Hay bin Yakzan, sadece İslam Doğu edebiyatı içindeki eşsiz yeri ile değil dünya edebiyatı üzerindeki etkisiyle de dünya kültür tarihinin en önemli eserlerinden biridir. Birçok versiyonu bulunan bu güçlü anlatının en önemlileri ise İbn Sina ve İbn Tüfeyl’e ait olanlar… İki eser de felsefi öykü olarak kaleme alınmıştır ve Doğuda felsefi öykü yazma geleneğinin temeli bu Salaman ve Absal hikâyesidir. İbn Sina bu tarzda hikaye yazmış ilk kişi kabul edilmektedir.
Hüseyin bin İshak’ın (ö 873) Yunanca’dan çevirdiği, Absal ile Salaman öyküsündeki alegori anlatım tekniği İbn Sina tarafından öyküleştirilerek, daha sonra bir anlatı geleneğine dönüşmüştür. İbn Tüfeyl’in (ö.1186) Hay bin Yakzan öyküsü geleneğin en ünlü yapıtıdır. Sühverdi’nin (ö.1191) El Gurbetü’l Garabiyye'si; İbnü’n Nefis’in (ö.1288) El Risaletül-Kamiliyye fi’s Siyeri’n–Nebeviye’si ve Molla Camii’nin (ö. 1492) Salaman ve Absal yapıtları, bu geleneğin diğer önemli örnekleridir.
Hayy, Allah’ın isimlerinden biridir ve diri, canlı anlamına gelir. Yakzan ise uyanık, dikkatli, gözü açık anlamlarına sahiptir. Soyut felsefi kavramların somut kişi nesne ve olaylarla temsil edildiği bu tür hikayeler, bir yandan somuttan soyuta yönelerek düşünmeye alışmış insan zihni için anlama imkanı sağlamakta, diğer taraftan işaret edilen fikri, kavram düzeyinden imaj düzeyine indirerek felsefi görüşler ışığında, yeni bir te’vil imkanı sunmaktadır.
Hay bin Yakzan’dan esinlenerek yazılan kitapların ortak noktası, belli bir felsefi aydınlanma öğretisine dayanmalarıdır. Söz konusu felsefi aydınlanma öğretisi, kişinin melekelerinden, duyularından yola çıkarak, yaratıcı-dünya-insan ilişkilerine dair temel felsefi hakikatlere ulaşabileceği ön kabulüne dayanır.
M. Şerefeddin Yaltkaya ile Babanzade Reşid’in Arapçadan çevirdiği ve N. Ahmet Özalp’in yayına hazırladığı; Yapı Kredi Yayınları’nca basılan İbn Sina ve İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan kitabı 170 sayfadan oluşuyor.
Kitap, yazarların, çevirmenlerin ve yayına hazırlayanların kısa tanıtımından sonra N. Ahmet Özalp’in kısa bir sunuşu ile başlamakta, Şerefeddin Yaltkaya’nın İbn Sina’ın Hay bin Yakzan’ı ile ilgili verdiği bilgiler ve yaptığı zengin değerlendirmelerle devam etmektedir. İbn Sina’nın Hak bin Yakzan eseri, hemen bu bölümü takip etmektedir.
Bu edisyondaki ilk Hay Bin Yakzan’ın yazarı İbn Sina, 980 yılında Buhara’da doğmuş ve 1037’de Hamedan’da ölmüştür. En büyük İslam bilginleri arasında yer alan İbn Sina hem bir filozof hem de bir hekimdir. İbn Sina, İslam düşünce dünyasında Farabi ile başlayan Aristotalesci geleneğin en önemli ismidir. Onun en önemli iki eseri, kapsamlı bir felsefe ve bilim anksiklopedisi olan Kitabü’ş - Şifa ile hem Doğu’da, hem Batı’da, tıp alanında, uzun yıllar boyunca tek başvuru kaynağı olan el Kanun fi’t Tıb kitabıdır. Diğer önemli yapıtları arasında Kitab fi’s Siyaset Risale fi’l aşk, Hay bin Yakzan, el Hediyye isimli eserleri sayılabilir.
İbn Sina’nın Hay bin Yakzan eseri, bir gün arkadaşları ile gezintiye çıkan bir filozofu konu ederek başlar. Bahsi geçen filozof, burada ‘gösterişli, sevimli ve muhteşem bir ihtiyar’ görür. Bu adam, ilerlemiş yaşına rağmen, şaşılacak kadar dinçtir. Filozof, bu adam ile tanışarak adının Hay bin Yakzan olduğunu öğrenir. Hay bin Yakzan, ona, evrenleri gezdiğini, tüm gerçekliği kavradığını ve her nesneyi bildiğini söyler. Bunun üzerine, filozof ile yaşlı adam, ilmi meseleler hakkında derin bir sohbete başlarlar.
Bu sohbetin ilk konusu, feraset ilmidir. Hay bin Yakzan, feraset ilminin, insanları tanımada ve onlara karşı takınılacak doğru tavıra ulaşmada çok önemli bir yol gösterici olduğunu söyler. Bu ilmin ışığında filozofa verdiği ilk tavsiye, kendisine ayak bağı olan arkadaşlardan kurtulmasıdır. Bunun yanı sıra Hay, insan tabiatına ve hasta tabiatlı insanların özelliklerine dair kimi bilgileri aktarmakta ve bu tabiatlarında çeşitli hastalıklar bulunan insanlarla baş etmenin yollarına dair tavsiyeler vermektedir.
Hay, “kendisi gibi yolculuk etmenin” metodunu soran filozofa, bunun filozof ve arkadaşları için mümkün olmadığını söyler. Bunun ancak tek başına kalmakla mümkün olabileceğini söyleyen ve eserde olgun, dinç görünüşlü bir erkek olarak portreleştirilen Hay Bin Yakzan, filozofun sorusuna cevap olarak, kendi yolculuğunu ve gördüklerini anlatmaya başlar.
Hay, yerin üst ve göğün altında bulunan sınır, biri mağribin arkasında ve diğeri meşrik yönünde bulunan (iki) batı sınırı olmak üzere üç sınır olduğunu anlatır. Bu sınırların özellikleri, bu sınırlarda bulunan ülkeler, iklimleri ve insanları oldukça sembolik, bir anlamda da masalsı bir dil ile ortaya konur. Son bölümde gitmesi zor, ulaşması meşakkatli bir yerden ve bu bölgenin yöneticisinden bahsedilerek bu bölgenin insanlarının olağanüstü, güzel özellikleri övgüyle anlatılır. Övgüden en büyük payı alan, bu bölgenin yöneticisidir. Hay’ın son sözü, filozof istediği takdirde, kendisini ona ulaştırabileceği vaadidir.
N. Ahmet Özalp’in hazırlayarak, okuyucuya takdim ettiği Hay bin Yakzan kitabının diğer bölümünde, Özalp’in İbn Tufeyl ve Hay bin Yakzan Üzerine kaleme aldığı yazısında gerek İbn Tufeyl’e gerekse eserine dair önemli bilgiler yer almaktadır. İbn Tufeyl, 1105’te Gırnata yakınlarında Vadiü-l Aş'ta doğmuş, 1185’te Marakeş’te ölmüştür. İbn Tufeyl, bilgiye insanın sezgisel manada keşfettiği bir şey olarak yaklaşan İşrakilik felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerindendir. İbn Tufeyl, özellikle tıp, felsefe ve astronomi konularına odaklanmıştır. Günümüze ulaşan en önemli eseri, 14. yüzyıldan itibaren tüm dillere çevrilen ve Daniel Defoe’yu Robinson Crusoe eserinde derinden etkileyen Hay bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’l Hikmeti’l Meşrikiye’dir.
Özalp’in kapsamlı değerlendirmelerini, İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan eseri izler. İbn Tufeyl’in eserindeki Giriş bölümünden sonra Hay bin Yakzan’ın hikayesi yer alır. Hikayenin birinci bölümünde, Hay bin Yakzan’ın doğumuna dair iki varsayım yer alır. İlk varsayıma göre, Hay, bir orta kuşak adasında, organik özellikler kazanmış, tüm elementleri muhteşem bir biçimde dengelenmiş bir çamurdan meydana gelmiştir. İkinci varsayım ise komşu adadaki hükümdarın kız kardeşinin yaptığı gizli bir evlilik sonucu dünyaya gelmiştir ve ardından annesi tarafından bir sandığa konulmuş, sandık bu adaya ulaşmıştır.
İkinci bölüm, bir ceylanın Hay’ı bularak onu büyütmesine ayrılmıştır. Bir gün anne ceylan ölür. Hay’ın soru sormasına sebep olan olay, çok sevdiği annesi ceylanı kaybetmedisir. Bu noktadan sonra Hay’ın çeşitli akıl yürütmeleri ve gözlemlerine dayarak sahip olduğu bilgiler ışığında ölümü anlama çabasına yer verilmiştir. Hay’ın bizi canlı kılan şeyin ne olduğunu anlamanın peşine düşer. Ateşi farketmesi, alet yapmaya başlaması ise devam eden yolculuğunun parçalarıdır.
Üçüncü bölümde, günlük hayat pratiklerini belirli düzene sokmayı başaran Hay’ın, varlığın özüne doğru yaptığı yolculuk konu edilir.
Dördüncü bölümde, artık Hay, ruh ve neslere dair yaptığı akıl yürütmelerle birlikte astronomik gözlemlere de başlamıştır.Tüm duyulara ve akla dayalı pratiklerden sonra Hay, bir yaratıcı zorunlu olduğu çıkarımına ulaşır. Bu, herşeyi yaratarak, aleme mükemmel bir düzen veren mutlak ve tek yaratıcıdır.
Beşinci bölüm, insanın gerçekliği ve mutluluğu, insanın mutluluğu, eylemin üç aşaması, eylemin nasıl gerçekleştirilebileceği konularıhakkında Hay’ın kattettiği mesafeler detaylı olarak ele alınmıştır.
Altıncı bölüm, Hay’ın kendisi gibi bir insanla yani Absal ile ilk karşılaşmasını, bir peygamber olarak Absal’ı tanımasını ve kabul etmesini, Hay’ın insanlara hakikati anlatmak arzusu ile Absal’ın eski adasına gitmeleri ve burada Hay ile Salaman’ın karşılaşmalarını detaylarıyla anlatır. Bu bölümde Hay, insanların kendi istek ve arzularına kapılarak hayatlarını geçirdikleri gerçeği ile yüzleşir. Hikayenin sonunda Hay ve Absal’ın, Salaman ve arkadaşlarıyla vedalaşarak adalarına döndüklerine, Hay’ın kendi yöntemlerini izleyerek yine eski makamlarına eriştiğine ve Absal’ın da Hay’ın yöntemlerini izleyerek yüksek makamlara çıktığı belirtilerek, hikayeye mutlu bir son verilir.
Son Söz’de İbn Tufeyl, herkese açıklanmayan önemli hikmet ve sırların anlatıldığının, bu bilgileri herkesin anlayamayacağının altını çizer.
Gerek İbn Sina’nın gerek İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ı hem hikayesi hem etkileriyle oldukça ilginçtir. Bir hikmet ve hakikat yolculuğunun hikayesi olması yanında, insan-doğa, insan-insan ve insan-Tanrı ilişkilerini ele almasıyla da dikkat çekici bir eserdir. Farabi’nin El Medinet’ül Fazıla eserinden sonra Doğu’da öne çıkan, insan eli değmemiş tabiatta fıtri akıl ile nelerin ortaya çıkarabileceğini ortaya koyan, en önemli ütopya örneğidir. Anlaşılacağı üzere, oldukça geniş bir alan ve coğrafyada etkilere sahip bu eseri, mukayeseli yorum ve yaklaşımıyla yeniden basan N.Ahmet Özalp’a teşekkür ediyoruz.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
14 Mart 2016 Pazartesi
9 Mart 2016 Çarşamba
Hiçliğini düşün ve hiç ol
"Kavrayışla yaratma arasına
Coşkuyla yanıt arasına
Düşer o gölge."
- T. S. Eliot, Oyuk Adamlar
"Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere;
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere."
- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyü
"Göklerde ve yerlerde bulunanlar da, onların gölgeleri de, sabah akşam sadece Allah'a secde eder."
- Sure-i Ra'd [13/15]
Okuduğumuz birçok kitap arasından bazılarıyla kalbî rabıta kurarız. Zor zamanımızda bize şifa olabilir, uzun yol arkadaşlığı yapabilir, uykusuz gecelerimizin devriye nöbetçisi olabilir, dostlarımızla hasbihal etmemize ve hatta sıla-i rahim yapmamıza vesile olabilir. Muhyiddin Şekûr, Türkçeye çevrilen ilk kitabı Su Üstüne Yazı Yazmak'la aslında okuyucusuyla arasında bir bağ kurmuştu. Çünkü manevi yolculuğunu açık yüreklilikle anlattığı bu günlüğünde kapalı sandığımız kapıları muhakkak çalmamız gerektiğini, bu kapıların bizi ne olduğumuz sorusunun peşinden götüreceğini, dolayısıyla da yola çıkarak insanlığımızı ve ruhumuzu yeniden keşfedebilme imkânına sahip olabileceğimizi anlatmıştı. Öğüt değildi bu kitap, rica da değildi. Sadece "Eğer başkalarını yargılamaya başlarsanız sıra hiç kendinize gelmez" diyen bir sûfinin, hayatını dininin içine yerleştirme gayretiydi. Gölgeler Koridoru'yla bu gayret devam ederken hem imtihanlar artıyor hem de hikmetler. Öykü Özer'in son derece titiz ve başarılı çevirisiyle, Türk okuyucusu bir kez daha Muhyiddin Şekûr'un yürüyüşüne sırdaşlık ediyor. Bu sırdaşlığı yoldaşlığa çevirme için ise Şekûr'un şeyhine kulak vermek gerekiyor: "Şayet benim kulağa tatlı gelen fısıltılarımı işitemiyorsan, o hâlde hayat öğretsin sana öğrenmen gerekenleri..."
Su Üstüne Yazı Yazmak kitabında; lavabonun tıkanmasının, biriken günahlar karşılığında bir uyarı olduğunu söyleyen Şekûr, Gölgeler Koridoru'nda yine günlük hayattan imtihan örnekleri veriyor. Hiç bilmedik bir ormanda yapılan gece yürüyüşünden, bir ateşböceğinden, veranda inşaatından, fitneden, Saraybosna'daki savaşın ortasından tefekküre, irfana ve hikmete uzanan bir yolculuk. Bu yolculukta hasret, vuslat ve gurbet tüm lezzetiyle okuyucuya sunuluyor. Gönül erlerine hakikat iştiyakı sunuluyor. Fatih Sultan Mehmed'in veziri, şair Ahmed Paşa'nın bir beyti düşüyor yüreğe: "Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr / öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."
