip çıkmaya kıymet veriyor, "Çocukluğunun elinden tutmayan kişi hiçbir yere gidemez" diyor.
En güzeli de bir 'konuşma' kitabında dahi temiz Türkçenin lezzetini tadabilmek...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- MFÖ, Ele Güne Karşı Yapayalnız (1984)
Kimileri için bir yazarı yakından tanıma çabası, kimileri için bir yazarın oldukça çileli bir yazma serüveni, kimileri için bir yazarın edebiyatla varoluşuna kattığı anlamı okuma eylemi, kimileri içinse belki de bir roman yahut öyküler toplamı. Çünkü o yazar Hasan Ali Toptaş. Türkçenin güzide yazarlarından Toptaş'ın söyleşiler kitabı olan "Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız", 2014 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkmıştı. Belirli bir kronoloji güdülmeden; tamamen Hasan Ali Toptaş'ın seçkisine göre oluşturulan bu kitapta Şükrü Erbaş, Emrah Serbes, Latife Tekin, Gülay Talaslı, Semih Gümüş, Filiz Akgündüz, Gürsel Korat, Mehmet Öztunç, Ethem Baran, Can Bahadır Yüce, Yıldız Ecevit ve daha birçok isimle, dergiyle yaptığı söyleşiler bir arada bulunuyor.
Yazar, hep üzerinde durduğu gibi çok konuşmayı sevmemiş söyleşilerinde. Öyle ki bazen sorular cevaplardan daha uzun olmuş. Kitabın önsözünde de
"Ben haddinden fazla konuşmuşum. Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfdanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi" diyor. Fakat biz okuyucular bundan mutluyuz. Çünkü hız ve haz bağıran bu modern dünyada karşımızdaki insanın yüzüne bakmadan konuşmaya alışmış bireyler olarak, en azından kağıda bakıp da tanımak, tanışmak, tanışıklık inşa etmek belki güzel çünkü, çok güzel.
Kitaba ismini veren cümle, yazarın Şükrü Erbaş'la Adam Öykü dergisi için 2001 yılında yaptığı bir söyleşiden... Şair "Kalabalıkla yazmanın ve yalnızlıkla yazmanın ilişkisi" üzerine soruyor, yazar ise şöyle cevaplıyor: "Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk. Okuru hesaba katsan da böyle bu, katmasan da. Başka bir deyişle, bir öyküye, bir şiire, bir romana başlarken yalnızsın; bitirdiğinde daha da yalnız. Metinlerimdeki mahşeri kalabalıkları da ben yalnızlığın başka bir biçimi olarak görüyorum. İçinde bulundukları metnin vazgeçilmez bir malzemesi ya da kurgunun temel bir parçası gibi gözükseler de (ki öyledirler, öyle kılınmışlardır), bu mahşeri kalabalıkların, ruh yapımdan kaynaklanan, benim bile farkında varmadığım çok daha başka nedenleri de olabilir tabii. Çocukluğumdan, bu yana, bir türlü yenemediğim kabalık fobim olabilir sözgelimi... Kalabalıkla yazmanın ilişkisi bana pek açıklanabilir gibi görünmüyor. Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hâli."
Emrah Serbes birkaç kelimeyi özetlemesini istiyor Topbaş'tan. Mesela "Zaman" kelimesi için "Zamanla anlaşılan bir kelime. Zamanla acıya dönüşen, şakacı, geniş ve genişliği kadar da dar olan bir şey." diyor yazar.. "Çıkmaz" kelimesi için "insanın ta kendisi" yorumu yaparken, son kelime olan "Huzur" için "O da ne?" diye cevap veriyor.
Latife Tekin söyleşisi, kitabın en uzun ve bana göre en güzel söyleşisi. Harflerin birer nota görevi üstlendiğini, romanın ille de kurguya muhtaç olmadığını, metinlerin de bir kokusunun bulunduğunu hiç değilse düşleyebilir okuyucu. Çünkü Hasan Ali Topbaş konuşurken karşısındakini ikna etmek derdine düşmüyor, bir şey teklif ettiği de yok. Kendince yorumlar yapıyor. Sanki yakından dinlendiğinde doğaçlama bir klarnet taksimi gibi. Ama uzakta bir iskemlede oturup dinlenildiğinde belki bir peşrev. Muhakkak bir anlamı var. Yapmış olmak için yapmak değil, söylemiş olmak için söylemek hiç değil.
Hasan Ali Toptaş her ne kadar sakin, sessiz -'roman konuşmaya başladığında yazar susmalıdır' der-, kendi hâlinde biriymiş gibi görünse de hayatın kabul edilemez taraflarını dert edinmiş bir yazar. Zaten sanatının temelinde, hatta tüm sanatların özünde bunun yatması gerektiğini de şöyle vurguluyor: "Sanat, makul insanların işi değildir bana göre. Makul insan, olsa olsa, hayatın kendini tekrar edip durmasına yarar. Makul insandan çok iyi memur olur, çok iyi bakkal olur, ne bileyim çok iyi berber, terzi, kuyumcu ya da ayakkabıcı olur. Canlı olmanın aczi içimin duvarlarına bir büyüklük olarak yansıyor evet ve ben onun gölgesinde yazıyorum. Borges'in dediği gibi, her şey acıdan doğuyor. Ama, ısmarlanmış, ya da yahu arkadaşlar bu günlerde hangi tür acılar revaçtadır kaygısıyla laboratuvarlarda üretilerek her yanı allanıp pullanmış olan acıdan değil, gerçekten yaşanan ve gövdenin her hücresini cehennem gibi şiddetle yakıp kavuran acıdan."
Her yazar gibi aile bağları bazen yazmaktan, bazen okumaktan, bazen de kişisel tercihlerden -İlber Ortaylı bunu evliliklerdeki 'private' mevzusu olarak değerlendiriyor- dolayı çok sıkı değil. Kendini iyi bir baba olarak görmese de baba olmayı en güzel tanımlayan cümlelerden birini kuruyor: "Baba iktidardır her şeyden önce. Aynı zamanda geçmişin yükünü getirip omuzlarımıza yığan yok edilemez bir köprüdür. Anlamsal ağırlığıyla belimizi büken devasa bir ilmektir."
