Romanın son notunda belirtildiği gibi, Georges Perec'in okuyucuya bir karakter yoluyla mı yoksa doğrudan kendi sesiyle mi seslendiği belirsiz olan bir roman Uyuyan Adam. 105 sayfalık kitap, modern insanın ezilmişliğini, yozlaşmışlığını, tükenmişliğini açık açık ifade ediyor. "İnsan ne harikulade bir buluş. Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir." gibi tabiri caizse hikmetli sözlerle bir ruhtan bahsediyor Perec, keşfedilmesi gereken bir ruhtan. Fakat insanın bu keşiften ne kadar uzak kaldığını da şöyle anlatıyor: "Sürprizsiz yaşam. Güvenliktesin. Uyuyor, yiyor, yürüyor, yaşamayı sürdürüyorsun, tıpkı gamsız bir araştırmacının labirentinde unuttuğu bir laboratuvar faresi gibi; sabah akşam, hiç yanılmadan, hiç duraksamadan yemliğin yolunu tutan, önce sola, sonra sağa dönen, bulamaç halindeki günlük yem miktarını almak için kırmızı kenarlı bir pedala iki defa basan bir laboratuvar faresi gibi."
Düğünlerimizde çokça kullanılan "Ne o? Oturmaya mı geldik?" sözünü insanın dünyadaki hâliyle irtibatlandırarak "Uyumaya mı geldik?" şeklinde değiştirsek ne cevap verebiliriz? Belki bir hadis-i şerif bize yardımcı olabilir: İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar. Birçok tasavvuf erbabını etkilemiş ve hayatına yön vermiş hadislerden biridir bu ve Perec'in Türk okuyucusunu etkileme sebeplerinden biri de bana kalırsa tıpkı hikmet ehlinin yaptığı gibi nasılları değil nedenleri sorgulamasıdır. Okuyucuyu bu derin sorgulamalardan uzak tutarak direkt sonuçla meşgul ediyor Perec. Sonuç odaklı metinler desem ayıp etmiş olmam diye düşünüyorum. Buyurun:
"Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de, bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak,düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış, lanetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. Her şey öngörüldü, her şey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı, büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap ,bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini etna’ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır. Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çoktan tutuldu."
Bir insan bu çağda özgürlüğü nerede arar? Bir hafta sonu istediği yere gitmek, günün herhangi bir saati aklındaki yerde sevdikleriyle eğlenmek, dünya mutfaklarının tüm lezzetlerini tatmak özgürlük müdür? Yalnızca bu kadar mı? Sadece bunlar mı? Bu yazının başlığı da kitaptan bir sözdür ve modern insanın özgürlüğü işte bu kadardır. Bir inek gibi tepişir eğlenirken ve istediği olmazken, bir istiridye gibi kapanır ve yalnız kendini düşünür, bir fare gibidir topluma taşıma araçlarında oradan oraya sürüklenirken.
Uyumakla başlatıyor serüveni Perec bize bu serüveni anlatırken uyumakla uyumamak arasında bile kayıtsız kalındığını, korkan, sönük, silik bir tipin uykusunun bile olmadığını şu cümleyle anlatıyor: "Uyumuyorsun, ama uyku artık gelmeyecek. Uyanık değilsin ve hiç uyanmayacaksın. Ölü değilsin ve ölüm bile seni kurtarmayacak."
Bir de unutan, unuttuğunu zanneden, hafızasız insanlar var. Onlara da şöyle diyor: "Zamanı unutur gibi yapabildin, geceleyin yürüyüp gündüz uyuyabildin: Ama onu hiçbir zaman tamamen aldatamadın."
Modern insanın sabırsızlığı, sürekli panik hâlinde oluşu, dost sohbetinde bulunamayışı, sürekli yapmak zorunda olduğu şeylerle yapamadığı şeyler arasında kalışı, umut ve tutku adına hiçbir şey düşünmeyişi hakkında da Perec'in söyledikleri şöyle: "Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte. Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında, her seferinde yalnız kalıyorsun, yardımdan yoksun, şaşkın ya da afallamış, umutsuz, sabırsız."
Kitabın sonunda okuyucuya bir çare yok. Tam aksine gerçeği fısıldıyor yazar: "Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın."
Sadece bir karakter, belki o bile değil, Perec çok şey anlatıyor. Öyle ki hem birey okuması, hem toplum okuması, hem de dünya ahvalini o yıllardan bu yıllara taşıyan şeyleri daha iyi görebilmek için belki de tekrar tekrar okunabilir bir kitap. Gerçekle yüzleşmek acı veriyor ama bu acı, belki harekete geçirebilecek bir acı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
13 Nisan 2016 Çarşamba
12 Nisan 2016 Salı
"Gerisi Hikâye"lerde kalmasın
Necdet Subaşı’na sosyal bilimci dersek haksızlık etmiş olur muyuz? Sanmıyorum, ama eksik bir beyanda bulunduğumuz açık. Bu eksiklik, hocanın sosyal bilimciliğinin değerlendirilmesine yönelik iyi ya da kötü tarzda atıf yapılmamasından kaynaklı değil. Eksiklik, bizzat sosyal bilimlerin kurumsallaşma süreçleri ile alakalı bir durum. Her ne kadar burası, bu hikâyeyi anlatmanın yeri olmasa da, sosyal bilimlere dair özet bir değerlendirme, Necdet Subaşı’nın gerek akademik çalışmalarından sonra gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden oluşan sırasıyla “Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar” kitaplarındaki kaygıyı gerekse de bu kitapların sonuncusu ve aynı kaygının bir ürünü olarak raflarda yerini alan “Gerisi Hikâye”yi daha anlaşılır kılacaktır.
Sosyal bilimler, kapitalist dünya-ekonomisinin gerilimlerini gözlerden saklamaya ve kontrol altında tutmaya yönelik geliştirilen bilgi yapıları içerisinde kurumsallaşmış bir alandır. Bu bilgi yapıları içerisinde sosyal bilimler, zamanla oluşan ve iki kültür diyebileceğimiz doğa ve beşeri kültür arasında sıkışıp kalmıştır. Bilim kültürü, doğrunun ve olgusal olanın kavranmasına yönelik bilginin eksenel ağırlığının doğa bilimlerinde kurumsallaşmasıyken karşıt kutbunda beşeri kültür de iyi ve güzel bilgiye ulaşmayı amaçlamaktaydı. Bu iki kültür arasına sıkışan sosyal bilim de, iki kültürün arasındaki kavrayışlara meydan okuyan gelişmelere tepki olarak ortaya çıktı ve disiplinlere ayrıldı. Bir tarafta nomotetik yöntemleri benimseyerek bilim kültürüne yakın duran iktisat, siyaset ve sosyoloji; diğer tarafta idiografik yöntemleri benimseyerek beşeri kültüre yakın duran tarih, antropoloji ve oryantalizm adı altında Şark incelemeleri.
Subaşı’nda, sosyal bilimlere sirayet eden bu çatışmanın izlerini görmek mümkündür. Özellikle akademide yürüttüğü çalışmalarının başında gelen “din”in sosyoloji (doğa bilimlerindeki Newtoncu kabullerin sosyal dünyaya aktarılması ile dünyayı deterministik ve ampirik yolla kavramaya çalışan pozitivizmin etkisinde) literatüründe toplumsal bir olgu şeklinde ele alınmasına karşı çıkmıştır. Bu tavrını toplumbilim alanında yeni çalışmalarla da destekleyerek Rönesans ve Aydınlanma ile bilimsellik adı altında getirilmeye çalışılan tanımlamaların yetersiz ve yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ona göre din, aşkın bir varlığın ürünüdür ve bunu hâl olmaktan çıkartılarak gündelik hayatın fenomeni haline getirilmeye çalışılan bir din ile hemhal olan modern insanın anlaması zor bir durumdur.
Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği toplumuna yabancılaşmadan ele almış olsa da; bunları iyi su böreği yapan annesi ya da ona her daim dualar eden babasıyla konuşamayacak, üzerine birkaç kelam edemeyecekse neye yarardı bunca telaşe, kime faydası vardı bütün bu yapıp etmelerin? Osmanlı Şeyhülislamı Molla Fenârî’nin soğuk medrese duvarlarından bıkması gibi Subaşı da akademinin bu cansız ve ruhsuz yapısından, toplumla ilişkisizliğinden bunalmıştı. Değişik dil dünyaları arasında gezmeyi öğrenmiş, babası, annesi, akrabaları, hısım ve akranlarının kıyısında şehirle kontak kurmayı seçmiş; ama bir yanını da memleket hikâyelerine teslim etmişti.
Böylece evrenselci bilimin nesnel verilere ulaşmak için tarafsızlık iddiasında olan araştırmacılarıyla yüklü akademinin soğuk duvarlarını aşan Subaşı, bir iş, bir sorumluluk üzerine yola çıkarak kaleme almış “Gerisi Hikâye”yi. Bizim adımıza değil bizle birlikte konuşmuş, diğerleri gibi güzelim çayı porselen bardakta verip tadını da tadımızı da bozmamıştı. Bu yönüyle, akademik çalışmalarının dışında kalan diğer kitapları (“Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar”) ile aynı kaygının, telaşenin mahsulü olarak onlarla da bir bütünlük arz etmiş, eksik kalan parçayı tamamlamıştır. 4 Haziran 2014’ten 28 Eylül 2015’e değin aralıklarla yazdığı 52 hikâyeden oluşan “Gerisi Hikâye”de yaşadıklarını tüm içtenliği ile daha da yaşanabilir bir hayata duyduğu özlemle aktarmış; kendi tanıklıklarını dile getirdiği hikâyelerinde aktörlerle didişmeden, zaman ve coğrafya yerine hisse ve anlama yoğunlaşarak bir zihniyet analizinde bulunmuş Subaşı. “Gerisi Hikâye”, çoğunlukla geçmişten bahsediyor; içinde Subaşı’nın kendini vurduğu yolların geçtiği köylere, şehirlere ve dağlara gidiyor; annesinden ve babasından söz ediyor; ne yapıp edip lafı eşine, çocuklarına getiriyor; onları, birlikte tanıdığı dünyalarıyla, dostları ve ilgileriyle günümüze taşıyordu. Yeni kuşaklara, hâla birer imge ya da metafor olarak gelen pek çok şeyin kendi hayatında sahici birer “şey” olduğunu hatırlatmak istiyordu. Bunu o kadar açık bir şekilde yapıyordu ki, dikkatli bir takipçi, sürek avına çıkar gibi isterse onun hikâyelerinde aradığını bulabilir ve pusuya yatmış bir avcı gibi onu itiraflarında vurabilirdi. Olsun, utanılacak bir şey yoktu; çünkü yanlış yaşanmamıştı hayat. Belki de maharet, zor olsa da, perdeleri kaldırabilmekteydi.
Hikâyeleri etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor kitabında Subaşı; ama anlattığı yaşanmamış bir hikâyenin tasarısı olmaktan ziyade bizzat yaşadıkları, yaşadıklarımızdan başka da bir şey değildi. Nerede, her kimle olursa olsun edindiği insanlık hikâyelerini, kendi insanlık durumumuzu restore edebilsin diye çocukluğuyla, gençliğiyle, birliktelikleriyle, bugünüyle kaleminden damıtarak içtenlikle işlemiş kağıda.
Herkesin bir gündeminin, takip ettiği bir hikâyesinin, dikkat kesildiği bir ajandasının olduğunu söyleyen Subaşı, kendini içinde bulduğu dinin halk ve aydınlar katında nasıl şekil aldığını, işlendiğini ve dahil olduğu gerçekliğini akademik çalışmalarından bu yana hep gündeminin birinci maddesi olarak tutmuş ve “Gerisi Hikâye”de de güçlü bir edebiyat damarıyla farklı açılardan işlemiştir.
Necdet Subaşı’nın hikâyesini okuduktan sonra “Tacir ile İfrit Öyküsü” geldi aklıma. İfritle olan serüvenini anlatan tacire Şeyhin dediği gibi “Vallahi! Senin inancın büyük bir inançmış. Öykün de öylesine olağanüstü ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, düşünceye saygı duyanlar için üzerinde durulmaya değer bir konu olurdu!”
Eğer, Subaşı’nın hikâyesi için tek bir yorum yeterli kabul edilseydi, Şeyhin tacire söylediklerinden daha ötesi olabilir miydi? Şayet, kaygı veren dünyamızda düşünebilen varsa!
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
* Bu yazı daha önce İhtimal Dergisi'nin 2. sayısında (Mart-Nisan 2016) yayımlanmıştır.
Sosyal bilimler, kapitalist dünya-ekonomisinin gerilimlerini gözlerden saklamaya ve kontrol altında tutmaya yönelik geliştirilen bilgi yapıları içerisinde kurumsallaşmış bir alandır. Bu bilgi yapıları içerisinde sosyal bilimler, zamanla oluşan ve iki kültür diyebileceğimiz doğa ve beşeri kültür arasında sıkışıp kalmıştır. Bilim kültürü, doğrunun ve olgusal olanın kavranmasına yönelik bilginin eksenel ağırlığının doğa bilimlerinde kurumsallaşmasıyken karşıt kutbunda beşeri kültür de iyi ve güzel bilgiye ulaşmayı amaçlamaktaydı. Bu iki kültür arasına sıkışan sosyal bilim de, iki kültürün arasındaki kavrayışlara meydan okuyan gelişmelere tepki olarak ortaya çıktı ve disiplinlere ayrıldı. Bir tarafta nomotetik yöntemleri benimseyerek bilim kültürüne yakın duran iktisat, siyaset ve sosyoloji; diğer tarafta idiografik yöntemleri benimseyerek beşeri kültüre yakın duran tarih, antropoloji ve oryantalizm adı altında Şark incelemeleri.
