Bir İstanbul Kitapları Kütüphanesi kurabilecek kadar yayın mevcut. Reşad Ekrem Koçu, Ahmet Rasim, Tanpınar, Orhan Pamuk, Edmondo De Amicis, Ernest Hemingway, Pierre Loti gibi İstanbul’u yazan erbab-ı kalemin sadece isim listesi bile bu yazının sınırlarını kat kat aşar. Bu kadim şehrin yaşadığı dönüşümler ise sahip olduğu isimlerden bile fazladır. Dolayısıyla yazılıp geçilebilecek bir şehir değildir İstanbul. Sürekli yıkılıp inşa edilen dinmek bilmeyen hummalı bir faaliyetler zinciridir onun tarihi. Depremler, yangınlar, işgaller, yağmalar… İskânın ve imarın da haddi hesabı yok elbette. Her devrin incisi olmuş bir şehir İstanbul.
Mustafa Kutlu’nun Bir Demet İstanbul ismiyle yayınladığı kitabı işte böylesi bir külliyatın en yeni halkalarından biri. Kitabın başında 25 yıllık bir zaman periyodunda yazıldığı ihtar ediliyor yazıların. Evet, bu kadim şehir için 25 yıl kısa bir süre. Ancak o kadar hızla değişen/değiştirilen bir şehir ki İstanbul, söz konusu 25 yılda yaşadıkları önceki yüzyıllarla rahatlıkla yarışabilir. Bu elbette ki hakkında yazı yazmayı da zorlaştıran bir durum. Zira bir konuda yazmak, konuyla aranıza belli bir mesafe koymayı, konunun hazmedilmiş olmasını da gerektirir. Oysa İstanbul’da yaşanan dönüşümler bu mesafeyi imkânsız kılacak denli sık ve köklüdür. “Küresel bir köy” olduğu söylenen dünyada şehir olmaktan metropol olmaya çevrilen İstanbul’un yaşadığı operasyonlar silsilesinin okunması ve anlamlandırılması ise halkımızın da sosyoekonomik ve kültürel bir metamorfozun en bariz tezahürlerinin de tespit edilebilmesini mümkün kılar aynı zamanda. Yani İstanbul’u okumak her zaman için İstanbul’dan daha büyük bir metne ulaşmamızı sağlar bizi.
Mustafa Kutlu, hikâyeleriyle yaşadığımız savrulmaların, dönüşümlerin seyir defterini tutmuş bir yazardır. Onun kaleme aldığı denemeler ise aynı kaygının farklı bir formda ifadesidir öncelikle. Yoksulluk Kitabı, Vitrinde Olmak, Vatan Yahut İnternet hep bu çizgide ortaya çıkan kitaplardır nitekim. Bir Demet İstanbul ise aynı duyarlığın İstanbul’daki yansımalarını toplayan bir çalışma. “İstanbul’u dünya kenti yapan, finans-sanayi ve ticaret merkezi olmanın önünde onun tarihi varlıklarıdır.” diyen Kutlu, kitap boyunca İstanbul’a rengini veren, onu biricik kılan detaylar üzerinden şehrin ruhunu anlatıyor yazılarında.
Bir Demet İstanbul’u, şehrin kayıplarının bir manifestosu olarak da okumak mümkün. Eski mimarinin, semt ve mahalle dokusunun, doğasının, nefes alınabilecek mekânlarının sadece mimari unsurlarının değil sosyal ve ekonomik arkaplanlarının da anlatıldığı yazılar bunlar. “Kanaattan Saltanata” başlığı bile bu anlamda çok şey ifade ettiğini söyleyebilirim. Sultanahmet’in bir semt olmaktan çıkıp turistik bir tüketim markasına dönüştüğünü dile getirdiği paragraflar başka başka semtlerin de başka başka savrulmalarla yaşadıkları dönüşümün ana dinamiğini ele veriyor. Ekonomik dönüşüm. İstanbul’da yaşanan dönüşüm, bir dizi şuursuzlukla izah edilemeyecek boyutlarda esasen. Gecekonduların apartmanlara dönüşümünü takip eden apartmanların sitelere dönüşümü tam da bu finans sisteminin “üst aklını” takip etmemizi mümkün kılan ipuçları sunuyor bize.
Mustafa Kutlu’nun İstanbul’la ilgili bir başka hassasiyeti ise “müze kent” vurgusunda gizli. Venedik, Roma gibi tarihi şehirlerin düştüğü bir tuzak bu. Turistlere iyi fotoğraf veren, onlar güzel güzel anılar satan buna karşılık insansızlaşan, hayattan mahrum kalan ve bir şehirden ziyade film platosunu andıran devasa mekânlara dönüşme sürecidir bu. İstanbul’un “suriçi” bölgesi hakkında zaman zaman gündeme gelen ve Sultanahmet civarında da uygulamaya konulan bu “Müze Kent” kavramı Mustafa Kutlu’nun dile getirdiği anlamda koruma değil mumyalamadır. Nitekim Kutlu da bu konuda: “Mahalle geri gelmez belki ama mekân yeniden eski günlerine dönebilir. Ahşap ile mor salkım yeniden bir araya gelebilir. Bu dahi tarihe geçmeye yeter. Yeter ama dönüşüm sonucu ortaya çıkacak olan bölgelere asla "Müze Kent" gözüyle bakmamalıyız. Müze deyince aklıma kelebek koleksiyonları geliyor. Öldürülmüş ve dondurulmuş kelebekler. Bunlara saatlerce bakabilirsiniz. Ancak fulyadan kalkıp hanımeline doğru uçan, uçarken etrafınızda bir tur atan afacan kanatların sizi de kanatlandırdığını hissedemezsiniz.” diyerek fikrini açıkça ifade ediyor. Koruma ve kurtarmanın binayı bir koleksiyon nesnesine dönüştürmekten değil halkın hayatına asli fonksiyonuyla dâhil etmekten hayatiyetini sürdürmesinden geçtiğini söylüyor Kutlu.
Kitapta Mustafa Kutlu yeni olan her şeye “hayır” demiyor elbette. Mesela raylı sistemlerle ve tüp geçitlerle ilgili olumlu tespitleri var Kutlu’nun. İstanbul’un eksiğinin kanundan önce feraset, beceri ve irade olduğunu vurgulayan Kutlu, yayalaştırma çalışmalarına ise kimi aksamalarına rağmen olumlu bakıyor.
Yine de Kutlu’nun Esenler Otogarı çevresinin henüz boş olduğu günlerde kaleme aldığı yazıda haklı çıkması içini sızlatmıyor değil. Kutlu; yapay şelaleler, tarihi eserlerin üzerinden geçen turistik teleferik projeleri gibi İstanbul’u İstanbulsuzlaştıran postmodern akla karşı çıkıyor. “Biz İstanbul’u nasıl marka yaparız?” sorusuna verilecek cevapta yer alan projelere de tam da bu yüzden karşı çıkıyor Kutlu. Gökkafese rahmet okutacak ve İstanbul ile göğün arasında hapishane duvarı gibi yükselen yapıların şehre yapıştırılmış dev fiyat etiketleri olmaktan başka ne kattığı muhakkak ki başka bir yazının konusu.
Kutlu, sadece binalarla değil o binaların içinde yaşayan insanlarla da ilgileniyor ve onlar için de kaygılanıyor. Zira şehir bir binalar topluluğuna indirgenemez, bir hayatlar topluluğudur şehir. Ekonomisi, sosyolojisi, siyaseti hesaba katılmadan atılacak adımlar daima kâğıt üzerinde kalmaya, unutulmaya mahkumdur. Nitekim Kutlu da “TESEV''in araştırmasında İstanbul nüfusunun yüzde 60’ının hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadığı ortaya çıkmış. Bu büyük kalabalık resmi kuruluşların belirlediği ‘yoksulluk sınırı’nın altında yaşıyor. Yani düpedüz sürünüyor. Bu sebeple Beyazıt Meydanı’nda, Eminönü’nde, Bakırköy’de başka yerlerde üç kuruş nafaka için tezgah açan, kalabalığı öyle sivil toplum eylemleri, gönüllülerin basın bildirileri engelleyemez. Adamlar can pazarına çıkmış.” cümleleriyle tam da buna işaret ediyor.
“Gökdelen dünyanın her yerinde görülen ibtidaî bir yapıdır ve olsa da olur, olmasa da. Gözümde bir "kuş evi" kadar değeri yoktur. Biz evimizi yaparken kuşları da düşünen bir milletin çocuklarıyız. Metruk semtleri ihya ederken Yahya Kemal ile Tanpınar'ın ilaveten Turgut Cansever hocanın "Türk İstanbul" konusunda söylediklerini daima göz önünde tutmalıyız.” diyen Mustafa Kutlu’nun “Bir Demet İstanbul” yazısı sadece İstanbul’la ilgilenenlerin değil kültürle, medeniyetle, kimlikle ilgili sahici meselesi olan herkese ilham verebilecek yazılardan müteşekkil bir kitap.
Kitabın son yazısının başlığı ise İstanbul’un geleceğiyle ilgili de en vurucu cümlelerden biri aynı zamanda: “Ya Teslim Ya Tedbir.”
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
10 Eylül 2016 Cumartesi
3 Eylül 2016 Cumartesi
Avrupa'nın şekillenmesinde Türk etkisi
Dünya tarihinde faal bir rol almaya başladıktan sonra Türkler, Hazar Denizi’nin doğusundan başlayan ve Orta Avrupa’da sona eren bir kuşak içinde, çeşitli milletleri etkilemiş ve onlardan etkilenmişlerdir. Bu kuşak çerçevesinde yaklaşık bin yıla yakın bir zamandır faal olan Türkler, bu coğrafyanın zihniyet dünyasının şekillenmesinde de büyük bir öneme sahip olmuşlardır. Tabii burada "Türk" kelimesinden kastımız, ulus kavramı içine sıkışmış bir kelime olmaktan uzaktır. Orta Çağın sonlarından itibaren Avrupa’da "Türk" ve "Türkleşmek" kavramı, "Müslüman" ve "Müslümanlaşmak" çerçevesinde düşünülmüştür. Bu çerçevede Hristiyan birinin Türkleşmesinden bahsedilir olmuştur.
Türkler’in Avrupa’nın şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı hususu, yakın zamanlara kadar göz ardı edilmişse de artık bu durum değişme temayülü göstermektedir. Yukarıda bahsettiğimiz kuşak içinde yer alan topluluklardan tarihçiler özellikle Osmanlı tarihini yargılamaktan ziyade anlamaya yönelik çalışmalar ortaya koymaktadırlar. Bunun dışında Avrupa’da da Türkleri ya da Osmanlıları anlamaya yönelik çabalar görülmektedir. Bu duruma misal olarak Londra’da 2005 yılı başlarında Kraliyet Sanat Akademisi’nde açılan ve büyük ilgi gören "Türkler: 1000 Yılın Yolculuğu 600-1600" adlı sergi verilebilir. Diğer tarafta Türkiye’de de kendi tarihini anlamada karşılaşılan bazı meseleler aşılmaya çalışılmaktadır. Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan iki sergi kendimizi anlamaya yönelik bir adım teşkil etmektedir; geçen sene açılan "Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi" ve "17. yy. Avrupa’sında Türk İmajı" buna iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz konular çerçevesinde de tarihi çalışmalar yapılmakta ve yayınlanmaktadır. Giovanni Ricci’nin ‘Türk Saplantısı: Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi’ adlı kitabı bu çalışmalardan biridir. Yazarın İtalya’nın Ferrara şehrinin arşiv vesikaları ve vakayinameleri ışığında hazırladığı kitabı, Osmanlı Devleti’nin uyguladığı siyasetin ve Osmanlı tebaasının yarattığı etkilerin buradaki yansımalarını göstermektedir. Ferrara şehrinin hanedan efradının diğer büyük hanedan efradıyla gerçekleştirdiği evlilikler, şehrin stratejik ve ekonomik konumu, bu şehri Avrupa siyasetinin merkezine çekmekte ve etkilemektedir. Bu çerçevede İstanbul’un düşüşü veya Viyana’nın muhasarası gibi vakıaların etkileri, Ferrara’ya ulaşmış, hatta bunlara karşı hazırlanan faaliyetlere iştirak etmek için çaba gösterilmiştir. Şehirde var olan Türk etkisini siyasetle sınırlamamak gerekmektedir. Sanatta, resimde, mimaride ve edebiyatta da varolan bu etkiyi yazar, görsel deliller ışığında sergilemektedir.
