1 Aralık 2015 Salı

Renksizlik meselesinin köklerine inmek

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları, Doğan Kitap tarafından 10. baskısını yapan festival tadında bir roman. Japon sürrealist romancılığının ustası olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin 316 sayfalık hikâyesini yazarın kendi tarihindeki en gerçekçi anlatı olarak kabul edebiliriz. Ana karakter Tsukuru’nun karanlık dönemiyle başlıyor roman. Ölmek isteyen bu ilginç adamın masumiyeti, çocukluğu, aidiyet duygusu ve itilmişliğinin kıyılarına çekiliyor okur. Murakami ilk bölümden bireyci bir anlatımla yol alacağının sinyallerini veriyor bu sayede. Bir başlangıca yakışan ne varsa ona sahip kitabın birinci bölümü. Hafif, lezzetli ve sonrası için merak uyandıran cinsten hoş bir atıştırmalık. Toplam 19 bölümden oluşan Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları kendi içerisinde tasarlanmış bir plana sadık kalınarak yazılmamış olduğu izlenimini veriyor. Zira hikâye sık sık kesintiye uğratılıp geçmiş, gelecek ve bugün arasında yer değiştiriyor. Böylece bölümler açıldıkça konu da açılıyor. Yazar örgüyü allak bullak edip okuru sıkmadan tatmin edici düzeyde bir merak duygusuyla ipi sonuca doğru çekiyor. Murakami ortak felaket ve hüzünlerin komünü olarak anılan Japon ırkı önyargısını kırmak istiyor olmalı ki tüm metin Tsukuru’nun kişisel mücadelesi üzerinden bu önyargıya ateş püskürtüyor.

"Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş."

Tsukuru Tazaki belki de sırf yazarın bu milliyetçi tavrı üzerine oturtulmuş bir karakter. Çünkü çevresindeki herkesin isminde bir renk imi varken kendisinin adı üretmek, ortaya çıkarmak anlamındaki imlerle yazılıyor. Üstelik Tsukuru bu durumdan başlarda oldukça rahatsız. Herkes gibi olma meraklısı bir karakterin herkesin içinden atılmasıyla ise asıl hikâye başlıyor. Lise yıllarında tanışıp arkadaş olduğu ve isimlerinde yer alan renklerden ötürü Bayan Ak, Bayan Kara, Bay Mavi ve Bay Kızıl olarak adlandırdığı sıkı dostları tarafından bir anda ötenazi edilen Tsukuru yalnızlık okyanusunda kendi içine doğru bir Hac’a çıkıyor. Bu dalgasız denizde Tsukuru’nun yanı başında seyahat eden okurun ilk gözüne çarpan şey ise yalancı kara parçaları oluyor. Renksiz Tsukuru Tazaki arkadaşlarının onu neden dışladıkları sorusuyla baş başa bir istasyon mühendisine dönüşürken, adım attığı her toprak yine bir anda altından çekilerek onu serin suların içine gömüyor.

Hikâye’nin sakin anlarından birisinde yazarın kendisini açık etmekten çekinmediğine şahit oluyoruz. Çünkü tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş beyin fırtınası yaparken, Murakami bu romanı kaleme almasındaki amacından söz ediyor sanki:

"Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."

Kitap büyük çoğunluğu felsefi ve soyolojik mesajlar aktaran ancak bunu pütürlü ya da tırtıklı bir biçimde okuyucunun düşünme eylemine enjekte etmeden başaran eserlerden. Akıp gidiyor. İsteyen sadece eğlenmek, isteyen düşünmek için okuyabilir beni diyor adeta.

Gelelim renksizlik metaforuna. Başkahramana atfedilen bu özellik Murakami dilinin pamuk prenses oyunlarından. Kendini çirkin, silik, yetersiz hisseden Tsukuru yıllar süren ruhani Hac’ından sonra her anlamda dönüşüm geçirmiş 36 yaşında yetişkin bir adam olarak Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya kendisini neden reddettiklerini öğrenmeye karar veriyor. Arkadaşlarını bir araba satıcısı, iş dünyası danışmanı, piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulan Tsukuru hepsiyle görüşmeyi tamamlayınca renklerini ve daha pek çok şeyini kaybedenin kendisi değil onlar olduğunu anlıyor.