Prolog bölümünde Şekûr, "Kendime baktığımda, karşımda yegâne umudu, zincirlerinden kurtulmak olan bir mahpus görüyordum" diyor ve on dört bölüm boyunca zincirlerini birer birer kırmaya çabalıyor. Kitap, ismini Furkan Suresi’ndeki "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı" ayetinden alıyor. Şekûr, tüm görememelerinin kaydını düşüyor. Önce iç, sonra da dış âleme yapılan dalışlarda, şeyhinin oksijen tüpüne sarılıyor. Tüm bu sarılmalar Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" sözünü akla getiriyor. Aklı bir kenara bırakıp kalple yapılmaya çalışılıyor tüm dalışlar. Çünkü Yunus Emre Hazretlerinin dediği gibi: "Bu akıl fikr ile Mevla bulunmaz."
Tasavvuf büyükleri el'an tasavvufun asla kitaplar vasıtasıyla öğrenilemeyeceğini söylüyor. Bu durumda biz okuyucular da şunu sormakta haklıyız: Öğreneceğimiz "adresler" nerelerdir? Bir kamil mürşid ararken bize faydası olacak kitapları okumak en azından meşrebimizle yüz yüze gelmemizi sağlayabilir. "Dervişlik demir leblebi gibidir" buyuruyorlar. Çiğnemesi ayrı, yutması ayrı zor. Bu zorluklara bu çağda göğüs germek de zor. Okuyucunun bu sebeple tasavvuf kitaplarına yönelmesi son derece doğal. Adresleri, kapıları, şahısları bilmiyor. Evvela tanımak istiyor. İnsanın tek başına manevi tekamül göstermesi muazzam zor. Bir mürşide ihtiyaç var. Kim? Nerede? Nasıl? Sorular, sorular, sorular... İşte bu tip kitaplar, bu soruların "sorgu" olmaması için bir araç. Maksat ise amaca, Hakk'a ulaşmak. Maksat belli, yol meşakkatli, usta yaman. Allah yola çıkanları yolda komasın.
"Hak yolcularını ilim deryalarına götüren bir dizi adım vardır. Ama iş bu deryalara vasıl olmakla da bitmez. Hakkı arayanlar, bundan sonra sadece Ehad ve Samed olan Allah'ın var olduğu Ehadiyet makamına erişirler. Bu makamda, sen Allah'ın içinde, O da senin içinde var olur. Çoğu mürid bu mertebeye vasıl olamaz. Unutma ki, bu mertebeye ulaşmak için mürid, kişiliğinden ciddî anlamda feragat etmeye mecburdur. Bunun içinse, kendini enesinin ve nefsinin boyunduruğundan yeterince kurtarmış olmalıdır. Ne var ki, insanoğlu dünyaya öyle bir nefs, hevâ ve heves potansiyeliyle gelir ki, bunlarla cihad edebilmek için en azından bunlar kadar kuvvetli bir iradeye sahip olması gerekir. İnsanoğlunun bu cihadı esasen, ruhun cesede karşı verdiği mücadeledir."
İnsanın yegane çabası mana alemine yoğunlaşmak, anlamı bulmak olmalıdır. Hayatın anlamı muhakkak O'na çıkacaktır, çıkmalıdır. Eğer bizim varlığımızda manaya, anlama dair bir şey yoksa; tıpkı uzun zamandır batıda görüldüğü gibi hastalıklar, intiharlar, bölünmeler, ayrılıklar, şiddet, öfke, savaş ve her türlü felaketi yaşamak da elzem olacaktır. Şeyhinden bilhassa bu konu üzerine duyduklarını şöyle aktarıyor Şekûr: "Şeyh, bize hak yolcuları olarak şu fâni dünya hayatında varlığımızın anlamdan yoksun olmaması için ne yapmamız gerektiğini öğretiyordu. Bizi, dua yoluyla kalplerimizin en kuytu köşelerinde, bu dünyaya dair umutlarımızı keşfetmeye davet ediyordu. Şahsî sıkıntılarımıza gelince; bunları tamamen olumsuz görmüyordu. Bilakis, gündelik yaşamımızda meşakkatlerle karşılaştığımızda bunlara derc olunmuş şahsî tekamül yollarını görmemiz için bize himmet etmeye çalışıyordu. Bize, hayatımızın inişli ve çıkışlı yollarını adımlarken hep sabrı tavsiye ediyor, meşakkatlerle karşılaştığımızda Allah'tan umudumuzu kesmememizi öğütlüyordu."
Başkalarıyla, başka şeylerle ve bilhassa boş işlerle uğraşmaktansa kişinin kendi iç âlemine yapması gereken yolculukların onu er ya da geç hikmet kapılarının anahtarlarına ulaştıracağını anlatıyor Şekûr. Bu sebeple kitap şahsi bir günlük olmaktan çıkıp manevi âlemde, kendini ve Rabbini tanımak için sefere çıkmak isteyen her okuyucuya yardımcı olacaktır. Bilhassa hasbelkader kitapla buluştuğunu "zanneden" okuyucu, eminim ki Muhyiddin Şekûr ismini kalbinin bir köşesine oturtacaktır. Fakirin şaşkınlıkla okuduğu ve takip ettiği bir isimdir. Bunun sebebi de hikmeti de gönlümde "ilginçliğini" koruyacaktır. Başa dönecek olursak, onunla bununla uğraşarak kaybedeceğimiz vakitleri kendimize ayırsak, yeni umutlar ve galibiyetler önümüze serilecek belki de: "İnsan, ilk olarak kendi enfüsî âlemini tetkit etmeyi düstur edinirse, kendini nefsine yenik düşmekten kurtarabilir. Öte taraftan, nazarını ilk olarak başka insanlara ya da başka şeylere çevirmeyi alışkanlık hâline getirirse, meselelerin gerçek mahiyetini hiçbir zaman kavrayamaması muhtemeldir. Şayet bir kişi başta kendi kalbine bakar ve yine de dürüstçe kabahatsiz olduğuna kanaat getirirse, o zaman bu kişiyi, adaleti mutlaka tecelli edecek olan Âdil-i Mutlak'a havale etmek gerekir."
Tıpkı ilk kitabında olduğu gibi bu kitabını da Şekûr "Şeyh'ten deyişler" bölümüyle bitiriyor. Bazılarını buraya almaktan memnuniyet duyacağım:
- Tarikat, fırtınadan göz gözü görmezken insanlığa yol gösteren nûrdur. Tarikat, hakikati savunan insanlardan oluşur. Hakikati savunmak Müslüman'ın olmazsa olmaz özelliğidir.
- Tarikatın marifeti, Allah'ın sırları üzerindeki perdeleri kaldırmaktır. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Elimize bir çekiç alıp her türlü alışkanlığı ve kalıbı kırıp parçalayarak. Bunu yapmazsak alışkanlıklar ve kalıplar yeni bir din hâline gelecektir.
- Kendini unut. Ayrılık acısını hisset. Ve şimdi ayrılığı da unut. Hiç olup öyle başla namaza.
- Allah, kullarını sıkıntılarla sınar. Hakkın yanında olanlar çoğu kez büyük acılar çeker, diğer taraftakiler ise hakkın sesine sağır olur.
- Gün gelir Allah kralları köle, köleleri kral yapar. Kabiliyetlerinizi kullanarak gidebildiğiniz yere kadar gidin.
- Kara sevdaya düşen ve şehvetlerinin kölesi olan kimileri âşık olduklarını zannederler.
- Bu dünya, ezel ve ebed'in arasında sıkışıp kalmış bir göz yanılgısıdır.
- Abdestinizi tam alamazsanız, namazınız da tamamlanmaz. Demek ki, bitişleri başlangıçlar belirler.
- Rüzgâr olmasaydı, bütün dünyayı örümcek ağları sarardı.
- Eğer Allah'a inanıyorsan, hiçbir şeyden korkmaman gerek.
- Siz Allah'tan ümit kesersiniz, ama Allah sizden ümit kesmez.
- Görünen, gerçek değildir; gerçek, her zaman görünür değildir.
- Ûzkûrullâhe zikren kesîrâ ayeti, tarikatın Kur'ânî temelidir.
- Arayışta olanlar muhibdir; sevdiklerini bilirler. Huzura kabul edilmişler ise müridlerdir; sevildiklerini bilirler. Dervişler müridlerin içinden çıkar.
- Giderek daha çok insanın Ehl-i Beyt'in kapısını çalacağı günler yaklaşmaktadır. Bugüne kadar, herkese hüsn-ü zanla baktık, ama kısa zaman sonra kapılar bir daha açılmamacasına kapanacak, tıpkı Nuh'un gemisinde olduğu gibi. Geri dönüşü olmayan o yola girmemize az kaldı. O an gelip tufan koptuğunda, dağlar gibi dalgalar yükselecek ve düşüşler müthiş sert olacak.
Bu yazının başlığı da şeyhin bir deyişidir. Ucundan tutabilene aşk olsun...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Coşkuyla yanıt arasına
Düşer o gölge."
- T. S. Eliot, Oyuk Adamlar
"Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere;
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere."
- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyü
"Göklerde ve yerlerde bulunanlar da, onların gölgeleri de, sabah akşam sadece Allah'a secde eder."
- Sure-i Ra'd [13/15]
Okuduğumuz birçok kitap arasından bazılarıyla kalbî rabıta kurarız. Zor zamanımızda bize şifa olabilir, uzun yol arkadaşlığı yapabilir, uykusuz gecelerimizin devriye nöbetçisi olabilir, dostlarımızla hasbihal etmemize ve hatta sıla-i rahim yapmamıza vesile olabilir. Muhyiddin Şekûr, Türkçeye çevrilen ilk kitabı Su Üstüne Yazı Yazmak'la aslında okuyucusuyla arasında bir bağ kurmuştu. Çünkü manevi yolculuğunu açık yüreklilikle anlattığı bu günlüğünde kapalı sandığımız kapıları muhakkak çalmamız gerektiğini, bu kapıların bizi ne olduğumuz sorusunun peşinden götüreceğini, dolayısıyla da yola çıkarak insanlığımızı ve ruhumuzu yeniden keşfedebilme imkânına sahip olabileceğimizi anlatmıştı. Öğüt değildi bu kitap, rica da değildi. Sadece "Eğer başkalarını yargılamaya başlarsanız sıra hiç kendinize gelmez" diyen bir sûfinin, hayatını dininin içine yerleştirme gayretiydi. Gölgeler Koridoru'yla bu gayret devam ederken hem imtihanlar artıyor hem de hikmetler. Öykü Özer'in son derece titiz ve başarılı çevirisiyle, Türk okuyucusu bir kez daha Muhyiddin Şekûr'un yürüyüşüne sırdaşlık ediyor. Bu sırdaşlığı yoldaşlığa çevirme için ise Şekûr'un şeyhine kulak vermek gerekiyor: "Şayet benim kulağa tatlı gelen fısıltılarımı işitemiyorsan, o hâlde hayat öğretsin sana öğrenmen gerekenleri..."
Su Üstüne Yazı Yazmak kitabında; lavabonun tıkanmasının, biriken günahlar karşılığında bir uyarı olduğunu söyleyen Şekûr, Gölgeler Koridoru'nda yine günlük hayattan imtihan örnekleri veriyor. Hiç bilmedik bir ormanda yapılan gece yürüyüşünden, bir ateşböceğinden, veranda inşaatından, fitneden, Saraybosna'daki savaşın ortasından tefekküre, irfana ve hikmete uzanan bir yolculuk. Bu yolculukta hasret, vuslat ve gurbet tüm lezzetiyle okuyucuya sunuluyor. Gönül erlerine hakikat iştiyakı sunuluyor. Fatih Sultan Mehmed'in veziri, şair Ahmed Paşa'nın bir beyti düşüyor yüreğe: "Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr / öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."
Prolog bölümünde Şekûr, "Kendime baktığımda, karşımda yegâne umudu, zincirlerinden kurtulmak olan bir mahpus görüyordum" diyor ve on dört bölüm boyunca zincirlerini birer birer kırmaya çabalıyor. Kitap, ismini Furkan Suresi’ndeki "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı" ayetinden alıyor. Şekûr, tüm görememelerinin kaydını düşüyor. Önce iç, sonra da dış âleme yapılan dalışlarda, şeyhinin oksijen tüpüne sarılıyor. Tüm bu sarılmalar Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" sözünü akla getiriyor. Aklı bir kenara bırakıp kalple yapılmaya çalışılıyor tüm dalışlar. Çünkü Yunus Emre Hazretlerinin dediği gibi: "Bu akıl fikr ile Mevla bulunmaz."
Tasavvuf büyükleri el'an tasavvufun asla kitaplar vasıtasıyla öğrenilemeyeceğini söylüyor. Bu durumda biz okuyucular da şunu sormakta haklıyız: Öğreneceğimiz "adresler" nerelerdir? Bir kamil mürşid ararken bize faydası olacak kitapları okumak en azından meşrebimizle yüz yüze gelmemizi sağlayabilir. "Dervişlik demir leblebi gibidir" buyuruyorlar. Çiğnemesi ayrı, yutması ayrı zor. Bu zorluklara bu çağda göğüs germek de zor. Okuyucunun bu sebeple tasavvuf kitaplarına yönelmesi son derece doğal. Adresleri, kapıları, şahısları bilmiyor. Evvela tanımak istiyor. İnsanın tek başına manevi tekamül göstermesi muazzam zor. Bir mürşide ihtiyaç var. Kim? Nerede? Nasıl? Sorular, sorular, sorular... İşte bu tip kitaplar, bu soruların "sorgu" olmaması için bir araç. Maksat ise amaca, Hakk'a ulaşmak. Maksat belli, yol meşakkatli, usta yaman. Allah yola çıkanları yolda komasın.
"Hak yolcularını ilim deryalarına götüren bir dizi adım vardır. Ama iş bu deryalara vasıl olmakla da bitmez. Hakkı arayanlar, bundan sonra sadece Ehad ve Samed olan Allah'ın var olduğu Ehadiyet makamına erişirler. Bu makamda, sen Allah'ın içinde, O da senin içinde var olur. Çoğu mürid bu mertebeye vasıl olamaz. Unutma ki, bu mertebeye ulaşmak için mürid, kişiliğinden ciddî anlamda feragat etmeye mecburdur. Bunun içinse, kendini enesinin ve nefsinin boyunduruğundan yeterince kurtarmış olmalıdır. Ne var ki, insanoğlu dünyaya öyle bir nefs, hevâ ve heves potansiyeliyle gelir ki, bunlarla cihad edebilmek için en azından bunlar kadar kuvvetli bir iradeye sahip olması gerekir. İnsanoğlunun bu cihadı esasen, ruhun cesede karşı verdiği mücadeledir."
