"Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım."
- Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı
"Ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten
Hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı
Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin."
- İsmet Özel, Üç Firenk Havası
"Gökleri ve yer yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, hoşgörülü ve bağışlayıcıdır."
- 35/Fâtır-41
Şarkılar Seni Söyler adlı programda (sonradan kitap olmuştur) Ö. Tuğrul İnançer hoca Âşık Veysel'in Kara Toprak şiirini işaret etti. Bu şiirdeki "Karnın yardım kazmayınan belinen / yüzün yırttım tırnağınan elinen / yine beni karşıladı gülünen / benim sâdık yârim kara topraktır" dizelerinin insanın toprağa olan muhtaçlığını açıklayan ve toprak bilincini kavramasını sağlayabilecek en iyi şiirlerden biri olduğunu söyledi. Bu ikâzdan sonra fakir de kitaplığındaki Turgut Cansever külliyatına döndü ve cehennemî İstanbul ekolojisinde belki akıl sağlığına bir ferahlık, bir çâre olma ümidiyle ol kitabı çekip çıkardı: Kubbeyi Yere Koymamak.
Turgut Cansever; 12 Eylül 1921 Antalya doğumlu. Babası Doktor Hasan Ferit Bey, Kasımpaşa Turabi Tekkesi'nin şeyhi. Dedesi Şeyh Ali Efendi ise Bab-ı Ali'nin üst düzey bürokratlarından biri. Cansever cumhuriyet döneminin belki de tek muhalif mimarlarından biri. Öyle ki Adnan Menderes'in karşısına dikilip Vatan Caddesi ve çevresinde yapılacak tarihi eser yıkımını önlemek için her şeyi yapmış ve fakat Menderes'in "3-5 metre için ne olacak canım!" tepkisinden sonra umudunu çokça kaybetmiş bilge bir mimar. Neden bilge mimar? Çünkü onun mimarî anlayışında Konfüçyüs de var, İbn Arabî de. Itrî de var Bach da. Medine de var Bursa da. Mimar Sinan da var Le Corbusier de. Çünkü onun için "İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansıması"olan en büyük fizikî üründür yapı. Bu yapının da muhakkak insan hayatıyla beraber dünyayı güzelleştirecek bir sorumluluğu olmalıdır. Cansever hakkında şunları da söyleyebiliriz: Türkiye'deki ilk sanat tarihi doktora tezinin sahibidir, Türkiye’nin ilk büyük özel mimarlık bürosuyla beraber Mimarlar Odası'nın da kurucuları arasındadır, Beyazıt Meydanı’nın otomobil trafiğine kapatan proje ona aittir. Sadece Türkiye'de değil tüm dünya mimarî çevrelerinde özgünlüğü ve hayata kattığı değerin yanında içinde yaşayanı da hayattan koparmayan Ertegün Evi, Demir Tatil Köyü ve Türk Tarih Kurumu Binası Cansever'e aittir. 22 Şubat 2009'da İstanbul'da vefat eden Turgut Cansever'in cenazesi son derece ilginçti zira projelerini onaylamayanlar da oradaydı, kendisini haklı bulduğu hâlde olan biten çarpıklaşmaya ses etmeyenler de. Bu sebeple kendisi hakkında en güzel yorumu kızı Emine Öğün yapmıştır: "Babam "Yeniden nasıl güzel bir dünya kurarız?"ı sorguladı. 'Onun metodu ne olmalı, tasarım açısından, yaşamamız açısından. Bunları düşündü söyledi, ama hiç kimse dinlemedi. Bu kadar önemsiyorsunuz, ömrü boyunca sadece 14 iş yapabildi. Piyasadaki mimar arkadaşlarımızla kıyaslarsanız bu sayının ne kadar komik olduğunu görmek mümkün. İnşallah bu trajik tarafı söyledikleriyle bütünleşir de vefatı vesilesiyle yeni bir sorgulamayı başlatabiliriz."
Maalesef değişen hiçbir şey yok. Bu ne kadar korku vericiyse, merhum bilge mimarın 20-30 yıl önce söylediklerini şimdilerde yaşıyor oluşumuz da o derece korkunç. Mesela Vizyon dergisine 1993'de verdiği röportajda şunları söylemiş: "Doğrusu, insanları yüceltecek faaliyetler düzenini düşünmeye ihtiyaç var. Farklı kültür düzeyindeki insanları, tümüne hitap edebilen ve baktıkça görüşleri derinleştiren bir eser, gerçek sanat eseridir bence. Çevreyi böyle bir mimarî ile inşa ettiğimiz, müzik, şiir yahut öteki artizanal ürünler bu derinliğe sahip oldukları zaman -sinema, tiyatro ve roman dahil- ve insanları bilinçsiz yakalayıp onları telkinle bir yerlere yöneltmediğimiz zaman, eserle ilişkisinde insan gittikçe derinleşme imkânı bulur. Fark ediyor musunuz, Amerikan kültürünün bütününde nasıl bir Hıristiyan kilisesi kontrolü bulunduğunu? Bütün o değer sistemlerini Türkiye'ye naklediyoruz."
Bugün İstanbul'da yükselen binalara bakıldığında bunun İslam kültürüyle hiçbir alakası olmadığını söyleyememek için çocuk olmak lâzım. Kendini bu bilincin içinde bulan çocuklar bile artık gökdelenlerden nefret ediyor, onları büyülü ve "güzel" bulamıyor. Bizim dinimizde iddialı, kafa tutan, güç gösterisi sunan hiçbir şey güzel değildir. "Allah güzeldir ve güzeli sever" hikmetini kendine kılavuz olarak seçmiş Turgut Cansever 1994'de ise Altınoluk dergisine "İstanbul doğru şekilde teşkilatlandırılmazsa Türkiye hakkında kararlar başka yerde alınacaktır" diyerek son derece ciddi ve siyasi bir meseleye de el atıyor. Bu söz bize İsmet Özel'in "Boğaz köprüleri küfür düzenini azgınlaştırdı" sözünü hatırlatıyor ki katılmamak mümkün değildir. Ama gelin görün ki siyasi rantın ve sevdanın peşine düşen her türlü zevat için bu tip sözler birer paranoyadır. Burada devreye yine bir İsmet Özel sözü giriyor: Bu çağda paranoyak olmayan şerefsizdir... Biz dönelim Cansever'in sözlerinin devamına: "Eğer önümüzdeki otuz sene zarfında yeni ilaveler yaparak şehirleri yaygınlaştırmak ve yoğunluğu artırmak suretiyle yoğunluğu artan yörelerin sahiplerine menfaat sağlama şeklinde devam edersek bu ülkede insanca yaşamaya hiç imkan kalmayacaktır. Bu yanlış yol devam ettiği sürece Türk ekonomisi çökecektir. Hiç bir yaklaşım bu israfın önüne geçemez. Frankfurt şehri 20 trilyon Türk lirasıyla 20 milyonluk metropolün ulaşım masrafını çözerken biz 10 milyon İstanbulluyu gerçek maliyeti en az 200 trilyon olan harcamaya mahkum ediyorsak, o insanların kendilerini yetiştirmeleri, hayatlarını daha güzel yapmaları, çocuklarına daha fazla ihtimam etmeleri imkanını ellerinden alıyoruz demektir. Bu israfa son vererek bu israfın gerektirdiği kaynaklardan kat kat az kaynaklarla fakat cennet güzelliğinde geniş yerler inşa ederek yıldız kümesi biçimindeki şehirleri gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bunu en kısa zamanda adeta savaş verircesine Türk toplumuna anlatmak mecburiyetindeyiz ki, bu ülke otuz sene sonra içinde yaşanmayacak bir cehennem haline gelmesin."
21 sene geçmiş bu sözlerden sonra, yine soruyoruz: Ne değişti? Değişen, felaketin artan boyutları oldu. Şehir diye bir şey kalmadı. Metrobüs, metro gibi ulaşım araçlarının yapılmasından memnuniyet duyuyoruz. Oysa bunların bize sunduğu faydanın değeri bir ise, zararı ondur. Yine 1997'de şöyle demiş Cansever: "Bugün batıdan taşınanlara ilaveten, Üsküdar-Yenikapı arasına yapılacak bir tüp tünel ile şehrin doğu yakasından gelecek nüfusun, Taksim-Yenikapı metrosu ile de kuzey ve doğu nüfusunun İstanbul yarımadasına taşınması halinde Süleymaniye, Ayasofya ve Fatih camilerinin yanında gökdelenlerin inşasını hiç kimsenin engelleyemeyeceği aşikardır."
Çok değil yüz sene önce, mimarın biri çıkıp da minarenin yakınlarına ondan daha uzun bir yapı dikse hiç şüphe yok ki mimarlığı elinden alınır, sürülürdü. Tarihe dönelim; 1730'larda III. Ahmed Çeşmesi yapılınca halk sarayı üç gün kuşatıp "bu ne zevksizlik" diye bağırmış, yapıyı aşırı ve rencide edici bulmuş. Çünkü bir ahenk var, denge var, estetik var. Halk bunu benimsemiş, sevmiş ve hatta uygulamış. Bir usta-çırak ilişkisi var, bu artık gelenek olmuş... 1750'lerde biten Nuruosmaniye Camii'ni de halk sevmemiş. Kurşun yerine ilk kez taş alemler kullanılınca çok gösterişli bulunmuş, israf denmiş. Bu caminin Ermeni asıllı Simeon Kalfa yapmıştır ve birçok yerinde kilise motifleri görmenin de mümkün olduğunu belirtmek gerekiyor ki Emin Işık hoca gibi yaşayan efsanelerimiz bu gibi ince ayrıntıların gayet farkındadır. Artık hakiki Türk evi arayanın -kaldıysa- Bursa'ya bakmaktan başka çaresi kalmadı. Avrupa belediyeleri bile hâlâ adam yollayıp, keşfedip, kendi ülkelerinde o evleri uygulamak için projeler üretiyor. Şimdilerde ise "Hizmet" ve "ihtiyaç" adı altında velîler şehri Bursa katlediliyor. Bunu yapan "mimarlar"ın da onay verenlerin de itikatlarını sorgulamaları gerekiyor. Cansever bu tip mimarlar için yine yıllar evvel "proje mimarı", "rant mimarı", "nakit mimarı" gibi son derece haklı sıfatlar kullanmıştır.
7. baskısını Aralık 2014'te yapan ve dört bölümden oluşan kitap, merhum Cansever'in söyleşilerinden, konferans konuşmalarından ve röportajlarından oluşuyor. Mimarîde aşkın çözümleme, Osmanlı çözümlemesinden postmodernizme, ev'den konuta, habitat ve şehir, kitaptaki bölümlerin isimleri. Yukarıda fakirin misallerini verdiği gibi özellikle 90'lı yıllarda başta İstanbul'da olmak üzere tüm Türkiye'deki dönüşümü ve bunun ne tür felaketlere sebebiyet verdiğini bu kitabın sayfalarında izlemek, öğrenmek mümkün.
1990'lı yıllarda Marmara'nın tek katlı evlerle (gecekondu) kaplanması gündemdeydi. 1996'da kendisiyle bir söyleşi yapılan Turgut Cansever, bu konuyu açıklığa kavuştururken, tespitlerindeki doğruluğu ta o yıllardan yapabilmesiyle bilgeliğini de yeniden ispatlamış oluyor: "1930'larda göç başladığı zaman bunun ülkeyi felakete götüreceğini o yıllarda Türkiye'de bulunan Alman hoca Kessler fark etmişti. Kessler, bulduğu her kürsüye çıkarak "Bu şehre her gün insanlar gelerek barınmak için gecekondular inşa ederken, Taksim'de merdiven basamakları yapanları vatana ihanetle itham ediyorum" diyordu. Bu umursamazlığı devam ettirenler vatana ihanetle itham edilecek kişilerdir. Bu umursamazlık bugüne kadar devam ettiği için İstanbul'un nüfusu 18 milyon olacak ve o zaman içerisinde nefes alacak yer kalmayacak. İstanbul korkunç bir haydutluk, eşkıyalık şehri olacak. Bugün mevcut asayişin binde biri bile var olmayacak. Bu yalnız İstanbul için geçerli bir şey değil. Bütün Anadolu şehirlerinin aynı felaketle karşı karşıya olduğunu görüyoruz."