Murakami bu yöntem sayesinde mesajlarını oldukça sade ve akıcı bir dille fonda Lazar Berman'ın piyanosundan dinlediğimiz Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays eşliğinde nihayete erdiriyor. "Le Mal Du Pays", memleket hasreti çekmek anlamına geliyor. Hikayenin sonlarına doğru Tsukuru’nun hissettiği memleketsizlik, topraksızlık duygusunu son bir çırpınışla aşık olduğu Sara ismindeki kadında arayışına ithaf edilebilecek bu fon aslında karakterin sıla özlemini değil kırgınlığını, yoksunluklarını ve melankolik ruh halini temsil ediyor.

"Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları renksizlik metaforuna sarmalanmış çift odaklı değerli bir hikaye. İster derin düşünme pratiklerine dalın, ister tek nefeste huzurlu bir huşuya kapılarak okuyun.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

25 Kasım 2015 Çarşamba

İstanbul'un kaybolan meslekleri, görünmeyen mekânları

"Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
...
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
Senin karşında,
Alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."

- Turgut Uyar, Terziler Geldiler

Küçükken "Bak okumazsan seni kaportacının yanına veririm", "Uslu ol yoksa doğru fırıncıya", "Bizim ayakkabıcı da çırak arıyormuş he ona göre" gibi tatlı(!) tehditlerle korkutulurduk. Özellikle karnelerde zayıf bol olunca, okuldan disipline aykırı şikayetler gelince, yaz tatilinde çıldırasıya günler geçirince... Oysa bu mesleklerin tarihi arka planını, gelişim sürecini, neden kaybolmaya yüz tuttuğunu büyüsek de pek umursamadık. Ne zaman ki İstanbul'un kapitalizm, modernizm ya da nice izmlerle yok olageldiğini gördükçe biz de mesleklerin ve mekânların farkına varmaya başladık. Aslında ne zaman başımızı akıllı cihazlardan göğe kaldırma yahut toprağa çevirme hüneri göstersek, İstanbul'la birlikte geçmişimizle beraber geleceğimizin de karardığını, silikleştiğini ve anlamın kaybolduğunu görebiliriz. Sadece "bakıp" geçtiğimiz için artık "görmemeye" sebep olan her şey etrafımızı çevirdi.

Siz bakmayın yaşı 70'e gelenlerin "İstanbul bitti, çoktan bitti" demesine. Onların zamanında İstanbul'un her yanı güzeldi, asıl maharet şimdi İstanbul'un kaybolmaya yüz tutmuş güzelliklerini bulmak, keşfetmek. Petrus Gyllius 500 yıl önce şöyle demiş: "Tüm kentler zamanın erozyonuna uğrayacaktır. Yalnızca İstanbul ölümsüzdür. İnsanoğlu İstanbul'da yaşadıkça ve kenti imar ettikçe, İstanbul var olacaktır."