Günümüz insanın boşverdiği tüm sessizlikler, tüm boşluklar, tüm yılgınlıklar Toptaş'ta kendine muhakkak bir yer bulabiliyor. Dilde de öyle. "İki kelime arasındaki boşluk bile dile dâhildir" diyor mesela. "Çünkü o boşluk, o iki kelimenin zihnimizde uyandırdığı öteki kelimelerden oluşur" diye de ekliyor. Gerçekten öyle değil mi? Fakir de bu hareketle -belki de hareketsizlikle- "Öfkeli bir sesleniştir aslında susmak" demişti bir şiirinde.
Bir söyleşi kitabına dair daha fazla konuşmanın yersiz kaçacağını düşünüyorum. Karşımızda konuşmayı, görünmeyi, fotoğraf vermeyi, sesini yükseltmeyi sevmeyen bir yazar var. Gittiği yerde kendinden birilerini bulmanın derdinde yalnızca. O yüzden çocuk ruhluluğa, çocuk kalabilmeye ve çocukluğuna sahip çıkmaya kıymet veriyor, "Çocukluğunun elinden tutmayan kişi hiçbir yere gidemez" diyor.
En güzeli de bir 'konuşma' kitabında dahi temiz Türkçenin lezzetini tadabilmek...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
29 Eylül 2016 Perşembe
Cebinde beş kuruş para olmadan seyahat edenler
Seyahat, temel insani insiyakların başında gelen merak duygusunu tatmin etmek isteğiyle ortaya çıkmış eylemlerden biridir. Seyyah, gezdiği yeni diyarlarda yaşayan insanların yaşayış usullerine ve tabiatına tanıklık eder. Seyahatnameler sıradan okuyucu için o günün hayatına ayna tutarken diğer taraftan insani bilimler için bir kaynak oluşturur. Bugün bir çok tarihi araştırmanın hazırlanmasında bu tanıklık kullanılmaktadır. Mesela, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun üzerindeki sis perdesinin aralanmasına İbni Battuta’nın veya Bertrandon de la Broquiere'in seyahatnameleri gibi birçok eser yardımcı olmuştur.
Merak insiyakının ortaya çıkardığı bir diğer faaliyet sahası da bilimdir. İnsanın çevresindeki vakıaların altında yatan temel etkenin ne olduğu sorusu ve bu sorulara cevap verme çabası ise bilimin kendisini oluşturur. Ama yaptığımız bu tanımlamalarda seyyahı turistle, bilim adamını da devlet memuruyla karıştırmamak gerekir. Yukarıdaki tanımlar bir anlamda ideali yansıtmaktadır.
Houari Touati’nin Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Âlim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi adlı eseri yukarıda kısa tanımlarını yaptığımız iki kavramın kesiştiği noktada bulunmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında İslam’ın gelişinden sonra çeşitli bilim dalları neşvünema buldu. Bunların kimi daha evvelki medeniyetlerde de bulunan ve buradan tevarüs eden tarih, coğrafya, astronomi gibi bilimlerdi; kimi ise İslam medeniyetine has hadis, dilbilimi, tefsir gibi bilimlerdi. İkinci saydıklarımız Kur’an merkezli gelişen ve Kelâm’ı daha iyi anlamaya yönelik çabalardı. Hadis bilimi, Hz. Peygamber’in olaylar karşısındaki davranış ve sözlerini aslına sadık bir şekilde bir araya getirmeye çalışmaktaydı. Hz. Peygamber’in bir sözünü doğrulamak için yüzlerce kilometre kat eden alim yukarıda bahsettiğimiz kesişme noktasında bulunmaktadır. Kur’an’da da yer alan bir kelimeyi daha iyi anlamak için çöllere, bedevilerin arasına seyahat eden bir dilbilimci de yine yukarıda bahsettiğimiz noktada bulunmaktadır. Kitapta buna benzer alimlerin müşahhas örnekleri verilmekte ve bu çerçevede yapılan faaliyetler anlatılmaktadır.
Kitabın bağlamında değerlendirilebilecek değişik hususlar da bizde hasıl oldu. Kitabın ana eksenini oluşturan yıllar 9 ile 12. yüzyıllar arasıdır. Bunun dışında yaşamış seyyahlara ve yazılmış seyahatnamelere doğal olarak kitapta değinilmemiştir. Klasik çağda dünyanın bilinen meskûn bölgelerini bir baştan diğerine dolaşan İbn Battuta bu seyyahların başında gelmektedir. Fas’tan başladığı yolculuğunu sırasıyla Kuzey Afrika, Suriye, Irak, İran, Arabistan Yarımadası, Anadolu, Orta Asya, Hindistan, Çin ve Malezya’ya giderek tamamlamıştır. İbn Battuta’nın seyahatinin içinde sakladığı önemli bir vakıa vardır. Bu vakıa, bugünlerde çok tartışılan ve konuşulan "küreselleşme" dir. "Küreselleşme", yani bugün dünyanın küçük bir köye döndüğü ve bunun modernizmin nimetlerinden biri olduğu iddiası. Burada sorulması gereken soru, kimin için dünyanın küçüldüğü sorusudur. Bir fert olarak, küçüldüğü iddia edilen dünyanın herhangi bir yerine rahat bir şekilde seyahat etmek mümkün değildir. Burada maddi tahditlerden bahsetmiyoruz. Maddi tahditler seyyahlar için bir mesele teşkil etmemektedir. Touati’nin araştırmasında cebinde beş kuruş para olmadan seyahat edenlerden bahsedilmektedir. Kalktığı söylenen sınırların aslında fertler için giderek katılaştığı göz ardı edilememesi gereken bir gerçektir. Şairin şu mısraları bu durumu daha iyi açıklıyor: "belgeler gerekli kanıtlar ifadeler". Dünyada sınırların kalkması sermayenin işine gelen bir durumdur. Ama şu da unutulmamalıdır ki modern dünyanın temellerini atan zihniyet, burjuva zihniyetidir. İlk başta feodal beylikleri bir devlet altında birleştiren "küreselleşmeci" yapı, kar topu gibi büyüyerek bugün dünya sınırlarını zorlar duruma gelmiştir. Dünün feodal beylikleri ne ise bugünün ulus devletleri odur.