Hani Sadettin Ökten, "İnsanın gökyüzüne bakacak vakti olmalı. Edemedim, yetiştiremedim, yapamadım bu hiç bitmez. Hiçbir devirde de bitmemiştir. İnsan dağlara bakmalı, hilkate bakmalı, kendisiyle yalnız kalmalı. Yokluk öyle başlıyor. Varlık zor, varlık çok ağır." diyor ya hem kitaplarında hem söyleşilerinde, işte yıllar evvel İstanbul'u güzelleştirmek için yolları kesiştiği merhum bilge mimar Turgut Cansever de "İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir." diyor 2006 yılındaki bir röportajında. Çünkü: "Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
14 Aralık 2015 Pazartesi
4 Aralık 2015 Cuma
Muhammed İkbâl'in eğitime dair görüşleri
Bir çocuk okula başladığında artık sosyal ve doğal çevresi değişmiş, yeni bir ortama girmiş olur. Bu yeni ortam, çocuğun zihinsel gelişimini, algılama aşamalarını etkiler ve değiştirir. Henüz hiçbir şey bilmeyen bir çocuğu bilgi ile beslemek sanıldığı kadar kolay değildir. En ufak bir hata, telafisi zor sonuçlar doğurabilir. Bu sebeple nasıl bir eğitim-öğretim olmalı konusu ciddî bir şekilde gündemimizde olmalıdır. İnsan eğitimle güzelleşir, serpilir, gelişir. Ahlak, ancak kaliteli ve düzeyli bir eğitim ile olgunlaşır. Muhammed İkbal, kaliteli ve düzeyli eğitimin yine kaliteli ve düzeyli öğretmenlerce kurulacağını söyler. Çünkü her türlü ahlâkî, sosyal ve dinî eğitim kilidi öğretmenin elindedir, ülkenin her türlü gelişmesinin kaynağı öğretmenin kendisini geliştirmesine bağlıdır.
Muhammed İkbal’e göre insanlığın tam manasıyla kavranması, insanın sorumluluklarının bilincine tam olarak varması, bencillik ve egoizmden uzaklaşması, kâmil bir insan olmaya çabalaması ancak ahlâkî eğitim ve öğretimle mümkündür. Bu anlamda çocukların eğitimine gereken titizliği göstermeyen her sistem zalimdir ve canidir. Çocukların eğitim ve öğretiminde önlemler alınmazsa o toplum kendi kıyımını elleriyle gerçekleştirmiş ve toplum hukukuna zalimce bir saldırıda bulunmuş olur. Muhammed İkbal, çocukluk dönemlerinin iyi gözlenilmesi gerektiğini vurgular. Gerçek bilimsel metodlarla ciddi ve kaliteli bir eğitim programlaması yapabilmek için çocukta hangi güçler daha önce ortaya çıkıyor, bunun araştırılması gerekir. Dolayısıyla İkbal, hayalî bir eğitim sistemi değil, uygulanabilir bir eğitim sistemi üzerinde durur. Ona göre, sıradan bir zekâya sahip biri bile bu “uygulanabilir sistem”den faydalanabilir. Çocukluk dönemine özgü davranışlar, eğitim binasının temelidir. “Mimar ilk tuğlayı eğri koyduğunda / Onun duvarı Süreyya’ya kadar eğri gider.”
Çocuklar, belirli bir şeye uzun bir süre odaklanamazlar. Dikkatleri çabuk dağılır. Hem bedensel güçleri hem de akıl güçleri aynı noktada uzun süre kalmaya elverişli değildir. Eğitim metodunda bunun göz önünde bulundurulması gerekir. İkbal, derslerin uzun tutulmaması ve daha küçük parçalara ayrılarak işlenmesini öngörür. Görme, dokunma, inceleme çocukların dersleri kavramaları açısından çok önemlidir. Hayatta tecrübe kazanmak gibi çocuk da derste görerek, dokunarak, duyarak, inceleyerek nesnelere karşı tecrübe kazanır. İkbal’e göre her bir duyuya yönelik uygulamalar yapılırsa çocukta nesnenin şekli hakkında tam bir bilgi oluşur. Ayrıca çocuğun dikkati, nesnelerin rengine de çok duyarlıdır. Cansız renkler çocukların ilgisini çekmezken canlı renkler çocukta merak ve ilgi uyandırır. “Bundan dolayı çocuğun ilk derslerinin renkli nesnelerle ilgili olması gerektiği kuralı oluşturulmuştur.”
Çocuklar taklit ederek öğrenmeye çalışır. Anne, baba, kardeş ve etrafındaki en yakın kişi çocuğun taklit ettiği ve zamanla onlara benzemeye başladığı kimselerdir. İkbal, çocuğun taklit yönünü göz önünde bulundurarak öğretmenin çocuğun önünde örnek bir kişilik sergilemesi gerektiğini vurgular. Toplumda mümessil olacak kimselerin artması isteniliyorsa önce öğretmenler kendilerini yetiştirmeli, daha sonra eğitimiyle ilgilendikleri çocuklardan iyi birer insan olma liyakatini beklemeliler. Çocukların hayal gücü, inanılmaz boyutlardadır. İkbal, hayal gücünün geliştirilmesini, derslerde hayal gücünü harekete geçirici çalışmalar yapılmasını söylerken çocuklardaki hayal gücüne uygun sınırlar getirilmesini de söyler. Çünkü hayal gücü başıboş bir şekilde ileri bir düzeye çıkarsa çocuğun akıl sağlığı zarar görebilir.
Çocuğun aldığı her ders, onun ilerleme grafiğini gösterir. Her ders, çocuk için anbean gelişme ve ilerleme safhasıdır. Dersler, çocuğa olumsuz bir zaman dilimi olarak yansıtılmamalı, çocuk öğretmeninin kendisi için bir kılavuz olduğunu hissetmeli, duyumsamalı. Derslerde hem bedensel hem de ruhsal gelişimi destekleyecek bilgiler verilmeli. İkbal, iyi bir eğitim sisteminin bedensel ve ruhsal güçleri eşit bir şekilde besleyebilen bir sistem olduğunu söyler. Çünkü “kâmil eğitim sisteminin amacı, pek çok bilimsel veriyi beyine depolamak değil, manevî bütünde saklı tüm güçleri ortaya çıkarmaktır.” İkbal, sağlıklı bireylerin yetişmesinin özverili öğretmenlere bağlı olduğunu savunur. Öğretmen bilinçsizse o eğitimden çıkan çocuklardan bir şeyler beklemek o çocuklara haksızlık olur: “Eğitimciler, mesleklerinin kutsallığı ve önemi doğrultusunda eğitim tarzlarını üst düzey bilimsel metodlara dayandırmalıdır. Bu metodlar sayesinde, ısısında ulusları en üst noktaya ulaştırabilecek o siyasî ve toplumsal yeşermenin saklı olduğu gerçek bilim aşkının doğacağı kesindir.”
Hece Yayınları'ndan çıkan Makaleler kitabı, Muhammed İkbal’in tam otuz makalesini okurlara aktarıyor. Seyyid Abdulvahid Mu’inî tarafından derlenen makalelerin çevirisi Celal Soydan tarafından yapılmış. “Çocuk Eğitimi” makalesi ise, Makaleler kitabının girişinde yer alıyor. İkbal’in çocuk eğitimine verdiği önemin göstergesidir bu. Söz konusu makalede on bir maddeyi takip ettiğimizde Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Aliya İzzetbegoviç gibi isimlerin çocuk eğitimine bakışlarına benzer yaklaşımlara rastlıyoruz. Muhammed İkbal’in “Çocuk Eğitimi” başlıklı kısa makalesi, on bir maddede bir eğitim tasarısı sunuyor. Her bir maddenin hakkını vermek, her bir maddeyi uygulamaya koymak aslında çok kolay.
Ne ki günümüzün eğitimcileri prosedür işlerinden başlarını kaldırıp asıl meseleye bir türlü odaklanamıyor. Milli Eğitim, personel ve bina masraflarından asıl işi olan eğitim programıyla meşgul olamıyor. Öğrencileri ve öğretmenleri pasif olan bir eğitim sisteminden âtıl bireyler çıkar. Arzu edilen atılgan bireylerdir oysa. Çocuklarını ihmal eden bir ailenin parçalanması gibi toplum çocuklarını ihmal eder, onların eğitimine gereken özeni göstermezse parçalanır, kalkınamaz, üretemez, daima dışarıya bağımlı hâle gelir. İkbal, tasarladığı eğitim sisteminde buna dikkat çeker ve şöyle der: “Gerçeği söylemek gerekirse ulusun yücelmesinin kökleri çocuk eğitiminde yatar.”
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
Muhammed İkbal’e göre insanlığın tam manasıyla kavranması, insanın sorumluluklarının bilincine tam olarak varması, bencillik ve egoizmden uzaklaşması, kâmil bir insan olmaya çabalaması ancak ahlâkî eğitim ve öğretimle mümkündür. Bu anlamda çocukların eğitimine gereken titizliği göstermeyen her sistem zalimdir ve canidir. Çocukların eğitim ve öğretiminde önlemler alınmazsa o toplum kendi kıyımını elleriyle gerçekleştirmiş ve toplum hukukuna zalimce bir saldırıda bulunmuş olur. Muhammed İkbal, çocukluk dönemlerinin iyi gözlenilmesi gerektiğini vurgular. Gerçek bilimsel metodlarla ciddi ve kaliteli bir eğitim programlaması yapabilmek için çocukta hangi güçler daha önce ortaya çıkıyor, bunun araştırılması gerekir. Dolayısıyla İkbal, hayalî bir eğitim sistemi değil, uygulanabilir bir eğitim sistemi üzerinde durur. Ona göre, sıradan bir zekâya sahip biri bile bu “uygulanabilir sistem”den faydalanabilir. Çocukluk dönemine özgü davranışlar, eğitim binasının temelidir. “Mimar ilk tuğlayı eğri koyduğunda / Onun duvarı Süreyya’ya kadar eğri gider.”
Çocuklar, belirli bir şeye uzun bir süre odaklanamazlar. Dikkatleri çabuk dağılır. Hem bedensel güçleri hem de akıl güçleri aynı noktada uzun süre kalmaya elverişli değildir. Eğitim metodunda bunun göz önünde bulundurulması gerekir. İkbal, derslerin uzun tutulmaması ve daha küçük parçalara ayrılarak işlenmesini öngörür. Görme, dokunma, inceleme çocukların dersleri kavramaları açısından çok önemlidir. Hayatta tecrübe kazanmak gibi çocuk da derste görerek, dokunarak, duyarak, inceleyerek nesnelere karşı tecrübe kazanır. İkbal’e göre her bir duyuya yönelik uygulamalar yapılırsa çocukta nesnenin şekli hakkında tam bir bilgi oluşur. Ayrıca çocuğun dikkati, nesnelerin rengine de çok duyarlıdır. Cansız renkler çocukların ilgisini çekmezken canlı renkler çocukta merak ve ilgi uyandırır. “Bundan dolayı çocuğun ilk derslerinin renkli nesnelerle ilgili olması gerektiği kuralı oluşturulmuştur.”
Çocuklar taklit ederek öğrenmeye çalışır. Anne, baba, kardeş ve etrafındaki en yakın kişi çocuğun taklit ettiği ve zamanla onlara benzemeye başladığı kimselerdir. İkbal, çocuğun taklit yönünü göz önünde bulundurarak öğretmenin çocuğun önünde örnek bir kişilik sergilemesi gerektiğini vurgular. Toplumda mümessil olacak kimselerin artması isteniliyorsa önce öğretmenler kendilerini yetiştirmeli, daha sonra eğitimiyle ilgilendikleri çocuklardan iyi birer insan olma liyakatini beklemeliler. Çocukların hayal gücü, inanılmaz boyutlardadır. İkbal, hayal gücünün geliştirilmesini, derslerde hayal gücünü harekete geçirici çalışmalar yapılmasını söylerken çocuklardaki hayal gücüne uygun sınırlar getirilmesini de söyler. Çünkü hayal gücü başıboş bir şekilde ileri bir düzeye çıkarsa çocuğun akıl sağlığı zarar görebilir.
Çocuğun aldığı her ders, onun ilerleme grafiğini gösterir. Her ders, çocuk için anbean gelişme ve ilerleme safhasıdır. Dersler, çocuğa olumsuz bir zaman dilimi olarak yansıtılmamalı, çocuk öğretmeninin kendisi için bir kılavuz olduğunu hissetmeli, duyumsamalı. Derslerde hem bedensel hem de ruhsal gelişimi destekleyecek bilgiler verilmeli. İkbal, iyi bir eğitim sisteminin bedensel ve ruhsal güçleri eşit bir şekilde besleyebilen bir sistem olduğunu söyler. Çünkü “kâmil eğitim sisteminin amacı, pek çok bilimsel veriyi beyine depolamak değil, manevî bütünde saklı tüm güçleri ortaya çıkarmaktır.” İkbal, sağlıklı bireylerin yetişmesinin özverili öğretmenlere bağlı olduğunu savunur. Öğretmen bilinçsizse o eğitimden çıkan çocuklardan bir şeyler beklemek o çocuklara haksızlık olur: “Eğitimciler, mesleklerinin kutsallığı ve önemi doğrultusunda eğitim tarzlarını üst düzey bilimsel metodlara dayandırmalıdır. Bu metodlar sayesinde, ısısında ulusları en üst noktaya ulaştırabilecek o siyasî ve toplumsal yeşermenin saklı olduğu gerçek bilim aşkının doğacağı kesindir.”