Rita Ender, 85 kişiyle 80 farklı mekânda görüşmüş. Esasen hem kaybolması an meselesi olan meslekleri hem de Türk toplumunun ve bilhassa İstanbul'un bir zamanlar nasıl yaşadığını da belgelemiş. 480 sayfalık "Kolay Gelsin: Meslekler ve Mekânlar" kitabı, Reysi Kamhi'nin resimleri ve Berge Arabian'ın fotoğraflarıyla zenginleşmiş. "Bazı meslek ve zanaatların yok oluşu, doğrudan doğruya Türkiye’deki Rum, Ermeni, Yahudi nüfusun azalmasıyla ilgili bir kayıp, bir eksilme." diye düşünse de Rita Ender, bana göre tam da öyle değil ve hatta böyle bir şey pek mümkün değil. Zira bu topraklarda bilhassa Anadolu'da asırlarca âhilik teşkilatı; ustalık ve çıraklık kurumlarını ayakta tutmuş, yine asırlarca mesleklerin ayakta kalmasına ve gelenekten geleceğe sürmesini sağlamıştır. Bunu sadece bir mesleki kuruluş olarak değil hem ahlak hem de eğitim olarak görev bilmiş. Kitapta bunun ispatı kendiliğinden vardır, bazı meslekler hatta birçok meslek ustadan çırağa, kalfaya geçer, okuldan öğrenilmez. Sahafın, turşucunun, gramofon tamircisinin, bozacının, baklavacının, baharatçının, pulcunun, manavın, muhtarın, kırtasiyecinin, dolmakalem tamircisinin, fırıncının, simitçinin, kaymakçının okulu olmaz, ustası olur. Ne öğrendiyse aynen sürdürür ve eğer merakla birlikte kabiliyet varsa, bu meslekler evlatlar vasıtasıyla uzun zaman sürer. Rita Ender'in bazen bu ve buna benzer söylemler üzerinde fazla durması, kitabı sanki "azınlıkların İstanbul'daki hâli" gibi kılmış. Zira onlarca meslek erbabıyla görüşülmüş ancak bunların çok azı Türk. Oldukça fazlası Rum, Ermeni ve Yahudi. Burada bir sevgisizlik yakalamak istemiyorum zira aklıma vaftiz, düğün ve cenaze gibi törenlerin organizasyonunu yapan Berç Kaç'ın söyledikleri geliyor: "Müslümanların cenazeye yaklaşımı bambaşkadır. Tanısın tanımasın koşar, tabuta omzunu atar. Dinî vecibesini yerine getirir; helallik alır, helallik verir. Bizim Ermenilerde, Rumlarda, Katoliklerde de sevgi saygı elbet vardır ama kişi kendini ne kadar sevdirdiyse cenazesi o kadar kalabalık olur. Dolapdere'de at arabası ile kavun karpuz satan Artin vardı. Artin öldü, kilise bir kalabalık bir kalabalık! 200 kişi filan var. 200 kişinin, 10 kişisi Ermeni, 190 kişisi Müslüman; manav, kasap, bakkal... Dolapdere halkı; hepsi birden Artin'in cenazesine geldi."

Rita Ender'in bir hatası da -ya da aşırı duygusal yaklaşımı diyelim- tüm bu azınlıkları "İstanbul'un eski sahibi" olarak nitelemesi. Varlık Vergisi (1942), 6-7 Eylül (1955) Olayları ve zamanla gerçekleşen göçler elbette İstanbul'daki nüfusta önemli değişimlere sebep oldu. Yeri geldi meslekler farklı mekanlara taşındı, mekanların yöneticisi değişti ama gelenekler hep sürdü. Röportaj yapılan her meslek erbabına son soru olarak "Sizden sonra biri devam edecek mi? Yetiştirdiğiniz biri var mı?" sorusunun cevabının sürekli olumsuz olması, elbette dönemin şartlarıyla doğrudan alakalı. Mesela Büyükada'da yüzyıldır devam eden faytonculuk neredeyse sonra ermek üzere. Adada arabayla ulaşımın serbest bırakılması gündemde. Bu durumu babadan faytoncu Kevork Beyleryan şöyle özetliyor: "Kaldırmaya uğraşıyorlar, kaldıramıyorlar. Buraya elektrikli araç getirmek ve rant sağlamak istiyorlar. Ada halkı istemiyor. Sonunda "faytonlar kalacak" dendi. Ada'nın sembolüdür onlar. Kalkması Ada için büyük kayıp olur. Turist geliyor, fotoğraf çektiriyor, atları seviyor. Otomobilde ne yapacak?"