İnsanın yegane çabası mana alemine yoğunlaşmak, anlamı bulmak olmalıdır. Hayatın anlamı muhakkak O'na çıkacaktır, çıkmalıdır. Eğer bizim varlığımızda manaya, anlama dair bir şey yoksa; tıpkı uzun zamandır batıda görüldüğü gibi hastalıklar, intiharlar, bölünmeler, ayrılıklar, şiddet, öfke, savaş ve her türlü felaketi yaşamak da elzem olacaktır. Şeyhinden bilhassa bu konu üzerine duyduklarını şöyle aktarıyor Şekûr: "Şeyh, bize hak yolcuları olarak şu fâni dünya hayatında varlığımızın anlamdan yoksun olmaması için ne yapmamız gerektiğini öğretiyordu. Bizi, dua yoluyla kalplerimizin en kuytu köşelerinde, bu dünyaya dair umutlarımızı keşfetmeye davet ediyordu. Şahsî sıkıntılarımıza gelince; bunları tamamen olumsuz görmüyordu. Bilakis, gündelik yaşamımızda meşakkatlerle karşılaştığımızda bunlara derc olunmuş şahsî tekamül yollarını görmemiz için bize himmet etmeye çalışıyordu. Bize, hayatımızın inişli ve çıkışlı yollarını adımlarken hep sabrı tavsiye ediyor, meşakkatlerle karşılaştığımızda Allah'tan umudumuzu kesmememizi öğütlüyordu."
Başkalarıyla, başka şeylerle ve bilhassa boş işlerle uğraşmaktansa kişinin kendi iç âlemine yapması gereken yolculukların onu er ya da geç hikmet kapılarının anahtarlarına ulaştıracağını anlatıyor Şekûr. Bu sebeple kitap şahsi bir günlük olmaktan çıkıp manevi âlemde, kendini ve Rabbini tanımak için sefere çıkmak isteyen her okuyucuya yardımcı olacaktır. Bilhassa hasbelkader kitapla buluştuğunu "zanneden" okuyucu, eminim ki Muhyiddin Şekûr ismini kalbinin bir köşesine oturtacaktır. Fakirin şaşkınlıkla okuduğu ve takip ettiği bir isimdir. Bunun sebebi de hikmeti de gönlümde "ilginçliğini" koruyacaktır. Başa dönecek olursak, onunla bununla uğraşarak kaybedeceğimiz vakitleri kendimize ayırsak, yeni umutlar ve galibiyetler önümüze serilecek belki de: "İnsan, ilk olarak kendi enfüsî âlemini tetkit etmeyi düstur edinirse, kendini nefsine yenik düşmekten kurtarabilir. Öte taraftan, nazarını ilk olarak başka insanlara ya da başka şeylere çevirmeyi alışkanlık hâline getirirse, meselelerin gerçek mahiyetini hiçbir zaman kavrayamaması muhtemeldir. Şayet bir kişi başta kendi kalbine bakar ve yine de dürüstçe kabahatsiz olduğuna kanaat getirirse, o zaman bu kişiyi, adaleti mutlaka tecelli edecek olan Âdil-i Mutlak'a havale etmek gerekir."
Tıpkı ilk kitabında olduğu gibi bu kitabını da Şekûr "Şeyh'ten deyişler" bölümüyle bitiriyor. Bazılarını buraya almaktan memnuniyet duyacağım:
- Tarikat, fırtınadan göz gözü görmezken insanlığa yol gösteren nûrdur. Tarikat, hakikati savunan insanlardan oluşur. Hakikati savunmak Müslüman'ın olmazsa olmaz özelliğidir.
- Tarikatın marifeti, Allah'ın sırları üzerindeki perdeleri kaldırmaktır. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Elimize bir çekiç alıp her türlü alışkanlığı ve kalıbı kırıp parçalayarak. Bunu yapmazsak alışkanlıklar ve kalıplar yeni bir din hâline gelecektir.
- Kendini unut. Ayrılık acısını hisset. Ve şimdi ayrılığı da unut. Hiç olup öyle başla namaza.
- Allah, kullarını sıkıntılarla sınar. Hakkın yanında olanlar çoğu kez büyük acılar çeker, diğer taraftakiler ise hakkın sesine sağır olur.
- Gün gelir Allah kralları köle, köleleri kral yapar. Kabiliyetlerinizi kullanarak gidebildiğiniz yere kadar gidin.
- Kara sevdaya düşen ve şehvetlerinin kölesi olan kimileri âşık olduklarını zannederler.
- Bu dünya, ezel ve ebed'in arasında sıkışıp kalmış bir göz yanılgısıdır.
- Abdestinizi tam alamazsanız, namazınız da tamamlanmaz. Demek ki, bitişleri başlangıçlar belirler.
- Rüzgâr olmasaydı, bütün dünyayı örümcek ağları sarardı.
- Eğer Allah'a inanıyorsan, hiçbir şeyden korkmaman gerek.
- Siz Allah'tan ümit kesersiniz, ama Allah sizden ümit kesmez.
- Görünen, gerçek değildir; gerçek, her zaman görünür değildir.
- Ûzkûrullâhe zikren kesîrâ ayeti, tarikatın Kur'ânî temelidir.
- Arayışta olanlar muhibdir; sevdiklerini bilirler. Huzura kabul edilmişler ise müridlerdir; sevildiklerini bilirler. Dervişler müridlerin içinden çıkar.
- Giderek daha çok insanın Ehl-i Beyt'in kapısını çalacağı günler yaklaşmaktadır. Bugüne kadar, herkese hüsn-ü zanla baktık, ama kısa zaman sonra kapılar bir daha açılmamacasına kapanacak, tıpkı Nuh'un gemisinde olduğu gibi. Geri dönüşü olmayan o yola girmemize az kaldı. O an gelip tufan koptuğunda, dağlar gibi dalgalar yükselecek ve düşüşler müthiş sert olacak.
Bu yazının başlığı da şeyhin bir deyişidir. Ucundan tutabilene aşk olsun...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
20 Şubat 2016 Cumartesi
Milyon şiir varsa, milyon da eleştiri vardır
Eleştiri daha çok şiirin, öykünün ve romanın nasıl olduğunu, ne şartlarda oluştuğunu bize anlatan, anlatmaya çalışan bir sahadır. Şiir dediğimiz mesele ne kadar da başkasını tekrardan ibaret olsa da bu tekrar da başlı başına biriciktir. Dolayısıyla tekrarın tekrarında da kendine has bir ifade biçimi vardır. Eleştiri yalnızca tekrar edileni değil, tekrarın tekrarını da kendine mesele eder ve handikaplarını tespit etmeye çalışır. Milyon şiir varsa, milyon da eleştiri vardır.
Diğer yazın alanlarına nazaran eleştiri ile şiirin irtibatı daha da kadimdir. Bunu Tanzimat döneminden alıp İkinci Yeni’ye kadar getirebiliriz. Çünkü yazın dünyamızın köklerinde şiir yatmaktadır. Eleştirinin de şiire bu kadar mesai harcaması şiirin önemini biraz daha belirginleştirmektedir.
“Dahası sağlıklı bir şiir geleneğinin oluşması ve tutunması isteniyorsa şiir, eleştiri ile kol kola yürümek zorundadır. Eğer bir milletin şiir birikimi kayda değer ve güçlü bir yapı arz etmiyorsa, o millet, şiir eleştirisini sağlam yapamıyor demektir.”
İdris Ekinci, Ebabil Yayınları'ndan çıkan “Poetik Fiiller” kitabında alıntıladığım şekilde bir izahta ve uyarıda bulunuyor. İyi şiirin adresini tespit edebilmemiz için şiir ve eleştiri arasında bir kan uyumunun olması gerekmektedir. Kan uyuşmasının olmaması durumunda cılız, ifade edilmeyen, neye karşılık geldiği belli olmayan bir şiir çıkacaktır ortaya. Yani şiir denilen olgu köksüzleşecek, gerçekliğinden uzaklaşacaktır.
İyi şiirin ne şartlarda ve nasıl oluştuğu konusunda fikir edinebilmemiz için yine eleştirmene başvuruyoruz. Eleştirmenin şiir üzerine izahlar yaparken dayanakları nelerdir? Objektif bir yaklaşım mı söz konusu yoksa dayanaksız, sadece duygu dünyasından hareketle oluşturmuş olduğu bir eleştiri mi söz konusu?
“Bir sanat eserini iyi veya kötü nitelendirilmesinde bulunmak aslında iki yaklaşım çerçevesinde mümkündür. Birinci yaklaşım, o esere herhangi bir kuram veya tutuma dayanmadan kişisel, öznel iyi-kötü yaklaşımıdır. Yani bir sanat eseri karşısında bulunan insan (eleştirmen) bir açıklama gereği duymadan, düşüncelerini temellendirme ihtiyacı hissetmeden o sanat eserine karşı sevdim sevmedim, iyi kötü yargılarında bulunabilir. Bunu yaparken de kendini herhangi bir kural, kaideyle sınırlı tutmaz.”
Ekinci eleştirmenin serbestliğini izah ederken eleştirmene niyetini ayan etmesini salık vermektedir. Eleştirmene öznel yaklaşımından dolayı herhangi bir taarruz söz konusu olmadığı gibi eleştirmen bu konuda özgürdür. Ancak sübjektif bir iddia ile gelen eleştirmen; kaynaklara, kaidelere uymak zorundadır. Bu zorunluluk hem eleştirmeni özgürleştirecek hem de makul eleştirinin yardımıyla şiirin nasıl olduğunu bize öğretecektir.
“Şiiri eleştirmek öyle her kişinin üstesinden geleceği, kolay halledilir bir iş değildir; o eleştirmen ki hem bir şair ruhu taşıyacak, hem de şiir dağarcığı vasat okuyucunun çok çok üzerinde olacaktır. Bu özellik de yetmez; eleştiri kuramlarından haberdar olacak ve nesnel olmaya, kötü niyetli olmamaya gayret edecektir. Yani önüne gelen bir eser üzerinde ileri geri, desteksiz, hercai düşünceler üretmek, eleştirmen ürünü olmayan laf kalabalığı niteliğindeki işlerdir. Eleştirmen kolay söylemek, acele davranmak marazlarından uzak durmalıdır. Kısaca komple bir duruştur eleştirmen olmak.”
Alıntıladığım bu kısmın eleştiri ve şiir namıma önemli hatta çok önemli olduğunu düşünüyorum. Her kimse oturduğu yerden ben artık şairim diyemediği gibi ben artık eleştirmenim de diyemez. Aksini iddia edenin şairliği de eleştirmenliği de net bir şekilde şaibelidir. Eleştiriye niyet edildiğinde “şair ruhu taşıyacak” ifadesini, Ekinci kitabında iki isimden hareketle anlatmaktadır. Birincisi üniversite edebiyat bölümlerinde kitapları okutulan ve kaynak oluşuna başvurulan Mehmet Kaplan’dır. Kaplan, şiire yaklaşırken şiirin iç anlamından çok kaportası ile ilgilenmektedir. Dışardan, ciddiyetle bakmaktadır. Özetle Kaplan’ın eleştirmeni olduğu şiire karşı tutumu çatık kaşlıdır. Ekinci’nin vermiş olduğu diğer bir örnek ki “şair ruhu taşıyacak” kategorisine uymaktadır; o isim de Cemal Süreya’dır. Süreya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” kitabını okuyan bir okur, Süreya’nın kitabını yazarken meseleye içerden baktığını hemen alır. Çünkü Süreya, eleştirisini yaparken oyuna, şarkıya dâhil bir tutum izler. Kaplan ise korunun şefidir. Mesela; “Folklor Şiire Düşman” yazısını hem Kaplan’ın hem de Süreya’nın kaleminden okuduğunuzu düşünün. Biri uçta bilimsel ve ciddi, diğeri ise içkin ve yumuşaktır. Burada Kaplan’ın mesaisini kötülemek gibi bir muradı yok Ekinci’nin, sadece şiire dâhil ve hariç olma durumunu izah etmek istiyor. Ekinci, eleştirmenin vasıflarını açıklarken özellikler sayıyor; şiir dağarcığının olması, kuramdan haberdar olması, nesnel olması ve en önemlisi kötü niyetli olmaması. Bizim günümüz eleştirisini bu asgari şartlara vurduğumuzda elimizde bulunan yekûn ne olacaktır? Bir derginin diğer dergiyi çekemediğinden dolayı türlü yalanları ve bel altı çalışmalarını bize eleştiri diye yutturmaya çalışması, birçok insanın da bu dolmaları yutmasını nereye koyacağız? Bu meseleyi dallandırıp budaklandırmadan benim âcizane tavsiyem Ekinci’nin tespitlerine kulak vermemiz olacaktır. Yoksa yapıp ettiklerimiz havanda su dövmekten başka bir şeye varmaz. Elimizde iyi şiir olmadığı gibi ahlaksız bir eleştiri ile haşir neşir oluruz.
Eleştirmenin okura karşı mesuliyetleri vardır. Şiir ve okur arasında bağı kurar, bu bağ kurma aşamasının sonrasında çekip gidemez. Ölene kadar bu mesuliyet devam eder. Hata yaptım gibi bir lüksü yoktur eleştirmenin. Ekinci şöyle diyor: “Eleştirmen, şiir ve okur arasındaki en güvenilir köprülerden biridir. Biridir diyorum çünkü eleştirmen her yönüyle güvenilecek bir şahıs değildir. Onun yaptığı şiire ulaşmada, onun dünyasına girmede bir pencere, bir yol açmaktır.”
Eleştirmen ağ bağlantısını sağlıyor ama sahihliği konusunda yazarın tereddütleri var. Haklı tereddütler bunlar. Doktordan dönen hastanın eczacı ile yaşadığı münasebettir bu. Eczacının hastaya doğru ilacı verip vermemesi ile ilgili bir hadise bu. Ya da uygun dozun ne kadar olduğunu tarif etmekteki hassasiyettir. Okur, eleştirmene karşı uyanık ve dikkatli olmalıdır. Tam bir teslimiyet içinde olmadığı gibi Ekinci’nin bahsettiği “pencereye” bakarken de sahih olup olmadığına dikkat kesilmelidir.
“Gelelim şaire. Şairler, özellikle genç şairler -yaşlılar zaten eleştiri eşiğini atlamışlardır?!- eleştirilmekten pek haz etmezler. Şiir yazan, şiirle yatıp kalkan herkeste biraz kibir vardır. Yaptıklarını eşsiz ve kusursuz görmek, bir şair için aşılması güç bir engeldir. Genç şairler çoğu zaman bir beğeni ve takdir beklerler. Bekledikleri gerçekleşmeyince de bir veryansın, bir kızgınlıktır alır başını gider.”