Tabii biz bunun İslam medeniyetine özgü bir vakıa olduğunu iddia etmiyoruz. Tarihin bir çok döneminde bu durum yaşanmıştır. Moğollar dönemi yahut Roma dönemi buna iyi bir örnek teşkil edebilir.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
Merak insiyakının ortaya çıkardığı bir diğer faaliyet sahası da bilimdir. İnsanın çevresindeki vakıaların altında yatan temel etkenin ne olduğu sorusu ve bu sorulara cevap verme çabası ise bilimin kendisini oluşturur. Ama yaptığımız bu tanımlamalarda seyyahı turistle, bilim adamını da devlet memuruyla karıştırmamak gerekir. Yukarıdaki tanımlar bir anlamda ideali yansıtmaktadır.
Houari Touati’nin Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Âlim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi adlı eseri yukarıda kısa tanımlarını yaptığımız iki kavramın kesiştiği noktada bulunmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında İslam’ın gelişinden sonra çeşitli bilim dalları neşvünema buldu. Bunların kimi daha evvelki medeniyetlerde de bulunan ve buradan tevarüs eden tarih, coğrafya, astronomi gibi bilimlerdi; kimi ise İslam medeniyetine has hadis, dilbilimi, tefsir gibi bilimlerdi. İkinci saydıklarımız Kur’an merkezli gelişen ve Kelâm’ı daha iyi anlamaya yönelik çabalardı. Hadis bilimi, Hz. Peygamber’in olaylar karşısındaki davranış ve sözlerini aslına sadık bir şekilde bir araya getirmeye çalışmaktaydı. Hz. Peygamber’in bir sözünü doğrulamak için yüzlerce kilometre kat eden alim yukarıda bahsettiğimiz kesişme noktasında bulunmaktadır. Kur’an’da da yer alan bir kelimeyi daha iyi anlamak için çöllere, bedevilerin arasına seyahat eden bir dilbilimci de yine yukarıda bahsettiğimiz noktada bulunmaktadır. Kitapta buna benzer alimlerin müşahhas örnekleri verilmekte ve bu çerçevede yapılan faaliyetler anlatılmaktadır.
Kitabın bağlamında değerlendirilebilecek değişik hususlar da bizde hasıl oldu. Kitabın ana eksenini oluşturan yıllar 9 ile 12. yüzyıllar arasıdır. Bunun dışında yaşamış seyyahlara ve yazılmış seyahatnamelere doğal olarak kitapta değinilmemiştir. Klasik çağda dünyanın bilinen meskûn bölgelerini bir baştan diğerine dolaşan İbn Battuta bu seyyahların başında gelmektedir. Fas’tan başladığı yolculuğunu sırasıyla Kuzey Afrika, Suriye, Irak, İran, Arabistan Yarımadası, Anadolu, Orta Asya, Hindistan, Çin ve Malezya’ya giderek tamamlamıştır. İbn Battuta’nın seyahatinin içinde sakladığı önemli bir vakıa vardır. Bu vakıa, bugünlerde çok tartışılan ve konuşulan "küreselleşme" dir. "Küreselleşme", yani bugün dünyanın küçük bir köye döndüğü ve bunun modernizmin nimetlerinden biri olduğu iddiası. Burada sorulması gereken soru, kimin için dünyanın küçüldüğü sorusudur. Bir fert olarak, küçüldüğü iddia edilen dünyanın herhangi bir yerine rahat bir şekilde seyahat etmek mümkün değildir. Burada maddi tahditlerden bahsetmiyoruz. Maddi tahditler seyyahlar için bir mesele teşkil etmemektedir. Touati’nin araştırmasında cebinde beş kuruş para olmadan seyahat edenlerden bahsedilmektedir. Kalktığı söylenen sınırların aslında fertler için giderek katılaştığı göz ardı edilememesi gereken bir gerçektir. Şairin şu mısraları bu durumu daha iyi açıklıyor: "belgeler gerekli kanıtlar ifadeler". Dünyada sınırların kalkması sermayenin işine gelen bir durumdur. Ama şu da unutulmamalıdır ki modern dünyanın temellerini atan zihniyet, burjuva zihniyetidir. İlk başta feodal beylikleri bir devlet altında birleştiren "küreselleşmeci" yapı, kar topu gibi büyüyerek bugün dünya sınırlarını zorlar duruma gelmiştir. Dünün feodal beylikleri ne ise bugünün ulus devletleri odur.
Tabii biz bunun İslam medeniyetine özgü bir vakıa olduğunu iddia etmiyoruz. Tarihin bir çok döneminde bu durum yaşanmıştır. Moğollar dönemi yahut Roma dönemi buna iyi bir örnek teşkil edebilir.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
27 Eylül 2016 Salı
Aşk paradoksunda düşünmek
Kimi görkemine sığınır, kimi acısını emzirir kendi kendine, kimiyse her yeri kaplayan ışığının ateşine vurur kanatlarını… Her ne türlü yaşanırsa yaşansın, bir aşktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve o boşluğu dolduramayacaktır başka hiçbir kelime. Ne menem bir şeydir, yenilir mi yutulur mu, okunur mu yazılır mı, öyle kolayca hazmedilir mi? Aşk…
“Aşkın anlamının olmayışı düşünür ve filozofların çoğunu düşkırıklığına uğratır: Öyleyse hemen bir anlam bulmalı aşka; bu, Platon’da derin derin İdeaları düşünmek, Hıristiyanlar için Tanrı’nın Krallığının gelişi, Marksistlerde devrimin tamamlanışı olur…”
Öyle çok ses/tını bırakıldı, öyle çok söz söylendi, öyle çok şey yazıldı ki o kelime üzerine; kitabın kırmızı kapağını kaldırdığımda irkildim önce. Bir yanda kapağın sade albenisi ve diğer yanda adı: “Aşk Paradoksu”. İsmiyle müsemma bir kitapla mı karşı karşıyaydım yoksa o bol keseden attıkları ‘cilalı imaj çağı’ s/imgelerinden biriyle mi?