Ricci’nin kitabında gösterdiği bir diğer önemli vak’a ise Osmanlı’da var olan toplumsal seyyaliyetdir. Bu kavramdan kastımız, Hristiyan kökenli olup daha sonra Müslüman olanların devlet yönetimi içinde önemli yerlere gelebildiğidir. Kaptan-ı Deryalık ve Trablusgarp Beylerbeyliği yapmış Calabrialı Uluç (Kılıç) Ali Paşa, yine aynı ünvanlara sahip Venedikli Hasan Paşa, bunun iyi örnekleridir. Kitapta Müslüman olmuş iki Ferraralı, Tunuslu Mami ve Usta Murad’ın hikâyesi yukarıda bahsettiğimiz vak’ayı desteklemektedir. Tunus’un idaresine Usta Murad’ın Tunuslu Mami yardımıyla geçmesi, hadisenin özünü teşkil etmektedir. Bu durumun günümüz zihniyet yapısıyla anlaşılamaması kaçınılmazdır. Osmanlı idaresinin bu tutumu, aslında bugün bu topraklarda eksikliğini hissettiğimiz kendine güvenin bir işaretidir. Ricci’nin kitabı, gündeme getirdiği konularla bazı güncel meselelerin tarihi kökenine ışık tutmaktadır.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
Türkler’in Avrupa’nın şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı hususu, yakın zamanlara kadar göz ardı edilmişse de artık bu durum değişme temayülü göstermektedir. Yukarıda bahsettiğimiz kuşak içinde yer alan topluluklardan tarihçiler özellikle Osmanlı tarihini yargılamaktan ziyade anlamaya yönelik çalışmalar ortaya koymaktadırlar. Bunun dışında Avrupa’da da Türkleri ya da Osmanlıları anlamaya yönelik çabalar görülmektedir. Bu duruma misal olarak Londra’da 2005 yılı başlarında Kraliyet Sanat Akademisi’nde açılan ve büyük ilgi gören "Türkler: 1000 Yılın Yolculuğu 600-1600" adlı sergi verilebilir. Diğer tarafta Türkiye’de de kendi tarihini anlamada karşılaşılan bazı meseleler aşılmaya çalışılmaktadır. Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan iki sergi kendimizi anlamaya yönelik bir adım teşkil etmektedir; geçen sene açılan "Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi" ve "17. yy. Avrupa’sında Türk İmajı" buna iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz konular çerçevesinde de tarihi çalışmalar yapılmakta ve yayınlanmaktadır. Giovanni Ricci’nin ‘Türk Saplantısı: Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi’ adlı kitabı bu çalışmalardan biridir. Yazarın İtalya’nın Ferrara şehrinin arşiv vesikaları ve vakayinameleri ışığında hazırladığı kitabı, Osmanlı Devleti’nin uyguladığı siyasetin ve Osmanlı tebaasının yarattığı etkilerin buradaki yansımalarını göstermektedir. Ferrara şehrinin hanedan efradının diğer büyük hanedan efradıyla gerçekleştirdiği evlilikler, şehrin stratejik ve ekonomik konumu, bu şehri Avrupa siyasetinin merkezine çekmekte ve etkilemektedir. Bu çerçevede İstanbul’un düşüşü veya Viyana’nın muhasarası gibi vakıaların etkileri, Ferrara’ya ulaşmış, hatta bunlara karşı hazırlanan faaliyetlere iştirak etmek için çaba gösterilmiştir. Şehirde var olan Türk etkisini siyasetle sınırlamamak gerekmektedir. Sanatta, resimde, mimaride ve edebiyatta da varolan bu etkiyi yazar, görsel deliller ışığında sergilemektedir.
Ricci’nin kitabında gösterdiği bir diğer önemli vak’a ise Osmanlı’da var olan toplumsal seyyaliyetdir. Bu kavramdan kastımız, Hristiyan kökenli olup daha sonra Müslüman olanların devlet yönetimi içinde önemli yerlere gelebildiğidir. Kaptan-ı Deryalık ve Trablusgarp Beylerbeyliği yapmış Calabrialı Uluç (Kılıç) Ali Paşa, yine aynı ünvanlara sahip Venedikli Hasan Paşa, bunun iyi örnekleridir. Kitapta Müslüman olmuş iki Ferraralı, Tunuslu Mami ve Usta Murad’ın hikâyesi yukarıda bahsettiğimiz vak’ayı desteklemektedir. Tunus’un idaresine Usta Murad’ın Tunuslu Mami yardımıyla geçmesi, hadisenin özünü teşkil etmektedir. Bu durumun günümüz zihniyet yapısıyla anlaşılamaması kaçınılmazdır. Osmanlı idaresinin bu tutumu, aslında bugün bu topraklarda eksikliğini hissettiğimiz kendine güvenin bir işaretidir. Ricci’nin kitabı, gündeme getirdiği konularla bazı güncel meselelerin tarihi kökenine ışık tutmaktadır.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
2 Eylül 2016 Cuma
Her şey biraz eksik, otostop "dahil"
I.
"Bazıları anlatmaz, işte ben anlatıyorum, en başta kendime.
Anlatıyorum ki inanayım yaşadığıma."
II.
"Dilimdeki düğümü çöz de anlasınlar beni."
Aslında kronolojik olarak bu iki sözden, duadan, ikincisi önce söyleniyor kitapta. Hatta kitabın giriş cümlesini oluşturuyor. Fakat ben yazımı yazarken bu sıralamayı değiştirme ihtiyacı hissettim çünkü talim olmadan tatbik, tatbik olmadan tebliğ olmaz. Varlığı anlamlandırılamayan bir yaratığın tarifi yapılamaz.
Ümit Aksoy da yeni kitabı "Her şey biraz eksik, otostop hariç"de varlığını tarif etme imkanı bulduğu her şeyin aslında ne kadar eksik ve kusurlu olduğunu anlatıyor bize. İstanbul'da fakat içi dışı köy olan, çamur deryası Haramidere'de başlıyor bu süreç:
"Adı bende saklı Haramidere’ye taşındığımızda tam tamına beş ev vardı mahallemizde. Ve ne zaman bu beş evi hatırlasam, nedense bir “Türkiye Haritası” gelir gözümün önüne: İstanbul, yani bizim ev; az aşağımızda bizden daha rahat oldukları her hallerinden belli, kaçak elektrikte çığır açan Arif amcaların evi, yani Muğla; ta aşağıda ufkumun sınırını çizen, “uzak ev” diye kısaca anlattığımız ahşap ev, yani Hatay; bizim evin sol paralelinde yürüme mesafesi beş dakika uzaklıkta olan Şerife teyzelerin evi, yani Van ve son olarak, dünyanın bütün kuzey rüzgârlarına açık, güzel memleketimin kuzeydoğu sınırını anlatan Şengül ablaların evi, yani Artvin. İşte, kabaca böyle bir haritaydı bizim Haramidere."
Türkiye haritasında çizilen il sınırlarının samimiyeti yazarın hayatında devam edemiyor maalesef... Şive ve ağız farklılıkları, yemeklere konulan salçanın yemeğin tümüne oranı gibi "ayırmayan ayrımlar" sınıf, cinsiyet, görünüş ayrımına dönüşüyor. Bu yaşam hikayesine sınır çizilecekse şayet daha gaddarca olmalı. Çünkü sınırın öte tarafında merhametsiz "üst sınıf" insanlar varken sınırın bu tarafında yok sayılmak istemeyen insanlar bulunuyor.
Yok sayılan, görmezden gelinen insan canlısı bu duruma iki tepki geliştirir: birincisi durumu kabullenmek ve varlığının bir anlamı olmadığına inanmak; ikincisi durumu reddetmek ve varlığını ispat için mücadele etmek. Kitapta bunca ayrıma, dışlanmaya, yok sayılmaya, görmezden gelinmeye maruz kalan çocuklardan birkaçı var olduklarına önce kendilerini inandırmak için "dünyayı gezen, biraz serkeş, çokça yalnız ama özgür bir adamın hikayesi"ne yani otostopa tutunuyor. Üç kişilik esmer arkadaş grubuyla bu maceraya atılan yazar Red Kit, Yalnız Kovboy edasıyla yolculuğa tek başına devam ediyor ki varlığın anlamlandırılması tek başına verilecek uzun bir mücadeledir.
Bu mücadelede yazar bize otostopun raconundan, çocukluğundan yetişkinliğine dek süregelen otostop deneyimlerinden bahsederken aslında bu savaş meydanında kılıcını nasıl savurduğunu, nasıl hücum ettiğini-geri çekildiğini, tehlikeye karşı hangi hamleler yaptığını anlatıyor. Yenilgiler çoğaldığında yok olmayı reddederek, adeta bir gövde gösterisi ile kendini saldırıya açık halde karanlığa bırakıyor.
Her şey biraz eksik, otostop hariç diyor yazar fakat her şey biraz eksik, otostop "dahil". Otostopun eksikliklerini sıralamayacağım ama otostopu her şey ile birbirinden ayıran, onu yazara "tam" gösteren; otostopun eksiklikleri kabul eden, kusurları örten tarafı. Savaş yaralarından tiksinmeyen, onları sarıp sarmalayan, başarısızlığını şefkatle karşılayan tarafı. Her şey ve herkes biraz koşulsuz kabul etse, yenilgi anında dahi destek olsa, kusurları örtse kimse kendini işe yaramaz, beceriksiz ve yalnız hissedip var oluş sancısı çekmeyecek. Varlığını ispat için savaş meydanlarına atılmayacak. Anlaşılmaktır bu mücadelenin özü. Yazar yaşadıklarını anlatıyor ki önce kendisi kabul etsin varlığını-yaşadıklarını, inansın bu mücadelenin-varlığının sahiciliğine, değerine. İnansın ki bize inandığını anlatabilsin, dili düğümlenmesin. Anlatabilsin ki anlayalım, anlayışla karşılayalım, kabul edelim.
Her şey biraz "aynı", otostop hariç. Yazarın verdiği mücadele hepimizle biraz aynı olduğu için kitap böyle de tanımlanabilir. Çünkü onunla sadece savaş meydanlarımız farklı. Kimimiz var oluş savaşını kürsülerde canhıraş bağırarak, kimimiz diploma toplayarak veriyoruz. O halde kendi mücadelenizin yollarda, asfalt kokusuyla nasıl şekillendiğine şahit olmak isterseniz Ümit Aksoy'un "Her Şey Biraz Eksik, Otostop Hariç" kitabı Raskol'un Baltası'ndan çıktı. Keyifli okumalar dilerim.
Hümeyra Büşra Doğan
twitter.com/humeyra_busra
"Bazıları anlatmaz, işte ben anlatıyorum, en başta kendime.
Anlatıyorum ki inanayım yaşadığıma."
II.
"Dilimdeki düğümü çöz de anlasınlar beni."
Aslında kronolojik olarak bu iki sözden, duadan, ikincisi önce söyleniyor kitapta. Hatta kitabın giriş cümlesini oluşturuyor. Fakat ben yazımı yazarken bu sıralamayı değiştirme ihtiyacı hissettim çünkü talim olmadan tatbik, tatbik olmadan tebliğ olmaz. Varlığı anlamlandırılamayan bir yaratığın tarifi yapılamaz.