Alıntıda günümüz şiirinin durumunu izhar eden önemli tespitler var. Genç şair kibirli ve burnundan kıl aldırmaz, yaşlı şair ise -genellemeden- şiiri bitirdiği gibi, şiirine yapılan eleştirilere sürekli itiraz eder ve bir meydan okumanın içindedir. Alıntıda bahsedilen ve açıklamaya çalıştığım hasletler hastalık belirtisidir. Genç şair bu hastalığın varlığını kabul etmezse baştan yenilecektir. Yaşlı şair ise kendi namına oluşturduğu dokunulmazlık zırhını kaldırmazsa herhangi bir öğreticiliği olmayacaktır. Şiir dediğimiz hadise kendini güncelleyen, yenileyen bir durumdur. Şiire niyet edenin de bu gerçekliğe dikkat kesilmesi gerekmektedir. Güncelleme ve yenilenme durumu için de şiirde bulunan rahatsızlıkların bulunması lazım. Bunun için de imdadımıza yetişen eleştiri ve eleştirmendir. Eleştirinin uzağına düşen, yanına yaklaştırmayan, tahammül edemeyen, kibri ile yok sayan şiir yok hükmündedir. Karşılığı yoktur.
İdris Ekinci, Poetik Fiiler kitabında Cumhuriyet şiirinden Garip’e, İkinci Yeni şiirinden günümüz şiirine kadar olan atılımlarda, eleştirinin bu atılımların neresine düştüğünü açıklamaya çalışmış. Günümüz şiirine korkmadan gözdağı verirken, İkinci Yeni’nin halen borusunun öttüğünü ve günümüzde kuram diye öne sürülen girişimlerin yalnızca bireysel kalkışmalar olduğunu ifade etmektedir. “Bırak Seni Şiirin Anlatsın” yazısında pohpohlamanın, reklamın, kayırmanın iyi şiiri vermediğini, iyi şiirin kokusundan belli olduğunu ifade etmektedir. Yabancı eleştirmenlerin kitaplarını tahlile dayalı ve yerli eleştirmenlerin de kuramlarına dair önemli noktaları barındıran yazıları bizimle paylaşmaktadır. Deneme, öykü ve kuram kitapları da tahlil edilmekte ve kendine yer bulmaktadır.
“Poetik Fiiller”den hareketle şunu söyleyebiliriz: Ekinci, kitabın çıtasını çatarken herhangi bir tereddüt duymuyor. Çekici indirdiğinde acaba biri bir şey der mi endişesi yok. Net, açık ve sert. Kitabın genelinde isim vermemek gibi bir yaklaşımı var Ekinci’nin. Sebebi ise çekinceleri değil edebiyat ortamını iyi bilmesinin vermiş olduğu rahatlıktır. Ortamımız eleştiriye tahammül edebilen, tavsiye kabul eden bir ortam değildir. Sanal kurguların ve furyaların meseleye dâhil olmasından sonra 140 karakterli yazın alanları eleştirinin yapıldığı, eleştirilere cevap verildiği yerler olarak görülmeye başlandı. Daha da kötüsü buradan yapılan eleştiri ve eleştiriye verilen cevaplar sahih olarak görüldü. Çetrefil, kepaze, sulu bir ortam buldu bizi. Ekinci bu kepazeliğe mahal vermeden bir eleştiri yazıyor. Yoksa elinde kılıcı, kelle almaktan yana herhangi bir çekincesi yok. Kitabı okurken bunlara dikkat etmenin faydalı olacağını düşünüyorum.
İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6
Diğer yazın alanlarına nazaran eleştiri ile şiirin irtibatı daha da kadimdir. Bunu Tanzimat döneminden alıp İkinci Yeni’ye kadar getirebiliriz. Çünkü yazın dünyamızın köklerinde şiir yatmaktadır. Eleştirinin de şiire bu kadar mesai harcaması şiirin önemini biraz daha belirginleştirmektedir.
“Dahası sağlıklı bir şiir geleneğinin oluşması ve tutunması isteniyorsa şiir, eleştiri ile kol kola yürümek zorundadır. Eğer bir milletin şiir birikimi kayda değer ve güçlü bir yapı arz etmiyorsa, o millet, şiir eleştirisini sağlam yapamıyor demektir.”
İdris Ekinci, Ebabil Yayınları'ndan çıkan “Poetik Fiiller” kitabında alıntıladığım şekilde bir izahta ve uyarıda bulunuyor. İyi şiirin adresini tespit edebilmemiz için şiir ve eleştiri arasında bir kan uyumunun olması gerekmektedir. Kan uyuşmasının olmaması durumunda cılız, ifade edilmeyen, neye karşılık geldiği belli olmayan bir şiir çıkacaktır ortaya. Yani şiir denilen olgu köksüzleşecek, gerçekliğinden uzaklaşacaktır.
İyi şiirin ne şartlarda ve nasıl oluştuğu konusunda fikir edinebilmemiz için yine eleştirmene başvuruyoruz. Eleştirmenin şiir üzerine izahlar yaparken dayanakları nelerdir? Objektif bir yaklaşım mı söz konusu yoksa dayanaksız, sadece duygu dünyasından hareketle oluşturmuş olduğu bir eleştiri mi söz konusu?
“Bir sanat eserini iyi veya kötü nitelendirilmesinde bulunmak aslında iki yaklaşım çerçevesinde mümkündür. Birinci yaklaşım, o esere herhangi bir kuram veya tutuma dayanmadan kişisel, öznel iyi-kötü yaklaşımıdır. Yani bir sanat eseri karşısında bulunan insan (eleştirmen) bir açıklama gereği duymadan, düşüncelerini temellendirme ihtiyacı hissetmeden o sanat eserine karşı sevdim sevmedim, iyi kötü yargılarında bulunabilir. Bunu yaparken de kendini herhangi bir kural, kaideyle sınırlı tutmaz.”
Ekinci eleştirmenin serbestliğini izah ederken eleştirmene niyetini ayan etmesini salık vermektedir. Eleştirmene öznel yaklaşımından dolayı herhangi bir taarruz söz konusu olmadığı gibi eleştirmen bu konuda özgürdür. Ancak sübjektif bir iddia ile gelen eleştirmen; kaynaklara, kaidelere uymak zorundadır. Bu zorunluluk hem eleştirmeni özgürleştirecek hem de makul eleştirinin yardımıyla şiirin nasıl olduğunu bize öğretecektir.
“Şiiri eleştirmek öyle her kişinin üstesinden geleceği, kolay halledilir bir iş değildir; o eleştirmen ki hem bir şair ruhu taşıyacak, hem de şiir dağarcığı vasat okuyucunun çok çok üzerinde olacaktır. Bu özellik de yetmez; eleştiri kuramlarından haberdar olacak ve nesnel olmaya, kötü niyetli olmamaya gayret edecektir. Yani önüne gelen bir eser üzerinde ileri geri, desteksiz, hercai düşünceler üretmek, eleştirmen ürünü olmayan laf kalabalığı niteliğindeki işlerdir. Eleştirmen kolay söylemek, acele davranmak marazlarından uzak durmalıdır. Kısaca komple bir duruştur eleştirmen olmak.”
Alıntıladığım bu kısmın eleştiri ve şiir namıma önemli hatta çok önemli olduğunu düşünüyorum. Her kimse oturduğu yerden ben artık şairim diyemediği gibi ben artık eleştirmenim de diyemez. Aksini iddia edenin şairliği de eleştirmenliği de net bir şekilde şaibelidir. Eleştiriye niyet edildiğinde “şair ruhu taşıyacak” ifadesini, Ekinci kitabında iki isimden hareketle anlatmaktadır. Birincisi üniversite edebiyat bölümlerinde kitapları okutulan ve kaynak oluşuna başvurulan Mehmet Kaplan’dır. Kaplan, şiire yaklaşırken şiirin iç anlamından çok kaportası ile ilgilenmektedir. Dışardan, ciddiyetle bakmaktadır. Özetle Kaplan’ın eleştirmeni olduğu şiire karşı tutumu çatık kaşlıdır. Ekinci’nin vermiş olduğu diğer bir örnek ki “şair ruhu taşıyacak” kategorisine uymaktadır; o isim de Cemal Süreya’dır. Süreya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” kitabını okuyan bir okur, Süreya’nın kitabını yazarken meseleye içerden baktığını hemen alır. Çünkü Süreya, eleştirisini yaparken oyuna, şarkıya dâhil bir tutum izler. Kaplan ise korunun şefidir. Mesela; “Folklor Şiire Düşman” yazısını hem Kaplan’ın hem de Süreya’nın kaleminden okuduğunuzu düşünün. Biri uçta bilimsel ve ciddi, diğeri ise içkin ve yumuşaktır. Burada Kaplan’ın mesaisini kötülemek gibi bir muradı yok Ekinci’nin, sadece şiire dâhil ve hariç olma durumunu izah etmek istiyor. Ekinci, eleştirmenin vasıflarını açıklarken özellikler sayıyor; şiir dağarcığının olması, kuramdan haberdar olması, nesnel olması ve en önemlisi kötü niyetli olmaması. Bizim günümüz eleştirisini bu asgari şartlara vurduğumuzda elimizde bulunan yekûn ne olacaktır? Bir derginin diğer dergiyi çekemediğinden dolayı türlü yalanları ve bel altı çalışmalarını bize eleştiri diye yutturmaya çalışması, birçok insanın da bu dolmaları yutmasını nereye koyacağız? Bu meseleyi dallandırıp budaklandırmadan benim âcizane tavsiyem Ekinci’nin tespitlerine kulak vermemiz olacaktır. Yoksa yapıp ettiklerimiz havanda su dövmekten başka bir şeye varmaz. Elimizde iyi şiir olmadığı gibi ahlaksız bir eleştiri ile haşir neşir oluruz.
Eleştirmenin okura karşı mesuliyetleri vardır. Şiir ve okur arasında bağı kurar, bu bağ kurma aşamasının sonrasında çekip gidemez. Ölene kadar bu mesuliyet devam eder. Hata yaptım gibi bir lüksü yoktur eleştirmenin. Ekinci şöyle diyor: “Eleştirmen, şiir ve okur arasındaki en güvenilir köprülerden biridir. Biridir diyorum çünkü eleştirmen her yönüyle güvenilecek bir şahıs değildir. Onun yaptığı şiire ulaşmada, onun dünyasına girmede bir pencere, bir yol açmaktır.”
Eleştirmen ağ bağlantısını sağlıyor ama sahihliği konusunda yazarın tereddütleri var. Haklı tereddütler bunlar. Doktordan dönen hastanın eczacı ile yaşadığı münasebettir bu. Eczacının hastaya doğru ilacı verip vermemesi ile ilgili bir hadise bu. Ya da uygun dozun ne kadar olduğunu tarif etmekteki hassasiyettir. Okur, eleştirmene karşı uyanık ve dikkatli olmalıdır. Tam bir teslimiyet içinde olmadığı gibi Ekinci’nin bahsettiği “pencereye” bakarken de sahih olup olmadığına dikkat kesilmelidir.
“Gelelim şaire. Şairler, özellikle genç şairler -yaşlılar zaten eleştiri eşiğini atlamışlardır?!- eleştirilmekten pek haz etmezler. Şiir yazan, şiirle yatıp kalkan herkeste biraz kibir vardır. Yaptıklarını eşsiz ve kusursuz görmek, bir şair için aşılması güç bir engeldir. Genç şairler çoğu zaman bir beğeni ve takdir beklerler. Bekledikleri gerçekleşmeyince de bir veryansın, bir kızgınlıktır alır başını gider.”
Alıntıda günümüz şiirinin durumunu izhar eden önemli tespitler var. Genç şair kibirli ve burnundan kıl aldırmaz, yaşlı şair ise -genellemeden- şiiri bitirdiği gibi, şiirine yapılan eleştirilere sürekli itiraz eder ve bir meydan okumanın içindedir. Alıntıda bahsedilen ve açıklamaya çalıştığım hasletler hastalık belirtisidir. Genç şair bu hastalığın varlığını kabul etmezse baştan yenilecektir. Yaşlı şair ise kendi namına oluşturduğu dokunulmazlık zırhını kaldırmazsa herhangi bir öğreticiliği olmayacaktır. Şiir dediğimiz hadise kendini güncelleyen, yenileyen bir durumdur. Şiire niyet edenin de bu gerçekliğe dikkat kesilmesi gerekmektedir. Güncelleme ve yenilenme durumu için de şiirde bulunan rahatsızlıkların bulunması lazım. Bunun için de imdadımıza yetişen eleştiri ve eleştirmendir. Eleştirinin uzağına düşen, yanına yaklaştırmayan, tahammül edemeyen, kibri ile yok sayan şiir yok hükmündedir. Karşılığı yoktur.
İdris Ekinci, Poetik Fiiler kitabında Cumhuriyet şiirinden Garip’e, İkinci Yeni şiirinden günümüz şiirine kadar olan atılımlarda, eleştirinin bu atılımların neresine düştüğünü açıklamaya çalışmış. Günümüz şiirine korkmadan gözdağı verirken, İkinci Yeni’nin halen borusunun öttüğünü ve günümüzde kuram diye öne sürülen girişimlerin yalnızca bireysel kalkışmalar olduğunu ifade etmektedir. “Bırak Seni Şiirin Anlatsın” yazısında pohpohlamanın, reklamın, kayırmanın iyi şiiri vermediğini, iyi şiirin kokusundan belli olduğunu ifade etmektedir. Yabancı eleştirmenlerin kitaplarını tahlile dayalı ve yerli eleştirmenlerin de kuramlarına dair önemli noktaları barındıran yazıları bizimle paylaşmaktadır. Deneme, öykü ve kuram kitapları da tahlil edilmekte ve kendine yer bulmaktadır.
“Poetik Fiiller”den hareketle şunu söyleyebiliriz: Ekinci, kitabın çıtasını çatarken herhangi bir tereddüt duymuyor. Çekici indirdiğinde acaba biri bir şey der mi endişesi yok. Net, açık ve sert. Kitabın genelinde isim vermemek gibi bir yaklaşımı var Ekinci’nin. Sebebi ise çekinceleri değil edebiyat ortamını iyi bilmesinin vermiş olduğu rahatlıktır. Ortamımız eleştiriye tahammül edebilen, tavsiye kabul eden bir ortam değildir. Sanal kurguların ve furyaların meseleye dâhil olmasından sonra 140 karakterli yazın alanları eleştirinin yapıldığı, eleştirilere cevap verildiği yerler olarak görülmeye başlandı. Daha da kötüsü buradan yapılan eleştiri ve eleştiriye verilen cevaplar sahih olarak görüldü. Çetrefil, kepaze, sulu bir ortam buldu bizi. Ekinci bu kepazeliğe mahal vermeden bir eleştiri yazıyor. Yoksa elinde kılıcı, kelle almaktan yana herhangi bir çekincesi yok. Kitabı okurken bunlara dikkat etmenin faydalı olacağını düşünüyorum.
İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6
19 Şubat 2016 Cuma
Altın yaldızla yazılıp sultanlara anlatılan hikayeler
“Ferec Ba'de’ş Şidde”, zorluktan sonra gelen kolaylık ve esenlik manasına gelen bir terkib. Bu ifadeyle anılan hikayeler anlatılmış tarihte. Ve bu hikayeler geniş bir sahada okuyucu bulmuş. Ferec Bade’ş Şidde ismiyle Arapça, Farsça ve Türkçe'de muhtelif hikaye kitapları tertip edilmiş.
Bu kitaplardaki hikayelerde, kahramanlar önce büyük sıkıntılarla karşılaşıyorlar. Felaketler, sürgünler, ayrılıklar ve çeşitli başka zorluklara, müşkillere maruz kalıyorlar. Ardından Allah’ın ihsanıyla bu sıkıntılardan kurtuluyorlar ve öncekinden daha iyi bir duruma yükseliyorlar. Bu hikayeler bir bakıma Rabbimizin bizi tabi tuttuğu imtihanların ardından ihsan ettiği nimetleri gösteren hikayelerdir. Türkçemiz’deki ‘Bir kapıyı kapayan, diğerini açar’ sözünün ifadesidir adeta bu anlatılar.
Ferec Bade’ş Şidde ismiyle anılan hikaye kitaplarının ilk örneği Arapça’dır. Ardından Farsça’ları gelir. Ama Fars dilinde olanları Arapça’dan çeviridir, özgün değillerdir. Arap edebiyatında bu hikayeler 9. yüzyılda ortaya çıkar. Önceleri bir kaç yaprak iken daha sonra başka hikayeler de eklenir. Farsça’ya daha sonraki zamanlarda çevirilir. 13. yüzyıla denk gelen bu çevirilerle birlikte mevzubahis hikayelerin etki alanı genişler. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’ler, Arapça ve Farsçalar’ından çok farklıdır. Hikayelerdeki bazı motifler Arapça ve Farsçaları’yla benzerlik gösterse de Türk zevkine göre yeniden tasnif edilir, mahiyet bakımından çok farklı hikayeler meydana getirilir. Bu hikayeler, Arap, Acem ve Hint’den gelen motiflerle ve Türk halkının gelenek ve görenekleriyle birleşerek teşekkül eder.
Bu hikayelerde masal motiflerimizin pek çoğuna rastlamak mümkün. Bizim masallarımızdaki motiflerin yanı sıra dünya masalları ile de bu motifler arasında benzerliklere rastlanır. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde hikayeleri bir nebze Binbir Gece Masalları’nın havasını taşır. Tutiname ve Mantıku’t Tayr’ı da anımsatmakla birlikte hepsinden ayrı, adeta hepsinden bir parça alınarak meydana getirilmiş bir hikayeler külliyatıdır. Türkçe’deki ilk Ferec Bade’ş Şidde musannifi belli değildir. Bu hikayeler sanki halk arasında yayılmış ve daha sonra bunları birisi toplamış gibidir.
Ahlaki dersler veren bir hikaye türü
Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’lerde bulunan hikayelerin hemen hepsinden ahlaki bir ders çıkarmak mümkün. Bazı hikayelerin sonunda bu dersler ayrıca belirtilir. Sofraya büyüklerden önce oturmamak, her zaman dualı ve Allah adını anar halde olmak ve muskasız, hamayılsız gezmemek gibi dersler verilir.
Ferec Bade’ş Şidde’lerde yer alan hikayelerin bazıları halk arasında çok yayılmış. Bir kısmı sözlü gelenek yoluyla, bir kısmı da muhtelif vakitlerde çeşitli yayınlarla zamanımıza kadar gelmiş ve zamanla yeni ilavelerle zenginleşmiş.
Bu Ferec Bade’ş Şidde hikayelerini, Türk kültür hayatına bir çok güzel eseri yeniden kazandıran Büyüyenay Yayınları geçtiğimiz yıllarda yayınladı. Eseri, Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu ve Doç. Dr. Orhan Yavuz Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde'lerin çeşitli nüshalarından toplayarak hazırlamış. Kitap için 12 hikaye seçilmiş. Metin üzerinde rahatsız edici tasarruflarda bulunulmamış. Cümle yapısı aynen muhafaza edilmiş. Hikayelerin girişindeki "Râviyan-ı ahbârân ve nâkılân-ı âsâr" gibi şahane klişelere de dokunulmamış.
Altın yaldızla yazılan hikaye: Seyfül Mülük
Kitaptaki “Seyfül Mülük” hikayesinin zaptedilmesinin ise ilginç bir hikayesi var. Mevzubahis hikaye Türk hükümdar Gazneli Mahmud sayesinde ortaya çıkar. Gazneli Mahmud, güzel ve merak uyandıran hikayeler dinlemeyi severmiş. Kendisine böyle hikayeler anlatanlara ihsanda bulunurmuş. Bir gün vezirlerinden biri Gazneli Mahmud’a, "Velinimetim, her zaman böyle saçma sapan hikaye anlatanlara bu suretle ihsan bulunursanız hazineniz çabuk boşalır” der. Bu söz Gazneli Mahmud’u kızdırır ve “Ey Hace” der, “Sen benim acıklı ve garip hikayeleri dinlemekten hoşlandığımı bilirsin. Bu seyyahların hikayelerini beğenmedin ve onlara olan ihsanımı hoş görmedin. Eğer sen onlardan daha merak uyandıran, daha güzel hikayeler anlatırsan beğenmemekte haklı olduğunu kabul eder, sana yüz bin altın ihsan ederim. Aksi takdirde senin kıskançlığına vererek bütün servetini elinden alır ve seni sürerim.”
Bunun üzerine o vezir adamlarından beş tanesini seçer, her birine biner altın vererek bunları Horasan, Hindistan, Mısır, Yemen ve Çin’e hikaye aramaya yollar. Bunlardan Hindistan’a gideni Serendip şehrinde bir meddahtan Seyfül Mülük hikayesini dinler. Meddah, Seyfül Mülük hikayesini vezirin adamına anlatmadan önce bazı şartları öne sürerek ondan söz alır. Bu şartlara göre vezirin adamı Seyfül Mülük hikayesini yol üzerinde oturup gelene geçene söylemeyecek, bekarlar arasında nakletmeyecek, cahil ve kıymet bilmezler arasında söylemeyecek ve Serendip’te kimseye anlatmayacaktır.
Vezirin adamı bu hikayeyi yazıp vezire getirir. O da hükümdara verir. Gazneli Mahmud hikayeyi çok beğenir. Altın hat ile yazdırır ve hazinede saklanmasını emreder. Ve zaman zaman hikayeyi okuturmuş.
Seyfül Mülük hikayesi ve en az bu hikaye kadar değerli diğer on bir hikayeden “Ferec Bade’ş Şidde Hikayeleri / Güçlükten Kolaylığa, Kederden Sevince” isimli kitap, dönüp dönüp okunası bir eser. Meraklılarına muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Öztürk
(Dunyabizim, 28.01.2016)
Ferec Bade’ş Şidde ismiyle anılan hikaye kitaplarının ilk örneği Arapça’dır. Ardından Farsça’ları gelir. Ama Fars dilinde olanları Arapça’dan çeviridir, özgün değillerdir. Arap edebiyatında bu hikayeler 9. yüzyılda ortaya çıkar. Önceleri bir kaç yaprak iken daha sonra başka hikayeler de eklenir. Farsça’ya daha sonraki zamanlarda çevirilir. 13. yüzyıla denk gelen bu çevirilerle birlikte mevzubahis hikayelerin etki alanı genişler. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’ler, Arapça ve Farsçalar’ından çok farklıdır. Hikayelerdeki bazı motifler Arapça ve Farsçaları’yla benzerlik gösterse de Türk zevkine göre yeniden tasnif edilir, mahiyet bakımından çok farklı hikayeler meydana getirilir. Bu hikayeler, Arap, Acem ve Hint’den gelen motiflerle ve Türk halkının gelenek ve görenekleriyle birleşerek teşekkül eder.
Bu hikayelerde masal motiflerimizin pek çoğuna rastlamak mümkün. Bizim masallarımızdaki motiflerin yanı sıra dünya masalları ile de bu motifler arasında benzerliklere rastlanır. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde hikayeleri bir nebze Binbir Gece Masalları’nın havasını taşır. Tutiname ve Mantıku’t Tayr’ı da anımsatmakla birlikte hepsinden ayrı, adeta hepsinden bir parça alınarak meydana getirilmiş bir hikayeler külliyatıdır. Türkçe’deki ilk Ferec Bade’ş Şidde musannifi belli değildir. Bu hikayeler sanki halk arasında yayılmış ve daha sonra bunları birisi toplamış gibidir.
Ahlaki dersler veren bir hikaye türü
Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’lerde bulunan hikayelerin hemen hepsinden ahlaki bir ders çıkarmak mümkün. Bazı hikayelerin sonunda bu dersler ayrıca belirtilir. Sofraya büyüklerden önce oturmamak, her zaman dualı ve Allah adını anar halde olmak ve muskasız, hamayılsız gezmemek gibi dersler verilir.
Ferec Bade’ş Şidde’lerde yer alan hikayelerin bazıları halk arasında çok yayılmış. Bir kısmı sözlü gelenek yoluyla, bir kısmı da muhtelif vakitlerde çeşitli yayınlarla zamanımıza kadar gelmiş ve zamanla yeni ilavelerle zenginleşmiş.
Bu Ferec Bade’ş Şidde hikayelerini, Türk kültür hayatına bir çok güzel eseri yeniden kazandıran Büyüyenay Yayınları geçtiğimiz yıllarda yayınladı. Eseri, Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu ve Doç. Dr. Orhan Yavuz Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde'lerin çeşitli nüshalarından toplayarak hazırlamış. Kitap için 12 hikaye seçilmiş. Metin üzerinde rahatsız edici tasarruflarda bulunulmamış. Cümle yapısı aynen muhafaza edilmiş. Hikayelerin girişindeki "Râviyan-ı ahbârân ve nâkılân-ı âsâr" gibi şahane klişelere de dokunulmamış.
Altın yaldızla yazılan hikaye: Seyfül Mülük
Kitaptaki “Seyfül Mülük” hikayesinin zaptedilmesinin ise ilginç bir hikayesi var. Mevzubahis hikaye Türk hükümdar Gazneli Mahmud sayesinde ortaya çıkar. Gazneli Mahmud, güzel ve merak uyandıran hikayeler dinlemeyi severmiş. Kendisine böyle hikayeler anlatanlara ihsanda bulunurmuş. Bir gün vezirlerinden biri Gazneli Mahmud’a, "Velinimetim, her zaman böyle saçma sapan hikaye anlatanlara bu suretle ihsan bulunursanız hazineniz çabuk boşalır” der. Bu söz Gazneli Mahmud’u kızdırır ve “Ey Hace” der, “Sen benim acıklı ve garip hikayeleri dinlemekten hoşlandığımı bilirsin. Bu seyyahların hikayelerini beğenmedin ve onlara olan ihsanımı hoş görmedin. Eğer sen onlardan daha merak uyandıran, daha güzel hikayeler anlatırsan beğenmemekte haklı olduğunu kabul eder, sana yüz bin altın ihsan ederim. Aksi takdirde senin kıskançlığına vererek bütün servetini elinden alır ve seni sürerim.”
Bunun üzerine o vezir adamlarından beş tanesini seçer, her birine biner altın vererek bunları Horasan, Hindistan, Mısır, Yemen ve Çin’e hikaye aramaya yollar. Bunlardan Hindistan’a gideni Serendip şehrinde bir meddahtan Seyfül Mülük hikayesini dinler. Meddah, Seyfül Mülük hikayesini vezirin adamına anlatmadan önce bazı şartları öne sürerek ondan söz alır. Bu şartlara göre vezirin adamı Seyfül Mülük hikayesini yol üzerinde oturup gelene geçene söylemeyecek, bekarlar arasında nakletmeyecek, cahil ve kıymet bilmezler arasında söylemeyecek ve Serendip’te kimseye anlatmayacaktır.
Vezirin adamı bu hikayeyi yazıp vezire getirir. O da hükümdara verir. Gazneli Mahmud hikayeyi çok beğenir. Altın hat ile yazdırır ve hazinede saklanmasını emreder. Ve zaman zaman hikayeyi okuturmuş.
Seyfül Mülük hikayesi ve en az bu hikaye kadar değerli diğer on bir hikayeden “Ferec Bade’ş Şidde Hikayeleri / Güçlükten Kolaylığa, Kederden Sevince” isimli kitap, dönüp dönüp okunası bir eser. Meraklılarına muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Öztürk
(Dunyabizim, 28.01.2016)
17 Şubat 2016 Çarşamba
Fuzulî'nin dediğinden biz ne anladık?
"Sanat, başlangıçta zanaatle başlar. Temrin yaptırır. Hocanız size kendi rengini ve esprisini giydirir. Onun verdiği temrinleri yaparsınız ve icazetinizi alırsınız. Eğer siz hâlâ bir yerlere doğru yürümek istiyorsanız; İsmail Dede Efendi gibi veya Fuzuli, Galip gibi; o yürüyeceğiniz yer Cemal bahçeleridir. Allah’ın güzelliklerinden bir güzellik kapmak isterseniz Necip Fazıl Bey gibi, “Ver cüceye onun olsun şairlik, benim gözüm yüce sanatkârlıkta” demelisiniz."
- Sadettin Ökten
Fuzûlî'nin "Işk imiş her ne vâr âlemde / ilm bir kîl ü kâl imiş ancak" beyti gerek internet ortamında, gerek günlük konuşmalarda ve hatta yazı çalışmalarında sıkça atıf yapılan bir beyit. Buradaki ışk, âlem, ilm ve kîl ü kâl kavramlarının çok gelişigüzel, içini/dışını bilmeden kullanıldığını düşünen İhsan Fazlıoğlu; bu kavramların hakiki anlamlarına ulaşabilmek için evvela o dönemin entelektüel birikimine gitmek gerektiğini söyler ve beytin peşine düşer. Yazar; yola "basit bir anlama merakı" ile çıktığını söylese de dönemin kaynaklarına indikçe mefhum ve temsil düzeyinde Osmanlı entelektüel hayatını çözümleme konusunda önemli tespitlere ulaşır. "Paketin içini açtığımızda" der Fazlıoğlu, "çok farklı entelektüel çizgileri" tespit etmiştir. Dolayısıyla kadim kültürümüzün anlaşılması için bir yöntem geliştirilip geliştirilemeyeceği düşüncesiyle uğraşmıştır. Tüm bunlara, Fuzûlî'nin beyti gibi nice beyitlerin ardından gitmek sebep olabilir. Mühim olan yazarın da sıkça vurgu yaptığı gibi düşünceye, düşünülmesi gereken yerden başlanmasıdır.