Subaşı’nda, sosyal bilimlere sirayet eden bu çatışmanın izlerini görmek mümkündür. Özellikle akademide yürüttüğü çalışmalarının başında gelen “din”in sosyoloji (doğa bilimlerindeki Newtoncu kabullerin sosyal dünyaya aktarılması ile dünyayı deterministik ve ampirik yolla kavramaya çalışan pozitivizmin etkisinde) literatüründe toplumsal bir olgu şeklinde ele alınmasına karşı çıkmıştır. Bu tavrını toplumbilim alanında yeni çalışmalarla da destekleyerek Rönesans ve Aydınlanma ile bilimsellik adı altında getirilmeye çalışılan tanımlamaların yetersiz ve yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ona göre din, aşkın bir varlığın ürünüdür ve bunu hâl olmaktan çıkartılarak gündelik hayatın fenomeni haline getirilmeye çalışılan bir din ile hemhal olan modern insanın anlaması zor bir durumdur.
Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği toplumuna yabancılaşmadan ele almış olsa da; bunları iyi su böreği yapan annesi ya da ona her daim dualar eden babasıyla konuşamayacak, üzerine birkaç kelam edemeyecekse neye yarardı bunca telaşe, kime faydası vardı bütün bu yapıp etmelerin? Osmanlı Şeyhülislamı Molla Fenârî’nin soğuk medrese duvarlarından bıkması gibi Subaşı da akademinin bu cansız ve ruhsuz yapısından, toplumla ilişkisizliğinden bunalmıştı. Değişik dil dünyaları arasında gezmeyi öğrenmiş, babası, annesi, akrabaları, hısım ve akranlarının kıyısında şehirle kontak kurmayı seçmiş; ama bir yanını da memleket hikâyelerine teslim etmişti.
Böylece evrenselci bilimin nesnel verilere ulaşmak için tarafsızlık iddiasında olan araştırmacılarıyla yüklü akademinin soğuk duvarlarını aşan Subaşı, bir iş, bir sorumluluk üzerine yola çıkarak kaleme almış “Gerisi Hikâye”yi. Bizim adımıza değil bizle birlikte konuşmuş, diğerleri gibi güzelim çayı porselen bardakta verip tadını da tadımızı da bozmamıştı. Bu yönüyle, akademik çalışmalarının dışında kalan diğer kitapları (“Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar”) ile aynı kaygının, telaşenin mahsulü olarak onlarla da bir bütünlük arz etmiş, eksik kalan parçayı tamamlamıştır. 4 Haziran 2014’ten 28 Eylül 2015’e değin aralıklarla yazdığı 52 hikâyeden oluşan “Gerisi Hikâye”de yaşadıklarını tüm içtenliği ile daha da yaşanabilir bir hayata duyduğu özlemle aktarmış; kendi tanıklıklarını dile getirdiği hikâyelerinde aktörlerle didişmeden, zaman ve coğrafya yerine hisse ve anlama yoğunlaşarak bir zihniyet analizinde bulunmuş Subaşı. “Gerisi Hikâye”, çoğunlukla geçmişten bahsediyor; içinde Subaşı’nın kendini vurduğu yolların geçtiği köylere, şehirlere ve dağlara gidiyor; annesinden ve babasından söz ediyor; ne yapıp edip lafı eşine, çocuklarına getiriyor; onları, birlikte tanıdığı dünyalarıyla, dostları ve ilgileriyle günümüze taşıyordu. Yeni kuşaklara, hâla birer imge ya da metafor olarak gelen pek çok şeyin kendi hayatında sahici birer “şey” olduğunu hatırlatmak istiyordu. Bunu o kadar açık bir şekilde yapıyordu ki, dikkatli bir takipçi, sürek avına çıkar gibi isterse onun hikâyelerinde aradığını bulabilir ve pusuya yatmış bir avcı gibi onu itiraflarında vurabilirdi. Olsun, utanılacak bir şey yoktu; çünkü yanlış yaşanmamıştı hayat. Belki de maharet, zor olsa da, perdeleri kaldırabilmekteydi.
Hikâyeleri etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor kitabında Subaşı; ama anlattığı yaşanmamış bir hikâyenin tasarısı olmaktan ziyade bizzat yaşadıkları, yaşadıklarımızdan başka da bir şey değildi. Nerede, her kimle olursa olsun edindiği insanlık hikâyelerini, kendi insanlık durumumuzu restore edebilsin diye çocukluğuyla, gençliğiyle, birliktelikleriyle, bugünüyle kaleminden damıtarak içtenlikle işlemiş kağıda.
Herkesin bir gündeminin, takip ettiği bir hikâyesinin, dikkat kesildiği bir ajandasının olduğunu söyleyen Subaşı, kendini içinde bulduğu dinin halk ve aydınlar katında nasıl şekil aldığını, işlendiğini ve dahil olduğu gerçekliğini akademik çalışmalarından bu yana hep gündeminin birinci maddesi olarak tutmuş ve “Gerisi Hikâye”de de güçlü bir edebiyat damarıyla farklı açılardan işlemiştir.
Necdet Subaşı’nın hikâyesini okuduktan sonra “Tacir ile İfrit Öyküsü” geldi aklıma. İfritle olan serüvenini anlatan tacire Şeyhin dediği gibi “Vallahi! Senin inancın büyük bir inançmış. Öykün de öylesine olağanüstü ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, düşünceye saygı duyanlar için üzerinde durulmaya değer bir konu olurdu!”
Eğer, Subaşı’nın hikâyesi için tek bir yorum yeterli kabul edilseydi, Şeyhin tacire söylediklerinden daha ötesi olabilir miydi? Şayet, kaygı veren dünyamızda düşünebilen varsa!
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
* Bu yazı daha önce İhtimal Dergisi'nin 2. sayısında (Mart-Nisan 2016) yayımlanmıştır.
11 Nisan 2016 Pazartesi
Parkalı, anonim, haki yeşil şiirler
"Sonra biz dağ başlarında apansız kurşunlanan
Süresiz baş dönmesiyiz çok garip adamların."
- Edip Cansever, Başım Dönüyor İkimizden
Bahar geldi, çiçekler açtı, rüzgâr lezzetli esiyor enfes kokuyor. Şaka yapıyorum. Baharın nereye geldiğiyle nasıl geldiği çok önemli. Bakın şair ne diyor: "Anı biriktirmeyi huy edinmiş diyorlar / desinler sen bak onlara sen bana bakma / bu bir yardım çağrısıdır sen bana / baharın gelişi kaçaydı bana / erkenden açan yalancı çiçekler dökülürüm / bakma."
Özgür Ballı, Türkçenin tüm esnekliğini konuşma diliyle dizelere dökmüş bir şair. Önce ilk kitabı "İronika"'yla şimdi de "Ben Seni Sonra Ararım"la dünyaya, kendi kurduğu dünyasından sesleniyor. Bu dünyada gördüğü tüm yamuklukların altını oyup okuyucuyu da sorumluluk sahibi ediyor. Alıyor karşısına okuyucuyu şair, bir bir anlatıyor gördüklerini. Gösterdiği ve işaret ettiği mevzuları hayatından içinden çıkartıp ayıklayabiliyor muyuz? Çoğu zaman hayır. Şiir burada devreye giriyor. İnsana, insan olmaklığının nasıl müthiş bir şey olduğu hatırlatıyor, bir kez daha ve bir kez daha.
"Aklımın Akımları" ve "İkinci Eski" adıyla iki bölüme ayrılıyor kitap, toplam yirmi sekiz şiir var. İlk bölümde de ikinci bölümde de hem şiirlerin isimlerinden hem de dizelerdeki Türkçeyi kullanma sınırını zorlamasından şairin bir kelime yontucusu olduğunu söylemek mümkün. Olmadık anlarda olmadık cambazlıklarla, kelimelere ikinci bir gözle bakmamızı sağlıyor. Tek.rar, B/ölümlü Şiir, Buradan Acınız gibi şiirler bilhassa şiir yolunun başındaki şairler ve okuyucular için kelimeye, anlama, dizeye ve kurguya farklı bir adresten yaklaşmayı sağlayacaktır. Bu yazıya Edip Cansever'in dizeleriyle epigraf seçtim zira Özgür Ballı adının bende Edip Cansever'i çağrıştıran bazı hususiyetleri var. Şiirlerinde insanın muhakkak olması, kelime ve harf eğip bükme, virgülden uzak ritmli dizeler ve güzel şiir isimleri. Cansever'in "Bu Gemi Ne Zamandır Burada" şiiri "Belki yarın gidecek / bir anı gelecek bir başka anının yerine / insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine" dizeleriyle biter. Özgür Ballı'nın "Arial 12 Punto" adlı şiirinin sonu bana bu şiiri hatırlatmıştır. O da şöyle bitirir şiirini: "Başlarda soğuk ama insan alışıyor / insan alışıyor yokluğun her türüne / şimdi bu dizeden sonra hiçbir dize yazmasam."
Günümüz hayatının tam içinden geçiyor Özgür Ballı şiiri. Ben Seni Sonra Ararım bu yüzden önemli bir kitap. 2010 sonrası için çok önemli bir kitap. Malum; plaza insanları, Türkçenin içine İngilizce'nin karıştırılması (yedirilmesi) ve elbette sadece işte kalmayıp eve de taşınan toplantılar. İşte Toplantı Tutanakları şiirinden bir kıta:
"Bu adamın bu toplantıda ne işi var allahım
Yarısı ingilizce olan saçma sapan diyaloglarda
Kalabalık olmak için tek kişi yetiyordu
- "You are the man" adamım -
Bana mı dediniz bayım, bayım deyince atay
Aklımdan geçenleri şimdi suratınıza çat diye
Müdürüm şakasına gülününce kendini iyi hissediyordu
- You are a shining star -"
Aslında bu şiir yeniden okunmalı, birileri tarafından söylenmeli ve muhakkak üzerine bir şeyler yazılmalı. Evet, hedef gösteriyorum. Çünkü sinematografik boyutları olan -oh my god- bir şiir. Okuyanına o dili aşılıyor ve derdi çözümlemek kolay oluyor. Keşan'a giden bir Rizelinin aniden Trakya aksanına geçmesi gibi. Film gibi: "Düşünsenize Yozgat diye bir yer var / orada yaşayan insanlar orada bir kitapçı / o kitapçıda sevdiği şairin kitaplarına bakan kız."
İkinci yeni şairleriyle ve şiirleriyle polemiğe giren bir şair Özgür Ballı. Cemal Süreya da nasibini alıyor bundan. Mesela Süreya'nın "Üvercinka" şiirinden sonra "Nerede Kalmıştık" şiirine bir bakalım:
"- Güvercin kadından üvercinka aklın güzelliğine gel
Gel burası ikinci yeni boyu geçmiyor gel
Şiir sokakta şimdi, önünde duruyorlar, kötü davranıyorlar
Makyajlı, yüksek topuklu, mini etekli gel,
Gel bacakları kalın, kalçası geniş, memesi diri gel
Islık çalıp sokak geziyordum ağlıyordu gel
Gel bir konuş nesi varmış sen anlarsın gel -"
Müziği seven bir şairle karşı karşıyayız. Evgeny Grinko'nun Valse'i eşliğinde buyurun: "Gelirsen anahtar notaların altında / gelmezsen sen bilir / si."
Peki bunca deli ve dolu şiirler arasında bir babanın ölümü üzerine ne söyler şair diye sorarsanız, ben de size şu dizeleri sunarım:
"Yemedi yedirdi, giymedi giydirdi
Ölmemesi gerekirdi filmin orta yerinde
Babalar ölünce çiçek olur, pembeli
İnsanlar doğar büyür gerisini biliyorsunuz
Kaynar suyla yıkamıştık babamı sıcak kanlıydı
Neden böyle oldu sorusuna cevaplar arıyorum
Yüz senedir yaşayıp ölmeyen kötü adamlar var."
Kitabın en sevdiğim şiiri Like. Bu şiir sona saklanmış. Kitabı kapatırken akılda kalması, bilhassa son dönemde yaşadığımız ve maruz kaldığımız hadiseler hakkında konuşması, en önemlisi de bir siyaset programı gibi değil de halkın konuştuğu bir meclis gibi olması buna sebep diye düşünüyorum. Buyurun dizelere:
"Çünkü twitter'dan da yazdım hepinize lanet olsun
Çünkü twitter buna yarar, facebook'a feys deriz
Biz moderniz böyle siyah bantlar, kapak resimlerimiz
Teröre dur deriz, Atatürk'ü çok severiz, en birinci çıkarız
Siz deneyin yüzde yüz çalışıyor, çünkü gülmek
Bir halk gülüyorsa değil yüzde yüz garantiliyse gülmektir.
Çünkü ben müslümanım diyen bir milyon kişi bulabilirim
Ama gıkı çıkmayan, çocuklar öldürülürken gazze'de
Sokağa çıkmayan bir milyon, diz üstünde pek rahat."
Ben Seni Sonra Ararım'da bir adet düzyazı şiir, bir adet dergiden geri çekilmiş şiir örneği de bulabilirsiniz. Sürprizli bir kitap... Bu yazının başlığı kitabın en sevdiğim dizesidir. O bölüm şöyleydi: "Gençtik, canımız deli acıyordu / bir türkü tutturmuştuk hevesli içten / parkalı, anonim, haki yeşil."
Artık okuyucunun güzel kitapları, güzel şiirleri, güzel şairleri görebilmesini ümit ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Süresiz baş dönmesiyiz çok garip adamların."
- Edip Cansever, Başım Dönüyor İkimizden
Bahar geldi, çiçekler açtı, rüzgâr lezzetli esiyor enfes kokuyor. Şaka yapıyorum. Baharın nereye geldiğiyle nasıl geldiği çok önemli. Bakın şair ne diyor: "Anı biriktirmeyi huy edinmiş diyorlar / desinler sen bak onlara sen bana bakma / bu bir yardım çağrısıdır sen bana / baharın gelişi kaçaydı bana / erkenden açan yalancı çiçekler dökülürüm / bakma."
Özgür Ballı, Türkçenin tüm esnekliğini konuşma diliyle dizelere dökmüş bir şair. Önce ilk kitabı "İronika"'yla şimdi de "Ben Seni Sonra Ararım"la dünyaya, kendi kurduğu dünyasından sesleniyor. Bu dünyada gördüğü tüm yamuklukların altını oyup okuyucuyu da sorumluluk sahibi ediyor. Alıyor karşısına okuyucuyu şair, bir bir anlatıyor gördüklerini. Gösterdiği ve işaret ettiği mevzuları hayatından içinden çıkartıp ayıklayabiliyor muyuz? Çoğu zaman hayır. Şiir burada devreye giriyor. İnsana, insan olmaklığının nasıl müthiş bir şey olduğu hatırlatıyor, bir kez daha ve bir kez daha.