Ümit Aksoy da yeni kitabı "Her şey biraz eksik, otostop hariç"de varlığını tarif etme imkanı bulduğu her şeyin aslında ne kadar eksik ve kusurlu olduğunu anlatıyor bize. İstanbul'da fakat içi dışı köy olan, çamur deryası Haramidere'de başlıyor bu süreç:
"Adı bende saklı Haramidere’ye taşındığımızda tam tamına beş ev vardı mahallemizde. Ve ne zaman bu beş evi hatırlasam, nedense bir “Türkiye Haritası” gelir gözümün önüne: İstanbul, yani bizim ev; az aşağımızda bizden daha rahat oldukları her hallerinden belli, kaçak elektrikte çığır açan Arif amcaların evi, yani Muğla; ta aşağıda ufkumun sınırını çizen, “uzak ev” diye kısaca anlattığımız ahşap ev, yani Hatay; bizim evin sol paralelinde yürüme mesafesi beş dakika uzaklıkta olan Şerife teyzelerin evi, yani Van ve son olarak, dünyanın bütün kuzey rüzgârlarına açık, güzel memleketimin kuzeydoğu sınırını anlatan Şengül ablaların evi, yani Artvin. İşte, kabaca böyle bir haritaydı bizim Haramidere."
Türkiye haritasında çizilen il sınırlarının samimiyeti yazarın hayatında devam edemiyor maalesef... Şive ve ağız farklılıkları, yemeklere konulan salçanın yemeğin tümüne oranı gibi "ayırmayan ayrımlar" sınıf, cinsiyet, görünüş ayrımına dönüşüyor. Bu yaşam hikayesine sınır çizilecekse şayet daha gaddarca olmalı. Çünkü sınırın öte tarafında merhametsiz "üst sınıf" insanlar varken sınırın bu tarafında yok sayılmak istemeyen insanlar bulunuyor.
Yok sayılan, görmezden gelinen insan canlısı bu duruma iki tepki geliştirir: birincisi durumu kabullenmek ve varlığının bir anlamı olmadığına inanmak; ikincisi durumu reddetmek ve varlığını ispat için mücadele etmek. Kitapta bunca ayrıma, dışlanmaya, yok sayılmaya, görmezden gelinmeye maruz kalan çocuklardan birkaçı var olduklarına önce kendilerini inandırmak için "dünyayı gezen, biraz serkeş, çokça yalnız ama özgür bir adamın hikayesi"ne yani otostopa tutunuyor. Üç kişilik esmer arkadaş grubuyla bu maceraya atılan yazar Red Kit, Yalnız Kovboy edasıyla yolculuğa tek başına devam ediyor ki varlığın anlamlandırılması tek başına verilecek uzun bir mücadeledir.
Bu mücadelede yazar bize otostopun raconundan, çocukluğundan yetişkinliğine dek süregelen otostop deneyimlerinden bahsederken aslında bu savaş meydanında kılıcını nasıl savurduğunu, nasıl hücum ettiğini-geri çekildiğini, tehlikeye karşı hangi hamleler yaptığını anlatıyor. Yenilgiler çoğaldığında yok olmayı reddederek, adeta bir gövde gösterisi ile kendini saldırıya açık halde karanlığa bırakıyor.
Her şey biraz eksik, otostop hariç diyor yazar fakat her şey biraz eksik, otostop "dahil". Otostopun eksikliklerini sıralamayacağım ama otostopu her şey ile birbirinden ayıran, onu yazara "tam" gösteren; otostopun eksiklikleri kabul eden, kusurları örten tarafı. Savaş yaralarından tiksinmeyen, onları sarıp sarmalayan, başarısızlığını şefkatle karşılayan tarafı. Her şey ve herkes biraz koşulsuz kabul etse, yenilgi anında dahi destek olsa, kusurları örtse kimse kendini işe yaramaz, beceriksiz ve yalnız hissedip var oluş sancısı çekmeyecek. Varlığını ispat için savaş meydanlarına atılmayacak. Anlaşılmaktır bu mücadelenin özü. Yazar yaşadıklarını anlatıyor ki önce kendisi kabul etsin varlığını-yaşadıklarını, inansın bu mücadelenin-varlığının sahiciliğine, değerine. İnansın ki bize inandığını anlatabilsin, dili düğümlenmesin. Anlatabilsin ki anlayalım, anlayışla karşılayalım, kabul edelim.
Her şey biraz "aynı", otostop hariç. Yazarın verdiği mücadele hepimizle biraz aynı olduğu için kitap böyle de tanımlanabilir. Çünkü onunla sadece savaş meydanlarımız farklı. Kimimiz var oluş savaşını kürsülerde canhıraş bağırarak, kimimiz diploma toplayarak veriyoruz. O halde kendi mücadelenizin yollarda, asfalt kokusuyla nasıl şekillendiğine şahit olmak isterseniz Ümit Aksoy'un "Her Şey Biraz Eksik, Otostop Hariç" kitabı Raskol'un Baltası'ndan çıktı. Keyifli okumalar dilerim.
Hümeyra Büşra Doğan
twitter.com/humeyra_busra
1 Eylül 2016 Perşembe
Bir devrin tarihini bir kafede okumak
Karnak Kafe, “Ortadoğu’nun Balzac’ı” diye tanınan ve Nobel Ödüllü ilk Müslüman yazar olan Necib Mahfuz’un romanıdır. Eserde mekân olarak hayali bir kafe, metafor olarak bütün Mısır, zaman olarak da 1952 Devrimi’yle başlayan yıllar ele alınır. Kahramanlar ise o günkü Mısır halkını temsil eden hayali karakterlerdir.
Mahfuz, Kahire’nin eski Cemaliye mahallesinde tüccar bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Kahire Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alırken yazmaya başladı. Bir süre kamu hizmetlerinde çalıştı. Çağdaş Mısır yaşamına dair ilk romanı 1945’te yayımlandı. Eserlerinde, Kahireli orta sınıfın yaşantılarını ele alır. Modern Arap romanının kurucusu diyebileceğimiz Mahfuz’un eserleri çok sayıda dile çevrilmiştir.
Karnak Kafe’si ile yazar, Kahire’de bir kafede tesadüfen bir araya gelen farklı kişilerin öykülerini anlatır. “Karnak, bir ara sokak üzerinde, küçük bir kafe.” Otobiyografik ögeler taşıyan bir eserdir bu. (O yüzden ‘anlatıcı-yazar’ kavramını kullanabiliriz.)
Karnak Kafe demek ilk önce Kurunfula demektir. Anlatıcı-yazarın oraya gidişi tamamıyla bir rastlantı sonucudur. “Burada sıcak bir kucaklamayla insan dünü de, bugünü de, tatlı geçmişi de, şanlı şimdiki zamanı da tadabiliyor.” diyerek anlatır mekânın atmosferini.
Hayranlıkla izlediği bir kadınla karşılaşır Kafe’de. ‘İmameddin’in yıldızı, Kurunfula’nın ta kendisidir! 1940’lı yılların pembe rüyası Kurunfula şimdi o taburede oturuyordur.’ O, göbek dansını modernize eden ilk kişidir ülkesinde. “Kurunfula’yı kim unutabilir ki?”
Karnak Kafe bir aile ortamıdır. Yazar, bu mekânda yaşanan olayları romanın dört kahramanın bakış açısından, anlatıcı-yazarın da izlenimleri ve düşünceleri eşliğinde okura sunar. Müşterilerinin ve çalışanlarının hikâyeleri Kurunfula’nın bakış açısından verilir önce. Anlatıcı-yazar, hem kâtip konumundadır olaylara hem şahit… Roman boyunca Karnak Kafe’deki yaşlı kuşak ile bir grup genç üniversite öğrencisi arasındaki ilişki üzerinde durulur. Aşk da vardır dostluk da, ihanet de vardır sadakat da…
Karnak Kafe‘de mekânın tarihi aynı zamanda bir devrin tarihini aktarır. Kurunfula, İsmail El-Şeyh, Zeynep Diyab ve Halit Safvan, el-Mahdi Sokağı’ndaki Karnak Kafe’nin ahalisidir. Onlara göre tarihin başlangıç noktası, 1952 devrimidir. O tarihten önceki her şey karanlık ve anlaşılmaz bir ‘cehalet dönemi’dir. Devrimin çocuklarıdır onlar, “Bizi devrimi getirene şükürler olsun.” derler.
Kafenin tarihi ve yüzleri, 1952’deki devrimin yüzleri ve tarihidir en çok.
Yazar, bir gün kafeye gittiğinde gençlerin oturduğu sandalyeleri boş bulur. Taha el-Garib, “Tutuklamaların çok yaygınlaştığını duydum.” der. Müslüman Kardeşler örgütüne katılmış olmakla suçlanan gençler, işkenceye maruz kalırlar. Bir süre cezaevinde kaldıktan sonra suçsuz olduklarına hükmedilerek serbest bırakılırlar.
Sonrasını yazar şöyle anlatır: “Derken bir öğleden sonra, nicedir kayıp olan o yüzler aniden kapıda belirdi: Zeynep Diyab, İsmail el-Şeyh, Hilmi Hamada ve başka birkaç kişi daha. Karnak Kafe’de hayat günlük rutinine döndü, ama kafe asıl ruhunu büyük ölçüde kaybetmişti. Her şeyin üzerine kalın bir perde inmişti sanki, gençlerin olmadığı o dönemi daimi bir gizem haline getirmişti; bu ilginç sır, cevaplanmamış bir sürü soru doğurmuştu.”
Serbest bırakılmalarının ardından, kendilerini “devrimin çocukları” olarak tanımlayan gençler, ikinci kez tutuklandıklarında bu kez de komünist olmakla suçlanırlar. Yine işkence görürler ve de Zeyneb’e tecavüz edilir.
Zeyneb ve İsmail, cezaevinden ancak “muhbir” olmayı kabul ettikten sonra tekrar çıkabilirler. Artık kendilerine olan saygılarını yitirmiş birer bireydirler ancak “devrime” bağlılıklarını sürdürürler. “Şanlı devrimimiz bir kuşatmaya dönüşmüştü.” demeden edemezler yine de.
Üçüncü kez tutuklanmaları ise muhbirlikleri nedeniyle olur. Bu kez de imdatlarına Haziran 1967 Savaşı yetişir ve bu sayede hapisten kurtulurlar ancak Hilmi Hamada işkence altında ölmüştür.
Gençlerin maruz kaldıkları şiddete ve her türlü aksaklığına rağmen koruyabildikleri devrime olan inanç ve sadakat, yok olur. Yaşadıkları sürecin sonucunda birbirlerine yabancılaşan ve ruhları yıpranan gençler birer hastaya dönüşmüşlerdir.
Karnak Kafe’de anlatıcı-yazar, Kurunfula, İsmail el-Şeyh, Zeyneb Diyab ve Halit Safvan ‘nın gözünden/ dilinden anlatılan devrimin sonu biraz karanlık: “Her şeyden şüpheleniyorduk, masalardan ve duvarlardan bile. Anavatanımın durumu beni şaşkına çevirmişti. Bir sürü yanlış yola sapmasına rağmen, gücü ve itibarı giderek artıyordu, devamlı gelişiyor ve büyüyordu. İğneden rokete her türlü ürün burada üretiliyordu, insanlık tarihinde harika, yeni ve insancıl bir çığır açıyordu. Ama insanlar, sinek kadar değerleri olmayacak kadar zayıf ve ezik durumda ve kişisel haklarından, şereflerinden mahrumlarsa, korkaklığın, ikiyüzlülüğün ve perişanlığın altında eziliyorlarsa, bütün bunlar ne işe yarardı?”
Karnak Kafe, Kurunfula’nın gözlerinde yeniden canlanan umut ışıklarıyla son buluyor. Leyla Tonguç Basmacı çevirisini yaptı. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okura sunuldu. Sizi bekliyor.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 01.04.2015)
Mahfuz, Kahire’nin eski Cemaliye mahallesinde tüccar bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Kahire Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alırken yazmaya başladı. Bir süre kamu hizmetlerinde çalıştı. Çağdaş Mısır yaşamına dair ilk romanı 1945’te yayımlandı. Eserlerinde, Kahireli orta sınıfın yaşantılarını ele alır. Modern Arap romanının kurucusu diyebileceğimiz Mahfuz’un eserleri çok sayıda dile çevrilmiştir.