‘Aşil Paradoksu’nu biliyordum bilmesine, ancak ‘Aşk Paradoksu’ndan haberdar değildim onu görene dek. Okuduğum en hoş tanımlardan biriydi şu ‘paradoks’ tanımı: “Kâğıt-kalem veya mantık illüzyonu”. Sahi, yazıdan daha büyük bir illüzyon var mıdır okur-yazarlar için? Onlardan başka kim adar kendini ‘aşk ile’ yazıya bu kadar?
İlgimi çeken, ‘Aşk’tan ziyade ‘Paradoksu’ydu. Çünkü herkes, o ilk kelimenin peşindeydi de ‘paradoksu’nu es geçiyordu sanki. Var iken yok, yok iken var gibi duran bir duygunun anlatıldığı kitap kendinden başka neye benzerdi ki. Adı üzerinde: “Aşk Paradoksu” bu! YKY tarafından (cogito serisinden) yayımlanan kitabın yazarı Pascal Bruckner, çevirmeni ise Olcay Kunal.
‘Sonsöz’ü ‘Utanmayın!’ olan kitabın ‘İçindekiler’deki başlıkları da hayli çarpıcı: ‘Büyük Bir Kefaret Düşü’, ‘İnsan Kalbini Azat Etmek’, ‘Bir Piyasa Olarak Baştan Çıkarma’, ‘Aşk Evliliğinin Soylu Meydan Okuması’, ‘Harika Beden’, ‘Eros İflas mı Ediyor’, ‘Marcel Proust’un Terlikleri’… Bir de ‘Çerçeve İçindeki Metinler’ var: ‘Bir Eski Eş Nedir?’, ‘Ayrılık, İncelik Sanatı’, ‘Eski Âşıkların İntiharı’, ‘Kaltak İmparatorluğu’, ‘Vücut: Barok Süsleme’… gibi.
Kırmızı kapağın albenisinden başka çevirinin yetkinliği de çekici kılıyor kitabı. “Aşık olmak, şeylerin değerini artırmaktır, dünyanın yoğunluğunda yeniden var olmaktır ve onu tahmin ettiğimizden daha zengin, daha yoğun bir biçimde keşfetmektir. Aşk, var olma günahımızdan bağışlatır bizi: Başarısız olduğundaysa, bu yaşamın hafifliğiyle, nedensizliğiyle ezer bizi. Tek başıma, aynı zamanda hem boş hem de tıka basa dolu hissederim kendimi: Benden başka bir şey değilsem, fazlayımdır…”
Elinizdeki bir düşünce kitabı, ancak dili insanı hiç yormuyor; yalın, etkileyici ve öğretici de hem. Bir dünya dolusu bilgiden damıtılmış cümlelere sahip: “’Büyük dinmek bilmeyen aşk tutkularının hepsi, bir varlığın en gizli kendi ben’ini, bir başkasının gözleri ardından kendini gözlerken gördüğünü düşlemesidir aslında.’ (Robert Musil)”
Kendini görünür kılan, benzerleri arasından sıyrılan ve “Ben buradayım!” diyen bir kitapla karşılaştığınızda ne yaparsınız? Hemen söyleyeyim: Okursunuz! Düştüğünüz notlarınızı paylaşmak istersiniz. Okurken ve dahi okuduktan sonra o büyülü kelime üzerine kafa yorarsınız. Binlerce soru biriktirirsiniz sizden önce başkalarının yaptıkları gibi. Bazen soruların cevabı kendi içindedir, bazen de ‘yok’tur. Hem boşuna çizilmemiştir kitaptaki şu satırların altı: “Olmayan şeyden daha güzel hiçbir şey yoktur,” demişti Rousseau, aşk karşılaşmasında düşgücünün rolünü vurgulayarak. “Olandan veya olmayandan bağımsız olarak beklenti başlı başına muhteşemdir.” diye yazmıştı Andre Breton da.
Pascal Bruckner, ‘deneme’ cümleleriyle insanlık kadar eski bir kavramın izlerini düşürmüş zamana. ‘Aşk Paradoksu’ndaki yazıları, hem hayatın içinde hem de kıyısında köşesinde rastlayabileceğimiz tespitlerle dolu. “… her âşık iki dil konuşur; kaçınılmaz bir bağlılığın dili ile kendi kendini serbestçe yönetmenin dili. Günümüz ilişkilerine aynı zamanda hem rengarenk hem de tekdüze romans görünümü veren işte bu iki dilin üst üste gelişidir…”
‘Aşk Paradoksu’nda, zor olanın zorluğu ‘öteki’ kavramının farkına varışımızla başlar. “Modern bir düş (dünya tarihi kadar eski ama bugün büyük ölçüde paylaşılan bir düş) varsa eğer, büsbütün bu iki özleme dayanır. Ötekiyle ortak yaşamaktan zevk almak, ama bir yandan da kendi yaşamının hakimi olmak.”
Anlaşılan odur ki: ‘Aşk’ kendi paradoksuyla ‘ben, sen, o’ ve ‘biz, siz, onlar’ı kapsayan bir kavram olarak her yerde karşımıza çıkmaya devam edecek. Hem varlığıyla hem yokluğuyla yaşamını sürdürecek. Çünkü, “… Sevilen her varlık doğası gereği öldürücüdür: O olacaktır, başkası değil öyle çok kişi de yok zaten bunu yapabilecek, son nefesimize kadar kaderin çizgilerini koruyacaktır, bizi terk etmiş olsa bile.”