"Aklımın Akımları" ve "İkinci Eski" adıyla iki bölüme ayrılıyor kitap, toplam yirmi sekiz şiir var. İlk bölümde de ikinci bölümde de hem şiirlerin isimlerinden hem de dizelerdeki Türkçeyi kullanma sınırını zorlamasından şairin bir kelime yontucusu olduğunu söylemek mümkün. Olmadık anlarda olmadık cambazlıklarla, kelimelere ikinci bir gözle bakmamızı sağlıyor. Tek.rar, B/ölümlü Şiir, Buradan Acınız gibi şiirler bilhassa şiir yolunun başındaki şairler ve okuyucular için kelimeye, anlama, dizeye ve kurguya farklı bir adresten yaklaşmayı sağlayacaktır. Bu yazıya Edip Cansever'in dizeleriyle epigraf seçtim zira Özgür Ballı adının bende Edip Cansever'i çağrıştıran bazı hususiyetleri var. Şiirlerinde insanın muhakkak olması, kelime ve harf eğip bükme, virgülden uzak ritmli dizeler ve güzel şiir isimleri. Cansever'in "Bu Gemi Ne Zamandır Burada" şiiri "Belki yarın gidecek / bir anı gelecek bir başka anının yerine / insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine" dizeleriyle biter. Özgür Ballı'nın "Arial 12 Punto" adlı şiirinin sonu bana bu şiiri hatırlatmıştır. O da şöyle bitirir şiirini: "Başlarda soğuk ama insan alışıyor / insan alışıyor yokluğun her türüne / şimdi bu dizeden sonra hiçbir dize yazmasam."
Günümüz hayatının tam içinden geçiyor Özgür Ballı şiiri. Ben Seni Sonra Ararım bu yüzden önemli bir kitap. 2010 sonrası için çok önemli bir kitap. Malum; plaza insanları, Türkçenin içine İngilizce'nin karıştırılması (yedirilmesi) ve elbette sadece işte kalmayıp eve de taşınan toplantılar. İşte Toplantı Tutanakları şiirinden bir kıta:
"Bu adamın bu toplantıda ne işi var allahım
Yarısı ingilizce olan saçma sapan diyaloglarda
Kalabalık olmak için tek kişi yetiyordu
- "You are the man" adamım -
Bana mı dediniz bayım, bayım deyince atay
Aklımdan geçenleri şimdi suratınıza çat diye
Müdürüm şakasına gülününce kendini iyi hissediyordu
- You are a shining star -"
Aslında bu şiir yeniden okunmalı, birileri tarafından söylenmeli ve muhakkak üzerine bir şeyler yazılmalı. Evet, hedef gösteriyorum. Çünkü sinematografik boyutları olan -oh my god- bir şiir. Okuyanına o dili aşılıyor ve derdi çözümlemek kolay oluyor. Keşan'a giden bir Rizelinin aniden Trakya aksanına geçmesi gibi. Film gibi: "Düşünsenize Yozgat diye bir yer var / orada yaşayan insanlar orada bir kitapçı / o kitapçıda sevdiği şairin kitaplarına bakan kız."
İkinci yeni şairleriyle ve şiirleriyle polemiğe giren bir şair Özgür Ballı. Cemal Süreya da nasibini alıyor bundan. Mesela Süreya'nın "Üvercinka" şiirinden sonra "Nerede Kalmıştık" şiirine bir bakalım:
"- Güvercin kadından üvercinka aklın güzelliğine gel
Gel burası ikinci yeni boyu geçmiyor gel
Şiir sokakta şimdi, önünde duruyorlar, kötü davranıyorlar
Makyajlı, yüksek topuklu, mini etekli gel,
Gel bacakları kalın, kalçası geniş, memesi diri gel
Islık çalıp sokak geziyordum ağlıyordu gel
Gel bir konuş nesi varmış sen anlarsın gel -"
Müziği seven bir şairle karşı karşıyayız. Evgeny Grinko'nun Valse'i eşliğinde buyurun: "Gelirsen anahtar notaların altında / gelmezsen sen bilir / si."
Peki bunca deli ve dolu şiirler arasında bir babanın ölümü üzerine ne söyler şair diye sorarsanız, ben de size şu dizeleri sunarım:
"Yemedi yedirdi, giymedi giydirdi
Ölmemesi gerekirdi filmin orta yerinde
Babalar ölünce çiçek olur, pembeli
İnsanlar doğar büyür gerisini biliyorsunuz
Kaynar suyla yıkamıştık babamı sıcak kanlıydı
Neden böyle oldu sorusuna cevaplar arıyorum
Yüz senedir yaşayıp ölmeyen kötü adamlar var."
Kitabın en sevdiğim şiiri Like. Bu şiir sona saklanmış. Kitabı kapatırken akılda kalması, bilhassa son dönemde yaşadığımız ve maruz kaldığımız hadiseler hakkında konuşması, en önemlisi de bir siyaset programı gibi değil de halkın konuştuğu bir meclis gibi olması buna sebep diye düşünüyorum. Buyurun dizelere:
"Çünkü twitter'dan da yazdım hepinize lanet olsun
Çünkü twitter buna yarar, facebook'a feys deriz
Biz moderniz böyle siyah bantlar, kapak resimlerimiz
Teröre dur deriz, Atatürk'ü çok severiz, en birinci çıkarız
Siz deneyin yüzde yüz çalışıyor, çünkü gülmek
Bir halk gülüyorsa değil yüzde yüz garantiliyse gülmektir.
Çünkü ben müslümanım diyen bir milyon kişi bulabilirim
Ama gıkı çıkmayan, çocuklar öldürülürken gazze'de
Sokağa çıkmayan bir milyon, diz üstünde pek rahat."
Ben Seni Sonra Ararım'da bir adet düzyazı şiir, bir adet dergiden geri çekilmiş şiir örneği de bulabilirsiniz. Sürprizli bir kitap... Bu yazının başlığı kitabın en sevdiğim dizesidir. O bölüm şöyleydi: "Gençtik, canımız deli acıyordu / bir türkü tutturmuştuk hevesli içten / parkalı, anonim, haki yeşil."
Artık okuyucunun güzel kitapları, güzel şiirleri, güzel şairleri görebilmesini ümit ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
1 Nisan 2016 Cuma
Bireyi gerçeğine çağırma uğraşı
Türk öyküsünü mesele edeceksek, günümüz öyküsüne kuram olarak hem de öykünün asgari şartlarını yerine getirmekte başarılı Necip Tosun’u öncelemekten geri durmamalıyız. Tosun’un anlatıcı olarak öyküye giriş tarihi 1983 senesidir. İlk
öyküsü “Yangın” ismini taşımaktadır. Tosun’un öykü ve kuramla olan mesaisini
göz önüne alıp konuşacaksak, Tosun’un karnesi sağlam ve mütevazıdır.
Sağlamlığı tarafımdan/tarafımızdan şu şekilde kabul görmektedir; 1998’de çıkan Küller ve Uçurumlar (Hece Yayınları), 2005’de çıkan Otuzüçüncü Peron (Hece Yayınları) öyküye dair örneklemelerimiz olacaktır. Sağlıklı ve sağlam bir şiirin ana arterlerinden bahsettiğimizde sırtımızı dönemediğimiz eleştiri, öykü konusunda meydana çıkıp efelenmektedir. Efelenmesi hakkıdır, bu hakkı gören Tosun, öykünün sağlıklı yollarını ararken eleştiri konusunda da çalışmalar yürütmüştür. Bu çalışmalar hem dönemini aydınlatmış hem de sonrasındaki kuşağa ve günümüze sağlam öykünün asgari şartlarını anlatmıştır. Anlatıcının öykü eleştirisi konusundaki mesaisi 1990 yılında başlamış olup, Modern Öykü Kuramı kitabı 2011 yılında Hece Yayınları'ndan çıkıp, öyküye dair mesaisi olan öykücülerin başucu kitabı olma görevini görmektedir.
Toplum olarak düzgün ve akışında mani olmayan meseleleri açıklamak için şiir gibi akıyor veya su gibi berrak ifadelerini kullanırız. Şiir konusunda dil muazzam önemlidir ancak dilin bir sınırı ve zaman aşımı vardır. Öyküde bu tarife uymak zorundadır ancak öyküdeki kronolojik oluşum şiire göre farklıdır. Cümleler, ifadeler, anlam uzundur. Anlatıcı bu kronolojik sistematiği yerine oturturken dile azami özen göstermelidir. Eğer göstermezse kaybeder. Ya kazanır ya da kaybeder değil. Kaybeder. Tosun, okuyucuya gelirken kronolojik sırayı öncelemiyor. Kronolojik sıra modern anlatımın içinde ana unsur olarak değil, tali unsurlar olarak eritiliyor. Bu konudaki başarı modern öyküden haberdar oluşunu işaret ediyor. Anlatıcı modern kurama ve kronolojik sıralamaya hâkimse dil konusundaki başarı oranı yüksek olacaktır. Başarının bir diğer unsuru da öyküde olması gereken ‘anlam’ meselesidir. İçi boş, öyküdeki kof teklifler öyküsü dil konusunda başarısızlığa iter. Tosun, modern öyküye yaklaşarak, klasik öyküdeki kronolojik sıraya teslim olmayarak ve öyküsünde anlamı öncelediği için ana unsur olan dil kuvvetlidir. Başarı yüksektir ve düşmemektedir.
Kuvvet kazanan dil, anlam ile birleştiğinde anlamda boğulmayan, tökezlemeyen bir yapı kazanıyor. Okur, öyküyle yüzleştiğinde ayrıntı denizinde boğulmuyor. Öykü, okuyucuyu sersemletmiyor. Bu anlatıcının öykü konusunda kolaya kaçtığını göstermez. Aksine, anlatıcı muntazam bir şekilde hüviyet kazanmış olan öyküyü sağlam bir dil ve açık anlatımla okura sunuyor. Öykü başlıyor, kronoloji tali unsurlar olarak yerini alıyor, ana unsur olan dil yanına anlam unsurunu alıp, okuyucu sağ kroşenin ne olduğunu o zaman öğreniyor. Anlatıcı, okuru oyuna getirmiyor ancak öykü anlatıcının. Hikâyeler, bazen istediğimiz gibi veya düşündüğümüz gibi sonuçlanmaz. Okuyucu geriye yaslanır, anlatıcının kroşesinin etkisinde, kendine gelmeye çalışır.
Toplumların istemese de yüzleşmesi gereken gerçekleri vardır. Gerçekler, 7’den 70’e her bireye tesir eder ve izler bırakır. Anlatmak topluma düşer fakat bu ihtiyacın hepsini karşılayamaz bu anlatılanlar. Farklı bir kanaldan, ağızdan dinlemek gerekir yoksa ağrısı hafiflemeyecektir.
“İçinde adını koyamadığı bir burukluk vardı. Bir yandan buralara yeniden kavuşmuş olmanın sevinci, diğer yanda da nereden başlayacağını, nasıl karşılanacağını bilememenin kaygısı. Ne diyecekti. Her şeyi sizin için yaptık, ama birden ayağımız kaydı, düştük. Bir bakışa yakalandık. Ama o incitici oyun bitti.” [Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.32]
Anlatıcının öyküye konu ettiği kişi, bu ülkenin hangi tarafına koyarsanız koyun gerçeğidir. İdeolojisi, inancı, rengi ne olursa olsun. İnandığı, peşinden gittiği ve sonra düştüğü. Boşluklar, herhangi bir şekilde kani olduğumuz ve bize tanıdık gelen düşme hali. Yerin üstündeki ağır türbülans.
“Slogan attığı, cenaze törenlerine katıldığı yerlerden geçti.” [Otuzüçüncü Peron- Geçit-S.32]
Gidilen yerden döndüğünüzde, gidilen yeri ve olanı anlatmak güçtür. Bu güç durumu, desibeli artmış öfke ve merhamet karışımı bir insana has olan atom bombasıdır.
“Küçücük, tertemiz yürekleriyle her şeyi değiştireceklerini sanmışlar ama arkalarında titrek gölgeler, cam kırıkları ve büyük düşler bırakıp yitip gitmişlerdi.” [Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.33]
Anlatıcı, büyük düşleri geride bırakıp yitip gidenlerden midir, bu soruyu sorabiliriz ancak cevap verme lüksümüz yok. Şunu söyleyebiliriz; anlatıcı birçoğumuz gibi bu sendromu yaşamış adı hangi darbe olursa olsun anlatıcı yaşananlar karşısında zayiat vermiştir. Bu zayiat durumu, anlatıcıyı yaşanan zamana tanıklık etmeye çağırmış, anlatıcı ancak bu şekilde omzundaki yükü hafifletebilmiştir. Anlatıcı, zamanını anlatmak ve okuyucuya aktarmak konusunda güçlüdür. Korkuya kapılmadan ve sakınmadan bu gerçekleri ifade etmektedir. Okur olarak biz de yaşamaktayız.