Karnak Kafe’si ile yazar, Kahire’de bir kafede tesadüfen bir araya gelen farklı kişilerin öykülerini anlatır. “Karnak, bir ara sokak üzerinde, küçük bir kafe.” Otobiyografik ögeler taşıyan bir eserdir bu. (O yüzden ‘anlatıcı-yazar’ kavramını kullanabiliriz.)
Karnak Kafe demek ilk önce Kurunfula demektir. Anlatıcı-yazarın oraya gidişi tamamıyla bir rastlantı sonucudur. “Burada sıcak bir kucaklamayla insan dünü de, bugünü de, tatlı geçmişi de, şanlı şimdiki zamanı da tadabiliyor.” diyerek anlatır mekânın atmosferini.
Hayranlıkla izlediği bir kadınla karşılaşır Kafe’de. ‘İmameddin’in yıldızı, Kurunfula’nın ta kendisidir! 1940’lı yılların pembe rüyası Kurunfula şimdi o taburede oturuyordur.’ O, göbek dansını modernize eden ilk kişidir ülkesinde. “Kurunfula’yı kim unutabilir ki?”
Karnak Kafe bir aile ortamıdır. Yazar, bu mekânda yaşanan olayları romanın dört kahramanın bakış açısından, anlatıcı-yazarın da izlenimleri ve düşünceleri eşliğinde okura sunar. Müşterilerinin ve çalışanlarının hikâyeleri Kurunfula’nın bakış açısından verilir önce. Anlatıcı-yazar, hem kâtip konumundadır olaylara hem şahit… Roman boyunca Karnak Kafe’deki yaşlı kuşak ile bir grup genç üniversite öğrencisi arasındaki ilişki üzerinde durulur. Aşk da vardır dostluk da, ihanet de vardır sadakat da…
Karnak Kafe‘de mekânın tarihi aynı zamanda bir devrin tarihini aktarır. Kurunfula, İsmail El-Şeyh, Zeynep Diyab ve Halit Safvan, el-Mahdi Sokağı’ndaki Karnak Kafe’nin ahalisidir. Onlara göre tarihin başlangıç noktası, 1952 devrimidir. O tarihten önceki her şey karanlık ve anlaşılmaz bir ‘cehalet dönemi’dir. Devrimin çocuklarıdır onlar, “Bizi devrimi getirene şükürler olsun.” derler.
Kafenin tarihi ve yüzleri, 1952’deki devrimin yüzleri ve tarihidir en çok.
Yazar, bir gün kafeye gittiğinde gençlerin oturduğu sandalyeleri boş bulur. Taha el-Garib, “Tutuklamaların çok yaygınlaştığını duydum.” der. Müslüman Kardeşler örgütüne katılmış olmakla suçlanan gençler, işkenceye maruz kalırlar. Bir süre cezaevinde kaldıktan sonra suçsuz olduklarına hükmedilerek serbest bırakılırlar.
Sonrasını yazar şöyle anlatır: “Derken bir öğleden sonra, nicedir kayıp olan o yüzler aniden kapıda belirdi: Zeynep Diyab, İsmail el-Şeyh, Hilmi Hamada ve başka birkaç kişi daha. Karnak Kafe’de hayat günlük rutinine döndü, ama kafe asıl ruhunu büyük ölçüde kaybetmişti. Her şeyin üzerine kalın bir perde inmişti sanki, gençlerin olmadığı o dönemi daimi bir gizem haline getirmişti; bu ilginç sır, cevaplanmamış bir sürü soru doğurmuştu.”
Serbest bırakılmalarının ardından, kendilerini “devrimin çocukları” olarak tanımlayan gençler, ikinci kez tutuklandıklarında bu kez de komünist olmakla suçlanırlar. Yine işkence görürler ve de Zeyneb’e tecavüz edilir.
Zeyneb ve İsmail, cezaevinden ancak “muhbir” olmayı kabul ettikten sonra tekrar çıkabilirler. Artık kendilerine olan saygılarını yitirmiş birer bireydirler ancak “devrime” bağlılıklarını sürdürürler. “Şanlı devrimimiz bir kuşatmaya dönüşmüştü.” demeden edemezler yine de.
Üçüncü kez tutuklanmaları ise muhbirlikleri nedeniyle olur. Bu kez de imdatlarına Haziran 1967 Savaşı yetişir ve bu sayede hapisten kurtulurlar ancak Hilmi Hamada işkence altında ölmüştür.
Gençlerin maruz kaldıkları şiddete ve her türlü aksaklığına rağmen koruyabildikleri devrime olan inanç ve sadakat, yok olur. Yaşadıkları sürecin sonucunda birbirlerine yabancılaşan ve ruhları yıpranan gençler birer hastaya dönüşmüşlerdir.
Karnak Kafe’de anlatıcı-yazar, Kurunfula, İsmail el-Şeyh, Zeyneb Diyab ve Halit Safvan ‘nın gözünden/ dilinden anlatılan devrimin sonu biraz karanlık: “Her şeyden şüpheleniyorduk, masalardan ve duvarlardan bile. Anavatanımın durumu beni şaşkına çevirmişti. Bir sürü yanlış yola sapmasına rağmen, gücü ve itibarı giderek artıyordu, devamlı gelişiyor ve büyüyordu. İğneden rokete her türlü ürün burada üretiliyordu, insanlık tarihinde harika, yeni ve insancıl bir çığır açıyordu. Ama insanlar, sinek kadar değerleri olmayacak kadar zayıf ve ezik durumda ve kişisel haklarından, şereflerinden mahrumlarsa, korkaklığın, ikiyüzlülüğün ve perişanlığın altında eziliyorlarsa, bütün bunlar ne işe yarardı?”
Karnak Kafe, Kurunfula’nın gözlerinde yeniden canlanan umut ışıklarıyla son buluyor. Leyla Tonguç Basmacı çevirisini yaptı. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okura sunuldu. Sizi bekliyor.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 01.04.2015)
23 Ağustos 2016 Salı
Bir evin ve evliliğin hikâyesini duymak
“En Çok Onu Sevdim” Gamze Güller’in üçüncü kitabı. İletişim Yayınları tarafından okura sunulan kitap, tam da günümüzü anlatan bir novella. Fotoğraflardan, anılardan, duvarlardan, balkonlardan, camlardan, erik ağaçlarından, kadife koltuklardan, eprimiş inceliklerden ve hayalle hakikat arasındaki gelgitlerden geçiyor yolu. Şöyle bir ‘dokunup’ geçmekle kalmıyor, okuyanda izlerini de bırakıyor. “Duvardaki leke sıçrayan şeyin değil, zamanın rengini almıştı. Ona dokunan seslerin, ışığın, yılların rengiydi bu. Bu odada yaşanan, söylenen her şey oraya sinmişti.” diyor.
Kitapla beraber, yüzünüze hafifçe değen bir serinlik oluyor. Bir güz esintisi gibi. Ben gibi. Sen gibi. Biz gibi. Siz gibi. En çok da o/nlar gibi. “Dinlemeyi” ve “duymayı” öğreniyorsunuz. “Şeylerin hikâyesi”ne daha bir odaklanıyorsunuz: Yaprağın hışırtısına, yağmurun şıkırtısına, tenteye vuran su damlasına ve daha birçok şeye dikkat kesiliyorsunuz. Hiçbir şeye eski/si gibi bakamıyorsunuz artık.
“Ardından masaları gördü, hepsi çizik içindeydi. Sandalyelerin kumaşları oturmaktan eprimişti. Floresan lambalar cızırdayarak kırpışıyordu. Kapının kulpu ellenmekten matlaşmıştı. Eşik mermeri aşınmıştı. Camlar kirliydi. Storlar bozulmuştu. Evrak dolaplarının rengi solmuştu. Dosyalar toz içindeydi. Ajandaların kapakları bükülmüştü. Kendini durduramıyordu bir türlü. Hepsini görüyor, hepsini duyuyordu. Hepsinin hikâyesini bilmek istiyordu.”
“Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet…”
“Şeylerin hikâyesi” üzerine kurulu bir kitap “En Çok Onu Sevdim”. Onları duyabilen bir kadının etrafında gelişen olaylarla örülü. Tanrısal bir anlatıcının dilinden dökülüyor paramparça hayatlar. Kırık bir aynanın parçalarını birleştirip tutkallıyor. Saklıyor kelimeleri. Eski ile yeninin, geçmiş ile geleceğin bir ince prizmadan kırılıp içinize gökkuşağı doldurması gibi. Sonra dönüp bakıyoruz: Biz de buna benzer hayatlar yaşamıyor muyuz?
Kahramanlarımız evlilik arefesindeki bir çifttir: Asuman ile Mete… Birlikte ‘yuva’ yapacakları ev henüz inşaat halindedir. Şehrin lüks semtlerinden birindeki bu evde ‘yok’ ‘yok’ olacaktır. “Her şey parlak, her şey ışıltılıydı. Bütün odalar yerden tavana kadar camdı. Cilalanmış, paketlenmiş ve kocaman bir hediye paketi gibi önlerine konmuştu. Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet aradı Asuman. Yoktu. Işıl ışıl aydınlatılmış dev bir kamusal alan hissi veriyordu ona.”
Onlar evlerinde oturacakları günü hayal ede dursunlar evin teslim tarihi gecikince bulundukları evlerden çıkmaları gerekir. En sonunda şehrin eski semtlerinden bir ev bulurlar. Semt gibi ev de eskidir. Ancak Asuman ısrarcıdır, çünkü evi görür görmez çok sevmiştir. Ev, adeta dile gelmiş ve onu büyülemiştir. Dokunduğu her yerde ayrı bir hikâye bulur. Bu hikâyelerle hayatı da değişir, yaşantısı da dönüşür…
“İçeri girdiği anda aradıkları evin orası olduğunu biliyordu Asuman. Tuhaf bir olmuşluk duygusu kapladı içini. Boş salonda ilerleyip camdan dışarı baktı. Şehir ayaklarının altındaydı. Güneş, salonun ortasına düşmüş ışıktan bir cümbüştü. Bu eski binada, köhne apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu saklı dairede, böylesi bir cennetle karşılaşacağını ummazdı. Gezdikleri onca modern, birbirinin aynı, sıkıcı evden sonra buranın kendine özgü bir dili vardı.”
“En Çok Onu Sevdim”i bir solukta da okuyup bitirebilirsiniz; dura dinlene, altını çize çize, notlar ala ala da…
“O gün Mete’yle ikisine ‘Ankh’ sembolü olan bir örnek anahtarlıklar aldı. ‘Nil’in anahtarı’ onlardaydı artık. Kadın ve erkek olmanın ötesinde, ikisi bir bütün olacaklardı bu evde. Bu çift cinsiyetli sembolün temsil ettiği sezgisel gücü hep sevmişti Asuman. Yeni evlerine bunun çok yakışacağını düşündü. Eve adımını attığı ilk andan beri onda yarattığı o mistik duygu, yeni bir sırra vâkıf olma ve onu koruma güdüsü tam buydu işte. Her ikisine de evin birer anahtarını taktı.”
Anlatım dili -yazarın öykücü olduğunu hatırlatırcasına- metni ayrıntılarla zenginleştirmeye ve sözü çoğaltmaya yönelik.
“O seslerini duydukları, girip çıkarlarken kapıları aralayan, perdelerin ardından onları gözleyen, ‘günaydın,’ dedikten sonra durup arkalarından bir süre daha bakan, çocuklarını camlardan sarkıp yemeğe çağıran, ‘baban eve gelmek üzere,’ diye onları azarlayan, ellerinde filelerle pazardan dönen, sabahları kapılarına ekmek ve süt bırakılan, apartman toplantılarına katılan, veli toplantılarına giden, mahalledeki çukur hâlâ kapatılmadı diye gazeteye mektup yazan, birbirlerine akşam oturmasına giden aileler gibiydiler.”