Her daim izini sürdüğümüz büyülü kelimelerden biri olan ‘Aşk’ kendini bir kitaba ‘Paradoksu’yla yerleştirmişti. Öyle zihnimizden gelip de geçen değil; bir şeyler katan, zenginleştiren, çoğaltan ve düşündüren denemelerdi okuduklarım. Kitabı kapattığımda altı çizili birçok cümle, zihnimde gezdireceğim bir dolu fikir ve de tüm çıplaklığıyla kendini gösteren bir ‘illüzyon’ kalmıştı geriye. “İyi ki okudum!” diyerek…
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
“Aşkın anlamının olmayışı düşünür ve filozofların çoğunu düşkırıklığına uğratır: Öyleyse hemen bir anlam bulmalı aşka; bu, Platon’da derin derin İdeaları düşünmek, Hıristiyanlar için Tanrı’nın Krallığının gelişi, Marksistlerde devrimin tamamlanışı olur…”
Öyle çok ses/tını bırakıldı, öyle çok söz söylendi, öyle çok şey yazıldı ki o kelime üzerine; kitabın kırmızı kapağını kaldırdığımda irkildim önce. Bir yanda kapağın sade albenisi ve diğer yanda adı: “Aşk Paradoksu”. İsmiyle müsemma bir kitapla mı karşı karşıyaydım yoksa o bol keseden attıkları ‘cilalı imaj çağı’ s/imgelerinden biriyle mi?
‘Aşil Paradoksu’nu biliyordum bilmesine, ancak ‘Aşk Paradoksu’ndan haberdar değildim onu görene dek. Okuduğum en hoş tanımlardan biriydi şu ‘paradoks’ tanımı: “Kâğıt-kalem veya mantık illüzyonu”. Sahi, yazıdan daha büyük bir illüzyon var mıdır okur-yazarlar için? Onlardan başka kim adar kendini ‘aşk ile’ yazıya bu kadar?
İlgimi çeken, ‘Aşk’tan ziyade ‘Paradoksu’ydu. Çünkü herkes, o ilk kelimenin peşindeydi de ‘paradoksu’nu es geçiyordu sanki. Var iken yok, yok iken var gibi duran bir duygunun anlatıldığı kitap kendinden başka neye benzerdi ki. Adı üzerinde: “Aşk Paradoksu” bu! YKY tarafından (cogito serisinden) yayımlanan kitabın yazarı Pascal Bruckner, çevirmeni ise Olcay Kunal.
‘Sonsöz’ü ‘Utanmayın!’ olan kitabın ‘İçindekiler’deki başlıkları da hayli çarpıcı: ‘Büyük Bir Kefaret Düşü’, ‘İnsan Kalbini Azat Etmek’, ‘Bir Piyasa Olarak Baştan Çıkarma’, ‘Aşk Evliliğinin Soylu Meydan Okuması’, ‘Harika Beden’, ‘Eros İflas mı Ediyor’, ‘Marcel Proust’un Terlikleri’… Bir de ‘Çerçeve İçindeki Metinler’ var: ‘Bir Eski Eş Nedir?’, ‘Ayrılık, İncelik Sanatı’, ‘Eski Âşıkların İntiharı’, ‘Kaltak İmparatorluğu’, ‘Vücut: Barok Süsleme’… gibi.
Kırmızı kapağın albenisinden başka çevirinin yetkinliği de çekici kılıyor kitabı. “Aşık olmak, şeylerin değerini artırmaktır, dünyanın yoğunluğunda yeniden var olmaktır ve onu tahmin ettiğimizden daha zengin, daha yoğun bir biçimde keşfetmektir. Aşk, var olma günahımızdan bağışlatır bizi: Başarısız olduğundaysa, bu yaşamın hafifliğiyle, nedensizliğiyle ezer bizi. Tek başıma, aynı zamanda hem boş hem de tıka basa dolu hissederim kendimi: Benden başka bir şey değilsem, fazlayımdır…”
Elinizdeki bir düşünce kitabı, ancak dili insanı hiç yormuyor; yalın, etkileyici ve öğretici de hem. Bir dünya dolusu bilgiden damıtılmış cümlelere sahip: “’Büyük dinmek bilmeyen aşk tutkularının hepsi, bir varlığın en gizli kendi ben’ini, bir başkasının gözleri ardından kendini gözlerken gördüğünü düşlemesidir aslında.’ (Robert Musil)”
Kendini görünür kılan, benzerleri arasından sıyrılan ve “Ben buradayım!” diyen bir kitapla karşılaştığınızda ne yaparsınız? Hemen söyleyeyim: Okursunuz! Düştüğünüz notlarınızı paylaşmak istersiniz. Okurken ve dahi okuduktan sonra o büyülü kelime üzerine kafa yorarsınız. Binlerce soru biriktirirsiniz sizden önce başkalarının yaptıkları gibi. Bazen soruların cevabı kendi içindedir, bazen de ‘yok’tur. Hem boşuna çizilmemiştir kitaptaki şu satırların altı: “Olmayan şeyden daha güzel hiçbir şey yoktur,” demişti Rousseau, aşk karşılaşmasında düşgücünün rolünü vurgulayarak. “Olandan veya olmayandan bağımsız olarak beklenti başlı başına muhteşemdir.” diye yazmıştı Andre Breton da.
Pascal Bruckner, ‘deneme’ cümleleriyle insanlık kadar eski bir kavramın izlerini düşürmüş zamana. ‘Aşk Paradoksu’ndaki yazıları, hem hayatın içinde hem de kıyısında köşesinde rastlayabileceğimiz tespitlerle dolu. “… her âşık iki dil konuşur; kaçınılmaz bir bağlılığın dili ile kendi kendini serbestçe yönetmenin dili. Günümüz ilişkilerine aynı zamanda hem rengarenk hem de tekdüze romans görünümü veren işte bu iki dilin üst üste gelişidir…”
‘Aşk Paradoksu’nda, zor olanın zorluğu ‘öteki’ kavramının farkına varışımızla başlar. “Modern bir düş (dünya tarihi kadar eski ama bugün büyük ölçüde paylaşılan bir düş) varsa eğer, büsbütün bu iki özleme dayanır. Ötekiyle ortak yaşamaktan zevk almak, ama bir yandan da kendi yaşamının hakimi olmak.”
Anlaşılan odur ki: ‘Aşk’ kendi paradoksuyla ‘ben, sen, o’ ve ‘biz, siz, onlar’ı kapsayan bir kavram olarak her yerde karşımıza çıkmaya devam edecek. Hem varlığıyla hem yokluğuyla yaşamını sürdürecek. Çünkü, “… Sevilen her varlık doğası gereği öldürücüdür: O olacaktır, başkası değil öyle çok kişi de yok zaten bunu yapabilecek, son nefesimize kadar kaderin çizgilerini koruyacaktır, bizi terk etmiş olsa bile.”