“Biri bulvara, şehrin merkezine, diğeri otogara doğru uzanıyordu. Kaldığı ev ise tam karşıda, tepedeydi. Dik merdivenle çıkılan mahallesi karanlıklar içindeydi. Bu saatte ıslak ve kaygan merdivenleri çıkmayı göze alamazdı. Sağa doğru baktı. İnsanı rüyalara, umutlara, yolculuklara çağıran otogar ışıl ışıldı. Pek çok otobüs girip çıkıyordu. Hiçbir zaman yolcu olarak girmediği, hep tanıdığı tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna, otogara doğru yöneldi.” [Otuzüçüncü Peron-Ricat- S.49]
Anlatıcının zihnindeki kendine gelebilme, kendini bulabilme konusuna açıklık kavuşturmak istiyorsak ‘karanlık içinde olan ev’ ve ‘ışıl ışıl olan otogar’ ifadelerini seçip almalı ve masaya koymalıyız. Ev, sosyal ve toplumsal hayatımızda güveni ve emin olmayı ifade eder. Uzağa giden, uzak düşen her zaman evi önceler ve bu umutla hayata bağlanır. Ev umut demektir. Anlatıcı, evi tam aksi istikamete koymaktadır. Çünkü ‘eve giden merdivenler ıslak ve kaygandır’ gerçeği vardır. Anlatıcının ifadelerini masaya koyarken meseleye nesnel olarak bakmayın, cisim kazandırmayın. İçimizle/içinizle ilgili olsun bu cisim kazandırma. Kaçmak istediğimiz, yorulduğumuz bir benlik ve kendi oluşumuz var. Islak ve kaygan kendi oluşumuz. Anlatıcı, günümüzle aidiyet sorunu yaşayan toplumun sorununa işaret etmekte. Kendi oluşun, hastalıklı yanlarından kurtulabilmenin reçetesini yazıyor ve ekliyor ‘hep tanıdığı ve tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna’ unsurundan kurtuluşu da tanındığı ve tanınmadığı bir insan olarak gitmekte gösteriyor. Anlatıcıya göre, toplumsal kendi oluşun hastalıklı bu yönünden kurtulmanın ilk olmasa da son çaresi nesnel olarak değil kendi içinde ışıl ışıl bir otogar tespit edip gitmektir. Terki terk ederek terki terk.
Anlatıcının kronolojik öykü sistematiğini tali unsur olarak kullandığı ifade etmiştik. Modern öykü kuramı ışığında yapılan mesai sonunun nasıl biteceğini tahmin etme konusunda bizi yanıltıyor. “Otüzüçüncü Peron” isimli öyküde karakter hapisten çıkmıştır. Ancak karaktere, toplumdaki bireyler farklı biri gibi davranır. Taksici, manav, hatta anne dediği karakter bile kendisine ‘buyur bey’ diye hitap eder. Öykü garipleşir, okur olarak ana karakterin rüyada olduğunu düşünürsünüz ancak karakter uyanıktır. Ayrıntılar üzerinden okuru uyanık tutmaya çalışır. Karakter tam belgelerle sırrını ifşa edecekken, anlatıcı ortaya çıkar. Okurun ve karakterin deplasmanda olduğunu hatırlatarak, bir kedi miyavlamasını sebep kılar. İpuçları elinizden gider, okur tüh be der, karakter yoluna devam eder. Karakter, korkulu bir rüyaya kendi olarak dalar, kendi olarak uyanır. Bu karakterin bildiğidir. Yağmur yağmaktadır, gözlerini ovuşturarak uyanır ve elektrik direğine bakar. Direkteki afişte kendi fotoğrafı bulunmaktadır. Ana karakter, çifttir. Hem baba-hem oğuldur. Ayrım şuradadır, baba oğlunun geçmişini bilmemektedir, oğul babanın geçmişini bilmemektedir.
“Karşılaşmalar” öyküsünde anlatıcı ana karakteri, yan karakterin ölümü üzerine bir buluşmaya yönlendirir. Ana karakter, diğer yan karakterle ölen yan karakter üzerine buluşmalar sağlar ve ana karakter ölen karakterin ölü bulunduğu eve gider. Ana karakter ve yan ölü karakter ortak özellikleri kalp hastası olmaları, sürekli ceplerinde kalp ilacı taşımalarıdır. Yan ölü karakterin evine gittiğinde, ana karakter yan ölü karakterin nasıl öldüğü sorusuna cevap ararken, anlatıcı öyküdeki karakterlerin yerini değiştirir. Ölü yan karakter, ana karakter boyutuna geçer ve aslında yerde yatan ölü yan karakter değil, ana karakterdir. Ölen kendisidir. Zil çalar, kapıcı gelir. Yan ölü karakter ile ana karakter yer değiştirip, tek karakterde birleşmiştir. Tek ana karakter, zilin çalmasıyla düştüğü yerden kalkar, etrafa dağılan hapları toplar ve kapıyı açar. O esnada, ölen yan karakterin dinlemiş olduğu Bach müziği çalmaktadır. Kapıcı, bu ayki aidatı istemektedir.
Anlatıcının, karakterleri şekillendirmesi ve öyküde konumlandırması kuvvetlidir. Bu teknik, klasik öykünün bize sunmuş olduğu bir gerçeklik değildir. Modern öykü ve öykü kuramının öyküye dâhil olmasıyla başarıya kavuşup, kendine alan açmış bir tekniktir.
Modern şiir, şiir kuramı etkisinde ‘hikâyeleştirme ve romansılaştırma’ teorilerini kullanıp, şiirlerine yerleştirmektedir. Öyküde de, kuramın etkisi ile şiirin öyküye dâhil olmasından söz edebiliriz. Bu kaçınılmazdır çünkü kuram ve alanlar arasındaki etkiden bahsetmemek kuramdan, kavramlardan anlamadığınız anlamına gelir. Tosun’un öykülerinin dil sağlamlığından bahsetmiştik. Bu dil sağlamlığının önemli kazanımlarından birisi de öykülerdeki şiirselleştirmelerdir. Bu şiirselleştirmenin öncelenmesi, öyküyü sağlam kılmakta ve geçerliliğini artırmaktadır. Şunu diyebiliriz; Tosun, öykü kuramından ve öyküden anlıyor.
“Sararmış yaprakları toz içindeki çınarlara, her tarafı delik deşik olmuş asfalt yola bakarken, artık burada yaşamıyor olması içini rahatlatmıştı.” [Otuzüçüncü Peron- Sis Çanları-S.51]
“Rüzgâr, terden ıslanmış gömleğine, alnına, saçlarına çarpınca, kendini biraz daha rahatlamış hissetti. Tam da mevsimiydi. Hanımeli kokusu iskeleye kadar uzanan bu daracık sokağı doldurmuştu.” [Otuzüçüncü Peron-Aynalar ve Sırlar-S.7]
Anlatıcı, öykü girişlerinde şiirselleştirilmiş ifadeler kullanarak giriş yapıyor. Öykülerin ilerleyişinde bu şiirselleştirilme durumu devam ediyor.
“Üzerinde günler söndürülmüş birbir. Kimi yarım bırakılmış, kimi sonuna kadar içilmiş. Filtrelerinde ruj izleri, dudak kanamaları. Küllere boğulmuş izmaritler. İşte ömür bu; boşaltılmayı bekleyen bir kül tablası.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur- S.73]
“Bu yağmurlar hiç dinmeyeceğe benziyor.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]
“Her şey çürüyecek.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]
Örneklemlerimizle, savımızın doğrulunu kanıtlamaya çalıştık. Savlamamızı şöyle devam ettirebiliriz; Tosun şiirden anlıyor ve şiire öykü güzergâhında ikamet açarken bunu başarıyla yapıyor. Şiirselleştirmenin öyküye olan etkisi dozundadır, doz aşımı olmamaktadır. Öykü zayiat görmediği gibi, Tosun’un öyküsü güç kazanmakta ve ana unsur olan dil daha da güçlenip gideceği adrese doğru teyitli bir şekilde yola çıkmaktadır.
Yalnızlık, somurtan bir çocuk gibi karakterlerin yakasından çoğu zaman düşmez. Karakterlere atfedilen yalnızlık, kısmen günümüzle olan hesaplaşmaya karşılık gelmektedir. Karakterlerin geçmişleri, hatırları, sevinçlerinin bugüne dair sağlaması yapıldığında adres teyidi yapılamamaktadır. 180 Km hızla akan bir zaman vardır, karakterler kendi olarak kalmak isterler ancak mekânlar, insanlar, ifadeler, cümleler değişmektedir. Karakter, bu hızla değişime ayak uyduramamakta, şaşkınlık içerisinde olana bitene öfkelenmektedir. Öfkelenme ve şaşkınlık sonrasında sert bir yalnızlık olarak sonuca varmaktadır. Yalnızlık kavramı, anlatıcının öykülerinde bir anafor olmuştur. Karakterler ve anlatıcı yalnızlık ana imge olarak kabul etmekte ve vazgeçilmezler arasına koymaktadır.
“ ‘Yalnızım’ dedi, ‘sessiz bir oda olsun lütfen.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park Otel-S.75]
“Görevli bu sesi işitti ama duymamış gibi yaparak ‘Kimliğinizi almak zorundayım’ dedi, ‘Kayıt için gerekli’. ‘Yok’ diye cevapladı adam, ‘Kimliksizim.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park Otel-S.76]
Tosun’un öykülerinde sürekli yalnızlık, gitmek, geçmişe duyulan bir özlem vardır. Karakterler geçmiş olanın güzel hatırları ile birlikte yaşar bu yüzden uyum sorunu yaşarlar. Genel olarak hava kasvetli ve ‘sis’lidir ancak bu okuru boğmaz. Anlatıcı ile birlikte karakterin derdine çare arar. İlaç olmaya çalışır. Anlatıcının da teyit ettiği adres şudur; karakter üzerinden okurun toplumdaki çıkmazdan doğru istikameti bulabilmesidir. Bu yüzden otogarların ışıklarını örnekler. Örneklemeyi yaparken okurun zihnini bulandırmadan yapar. Çünkü kuram dil ve anlam unsurları üzerinden şekillenip, gitmek, yalnızlık, intihar, toplumsal sorumluluk meselelerini ön plana çıkarmaktadır. Karakter üzerinden, anlatıcı kaçmamaktadır. Sosyal toplumun, zaman karşısındaki tepe taklak oluşunu tespit etmekte, önermelerde bulunmaktadır. Necip Tosun bunları yaparken başarılı mıdır? Ziyadesiyle. Ne kadar anlatıcıdan kroşeler yesek de.
İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6
Sağlamlığı tarafımdan/tarafımızdan şu şekilde kabul görmektedir; 1998’de çıkan Küller ve Uçurumlar (Hece Yayınları), 2005’de çıkan Otuzüçüncü Peron (Hece Yayınları) öyküye dair örneklemelerimiz olacaktır. Sağlıklı ve sağlam bir şiirin ana arterlerinden bahsettiğimizde sırtımızı dönemediğimiz eleştiri, öykü konusunda meydana çıkıp efelenmektedir. Efelenmesi hakkıdır, bu hakkı gören Tosun, öykünün sağlıklı yollarını ararken eleştiri konusunda da çalışmalar yürütmüştür. Bu çalışmalar hem dönemini aydınlatmış hem de sonrasındaki kuşağa ve günümüze sağlam öykünün asgari şartlarını anlatmıştır. Anlatıcının öykü eleştirisi konusundaki mesaisi 1990 yılında başlamış olup, Modern Öykü Kuramı kitabı 2011 yılında Hece Yayınları'ndan çıkıp, öyküye dair mesaisi olan öykücülerin başucu kitabı olma görevini görmektedir.
Toplum olarak düzgün ve akışında mani olmayan meseleleri açıklamak için şiir gibi akıyor veya su gibi berrak ifadelerini kullanırız. Şiir konusunda dil muazzam önemlidir ancak dilin bir sınırı ve zaman aşımı vardır. Öyküde bu tarife uymak zorundadır ancak öyküdeki kronolojik oluşum şiire göre farklıdır. Cümleler, ifadeler, anlam uzundur. Anlatıcı bu kronolojik sistematiği yerine oturturken dile azami özen göstermelidir. Eğer göstermezse kaybeder. Ya kazanır ya da kaybeder değil. Kaybeder. Tosun, okuyucuya gelirken kronolojik sırayı öncelemiyor. Kronolojik sıra modern anlatımın içinde ana unsur olarak değil, tali unsurlar olarak eritiliyor. Bu konudaki başarı modern öyküden haberdar oluşunu işaret ediyor. Anlatıcı modern kurama ve kronolojik sıralamaya hâkimse dil konusundaki başarı oranı yüksek olacaktır. Başarının bir diğer unsuru da öyküde olması gereken ‘anlam’ meselesidir. İçi boş, öyküdeki kof teklifler öyküsü dil konusunda başarısızlığa iter. Tosun, modern öyküye yaklaşarak, klasik öyküdeki kronolojik sıraya teslim olmayarak ve öyküsünde anlamı öncelediği için ana unsur olan dil kuvvetlidir. Başarı yüksektir ve düşmemektedir.
Kuvvet kazanan dil, anlam ile birleştiğinde anlamda boğulmayan, tökezlemeyen bir yapı kazanıyor. Okur, öyküyle yüzleştiğinde ayrıntı denizinde boğulmuyor. Öykü, okuyucuyu sersemletmiyor. Bu anlatıcının öykü konusunda kolaya kaçtığını göstermez. Aksine, anlatıcı muntazam bir şekilde hüviyet kazanmış olan öyküyü sağlam bir dil ve açık anlatımla okura sunuyor. Öykü başlıyor, kronoloji tali unsurlar olarak yerini alıyor, ana unsur olan dil yanına anlam unsurunu alıp, okuyucu sağ kroşenin ne olduğunu o zaman öğreniyor. Anlatıcı, okuru oyuna getirmiyor ancak öykü anlatıcının. Hikâyeler, bazen istediğimiz gibi veya düşündüğümüz gibi sonuçlanmaz. Okuyucu geriye yaslanır, anlatıcının kroşesinin etkisinde, kendine gelmeye çalışır.
Toplumların istemese de yüzleşmesi gereken gerçekleri vardır. Gerçekler, 7’den 70’e her bireye tesir eder ve izler bırakır. Anlatmak topluma düşer fakat bu ihtiyacın hepsini karşılayamaz bu anlatılanlar. Farklı bir kanaldan, ağızdan dinlemek gerekir yoksa ağrısı hafiflemeyecektir.
“İçinde adını koyamadığı bir burukluk vardı. Bir yandan buralara yeniden kavuşmuş olmanın sevinci, diğer yanda da nereden başlayacağını, nasıl karşılanacağını bilememenin kaygısı. Ne diyecekti. Her şeyi sizin için yaptık, ama birden ayağımız kaydı, düştük. Bir bakışa yakalandık. Ama o incitici oyun bitti.” [Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.32]
Anlatıcının öyküye konu ettiği kişi, bu ülkenin hangi tarafına koyarsanız koyun gerçeğidir. İdeolojisi, inancı, rengi ne olursa olsun. İnandığı, peşinden gittiği ve sonra düştüğü. Boşluklar, herhangi bir şekilde kani olduğumuz ve bize tanıdık gelen düşme hali. Yerin üstündeki ağır türbülans.