Asuman’ın yeni eviyle birlikte değişen hayatı ve bakış açısını okurken, bir yandan da kendi yaşantılarımızı sorgulamamızı sağlıyor. Özellikle “önem” ve “değer” atfettiğimiz kavramlara yönelik ciddi bir sorgulama bu.
“Şehirde artık sokağa adım atmaya korkar olduk. Kendi adıma karanlık sokaklardan korkuyorum,” dedi beyaz saçlı kadın.
“Bu mu geleneksel?” dedi Asuman. “Yüksek duvarlar arkasında mı mahalle yaşamı süreceğiz? Karanlık hiçbir yer kalmayınca mı güvende olacağız?”
Yazar, bu sorgulamayı kimi zaman karakterler, kimi zaman nesneler, kimi zaman diyaloglar üzerinden yürütüyor. ‘Çatışma’ unsuru da mevcut bolca.
“Bu koltuk kalacaksa en azından yüzünü değiştirsek.”
Camın önünde duran solmuş mavi kadife berjere bakarak söyledi bunu Mete.
“Kalsın istiyorum,” dedi Asuman. “Çok güzel değil mi?”
Yerinden kalkıp koltuğa oturdu. “Çok da rahat.”
Evde hiç kapı yoktur neredeyse. Hepsi çıkarılmış, ahşap kemerli kasalarla çerçevelenmiştir. Odalar birbirinin içine akmaktadır. Bu akışkanlığı sever Asuman. Durduğu her yerde, evin geri kalanını da hissedebilir. Ancak zamanla ‘ev’ Asuman ile Mete’nin aralarına girer. İlişkilerini de etkiler. Evliliğe doğru gidilen yolda, aynı evde yaşamak onlara iyi gelmemiştir. Yaşantıları başkalaşmış, yolları ayrılmıştır. Asuman’a karşı arkadaşları, nişanlısı, yönetici, kapıcı ve diğer apartman sakinleri, binayı yıkmak isteyen müteahhitle iş birliği yapmış gibidir.
Dramatik örgüsüyle o bildik ‘son’a usulca yaklaştığınızı sanıyorsunuz okurken. Ancak yine de kafanızda kurguladığınızdan farklı bir ‘son’ bekliyor sizi final sahnesinde. Tıpkı hayat gibi.
“Neden hiç müzik dinlemiyorsun artık?” sorusuna, “O zaman evi duyamam,” diye cevap veren Asuman’ın hikâyesini ‘duymak’ isterseniz… “En Çok Onu Sevdim” sizi bekliyor.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 17.09.2015)
Kitapla beraber, yüzünüze hafifçe değen bir serinlik oluyor. Bir güz esintisi gibi. Ben gibi. Sen gibi. Biz gibi. Siz gibi. En çok da o/nlar gibi. “Dinlemeyi” ve “duymayı” öğreniyorsunuz. “Şeylerin hikâyesi”ne daha bir odaklanıyorsunuz: Yaprağın hışırtısına, yağmurun şıkırtısına, tenteye vuran su damlasına ve daha birçok şeye dikkat kesiliyorsunuz. Hiçbir şeye eski/si gibi bakamıyorsunuz artık.
“Ardından masaları gördü, hepsi çizik içindeydi. Sandalyelerin kumaşları oturmaktan eprimişti. Floresan lambalar cızırdayarak kırpışıyordu. Kapının kulpu ellenmekten matlaşmıştı. Eşik mermeri aşınmıştı. Camlar kirliydi. Storlar bozulmuştu. Evrak dolaplarının rengi solmuştu. Dosyalar toz içindeydi. Ajandaların kapakları bükülmüştü. Kendini durduramıyordu bir türlü. Hepsini görüyor, hepsini duyuyordu. Hepsinin hikâyesini bilmek istiyordu.”
“Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet…”
“Şeylerin hikâyesi” üzerine kurulu bir kitap “En Çok Onu Sevdim”. Onları duyabilen bir kadının etrafında gelişen olaylarla örülü. Tanrısal bir anlatıcının dilinden dökülüyor paramparça hayatlar. Kırık bir aynanın parçalarını birleştirip tutkallıyor. Saklıyor kelimeleri. Eski ile yeninin, geçmiş ile geleceğin bir ince prizmadan kırılıp içinize gökkuşağı doldurması gibi. Sonra dönüp bakıyoruz: Biz de buna benzer hayatlar yaşamıyor muyuz?
Kahramanlarımız evlilik arefesindeki bir çifttir: Asuman ile Mete… Birlikte ‘yuva’ yapacakları ev henüz inşaat halindedir. Şehrin lüks semtlerinden birindeki bu evde ‘yok’ ‘yok’ olacaktır. “Her şey parlak, her şey ışıltılıydı. Bütün odalar yerden tavana kadar camdı. Cilalanmış, paketlenmiş ve kocaman bir hediye paketi gibi önlerine konmuştu. Biraz gölge, bir tutam loşluk, azıcık mahremiyet aradı Asuman. Yoktu. Işıl ışıl aydınlatılmış dev bir kamusal alan hissi veriyordu ona.”
Onlar evlerinde oturacakları günü hayal ede dursunlar evin teslim tarihi gecikince bulundukları evlerden çıkmaları gerekir. En sonunda şehrin eski semtlerinden bir ev bulurlar. Semt gibi ev de eskidir. Ancak Asuman ısrarcıdır, çünkü evi görür görmez çok sevmiştir. Ev, adeta dile gelmiş ve onu büyülemiştir. Dokunduğu her yerde ayrı bir hikâye bulur. Bu hikâyelerle hayatı da değişir, yaşantısı da dönüşür…
“İçeri girdiği anda aradıkları evin orası olduğunu biliyordu Asuman. Tuhaf bir olmuşluk duygusu kapladı içini. Boş salonda ilerleyip camdan dışarı baktı. Şehir ayaklarının altındaydı. Güneş, salonun ortasına düşmüş ışıktan bir cümbüştü. Bu eski binada, köhne apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu saklı dairede, böylesi bir cennetle karşılaşacağını ummazdı. Gezdikleri onca modern, birbirinin aynı, sıkıcı evden sonra buranın kendine özgü bir dili vardı.”
“En Çok Onu Sevdim”i bir solukta da okuyup bitirebilirsiniz; dura dinlene, altını çize çize, notlar ala ala da…
“O gün Mete’yle ikisine ‘Ankh’ sembolü olan bir örnek anahtarlıklar aldı. ‘Nil’in anahtarı’ onlardaydı artık. Kadın ve erkek olmanın ötesinde, ikisi bir bütün olacaklardı bu evde. Bu çift cinsiyetli sembolün temsil ettiği sezgisel gücü hep sevmişti Asuman. Yeni evlerine bunun çok yakışacağını düşündü. Eve adımını attığı ilk andan beri onda yarattığı o mistik duygu, yeni bir sırra vâkıf olma ve onu koruma güdüsü tam buydu işte. Her ikisine de evin birer anahtarını taktı.”
Anlatım dili -yazarın öykücü olduğunu hatırlatırcasına- metni ayrıntılarla zenginleştirmeye ve sözü çoğaltmaya yönelik.
“O seslerini duydukları, girip çıkarlarken kapıları aralayan, perdelerin ardından onları gözleyen, ‘günaydın,’ dedikten sonra durup arkalarından bir süre daha bakan, çocuklarını camlardan sarkıp yemeğe çağıran, ‘baban eve gelmek üzere,’ diye onları azarlayan, ellerinde filelerle pazardan dönen, sabahları kapılarına ekmek ve süt bırakılan, apartman toplantılarına katılan, veli toplantılarına giden, mahalledeki çukur hâlâ kapatılmadı diye gazeteye mektup yazan, birbirlerine akşam oturmasına giden aileler gibiydiler.”
Asuman’ın yeni eviyle birlikte değişen hayatı ve bakış açısını okurken, bir yandan da kendi yaşantılarımızı sorgulamamızı sağlıyor. Özellikle “önem” ve “değer” atfettiğimiz kavramlara yönelik ciddi bir sorgulama bu.
“Şehirde artık sokağa adım atmaya korkar olduk. Kendi adıma karanlık sokaklardan korkuyorum,” dedi beyaz saçlı kadın.
“Bu mu geleneksel?” dedi Asuman. “Yüksek duvarlar arkasında mı mahalle yaşamı süreceğiz? Karanlık hiçbir yer kalmayınca mı güvende olacağız?”
Yazar, bu sorgulamayı kimi zaman karakterler, kimi zaman nesneler, kimi zaman diyaloglar üzerinden yürütüyor. ‘Çatışma’ unsuru da mevcut bolca.
“Bu koltuk kalacaksa en azından yüzünü değiştirsek.”
Camın önünde duran solmuş mavi kadife berjere bakarak söyledi bunu Mete.
“Kalsın istiyorum,” dedi Asuman. “Çok güzel değil mi?”
Yerinden kalkıp koltuğa oturdu. “Çok da rahat.”
Evde hiç kapı yoktur neredeyse. Hepsi çıkarılmış, ahşap kemerli kasalarla çerçevelenmiştir. Odalar birbirinin içine akmaktadır. Bu akışkanlığı sever Asuman. Durduğu her yerde, evin geri kalanını da hissedebilir. Ancak zamanla ‘ev’ Asuman ile Mete’nin aralarına girer. İlişkilerini de etkiler. Evliliğe doğru gidilen yolda, aynı evde yaşamak onlara iyi gelmemiştir. Yaşantıları başkalaşmış, yolları ayrılmıştır. Asuman’a karşı arkadaşları, nişanlısı, yönetici, kapıcı ve diğer apartman sakinleri, binayı yıkmak isteyen müteahhitle iş birliği yapmış gibidir.
Dramatik örgüsüyle o bildik ‘son’a usulca yaklaştığınızı sanıyorsunuz okurken. Ancak yine de kafanızda kurguladığınızdan farklı bir ‘son’ bekliyor sizi final sahnesinde. Tıpkı hayat gibi.
“Neden hiç müzik dinlemiyorsun artık?” sorusuna, “O zaman evi duyamam,” diye cevap veren Asuman’ın hikâyesini ‘duymak’ isterseniz… “En Çok Onu Sevdim” sizi bekliyor.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 17.09.2015)
19 Ağustos 2016 Cuma
Mutluluk peşinde koşmak sakıncalıdır
"Yeryüzünü kirlettik. Kuşların ve hayvanların türlerini yeryüzünden sildik. Yavru fokları öldürüyoruz. Nasıl bir insan evladı böylesi bir şey yapabilir? Kadının biri kürk giyecek diye… Ve bu adam dönüp: 'Eşimi seviyorum' diyecek. İşte budur bizim medeniyetimiz."
- Jiddu Krishnamurti
"Sahip olmaya önem veren kişiler, yapmaya ya da olmaya önem verenlere kıyasla daha az özgürdürler."
- William James
Çağımız hem bir şeylerden şikâyet etme hem de o şikâyet ettiklerimizden vazgeç(e)meme, maruz kalma, icbar edilme çağı. Ses ve sözün önemini yitirdiği, gözün nice çirkinlikler arasından güzellikleri yakalamakta başarılı olmasının güçleştiği zamanlardayız. Tam bir mutluluk da, güçlü bir mutsuzluk da sonunda bize türlü etiketlerin ya da hastalıkların yapışmasına sebep olabiliyor. Sonsuz bir enerjiyle koşturan iş arkadaşımızın enerjisi bizi rahatsız edebiliyor, öte yandan gün boyunca suratı asık bir insana baktıkça da enerjimiz 'düş'ebiliyor. Neşeyle lakaytlığı birbirine karıştırıp, ciddiyeti hiç tebessüm ed(e)meyen bir mizaca sahip olmak sanıp ve bunlarla gurur duymak 'doğal' oluyor. Tüm bu zikzaklı iş, hayat, ev, yol, kariyer, evlilik güzergâhlarında bir türlü yakalayamadığımız fenalıkları keşfetmek için Yeni Zelanda doğumlu mimar, yazar ve eleştirmen Elizabeth Farrely; Yapı Kredi Yayınları'nın yeni serisi XXI. Yüzyıl Kitapları arasından sesleniyor: Mutluluğun Sakıncaları.