Her daim izini sürdüğümüz büyülü kelimelerden biri olan ‘Aşk’ kendini bir kitaba ‘Paradoksu’yla yerleştirmişti. Öyle zihnimizden gelip de geçen değil; bir şeyler katan, zenginleştiren, çoğaltan ve düşündüren denemelerdi okuduklarım. Kitabı kapattığımda altı çizili birçok cümle, zihnimde gezdireceğim bir dolu fikir ve de tüm çıplaklığıyla kendini gösteren bir ‘illüzyon’ kalmıştı geriye. “İyi ki okudum!” diyerek…
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Borges'e dair lirizmle dolu bir merak duygusu
"Sabahları, ilk yaptığım, bir sürü kaygım üstüne kafa yormaktır. Uyanmadan önce hiç kimse değildim ya da herkestim, her şeydim –uykuya ilişkin o kadar az şey biliyoruz ki- ama uyanınca elim ayağım bağlanıyor ve Borges olma zahmetine yeniden katlanmam gerekiyor."
- N. Thomas Di Giovanni, Borges ve Yazma Üzerine
Jorge Luis Borges (1899-1986), Latin Amerika edebiyatının çok dilli, gerçeküstü yazarı; şiirde pasifizm etkisinde bir felsefe, öyküde ise yükseltilmiş gerçekliğin peşinde müthiş kurgular açığa çıkarmıştır.
“Korumak ve yaratmak Cennet’te eşanlamlı kelimelerdir” der Borges. “Fakat bu eylemler dünyada birbirine düşman oldu…” diye devam eder. (Mario Vargas Llosa - Carlos Fuentes, Edebiyata Övgü) Felsefeye veya fizik bilimine ait olan ‘aklı’ kurguya dâhil eden deha yeteneklerden birisidir ve dünyada savaş sonrası edebiyatın en önemli isimlerinden olması tesadüf değildir. Savaşların korkunç yıkımlarından sonra gerçeklik, düş gücünün karşısında direnişini yitirmiştir. Yıkımları sürekli tekrarlanan, sömürgeciliğin hızla yayıldığı dünyada tarihin unuttuğu ne varsa edebiyat bize hatırlatır. Jorge Luis Borges, büyülü gerçekçilik ve katı dünya arasında bir yerde, yaşamının son otuz yılını karanlıkta ve neredeyse annesinin dizleri dibinde geçirerek öyküler, şiirler yazıp çeviriler yapmıştır.
Adem Turan (1960), son kitabı Borges Borges’te Gün Doğarken Gün Batımı alt başlıklarıyla Jorge Luis Borges’in biyografik manzumesini son derece lirik biçimde yorumlamış. Beş yıllık bir çalışmanın ardından Borges’i derinlemesine okuyup bağ kurarak selâmlamak isteği içinde; yazarın dünyasına ait insanlar, nesneler, hayvanlar, imgeler ta ki ölümüne değin (Gün Batımı) yer alıyor.
Borges’in biyografik manzumesini kaleme alırken masal söyleyişinde ve dingin bir ses içinde Adem Turan. Kendi olmaktan sıyrılıp düşlerin dünyasına, özellikle bir yazarın düşlerine doğru dönüşerek konuşmak istiyor. Borges’e merhametli, anlayışlı ve sevecen yaklaşıyor. Borges’i anlatırken sevdiği bir dosttan söz edermiş gibi toleranslı. Okurun düş gücünü kışkırtan yazarı anlatırken yine düş gücünün büyük serüvenlerine, mütevazı bir yaşamın yüce tutkularına aracı oluyor şair Turan.
Edebiyatta kurmaca, insan duyarlılığını bileyip geliştiren, içimizdeki eleştirel yönü güçlendiren bir yapıya sahiptir. Başkaldırının ilk basamağı edebiyattır çünkü. Ayrıca düş kuramasaydık fabrikalarda seri üretim yapan makinelerden, kendini asla değiştirip gelişemeyen robotlardan farkımız kalmazdı. Borges’i de güçlü ve etkili bir yazar yapan unsur öykülerindeki gerçeklikten başarıyla yalıtılmış kurmacadır. Tek düze kabilelerden küreselleşen dünyaya, sapanlardan kitle imha silahlarına kadar değişen dünyada insan kalmanın gücünü gerçek dünyanın bize sunmadıklarından almamız için yazmıştır sanki. Özellikle Alef adlı öyküsünde Borges kendini öncesi ve sonrası olmayan bir nehirde akıp giden bir nokta olarak görür. Alef, bütün noktaları içeren tek bir noktadır. Tanrı kavramına dair bir anlayış, çağdaş insana dair önemli gözlem ve öngörüler içerir. “Çağdaş insanı şöyle görüyorum, der Alef’te Danieri adlı karakter: en gizli, en kutsal hücresine, sözgelimi şatosuna bile kapanmış olsa gene de donanmıştır; telefonlarla, telgraflarla, gramafonlarla, radyolarla, sinema perdeleriyle, göstericilerle, sözcüklerle, tarifelerle, el kitaplarıyla, bültenlerle... Böylesine donanmış bir adam için sahici bir yolculuğun artık gereksiz olacağını belirtti" (Jorge Luis Borges, Alef). Dünyayı çepeçevre kuşatan teknolojik donanımın insanı sahicilikten uzaklaştırması vurgusu henüz şahsa özel bilgisayarların, cep telefonlarının olmadığı bir dönemde, özellikle yerin altında bulunup evreni içinde saklayan Alef’in çokanlamlılığına “İnternet”i de katmamıza imkân veriyor. Alef 1945 yılında yazılmıştır.