“Slogan attığı, cenaze törenlerine katıldığı yerlerden geçti.” [Otuzüçüncü Peron- Geçit-S.32]
Gidilen yerden döndüğünüzde, gidilen yeri ve olanı anlatmak güçtür. Bu güç durumu, desibeli artmış öfke ve merhamet karışımı bir insana has olan atom bombasıdır.
“Küçücük, tertemiz yürekleriyle her şeyi değiştireceklerini sanmışlar ama arkalarında titrek gölgeler, cam kırıkları ve büyük düşler bırakıp yitip gitmişlerdi.” [Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.33]
Anlatıcı, büyük düşleri geride bırakıp yitip gidenlerden midir, bu soruyu sorabiliriz ancak cevap verme lüksümüz yok. Şunu söyleyebiliriz; anlatıcı birçoğumuz gibi bu sendromu yaşamış adı hangi darbe olursa olsun anlatıcı yaşananlar karşısında zayiat vermiştir. Bu zayiat durumu, anlatıcıyı yaşanan zamana tanıklık etmeye çağırmış, anlatıcı ancak bu şekilde omzundaki yükü hafifletebilmiştir. Anlatıcı, zamanını anlatmak ve okuyucuya aktarmak konusunda güçlüdür. Korkuya kapılmadan ve sakınmadan bu gerçekleri ifade etmektedir. Okur olarak biz de yaşamaktayız.
“Biri bulvara, şehrin merkezine, diğeri otogara doğru uzanıyordu. Kaldığı ev ise tam karşıda, tepedeydi. Dik merdivenle çıkılan mahallesi karanlıklar içindeydi. Bu saatte ıslak ve kaygan merdivenleri çıkmayı göze alamazdı. Sağa doğru baktı. İnsanı rüyalara, umutlara, yolculuklara çağıran otogar ışıl ışıldı. Pek çok otobüs girip çıkıyordu. Hiçbir zaman yolcu olarak girmediği, hep tanıdığı tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna, otogara doğru yöneldi.” [Otuzüçüncü Peron-Ricat- S.49]
Anlatıcının zihnindeki kendine gelebilme, kendini bulabilme konusuna açıklık kavuşturmak istiyorsak ‘karanlık içinde olan ev’ ve ‘ışıl ışıl olan otogar’ ifadelerini seçip almalı ve masaya koymalıyız. Ev, sosyal ve toplumsal hayatımızda güveni ve emin olmayı ifade eder. Uzağa giden, uzak düşen her zaman evi önceler ve bu umutla hayata bağlanır. Ev umut demektir. Anlatıcı, evi tam aksi istikamete koymaktadır. Çünkü ‘eve giden merdivenler ıslak ve kaygandır’ gerçeği vardır. Anlatıcının ifadelerini masaya koyarken meseleye nesnel olarak bakmayın, cisim kazandırmayın. İçimizle/içinizle ilgili olsun bu cisim kazandırma. Kaçmak istediğimiz, yorulduğumuz bir benlik ve kendi oluşumuz var. Islak ve kaygan kendi oluşumuz. Anlatıcı, günümüzle aidiyet sorunu yaşayan toplumun sorununa işaret etmekte. Kendi oluşun, hastalıklı yanlarından kurtulabilmenin reçetesini yazıyor ve ekliyor ‘hep tanıdığı ve tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna’ unsurundan kurtuluşu da tanındığı ve tanınmadığı bir insan olarak gitmekte gösteriyor. Anlatıcıya göre, toplumsal kendi oluşun hastalıklı bu yönünden kurtulmanın ilk olmasa da son çaresi nesnel olarak değil kendi içinde ışıl ışıl bir otogar tespit edip gitmektir. Terki terk ederek terki terk.
Anlatıcının kronolojik öykü sistematiğini tali unsur olarak kullandığı ifade etmiştik. Modern öykü kuramı ışığında yapılan mesai sonunun nasıl biteceğini tahmin etme konusunda bizi yanıltıyor. “Otüzüçüncü Peron” isimli öyküde karakter hapisten çıkmıştır. Ancak karaktere, toplumdaki bireyler farklı biri gibi davranır. Taksici, manav, hatta anne dediği karakter bile kendisine ‘buyur bey’ diye hitap eder. Öykü garipleşir, okur olarak ana karakterin rüyada olduğunu düşünürsünüz ancak karakter uyanıktır. Ayrıntılar üzerinden okuru uyanık tutmaya çalışır. Karakter tam belgelerle sırrını ifşa edecekken, anlatıcı ortaya çıkar. Okurun ve karakterin deplasmanda olduğunu hatırlatarak, bir kedi miyavlamasını sebep kılar. İpuçları elinizden gider, okur tüh be der, karakter yoluna devam eder. Karakter, korkulu bir rüyaya kendi olarak dalar, kendi olarak uyanır. Bu karakterin bildiğidir. Yağmur yağmaktadır, gözlerini ovuşturarak uyanır ve elektrik direğine bakar. Direkteki afişte kendi fotoğrafı bulunmaktadır. Ana karakter, çifttir. Hem baba-hem oğuldur. Ayrım şuradadır, baba oğlunun geçmişini bilmemektedir, oğul babanın geçmişini bilmemektedir.
“Karşılaşmalar” öyküsünde anlatıcı ana karakteri, yan karakterin ölümü üzerine bir buluşmaya yönlendirir. Ana karakter, diğer yan karakterle ölen yan karakter üzerine buluşmalar sağlar ve ana karakter ölen karakterin ölü bulunduğu eve gider. Ana karakter ve yan ölü karakter ortak özellikleri kalp hastası olmaları, sürekli ceplerinde kalp ilacı taşımalarıdır. Yan ölü karakterin evine gittiğinde, ana karakter yan ölü karakterin nasıl öldüğü sorusuna cevap ararken, anlatıcı öyküdeki karakterlerin yerini değiştirir. Ölü yan karakter, ana karakter boyutuna geçer ve aslında yerde yatan ölü yan karakter değil, ana karakterdir. Ölen kendisidir. Zil çalar, kapıcı gelir. Yan ölü karakter ile ana karakter yer değiştirip, tek karakterde birleşmiştir. Tek ana karakter, zilin çalmasıyla düştüğü yerden kalkar, etrafa dağılan hapları toplar ve kapıyı açar. O esnada, ölen yan karakterin dinlemiş olduğu Bach müziği çalmaktadır. Kapıcı, bu ayki aidatı istemektedir.
Anlatıcının, karakterleri şekillendirmesi ve öyküde konumlandırması kuvvetlidir. Bu teknik, klasik öykünün bize sunmuş olduğu bir gerçeklik değildir. Modern öykü ve öykü kuramının öyküye dâhil olmasıyla başarıya kavuşup, kendine alan açmış bir tekniktir.
Modern şiir, şiir kuramı etkisinde ‘hikâyeleştirme ve romansılaştırma’ teorilerini kullanıp, şiirlerine yerleştirmektedir. Öyküde de, kuramın etkisi ile şiirin öyküye dâhil olmasından söz edebiliriz. Bu kaçınılmazdır çünkü kuram ve alanlar arasındaki etkiden bahsetmemek kuramdan, kavramlardan anlamadığınız anlamına gelir. Tosun’un öykülerinin dil sağlamlığından bahsetmiştik. Bu dil sağlamlığının önemli kazanımlarından birisi de öykülerdeki şiirselleştirmelerdir. Bu şiirselleştirmenin öncelenmesi, öyküyü sağlam kılmakta ve geçerliliğini artırmaktadır. Şunu diyebiliriz; Tosun, öykü kuramından ve öyküden anlıyor.
“Sararmış yaprakları toz içindeki çınarlara, her tarafı delik deşik olmuş asfalt yola bakarken, artık burada yaşamıyor olması içini rahatlatmıştı.” [Otuzüçüncü Peron- Sis Çanları-S.51]
“Rüzgâr, terden ıslanmış gömleğine, alnına, saçlarına çarpınca, kendini biraz daha rahatlamış hissetti. Tam da mevsimiydi. Hanımeli kokusu iskeleye kadar uzanan bu daracık sokağı doldurmuştu.” [Otuzüçüncü Peron-Aynalar ve Sırlar-S.7]
Anlatıcı, öykü girişlerinde şiirselleştirilmiş ifadeler kullanarak giriş yapıyor. Öykülerin ilerleyişinde bu şiirselleştirilme durumu devam ediyor.
“Üzerinde günler söndürülmüş birbir. Kimi yarım bırakılmış, kimi sonuna kadar içilmiş. Filtrelerinde ruj izleri, dudak kanamaları. Küllere boğulmuş izmaritler. İşte ömür bu; boşaltılmayı bekleyen bir kül tablası.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur- S.73]
“Bu yağmurlar hiç dinmeyeceğe benziyor.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]
“Her şey çürüyecek.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]
Örneklemlerimizle, savımızın doğrulunu kanıtlamaya çalıştık. Savlamamızı şöyle devam ettirebiliriz; Tosun şiirden anlıyor ve şiire öykü güzergâhında ikamet açarken bunu başarıyla yapıyor. Şiirselleştirmenin öyküye olan etkisi dozundadır, doz aşımı olmamaktadır. Öykü zayiat görmediği gibi, Tosun’un öyküsü güç kazanmakta ve ana unsur olan dil daha da güçlenip gideceği adrese doğru teyitli bir şekilde yola çıkmaktadır.
Yalnızlık, somurtan bir çocuk gibi karakterlerin yakasından çoğu zaman düşmez. Karakterlere atfedilen yalnızlık, kısmen günümüzle olan hesaplaşmaya karşılık gelmektedir. Karakterlerin geçmişleri, hatırları, sevinçlerinin bugüne dair sağlaması yapıldığında adres teyidi yapılamamaktadır. 180 Km hızla akan bir zaman vardır, karakterler kendi olarak kalmak isterler ancak mekânlar, insanlar, ifadeler, cümleler değişmektedir. Karakter, bu hızla değişime ayak uyduramamakta, şaşkınlık içerisinde olana bitene öfkelenmektedir. Öfkelenme ve şaşkınlık sonrasında sert bir yalnızlık olarak sonuca varmaktadır. Yalnızlık kavramı, anlatıcının öykülerinde bir anafor olmuştur. Karakterler ve anlatıcı yalnızlık ana imge olarak kabul etmekte ve vazgeçilmezler arasına koymaktadır.
“ ‘Yalnızım’ dedi, ‘sessiz bir oda olsun lütfen.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park Otel-S.75]
“Görevli bu sesi işitti ama duymamış gibi yaparak ‘Kimliğinizi almak zorundayım’ dedi, ‘Kayıt için gerekli’. ‘Yok’ diye cevapladı adam, ‘Kimliksizim.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park Otel-S.76]
Tosun’un öykülerinde sürekli yalnızlık, gitmek, geçmişe duyulan bir özlem vardır. Karakterler geçmiş olanın güzel hatırları ile birlikte yaşar bu yüzden uyum sorunu yaşarlar. Genel olarak hava kasvetli ve ‘sis’lidir ancak bu okuru boğmaz. Anlatıcı ile birlikte karakterin derdine çare arar. İlaç olmaya çalışır. Anlatıcının da teyit ettiği adres şudur; karakter üzerinden okurun toplumdaki çıkmazdan doğru istikameti bulabilmesidir. Bu yüzden otogarların ışıklarını örnekler. Örneklemeyi yaparken okurun zihnini bulandırmadan yapar. Çünkü kuram dil ve anlam unsurları üzerinden şekillenip, gitmek, yalnızlık, intihar, toplumsal sorumluluk meselelerini ön plana çıkarmaktadır. Karakter üzerinden, anlatıcı kaçmamaktadır. Sosyal toplumun, zaman karşısındaki tepe taklak oluşunu tespit etmekte, önermelerde bulunmaktadır. Necip Tosun bunları yaparken başarılı mıdır? Ziyadesiyle. Ne kadar anlatıcıdan kroşeler yesek de.
İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6
27 Mart 2016 Pazar
Hayatla ve güncelle ilişkisi güçlü bir şiir bu
Günümüz insanı hadiseleri kavramak için genelde rasyonel bir düşünce ile hareket eder. Bu, akla dayalı, faydacı bir düşünce biçimi demektir. Bu düşünce biçimi ekonomiden, sosyolojiye, cinsellikten, sanata geniş bir skalada uygulanır. Aynı mantık modern unsurlar üzerinde uygulandığı vakit kendi içinde tutarlı, faydalı sonuçlar doğurur belki; fakat “eskiye”, geleneğe ait olana, bu düşünce biçimi ile yaklaşılırsa gündelik tabirle “çuvallamak” kaçınılmazdır.
Çünkü eskiler daha çok din ve metafiziğe göre düşünce üretmekte ve mantık yürütmektedir. Bu durumun en bariz örneği ise geleneksel Osmanlı şiirinde karşımıza çıkar. Bazı Cumhuriyet dönemi aydınları bu şiiri eşcinsel şiiri ilan etmiştir. Modern bir cinsiyet algısının oluşturduğu bu yaklaşımın durumu ne kadar ne kadar problemli ve sorunlu hale getirdiği ortadadır.
Fakat işin aslı şöyledir: Özellikle âşıkane şiirler yazılan gazel formunda, methedilen şahsın erkek olmasına özen gösteriliyordu. Eğer övülen şahıs kadın olsa bu defa şiirde önemli ölçüde bulunması aranan padişah, peygamber ve Allah’a uzanabilecek çağrışımları bir anda iptal olacaktı ki bu gibi çağrışımlar eski şiirin can damarını ve asıl hedefini oluşturan en önemli besleyici kaynaklarıdır.