Klasik döneme ait bir beyti, paragrafı anlamak nasıl mümkündür, mümkün müdür, ne tür noktalara dikkat edilmesi gerekir, nasıl bir yol takip edilmesi lâzım gibi mevzuların da öğrenebileceği kitap aslında altı yazının bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bu yazılar da çeşitli sempozyumlarda sunulan bildirilerden ve makale çalışmalarından meydana geliyor. Papersense Yayınları'nın İhsan Fazlıoğlu Kitaplığı, var olan ciddiyetine, ciddiyet katmış. Kitabın çıktığı günden kısa bir süre sonra yeni baskı yapması konusunda Fazlıoğlu "Maksad hasıl olmuştur" demiştir ve özellikle gençlerin meseleyi gayet iyi anladıklarını düşünmektedir. Öte yandan "Fuzulî Ne Demek İstedi?" bir konuşma kitabı. Yazarın 10 Aralık 2009 tarihinde Bilim ve Sanat Vakfı'ndaki seminerle beraber Montreal'de birkaç yoldaşıyla birlikte yaptığı okumaların neticesi.
Bu tip çalışmaların şairlerin düşünce dünyasını daha iyi kavramak için birer vesile olduğu açıktır. Dolayısıyla bu çalışmaların artması gerekiyor. Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî ve Hz. Mevlânâ gibi büyük isimlerin de beyitleri incelenmelidir. Zira Fazlıoğlu Türk düşüncesini keşfetmek için bunun bir ihtiyaç değil zaruret olduğunu da vurgulamıştır. Böylelikle dönemin kozmonolojisi, teolojisi ve kozmogonisinin yanı sıra dönemin astroloji ve psikoloji dünyası da kendini belirgin kılacaktır.
Kitapta ilk olarak "ilm" üzerine gidiyor Fazlıoğlu. Kavram olarak ilmi açıkladıktan sonra kadim kaynakların eşliğinde Fuzûlî'nin "bilgisiz şiir" üzerine yorumlarıyla beraber yine şairin "Doğru olan, akıl sahibi kişinin, yaratılışı konusunda düşünmesi; fıtratının kökenini araştırması; mebde/geliş ve mead/dönüşteki durumunu/hâlini idrâk etmesi; iyi ve kötü yolu birbirinden ayırmasıdır." tespitine yanaşıyor. İkinci olarak "ışk"inceleniyor. "İnsanın yaratılışında, Kâlû: Belâda [Elestu bi-iRabbi-kum?; Kâlû: Belâ], Tanrı, insana, kendisini muhatab alma lutfunda bulunarak (ki lütuf'a ilişkin her şey Cemâl'dendir; Kayserî, Resâil, s. 40), cemâlinden ışkı kalbine; soru sorarak da ilmi aklına bahşetmiştir" diyerek başlıyor Fazlıoğlu ve başta Horasan sûfileri tarafından başlatılan ışk vurgusu üzerine gidiyor. Burada Bâyezid-i Bistâmi, Cüneyd-i Bağdâdi, Hallâc-ı Mansûr, Ebu'l-Hasan Harakânî, Ebû Saîd b. Ebi'l-Hayr, Kuşeyrî ve Hucvirî gibi ve Ahmed Gazâlî, Ebû Hamid Gazâlî, Sühreverdi, Hemedânî, Sühreverdî, Ahmed-el-Belhî, Feriduddin Attâr, Necmeddin-i Daye Râzî, gibi büyüklerin kattıklarıyla beraber bilhassa büyük ârif İbn Arabî'nin "İslâm, ışk dinidir" yorumuna Celâleddin Rûmî'nin aklî olan irfanî bir yaklaşım geliştirdiğini belirtiyor. Bilhassa 20. yüzyılın başına kadar gelen ışk çalışmaları, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi'yle ciddi bir katkı sunan Ahmed Avni Konuk'la beraber ülkemizde daima ciddiyetini korumuştur. İlk iki kavram ilm'i ve ışk kapsamında İhsan Fazlıoğlu şu şekilde bir tespit yapar: "Kıyıda olan, Okyanus hakkında ancak ve ancak bir zann'a, bir kanaate sahip olabilir; kendisine değil. Işk ise tersidir; çünkü, Işk, İlm gibi kıyıda durup Okyanus'u betimlemez, tanımlamaz, açıklamaz, kavramaz; Okyanus'a dalar, O'nu yaşar. Kısaca, hâlde olur; kâl etmez."
İlm konusuna Davûd Kayserî ile dalıp Tehânevî ile çıkan Fazlıoğlu nihayet Fuzulî'ye başvurur ve "ermek, evlenmek, eğlenmek" başlığında önemli bir neticeyi okuyucuya sunar: "Beşerî ışk, Zât'tan başlayan, esma ve sıfattan geçerek âsârda tecelli eden mahabbetin, eril-dişil düzleminde ortaya çıkmasıdır. Yine buradan başlayarak, geriye doğru Zât'a delâlet eden, götüren, hatta insanı kemâle erdiden bir mâ-cerâdır."
Üçüncü kavram "âlem"dir. İhsan Fazlıoğlu "İlm tanımı dikkate alındığında, tek tek alâmetlerin toplamı, tek büyük bir alâmet olarak, Tanrı'ya delâlet eder ve bu anlamda Âlem'dir" diyerek camilerin ortasında bulunan gök-kubbeyi temsil eden büyük kubbe ile minarelerin tepesinde bulunan hilâle alem denilmesini de bu delâlete bir misal olarak verir. Yol boyunca okuyucusunu kavramların içini delik deşik etmeden bir yere varılamayacağı konusunda dolaylı yoldan uyarılarda bulunarak götüren Fazlıoğlu, "Eğer âlem'i, Ahmedî'nin "Âlem, ilm ü ameldir" beytindeki gibi tanımlarsak, beytin anlamı, hiç şüphesiz, daha ilginç bir hâl alır. O zaman, bir öncekiyle bağlantılı olarak, ışk, ilim ve ameli birlikte içerdiğinden, âlem'de anlamlı olanın ilim ve amel olduğu; tek başına -kuru bir- ilmin, başka bir deyişle amelsiz ilmin bir anlam ifade etmeyeceği söylenebilir; yani amelsiz ilim, kîl ü kâldir; tersine ışk, belirli bir tarz ilmi elde etmek ve ona göre eylemektir; ilim ve amelimizin birlikteliği de âlem denilen bütünü var-kılar." yorumuyla insan=âlem eşitliğine de işaret ederek "Işk imiş her ne var Âlem'de / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak." beytine en hakikatli, haklı yerden bakar, baktırır.
"Kîl ü Kâl", Fuzûlî'nin bu meşhur beytinde "içi" en çok merak edilen kavramdır. Günümüzde dedikodu, laf ebeliği, boş söz, gevezelik" gibi yorumlarla açıklanmaya çalışılan kîl ü kâl hususunda İhsan Fazlıoğlu "beytin işkenceden geçirilirken en çok canı yanan bölümü" der ve bir terim olduğunun fark edil(e)mediğini söyler. Bir Osmanlı aydınlanmacısı(!) olarak Fuzûlî'nin sıklıkla karşısına konan Kâtip Çelebi, ilm üzerine şu ifadede bulunmuştur: İlm, bir düstur üzre kîl ü kâldir. Sadece bu ifade bile terimi "dedikodu" olarak yorumlamamaya kafi olsa da Fazlıoğlu nazarî metinlerin rehberliğinde kulaç atmaya başlar. Heyecanı üst seviyede bırakmak adına kitabın "Beyit Gölünde Yüzmek" adlı bu ilk bölümünü oluşturan kavramlar üzerine yazmayı bitirmek isterim.
İkinci bölümde "İbn Sînâ: Gölün Kaynağına Ulaşmak", üçüncü bölümde "Nereye: Saâdete mi, Selâmete mi?", dördüncü bölümde "Başka Göller, Başka Dertler" ve sonuç bölümünde "Madde ile Mânâ Denizi" gibi son derece ilginç, derin mevzuları irdeleyen İhsan Fazlıoğlu aslında bu kitabıyla; kadim beyitlerin nasıl okunup anlaşılması gerektiğine dair kuvvetli bir giriş kitabı yazmış oluyor.
İnsanı "çıkış(mebde) ile dönüş(mead) arasında, bu-ara-da bulunan bir var-olan" olarak tanımlayan Fazlıoğlu, büyük şair Fuzûlî'nin ara'yı bir şiir(nazm) olarak görüp Şâir'ini(Nâzım) aramaya koyulduğunu belirtir. Bu arayışta ise şairin şiiri ona yoldaş olmuştur. Zaten Fuzûlî de "O'nu bilmek için yola koyuldum" demiştir.
Bizlere okul sıralarında Su Kasidesi'nin bir naat olduğunu kimse söylemedi. Maalesef birçok şeyi de aynı böyle, geç keşfettik. Bunun için hamd ederken, yüzümüzü ve gönlümüzü kadime doğru çevirdiğimizde bizi nice şifaların beklediğini de göreceğiz. Şairlerin sunduğu şifaya ve ettikleri dualara kulak vermek lâzım. Yoksa aşktan yoksun kalacağız. Aşksız olmadığı gibi meşksiz olmuyor zira aşk olmadan da meşk olmaz. Fuzulî de hiçbir şeyi aşksız yapmamış, hiçbir yola aşksız revan olmamıştır. Büyük şairin "Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb / kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır" beytini hatırda tutarken bir taraftan da Rıza Tevfik'in "Hastayım, yalnızım, seni yanımda / sanıp da bahtiyar ölmek isterim / mahmûr-ı hülyayım câm-ı lebinden / kanıp da bahtiyar ölmek isterim" şiirini dinleme isteği gelmesi de aşktan değil mi? Lemi Atlı merhum hicâz bestelemiştir, buyurun.
Ülkemizin işini ciddiyetle yapan nadir ilim adamlarından biri olan İhsan Fazlıoğlu'nun bu çok kıymeti eseri, tıpkı kendisinin dediği gibi "Yorum doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır" cümlesinin ispatı gibi. Çünkü yorulmayan, yorumlayamaz.
Şairlerin ne dediklerini anlamak için onların dertleriyle dertlenmemiz gerekiyor. Allah dertsiz bırakmasın. Kitabı okurken en dertlendiğim an, Fazlıoğlu'nun kendi yaklaşımını bir renk ve espri olarak okuyucuya da giydirme gayretidir. Böylece "yüce sanatkârlığı" kavramak daha mümkün oluyor, daha anlamlı oluyor. Zaten anlamak da, anlaşarak mümkündür. Mevlana Hazretlerinin "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar/anlaşabilirler" nasihatini akılda tutarak, son sözü İhsan Fazlıoğlu'na bırakalım: "İngilizceyi yabancı dil olarak öğrenen bir kişinin bir İngiliz'i, İngilizce kültür ortamında yetişen bir İngiliz gibi anlayamayacağı aşikârdır. Yalnızca canlı konuşmayı değil, herhangi bir kültür ortamında üretilen bir metni dahi hakkıyla anlamak, hakkında konuşmak, nüfuz etmek, büyük oranda o kültür ortamını yaşamayı zorunlu kılar. Dikkat edilirse şiir gibi edebî değeri yüksek duygu yüklü metinleri anlamanın simge değeri kazanmış terimlerle kaleme alınmış metinlerden daha zor olması iş bu durumdan kaynaklanır. Bir şeyin hakkında konuşmak, o şeyin hakikatini konuşmak, bir şeyi hakkıyla anlamak o şeyin hakikatini anlamaktır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Sadettin Ökten
Fuzûlî'nin "Işk imiş her ne vâr âlemde / ilm bir kîl ü kâl imiş ancak" beyti gerek internet ortamında, gerek günlük konuşmalarda ve hatta yazı çalışmalarında sıkça atıf yapılan bir beyit. Buradaki ışk, âlem, ilm ve kîl ü kâl kavramlarının çok gelişigüzel, içini/dışını bilmeden kullanıldığını düşünen İhsan Fazlıoğlu; bu kavramların hakiki anlamlarına ulaşabilmek için evvela o dönemin entelektüel birikimine gitmek gerektiğini söyler ve beytin peşine düşer. Yazar; yola "basit bir anlama merakı" ile çıktığını söylese de dönemin kaynaklarına indikçe mefhum ve temsil düzeyinde Osmanlı entelektüel hayatını çözümleme konusunda önemli tespitlere ulaşır. "Paketin içini açtığımızda" der Fazlıoğlu, "çok farklı entelektüel çizgileri" tespit etmiştir. Dolayısıyla kadim kültürümüzün anlaşılması için bir yöntem geliştirilip geliştirilemeyeceği düşüncesiyle uğraşmıştır. Tüm bunlara, Fuzûlî'nin beyti gibi nice beyitlerin ardından gitmek sebep olabilir. Mühim olan yazarın da sıkça vurgu yaptığı gibi düşünceye, düşünülmesi gereken yerden başlanmasıdır.
Klasik döneme ait bir beyti, paragrafı anlamak nasıl mümkündür, mümkün müdür, ne tür noktalara dikkat edilmesi gerekir, nasıl bir yol takip edilmesi lâzım gibi mevzuların da öğrenebileceği kitap aslında altı yazının bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bu yazılar da çeşitli sempozyumlarda sunulan bildirilerden ve makale çalışmalarından meydana geliyor. Papersense Yayınları'nın İhsan Fazlıoğlu Kitaplığı, var olan ciddiyetine, ciddiyet katmış. Kitabın çıktığı günden kısa bir süre sonra yeni baskı yapması konusunda Fazlıoğlu "Maksad hasıl olmuştur" demiştir ve özellikle gençlerin meseleyi gayet iyi anladıklarını düşünmektedir. Öte yandan "Fuzulî Ne Demek İstedi?" bir konuşma kitabı. Yazarın 10 Aralık 2009 tarihinde Bilim ve Sanat Vakfı'ndaki seminerle beraber Montreal'de birkaç yoldaşıyla birlikte yaptığı okumaların neticesi.
Bu tip çalışmaların şairlerin düşünce dünyasını daha iyi kavramak için birer vesile olduğu açıktır. Dolayısıyla bu çalışmaların artması gerekiyor. Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî ve Hz. Mevlânâ gibi büyük isimlerin de beyitleri incelenmelidir. Zira Fazlıoğlu Türk düşüncesini keşfetmek için bunun bir ihtiyaç değil zaruret olduğunu da vurgulamıştır. Böylelikle dönemin kozmonolojisi, teolojisi ve kozmogonisinin yanı sıra dönemin astroloji ve psikoloji dünyası da kendini belirgin kılacaktır.