Hece Yayınları'ndan çıkan Makaleler kitabı, Muhammed İkbal’in tam otuz makalesini okurlara aktarıyor. Seyyid Abdulvahid Mu’inî tarafından derlenen makalelerin çevirisi Celal Soydan tarafından yapılmış. “Çocuk Eğitimi” makalesi ise, Makaleler kitabının girişinde yer alıyor. İkbal’in çocuk eğitimine verdiği önemin göstergesidir bu. Söz konusu makalede on bir maddeyi takip ettiğimizde Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Aliya İzzetbegoviç gibi isimlerin çocuk eğitimine bakışlarına benzer yaklaşımlara rastlıyoruz. Muhammed İkbal’in “Çocuk Eğitimi” başlıklı kısa makalesi, on bir maddede bir eğitim tasarısı sunuyor. Her bir maddenin hakkını vermek, her bir maddeyi uygulamaya koymak aslında çok kolay.
Ne ki günümüzün eğitimcileri prosedür işlerinden başlarını kaldırıp asıl meseleye bir türlü odaklanamıyor. Milli Eğitim, personel ve bina masraflarından asıl işi olan eğitim programıyla meşgul olamıyor. Öğrencileri ve öğretmenleri pasif olan bir eğitim sisteminden âtıl bireyler çıkar. Arzu edilen atılgan bireylerdir oysa. Çocuklarını ihmal eden bir ailenin parçalanması gibi toplum çocuklarını ihmal eder, onların eğitimine gereken özeni göstermezse parçalanır, kalkınamaz, üretemez, daima dışarıya bağımlı hâle gelir. İkbal, tasarladığı eğitim sisteminde buna dikkat çeker ve şöyle der: “Gerçeği söylemek gerekirse ulusun yücelmesinin kökleri çocuk eğitiminde yatar.”
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
1 Aralık 2015 Salı
Renksizlik meselesinin köklerine inmek
Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları, Doğan Kitap tarafından 10. baskısını yapan festival tadında bir roman. Japon sürrealist romancılığının ustası olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin 316 sayfalık hikâyesini yazarın kendi tarihindeki en gerçekçi anlatı olarak kabul edebiliriz.
Ana karakter Tsukuru’nun karanlık dönemiyle başlıyor roman. Ölmek isteyen bu ilginç adamın masumiyeti, çocukluğu, aidiyet duygusu ve itilmişliğinin kıyılarına çekiliyor okur. Murakami ilk bölümden bireyci bir anlatımla yol alacağının sinyallerini veriyor bu sayede. Bir başlangıca yakışan ne varsa ona sahip kitabın birinci bölümü. Hafif, lezzetli ve sonrası için merak uyandıran cinsten hoş bir atıştırmalık.
Toplam 19 bölümden oluşan Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları kendi içerisinde tasarlanmış bir plana sadık kalınarak yazılmamış olduğu izlenimini veriyor. Zira hikâye sık sık kesintiye uğratılıp geçmiş, gelecek ve bugün arasında yer değiştiriyor. Böylece bölümler açıldıkça konu da açılıyor. Yazar örgüyü allak bullak edip okuru sıkmadan tatmin edici düzeyde bir merak duygusuyla ipi sonuca doğru çekiyor. Murakami ortak felaket ve hüzünlerin komünü olarak anılan Japon ırkı önyargısını kırmak istiyor olmalı ki tüm metin Tsukuru’nun kişisel mücadelesi üzerinden bu önyargıya ateş püskürtüyor.
"Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş."
Tsukuru Tazaki belki de sırf yazarın bu milliyetçi tavrı üzerine oturtulmuş bir karakter. Çünkü çevresindeki herkesin isminde bir renk imi varken kendisinin adı üretmek, ortaya çıkarmak anlamındaki imlerle yazılıyor. Üstelik Tsukuru bu durumdan başlarda oldukça rahatsız. Herkes gibi olma meraklısı bir karakterin herkesin içinden atılmasıyla ise asıl hikâye başlıyor. Lise yıllarında tanışıp arkadaş olduğu ve isimlerinde yer alan renklerden ötürü Bayan Ak, Bayan Kara, Bay Mavi ve Bay Kızıl olarak adlandırdığı sıkı dostları tarafından bir anda ötenazi edilen Tsukuru yalnızlık okyanusunda kendi içine doğru bir Hac’a çıkıyor. Bu dalgasız denizde Tsukuru’nun yanı başında seyahat eden okurun ilk gözüne çarpan şey ise yalancı kara parçaları oluyor. Renksiz Tsukuru Tazaki arkadaşlarının onu neden dışladıkları sorusuyla baş başa bir istasyon mühendisine dönüşürken, adım attığı her toprak yine bir anda altından çekilerek onu serin suların içine gömüyor.
Hikâye’nin sakin anlarından birisinde yazarın kendisini açık etmekten çekinmediğine şahit oluyoruz. Çünkü tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş beyin fırtınası yaparken, Murakami bu romanı kaleme almasındaki amacından söz ediyor sanki:
"Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."
Kitap büyük çoğunluğu felsefi ve soyolojik mesajlar aktaran ancak bunu pütürlü ya da tırtıklı bir biçimde okuyucunun düşünme eylemine enjekte etmeden başaran eserlerden. Akıp gidiyor. İsteyen sadece eğlenmek, isteyen düşünmek için okuyabilir beni diyor adeta.
Gelelim renksizlik metaforuna. Başkahramana atfedilen bu özellik Murakami dilinin pamuk prenses oyunlarından. Kendini çirkin, silik, yetersiz hisseden Tsukuru yıllar süren ruhani Hac’ından sonra her anlamda dönüşüm geçirmiş 36 yaşında yetişkin bir adam olarak Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya kendisini neden reddettiklerini öğrenmeye karar veriyor. Arkadaşlarını bir araba satıcısı, iş dünyası danışmanı, piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulan Tsukuru hepsiyle görüşmeyi tamamlayınca renklerini ve daha pek çok şeyini kaybedenin kendisi değil onlar olduğunu anlıyor.
Murakami bu yöntem sayesinde mesajlarını oldukça sade ve akıcı bir dille fonda Lazar Berman'ın piyanosundan dinlediğimiz Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays eşliğinde nihayete erdiriyor. "Le Mal Du Pays", memleket hasreti çekmek anlamına geliyor. Hikayenin sonlarına doğru Tsukuru’nun hissettiği memleketsizlik, topraksızlık duygusunu son bir çırpınışla aşık olduğu Sara ismindeki kadında arayışına ithaf edilebilecek bu fon aslında karakterin sıla özlemini değil kırgınlığını, yoksunluklarını ve melankolik ruh halini temsil ediyor.
"Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."
Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları renksizlik metaforuna sarmalanmış çift odaklı değerli bir hikaye. İster derin düşünme pratiklerine dalın, ister tek nefeste huzurlu bir huşuya kapılarak okuyun.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
"Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş."
Tsukuru Tazaki belki de sırf yazarın bu milliyetçi tavrı üzerine oturtulmuş bir karakter. Çünkü çevresindeki herkesin isminde bir renk imi varken kendisinin adı üretmek, ortaya çıkarmak anlamındaki imlerle yazılıyor. Üstelik Tsukuru bu durumdan başlarda oldukça rahatsız. Herkes gibi olma meraklısı bir karakterin herkesin içinden atılmasıyla ise asıl hikâye başlıyor. Lise yıllarında tanışıp arkadaş olduğu ve isimlerinde yer alan renklerden ötürü Bayan Ak, Bayan Kara, Bay Mavi ve Bay Kızıl olarak adlandırdığı sıkı dostları tarafından bir anda ötenazi edilen Tsukuru yalnızlık okyanusunda kendi içine doğru bir Hac’a çıkıyor. Bu dalgasız denizde Tsukuru’nun yanı başında seyahat eden okurun ilk gözüne çarpan şey ise yalancı kara parçaları oluyor. Renksiz Tsukuru Tazaki arkadaşlarının onu neden dışladıkları sorusuyla baş başa bir istasyon mühendisine dönüşürken, adım attığı her toprak yine bir anda altından çekilerek onu serin suların içine gömüyor.
Hikâye’nin sakin anlarından birisinde yazarın kendisini açık etmekten çekinmediğine şahit oluyoruz. Çünkü tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş beyin fırtınası yaparken, Murakami bu romanı kaleme almasındaki amacından söz ediyor sanki:
"Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."
Kitap büyük çoğunluğu felsefi ve soyolojik mesajlar aktaran ancak bunu pütürlü ya da tırtıklı bir biçimde okuyucunun düşünme eylemine enjekte etmeden başaran eserlerden. Akıp gidiyor. İsteyen sadece eğlenmek, isteyen düşünmek için okuyabilir beni diyor adeta.
Gelelim renksizlik metaforuna. Başkahramana atfedilen bu özellik Murakami dilinin pamuk prenses oyunlarından. Kendini çirkin, silik, yetersiz hisseden Tsukuru yıllar süren ruhani Hac’ından sonra her anlamda dönüşüm geçirmiş 36 yaşında yetişkin bir adam olarak Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya kendisini neden reddettiklerini öğrenmeye karar veriyor. Arkadaşlarını bir araba satıcısı, iş dünyası danışmanı, piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulan Tsukuru hepsiyle görüşmeyi tamamlayınca renklerini ve daha pek çok şeyini kaybedenin kendisi değil onlar olduğunu anlıyor.
Murakami bu yöntem sayesinde mesajlarını oldukça sade ve akıcı bir dille fonda Lazar Berman'ın piyanosundan dinlediğimiz Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays eşliğinde nihayete erdiriyor. "Le Mal Du Pays", memleket hasreti çekmek anlamına geliyor. Hikayenin sonlarına doğru Tsukuru’nun hissettiği memleketsizlik, topraksızlık duygusunu son bir çırpınışla aşık olduğu Sara ismindeki kadında arayışına ithaf edilebilecek bu fon aslında karakterin sıla özlemini değil kırgınlığını, yoksunluklarını ve melankolik ruh halini temsil ediyor.
"Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."
Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları renksizlik metaforuna sarmalanmış çift odaklı değerli bir hikaye. İster derin düşünme pratiklerine dalın, ister tek nefeste huzurlu bir huşuya kapılarak okuyun.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
25 Kasım 2015 Çarşamba
İstanbul'un kaybolan meslekleri, görünmeyen mekânları
"Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
...
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
Senin karşında,
Alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
- Turgut Uyar, Terziler Geldiler
Küçükken "Bak okumazsan seni kaportacının yanına veririm", "Uslu ol yoksa doğru fırıncıya", "Bizim ayakkabıcı da çırak arıyormuş he ona göre" gibi tatlı(!) tehditlerle korkutulurduk. Özellikle karnelerde zayıf bol olunca, okuldan disipline aykırı şikayetler gelince, yaz tatilinde çıldırasıya günler geçirince... Oysa bu mesleklerin tarihi arka planını, gelişim sürecini, neden kaybolmaya yüz tuttuğunu büyüsek de pek umursamadık. Ne zaman ki İstanbul'un kapitalizm, modernizm ya da nice izmlerle yok olageldiğini gördükçe biz de mesleklerin ve mekânların farkına varmaya başladık. Aslında ne zaman başımızı akıllı cihazlardan göğe kaldırma yahut toprağa çevirme hüneri göstersek, İstanbul'la birlikte geçmişimizle beraber geleceğimizin de karardığını, silikleştiğini ve anlamın kaybolduğunu görebiliriz. Sadece "bakıp" geçtiğimiz için artık "görmemeye" sebep olan her şey etrafımızı çevirdi.
Siz bakmayın yaşı 70'e gelenlerin "İstanbul bitti, çoktan bitti" demesine. Onların zamanında İstanbul'un her yanı güzeldi, asıl maharet şimdi İstanbul'un kaybolmaya yüz tutmuş güzelliklerini bulmak, keşfetmek. Petrus Gyllius 500 yıl önce şöyle demiş: "Tüm kentler zamanın erozyonuna uğrayacaktır. Yalnızca İstanbul ölümsüzdür. İnsanoğlu İstanbul'da yaşadıkça ve kenti imar ettikçe, İstanbul var olacaktır."