Eskinin anlayış ve düşünce tarzını ıskalayan entelektüellerin tekdüze ve anlaşılamamakla suçladığı divan şiiri (bu durumda anlamadığı için kişinin kendisini suçlu hissetmesi gerekir aslında) ya da daha uygun ifade ile Osmanlı şiiri hakkında yapılan eleştiriler de orijinallikten uzak, klişe ve tekdüzedir. Yani sıkıcı olduğu söylenen edebiyata karşı geliştirilen eleştiri de oldukça sıkıcı ve basmakalıptır.
Divan şiirinin yüksek zümre edebiyatı olduğu, saray çevresi tarafından halkın anlamadığı bir dilde yapıldığı liseden beri bildiğimiz en basmakalıp ifadelerden biridir. Bu şiirde kunduracı Hûfi, mürekkepçi Enverî veya şekerci Kandî gibi okuma yazma bilmeyen esnaf zümresinden şairlerin oldukça başarılı eserler vermesi, bu kalıplaşmış, düşünce ve bilgi barındırmadan ifade edilen isnatları yıkmaya yeterdir herhalde. Sanırım bilinmezliğin verdiği korku ve korkunun getirdiği bir düşmanlık bu.
Ahmet Atilla Şentürk’ün yazdığı, Yapı Kredi Yayınları'nın neşrettiği Osmanlı şiir antolojisi, bu engelin aşılmasına yardımcı olacak önemli bir eser. Kitap, sade dili ve akıcı üslubuyla ve aynı zamanda yazarın ilginç yaklaşımları sayesinde zevkle okunuyor. İçindeki resimler ise bizi o dönem atmosferini teneffüs etme imkanı veriyor. Kitap bu yanıyla zamanda yolculuk yapmak gibi. Kitapta bu şiirin enteresan simaları seçilmiş. Bu şairlerin tezkireleri, önemli şiirleri, bu şiirler hakkında ön bilgiler ve bu şiirlerin tercüme ve şerhleri, bunun yanında beyitte geçen motiflerin, tiplerin, araç ve gereçlerin resimleri, beyitlerin işaret ettiği önemli olayları anlatan minyatürlerle kitap zenginleşmiş. Tüm bunlar, bizi şiirin yazıldığı dönemin atmosferine sokup şiire daha rahat nüfuz etmemizi sağlıyor.
Çünkü o dönem şiirini anlamak için yalnız eski kelimelerin Türkçe karşılığını bilmek yetmez şiirde geçen o unsurun o dönem itibari ile hangi anlamda kullanıldığı halkın muhayyilesinde nasıl bir yerde durduğunu da bilmek gerekir. Örnek verecek olursak Tâcîzâde Câfer Çelebi bir kasidesinde feleği ihtiyar bir güreşçiye, hilali de bu ihtiyar güreşçinin perçemine benzetmiştir.
Perçemidûr pîr-i küşt –gîr-î gerdûnun hilâl
Kim sepîd itmişdürür anı mürür-i mâh ü sâl
Şairin neden böyle dediğini bilmek için dönemin şartlarına gitmek, o atmosferi yaşamak gerekiyor. Devrin insanları yeryüzünde bulunan her şeyden eski olduğuna inandıkları ve insanların kaderi ile mücadele ettiği için feleği "pîr-i küştî gîr" yani ihtiyar pehlivana benzetirlermiş. Ayın beyaz bir perçeme benzetilmesinin sebebi ise bizi çok ilginç bir tarihi bilgi ve muhteşem bir hayal gücü ile karşı karşıya getiriyor. Osmanlılar, düşmanların yüreğine korku salmak ve daha rahat güreşebilmek için (eski Türk geleneklerine uygun olarak) güreşçilerin kafalarının kenarını ustura ile kazıtırlarmış. Sadece kafanın üstünde bir tutam saç uzatılırmış (kitapta bunu anlatan bir resim bulunuyor). İşte bu bir tutam perçemi şair yaşlı pehlivan olarak hayal ettiği feleğin üstündeki ay olarak yorumlamaktadır.
Kitapta başka örnekler de var: Günlük hayatta kaşlarına kurban olayım deyince, aklımıza kaş için kendini feda etmek anlamı gelir. Ama kitapta işin aslını öğreniyoruz. Kurban, yayların konulduğu deriden kılıftır. Kaşlar da biçimi itibariyle yaya benzetilir. Osmanlı şiirinin mantığını açık eden güçlü ve klasik bir örnektir bu.
Yine öküz gibi bakmak ifadesinin Arapçada öküz ‘bakar’ demek olduğu için deyimleştiğini bu kitaptan öğreniyoruz. Öpeyim de geçsin deyiminin hikayesi de ilginç: Renginden ötürü dudaklar yakuta benzetiliyor; yakut da o dönemde hastalar için macun yapımında kullanılıyor. Şairler de bu bağlantıyı kurmakta zorlanmıyor. Osmanlı Şiiri Antoloji bize işte böyle bir yolculuk vaat ediyor.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
Çünkü eskiler daha çok din ve metafiziğe göre düşünce üretmekte ve mantık yürütmektedir. Bu durumun en bariz örneği ise geleneksel Osmanlı şiirinde karşımıza çıkar. Bazı Cumhuriyet dönemi aydınları bu şiiri eşcinsel şiiri ilan etmiştir. Modern bir cinsiyet algısının oluşturduğu bu yaklaşımın durumu ne kadar ne kadar problemli ve sorunlu hale getirdiği ortadadır.
Fakat işin aslı şöyledir: Özellikle âşıkane şiirler yazılan gazel formunda, methedilen şahsın erkek olmasına özen gösteriliyordu. Eğer övülen şahıs kadın olsa bu defa şiirde önemli ölçüde bulunması aranan padişah, peygamber ve Allah’a uzanabilecek çağrışımları bir anda iptal olacaktı ki bu gibi çağrışımlar eski şiirin can damarını ve asıl hedefini oluşturan en önemli besleyici kaynaklarıdır.
Eskinin anlayış ve düşünce tarzını ıskalayan entelektüellerin tekdüze ve anlaşılamamakla suçladığı divan şiiri (bu durumda anlamadığı için kişinin kendisini suçlu hissetmesi gerekir aslında) ya da daha uygun ifade ile Osmanlı şiiri hakkında yapılan eleştiriler de orijinallikten uzak, klişe ve tekdüzedir. Yani sıkıcı olduğu söylenen edebiyata karşı geliştirilen eleştiri de oldukça sıkıcı ve basmakalıptır.
Divan şiirinin yüksek zümre edebiyatı olduğu, saray çevresi tarafından halkın anlamadığı bir dilde yapıldığı liseden beri bildiğimiz en basmakalıp ifadelerden biridir. Bu şiirde kunduracı Hûfi, mürekkepçi Enverî veya şekerci Kandî gibi okuma yazma bilmeyen esnaf zümresinden şairlerin oldukça başarılı eserler vermesi, bu kalıplaşmış, düşünce ve bilgi barındırmadan ifade edilen isnatları yıkmaya yeterdir herhalde. Sanırım bilinmezliğin verdiği korku ve korkunun getirdiği bir düşmanlık bu.
Ahmet Atilla Şentürk’ün yazdığı, Yapı Kredi Yayınları'nın neşrettiği Osmanlı şiir antolojisi, bu engelin aşılmasına yardımcı olacak önemli bir eser. Kitap, sade dili ve akıcı üslubuyla ve aynı zamanda yazarın ilginç yaklaşımları sayesinde zevkle okunuyor. İçindeki resimler ise bizi o dönem atmosferini teneffüs etme imkanı veriyor. Kitap bu yanıyla zamanda yolculuk yapmak gibi. Kitapta bu şiirin enteresan simaları seçilmiş. Bu şairlerin tezkireleri, önemli şiirleri, bu şiirler hakkında ön bilgiler ve bu şiirlerin tercüme ve şerhleri, bunun yanında beyitte geçen motiflerin, tiplerin, araç ve gereçlerin resimleri, beyitlerin işaret ettiği önemli olayları anlatan minyatürlerle kitap zenginleşmiş. Tüm bunlar, bizi şiirin yazıldığı dönemin atmosferine sokup şiire daha rahat nüfuz etmemizi sağlıyor.
Çünkü o dönem şiirini anlamak için yalnız eski kelimelerin Türkçe karşılığını bilmek yetmez şiirde geçen o unsurun o dönem itibari ile hangi anlamda kullanıldığı halkın muhayyilesinde nasıl bir yerde durduğunu da bilmek gerekir. Örnek verecek olursak Tâcîzâde Câfer Çelebi bir kasidesinde feleği ihtiyar bir güreşçiye, hilali de bu ihtiyar güreşçinin perçemine benzetmiştir.
Perçemidûr pîr-i küşt –gîr-î gerdûnun hilâl
Kim sepîd itmişdürür anı mürür-i mâh ü sâl
Şairin neden böyle dediğini bilmek için dönemin şartlarına gitmek, o atmosferi yaşamak gerekiyor. Devrin insanları yeryüzünde bulunan her şeyden eski olduğuna inandıkları ve insanların kaderi ile mücadele ettiği için feleği "pîr-i küştî gîr" yani ihtiyar pehlivana benzetirlermiş. Ayın beyaz bir perçeme benzetilmesinin sebebi ise bizi çok ilginç bir tarihi bilgi ve muhteşem bir hayal gücü ile karşı karşıya getiriyor. Osmanlılar, düşmanların yüreğine korku salmak ve daha rahat güreşebilmek için (eski Türk geleneklerine uygun olarak) güreşçilerin kafalarının kenarını ustura ile kazıtırlarmış. Sadece kafanın üstünde bir tutam saç uzatılırmış (kitapta bunu anlatan bir resim bulunuyor). İşte bu bir tutam perçemi şair yaşlı pehlivan olarak hayal ettiği feleğin üstündeki ay olarak yorumlamaktadır.
Kitapta başka örnekler de var: Günlük hayatta kaşlarına kurban olayım deyince, aklımıza kaş için kendini feda etmek anlamı gelir. Ama kitapta işin aslını öğreniyoruz. Kurban, yayların konulduğu deriden kılıftır. Kaşlar da biçimi itibariyle yaya benzetilir. Osmanlı şiirinin mantığını açık eden güçlü ve klasik bir örnektir bu.
Yine öküz gibi bakmak ifadesinin Arapçada öküz ‘bakar’ demek olduğu için deyimleştiğini bu kitaptan öğreniyoruz. Öpeyim de geçsin deyiminin hikayesi de ilginç: Renginden ötürü dudaklar yakuta benzetiliyor; yakut da o dönemde hastalar için macun yapımında kullanılıyor. Şairler de bu bağlantıyı kurmakta zorlanmıyor. Osmanlı Şiiri Antoloji bize işte böyle bir yolculuk vaat ediyor.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
23 Mart 2016 Çarşamba
Meğerse öyleymiş
"Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?"
- Kambur, 1992
"Kendi olmayanın hayatı da olmuyor mu yoksa?"
- Zamanın Farkında, 2011
"Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu?"
- Coşkuyla Ölmek, 2012
Ya çok uzun bir şiir ya da son dönem üzerine düşünceler. Ama kesinlikle bir roman değil. Şule Gürbüz bu defa Türkçe'yle arasındaki aşkı Türkiye'nin içindeki şiddetli geçimsizlikle birleştiriyor. Her ne kadar "İnsan hakkında ne anlatılabilir faraziye ve masaldan başka?" dese de, bize, bizi anlatıyor. Düştüğümüz hâli, düşüklüğümüzü, düşmüşlüğümüzü. Neticede dûnya diyoruz; dûn, yani alçak. İşte günümüz dünyasına Türkiye'den bakıyoruz "Öyle miymiş?"de. Yalanın çivisini sökmeye çalışsa da "Herkes birden asılsa şimdi yine de yalanın çivisini sökemez dünyadan" diyor yazar.
Tam olarak bölüm denmese de, "Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi?", "Hayır Demeden İtiraz", "Öyle Miymiş?" ve "Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum" gibi başlıklar altında insanı, toplumu, ülkeyi, içimizi ve dışımızı yargılamadan sorgulamadan anlatıyor Şule Gürbüz. Her anlatışında okuyucu da ona katılıp "Öyle miymiş?" diye soruyor. Bir Ara Güler fotoğrafını hatırlatırcasına mezar taşlarının da vaziyetimize şahitlik etmesini sağlıyor.
"Eskiler ağlayana, söyleyene, söylenene inanmazmış, acının sükûtuna ve dile gelmezliğine inanç tammış.... Aslında ne tenha bir yer burası. Bir söz, bir hakikat bütün dünyayı, milyarları dolaşıyor da ne bir sahip, ne bir göğüs kafesi buluyor sığınıp saklanacak... Bunca doğan, söylenen ıssızlığını ve yalnızlığını alamıyor toprağın, kabirler de, ah kabirler de olmasa, dünyanın tutunacak tek taşı da olmasa daha da kayardı her şey muhtemelen." [sf. 10-11]
Biz artık her şeyi yeniden ve yeniden sorgulayan, her şeyi bilen, her konu hakkında mutlaka yapacağı yorumlar olan, asla "bilmeyen" olmayan, "bilmiyorum" demeyen ve sık sık da haddini aşan birileri olduk. Kimliğimiz, aslımız, astarımız, ne olduğumuz belli değil. Biri olduk, bir olamadık. Ne büyüğümüze saygı, ne küçüğümüze sevgi, ne kendimize sadakat var artık. Asalet yitik, estetik bitik. Ahlak ve vicdan ise can çekişiyor. Bir büyüğün karşısında bağdaş kurmaktan uzak, bir büyüğe dil uzatacak kadar gafil olduk.
"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur" diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı" dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanının sorusunu, şu hikmetli sorusunu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" [sf. 14]
Yazdığı her kitabında önce kendine, sonra da okuyucusuna her fırsatta sorular yönelten bir yazar Şule Gürbüz. Düşünen ve düşündüren. Daha önceki müstesna kitapları arasında Kambur içimizdeki öfkeye, Zamanın Farkında arayışlarımıza, Coşkuyla Ölmek ise çıktığımız yolun sonuna dair bize birer fikir verdi türlü roman karakterleriyle. "Öyle miymiş?" ise bir günlük gibi. Her cümlesinde Türkiye, her paragrafında Türk insanı, her sayfasında Türk toplumu var. Geldiğimiz yer var, gitmekte olduğumuz yer var, bu iki yer arasındaki uzaklık Şule Gürbüz'ün hisleriyle acı bir şekilde aktarılıyor. Hastalıklı bireyin şifayı teknolojide ve bilimde arayışlarının boşa kulak atmaya varması üzerine de oldukça önemli tasvirleri var Gürbüz'ün.