Kitapta ilk olarak "ilm" üzerine gidiyor Fazlıoğlu. Kavram olarak ilmi açıkladıktan sonra kadim kaynakların eşliğinde Fuzûlî'nin "bilgisiz şiir" üzerine yorumlarıyla beraber yine şairin "Doğru olan, akıl sahibi kişinin, yaratılışı konusunda düşünmesi; fıtratının kökenini araştırması; mebde/geliş ve mead/dönüşteki durumunu/hâlini idrâk etmesi; iyi ve kötü yolu birbirinden ayırmasıdır." tespitine yanaşıyor. İkinci olarak "ışk"inceleniyor. "İnsanın yaratılışında, Kâlû: Belâda [Elestu bi-iRabbi-kum?; Kâlû: Belâ], Tanrı, insana, kendisini muhatab alma lutfunda bulunarak (ki lütuf'a ilişkin her şey Cemâl'dendir; Kayserî, Resâil, s. 40), cemâlinden ışkı kalbine; soru sorarak da ilmi aklına bahşetmiştir" diyerek başlıyor Fazlıoğlu ve başta Horasan sûfileri tarafından başlatılan ışk vurgusu üzerine gidiyor. Burada Bâyezid-i Bistâmi, Cüneyd-i Bağdâdi, Hallâc-ı Mansûr, Ebu'l-Hasan Harakânî, Ebû Saîd b. Ebi'l-Hayr, Kuşeyrî ve Hucvirî gibi ve Ahmed Gazâlî, Ebû Hamid Gazâlî, Sühreverdi, Hemedânî, Sühreverdî, Ahmed-el-Belhî, Feriduddin Attâr, Necmeddin-i Daye Râzî, gibi büyüklerin kattıklarıyla beraber bilhassa büyük ârif İbn Arabî'nin "İslâm, ışk dinidir" yorumuna Celâleddin Rûmî'nin aklî olan irfanî bir yaklaşım geliştirdiğini belirtiyor. Bilhassa 20. yüzyılın başına kadar gelen ışk çalışmaları, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi'yle ciddi bir katkı sunan Ahmed Avni Konuk'la beraber ülkemizde daima ciddiyetini korumuştur. İlk iki kavram ilm'i ve ışk kapsamında İhsan Fazlıoğlu şu şekilde bir tespit yapar: "Kıyıda olan, Okyanus hakkında ancak ve ancak bir zann'a, bir kanaate sahip olabilir; kendisine değil. Işk ise tersidir; çünkü, Işk, İlm gibi kıyıda durup Okyanus'u betimlemez, tanımlamaz, açıklamaz, kavramaz; Okyanus'a dalar, O'nu yaşar. Kısaca, hâlde olur; kâl etmez."
İlm konusuna Davûd Kayserî ile dalıp Tehânevî ile çıkan Fazlıoğlu nihayet Fuzulî'ye başvurur ve "ermek, evlenmek, eğlenmek" başlığında önemli bir neticeyi okuyucuya sunar: "Beşerî ışk, Zât'tan başlayan, esma ve sıfattan geçerek âsârda tecelli eden mahabbetin, eril-dişil düzleminde ortaya çıkmasıdır. Yine buradan başlayarak, geriye doğru Zât'a delâlet eden, götüren, hatta insanı kemâle erdiden bir mâ-cerâdır."
Üçüncü kavram "âlem"dir. İhsan Fazlıoğlu "İlm tanımı dikkate alındığında, tek tek alâmetlerin toplamı, tek büyük bir alâmet olarak, Tanrı'ya delâlet eder ve bu anlamda Âlem'dir" diyerek camilerin ortasında bulunan gök-kubbeyi temsil eden büyük kubbe ile minarelerin tepesinde bulunan hilâle alem denilmesini de bu delâlete bir misal olarak verir. Yol boyunca okuyucusunu kavramların içini delik deşik etmeden bir yere varılamayacağı konusunda dolaylı yoldan uyarılarda bulunarak götüren Fazlıoğlu, "Eğer âlem'i, Ahmedî'nin "Âlem, ilm ü ameldir" beytindeki gibi tanımlarsak, beytin anlamı, hiç şüphesiz, daha ilginç bir hâl alır. O zaman, bir öncekiyle bağlantılı olarak, ışk, ilim ve ameli birlikte içerdiğinden, âlem'de anlamlı olanın ilim ve amel olduğu; tek başına -kuru bir- ilmin, başka bir deyişle amelsiz ilmin bir anlam ifade etmeyeceği söylenebilir; yani amelsiz ilim, kîl ü kâldir; tersine ışk, belirli bir tarz ilmi elde etmek ve ona göre eylemektir; ilim ve amelimizin birlikteliği de âlem denilen bütünü var-kılar." yorumuyla insan=âlem eşitliğine de işaret ederek "Işk imiş her ne var Âlem'de / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak." beytine en hakikatli, haklı yerden bakar, baktırır.
"Kîl ü Kâl", Fuzûlî'nin bu meşhur beytinde "içi" en çok merak edilen kavramdır. Günümüzde dedikodu, laf ebeliği, boş söz, gevezelik" gibi yorumlarla açıklanmaya çalışılan kîl ü kâl hususunda İhsan Fazlıoğlu "beytin işkenceden geçirilirken en çok canı yanan bölümü" der ve bir terim olduğunun fark edil(e)mediğini söyler. Bir Osmanlı aydınlanmacısı(!) olarak Fuzûlî'nin sıklıkla karşısına konan Kâtip Çelebi, ilm üzerine şu ifadede bulunmuştur: İlm, bir düstur üzre kîl ü kâldir. Sadece bu ifade bile terimi "dedikodu" olarak yorumlamamaya kafi olsa da Fazlıoğlu nazarî metinlerin rehberliğinde kulaç atmaya başlar. Heyecanı üst seviyede bırakmak adına kitabın "Beyit Gölünde Yüzmek" adlı bu ilk bölümünü oluşturan kavramlar üzerine yazmayı bitirmek isterim.
İkinci bölümde "İbn Sînâ: Gölün Kaynağına Ulaşmak", üçüncü bölümde "Nereye: Saâdete mi, Selâmete mi?", dördüncü bölümde "Başka Göller, Başka Dertler" ve sonuç bölümünde "Madde ile Mânâ Denizi" gibi son derece ilginç, derin mevzuları irdeleyen İhsan Fazlıoğlu aslında bu kitabıyla; kadim beyitlerin nasıl okunup anlaşılması gerektiğine dair kuvvetli bir giriş kitabı yazmış oluyor.
İnsanı "çıkış(mebde) ile dönüş(mead) arasında, bu-ara-da bulunan bir var-olan" olarak tanımlayan Fazlıoğlu, büyük şair Fuzûlî'nin ara'yı bir şiir(nazm) olarak görüp Şâir'ini(Nâzım) aramaya koyulduğunu belirtir. Bu arayışta ise şairin şiiri ona yoldaş olmuştur. Zaten Fuzûlî de "O'nu bilmek için yola koyuldum" demiştir.
Bizlere okul sıralarında Su Kasidesi'nin bir naat olduğunu kimse söylemedi. Maalesef birçok şeyi de aynı böyle, geç keşfettik. Bunun için hamd ederken, yüzümüzü ve gönlümüzü kadime doğru çevirdiğimizde bizi nice şifaların beklediğini de göreceğiz. Şairlerin sunduğu şifaya ve ettikleri dualara kulak vermek lâzım. Yoksa aşktan yoksun kalacağız. Aşksız olmadığı gibi meşksiz olmuyor zira aşk olmadan da meşk olmaz. Fuzulî de hiçbir şeyi aşksız yapmamış, hiçbir yola aşksız revan olmamıştır. Büyük şairin "Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb / kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır" beytini hatırda tutarken bir taraftan da Rıza Tevfik'in "Hastayım, yalnızım, seni yanımda / sanıp da bahtiyar ölmek isterim / mahmûr-ı hülyayım câm-ı lebinden / kanıp da bahtiyar ölmek isterim" şiirini dinleme isteği gelmesi de aşktan değil mi? Lemi Atlı merhum hicâz bestelemiştir, buyurun.
Ülkemizin işini ciddiyetle yapan nadir ilim adamlarından biri olan İhsan Fazlıoğlu'nun bu çok kıymeti eseri, tıpkı kendisinin dediği gibi "Yorum doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır" cümlesinin ispatı gibi. Çünkü yorulmayan, yorumlayamaz.
Şairlerin ne dediklerini anlamak için onların dertleriyle dertlenmemiz gerekiyor. Allah dertsiz bırakmasın. Kitabı okurken en dertlendiğim an, Fazlıoğlu'nun kendi yaklaşımını bir renk ve espri olarak okuyucuya da giydirme gayretidir. Böylece "yüce sanatkârlığı" kavramak daha mümkün oluyor, daha anlamlı oluyor. Zaten anlamak da, anlaşarak mümkündür. Mevlana Hazretlerinin "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar/anlaşabilirler" nasihatini akılda tutarak, son sözü İhsan Fazlıoğlu'na bırakalım: "İngilizceyi yabancı dil olarak öğrenen bir kişinin bir İngiliz'i, İngilizce kültür ortamında yetişen bir İngiliz gibi anlayamayacağı aşikârdır. Yalnızca canlı konuşmayı değil, herhangi bir kültür ortamında üretilen bir metni dahi hakkıyla anlamak, hakkında konuşmak, nüfuz etmek, büyük oranda o kültür ortamını yaşamayı zorunlu kılar. Dikkat edilirse şiir gibi edebî değeri yüksek duygu yüklü metinleri anlamanın simge değeri kazanmış terimlerle kaleme alınmış metinlerden daha zor olması iş bu durumdan kaynaklanır. Bir şeyin hakkında konuşmak, o şeyin hakikatini konuşmak, bir şeyi hakkıyla anlamak o şeyin hakikatini anlamaktır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
12 Şubat 2016 Cuma
Nefs, devekuşu gibi ne uçar ne de yük taşır
Bir kısmı Diriliş dergisinde de yayınlanmıştı
Feridüddin-i Attar'ın Pendnâme'si birçok kereler Türkçe'ye hem nesir, hem de nazım olarak tercüme edilmiş. Eser sadece tercüme edildiği devre hitap etmekle kalmamış, yazıldığı zamandan itibaren her devirde en çok okunan, 19. yüzyıllarda matbaanın devreye girmesiyle de en çok basılan eserler arasında yer almış. Dolayısıyla Osmanlı toplumunun zihniyet ve ahlakını şekillendiren eserlerden biri olmuş. Türkçe'ye nazmen çevrilen bir Pendnâme, geçtiğimiz aylarda Büyüyen Ay Yayınları tarafından basıldı. Tercümenin kime ait olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunuyor. Eserin farklı nüshalarında mütercim mahlasının geçtiği beyitler bazen Emre, bazen Emri olmak üzere 2 farklı şekilde yazılmış. Yayınevi de kitaba, en çok zikredilen ve daha sahih bulunan Emre'yi esas almış.
Kitabın daha önce bir bölümünün çevirisi, Diriliş dergisinin 4. döneminin 54. sayısında yayınlanır. Daha sonra Azmi Bilgin de bu tercümeyi yayınlar. Büyüyen Ay Yayınları'nın hazırladığı kitap ise Süleymaniye, Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve Millet Kütüphanesindeki nüshalar karşılaştırılarak hazırlanmış. Hem orjinal nüshası hem çeviri metin hem de günümüz Türkçesi'yle hazırlanan kitap, nasihat duymaktan ve nasihat tutmaktan uzak kalan günümüz insanının kulağına insanlığın demirbaş erdemlerini fısıldıyor.
Nefsi devekuşuna benzetiyor
Feridüddin-i Attar'ın kitapta nefsle alakalı söyledikleri zaman zaman ne olduğu ile alakalı kendimle konuşmalarımda bir türlü isimlendiremediğim nefse bakışıma yeni bir soluk bahşetti. Nefsin, hevasının peşinden koşmakta hiç bir şeyle kıyaslanamayacak kadar benzersiz bir durumda olduğu hepimizin malumudur. Onun bu halinin değişmesi bir kaç hamleyle hemencek halledilebilecek bir şey değildir. Çünkü bulunduğu hal üzere kalmakta ve hatta ne kötü derekelere inmekte öyle inatçıdır ki nefs, Attar onu deve kuşuna benzetir.
“Hırs ile dünyaya düşkünlük gösterenlerden kuşkusuz ki Allah hoşnut değildir. İnatçı nefis deve kuşuna benzer. Ne de uçar, ne de yük taşır o hayırsız.” beytini okuyunca, evet dedim, nefs işte bu. Deve kuşu gibi sürekli yükten kaçar nefs ve müsriftir, ömür bağının meyvelerini saçar savurur. Tevilleri ve teşvişleri ile insanı ayartmakta gayet mahir olan nefs, bu cevvalliğini Hakk'a ibadet, halka hizmet mevzubahis olunca unutur ve ağır, yerinden oynatılması güç bir kaya gibi durur. Nefsinin bu halini tam tersine döndüren insanlardır ki, onlardır arif olarak, veli olarak andıklarımız.
Zât-ı şahaneleri de bir arif, bir veli olan Feridüd'din-i Attâr Hazretleri de nefsin bu adi tuzaklarını iyi bilenlerdendir. Pendnâme'de ve yazdığı diğer eserlerde hep, müminin nefsini Müslüman etmesi için yol göstermiş ve manevi bir yola intisab etmesini sâlık vermiştir. Zira Hazreti Mevlânâ'nın ifadesiyle 'bir keser, başka bir keser olmadan kendi sapını nasıl yontabilir?'. Kitaplar her ne kadar meşayıhın tavsiyelerini ve sohbetlerini ihtiva etse de, kişiyi nefs merhalelerinde ilerletmeye kâfi değildir. Kişinin kitaplardan öğrendiği malumat, bir ariften adab talim etmeyenler için yeni bir perde, yeni bir engel olur. Ne yazık ki böylesi bir çok insana rastlamaktayız.
Ferid'üddin-i Attar'ın Pendnâme'si bendenizin sağdan soldan, bölük pörçük duyduklarımı tam olarak ve kaynağından alarak okuyucuya sunuyor. Peygamber Efendimiz kişinin nefsiyle mücadelesinin en büyük cihad olduğunu buyurmuştu kocaman bir harbin dönüş yolunda. Attar da Efendimiz Aleyhisselam'ın bu emri uyarınca nasihatlerini sıralarken, nefsin hilelerine karşı agah olmanın altını önemle çiziyor. Bir velinin nasihatlerine kulak vermek isteyen her kişinin bu kitaba mutlaka başvurması gerekiyor.
Bu mühim eseri yeniden milletimizle buluşturan Büyüyenay Yayınları da büyük bir teşekkürü hakediyor.
Ahmed Öztürk
(Dunyabizim, 12.06.2015)
11 Şubat 2016 Perşembe
Disiplin toplumunun ötesinde yorgunluk toplumu
Byung-Chul Han, günümüz toplumunun Foucault’nun disiplin toplumu ile bahsettiği hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan oluşmadığını; bunların yerini fitness salonlarının, bürolardan oluşan gökdelenlerin, bankaların, havaalanlarının, alışveriş merkezlerinin ve gen labaratuvarlarının aldığını söyler: “21. Yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de “itaatkâr özne” değil, performans öznesidir.”