Sanat Dünyamız ve Cogito dergilerinde çevirileri yayımlanan ve aynı zamanda Fransız filozof Emmanuel Levinas'tan da çeviriler yapan Erdem Gökyaran'ın son derece başarılı çevirisine dilimize kazandırılan Mutluluğun Sakıncaları, Şubat 2015'te çıktıktan sonra bir yıl içinde ikinci baskısını yapmıştı. 248 sayfalık bu kitapta, yabancı dillerden de okumalar yapabilenler için çok kuvvetli bir kaynakça mevcut. 8 bölümden oluşuyor Mutluluğun Sakıncaları. Arzu: Her Şeyi, Hemen İstemek, Güzellik: Ölümü Alt Etme Çabası, Güzelliğe Karşı: Çirkinlik Yoluyla Dürüstlük Arayışı, Bir Maske Olarak Ev, Şişmanlık ve Yuva, Doğa ve Kültür, Feminizm ve Geleceği Tüketmek, Çirkinlik: Arkifobi ve Siyaset, Bir Hayalim Var...
Farrely kitabının önsözünde gayet samimi bir şekilde 'merak etmeyin, içeride okuyacağınız ve suç gibi görünen modern tuzaklara ben de kapılıyorum' diyor. Bu yüzden tüm yazdıklarının birer 'durum tespiti' olarak nitelendiriyor. Her şeye rağmen "Sizin gibi ben de değişemiyorum. Soyut bir bilgi uğruna konfordan, rahatlıktan ve hazdan vazgeçemiyorum. Elimden gelmiyor." içtenliğiyle hem kendimizi çok zeki zannedip hem de birey veya toplum olarak akılsızca davranışlarımızı masaya yatırıyor. Son olarak kitabı yazma maksadını şöyle açıklıyor: "İnsan denen şu tuhaf mahlûkatın ne haltlar karıştırdığına en azından bir göz atmak istedim."
Batının ruhtan uzak maddi düşünce biçimine şiddetle karşı Farrelly. Sık sık bu 'hakikati' fark eden batılı psikologların ve bilim insanlarının kitaplarına, sözlerine başvuruyor, bazı karşılaştırmalar yapıyor. Mesela Yale Üniversitesi'nden psikolog Paul Bloom'un "Ruh diye bir şey yok ve tüm insan edimleri sadece beyin süreçlerinden ibaret" sözüne Arkansas Üniversitesi'nden psikolog Jesse Bering şu yanıtı veriyor: "Bilim asla tanrıyı susturamayacak."
Seçme özgürlüğü ve seçenek bolluğunun insanları yanlış şeyi istemeye götüren bir yolculuk olduğunu vurgulayan Farrelly, ahlâkın bizi erdemli birer insan olmaya teşvik ettiğini ve bunun için de ruhsal açlıkların dinmesi gerektiğini söylüyor. Bunun için de manevi tatminsizliğin yeni yaratımları açığa çıkaracağını ve dolayısıyla insanın manevi yolculuğunun hem dikey hem de yatay anlamda gelişeceğini belirtiyor. Tıpkı Mick Jagger'in "Satisfaction" adlı şarkısında söylediği gibi: "Tatmin olamıyorum. İyi ki."
Sanatın güzellik'ten de hakikati işaret edebilme'den de fersah fersah uzaklaşmasının, yani sanatın kaybettiği tüm bu hasletlerinin hem sanatçıyı hem de insanı devasa bir boşluğa sürüklediğinden bahseden yazar, Nietzsche'nin "Sanat, hakikat karşısında helak olmayalım diye var" sözünü alıntılayarak gelinen noktayı Tom Stoppard'ın Travesties adlı oyununda Tristan Tzara karakterinin söyledikleriyle hatırlatıyor: "Sanatçının temel kaygısı, sanat yapmak değil artık. Hatta sanat yapan kişiye iyi gözle bakılmıyor. Günümüzde arka tarafını sergileyen biri de sanatçı olabilir pekala."
Kendi mesleği olan mimarlığın da tüm bu 'sanatsızlık'tan nasibi aldığını hiddetle vurgulayan Farrelly, The Hanging Man adlı absürt tiyatro oyununda mimar Edward Braff'in henüz tamamlanmamış son eseri (katedral) yeterince iyi olmayınca kendini astığını, oyundan çıkarılması gereken dersin de mimarların kendi işlerinin ne kadar umursadıkları üzerine olması gerektiğini söyler. İnsanın 'iyi biri' olması yolunda sanat, güzellik ve hakikat üzerine yapılacak sahici, yalın ve titiz çalışmaların gereklilikten çok şart olduğunu üstüne basa basa vurgulayan yazar günümüzün moda anlayışına da akılcı ve sert tepkiler gösterir:
"1910'da seksi gözükmek ahlaksızlık sayılırken, günümüzde seksi gözükmemek küçük düşürücü bir başarısızlık belirtisi olarak görülüyor. Kadınların çoğu ve erkeklerin bir kısmı için, boyanmadan dışarı çıkmak imkansız. Makyaj, toplumsal ve cinsel muharebede kişiye güç katan bir savaş boyasına dönüşmüş durumda. Ancak makyajın sihirli bir maske işlevi görebilmesi için, altta yatan yüzü geçersiz kılmak yerine pekiştirmesi ve yoğunlaştırması, yüzün yapısını, işlevini ve özelliklerini vurgulaması gerekir. Herhangi bir kadın dergisinin tavsiye edeceği gibi, gözlere ve ağıza özel bir önem verilmeli. Böylelikle, yüzün yerine sahte bir görünüş geçirmektense, bağlantı kurma gücü pekiştirilmiş olacaktır."
Asırlarca birlikte yaşadığımız atların kaybedilişinin hemen ardından arabaların yeryüzünü sarması ve neticede ortaya büyük bir kaosun çıkması da yazarın hassas noktasıdır. Yürümekten, hareketten uzak bir yaşamın insanın tüm ruhsal ihtiyaçlarının önünde dev bir duvar olacağını, sırf bu yüzden bile ölümünün acılı olacağını şu şaşırtıcı hatırlatmayla yapıyor: "Batı şiirinin en temel ritmi olan ve bir kısa bir uzun heceden oluşan iambos ölçüsünün, binlerce yıl birlikte yaşadığımız atların yürürken çıkardıkları dı-gıdık dı-gıdık sesinden kaynaklandığı söylenir. Bedenimiz hareket ettiğinde, zihnimiz de harekete geçerek yaratmaya başlamıştır. Bu da bize hareketin ve onun meydana getirdiği ivmenin önemli olduğunu gösteriyor; sadece fiziksel olarak değil, duygusal, entelektüel, manevi ve özellikle müziksel açıdan da."
Kitabını son bölümünde kendi hayalini anlatan Elizabeth Farrelly'e hemen hemen birçok konuda -yer yer şaşkınlıkla- katılmak mümkün. Önsözünde belirttiği gibi bir tespit kitabı Mutluluğun Sakıncaları. Keşke kitabın hayalden sonraki bölümü de bir sonuç, bir teklif üzerine olsaydı. Bu kitabın en azından geçen yılları, günleri, anları süzme daveti olduğunu belirtmek isterim. Mutluluk ve haz peşinde koşmak insanın ruhunu bitirecek kadar sakıncalı şeylerdir. Bunlar yerine sanat, ahlak, sevgi ve güzellik peşinde koşmak ise harikulade bir yaşam için yeterlidir. Fakat bunlara nasıl kavuşacağız? Bu gerçekleri ne zaman sahici bir biçimde konuşabileceğiz? Umutsuz bir kapanış olabilir:
"Bu semiz kalelerin, rahatlık kozasına sarınmış bu imparatorlukların içinde hızla köreliyoruz. Yeterince uyarılmadığımız için, bir kafesin içindeki şempanzeler gibi davranmaya başlıyoruz. Mızmız, bezgin ve depresif bir hal alıyoruz. Alışveriş yapıyor, satın alıyor, yiyoruz. Ya da ikame benliklerimizi –yani arabalarımızı, çocuklarımızı ve evlerimizi– besleyip büyütüyoruz. Tüm bunlar, gezegenimizin yakın gelecekte bile altından kalkamayacağı ölçüde, ekolojik ayak izimizi genişletiyor. Çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz. Geleceği yağlarla ve koruyucu maddelerle yeniden yapılandırılmış bir şekilde, önceden ısıtılmış ve suçluluk duygusuyla işlenmiş bir tabakta sunuyoruz onlara.”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Jiddu Krishnamurti
"Sahip olmaya önem veren kişiler, yapmaya ya da olmaya önem verenlere kıyasla daha az özgürdürler."
- William James
Çağımız hem bir şeylerden şikâyet etme hem de o şikâyet ettiklerimizden vazgeç(e)meme, maruz kalma, icbar edilme çağı. Ses ve sözün önemini yitirdiği, gözün nice çirkinlikler arasından güzellikleri yakalamakta başarılı olmasının güçleştiği zamanlardayız. Tam bir mutluluk da, güçlü bir mutsuzluk da sonunda bize türlü etiketlerin ya da hastalıkların yapışmasına sebep olabiliyor. Sonsuz bir enerjiyle koşturan iş arkadaşımızın enerjisi bizi rahatsız edebiliyor, öte yandan gün boyunca suratı asık bir insana baktıkça da enerjimiz 'düş'ebiliyor. Neşeyle lakaytlığı birbirine karıştırıp, ciddiyeti hiç tebessüm ed(e)meyen bir mizaca sahip olmak sanıp ve bunlarla gurur duymak 'doğal' oluyor. Tüm bu zikzaklı iş, hayat, ev, yol, kariyer, evlilik güzergâhlarında bir türlü yakalayamadığımız fenalıkları keşfetmek için Yeni Zelanda doğumlu mimar, yazar ve eleştirmen Elizabeth Farrely; Yapı Kredi Yayınları'nın yeni serisi XXI. Yüzyıl Kitapları arasından sesleniyor: Mutluluğun Sakıncaları.
Sanat Dünyamız ve Cogito dergilerinde çevirileri yayımlanan ve aynı zamanda Fransız filozof Emmanuel Levinas'tan da çeviriler yapan Erdem Gökyaran'ın son derece başarılı çevirisine dilimize kazandırılan Mutluluğun Sakıncaları, Şubat 2015'te çıktıktan sonra bir yıl içinde ikinci baskısını yapmıştı. 248 sayfalık bu kitapta, yabancı dillerden de okumalar yapabilenler için çok kuvvetli bir kaynakça mevcut. 8 bölümden oluşuyor Mutluluğun Sakıncaları. Arzu: Her Şeyi, Hemen İstemek, Güzellik: Ölümü Alt Etme Çabası, Güzelliğe Karşı: Çirkinlik Yoluyla Dürüstlük Arayışı, Bir Maske Olarak Ev, Şişmanlık ve Yuva, Doğa ve Kültür, Feminizm ve Geleceği Tüketmek, Çirkinlik: Arkifobi ve Siyaset, Bir Hayalim Var...
Farrely kitabının önsözünde gayet samimi bir şekilde 'merak etmeyin, içeride okuyacağınız ve suç gibi görünen modern tuzaklara ben de kapılıyorum' diyor. Bu yüzden tüm yazdıklarının birer 'durum tespiti' olarak nitelendiriyor. Her şeye rağmen "Sizin gibi ben de değişemiyorum. Soyut bir bilgi uğruna konfordan, rahatlıktan ve hazdan vazgeçemiyorum. Elimden gelmiyor." içtenliğiyle hem kendimizi çok zeki zannedip hem de birey veya toplum olarak akılsızca davranışlarımızı masaya yatırıyor. Son olarak kitabı yazma maksadını şöyle açıklıyor: "İnsan denen şu tuhaf mahlûkatın ne haltlar karıştırdığına en azından bir göz atmak istedim."