"Sağlık, mideni ve diğer her şeyini hissetmemek ama onların işlerinin başında olması demekmiş, yaşamak da, yaşadığının farkında olmamakmış, öyle dediler, demeklerinde de böyle yaptılar. Yoksa zaten soluk nedir ki kesiliversin. Soluk sırf denizin dibinde mi kesilir bir müddet sonra, oksijen midir yaşatan insanı, herkes mi pozitif bilime böyle rabıtalı?" [sf. 67]
Ne bir geçmiş zaman ağıdı, ne şimdiki zaman romantizmi var kitapta. Her şey olduğu gibi. Yazar bize "Hakikaten öyle" dedirtiyor. Elbette her kitabında olduğu gibi yazarın aslında romandan bağımsız, kendiyle doğrudan alakalı olan ölüm vurgusu sürüyor. Bu ölüm vurgusunun yanında yaşamın alıp götürdükleri, yaşamın yorgunluğu, yaşamın insan/yazar üzerindeki savaşı da devam ediyor.
"Nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı benim tek derdim oldu. Dertlerin en temellisi, dertlerin en tedavisizi, tedavisi ölüm olanı, çaresi ölüm olanı geldi beni buldu. Bulduğuna da memnun oldu ki, bir daha hiçbir yere gitmedi. Ben hiçbir yere onsuz gidemedim. Nereye doğru hafiften kıpırdasam onu bavuluma serili, nereye uzansam onu az evvelden gelip yanı başıma serili buldum. Cam kenarında iken ben, o koridordua, masadayken ben, o çekmecede, olur da gülersem ben, o genzimde idi. Bir şeyi sevecek olsam, o itirazı olandı, otursam bahanesi olan, yatsam uykusu kaçandı, ben acıkırken o ağzını siliyor olurdu, ayakkabımı giyerken çekeceği sallayandı, ben başlarken kitabı bitiren, çıkarken inendi. Nasıl yaşanacak o biliyordu, yaşayamayarak diyecekti, onu da demiyordu." [sf. 90]
Yaşın ilerlemesiyle birlikte insanın kendini gittikçe daha yoğun sorgulaması, ne yaptığının bilincinde olup olmaması, geçim sıkıntısı, manevi ferahlık arayışı, hepsi ama hepsini Şule Gürbüz kendince, kendi hissiyatının süzgecinden geçirerek okuyucuya sunuyor. Bu sunuş, okuyucuya da aslında "Benim farkımda olduğum şeylerin sen de farkında mısın?" der gibi. Ama bu üslupla değil, geçmiş zamanın şimdiki zamanla harmanlanması eşliğinde bir yolculukla. İki koltuk var. Bazen yazar geçiyor cam kenarına bazen okuyucu. Görünen aynı fakat yorumlanan? Hep bir arayış. Bize hakikate dair bir şeyler söyleyen o güzel ruhu, ruhları arayış var kitapta.
"Ziyan olmayı hak ettim, ama onu da olamıyor gibiyim. Anladım ki, hayret sadece anlamadığıma. Bazısı boşuna "Rabbim hayretimi artır" demiyor, Rabbim anlamayışımızı artır, artır, hatta taşır, bu işler ve öbürleri çünkü anlayarak olmuyor, anlamayarak da olmuyor. Hiçbir şey hiçbir türlü olmuyor. Başka türlü olmuyor. Sır sırrına kapanıyor, arayan aradığıyla kalıyor. Neyse ki böyle oluyor, insanın sırrı da olmasa neyi olur başka?.. Bilerek detone olan, ayıplanayım diye ayıp işleyen ama yine de kim ve ne olduğunu söylemeyen Melâmî nerededir?" [sf. 165-166]
Ortada görünen bir gerçek de şu: Bugün insanları tasavvufa yönlendirme arzusuyla yanıp tutuşmuş yazarların ekseriyeti bir adres, bir istikamet göstermiyorlar, gösteremiyorlar. Sanki kendilerini ön plana atıp o asırlık yolların, yolcuların şifayab oldukları adreslerde hiç umut kalmamış gibi bir söylem tutturuyorlar. "Şifa bende" demek istiyorlar da demiyorlar gibi. "Kapıları yoklayın" diyorlar ama hangi kapılar yoklanmalı söylemiyorlar. Kapısız kalan bunca mevcudat arasında insan ne arayanlardan olabiliyor ne bulanlardan. Olamıyor insan.
"Ben de imrendim hep Hırka-i Şerif'deki evinde ayağını çatmış yazı yazan Hulusi Efendi'ye ya da sabah namazında secdede son nefesini veren Babanzâde'ye. Ama onların bulduğu sükûnu ben ne kadar aradıysam bulamadım, benden saklandı hep, gün oldu konyağa muhtaç yaşadım. İçimdeki sese bir ârâm veremedim. Hilye göstererek yangın durduranlar gibi ne gösterdimse onun yanmış hâline de dönüp bakan yine ben oldum. İsterdim hafif bir tebessümüm ve meşgalelerim olsun. Meşgaleye tutunmak, tutunarak düşmekti bildim, ama tebessüme mani yok. Sonra hatırladım ki Allah dünyadan "Ey hiçlik" diye bahsetti." [sf. 185]
"Acıyı keşfeden onunla eriyeceğine pahalıya satacağı bir şifa bulmuş oluyor, dert şifa diye satılıyor. Ama satmıyor da, süründürüyor. Âlimler insanı süründürüyor, tüm mistik ve mutasavvıflar süründürüyor, vermiyorlar, çünkü çok az, vermiyorlar, çünkü anca kendine bir hâle kurmaya yetecek bir tülleri değil tülbentleri var, vermiyorlar. Her anlamayandan kendi evlerini sağlamlaştıracak tuğla ediniyorlar. Sır, saklananın yok mertebesinde küçük ve kişiye mahsus olmasında, dağıtılmaya kalkıldığında düşecek çok küçük payın kimseye yetmemesinde. Sahibini yokların yanında vasi göstermesinde. Ama sadece göstermesinde." [sf. 193]
Öyle miymiş? Meğerse öyleymiş.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Kambur, 1992
"Kendi olmayanın hayatı da olmuyor mu yoksa?"
- Zamanın Farkında, 2011
"Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu?"
- Coşkuyla Ölmek, 2012
Ya çok uzun bir şiir ya da son dönem üzerine düşünceler. Ama kesinlikle bir roman değil. Şule Gürbüz bu defa Türkçe'yle arasındaki aşkı Türkiye'nin içindeki şiddetli geçimsizlikle birleştiriyor. Her ne kadar "İnsan hakkında ne anlatılabilir faraziye ve masaldan başka?" dese de, bize, bizi anlatıyor. Düştüğümüz hâli, düşüklüğümüzü, düşmüşlüğümüzü. Neticede dûnya diyoruz; dûn, yani alçak. İşte günümüz dünyasına Türkiye'den bakıyoruz "Öyle miymiş?"de. Yalanın çivisini sökmeye çalışsa da "Herkes birden asılsa şimdi yine de yalanın çivisini sökemez dünyadan" diyor yazar.
Tam olarak bölüm denmese de, "Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi?", "Hayır Demeden İtiraz", "Öyle Miymiş?" ve "Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum" gibi başlıklar altında insanı, toplumu, ülkeyi, içimizi ve dışımızı yargılamadan sorgulamadan anlatıyor Şule Gürbüz. Her anlatışında okuyucu da ona katılıp "Öyle miymiş?" diye soruyor. Bir Ara Güler fotoğrafını hatırlatırcasına mezar taşlarının da vaziyetimize şahitlik etmesini sağlıyor.
"Eskiler ağlayana, söyleyene, söylenene inanmazmış, acının sükûtuna ve dile gelmezliğine inanç tammış.... Aslında ne tenha bir yer burası. Bir söz, bir hakikat bütün dünyayı, milyarları dolaşıyor da ne bir sahip, ne bir göğüs kafesi buluyor sığınıp saklanacak... Bunca doğan, söylenen ıssızlığını ve yalnızlığını alamıyor toprağın, kabirler de, ah kabirler de olmasa, dünyanın tutunacak tek taşı da olmasa daha da kayardı her şey muhtemelen." [sf. 10-11]
Biz artık her şeyi yeniden ve yeniden sorgulayan, her şeyi bilen, her konu hakkında mutlaka yapacağı yorumlar olan, asla "bilmeyen" olmayan, "bilmiyorum" demeyen ve sık sık da haddini aşan birileri olduk. Kimliğimiz, aslımız, astarımız, ne olduğumuz belli değil. Biri olduk, bir olamadık. Ne büyüğümüze saygı, ne küçüğümüze sevgi, ne kendimize sadakat var artık. Asalet yitik, estetik bitik. Ahlak ve vicdan ise can çekişiyor. Bir büyüğün karşısında bağdaş kurmaktan uzak, bir büyüğe dil uzatacak kadar gafil olduk.
"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur" diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı" dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanının sorusunu, şu hikmetli sorusunu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" [sf. 14]
Yazdığı her kitabında önce kendine, sonra da okuyucusuna her fırsatta sorular yönelten bir yazar Şule Gürbüz. Düşünen ve düşündüren. Daha önceki müstesna kitapları arasında Kambur içimizdeki öfkeye, Zamanın Farkında arayışlarımıza, Coşkuyla Ölmek ise çıktığımız yolun sonuna dair bize birer fikir verdi türlü roman karakterleriyle. "Öyle miymiş?" ise bir günlük gibi. Her cümlesinde Türkiye, her paragrafında Türk insanı, her sayfasında Türk toplumu var. Geldiğimiz yer var, gitmekte olduğumuz yer var, bu iki yer arasındaki uzaklık Şule Gürbüz'ün hisleriyle acı bir şekilde aktarılıyor. Hastalıklı bireyin şifayı teknolojide ve bilimde arayışlarının boşa kulak atmaya varması üzerine de oldukça önemli tasvirleri var Gürbüz'ün.
"Sağlık, mideni ve diğer her şeyini hissetmemek ama onların işlerinin başında olması demekmiş, yaşamak da, yaşadığının farkında olmamakmış, öyle dediler, demeklerinde de böyle yaptılar. Yoksa zaten soluk nedir ki kesiliversin. Soluk sırf denizin dibinde mi kesilir bir müddet sonra, oksijen midir yaşatan insanı, herkes mi pozitif bilime böyle rabıtalı?" [sf. 67]
Ne bir geçmiş zaman ağıdı, ne şimdiki zaman romantizmi var kitapta. Her şey olduğu gibi. Yazar bize "Hakikaten öyle" dedirtiyor. Elbette her kitabında olduğu gibi yazarın aslında romandan bağımsız, kendiyle doğrudan alakalı olan ölüm vurgusu sürüyor. Bu ölüm vurgusunun yanında yaşamın alıp götürdükleri, yaşamın yorgunluğu, yaşamın insan/yazar üzerindeki savaşı da devam ediyor.
"Nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı benim tek derdim oldu. Dertlerin en temellisi, dertlerin en tedavisizi, tedavisi ölüm olanı, çaresi ölüm olanı geldi beni buldu. Bulduğuna da memnun oldu ki, bir daha hiçbir yere gitmedi. Ben hiçbir yere onsuz gidemedim. Nereye doğru hafiften kıpırdasam onu bavuluma serili, nereye uzansam onu az evvelden gelip yanı başıma serili buldum. Cam kenarında iken ben, o koridordua, masadayken ben, o çekmecede, olur da gülersem ben, o genzimde idi. Bir şeyi sevecek olsam, o itirazı olandı, otursam bahanesi olan, yatsam uykusu kaçandı, ben acıkırken o ağzını siliyor olurdu, ayakkabımı giyerken çekeceği sallayandı, ben başlarken kitabı bitiren, çıkarken inendi. Nasıl yaşanacak o biliyordu, yaşayamayarak diyecekti, onu da demiyordu." [sf. 90]
Yaşın ilerlemesiyle birlikte insanın kendini gittikçe daha yoğun sorgulaması, ne yaptığının bilincinde olup olmaması, geçim sıkıntısı, manevi ferahlık arayışı, hepsi ama hepsini Şule Gürbüz kendince, kendi hissiyatının süzgecinden geçirerek okuyucuya sunuyor. Bu sunuş, okuyucuya da aslında "Benim farkımda olduğum şeylerin sen de farkında mısın?" der gibi. Ama bu üslupla değil, geçmiş zamanın şimdiki zamanla harmanlanması eşliğinde bir yolculukla. İki koltuk var. Bazen yazar geçiyor cam kenarına bazen okuyucu. Görünen aynı fakat yorumlanan? Hep bir arayış. Bize hakikate dair bir şeyler söyleyen o güzel ruhu, ruhları arayış var kitapta.
"Ziyan olmayı hak ettim, ama onu da olamıyor gibiyim. Anladım ki, hayret sadece anlamadığıma. Bazısı boşuna "Rabbim hayretimi artır" demiyor, Rabbim anlamayışımızı artır, artır, hatta taşır, bu işler ve öbürleri çünkü anlayarak olmuyor, anlamayarak da olmuyor. Hiçbir şey hiçbir türlü olmuyor. Başka türlü olmuyor. Sır sırrına kapanıyor, arayan aradığıyla kalıyor. Neyse ki böyle oluyor, insanın sırrı da olmasa neyi olur başka?.. Bilerek detone olan, ayıplanayım diye ayıp işleyen ama yine de kim ve ne olduğunu söylemeyen Melâmî nerededir?" [sf. 165-166]
Ortada görünen bir gerçek de şu: Bugün insanları tasavvufa yönlendirme arzusuyla yanıp tutuşmuş yazarların ekseriyeti bir adres, bir istikamet göstermiyorlar, gösteremiyorlar. Sanki kendilerini ön plana atıp o asırlık yolların, yolcuların şifayab oldukları adreslerde hiç umut kalmamış gibi bir söylem tutturuyorlar. "Şifa bende" demek istiyorlar da demiyorlar gibi. "Kapıları yoklayın" diyorlar ama hangi kapılar yoklanmalı söylemiyorlar. Kapısız kalan bunca mevcudat arasında insan ne arayanlardan olabiliyor ne bulanlardan. Olamıyor insan.