Fakir gibi daima yolda olmayı isteyenler için güzel arayışlara, güzel buluşlara da sebep olabilir röportajlar. Mesela ben dolunayda ve lodosta çok etkilenirim; başım ağrır, uykum kaçar, agresif ve geçimsiz olurum. Bu yüzden ağrı kesici dışında lavanta kolonyası, Seylan çayı ve filtre kahve stoklarımı kontrol eder, gerekli önlemlerimi alırım. Kolonyalarını çok beğendiğim Rebul Eczanesi'nden eczacısı Mehmet Müderrisoğlu hem kolonyalarının hikâyesini anlatmış hem de meşhur lavanta kolonyaları hakkında şöyle demiş: "Akdeniz sahillerinde, dağlarda yetişen bir yaban bitkisidir, Bulgar'dır. Lavantanın özelliği, antiseptik olmasıdır. Bir yaranın üstüne lavanta esansını dökerseniz, onun iyileştirici etkisini görürsünüz. Lavanta esansının bir tek damlasını çayınıza dökerseniz, akşam güzel uyursunuz. Lavanta, sinirinize hâkim olmanıza yardımcı olur. Yastığa lavanta kolonyası döktünüz mü daha derin uyursunuz, uykunuzu alarak uyanırsınız. Lavanta çok değişiktir! Ben duş yaptıktan sonra sabahları böyle dökünürüm, ondan sonra çıkarım evden. Ben müşterilerime hep şunu derim: Ihlamur, yasemin vs. pop müzik gibidir; bugün var, belki yarın yok. Lavanta ise bir klasik müziktir, modası yoktur. Bir de şunu söyleyeyim; herkes sevmez lavantayı. Üniversite mezunları, klasik müzik sevenler, jazz dinleyenler, firmaların executive (yönetici) sınıflarındaki kişiler lavantayı kullanır.". Bağdat Caddesi'nde 35 senedir çiçek satan Filiz Kiraz ise "Lavanta iyidir; uykuya iyi gelir. Suda kaynatıyorlar evde koku yapıyor, çamaşırlara koyuyorlar; her derde deva yani." diyor.

Tüm dönüşüme, gelişmeye(?) ve kaybolmaya rağmen mesleğinden vazgeçmeyenler de var. Sahaf Simurg'un sahibi İbrahim Yılmaz "Bu efsunlu ruhlar şehrinin hafızası, sahaflıkta gizli" diyor. Taksim'de 1950'den beri var olan bir lostra dükkanının başında bulunan Seher Örenler -ki kadın lostracı bulmak çok zordur- yurtdışından "Acaba hâlâ duruyor musunuz?" diye gelenler olduğunu söylüyor, zira eskiden insanlar bir ayakkabı alır ve sorun oldukça onu tamir ettirirlermiş. Şimdi çöpe atımlık, bir senelik ayakkabılar üretiliyor. Malum, Çin malı her yeri işgal etmiş durumda. Estetikten ve kaliteden anlama seviyemiz yerle bir olmuş durumda. Dolayısıyla dinlediğimiz müzik de bir gürültü, metal bir yığından ibaret. Terk ettiğimiz tüm değerlerimizi mumla arayacağımız günler yakın değil, biz o günlerdeyiz. Kapalıçarşı'daki gramofon tamircisi Mehmet Usta ne güzel anlatıyor: "Beni en çok rahatsız eden şey bu terk edilme olayı. Düşünün; bir gramofon sizin acı günlerinize, sizin mutlu günlerinize müziği ile eşlik etmiş, aşklarınıza eşlik etmiş, hatıralarınız var ve siz onu modası geçiyor diye çatıya koyuyorsunuz... Gramofon çatıya konarken, aslında başka bir şey daha oluyor: Klasik Türk sanat müziği yavaş yavaş yerini hafif müziğe, arabeske terk etmeye başlıyor. O güzelim besteler, o Allah vergisi sese sahip sanatçıların yerini daha kimyasal bir musiki alıyor... Bunu en doğal şekilde gramofondan alırsın çünkü gramofonun temel ayağı doğallıktır. Bir Mario Lanza veya bir Frank Sinatra, bir Louis Armstrong bunlar doğal sanatçılardır. Münir Nurettin, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Hafız Kemal, bunları hepsi Allah tarafından özel seçilip kendilerine ses bahşedilmiş kişilerdir. Gramofondaki özellik de bu işte. Doğal. Katkısı yok, amfisi yok, beslemesi yok, 100 sene de geçse bu yüzden ayakta kalır."