Batının ruhtan uzak maddi düşünce biçimine şiddetle karşı Farrelly. Sık sık bu 'hakikati' fark eden batılı psikologların ve bilim insanlarının kitaplarına, sözlerine başvuruyor, bazı karşılaştırmalar yapıyor. Mesela Yale Üniversitesi'nden psikolog Paul Bloom'un "Ruh diye bir şey yok ve tüm insan edimleri sadece beyin süreçlerinden ibaret" sözüne Arkansas Üniversitesi'nden psikolog Jesse Bering şu yanıtı veriyor: "Bilim asla tanrıyı susturamayacak."
Seçme özgürlüğü ve seçenek bolluğunun insanları yanlış şeyi istemeye götüren bir yolculuk olduğunu vurgulayan Farrelly, ahlâkın bizi erdemli birer insan olmaya teşvik ettiğini ve bunun için de ruhsal açlıkların dinmesi gerektiğini söylüyor. Bunun için de manevi tatminsizliğin yeni yaratımları açığa çıkaracağını ve dolayısıyla insanın manevi yolculuğunun hem dikey hem de yatay anlamda gelişeceğini belirtiyor. Tıpkı Mick Jagger'in "Satisfaction" adlı şarkısında söylediği gibi: "Tatmin olamıyorum. İyi ki."
Sanatın güzellik'ten de hakikati işaret edebilme'den de fersah fersah uzaklaşmasının, yani sanatın kaybettiği tüm bu hasletlerinin hem sanatçıyı hem de insanı devasa bir boşluğa sürüklediğinden bahseden yazar, Nietzsche'nin "Sanat, hakikat karşısında helak olmayalım diye var" sözünü alıntılayarak gelinen noktayı Tom Stoppard'ın Travesties adlı oyununda Tristan Tzara karakterinin söyledikleriyle hatırlatıyor: "Sanatçının temel kaygısı, sanat yapmak değil artık. Hatta sanat yapan kişiye iyi gözle bakılmıyor. Günümüzde arka tarafını sergileyen biri de sanatçı olabilir pekala."
Kendi mesleği olan mimarlığın da tüm bu 'sanatsızlık'tan nasibi aldığını hiddetle vurgulayan Farrelly, The Hanging Man adlı absürt tiyatro oyununda mimar Edward Braff'in henüz tamamlanmamış son eseri (katedral) yeterince iyi olmayınca kendini astığını, oyundan çıkarılması gereken dersin de mimarların kendi işlerinin ne kadar umursadıkları üzerine olması gerektiğini söyler. İnsanın 'iyi biri' olması yolunda sanat, güzellik ve hakikat üzerine yapılacak sahici, yalın ve titiz çalışmaların gereklilikten çok şart olduğunu üstüne basa basa vurgulayan yazar günümüzün moda anlayışına da akılcı ve sert tepkiler gösterir:
"1910'da seksi gözükmek ahlaksızlık sayılırken, günümüzde seksi gözükmemek küçük düşürücü bir başarısızlık belirtisi olarak görülüyor. Kadınların çoğu ve erkeklerin bir kısmı için, boyanmadan dışarı çıkmak imkansız. Makyaj, toplumsal ve cinsel muharebede kişiye güç katan bir savaş boyasına dönüşmüş durumda. Ancak makyajın sihirli bir maske işlevi görebilmesi için, altta yatan yüzü geçersiz kılmak yerine pekiştirmesi ve yoğunlaştırması, yüzün yapısını, işlevini ve özelliklerini vurgulaması gerekir. Herhangi bir kadın dergisinin tavsiye edeceği gibi, gözlere ve ağıza özel bir önem verilmeli. Böylelikle, yüzün yerine sahte bir görünüş geçirmektense, bağlantı kurma gücü pekiştirilmiş olacaktır."
Asırlarca birlikte yaşadığımız atların kaybedilişinin hemen ardından arabaların yeryüzünü sarması ve neticede ortaya büyük bir kaosun çıkması da yazarın hassas noktasıdır. Yürümekten, hareketten uzak bir yaşamın insanın tüm ruhsal ihtiyaçlarının önünde dev bir duvar olacağını, sırf bu yüzden bile ölümünün acılı olacağını şu şaşırtıcı hatırlatmayla yapıyor: "Batı şiirinin en temel ritmi olan ve bir kısa bir uzun heceden oluşan iambos ölçüsünün, binlerce yıl birlikte yaşadığımız atların yürürken çıkardıkları dı-gıdık dı-gıdık sesinden kaynaklandığı söylenir. Bedenimiz hareket ettiğinde, zihnimiz de harekete geçerek yaratmaya başlamıştır. Bu da bize hareketin ve onun meydana getirdiği ivmenin önemli olduğunu gösteriyor; sadece fiziksel olarak değil, duygusal, entelektüel, manevi ve özellikle müziksel açıdan da."
Kitabını son bölümünde kendi hayalini anlatan Elizabeth Farrelly'e hemen hemen birçok konuda -yer yer şaşkınlıkla- katılmak mümkün. Önsözünde belirttiği gibi bir tespit kitabı Mutluluğun Sakıncaları. Keşke kitabın hayalden sonraki bölümü de bir sonuç, bir teklif üzerine olsaydı. Bu kitabın en azından geçen yılları, günleri, anları süzme daveti olduğunu belirtmek isterim. Mutluluk ve haz peşinde koşmak insanın ruhunu bitirecek kadar sakıncalı şeylerdir. Bunlar yerine sanat, ahlak, sevgi ve güzellik peşinde koşmak ise harikulade bir yaşam için yeterlidir. Fakat bunlara nasıl kavuşacağız? Bu gerçekleri ne zaman sahici bir biçimde konuşabileceğiz? Umutsuz bir kapanış olabilir:
"Bu semiz kalelerin, rahatlık kozasına sarınmış bu imparatorlukların içinde hızla köreliyoruz. Yeterince uyarılmadığımız için, bir kafesin içindeki şempanzeler gibi davranmaya başlıyoruz. Mızmız, bezgin ve depresif bir hal alıyoruz. Alışveriş yapıyor, satın alıyor, yiyoruz. Ya da ikame benliklerimizi –yani arabalarımızı, çocuklarımızı ve evlerimizi– besleyip büyütüyoruz. Tüm bunlar, gezegenimizin yakın gelecekte bile altından kalkamayacağı ölçüde, ekolojik ayak izimizi genişletiyor. Çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz. Geleceği yağlarla ve koruyucu maddelerle yeniden yapılandırılmış bir şekilde, önceden ısıtılmış ve suçluluk duygusuyla işlenmiş bir tabakta sunuyoruz onlara.”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Şiir bir tür manevi terapidir
Doğruyu Söylemek[1] adlı eserinde Michel Foucault, Parrhesia (apaçık doğruyu söylemek) kelimesinden ve tarihteki önemli örneklerinden bahseder. Hiçbir şeyi saklamadan kalbi ve zihni konuşma yoluyla başkalarına açmaktır Parrhesia. Yalnızca doğruları apaçık ifade etmek anlamıyla sınırlı değildir, söylendiğinde bir risk açığa çıkıyorsa o fiil gerçek bir Parrhesia’dır. Bu apaçık söyleme fiilini değerli kılan çok ciddi riskler taşımasıdır, ortaya çıkan tehlike ölüm bile olabilir.
Günümüzde edebiyat eleştirmenliğine bakınca Parrhesia gibi ciddi riskler içermemesine rağmen, sözü apaçık ve hakikatin ortasından söylemenin zorluklarıyla karşı karşıya kalındığını görüyoruz. Özellikle şiir eleştirisinde şahsi duygulardan beslenen, övgü-yergi seçeneksizliğinden kurtulamamış; bozup yıkan, yeniden yorumlayan, teknik ve içerik kısıtlamasından bir tık öteye bakmayı önemli saymayan bir yaklaşım çok yaygındır. Şiirde mevcut durum ve yeni sorunlar üzerine eleştirmenlerin ilgisini çekecek, onları bu alana yöneltecek herhangi bir saygınlık vaadi de maalesef ortada yok.
Bir şiirin yazıldığı zamana ait tüm verilerin şair, eleştirmen ve okur sayesinde açığa çıktığını düşünürsek, şiirin kendinde oluşturduğu duygunun peşine düşen okur ile şiirin biçiminden içeriğine, mevcut tüm tasarımını inceleyen eleştirmen arasında oldukça soğuk görünen bir mesafe vardır. Bu mesafe gittikçe büyümektedir. Okurun şiiri okuma-yorumlama biçimi nesnel olmayabilir. Peki eleştirmenin yaklaşımı nesnel midir? Nurullah Ataç, eleştirinin asla nesnel olmadığını savunur. “[Eleştirmen] kendi zevkini, kendi düşüncelerini, kendi duygularını söyleyen bir sanat adamıdır”[2]. Fakat eleştirmenin aşırı öznel tutumu onu, söylendiği gibi “eleştirmenlikten denemeciliğe” götürür. Özellikle izlenimci eleştirmenin kendi iç dünyasına ve tecrübelerine dönük eleştirileri de züppece bulunur ve haklı olarak sıkça eleştirilir. Eleştirmen, eleştiriyi (edebi metni) yalnızca kendi ideal dünyasını tanımlamak üzere kullanamaz.
Diğer yandan şiirin teknik ihtişamına, şiirsel tasarımına yönelen eleştirmenin “kibirli beyniyle” göstermeye niyetlendiği şey yaptırımlarla karşılaşabilir. “Kibirli beyin” Terry Eagleton’ın deyimiyle eleştirmen ve teorisyen bahsi açılınca kullanılan beylik tanımlardan biri sadece. Eğitim sisteminin çürük altyapısı sayesinde güçlenen bu görüş edebiyat fakültesi öğrencileri de dâhil olmak üzere sıradan okura kadar ulaşmış durumdadır. Özellikle edebiyat eğitiminde metne genellikle biçim teknikleri üzerinden, belirli görüşleri öne çıkararak yaklaşma tutumu son derece yanlış bir stratejidir.
Tam da bu sebeple günümüzde şiir eleştirisi eğitimini adeta yok olmaya yüz tutmuş bir zanaat gibi anarak "Şiir Nasıl Okunur?"a başlıyor Terry Eagleton. Kitap Eleştirinin İşlevleri, Şiir Nedir?, Biçimciler, Biçim Arayışı, Şiir Nasıl Okunur? ve Dört Doğa Şiiri olmak üzere 6 bölümden oluşmakta.
Eleştirinin İşlevleri’nde edebiyat kuramcılarını aklayarak başladığı sözüne Marksist eleştiri çerçevesinde sosyolojik ve toplumsal nedenleri yorumlayarak şiirde “deneyimin ölümü”nden “ünlü muğlaklık”a kadar birçok alanda görüş bildirerek devam ediyor. Eagleton’ın edebiyat teorisyenlerini aklarken referansları şöyle: “Gerçek şudur ki, neredeyse bütün önemli edebiyat teorisyenleri titiz bir yakın okumaya girişirler. Rus formalistlerinin Gogol veya Puşkin üzerine, Bahtin'in Rabelais üzerine, Adorno'nun Brecht üzerine, Benjamin'in Baudelaire üzerine, Derrida'nın Rousseau üzerine, Genette veya de Man'ın Proust üzerine, Hartman'ın Wordsworth üzerine, Kristeva'nın Mallarme üzerine, Jameson'ın Conrad üzerine, Barthes'ın Balzac üzerine, lser'in Henry Fielding üzerine, Cixous'nun Joyce üzerine, Hillis Miller'ın Henry James üzerine okumaları bunun bir dolu örneğinden yalnızca bazılarıdır.” (s.16)
Bu titiz, saygıdeğer ve başarılı okumanın sağlam temelini yine kendisi açıklar: “Aynı zamanda kendileri de edebi sanatçılardır. Edebiyat üzerine yorum yapma faaliyeti sırasında kendileri de edebiyat üretirler.” (s.16)
Eagleton, açık sözlü tavrı ve yerini bulan yargılarıyla şiir eleştirisine durum tespiti ve yorumdan sonra bolca şiir alıntısıyla devam ediyor. Kitabın başında ilginç bir tavır sergileyerek “deneyimi az olan okurlar kitabın 4. bölümünden okumaya başlayabilir” şeklinde tavsiyede bulunuyor. Bu tavsiyenin nedenini, anlayan ve anladıkça anlatanı daha az kibirli bulan bir kitleye de ulaşma niyeti şeklinde yorumlayabiliriz. İşin aslı ise, kitabı “teori” bilgisini arttırmak için eline alan edebiyat öğrencilerine, “yeni başlayan” şiir okurlarına yazarın şiirde biçimsel yaklaşımını göstermek olabilir. Çünkü şiirlerin Uyak, Sözdizimi, Noktalama özelliklerine değinirken İngiliz şiirinin genel özelliklerini tanımlar fakat bunları esas almaz.