Adem Turan ise Borges ve Alef şiirinde şöyle tanımlar;
Alef bir taşın yüreğinde saklıymış oysa
Evren de bütünüyle Alef’in içindeymiş
İşte bu yüzden Alef’e bir kez bakanlar
Bin kez daha bakmak istermiş
İçlerindeki kafese aldırmadan
(s.31)
Burada bir şairin diğer bir yazar-şairin evveline ve sonrasına ulaşma, onun gözleriyle bakılan dünyaya yeniden bakma arzusu çok belirgindir. Borges tıpkı Homeros gibi, Cemil Meriç gibi körlüğü tecrübe eder. Karanlığa boğulan dünyasında ruhunun kurtarıcısı olarak kitaplar vardır. Dünyaya dair daha sezgisel, daha derin, daha tutkulu kurmacalar, şiirler yazmaya devam eder.
1955 yılında Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğü’ne getirildiğinde en büyük hayali gerçekleşmiş olur Borges’in. Fakat genetik bir rahatsızlık sebebiyle görme yetisini tamamen kaybeder. “Bana aynı anda hem 800 bin kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın muhteşem ironisi” diyerek teslimiyetle tanımladığı durumu Borges’in Gözleri’nde Adem Turan şöyle anlatır:
Cenneti hep bir kütüphane olarak düşlermiş Borges
Gider gelirmiş eviyle kütüphane arasında, yorulmadan
Gözleri görmese de kalp gözüyle okurmuş kitaplarını
Bayan Quinteros’un şaşkın bakışları arasında
Koklayıp dururmuş onları saatler boyu, hiç usanmadan.
(s.37)
Borges’in mütevazı yaşamının yüce tutkuları demişken, öykü ve şiirlerinde sıkça kullandığı “kaplan” metaforuna da kitapta sıkça değinmiş Adem Turan. Bunu Borges’in bir kütüphaneci olarak yaşadığı güvenli hayatında hiç bilmediği şiddet ve tehlikenin özlemi şeklinde yorumlamak yanlış olmaz. İnsan doğasının ikiliğinden sıkça bahseder Borges. Bu zıtlıklar onu Borges, yani insan yapmıştır. Birbirinin karşıtı hem de tamamlayıcısı şeklinde var olan bu imgeler sessiz ve karanlık bir kütüphanenin koridorlarında gezen sarı bir kaplana bizi inandırır. “Beni parçalayan bir kaplan, ama kaplan benim” demesi boşuna değildir.
Borges Borges, ortaklaşa düşler kurmaya imkân veren edebiyatın, düşlediğimiz ve yaşadığımız hayat arasındaki farkın gerilimini sunma ve bu gerilimin insanın ruhunu kuşatan gizlerini açığa çıkarmasına dair bir kitap şeklinde özetlenebilir. Lirizmle dolu bir merak duygusu gibi. Jorge Luis Borges burada o heyecanlı merak duygusunu aynalar geçidi içinde karşılayıp gideren bir imgedir. Borges’in kendini tüketerek çoğaltma eylemine coşkulu ve saygılı bir şölen havası içinde başkasının rüyasına dâhil olan ve nerede olduğunu hiç unutmayan bir dikkatle Adem Turan şahitlik etmiş diyebiliriz.
Zeynep Arkan
zeynepster@gmail.com
* Bu yazı Dergâh dergisinde yayımlanmıştır.
26 Eylül 2016 Pazartesi
İstanbullu olmak bu şehrin tarihini bilmekle başlar
Şehirler medeniyetlerin neşvünema buldukları yerlerdir. Medeniyetsiz şehirler olabilir, ama şehirsiz medeniyetler tasavvur edilemez. Nasıl ki medeniyetin kalbini şehir oluşturuyorsa şehrin merkezini de dini mekânlar oluşturur. Şehir bu dini mekanlar etrafında gelişir. Cemiyet hayatının farklı özellikleri bunun etrafında yayılır (iktisadi ilişkiler, tedrisat vb.). Yukarıda söylediklerimizi tabii ki delillendirmemiz gerekir. Hz. Peygamberin hicretinden evvel Medine şehrine Yesrib denmekteydi. ‘Medine’ kelimesiyle ‘din’ kelimesi aynı köke sahiptir. Medeniyet kelimesinin de Medine’den türetildiği düşünülürse yukarıda söylediklerimizin etimolojik olarak birbiriyle alakası görülebilir. Tabii ki etimolojik yakınlık sadece durumun bir veçhesini açıklamaktadır. Antik ve klasik çağda dini mekânların şehrin merkezi olduğunu söylemiştik. Viyana için konuşursak eğer kentin kalbini Stephansdom Kilisesi oluşturmaktadır. Bu kilise, Osmanlıların kuşatması esnasında kurtuluş ayininin yapıldığı merkezi bir yerdir. Bu merkezilik hem fiziki hem de manevi anlamdadır. Dini yapıların ana eksen oluşturduğu şehirlerden biri de İstanbul’dur. Roma döneminde de, sonrası dönemde de bu özellik sürmüştür. Roma döneminde Ayasofya kilisesi merkezli gelişme Osmanlı döneminde Ayasofya-Sultanahmet-Süleymaniye camilerinin etrafında devam etmiştir. Bu merkezilik 20. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür.
Diğer tarafta dini merkezli şehirleşmeye bir diğer misal ise Osmanlı dönemindeki kolonizatör dervişlerin mamur ettiği şehirlerde görülür. Bunlar, Orta Asya ve Anadolu’dan çıkarak Osmanlı fütuhatının gerçekleştiği Balkanlara gelmişlerdir. Kurdukları zaviyeler dini ve iktisadi açıdan bölgelerin şenlendirilmesine vasıta olmuştur. Dervişlerin şenlendirmesi sonrasında insanlar için bu yerler bir cazibe merkezi olmuştur. Osmanlı döneminde Balkanların tekrar mamûr edilmesi ve Türkleştirilmesi bu vasıtayla gerçekleşmiştir.