Buna göre mekânları normal ve anormal şeklinde birbirinden ayıran disiplin kurumlarının duvarları günümüz toplumlarını açıklayamamakta, performans toplumunun psikolojik ve topolojik değişimlerini tasvir etmekten yoksun kalmaktadır. Yasak ve emirlerin yerini projelerin ve girişimlerin aldığı performans toplumuna değinmeden önce, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için toplumun ve Foucault’un ona kattığı disiplinci yapının ne anlama geldiğine kısaca da olsa değinmek gerekmektedir.
İnsan gruplarının karşılıklı ilişkiler ağıyla bir bütünlük oluşturduğu toplum, kavram olarak da özgül bir tarihsel sürecin ürünüdür. Toplum, ilahi olanın yerine ikame edilerek Aydınlanma dönemi ile dünyevileştirilmiş, kendi kimliğine kavuşturulmuş ve bir birliktelik olarak ele alınmıştır. Tarihi düzçizgisel bir ilerleme şeklinde algılayan Marquis de Condorcet gibi Aydınlanmacılar, toplumu da buna göre tanımlayarak bireylerin yetenek ve kazanımlarını ortaya koydukları toplam gelişme şeklinde görmüşlerdir. Immanuel Kant ile ilerleme, tarihsel süreci tekeli altına alan bir süreç şeklinde görülmeyip bir hedefe yönelme şeklinde algılanmış, Auguste Comte da bu anlayışla endüstriyel toplumu tanımlamıştır. Toplumu organik ve uyumlu bir bütün olarak gören Comte, işbölümünü biyolojik vasıflarından çıkararak toplumsallaştırmış, bireylerin farklılıkları ve yetenekleri üzerinden tekrar tanımlamıştır. Devrimler Çağının çocuğu olan Comte, dönemin siyasi ve entelektüel gelişmelerinin yanında modern olanı özellikle endüstride görmekteydi ve modern toplum da bunun bir ürünü olmalıydı. Karl Marx da toplumu belirli bir üretim ve tarihsel süreçlerin ürünü olarak görmüş; fakat Comte gibi bütün insanların tabi olduğu bütünleşik ve yalın bir yapı şeklinde algılamamıştır. Aksine Marx, toplumu üretim tarzına bağlı iktisadi sınıfların teşkil ettiği bir yapı şeklinde analiz ederek, hâkim toplumsal yapının da egemen sınıfın özel çıkarlarına hizmet ettiğini dile getirmiştir. Dolayısıyla toplum, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın kitle üzerinde kurduğu kültürel, entelektüel bir tür hegemonya alanıdır ve ağırlıklı olarak da üretim ilişkileri üzerinden şekillendirilir. Michel Foucault da hapishanelerin doğuşunu incelerken tespit ettiği disiplin toplumunun mekanizmaları ile Marx’a itiraz eder. Foucault’a göre Marx, iktidarı klasik egemenlik paradigması üzerinden okumaktadır. Bu egemenlik anlayışı iktidar ile toplumsal alanı birbirinden ayırarak iktidar olanı görünür kılarak zor yolu ile toplumsala hâkim kılmaya çalışır. Oysaki 19. Yüzyıl toplumlarında bakış açısı iktidardan iktidara tabi olanlar yönünde değişmiş; mekânsal ayrıştırma üzerinden gözetim ve buna bağlı kontrol teknikleri ile belirli normlar topluma hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Foucault, disiplin mekanizmalarını teşhir ederken İngiliz hukukçusu Jeremy Bentham’ın Panoptikon’undan büyük ölçüde faydalanmıştır. Mükemmel toplum hayallerinin kurulduğu 18. yüzyılın sonunda Bentham tarafından ortaya atılan panoptikon, bir kişinin herkesi görünmeden izleyebileceği ve iktidarın da kendisine uygulama alanı bulduğu bir mekân şeklinde tasavvur edilmiştir. Gerçekten de, 18. Yüzyılın son çeyreği ile 19. Yüzyılın ilk yarısında Foucault, hapishanelerin yeniden düzenlenmesinde bu temanın esas alındığını belirtir. Bentham’ın bir mimari düşünce olarak sunduğu panoptikon, hiçbir şeyi dışarda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi ile okul, yetimhane, hapishane, ıslahevi, ordu, fabrika, vs. kapalı sistemleri disiplin toplumunun aygıtlarına dönüştürmüştür.
Velhasıl günümüz toplumları Foucault’un 19. yüzyıl anlatısı üzerinden işlediği disiplin teknikleriyle açıklanabilecek özelliklere sahip değildir. Jean Baudrillard’ın çok yerinde bir tespitiyle Foucault, iş işten geçtikten sonra konuştuğu için iş işten geçmeden konuşmaya çalışanlar, 21. yüzyıl toplumlarına isim biçme yarışına girdi. Artık panoptikondaki gibi bireyin gözetiminden ziyade yeni durum bütün bir toplumun gözetimine kaymakta ve buna dair teknikler geliştirilmektedir. Zygmunt Bauman, küreselleşmenin de etkisiyle geliştirilen kitle iletişim teknolojileri yoluyla toplum üzerinde kurulan yeni iktidar mekanizmalarını tanımlamak için Thomas Mathiesen’in “Synopticon” terimine başvururken, Gilles Deleuze da, William Burroughs’un ele aldığı “Denetim Toplumu” kavramına içeriğini vererek bütünleşmiş dünya kapitalizminin beden ve arzuları kontrol altına aldığından bahseder. Bu örnekler Jean Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu”, Stjepan G. Mestrovic’in “Duyguötesi Toplum”u, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” değerlendirmeleri ile çoğaltılabilir.
Byung-Chul Han’ın da disiplin toplumunun ötesinde tanımlamaya çalıştığı “Yorgunluk Toplumu” bu türlü bir kaygının ürünüdür. Han’a göre artık performans adı altında özne üzerinde kurulan tahakküm ortadan kaldırılmış; fakat kişi kendi boyunduruğu altına sokulmuştur. Bir başka deyişle sömüren aynı zamanda sömürülendir ve yaratılan bu sahte özgürlük ortamı ile gelen verimlilik ise kontrol edilemez şiddetli bir yorgunluğu da açığa çıkarmaktadır. Yorgunluk, sanayileşme öncesi toplumlarının en önemli sorunu olan kıtlık ve açlığın sanayileşmeyle aşılmasından sonra performansa dayalı yapılar ile refahın işlev bozukluğu gösterdiği sanayi sonrası toplumlarının ortak sendromu haline gelmiştir. Performansa dayalı bu yorgunluk hali fiziksel olmaktan ziyade sinirseldir; depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite, kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu ile gelen patolojik bir manzarayı tayin eder. Bu haliyle de yorgunluk toplumu, deliler ve caniler doğuran disiplin toplumuna nazaran depresif ve mağluplar yaratır.
Her ne kadar bir terim olarak toplum, ilkin 1640’lı yıllarda düzenli bir cemaat içerisinde bulunan insan birlikteliğini tanımlasa da, aradan geçen dört yüzyıla yakın zaman zarfında bu birliktelikler içerisindeki ilişkileri niteleyecek şekilde birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bunların çoğu, toplumsal olanı soyut süreçler üzerinden tahayyül ederken yukarıda kısaca da olsa değinildiği gibi bir kısmı da dönemin güncel kurumları ve ilişki ağları üzerinden topluma somut bir anlam verme çabası içerisine girmişlerdir. Byung-Chul Han’ın çabası da bu minvalde önemli bir değerlendirmedir; şayet toplum diye bir şey varsa.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
Buna göre mekânları normal ve anormal şeklinde birbirinden ayıran disiplin kurumlarının duvarları günümüz toplumlarını açıklayamamakta, performans toplumunun psikolojik ve topolojik değişimlerini tasvir etmekten yoksun kalmaktadır. Yasak ve emirlerin yerini projelerin ve girişimlerin aldığı performans toplumuna değinmeden önce, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için toplumun ve Foucault’un ona kattığı disiplinci yapının ne anlama geldiğine kısaca da olsa değinmek gerekmektedir.
İnsan gruplarının karşılıklı ilişkiler ağıyla bir bütünlük oluşturduğu toplum, kavram olarak da özgül bir tarihsel sürecin ürünüdür. Toplum, ilahi olanın yerine ikame edilerek Aydınlanma dönemi ile dünyevileştirilmiş, kendi kimliğine kavuşturulmuş ve bir birliktelik olarak ele alınmıştır. Tarihi düzçizgisel bir ilerleme şeklinde algılayan Marquis de Condorcet gibi Aydınlanmacılar, toplumu da buna göre tanımlayarak bireylerin yetenek ve kazanımlarını ortaya koydukları toplam gelişme şeklinde görmüşlerdir. Immanuel Kant ile ilerleme, tarihsel süreci tekeli altına alan bir süreç şeklinde görülmeyip bir hedefe yönelme şeklinde algılanmış, Auguste Comte da bu anlayışla endüstriyel toplumu tanımlamıştır. Toplumu organik ve uyumlu bir bütün olarak gören Comte, işbölümünü biyolojik vasıflarından çıkararak toplumsallaştırmış, bireylerin farklılıkları ve yetenekleri üzerinden tekrar tanımlamıştır. Devrimler Çağının çocuğu olan Comte, dönemin siyasi ve entelektüel gelişmelerinin yanında modern olanı özellikle endüstride görmekteydi ve modern toplum da bunun bir ürünü olmalıydı. Karl Marx da toplumu belirli bir üretim ve tarihsel süreçlerin ürünü olarak görmüş; fakat Comte gibi bütün insanların tabi olduğu bütünleşik ve yalın bir yapı şeklinde algılamamıştır. Aksine Marx, toplumu üretim tarzına bağlı iktisadi sınıfların teşkil ettiği bir yapı şeklinde analiz ederek, hâkim toplumsal yapının da egemen sınıfın özel çıkarlarına hizmet ettiğini dile getirmiştir. Dolayısıyla toplum, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın kitle üzerinde kurduğu kültürel, entelektüel bir tür hegemonya alanıdır ve ağırlıklı olarak da üretim ilişkileri üzerinden şekillendirilir. Michel Foucault da hapishanelerin doğuşunu incelerken tespit ettiği disiplin toplumunun mekanizmaları ile Marx’a itiraz eder. Foucault’a göre Marx, iktidarı klasik egemenlik paradigması üzerinden okumaktadır. Bu egemenlik anlayışı iktidar ile toplumsal alanı birbirinden ayırarak iktidar olanı görünür kılarak zor yolu ile toplumsala hâkim kılmaya çalışır. Oysaki 19. Yüzyıl toplumlarında bakış açısı iktidardan iktidara tabi olanlar yönünde değişmiş; mekânsal ayrıştırma üzerinden gözetim ve buna bağlı kontrol teknikleri ile belirli normlar topluma hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Foucault, disiplin mekanizmalarını teşhir ederken İngiliz hukukçusu Jeremy Bentham’ın Panoptikon’undan büyük ölçüde faydalanmıştır. Mükemmel toplum hayallerinin kurulduğu 18. yüzyılın sonunda Bentham tarafından ortaya atılan panoptikon, bir kişinin herkesi görünmeden izleyebileceği ve iktidarın da kendisine uygulama alanı bulduğu bir mekân şeklinde tasavvur edilmiştir. Gerçekten de, 18. Yüzyılın son çeyreği ile 19. Yüzyılın ilk yarısında Foucault, hapishanelerin yeniden düzenlenmesinde bu temanın esas alındığını belirtir. Bentham’ın bir mimari düşünce olarak sunduğu panoptikon, hiçbir şeyi dışarda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi ile okul, yetimhane, hapishane, ıslahevi, ordu, fabrika, vs. kapalı sistemleri disiplin toplumunun aygıtlarına dönüştürmüştür.
Velhasıl günümüz toplumları Foucault’un 19. yüzyıl anlatısı üzerinden işlediği disiplin teknikleriyle açıklanabilecek özelliklere sahip değildir. Jean Baudrillard’ın çok yerinde bir tespitiyle Foucault, iş işten geçtikten sonra konuştuğu için iş işten geçmeden konuşmaya çalışanlar, 21. yüzyıl toplumlarına isim biçme yarışına girdi. Artık panoptikondaki gibi bireyin gözetiminden ziyade yeni durum bütün bir toplumun gözetimine kaymakta ve buna dair teknikler geliştirilmektedir. Zygmunt Bauman, küreselleşmenin de etkisiyle geliştirilen kitle iletişim teknolojileri yoluyla toplum üzerinde kurulan yeni iktidar mekanizmalarını tanımlamak için Thomas Mathiesen’in “Synopticon” terimine başvururken, Gilles Deleuze da, William Burroughs’un ele aldığı “Denetim Toplumu” kavramına içeriğini vererek bütünleşmiş dünya kapitalizminin beden ve arzuları kontrol altına aldığından bahseder. Bu örnekler Jean Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu”, Stjepan G. Mestrovic’in “Duyguötesi Toplum”u, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” değerlendirmeleri ile çoğaltılabilir.
Byung-Chul Han’ın da disiplin toplumunun ötesinde tanımlamaya çalıştığı “Yorgunluk Toplumu” bu türlü bir kaygının ürünüdür. Han’a göre artık performans adı altında özne üzerinde kurulan tahakküm ortadan kaldırılmış; fakat kişi kendi boyunduruğu altına sokulmuştur. Bir başka deyişle sömüren aynı zamanda sömürülendir ve yaratılan bu sahte özgürlük ortamı ile gelen verimlilik ise kontrol edilemez şiddetli bir yorgunluğu da açığa çıkarmaktadır. Yorgunluk, sanayileşme öncesi toplumlarının en önemli sorunu olan kıtlık ve açlığın sanayileşmeyle aşılmasından sonra performansa dayalı yapılar ile refahın işlev bozukluğu gösterdiği sanayi sonrası toplumlarının ortak sendromu haline gelmiştir. Performansa dayalı bu yorgunluk hali fiziksel olmaktan ziyade sinirseldir; depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite, kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu ile gelen patolojik bir manzarayı tayin eder. Bu haliyle de yorgunluk toplumu, deliler ve caniler doğuran disiplin toplumuna nazaran depresif ve mağluplar yaratır.
Her ne kadar bir terim olarak toplum, ilkin 1640’lı yıllarda düzenli bir cemaat içerisinde bulunan insan birlikteliğini tanımlasa da, aradan geçen dört yüzyıla yakın zaman zarfında bu birliktelikler içerisindeki ilişkileri niteleyecek şekilde birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bunların çoğu, toplumsal olanı soyut süreçler üzerinden tahayyül ederken yukarıda kısaca da olsa değinildiği gibi bir kısmı da dönemin güncel kurumları ve ilişki ağları üzerinden topluma somut bir anlam verme çabası içerisine girmişlerdir. Byung-Chul Han’ın çabası da bu minvalde önemli bir değerlendirmedir; şayet toplum diye bir şey varsa.
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)