Rita Ender, 85 kişiyle 80 farklı mekânda görüşmüş. Esasen hem kaybolması an meselesi olan meslekleri hem de Türk toplumunun ve bilhassa İstanbul'un bir zamanlar nasıl yaşadığını da belgelemiş. 480 sayfalık "Kolay Gelsin: Meslekler ve Mekânlar" kitabı, Reysi Kamhi'nin resimleri ve Berge Arabian'ın fotoğraflarıyla zenginleşmiş. "Bazı meslek ve zanaatların yok oluşu, doğrudan doğruya Türkiye’deki Rum, Ermeni, Yahudi nüfusun azalmasıyla ilgili bir kayıp, bir eksilme." diye düşünse de Rita Ender, bana göre tam da öyle değil ve hatta böyle bir şey pek mümkün değil. Zira bu topraklarda bilhassa Anadolu'da asırlarca âhilik teşkilatı; ustalık ve çıraklık kurumlarını ayakta tutmuş, yine asırlarca mesleklerin ayakta kalmasına ve gelenekten geleceğe sürmesini sağlamıştır. Bunu sadece bir mesleki kuruluş olarak değil hem ahlak hem de eğitim olarak görev bilmiş. Kitapta bunun ispatı kendiliğinden vardır, bazı meslekler hatta birçok meslek ustadan çırağa, kalfaya geçer, okuldan öğrenilmez. Sahafın, turşucunun, gramofon tamircisinin, bozacının, baklavacının, baharatçının, pulcunun, manavın, muhtarın, kırtasiyecinin, dolmakalem tamircisinin, fırıncının, simitçinin, kaymakçının okulu olmaz, ustası olur. Ne öğrendiyse aynen sürdürür ve eğer merakla birlikte kabiliyet varsa, bu meslekler evlatlar vasıtasıyla uzun zaman sürer. Rita Ender'in bazen bu ve buna benzer söylemler üzerinde fazla durması, kitabı sanki "azınlıkların İstanbul'daki hâli" gibi kılmış. Zira onlarca meslek erbabıyla görüşülmüş ancak bunların çok azı Türk. Oldukça fazlası Rum, Ermeni ve Yahudi. Burada bir sevgisizlik yakalamak istemiyorum zira aklıma vaftiz, düğün ve cenaze gibi törenlerin organizasyonunu yapan Berç Kaç'ın söyledikleri geliyor: "Müslümanların cenazeye yaklaşımı bambaşkadır. Tanısın tanımasın koşar, tabuta omzunu atar. Dinî vecibesini yerine getirir; helallik alır, helallik verir. Bizim Ermenilerde, Rumlarda, Katoliklerde de sevgi saygı elbet vardır ama kişi kendini ne kadar sevdirdiyse cenazesi o kadar kalabalık olur. Dolapdere'de at arabası ile kavun karpuz satan Artin vardı. Artin öldü, kilise bir kalabalık bir kalabalık! 200 kişi filan var. 200 kişinin, 10 kişisi Ermeni, 190 kişisi Müslüman; manav, kasap, bakkal... Dolapdere halkı; hepsi birden Artin'in cenazesine geldi."
Rita Ender'in bir hatası da -ya da aşırı duygusal yaklaşımı diyelim- tüm bu azınlıkları "İstanbul'un eski sahibi" olarak nitelemesi. Varlık Vergisi (1942), 6-7 Eylül (1955) Olayları ve zamanla gerçekleşen göçler elbette İstanbul'daki nüfusta önemli değişimlere sebep oldu. Yeri geldi meslekler farklı mekanlara taşındı, mekanların yöneticisi değişti ama gelenekler hep sürdü. Röportaj yapılan her meslek erbabına son soru olarak "Sizden sonra biri devam edecek mi? Yetiştirdiğiniz biri var mı?" sorusunun cevabının sürekli olumsuz olması, elbette dönemin şartlarıyla doğrudan alakalı. Mesela Büyükada'da yüzyıldır devam eden faytonculuk neredeyse sonra ermek üzere. Adada arabayla ulaşımın serbest bırakılması gündemde. Bu durumu babadan faytoncu Kevork Beyleryan şöyle özetliyor: "Kaldırmaya uğraşıyorlar, kaldıramıyorlar. Buraya elektrikli araç getirmek ve rant sağlamak istiyorlar. Ada halkı istemiyor. Sonunda "faytonlar kalacak" dendi. Ada'nın sembolüdür onlar. Kalkması Ada için büyük kayıp olur. Turist geliyor, fotoğraf çektiriyor, atları seviyor. Otomobilde ne yapacak?"
Fakir gibi daima yolda olmayı isteyenler için güzel arayışlara, güzel buluşlara da sebep olabilir röportajlar. Mesela ben dolunayda ve lodosta çok etkilenirim; başım ağrır, uykum kaçar, agresif ve geçimsiz olurum. Bu yüzden ağrı kesici dışında lavanta kolonyası, Seylan çayı ve filtre kahve stoklarımı kontrol eder, gerekli önlemlerimi alırım. Kolonyalarını çok beğendiğim Rebul Eczanesi'nden eczacısı Mehmet Müderrisoğlu hem kolonyalarının hikâyesini anlatmış hem de meşhur lavanta kolonyaları hakkında şöyle demiş: "Akdeniz sahillerinde, dağlarda yetişen bir yaban bitkisidir, Bulgar'dır. Lavantanın özelliği, antiseptik olmasıdır. Bir yaranın üstüne lavanta esansını dökerseniz, onun iyileştirici etkisini görürsünüz. Lavanta esansının bir tek damlasını çayınıza dökerseniz, akşam güzel uyursunuz. Lavanta, sinirinize hâkim olmanıza yardımcı olur. Yastığa lavanta kolonyası döktünüz mü daha derin uyursunuz, uykunuzu alarak uyanırsınız. Lavanta çok değişiktir! Ben duş yaptıktan sonra sabahları böyle dökünürüm, ondan sonra çıkarım evden. Ben müşterilerime hep şunu derim: Ihlamur, yasemin vs. pop müzik gibidir; bugün var, belki yarın yok. Lavanta ise bir klasik müziktir, modası yoktur. Bir de şunu söyleyeyim; herkes sevmez lavantayı. Üniversite mezunları, klasik müzik sevenler, jazz dinleyenler, firmaların executive (yönetici) sınıflarındaki kişiler lavantayı kullanır.". Bağdat Caddesi'nde 35 senedir çiçek satan Filiz Kiraz ise "Lavanta iyidir; uykuya iyi gelir. Suda kaynatıyorlar evde koku yapıyor, çamaşırlara koyuyorlar; her derde deva yani." diyor.
Tüm dönüşüme, gelişmeye(?) ve kaybolmaya rağmen mesleğinden vazgeçmeyenler de var. Sahaf Simurg'un sahibi İbrahim Yılmaz "Bu efsunlu ruhlar şehrinin hafızası, sahaflıkta gizli" diyor. Taksim'de 1950'den beri var olan bir lostra dükkanının başında bulunan Seher Örenler -ki kadın lostracı bulmak çok zordur- yurtdışından "Acaba hâlâ duruyor musunuz?" diye gelenler olduğunu söylüyor, zira eskiden insanlar bir ayakkabı alır ve sorun oldukça onu tamir ettirirlermiş. Şimdi çöpe atımlık, bir senelik ayakkabılar üretiliyor. Malum, Çin malı her yeri işgal etmiş durumda. Estetikten ve kaliteden anlama seviyemiz yerle bir olmuş durumda. Dolayısıyla dinlediğimiz müzik de bir gürültü, metal bir yığından ibaret. Terk ettiğimiz tüm değerlerimizi mumla arayacağımız günler yakın değil, biz o günlerdeyiz. Kapalıçarşı'daki gramofon tamircisi Mehmet Usta ne güzel anlatıyor: "Beni en çok rahatsız eden şey bu terk edilme olayı. Düşünün; bir gramofon sizin acı günlerinize, sizin mutlu günlerinize müziği ile eşlik etmiş, aşklarınıza eşlik etmiş, hatıralarınız var ve siz onu modası geçiyor diye çatıya koyuyorsunuz... Gramofon çatıya konarken, aslında başka bir şey daha oluyor: Klasik Türk sanat müziği yavaş yavaş yerini hafif müziğe, arabeske terk etmeye başlıyor. O güzelim besteler, o Allah vergisi sese sahip sanatçıların yerini daha kimyasal bir musiki alıyor... Bunu en doğal şekilde gramofondan alırsın çünkü gramofonun temel ayağı doğallıktır. Bir Mario Lanza veya bir Frank Sinatra, bir Louis Armstrong bunlar doğal sanatçılardır. Münir Nurettin, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Hafız Kemal, bunları hepsi Allah tarafından özel seçilip kendilerine ses bahşedilmiş kişilerdir. Gramofondaki özellik de bu işte. Doğal. Katkısı yok, amfisi yok, beslemesi yok, 100 sene de geçse bu yüzden ayakta kalır."
Bir makinistin heyecanı, bir çanta tamircisinin işini yaparken aldığı keyif, bir oyuncakçının eski tahta oyuncak dönemlerinden bahsedişi, çini ustasının "Tarih olduk be.." deyişi, bir koşerin en çok Müslümanların ondan yemek yemeyi tercih etmesi karşısındaki sakinliği... Kitabın satırları arasında uzun soluklu bir İstanbul tarihi okuması yapmak mümkün. Yıllarca kahvaltı sofrasına oturup bol fırça yediğimiz Pando Pandeli Şestakof, nam-ı diğer Kaymakçı Pando'nun Beşiktaş'ı tercih etme ve başka şube açmama sebebi olarak "Buradan bir adım atarsan her şey kaybolur, âdet bozulmaz, görüntü biter" demesi bile yetiyor, her şeyi anlatıyor. Son dönemde en üzüldüğüm mekan kayıplarından biridir, 119 yıllık Kaymakçı Pando'nun kapanması. Sebep? Dükkan sahibinin tahliye kararı aldırması. Çünkü orası "değerli" bir yer, "anlamlı" bir yer. Dolayısıyla "para getiren" şeyler lâzım değil mi İstanbullu...
Kitabı bitirdiğimde uzun bir belgesel izlemiş gibi hissettim kendimi. Değişen İstanbul, yok olan geleneklerimiz, yok edilen müziğimiz, mesleklerimiz ve kaybolan mekanlar, mekanlarımız. Tüm bunların hepsi aklıma bir dönemin panoramasını mükemmel derecede anlatan o İsmet Özel şiirini getirdi. Hani "serbest düşünme zamanı geçti artık / şimdi mesai saati" diyor ya Ils Sont Eux adlı şiirinde. Son mısralarını mırıldandım: "Anneleri / mutfakta kalan son bakır sahanı / alüminyum olanıyla değiştirdi / mesainin bitimine on kala / istifa etti vali / çamurlu bir yoldan / yayan yürüdü sınıf arkadaşı / olan nalbantın dükkanına / alay komutanı oğlu için / otomobil satın aldı / mercury marka / kış geçti, öksürük haplarıyla / geçti cumartesi / hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için / herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti / incir… yarpuz… karamela… / la havle ve la kuvvete illa billah."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
...
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
Senin karşında,
Alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
- Turgut Uyar, Terziler Geldiler
Küçükken "Bak okumazsan seni kaportacının yanına veririm", "Uslu ol yoksa doğru fırıncıya", "Bizim ayakkabıcı da çırak arıyormuş he ona göre" gibi tatlı(!) tehditlerle korkutulurduk. Özellikle karnelerde zayıf bol olunca, okuldan disipline aykırı şikayetler gelince, yaz tatilinde çıldırasıya günler geçirince... Oysa bu mesleklerin tarihi arka planını, gelişim sürecini, neden kaybolmaya yüz tuttuğunu büyüsek de pek umursamadık. Ne zaman ki İstanbul'un kapitalizm, modernizm ya da nice izmlerle yok olageldiğini gördükçe biz de mesleklerin ve mekânların farkına varmaya başladık. Aslında ne zaman başımızı akıllı cihazlardan göğe kaldırma yahut toprağa çevirme hüneri göstersek, İstanbul'la birlikte geçmişimizle beraber geleceğimizin de karardığını, silikleştiğini ve anlamın kaybolduğunu görebiliriz. Sadece "bakıp" geçtiğimiz için artık "görmemeye" sebep olan her şey etrafımızı çevirdi.
Siz bakmayın yaşı 70'e gelenlerin "İstanbul bitti, çoktan bitti" demesine. Onların zamanında İstanbul'un her yanı güzeldi, asıl maharet şimdi İstanbul'un kaybolmaya yüz tutmuş güzelliklerini bulmak, keşfetmek. Petrus Gyllius 500 yıl önce şöyle demiş: "Tüm kentler zamanın erozyonuna uğrayacaktır. Yalnızca İstanbul ölümsüzdür. İnsanoğlu İstanbul'da yaşadıkça ve kenti imar ettikçe, İstanbul var olacaktır."