“Şiir bütünüyle kendine has organik bir toplumdur, bir bütünlük ve uyum paradigmasıdır” (s.40) şeklinde şiiri tanımlarken metnin tıpkı toplumlardaki gibi hiyerarşisinden söz açar. Bazı katmanları egemen olan toplumlar gibi diğer yarısı başkalarının emri altındadır. Bu yönüyle her kelimenin değiştirilemez bir sağlamlıkta yeri sabittir. Şiirin kelimeleri değiştirildiğinde kaybedilen şiirsel yapısını dilin edebileşme sürecine bağlar. Edebileşme, dili gündelik halinden uzaklaştırarak okura karşı yabancılaştırmaktır. Bu yolla şiirsel dil kurulur. Fakat Eagleton’ın deyimiyle edebi dil gündelik dile sistematik bir şiddet uygular. Bu sebeple şiirde edebi dil tamamen göreceli bir kavramdır. Kültürden kültüre, toplumdan topluma değişkenlik gösterir. Dili aşırı derecede pragmatik ve araçsal hale gelmiş toplumlar genellikle biçimcidir ve fikirlerini evrensel bir şiir teorisi şeklinde sunarlar. Bu toplumsal düzende “Şiir, sözcükleri solmuş, konuşmaları da yiyecekleri kadar yavan ve lezzetsiz hale gelmiş ve deneyimleri sıkıcı bir şekilde rutinleşmiş modern kişiler nezdinde bir tür manevi terapidir.” (s.81)
Şiirsel tasarım şablonları, şiirin öne çıkarılan biçim özellikleri ile şiir eleştirisinde başvurulan kısıtlı teorilerin tamamen karşısında duran Eagleton, bir teorisyen olarak her şeyden önce içeriğe yönelir. Dünya görüşünün belirlediği bir eleştirel yaklaşımla edebi metinlere ait nedensel bağlantıları önemsediğinden; felsefe, tarih, siyaset, sosyoloji gibi geniş alanlar açarak şiirsel içeriği anlamlandırdığı kitabı "Şiir Nasıl Okunur?" daha önce Agora Kitaplığı’ndan yayımlanmıştı. Aynı çeviriyle Ayrıntı Yayınları’ndan 2015 Ekim’inde çıkan kitabı edebiyat öğrencilerinden, şiir teorisyenlerine, acemi okurdan şaire kadar edebiyatla her mesafeden ilgilisinin dikkatine sunuyoruz.
[1] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev .Kerem Eksen, (İstanbul: Ayrıntı yay., 2010)
[2] Nurullah Ataç, Söyleşiler, (İstanbul, YKY, 2007), s. 50-51
Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
Günümüzde edebiyat eleştirmenliğine bakınca Parrhesia gibi ciddi riskler içermemesine rağmen, sözü apaçık ve hakikatin ortasından söylemenin zorluklarıyla karşı karşıya kalındığını görüyoruz. Özellikle şiir eleştirisinde şahsi duygulardan beslenen, övgü-yergi seçeneksizliğinden kurtulamamış; bozup yıkan, yeniden yorumlayan, teknik ve içerik kısıtlamasından bir tık öteye bakmayı önemli saymayan bir yaklaşım çok yaygındır. Şiirde mevcut durum ve yeni sorunlar üzerine eleştirmenlerin ilgisini çekecek, onları bu alana yöneltecek herhangi bir saygınlık vaadi de maalesef ortada yok.
Bir şiirin yazıldığı zamana ait tüm verilerin şair, eleştirmen ve okur sayesinde açığa çıktığını düşünürsek, şiirin kendinde oluşturduğu duygunun peşine düşen okur ile şiirin biçiminden içeriğine, mevcut tüm tasarımını inceleyen eleştirmen arasında oldukça soğuk görünen bir mesafe vardır. Bu mesafe gittikçe büyümektedir. Okurun şiiri okuma-yorumlama biçimi nesnel olmayabilir. Peki eleştirmenin yaklaşımı nesnel midir? Nurullah Ataç, eleştirinin asla nesnel olmadığını savunur. “[Eleştirmen] kendi zevkini, kendi düşüncelerini, kendi duygularını söyleyen bir sanat adamıdır”[2]. Fakat eleştirmenin aşırı öznel tutumu onu, söylendiği gibi “eleştirmenlikten denemeciliğe” götürür. Özellikle izlenimci eleştirmenin kendi iç dünyasına ve tecrübelerine dönük eleştirileri de züppece bulunur ve haklı olarak sıkça eleştirilir. Eleştirmen, eleştiriyi (edebi metni) yalnızca kendi ideal dünyasını tanımlamak üzere kullanamaz.
Diğer yandan şiirin teknik ihtişamına, şiirsel tasarımına yönelen eleştirmenin “kibirli beyniyle” göstermeye niyetlendiği şey yaptırımlarla karşılaşabilir. “Kibirli beyin” Terry Eagleton’ın deyimiyle eleştirmen ve teorisyen bahsi açılınca kullanılan beylik tanımlardan biri sadece. Eğitim sisteminin çürük altyapısı sayesinde güçlenen bu görüş edebiyat fakültesi öğrencileri de dâhil olmak üzere sıradan okura kadar ulaşmış durumdadır. Özellikle edebiyat eğitiminde metne genellikle biçim teknikleri üzerinden, belirli görüşleri öne çıkararak yaklaşma tutumu son derece yanlış bir stratejidir.
Tam da bu sebeple günümüzde şiir eleştirisi eğitimini adeta yok olmaya yüz tutmuş bir zanaat gibi anarak "Şiir Nasıl Okunur?"a başlıyor Terry Eagleton. Kitap Eleştirinin İşlevleri, Şiir Nedir?, Biçimciler, Biçim Arayışı, Şiir Nasıl Okunur? ve Dört Doğa Şiiri olmak üzere 6 bölümden oluşmakta.
Eleştirinin İşlevleri’nde edebiyat kuramcılarını aklayarak başladığı sözüne Marksist eleştiri çerçevesinde sosyolojik ve toplumsal nedenleri yorumlayarak şiirde “deneyimin ölümü”nden “ünlü muğlaklık”a kadar birçok alanda görüş bildirerek devam ediyor. Eagleton’ın edebiyat teorisyenlerini aklarken referansları şöyle: “Gerçek şudur ki, neredeyse bütün önemli edebiyat teorisyenleri titiz bir yakın okumaya girişirler. Rus formalistlerinin Gogol veya Puşkin üzerine, Bahtin'in Rabelais üzerine, Adorno'nun Brecht üzerine, Benjamin'in Baudelaire üzerine, Derrida'nın Rousseau üzerine, Genette veya de Man'ın Proust üzerine, Hartman'ın Wordsworth üzerine, Kristeva'nın Mallarme üzerine, Jameson'ın Conrad üzerine, Barthes'ın Balzac üzerine, lser'in Henry Fielding üzerine, Cixous'nun Joyce üzerine, Hillis Miller'ın Henry James üzerine okumaları bunun bir dolu örneğinden yalnızca bazılarıdır.” (s.16)
Bu titiz, saygıdeğer ve başarılı okumanın sağlam temelini yine kendisi açıklar: “Aynı zamanda kendileri de edebi sanatçılardır. Edebiyat üzerine yorum yapma faaliyeti sırasında kendileri de edebiyat üretirler.” (s.16)
Eagleton, açık sözlü tavrı ve yerini bulan yargılarıyla şiir eleştirisine durum tespiti ve yorumdan sonra bolca şiir alıntısıyla devam ediyor. Kitabın başında ilginç bir tavır sergileyerek “deneyimi az olan okurlar kitabın 4. bölümünden okumaya başlayabilir” şeklinde tavsiyede bulunuyor. Bu tavsiyenin nedenini, anlayan ve anladıkça anlatanı daha az kibirli bulan bir kitleye de ulaşma niyeti şeklinde yorumlayabiliriz. İşin aslı ise, kitabı “teori” bilgisini arttırmak için eline alan edebiyat öğrencilerine, “yeni başlayan” şiir okurlarına yazarın şiirde biçimsel yaklaşımını göstermek olabilir. Çünkü şiirlerin Uyak, Sözdizimi, Noktalama özelliklerine değinirken İngiliz şiirinin genel özelliklerini tanımlar fakat bunları esas almaz.
“Şiir bütünüyle kendine has organik bir toplumdur, bir bütünlük ve uyum paradigmasıdır” (s.40) şeklinde şiiri tanımlarken metnin tıpkı toplumlardaki gibi hiyerarşisinden söz açar. Bazı katmanları egemen olan toplumlar gibi diğer yarısı başkalarının emri altındadır. Bu yönüyle her kelimenin değiştirilemez bir sağlamlıkta yeri sabittir. Şiirin kelimeleri değiştirildiğinde kaybedilen şiirsel yapısını dilin edebileşme sürecine bağlar. Edebileşme, dili gündelik halinden uzaklaştırarak okura karşı yabancılaştırmaktır. Bu yolla şiirsel dil kurulur. Fakat Eagleton’ın deyimiyle edebi dil gündelik dile sistematik bir şiddet uygular. Bu sebeple şiirde edebi dil tamamen göreceli bir kavramdır. Kültürden kültüre, toplumdan topluma değişkenlik gösterir. Dili aşırı derecede pragmatik ve araçsal hale gelmiş toplumlar genellikle biçimcidir ve fikirlerini evrensel bir şiir teorisi şeklinde sunarlar. Bu toplumsal düzende “Şiir, sözcükleri solmuş, konuşmaları da yiyecekleri kadar yavan ve lezzetsiz hale gelmiş ve deneyimleri sıkıcı bir şekilde rutinleşmiş modern kişiler nezdinde bir tür manevi terapidir.” (s.81)
Şiirsel tasarım şablonları, şiirin öne çıkarılan biçim özellikleri ile şiir eleştirisinde başvurulan kısıtlı teorilerin tamamen karşısında duran Eagleton, bir teorisyen olarak her şeyden önce içeriğe yönelir. Dünya görüşünün belirlediği bir eleştirel yaklaşımla edebi metinlere ait nedensel bağlantıları önemsediğinden; felsefe, tarih, siyaset, sosyoloji gibi geniş alanlar açarak şiirsel içeriği anlamlandırdığı kitabı "Şiir Nasıl Okunur?" daha önce Agora Kitaplığı’ndan yayımlanmıştı. Aynı çeviriyle Ayrıntı Yayınları’ndan 2015 Ekim’inde çıkan kitabı edebiyat öğrencilerinden, şiir teorisyenlerine, acemi okurdan şaire kadar edebiyatla her mesafeden ilgilisinin dikkatine sunuyoruz.
[1] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev .Kerem Eksen, (İstanbul: Ayrıntı yay., 2010)
[2] Nurullah Ataç, Söyleşiler, (İstanbul, YKY, 2007), s. 50-51
Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)