"Ben de imrendim hep Hırka-i Şerif'deki evinde ayağını çatmış yazı yazan Hulusi Efendi'ye ya da sabah namazında secdede son nefesini veren Babanzâde'ye. Ama onların bulduğu sükûnu ben ne kadar aradıysam bulamadım, benden saklandı hep, gün oldu konyağa muhtaç yaşadım. İçimdeki sese bir ârâm veremedim. Hilye göstererek yangın durduranlar gibi ne gösterdimse onun yanmış hâline de dönüp bakan yine ben oldum. İsterdim hafif bir tebessümüm ve meşgalelerim olsun. Meşgaleye tutunmak, tutunarak düşmekti bildim, ama tebessüme mani yok. Sonra hatırladım ki Allah dünyadan "Ey hiçlik" diye bahsetti." [sf. 185]
"Acıyı keşfeden onunla eriyeceğine pahalıya satacağı bir şifa bulmuş oluyor, dert şifa diye satılıyor. Ama satmıyor da, süründürüyor. Âlimler insanı süründürüyor, tüm mistik ve mutasavvıflar süründürüyor, vermiyorlar, çünkü çok az, vermiyorlar, çünkü anca kendine bir hâle kurmaya yetecek bir tülleri değil tülbentleri var, vermiyorlar. Her anlamayandan kendi evlerini sağlamlaştıracak tuğla ediniyorlar. Sır, saklananın yok mertebesinde küçük ve kişiye mahsus olmasında, dağıtılmaya kalkıldığında düşecek çok küçük payın kimseye yetmemesinde. Sahibini yokların yanında vasi göstermesinde. Ama sadece göstermesinde." [sf. 193]
Öyle miymiş? Meğerse öyleymiş.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
18 Mart 2016 Cuma
Şeyler’in çok acıklı hikâyesi
Georges Perec’in Şeyler romanını okurken aklıma İsmet Özel’in, Yahya Kemal’in “insan hayal ettiği müddetçe yaşar” vecizesine karşılık olarak söylediği “Hayal ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünya da yaşıyoruz ki o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor” sözü aklıma geldi. Gerçekten de Şeyler’in karakterleri, Jérôme ile Sylvie, hayal ederek ipleri elden kaçıran ve bu yüzden oradan oraya savrulan karakterlerdir.
Şeyler’e geçemeden önce Georges Perec’i biraz tanıyalım. Yazar 1936'da Paris’te Polonya Yahudisi bir ailenin oğlu olarak doğar. Henüz üç yaşındayken babasını kaybeder. Annesi 1942’de ortadan kaybolur ve onun daha sonra bir Nazi kampından öldüğünü öğrenir. 1954’te başladığı tarih öğrenimini kısa sürede bırakır. 1965’te Şeyler adlı kitabıyla Renaudot ödülü alır. 1960 yılında Raymond Quenno ve François Le Lionnais tarafından kurulan "yazarların nasıl isterse öyle kullanabilecekleri yeni biçimler, yeni yapılar arayışı"nı kendine amaç edinen Oulipo'ya katılır. Oulipo’dan kısaca bahsedecek olursak, yazarların kendilerine bazı sınırlar koyup bu sınırları geçmeye çalıştıkları edebi akımdır ya da Raymond Quenno’nun deyişi ile "firar etmeyi tasarladıkları labirenti inşa eden sıçanlar"dır.
Perec, eserlerinin hepsinin belirli bir otobiyografik çalışma olduğunu söyler. Onun eserlerindeki bu yön çok mühimdir çünkü, Jung “hiçbir özgün kuram ötekinden çıkmaz” der. Onun da yazdıkları da Jung gibi "içsel bir zorlamanın sonucundur", özgünlüğü ve sahiciliği de bu eserlerinin otobiyografik olmasından gelir.
Bunun yanında Perec’in yapıtlarını belirleyen dört unsur vardır; kendisini çevreleyen dünya, kendi tarihi, dil ve kurgu, fakat yazar için bunlar araçtır. Onun amacı bu vasıta ile çağının tüm edebiyatını kat etmektir, ve kendisini tekrar etmemek için sürekli olarak hareket halinde, yeni biçimler, yeni üsluplar dener, yazının sınırlarını zorlar.
Roman özgürlüğüne düşkün, aradıkları mutluluğa kavuşmak için durmadan statü ve zenginlik hayalleri kuran ve bu kurdukları hayalleri de sürekli olarak nesnelerle süsleyen mutlu olma amacında ki iki genç Jérôme ile Sylvie’nin hayatlarını anlatıyor. Şeyler’de şeylerin hiç biri yoktur, yalnız hayalleri vardır. Mutsuz olmalarındaki sebep, “olan” şeyler değil, olmayan şeylerdir.
Romanın geneli iki karakterin, Jérôme ile Sylvie’nin, mutlu olma aracı olarak gördükleri eşyaların tasvirleri üzerine kuruludur. Hatta romanın ilk beş sayfası uzun uzadıya en ince ayrıntısına kadar eşya tasviri ile doludur. Roman boyunca nesneler ve ayrıntılar arasına sıkışmış insanın hareketsizliği ve bu hareketsizliğin getirdiği çaresizce hayal kurmaya mahkum olma durumları anlatılır.
"Ama kendileri garip bir gevşeklikle bıraktıkları bu aşırı büyük düşlere gerçek eylemlerinin boşluğu arasında, somut gereksinimlere parasal olanaklarını bağdaştıracak hiçbir akılcı tasarı yer almıyordu. İsteklerinin enginliği onları felce uğratıyordu." (sf. 21)
Bu hayaller, karakterlerin hayatları ile ilgili gerekli atılımı yapmasına sürekli bir engel olarak durur. Onlar kendi zihinlerinde kurdukları bu dünya yüzünden hayatın kendine yüklediklerinden ve getirdiklerinde de bir türlü razı olamazlar. Karakterler kafalarının içinde yaşattıkları bu nesneler yüzünden hiçbir şekilde ânı yaşayamaz “ân”a hakim olamazlar. Bu statü ve zenginlik hayalleri onların şimdiyi yaşamalarına, var olanla mutlu olmalarına müsaade etmez, şimdiyi yaşayamayan karakterler ânı yaşamadıkları için yücelttikleri eşyaya anlam ve mana veren cevheri bulamazlar. Çünkü görünür olan yani zahirle bir teması kalmamıştır, eşya tabiatından kopartılmış ve imgeye dönüştürülmüştür. Romanda eşyaların bu kadar yoğun ve detaylı betimlenmesi, bunun yanında karakterlerin ise bu kadar sönük ve silik sunulması bu bana göre romanın ironisidir.
Perec, klasik roman anlatısının dışına çıkarak, karakterlerin mutlu olmama nedenini derin süslü laflarla, edebi ve şairane bir biçimde psikolojik çözümlemeler yaparak anlatmak yerine, karakterin zihnindeki ve yaşamlarındaki eşyaları düz bir biçimde anlatmayı tercih etmiştir. Zaten romanı da ilginç kılan içeriğini bu kadar güçlü yapan bu biçimde anlatılmasıdır. Bu durumun bir benzeri Georges Perec’in deneysel “Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi”nde de mevcuttur. Eserin bu biçimde anlatılması bize çok farklı alışılmışın dışında bir okuma yapma olanağı sağlar.
Antika eşyaların, plakların ya da kuşkirazı ağacından yapılan kitaplıkların en ince ayrıntısına kadar tarifi aslında somut eşyaların ya da bir mekanın tarifi değil karakterlerinin zihnindeki imgelerin betimlenmesidir. İmgeleri ve sözdizimindeki anlamı gerçekliğin ötesine taşınması olarak düşünürsek, Perec’in eşyaları imgeye dönüştürüp bir arada yoğun bir biçimde sıralaması karakterlerin gerçeklik dışına çıkıp kendi yaşadıkları hayata bir türlü tutunamamasını anlatır. Bunu da alışılmışın dışına çıkarak yapar, karakterlerin diledikleri yaşama ulaşamama sebeplerini hep bu somut olanı, gerçeklik dışına taşımalarının bir sonucudur.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
Şeyler’e geçemeden önce Georges Perec’i biraz tanıyalım. Yazar 1936'da Paris’te Polonya Yahudisi bir ailenin oğlu olarak doğar. Henüz üç yaşındayken babasını kaybeder. Annesi 1942’de ortadan kaybolur ve onun daha sonra bir Nazi kampından öldüğünü öğrenir. 1954’te başladığı tarih öğrenimini kısa sürede bırakır. 1965’te Şeyler adlı kitabıyla Renaudot ödülü alır. 1960 yılında Raymond Quenno ve François Le Lionnais tarafından kurulan "yazarların nasıl isterse öyle kullanabilecekleri yeni biçimler, yeni yapılar arayışı"nı kendine amaç edinen Oulipo'ya katılır. Oulipo’dan kısaca bahsedecek olursak, yazarların kendilerine bazı sınırlar koyup bu sınırları geçmeye çalıştıkları edebi akımdır ya da Raymond Quenno’nun deyişi ile "firar etmeyi tasarladıkları labirenti inşa eden sıçanlar"dır.
Perec, eserlerinin hepsinin belirli bir otobiyografik çalışma olduğunu söyler. Onun eserlerindeki bu yön çok mühimdir çünkü, Jung “hiçbir özgün kuram ötekinden çıkmaz” der. Onun da yazdıkları da Jung gibi "içsel bir zorlamanın sonucundur", özgünlüğü ve sahiciliği de bu eserlerinin otobiyografik olmasından gelir.
Bunun yanında Perec’in yapıtlarını belirleyen dört unsur vardır; kendisini çevreleyen dünya, kendi tarihi, dil ve kurgu, fakat yazar için bunlar araçtır. Onun amacı bu vasıta ile çağının tüm edebiyatını kat etmektir, ve kendisini tekrar etmemek için sürekli olarak hareket halinde, yeni biçimler, yeni üsluplar dener, yazının sınırlarını zorlar.
Roman özgürlüğüne düşkün, aradıkları mutluluğa kavuşmak için durmadan statü ve zenginlik hayalleri kuran ve bu kurdukları hayalleri de sürekli olarak nesnelerle süsleyen mutlu olma amacında ki iki genç Jérôme ile Sylvie’nin hayatlarını anlatıyor. Şeyler’de şeylerin hiç biri yoktur, yalnız hayalleri vardır. Mutsuz olmalarındaki sebep, “olan” şeyler değil, olmayan şeylerdir.
Romanın geneli iki karakterin, Jérôme ile Sylvie’nin, mutlu olma aracı olarak gördükleri eşyaların tasvirleri üzerine kuruludur. Hatta romanın ilk beş sayfası uzun uzadıya en ince ayrıntısına kadar eşya tasviri ile doludur. Roman boyunca nesneler ve ayrıntılar arasına sıkışmış insanın hareketsizliği ve bu hareketsizliğin getirdiği çaresizce hayal kurmaya mahkum olma durumları anlatılır.
"Ama kendileri garip bir gevşeklikle bıraktıkları bu aşırı büyük düşlere gerçek eylemlerinin boşluğu arasında, somut gereksinimlere parasal olanaklarını bağdaştıracak hiçbir akılcı tasarı yer almıyordu. İsteklerinin enginliği onları felce uğratıyordu." (sf. 21)
Bu hayaller, karakterlerin hayatları ile ilgili gerekli atılımı yapmasına sürekli bir engel olarak durur. Onlar kendi zihinlerinde kurdukları bu dünya yüzünden hayatın kendine yüklediklerinden ve getirdiklerinde de bir türlü razı olamazlar. Karakterler kafalarının içinde yaşattıkları bu nesneler yüzünden hiçbir şekilde ânı yaşayamaz “ân”a hakim olamazlar. Bu statü ve zenginlik hayalleri onların şimdiyi yaşamalarına, var olanla mutlu olmalarına müsaade etmez, şimdiyi yaşayamayan karakterler ânı yaşamadıkları için yücelttikleri eşyaya anlam ve mana veren cevheri bulamazlar. Çünkü görünür olan yani zahirle bir teması kalmamıştır, eşya tabiatından kopartılmış ve imgeye dönüştürülmüştür. Romanda eşyaların bu kadar yoğun ve detaylı betimlenmesi, bunun yanında karakterlerin ise bu kadar sönük ve silik sunulması bu bana göre romanın ironisidir.
Perec, klasik roman anlatısının dışına çıkarak, karakterlerin mutlu olmama nedenini derin süslü laflarla, edebi ve şairane bir biçimde psikolojik çözümlemeler yaparak anlatmak yerine, karakterin zihnindeki ve yaşamlarındaki eşyaları düz bir biçimde anlatmayı tercih etmiştir. Zaten romanı da ilginç kılan içeriğini bu kadar güçlü yapan bu biçimde anlatılmasıdır. Bu durumun bir benzeri Georges Perec’in deneysel “Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi”nde de mevcuttur. Eserin bu biçimde anlatılması bize çok farklı alışılmışın dışında bir okuma yapma olanağı sağlar.
Antika eşyaların, plakların ya da kuşkirazı ağacından yapılan kitaplıkların en ince ayrıntısına kadar tarifi aslında somut eşyaların ya da bir mekanın tarifi değil karakterlerinin zihnindeki imgelerin betimlenmesidir. İmgeleri ve sözdizimindeki anlamı gerçekliğin ötesine taşınması olarak düşünürsek, Perec’in eşyaları imgeye dönüştürüp bir arada yoğun bir biçimde sıralaması karakterlerin gerçeklik dışına çıkıp kendi yaşadıkları hayata bir türlü tutunamamasını anlatır. Bunu da alışılmışın dışına çıkarak yapar, karakterlerin diledikleri yaşama ulaşamama sebeplerini hep bu somut olanı, gerçeklik dışına taşımalarının bir sonucudur.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)