Rita Ender, 85 kişiyle 80 farklı mekânda görüşmüş. Esasen hem kaybolması an meselesi olan meslekleri hem de Türk toplumunun ve bilhassa İstanbul'un bir zamanlar nasıl yaşadığını da belgelemiş. 480 sayfalık "Kolay Gelsin: Meslekler ve Mekânlar" kitabı, Reysi Kamhi'nin resimleri ve Berge Arabian'ın fotoğraflarıyla zenginleşmiş. "Bazı meslek ve zanaatların yok oluşu, doğrudan doğruya Türkiye’deki Rum, Ermeni, Yahudi nüfusun azalmasıyla ilgili bir kayıp, bir eksilme." diye düşünse de Rita Ender, bana göre tam da öyle değil ve hatta böyle bir şey pek mümkün değil. Zira bu topraklarda bilhassa Anadolu'da asırlarca âhilik teşkilatı; ustalık ve çıraklık kurumlarını ayakta tutmuş, yine asırlarca mesleklerin ayakta kalmasına ve gelenekten geleceğe sürmesini sağlamıştır. Bunu sadece bir mesleki kuruluş olarak değil hem ahlak hem de eğitim olarak görev bilmiş. Kitapta bunun ispatı kendiliğinden vardır, bazı meslekler hatta birçok meslek ustadan çırağa, kalfaya geçer, okuldan öğrenilmez. Sahafın, turşucunun, gramofon tamircisinin, bozacının, baklavacının, baharatçının, pulcunun, manavın, muhtarın, kırtasiyecinin, dolmakalem tamircisinin, fırıncının, simitçinin, kaymakçının okulu olmaz, ustası olur. Ne öğrendiyse aynen sürdürür ve eğer merakla birlikte kabiliyet varsa, bu meslekler evlatlar vasıtasıyla uzun zaman sürer. Rita Ender'in bazen bu ve buna benzer söylemler üzerinde fazla durması, kitabı sanki "azınlıkların İstanbul'daki hâli" gibi kılmış. Zira onlarca meslek erbabıyla görüşülmüş ancak bunların çok azı Türk. Oldukça fazlası Rum, Ermeni ve Yahudi. Burada bir sevgisizlik yakalamak istemiyorum zira aklıma vaftiz, düğün ve cenaze gibi törenlerin organizasyonunu yapan Berç Kaç'ın söyledikleri geliyor: "Müslümanların cenazeye yaklaşımı bambaşkadır. Tanısın tanımasın koşar, tabuta omzunu atar. Dinî vecibesini yerine getirir; helallik alır, helallik verir. Bizim Ermenilerde, Rumlarda, Katoliklerde de sevgi saygı elbet vardır ama kişi kendini ne kadar sevdirdiyse cenazesi o kadar kalabalık olur. Dolapdere'de at arabası ile kavun karpuz satan Artin vardı. Artin öldü, kilise bir kalabalık bir kalabalık! 200 kişi filan var. 200 kişinin, 10 kişisi Ermeni, 190 kişisi Müslüman; manav, kasap, bakkal... Dolapdere halkı; hepsi birden Artin'in cenazesine geldi."
Rita Ender'in bir hatası da -ya da aşırı duygusal yaklaşımı diyelim- tüm bu azınlıkları "İstanbul'un eski sahibi" olarak nitelemesi. Varlık Vergisi (1942), 6-7 Eylül (1955) Olayları ve zamanla gerçekleşen göçler elbette İstanbul'daki nüfusta önemli değişimlere sebep oldu. Yeri geldi meslekler farklı mekanlara taşındı, mekanların yöneticisi değişti ama gelenekler hep sürdü. Röportaj yapılan her meslek erbabına son soru olarak "Sizden sonra biri devam edecek mi? Yetiştirdiğiniz biri var mı?" sorusunun cevabının sürekli olumsuz olması, elbette dönemin şartlarıyla doğrudan alakalı. Mesela Büyükada'da yüzyıldır devam eden faytonculuk neredeyse sonra ermek üzere. Adada arabayla ulaşımın serbest bırakılması gündemde. Bu durumu babadan faytoncu Kevork Beyleryan şöyle özetliyor: "Kaldırmaya uğraşıyorlar, kaldıramıyorlar. Buraya elektrikli araç getirmek ve rant sağlamak istiyorlar. Ada halkı istemiyor. Sonunda "faytonlar kalacak" dendi. Ada'nın sembolüdür onlar. Kalkması Ada için büyük kayıp olur. Turist geliyor, fotoğraf çektiriyor, atları seviyor. Otomobilde ne yapacak?"
Fakir gibi daima yolda olmayı isteyenler için güzel arayışlara, güzel buluşlara da sebep olabilir röportajlar. Mesela ben dolunayda ve lodosta çok etkilenirim; başım ağrır, uykum kaçar, agresif ve geçimsiz olurum. Bu yüzden ağrı kesici dışında lavanta kolonyası, Seylan çayı ve filtre kahve stoklarımı kontrol eder, gerekli önlemlerimi alırım. Kolonyalarını çok beğendiğim Rebul Eczanesi'nden eczacısı Mehmet Müderrisoğlu hem kolonyalarının hikâyesini anlatmış hem de meşhur lavanta kolonyaları hakkında şöyle demiş: "Akdeniz sahillerinde, dağlarda yetişen bir yaban bitkisidir, Bulgar'dır. Lavantanın özelliği, antiseptik olmasıdır. Bir yaranın üstüne lavanta esansını dökerseniz, onun iyileştirici etkisini görürsünüz. Lavanta esansının bir tek damlasını çayınıza dökerseniz, akşam güzel uyursunuz. Lavanta, sinirinize hâkim olmanıza yardımcı olur. Yastığa lavanta kolonyası döktünüz mü daha derin uyursunuz, uykunuzu alarak uyanırsınız. Lavanta çok değişiktir! Ben duş yaptıktan sonra sabahları böyle dökünürüm, ondan sonra çıkarım evden. Ben müşterilerime hep şunu derim: Ihlamur, yasemin vs. pop müzik gibidir; bugün var, belki yarın yok. Lavanta ise bir klasik müziktir, modası yoktur. Bir de şunu söyleyeyim; herkes sevmez lavantayı. Üniversite mezunları, klasik müzik sevenler, jazz dinleyenler, firmaların executive (yönetici) sınıflarındaki kişiler lavantayı kullanır.". Bağdat Caddesi'nde 35 senedir çiçek satan Filiz Kiraz ise "Lavanta iyidir; uykuya iyi gelir. Suda kaynatıyorlar evde koku yapıyor, çamaşırlara koyuyorlar; her derde deva yani." diyor.
Tüm dönüşüme, gelişmeye(?) ve kaybolmaya rağmen mesleğinden vazgeçmeyenler de var. Sahaf Simurg'un sahibi İbrahim Yılmaz "Bu efsunlu ruhlar şehrinin hafızası, sahaflıkta gizli" diyor. Taksim'de 1950'den beri var olan bir lostra dükkanının başında bulunan Seher Örenler -ki kadın lostracı bulmak çok zordur- yurtdışından "Acaba hâlâ duruyor musunuz?" diye gelenler olduğunu söylüyor, zira eskiden insanlar bir ayakkabı alır ve sorun oldukça onu tamir ettirirlermiş. Şimdi çöpe atımlık, bir senelik ayakkabılar üretiliyor. Malum, Çin malı her yeri işgal etmiş durumda. Estetikten ve kaliteden anlama seviyemiz yerle bir olmuş durumda. Dolayısıyla dinlediğimiz müzik de bir gürültü, metal bir yığından ibaret. Terk ettiğimiz tüm değerlerimizi mumla arayacağımız günler yakın değil, biz o günlerdeyiz. Kapalıçarşı'daki gramofon tamircisi Mehmet Usta ne güzel anlatıyor: "Beni en çok rahatsız eden şey bu terk edilme olayı. Düşünün; bir gramofon sizin acı günlerinize, sizin mutlu günlerinize müziği ile eşlik etmiş, aşklarınıza eşlik etmiş, hatıralarınız var ve siz onu modası geçiyor diye çatıya koyuyorsunuz... Gramofon çatıya konarken, aslında başka bir şey daha oluyor: Klasik Türk sanat müziği yavaş yavaş yerini hafif müziğe, arabeske terk etmeye başlıyor. O güzelim besteler, o Allah vergisi sese sahip sanatçıların yerini daha kimyasal bir musiki alıyor... Bunu en doğal şekilde gramofondan alırsın çünkü gramofonun temel ayağı doğallıktır. Bir Mario Lanza veya bir Frank Sinatra, bir Louis Armstrong bunlar doğal sanatçılardır. Münir Nurettin, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Hafız Kemal, bunları hepsi Allah tarafından özel seçilip kendilerine ses bahşedilmiş kişilerdir. Gramofondaki özellik de bu işte. Doğal. Katkısı yok, amfisi yok, beslemesi yok, 100 sene de geçse bu yüzden ayakta kalır."
Bir makinistin heyecanı, bir çanta tamircisinin işini yaparken aldığı keyif, bir oyuncakçının eski tahta oyuncak dönemlerinden bahsedişi, çini ustasının "Tarih olduk be.." deyişi, bir koşerin en çok Müslümanların ondan yemek yemeyi tercih etmesi karşısındaki sakinliği... Kitabın satırları arasında uzun soluklu bir İstanbul tarihi okuması yapmak mümkün. Yıllarca kahvaltı sofrasına oturup bol fırça yediğimiz Pando Pandeli Şestakof, nam-ı diğer Kaymakçı Pando'nun Beşiktaş'ı tercih etme ve başka şube açmama sebebi olarak "Buradan bir adım atarsan her şey kaybolur, âdet bozulmaz, görüntü biter" demesi bile yetiyor, her şeyi anlatıyor. Son dönemde en üzüldüğüm mekan kayıplarından biridir, 119 yıllık Kaymakçı Pando'nun kapanması. Sebep? Dükkan sahibinin tahliye kararı aldırması. Çünkü orası "değerli" bir yer, "anlamlı" bir yer. Dolayısıyla "para getiren" şeyler lâzım değil mi İstanbullu...
Kitabı bitirdiğimde uzun bir belgesel izlemiş gibi hissettim kendimi. Değişen İstanbul, yok olan geleneklerimiz, yok edilen müziğimiz, mesleklerimiz ve kaybolan mekanlar, mekanlarımız. Tüm bunların hepsi aklıma bir dönemin panoramasını mükemmel derecede anlatan o İsmet Özel şiirini getirdi. Hani "serbest düşünme zamanı geçti artık / şimdi mesai saati" diyor ya Ils Sont Eux adlı şiirinde. Son mısralarını mırıldandım: "Anneleri / mutfakta kalan son bakır sahanı / alüminyum olanıyla değiştirdi / mesainin bitimine on kala / istifa etti vali / çamurlu bir yoldan / yayan yürüdü sınıf arkadaşı / olan nalbantın dükkanına / alay komutanı oğlu için / otomobil satın aldı / mercury marka / kış geçti, öksürük haplarıyla / geçti cumartesi / hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için / herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti / incir… yarpuz… karamela… / la havle ve la kuvvete illa billah."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
16 Kasım 2015 Pazartesi
Okurunu uzun bir iç yolculuğuna çıkaran öyküler
“Parçası Benden”… Sek sek oyununda kullanılan bir ifade, oyunun en temel kurallarından. Oyunu oynarken taşınız kırıldığında herkesten önce “Parçası Benden!” diye bağırmazsanız oyundan atılırsınız. Basit bir oyunun basit bir kuralı gibi gözükse de, “Parçası Benden”, hayatın kurallarından biri.
Sek sek oyununu en çok kız çocukları oynar. Bundan mı bilinmez, Parçası Benden’in öykülerinde hep kadın kahramanlar ön planda. Bu kadınlar parça parça olmuş, hayatları kırılmış, sadakatli ve kırılgan kadınlardır.
Sibel Eraslan’ın ilk öykü kitabı Balık ve Tango. İkinci öykü kitabı olan Parçası Benden’de toplam on iki öykü yer alıyor. Yazar, öykülerinde erkek kahramanlara yer vermiş, fakat kadın karakterleri daha çok anlatmış. Bazen bir kadın karakter, anlatıcı tarafından anlatılırken, bazen de bir kadın karakter tarafından anlatılmış her şey. Eraslan öykülerinde gerçeği yansıtıyor. Gündelik hayatı ve sıradan insanları farklı bir cepheden anlatıyor. Yapay duygulara yer vermiyor yazar. İçinde kaynayanları, kanayanları öykü kazanına atıyor ve cümle cümle pişiriyor. Öykünün kurgusu bir ahenk içerisinde ilerliyor, okuru kendine çekiyor. Öykülerin hemen hepsinde kadının nerede-nasıl durması gerektiği, bir kadına yakışanın ne olduğu vurgusu dikkat çekiyor. Kadının aile ve toplum içindeki tutumu, tavrı irdeleniyor. Eraslan’ın işçiliği harika bir dili var. Yazarın dile olan hâkimiyeti anlatımının güzelliği ile birleşmiş.