Bir makinistin heyecanı, bir çanta tamircisinin işini yaparken aldığı keyif, bir oyuncakçının eski tahta oyuncak dönemlerinden bahsedişi, çini ustasının "Tarih olduk be.." deyişi, bir koşerin en çok Müslümanların ondan yemek yemeyi tercih etmesi karşısındaki sakinliği... Kitabın satırları arasında uzun soluklu bir İstanbul tarihi okuması yapmak mümkün. Yıllarca kahvaltı sofrasına oturup bol fırça yediğimiz Pando Pandeli Şestakof, nam-ı diğer Kaymakçı Pando'nun Beşiktaş'ı tercih etme ve başka şube açmama sebebi olarak "Buradan bir adım atarsan her şey kaybolur, âdet bozulmaz, görüntü biter" demesi bile yetiyor, her şeyi anlatıyor. Son dönemde en üzüldüğüm mekan kayıplarından biridir, 119 yıllık Kaymakçı Pando'nun kapanması. Sebep? Dükkan sahibinin tahliye kararı aldırması. Çünkü orası "değerli" bir yer, "anlamlı" bir yer. Dolayısıyla "para getiren" şeyler lâzım değil mi İstanbullu...

Kitabı bitirdiğimde uzun bir belgesel izlemiş gibi hissettim kendimi. Değişen İstanbul, yok olan geleneklerimiz, yok edilen müziğimiz, mesleklerimiz ve kaybolan mekanlar, mekanlarımız. Tüm bunların hepsi aklıma bir dönemin panoramasını mükemmel derecede anlatan o İsmet Özel şiirini getirdi. Hani "serbest düşünme zamanı geçti artık / şimdi mesai saati" diyor ya Ils Sont Eux adlı şiirinde. Son mısralarını mırıldandım: "Anneleri / mutfakta kalan son bakır sahanı / alüminyum olanıyla değiştirdi / mesainin bitimine on kala / istifa etti vali / çamurlu bir yoldan / yayan yürüdü sınıf arkadaşı / olan nalbantın dükkanına / alay komutanı oğlu için / otomobil satın aldı / mercury marka / kış geçti, öksürük haplarıyla / geçti cumartesi / hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için / herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti / incir… yarpuz… karamela… / la havle ve la kuvvete illa billah."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Kasım 2015 Pazartesi

Okurunu uzun bir iç yolculuğuna çıkaran öyküler

Parçası Benden”… Sek sek oyununda kullanılan bir ifade, oyunun en temel kurallarından. Oyunu oynarken taşınız kırıldığında herkesten önce “Parçası Benden!” diye bağırmazsanız oyundan atılırsınız. Basit bir oyunun basit bir kuralı gibi gözükse de, “Parçası Benden”, hayatın kurallarından biri.

Sek sek oyununu en çok kız çocukları oynar. Bundan mı bilinmez, Parçası Benden’in öykülerinde hep kadın kahramanlar ön planda. Bu kadınlar parça parça olmuş, hayatları kırılmış, sadakatli ve kırılgan kadınlardır.

Sibel Eraslan’ın ilk öykü kitabı Balık ve Tango. İkinci öykü kitabı olan Parçası Benden’de toplam on iki öykü yer alıyor. Yazar, öykülerinde erkek kahramanlara yer vermiş, fakat kadın karakterleri daha çok anlatmış. Bazen bir kadın karakter, anlatıcı tarafından anlatılırken, bazen de bir kadın karakter tarafından anlatılmış her şey. Eraslan öykülerinde gerçeği yansıtıyor. Gündelik hayatı ve sıradan insanları farklı bir cepheden anlatıyor. Yapay duygulara yer vermiyor yazar. İçinde kaynayanları, kanayanları öykü kazanına atıyor ve cümle cümle pişiriyor. Öykünün kurgusu bir ahenk içerisinde ilerliyor, okuru kendine çekiyor. Öykülerin hemen hepsinde kadının nerede-nasıl durması gerektiği, bir kadına yakışanın ne olduğu vurgusu dikkat çekiyor. Kadının aile ve toplum içindeki tutumu, tavrı irdeleniyor. Eraslan’ın işçiliği harika bir dili var. Yazarın dile olan hâkimiyeti anlatımının güzelliği ile birleşmiş.