Yukarıda söylediğimiz gibi İstanbul, cami merkezli bir yapılanma arz etmektedir. Eski İstanbul için konuşursak her sokak başında bir mescide yahut camiye rastlamamak mümkün değildir. Küçük camilerin birer ilkokul vasıtası görmesi, mahalle halkının bir araya geldiği bir yer olması; büyük camilerin etrafında yer alan medreselerde yüksek eğitim verilmesi bu durumun tabiliğini açıklar niteliktedir. Her bir caminin ayrı bir banisinin, mimarının olması ve bu camilerin en azından kitabelerinden ne yazdığını merak etmemek söz konu dahi edilemez. Her gün işe giderken yahut okuldan çıktığınızda önünüze çıkan caminin tarihini merak etmemek bu binalara yapılmış bir haksızlık olur zannımızca. Bizim gibi düşünenler için önereceğimiz bir kitap mevcut. Ayvansarayi Hüseyin Efendi’nin kaleme aldığı Hadikatü’l Cevami [Camiler Bahçesi] adlı eseri yukarıda bahsettiğimiz anlayışa hizmet edecek şekilde hazırlanmış bir kitap. 18. yüzyılda yaşamış olan Ayvansarayi Hüseyin Efendi, bu eserini 1768 yılına dek İstanbul’da yapılmış olan 821 cami ve mescidi tek tek dolaşıp her birinde bir veya daha ziyade vakit namazını kılarak gerçekleştirdiği tetkikler neticesinde vücude getirmiştir. Eserin yazılmasından 53 yıl sonra Ali Sâtı Efendi esere bir zeyl yazmıştır. Ali Sâtı Efendi’den 40 yıl sonra da Süleyman Besim Efendi, aynı usûlle esere bir zeyl daha eklemiştir. Her ne kadar kitabın ismi Camiler Bahçesi olsa da eserde diğer mimari yapılardan da bahsedilmektedir. Eserde camiler harf sırasına göre incelenmiş; banisi, mimarı hakkında bilgi verilmiştir. Kitabelerinde eğer ebced hesabıyla tarih düşürme varsa bunlara da değinilmiştir.
Son zamanlarda ‘İstanbullu olmak’ deyimi çokça kullanılmaktadır. İstanbullu olmak amatör düzeyde de olsa bu şehrin tarihini bilmekle başlar. İçinde yaşadığımız bu şehrin tarihi yaklaşık olarak 2700 yılı bulmaktadır. Daha iyi mukayese etmemiz için şunu söyleyebiliriz. New York şehrinin kurulması en fazla 400 yılı bulur. New York’un daha önce ismini taşıdığı Amsterdam ise yine aynı dönemlerde bir kasaba büyüklüğündeydi. 16. yüzyılın İstanbul’u ise yarım milyona yaklaşan bir nüfusa sahipti. Bu coğrafyanın tarihi bizim mirasımız olduğuna göre onun bilgisini edinmek de bizim vazifemiz olması gerekir.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
Diğer tarafta dini merkezli şehirleşmeye bir diğer misal ise Osmanlı dönemindeki kolonizatör dervişlerin mamur ettiği şehirlerde görülür. Bunlar, Orta Asya ve Anadolu’dan çıkarak Osmanlı fütuhatının gerçekleştiği Balkanlara gelmişlerdir. Kurdukları zaviyeler dini ve iktisadi açıdan bölgelerin şenlendirilmesine vasıta olmuştur. Dervişlerin şenlendirmesi sonrasında insanlar için bu yerler bir cazibe merkezi olmuştur. Osmanlı döneminde Balkanların tekrar mamûr edilmesi ve Türkleştirilmesi bu vasıtayla gerçekleşmiştir.
Yukarıda söylediğimiz gibi İstanbul, cami merkezli bir yapılanma arz etmektedir. Eski İstanbul için konuşursak her sokak başında bir mescide yahut camiye rastlamamak mümkün değildir. Küçük camilerin birer ilkokul vasıtası görmesi, mahalle halkının bir araya geldiği bir yer olması; büyük camilerin etrafında yer alan medreselerde yüksek eğitim verilmesi bu durumun tabiliğini açıklar niteliktedir. Her bir caminin ayrı bir banisinin, mimarının olması ve bu camilerin en azından kitabelerinden ne yazdığını merak etmemek söz konu dahi edilemez. Her gün işe giderken yahut okuldan çıktığınızda önünüze çıkan caminin tarihini merak etmemek bu binalara yapılmış bir haksızlık olur zannımızca. Bizim gibi düşünenler için önereceğimiz bir kitap mevcut. Ayvansarayi Hüseyin Efendi’nin kaleme aldığı Hadikatü’l Cevami [Camiler Bahçesi] adlı eseri yukarıda bahsettiğimiz anlayışa hizmet edecek şekilde hazırlanmış bir kitap. 18. yüzyılda yaşamış olan Ayvansarayi Hüseyin Efendi, bu eserini 1768 yılına dek İstanbul’da yapılmış olan 821 cami ve mescidi tek tek dolaşıp her birinde bir veya daha ziyade vakit namazını kılarak gerçekleştirdiği tetkikler neticesinde vücude getirmiştir. Eserin yazılmasından 53 yıl sonra Ali Sâtı Efendi esere bir zeyl yazmıştır. Ali Sâtı Efendi’den 40 yıl sonra da Süleyman Besim Efendi, aynı usûlle esere bir zeyl daha eklemiştir. Her ne kadar kitabın ismi Camiler Bahçesi olsa da eserde diğer mimari yapılardan da bahsedilmektedir. Eserde camiler harf sırasına göre incelenmiş; banisi, mimarı hakkında bilgi verilmiştir. Kitabelerinde eğer ebced hesabıyla tarih düşürme varsa bunlara da değinilmiştir.
Son zamanlarda ‘İstanbullu olmak’ deyimi çokça kullanılmaktadır. İstanbullu olmak amatör düzeyde de olsa bu şehrin tarihini bilmekle başlar. İçinde yaşadığımız bu şehrin tarihi yaklaşık olarak 2700 yılı bulmaktadır. Daha iyi mukayese etmemiz için şunu söyleyebiliriz. New York şehrinin kurulması en fazla 400 yılı bulur. New York’un daha önce ismini taşıdığı Amsterdam ise yine aynı dönemlerde bir kasaba büyüklüğündeydi. 16. yüzyılın İstanbul’u ise yarım milyona yaklaşan bir nüfusa sahipti. Bu coğrafyanın tarihi bizim mirasımız olduğuna göre onun bilgisini edinmek de bizim vazifemiz olması gerekir.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)