Her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor
“Şarkılar Seni Söyler” öyküsünde, aile içerisinde anne ile baba arasına oturmuş sessiz ve dilsiz hâli gözlemleyen bir kız çocuğu anlatılır. “Sevgili Sesilya Abla” öyküsünde, ailenin dayısıyla mektup arkadaşı olan Batılı bir kız vardır. Kız Türkiye’ye gelir, mahallelinin gönlünü fetheder. Görüntüsüyle, davranışlarıyla ilgi çekici bir kızdır. Sevimli ve sempatik tavırlarıyla mahallelinin içinde İngilizce öğrenme aşkı başlatır. Bu öykü, Batı ile olan ilişkilerimizi, Batı’ya bakışımızı anlatan bir öyküdür. “Parçası Benden” öyküsünde, yoğun hüzün vardır. Aynı dergide çalışan bir kadın ve adamın öyküsüdür bu. Kadının sevdiği ve sevildiği adam savaş esnasında Bosna’ya gider. Burada Boşnak bir kıza âşık olur. Kadın, başka bir kadına âşık olan sevdiğinin sadakatsizliğine sadakatiyle karşı durur. Acımasızlık, ihanet, üzüntü… Kadının yüreğine saplanmıştır. Ama o iyi bir kadın olmayı, onurluca susmayı tercih etmiştir. “Parçası Benden”, aynı zamanda, Srebrenica’nın acısını ve utancını duyurur okura. “Ay Dersleri” öyküsünde bir başka hüzünlü kadının öyküsünü okuruz. Kocası tarafından aldatılan kadına, kocasının hastaneye kaldırıldığını genç sevgilisi haber verir. Bu durum karşısında kadın içine sığınır, içinin derinliklerinden aya doğru gider ve oradan evine bakar, evinin hüzünlü tablosunu görür. “Ankebut” öyküsü, kitabın en iyi öykülerinden birisidir. Çağıl Bey’in bencil yaşantısı anlatılır. Çağıl Bey, incitici, umursamaz bir adamdır. Yaptırdığı gökdeleni oğlu gibi sever. Bir gece oğlunu sevmeye gittiğinde inşaatta yanan ışıklar onu rahatsız etmiştir. Bir bir hesap soracaktır oğlunun koynunda geceleyenlere. Kendisi için yaptırdığı kırk numaralı daireye geldiğinde karşısında ilk aşkı İpek’i görür. İpek’i terk etmiş, kırmış, üzmüştür. İpek, Çağıl Bey’in tüm kırıcılığına rağmen onu sevmiş, ona sadık kalmıştır. Öyküde asıl dikkat çeken İpek’in Çağıl’a olan aşkı değil, âşık bir kadının ruh hâlidir. Deli gibi sevdiği, neredeyse tapındığı gökdeleninde canını teslim eden Çağıl Bey’in öyküsü trajiktir. “Su ve Sır” öyküsünde, yine bir kadının içinden geçenleri kendi içine haykırdığı satırları okuruz. Kimselerle dertleşemeyen bu kadın sırlarını, şikâyetlerini suya anlatır. Çocuğu olmayan kadın ne kocasına ne kaynanasına ses edemez, ama içinden geçenler suyu yakan cinstendir. “Sırdaşım olan şu sular anladı âhımı da, bir gelini olduğum anlayamadı diyorum.”
Eraslan, bu yıl ikincisi verilen Necip Fazıl ödüllerinin hikâye dalındaki ödül sahibi kalemidir. Yazar, bir telkari ustası gibi en güzel ve zarif cümlelerden öyküler örmüş. Parçası Benden kitabındaki her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
Sek sek oyununu en çok kız çocukları oynar. Bundan mı bilinmez, Parçası Benden’in öykülerinde hep kadın kahramanlar ön planda. Bu kadınlar parça parça olmuş, hayatları kırılmış, sadakatli ve kırılgan kadınlardır.
Sibel Eraslan’ın ilk öykü kitabı Balık ve Tango. İkinci öykü kitabı olan Parçası Benden’de toplam on iki öykü yer alıyor. Yazar, öykülerinde erkek kahramanlara yer vermiş, fakat kadın karakterleri daha çok anlatmış. Bazen bir kadın karakter, anlatıcı tarafından anlatılırken, bazen de bir kadın karakter tarafından anlatılmış her şey. Eraslan öykülerinde gerçeği yansıtıyor. Gündelik hayatı ve sıradan insanları farklı bir cepheden anlatıyor. Yapay duygulara yer vermiyor yazar. İçinde kaynayanları, kanayanları öykü kazanına atıyor ve cümle cümle pişiriyor. Öykünün kurgusu bir ahenk içerisinde ilerliyor, okuru kendine çekiyor. Öykülerin hemen hepsinde kadının nerede-nasıl durması gerektiği, bir kadına yakışanın ne olduğu vurgusu dikkat çekiyor. Kadının aile ve toplum içindeki tutumu, tavrı irdeleniyor. Eraslan’ın işçiliği harika bir dili var. Yazarın dile olan hâkimiyeti anlatımının güzelliği ile birleşmiş.
Her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor
“Şarkılar Seni Söyler” öyküsünde, aile içerisinde anne ile baba arasına oturmuş sessiz ve dilsiz hâli gözlemleyen bir kız çocuğu anlatılır. “Sevgili Sesilya Abla” öyküsünde, ailenin dayısıyla mektup arkadaşı olan Batılı bir kız vardır. Kız Türkiye’ye gelir, mahallelinin gönlünü fetheder. Görüntüsüyle, davranışlarıyla ilgi çekici bir kızdır. Sevimli ve sempatik tavırlarıyla mahallelinin içinde İngilizce öğrenme aşkı başlatır. Bu öykü, Batı ile olan ilişkilerimizi, Batı’ya bakışımızı anlatan bir öyküdür. “Parçası Benden” öyküsünde, yoğun hüzün vardır. Aynı dergide çalışan bir kadın ve adamın öyküsüdür bu. Kadının sevdiği ve sevildiği adam savaş esnasında Bosna’ya gider. Burada Boşnak bir kıza âşık olur. Kadın, başka bir kadına âşık olan sevdiğinin sadakatsizliğine sadakatiyle karşı durur. Acımasızlık, ihanet, üzüntü… Kadının yüreğine saplanmıştır. Ama o iyi bir kadın olmayı, onurluca susmayı tercih etmiştir. “Parçası Benden”, aynı zamanda, Srebrenica’nın acısını ve utancını duyurur okura. “Ay Dersleri” öyküsünde bir başka hüzünlü kadının öyküsünü okuruz. Kocası tarafından aldatılan kadına, kocasının hastaneye kaldırıldığını genç sevgilisi haber verir. Bu durum karşısında kadın içine sığınır, içinin derinliklerinden aya doğru gider ve oradan evine bakar, evinin hüzünlü tablosunu görür. “Ankebut” öyküsü, kitabın en iyi öykülerinden birisidir. Çağıl Bey’in bencil yaşantısı anlatılır. Çağıl Bey, incitici, umursamaz bir adamdır. Yaptırdığı gökdeleni oğlu gibi sever. Bir gece oğlunu sevmeye gittiğinde inşaatta yanan ışıklar onu rahatsız etmiştir. Bir bir hesap soracaktır oğlunun koynunda geceleyenlere. Kendisi için yaptırdığı kırk numaralı daireye geldiğinde karşısında ilk aşkı İpek’i görür. İpek’i terk etmiş, kırmış, üzmüştür. İpek, Çağıl Bey’in tüm kırıcılığına rağmen onu sevmiş, ona sadık kalmıştır. Öyküde asıl dikkat çeken İpek’in Çağıl’a olan aşkı değil, âşık bir kadının ruh hâlidir. Deli gibi sevdiği, neredeyse tapındığı gökdeleninde canını teslim eden Çağıl Bey’in öyküsü trajiktir. “Su ve Sır” öyküsünde, yine bir kadının içinden geçenleri kendi içine haykırdığı satırları okuruz. Kimselerle dertleşemeyen bu kadın sırlarını, şikâyetlerini suya anlatır. Çocuğu olmayan kadın ne kocasına ne kaynanasına ses edemez, ama içinden geçenler suyu yakan cinstendir. “Sırdaşım olan şu sular anladı âhımı da, bir gelini olduğum anlayamadı diyorum.”
Eraslan, bu yıl ikincisi verilen Necip Fazıl ödüllerinin hikâye dalındaki ödül sahibi kalemidir. Yazar, bir telkari ustası gibi en güzel ve zarif cümlelerden öyküler örmüş. Parçası Benden kitabındaki her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
Ortaçağ güneşi, has bir kul, ermiş Râbia
Çağdaşı erkek ermişlerle aynı mertebede olan, tezkire yazarlarınca, eşit muamele gören bir velî… Yokluğu nasıl yeneceğini, Allah’a nasıl ereceğini arayan insanoğluna bir ışık…“Râbia, Sevgili ile; Allah ile baş başa bir insan kalbinin umut edebileceği en büyük güzellik olduğunu düşündüğü için, Allah’tan ne gelirse sabır ve şükür ile kabul etmeyi öğretir.”der A.Schimmel kitabı takdim ederken.
Sûfînin “çeliğin ateşle imtihanı gibi,” iki ayrı varlıktan bire dönüşmesi, tevekküle sığınması halleri anlatılır kitapta. İslam öncesi ve sonrasında ilk dönemlere dair, Margaret Smith tarafından yapılmış en hacimli çalışmalardan biridir. Allah’ı ön plana çıkaracak, “Allah’a kuşların güvendiği gibi güvenerek” nefsinden kurtulacaktır insan. Rabbine hürmetli bir kadın Râbia. Öyle ki, hürmetinden kırk yıl göğe bakamıyor. “Ne zaman ezan sesi duyarsam, kıyamet günü Sûr’ a üflenişini hatırlarım. Ne zaman kar görürsem (hesap) defterlerinin, sayfalarının uçuşunu görürüm.” diyen Râbiatü’l Adeviyye için, tabiat olaylarının çağrıştırdığı anlamlar derindir.
Kitabın, “Kadından ermiş olur mu? Olursa bu aykırı bir şey midir?” sorularına yüzyıllardır cevap arayanlara bir rehber niteliğinde olduğu çok açık. Ferîdüddîn Attâr’ın M.S. 801’de sırlanan Basralı Râbia, hakkında yazdığı Farsça eserde, “halk tarafından ikinci Hz. Meryem gibi kabul gördüğünü”söyler. Hem Kuşeyrî hem de Gazzalî; aradan üç yüzyıl geçmesine rağmen, umut ve korku teorisini desteklercesine eserlerine Râbia’nın örnek bir şahsiyet olduğuna şehadet etmişlerdir. “Gazzalî erkek okurlarını şöyle teşvik eder: ‘Dindar kadınların mertebelerini düşünün ve kendinize: Ey gönlüm, bir kadından aşağı olmaya razı olma. Çünkü bir erkek dinî ve dünyevî açıdan bir kadından noksan ise bu rezilliktir’ deyin.”. Daha sonra Allah’a kendini adamış kadınları anlatır. Pek çok yazarın ondan bahsettiği biliniyor. Yakın zamanda, biri Mısır, diğeri Arap dünyasından olan yazarlar onu anlatılır. Bir de film çalışması yapılır. Râbia hakkında 1946 ve 1982’de yazılmış bu iki eser, Smith’ın bu eseri kadar otobiyografik sayılmamaktadır yine de. Eski mutasavvıfları doğrulayan Ruvaym b. Ahmed b. Yezîd el Bağdâdî: “Tevhid insan tabiatının silinmesi ve ilâhî özelliklerin korunmasıdır.” sözü bu kadın sûfî de yeniden hayat bulur.
“Allah’a cehennem korkusundan kulluk etmedim. Eğer korku ile kulluk etseydim, sefil bir uşağa benzerdim. Allah’a cennet sevgisi ile de kulluk etmedim. Çünkü verilen uğruna kulluk etseydim, kötü bir kul olurdum. O’na yalnız O’nun aşkından ve O’nun arzusundan ötürü kulluk ettim.”. Kûtü’l Kulûb’den rivayetle Rabia’nın kulluk bilincine şahitlik ediyoruz bu kitapta.
Ne yaptığını bilmez bir şaşkın, bir deli değildir Rabia. Aksine “ben”e dair her şeyden soyutlanmış, sadece O’nun arzusu ve aşkı peşinde koşmuştur hayatı boyunca.
Değişik, ezber bozan bir kitaptan sözediyorum size. Çünkü, kadının Avrupalıların zannettiği gibi Kur’an’ da ikinci planda olmadığını, müslümanlar arasında anlatılan bir takım yaygın klasik, dini kitaplardaki gibi akılsız, eksik olarak nitelendirilmediğini anlamaları açısından bu eser bir dönüm noktasıdır neredeyse. Şüphesiz ki; ilahi emirler, “inanan erkek ve kadınlara” dolayısıyla “insanlığa” seslenir. Er ya da geç bu gerçeklik kavranabilmiştir. Bugün bile ziyaret edilen, derviş, mütevekkil, oldukça zeki, dediğim dedik kadınlardan… “Ben bu şekilde yüzümü örtmeden dolaşırım” diyebilen kıyafetini ve duruşunu kendi belirleyen savaşçı ve saygı gören müslüman hanımlardan söz ediyor. “Öyleyse İslam devrinin başında kadınların kocalarını seçmekte daha özgür olduklarını, evliliğin çoğunlukla eşit paylaşıldığını ve kadınların bağımsız yaşam haklarını ileri sürebildiklerini gösteren açık deliller vardır.”. İbn-i Battuta’nın Maldiv, Sudan, Hindus, Malabar gibi diyarlardaki kadın hükümdarlara ve ada kadınlarına dair, gözlemlerine ilişkin çarpıcı notlarına yer vermiş yazar. Diğer yandan 9. yy.da Nişaburlu Fatıma adlı bir âlimden sözeder. Rahatça zamanının âlimleriyle görüşen, fikir alışverişinde bulunan sufî kadınlar mevcut bu dönemde.
İslamlaşmanın ilk yıllarındaki savaşçı, hükümdar, hafızalarda yer etmiş, tarihe geçmiş sûfî kadınlar… Kahire’de Seyyide Zeynep mevlidi okunduğu ve zikir meclisleri kurulduğunu, anlatıyor yazar. Bölgeyi iyi bilen yazar, gerek Kahire’de gerekse, Beyrut ve Şam’da hocalık yaptığı dönemlerdeki gözlemlerini aktarmış. Yazar daha sonra İngiltere’de 1970’de vefat ediyor.
“Râbia: Bir kadın Sûfî” Özlem Eraydın çevirisiyle, İnsan Yayınları ‘düşünürler’ serisinden yayımlandı. Dört baskı yapmış olması tesadüf değil. Arapça, Türkçe, Farsça, Urduca ve pek çok batı diliyle yayımlanmış kaynağa işaret ediliyor. Dileyen kapsamlı araştırabilsin diye, eserin sonunda kaynakça yer almakta.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Sûfînin “çeliğin ateşle imtihanı gibi,” iki ayrı varlıktan bire dönüşmesi, tevekküle sığınması halleri anlatılır kitapta. İslam öncesi ve sonrasında ilk dönemlere dair, Margaret Smith tarafından yapılmış en hacimli çalışmalardan biridir. Allah’ı ön plana çıkaracak, “Allah’a kuşların güvendiği gibi güvenerek” nefsinden kurtulacaktır insan. Rabbine hürmetli bir kadın Râbia. Öyle ki, hürmetinden kırk yıl göğe bakamıyor. “Ne zaman ezan sesi duyarsam, kıyamet günü Sûr’ a üflenişini hatırlarım. Ne zaman kar görürsem (hesap) defterlerinin, sayfalarının uçuşunu görürüm.” diyen Râbiatü’l Adeviyye için, tabiat olaylarının çağrıştırdığı anlamlar derindir.
Kitabın, “Kadından ermiş olur mu? Olursa bu aykırı bir şey midir?” sorularına yüzyıllardır cevap arayanlara bir rehber niteliğinde olduğu çok açık. Ferîdüddîn Attâr’ın M.S. 801’de sırlanan Basralı Râbia, hakkında yazdığı Farsça eserde, “halk tarafından ikinci Hz. Meryem gibi kabul gördüğünü”söyler. Hem Kuşeyrî hem de Gazzalî; aradan üç yüzyıl geçmesine rağmen, umut ve korku teorisini desteklercesine eserlerine Râbia’nın örnek bir şahsiyet olduğuna şehadet etmişlerdir. “Gazzalî erkek okurlarını şöyle teşvik eder: ‘Dindar kadınların mertebelerini düşünün ve kendinize: Ey gönlüm, bir kadından aşağı olmaya razı olma. Çünkü bir erkek dinî ve dünyevî açıdan bir kadından noksan ise bu rezilliktir’ deyin.”. Daha sonra Allah’a kendini adamış kadınları anlatır. Pek çok yazarın ondan bahsettiği biliniyor. Yakın zamanda, biri Mısır, diğeri Arap dünyasından olan yazarlar onu anlatılır. Bir de film çalışması yapılır. Râbia hakkında 1946 ve 1982’de yazılmış bu iki eser, Smith’ın bu eseri kadar otobiyografik sayılmamaktadır yine de. Eski mutasavvıfları doğrulayan Ruvaym b. Ahmed b. Yezîd el Bağdâdî: “Tevhid insan tabiatının silinmesi ve ilâhî özelliklerin korunmasıdır.” sözü bu kadın sûfî de yeniden hayat bulur.
“Allah’a cehennem korkusundan kulluk etmedim. Eğer korku ile kulluk etseydim, sefil bir uşağa benzerdim. Allah’a cennet sevgisi ile de kulluk etmedim. Çünkü verilen uğruna kulluk etseydim, kötü bir kul olurdum. O’na yalnız O’nun aşkından ve O’nun arzusundan ötürü kulluk ettim.”. Kûtü’l Kulûb’den rivayetle Rabia’nın kulluk bilincine şahitlik ediyoruz bu kitapta.
Ne yaptığını bilmez bir şaşkın, bir deli değildir Rabia. Aksine “ben”e dair her şeyden soyutlanmış, sadece O’nun arzusu ve aşkı peşinde koşmuştur hayatı boyunca.
Değişik, ezber bozan bir kitaptan sözediyorum size. Çünkü, kadının Avrupalıların zannettiği gibi Kur’an’ da ikinci planda olmadığını, müslümanlar arasında anlatılan bir takım yaygın klasik, dini kitaplardaki gibi akılsız, eksik olarak nitelendirilmediğini anlamaları açısından bu eser bir dönüm noktasıdır neredeyse. Şüphesiz ki; ilahi emirler, “inanan erkek ve kadınlara” dolayısıyla “insanlığa” seslenir. Er ya da geç bu gerçeklik kavranabilmiştir. Bugün bile ziyaret edilen, derviş, mütevekkil, oldukça zeki, dediğim dedik kadınlardan… “Ben bu şekilde yüzümü örtmeden dolaşırım” diyebilen kıyafetini ve duruşunu kendi belirleyen savaşçı ve saygı gören müslüman hanımlardan söz ediyor. “Öyleyse İslam devrinin başında kadınların kocalarını seçmekte daha özgür olduklarını, evliliğin çoğunlukla eşit paylaşıldığını ve kadınların bağımsız yaşam haklarını ileri sürebildiklerini gösteren açık deliller vardır.”. İbn-i Battuta’nın Maldiv, Sudan, Hindus, Malabar gibi diyarlardaki kadın hükümdarlara ve ada kadınlarına dair, gözlemlerine ilişkin çarpıcı notlarına yer vermiş yazar. Diğer yandan 9. yy.da Nişaburlu Fatıma adlı bir âlimden sözeder. Rahatça zamanının âlimleriyle görüşen, fikir alışverişinde bulunan sufî kadınlar mevcut bu dönemde.
İslamlaşmanın ilk yıllarındaki savaşçı, hükümdar, hafızalarda yer etmiş, tarihe geçmiş sûfî kadınlar… Kahire’de Seyyide Zeynep mevlidi okunduğu ve zikir meclisleri kurulduğunu, anlatıyor yazar. Bölgeyi iyi bilen yazar, gerek Kahire’de gerekse, Beyrut ve Şam’da hocalık yaptığı dönemlerdeki gözlemlerini aktarmış. Yazar daha sonra İngiltere’de 1970’de vefat ediyor.
“Râbia: Bir kadın Sûfî” Özlem Eraydın çevirisiyle, İnsan Yayınları ‘düşünürler’ serisinden yayımlandı. Dört baskı yapmış olması tesadüf değil. Arapça, Türkçe, Farsça, Urduca ve pek çok batı diliyle yayımlanmış kaynağa işaret ediliyor. Dileyen kapsamlı araştırabilsin diye, eserin sonunda kaynakça yer almakta.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
30 Ekim 2015 Cuma
Bırakın çocuğunuzu Allah büyütsün
"Hiç bir ana-baba evlâdına iyi bir eğitimden, iyi bir ahlâktan daha değerli mîrâs bırakamaz."
- Tabarânî, Hadis-i şerif
Bu yıl Ramazan-ı Şerif ayında televizyonda yayınlanan bir iftar programında Ö. Tuğrul İnançer’in bir sohbetine ve anlattığı bir kıssaya denk gelmiştim. Menkıbe odur ki Resul-i Zişan (sav)’e âşık zatlardan birisi hayatı boyunca ağzına bir lokma karpuz sürmemiş. Malum karpuz aslında Allah (cc)’nin bizlere helal kıldığı yiyeceklerden biridir. Bu zat karpuz yemeyişinin sebebini ise ibretlik bir cevapla aktarmış: "Efendimiz (sav)’in karpuzu nasıl kestiğini bilmiyorum. Sünnete muhalif hallerden imtina ederim."
Bu kıssayı dinlediğimde çok etkilenmiş ve kendi hallerimi sorgulama içine girmiştim. "Ümmeti ümmeti" diyen Güzeller Güzeli Nebi (sav) benim hayatıma ne kadar ışık tutuyordu? Ben ne kadar onun hâli ile hâllenmeye çabalıyordum? Derken bu soru hayatımın en önemli ve muhtemel ki en tatlı sorumluluklarından biri olan annelik için de kapımı çaldı: "Evladımı İslâm, Kur’an ve sünnet ışığında nasıl iyi bir insan olarak yetiştireceğim?". İşte o zaman Hatice Kübra Tongar’ın Fıtrat Pedagojisi isimli kitabı Üsküdar Kaknüs’te bana göz kırpıverdi. Ne güzel bir tevâfuk…
Hayy Kitap’tan ikinci baskısını yapan eser, en özet haliyle ve Hatice Kübra Tongar’ın da kendi ifadesiyle Kur’an-ı Kerim’e annelik gözüyle bakmamızı, "İkrâ" ayet-i kerimesinden itibaren ayetlerin annelik açısından yorumlanmasını sağlıyor. Kapakta da ifade edildiği gibi "adetlerle değil ayetlerle çocuk eğitimi" diyerek doğru bildiğimiz yanlışları, yanlış bildiğimiz doğruları bizlere en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz (sav) aracılığı ile iletiyor.
Otuz iki başlığın yer aldığı eserde ayetler ve hadisler doğrultusunda çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz, onlara nasıl davranmalıyız, anne babanın çocuk, çocukların ise ebeveynler üzerindeki hakları nelerdir vb. sorularının cevapları veriliyor. Tüm bunların ilk basamağı olarak da "anne-babalığın ilk şartı; bismillah demektir." cümlesi gösteriliyor. Peki her işine besmele ile başlaması tavsiye edilen biz Müslümanlar için bu ne demektir? "'Ben yapamam, Rabbim yapar.'" gerçeğine boyun eğmektir.". Yalnız burada dikkat çekilen bir noktayı da ele almak gerek: "Terbiyenin Allah’tan gelmesi demek, anne-baba hiçbir şey yapmayacak demek değildir. Tam aksine, elinden geldiğinin en iyisini yapma gayretini hiç bırakmamak ama sonucunu Allah’tan bilerek razı olmak demektir. Çocuğun sahibi olmak iddiasından çıkıp şahitliğin şükrünü yaşamak demektir." Kitapta çok sevdiğim öğretilerden biri bu oldu; zira bu gerçek ile beraber anne-baba olarak bizlerin üzerindeki yük bir anlamda hafiflemiş oluyor. Zaten dinimizin bize önerdiği en güzel davranış ve hallerden biri her daim tevekkül üzere olmamızdır. Çocuğumu neden istediğim gibi yetiştiremiyorum, çocuğum neden benim istediğim gibi davranmıyor sorularını sürekli olarak kendine yönelten ebeveynler bu sorumlulukların hatta sorumluluk olmanın ötesine geçip yük haline gelen bu soruların altında ezilecek, en doğru tabirle dünyayı hem kendine hem evladına zindan edecektir. Halbuki kitapta da ifade edildiği gibi hepimiz dünyaya bir fıtrat üzere teşrif ediyoruz. Kimimizde azim, kimimizde kıskançlık, kimimizde cemal, kimimizde celal ağır basıyor. Anne-baba ve hatta bir sosyal çevreyi paylaşan insanlar olarak bize düşen bu fıtratı eğip bükmek, bir hamur gibi yoğurmaya çalışmak değil, eğilimleri okuyabilmek, yaradılışı kabullenip ondaki güzellikleri ortaya çıkarabilmek için gayret göstermek olmalıdır. Nihayetinde "fıtrata saygı, fıtratı yaratana saygıdır."
Dinimizin, kitabın ve modern pedagojinin de üzerine bastığı noktalardan bir diğeri "hâl ile örnek olabilme" davranışıdır. Çocuğumuzdan bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını istediğimizde önce dönüp kendimize "ben bu davranışı hakkıyla yerine getirebiliyor muyum?" diye sormalıyız. Bütün akşam televizyonun karşısında oturan bir anne-babanın çocuğuna kitap okumayı öğütlemesinin abesle iştigal olacağı aşikârdır. Ayrıca bu davranış modeli Kur-an-ı Kerim’de Saf suresinde de bizlere bir ikaz niteliğinde yer almaktadır: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında gazap gerektiren bir iştir.". Yani günümüzde yer aldığı gibi "Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma." anlayışı aslında özünde tamamen yaradılışa aykırı bir gerçeği ifade etmektedir.
Her ebeveyn çocuğunun çeşitli dallarda başarı göstermesini, parmakla gösterilen örnek bir evlat olmasını arzu eder. Ancak dünyevi birtakım başarılar uğruna çocuğunu gecenin bir vakti ders çalışması için uyandıran bir anne-baba, sabah namazını eda etmek üzere çocuğunu ezanla uyandırmıyorsa dönüp kendine bakmalı, evladına gösterdiği merhametin onun esas sorumluluğundan uzak kalmasına neden olmamalıdır. Zira ana babaların ve evlatların nihai kıblesi Rabb’in rızasını kazanmak olmalıdır. Diğer yandan çocuğunun başarılarından övünerek bahsettikçe hem diğer çocukların ebeveynlerinin kalplerinde haset tohumları ekecek hem de kendileri şahitlik makamından sahiplik makamına geçeceği için Allah’ın en sevmediği his olan kibre ruhlarında kapı aralayacaklardır.
Kitapta birkaç başlık altında günümüz ebeveynlik modelleri de mercek altına alınıyor. Genç anneler ve anne adayları olarak hepimiz "aman çocuğu kucağa alıştırma, aman ağlayınca hemen bağrına basma, aman sallanarak uyutma, çok fazla emzirme erkenden ek mamaya alışabilsin" gibi telkinlere aşinayız. Bu telkinlerde bulunan, hazır mama sektörünü gündemimize taşıyan, çocuğunu güçlü bir birey gibi yetiştirmeye çalışırken aile ilişkilerini zedeleyen bir Batı kültürü özentisinden başka bir şey değildir. Halbuki bizler Kur’an-ı Kerim’de de söz edildiği gibi iki yaşına kadar anne sütü emmeyi çocuk için faydalı bulan bir neslin evlatlarıyız. Çocuk ile ebeveyn odasını hızlıca ayırmaya çalışmayan, ilk iki yaşın güven duygusu için kritik bir dönem olduğunu bilen, çocuk korktuğunda onu kucağına alıp sarıp sarmayı yük bilmeyen bir kültürün bireyleriyiz. Aksi şekilde davranmak güçlü bir insan yetiştirmek bir tarafa, kendi duygularına kulak tıkayan dolayısıyla başkalarının hislerini anlamaktan uzak bir nesil yetiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Günümüz annelerinin bir diğer sorunsalı ise üzerindeki toplumsal rollerdir. Bir kadın çocuğu olduktan sonra da iyi bir eş, iyi bir ev hanımı, iyi bir evlat, iyi bir anne ve çoğu zaman üretime katkıda bulunan çalışan bir kadın olmak durumundadır. Bu noktada tavsiye edilen, eşlerin rolleri dengeli bir şekilde paylaşması, herkesin ana rollerini ve en çok da kendi biricikliklerini unutmadan zamanı ve sorumlulukları etkili ve doğru bir şekilde paylaşmasıdır.
Kitapta, detaylıca okunduğunda göreceğiniz gibi öfke kontrolünün, ağlama krizlerinin kontrolü, ebeveyn olarak çocuğumuzdan önce kendi dünyamıza ayna tutmanın yolları ve önemi, çocuklara Efendimiz (sav)’in ve diğer peygamberlerimizin ettiği dualar ayet ve hadis ışığında defaten değerlendiriliyor. Tüm bu başlıklar ele alınırken önerilen ve unutulmaması gereken en önemli düstur Kehf suresinde yer almaktadır: "Çocuklar dünya hayatının süsüdür."
Duamız, evlatlarımızın hayırlı, insanlığını bilen, sünnetullah yolunda yaşayan çocuklar olması, bizim de ana babalık görevlerimizi hakkıyla yerine getirebilen ebeveynler olmamızdır. Amin.
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
- Tabarânî, Hadis-i şerif
Bu yıl Ramazan-ı Şerif ayında televizyonda yayınlanan bir iftar programında Ö. Tuğrul İnançer’in bir sohbetine ve anlattığı bir kıssaya denk gelmiştim. Menkıbe odur ki Resul-i Zişan (sav)’e âşık zatlardan birisi hayatı boyunca ağzına bir lokma karpuz sürmemiş. Malum karpuz aslında Allah (cc)’nin bizlere helal kıldığı yiyeceklerden biridir. Bu zat karpuz yemeyişinin sebebini ise ibretlik bir cevapla aktarmış: "Efendimiz (sav)’in karpuzu nasıl kestiğini bilmiyorum. Sünnete muhalif hallerden imtina ederim."
Bu kıssayı dinlediğimde çok etkilenmiş ve kendi hallerimi sorgulama içine girmiştim. "Ümmeti ümmeti" diyen Güzeller Güzeli Nebi (sav) benim hayatıma ne kadar ışık tutuyordu? Ben ne kadar onun hâli ile hâllenmeye çabalıyordum? Derken bu soru hayatımın en önemli ve muhtemel ki en tatlı sorumluluklarından biri olan annelik için de kapımı çaldı: "Evladımı İslâm, Kur’an ve sünnet ışığında nasıl iyi bir insan olarak yetiştireceğim?". İşte o zaman Hatice Kübra Tongar’ın Fıtrat Pedagojisi isimli kitabı Üsküdar Kaknüs’te bana göz kırpıverdi. Ne güzel bir tevâfuk…
Hayy Kitap’tan ikinci baskısını yapan eser, en özet haliyle ve Hatice Kübra Tongar’ın da kendi ifadesiyle Kur’an-ı Kerim’e annelik gözüyle bakmamızı, "İkrâ" ayet-i kerimesinden itibaren ayetlerin annelik açısından yorumlanmasını sağlıyor. Kapakta da ifade edildiği gibi "adetlerle değil ayetlerle çocuk eğitimi" diyerek doğru bildiğimiz yanlışları, yanlış bildiğimiz doğruları bizlere en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz (sav) aracılığı ile iletiyor.
Otuz iki başlığın yer aldığı eserde ayetler ve hadisler doğrultusunda çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz, onlara nasıl davranmalıyız, anne babanın çocuk, çocukların ise ebeveynler üzerindeki hakları nelerdir vb. sorularının cevapları veriliyor. Tüm bunların ilk basamağı olarak da "anne-babalığın ilk şartı; bismillah demektir." cümlesi gösteriliyor. Peki her işine besmele ile başlaması tavsiye edilen biz Müslümanlar için bu ne demektir? "'Ben yapamam, Rabbim yapar.'" gerçeğine boyun eğmektir.". Yalnız burada dikkat çekilen bir noktayı da ele almak gerek: "Terbiyenin Allah’tan gelmesi demek, anne-baba hiçbir şey yapmayacak demek değildir. Tam aksine, elinden geldiğinin en iyisini yapma gayretini hiç bırakmamak ama sonucunu Allah’tan bilerek razı olmak demektir. Çocuğun sahibi olmak iddiasından çıkıp şahitliğin şükrünü yaşamak demektir." Kitapta çok sevdiğim öğretilerden biri bu oldu; zira bu gerçek ile beraber anne-baba olarak bizlerin üzerindeki yük bir anlamda hafiflemiş oluyor. Zaten dinimizin bize önerdiği en güzel davranış ve hallerden biri her daim tevekkül üzere olmamızdır. Çocuğumu neden istediğim gibi yetiştiremiyorum, çocuğum neden benim istediğim gibi davranmıyor sorularını sürekli olarak kendine yönelten ebeveynler bu sorumlulukların hatta sorumluluk olmanın ötesine geçip yük haline gelen bu soruların altında ezilecek, en doğru tabirle dünyayı hem kendine hem evladına zindan edecektir. Halbuki kitapta da ifade edildiği gibi hepimiz dünyaya bir fıtrat üzere teşrif ediyoruz. Kimimizde azim, kimimizde kıskançlık, kimimizde cemal, kimimizde celal ağır basıyor. Anne-baba ve hatta bir sosyal çevreyi paylaşan insanlar olarak bize düşen bu fıtratı eğip bükmek, bir hamur gibi yoğurmaya çalışmak değil, eğilimleri okuyabilmek, yaradılışı kabullenip ondaki güzellikleri ortaya çıkarabilmek için gayret göstermek olmalıdır. Nihayetinde "fıtrata saygı, fıtratı yaratana saygıdır."
Dinimizin, kitabın ve modern pedagojinin de üzerine bastığı noktalardan bir diğeri "hâl ile örnek olabilme" davranışıdır. Çocuğumuzdan bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını istediğimizde önce dönüp kendimize "ben bu davranışı hakkıyla yerine getirebiliyor muyum?" diye sormalıyız. Bütün akşam televizyonun karşısında oturan bir anne-babanın çocuğuna kitap okumayı öğütlemesinin abesle iştigal olacağı aşikârdır. Ayrıca bu davranış modeli Kur-an-ı Kerim’de Saf suresinde de bizlere bir ikaz niteliğinde yer almaktadır: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında gazap gerektiren bir iştir.". Yani günümüzde yer aldığı gibi "Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma." anlayışı aslında özünde tamamen yaradılışa aykırı bir gerçeği ifade etmektedir.
Her ebeveyn çocuğunun çeşitli dallarda başarı göstermesini, parmakla gösterilen örnek bir evlat olmasını arzu eder. Ancak dünyevi birtakım başarılar uğruna çocuğunu gecenin bir vakti ders çalışması için uyandıran bir anne-baba, sabah namazını eda etmek üzere çocuğunu ezanla uyandırmıyorsa dönüp kendine bakmalı, evladına gösterdiği merhametin onun esas sorumluluğundan uzak kalmasına neden olmamalıdır. Zira ana babaların ve evlatların nihai kıblesi Rabb’in rızasını kazanmak olmalıdır. Diğer yandan çocuğunun başarılarından övünerek bahsettikçe hem diğer çocukların ebeveynlerinin kalplerinde haset tohumları ekecek hem de kendileri şahitlik makamından sahiplik makamına geçeceği için Allah’ın en sevmediği his olan kibre ruhlarında kapı aralayacaklardır.
Kitapta birkaç başlık altında günümüz ebeveynlik modelleri de mercek altına alınıyor. Genç anneler ve anne adayları olarak hepimiz "aman çocuğu kucağa alıştırma, aman ağlayınca hemen bağrına basma, aman sallanarak uyutma, çok fazla emzirme erkenden ek mamaya alışabilsin" gibi telkinlere aşinayız. Bu telkinlerde bulunan, hazır mama sektörünü gündemimize taşıyan, çocuğunu güçlü bir birey gibi yetiştirmeye çalışırken aile ilişkilerini zedeleyen bir Batı kültürü özentisinden başka bir şey değildir. Halbuki bizler Kur’an-ı Kerim’de de söz edildiği gibi iki yaşına kadar anne sütü emmeyi çocuk için faydalı bulan bir neslin evlatlarıyız. Çocuk ile ebeveyn odasını hızlıca ayırmaya çalışmayan, ilk iki yaşın güven duygusu için kritik bir dönem olduğunu bilen, çocuk korktuğunda onu kucağına alıp sarıp sarmayı yük bilmeyen bir kültürün bireyleriyiz. Aksi şekilde davranmak güçlü bir insan yetiştirmek bir tarafa, kendi duygularına kulak tıkayan dolayısıyla başkalarının hislerini anlamaktan uzak bir nesil yetiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Günümüz annelerinin bir diğer sorunsalı ise üzerindeki toplumsal rollerdir. Bir kadın çocuğu olduktan sonra da iyi bir eş, iyi bir ev hanımı, iyi bir evlat, iyi bir anne ve çoğu zaman üretime katkıda bulunan çalışan bir kadın olmak durumundadır. Bu noktada tavsiye edilen, eşlerin rolleri dengeli bir şekilde paylaşması, herkesin ana rollerini ve en çok da kendi biricikliklerini unutmadan zamanı ve sorumlulukları etkili ve doğru bir şekilde paylaşmasıdır.
Kitapta, detaylıca okunduğunda göreceğiniz gibi öfke kontrolünün, ağlama krizlerinin kontrolü, ebeveyn olarak çocuğumuzdan önce kendi dünyamıza ayna tutmanın yolları ve önemi, çocuklara Efendimiz (sav)’in ve diğer peygamberlerimizin ettiği dualar ayet ve hadis ışığında defaten değerlendiriliyor. Tüm bu başlıklar ele alınırken önerilen ve unutulmaması gereken en önemli düstur Kehf suresinde yer almaktadır: "Çocuklar dünya hayatının süsüdür."
Duamız, evlatlarımızın hayırlı, insanlığını bilen, sünnetullah yolunda yaşayan çocuklar olması, bizim de ana babalık görevlerimizi hakkıyla yerine getirebilen ebeveynler olmamızdır. Amin.
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)