Her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor
Şarkılar Seni Söyler” öyküsünde, aile içerisinde anne ile baba arasına oturmuş sessiz ve dilsiz hâli gözlemleyen bir kız çocuğu anlatılır. “Sevgili Sesilya Abla” öyküsünde, ailenin dayısıyla mektup arkadaşı olan Batılı bir kız vardır. Kız Türkiye’ye gelir, mahallelinin gönlünü fetheder. Görüntüsüyle, davranışlarıyla ilgi çekici bir kızdır. Sevimli ve sempatik tavırlarıyla mahallelinin içinde İngilizce öğrenme aşkı başlatır. Bu öykü, Batı ile olan ilişkilerimizi, Batı’ya bakışımızı anlatan bir öyküdür. “Parçası Benden” öyküsünde, yoğun hüzün vardır. Aynı dergide çalışan bir kadın ve adamın öyküsüdür bu. Kadının sevdiği ve sevildiği adam savaş esnasında Bosna’ya gider. Burada Boşnak bir kıza âşık olur. Kadın, başka bir kadına âşık olan sevdiğinin sadakatsizliğine sadakatiyle karşı durur. Acımasızlık, ihanet, üzüntü… Kadının yüreğine saplanmıştır. Ama o iyi bir kadın olmayı, onurluca susmayı tercih etmiştir. “Parçası Benden”, aynı zamanda, Srebrenica’nın acısını ve utancını duyurur okura. “Ay Dersleri” öyküsünde bir başka hüzünlü kadının öyküsünü okuruz. Kocası tarafından aldatılan kadına, kocasının hastaneye kaldırıldığını genç sevgilisi haber verir. Bu durum karşısında kadın içine sığınır, içinin derinliklerinden aya doğru gider ve oradan evine bakar, evinin hüzünlü tablosunu görür. “Ankebut” öyküsü, kitabın en iyi öykülerinden birisidir. Çağıl Bey’in bencil yaşantısı anlatılır. Çağıl Bey, incitici, umursamaz bir adamdır. Yaptırdığı gökdeleni oğlu gibi sever. Bir gece oğlunu sevmeye gittiğinde inşaatta yanan ışıklar onu rahatsız etmiştir. Bir bir hesap soracaktır oğlunun koynunda geceleyenlere. Kendisi için yaptırdığı kırk numaralı daireye geldiğinde karşısında ilk aşkı İpek’i görür. İpek’i terk etmiş, kırmış, üzmüştür. İpek, Çağıl Bey’in tüm kırıcılığına rağmen onu sevmiş, ona sadık kalmıştır. Öyküde asıl dikkat çeken İpek’in Çağıl’a olan aşkı değil, âşık bir kadının ruh hâlidir. Deli gibi sevdiği, neredeyse tapındığı gökdeleninde canını teslim eden Çağıl Bey’in öyküsü trajiktir. “Su ve Sır” öyküsünde, yine bir kadının içinden geçenleri kendi içine haykırdığı satırları okuruz. Kimselerle dertleşemeyen bu kadın sırlarını, şikâyetlerini suya anlatır. Çocuğu olmayan kadın ne kocasına ne kaynanasına ses edemez, ama içinden geçenler suyu yakan cinstendir. “Sırdaşım olan şu sular anladı âhımı da, bir gelini olduğum anlayamadı diyorum.

Eraslan, bu yıl ikincisi verilen Necip Fazıl ödüllerinin hikâye dalındaki ödül sahibi kalemidir. Yazar, bir telkari ustası gibi en güzel ve zarif cümlelerden öyküler örmüş. Parçası Benden kitabındaki her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

Ortaçağ güneşi, has bir kul, ermiş Râbia

Çağdaşı erkek ermişlerle aynı mertebede olan, tezkire yazarlarınca, eşit muamele gören bir velî… Yokluğu nasıl yeneceğini, Allah’a nasıl ereceğini arayan insanoğluna bir ışık…“Râbia, Sevgili ile; Allah ile baş başa bir insan kalbinin umut edebileceği en büyük güzellik olduğunu düşündüğü için, Allah’tan ne gelirse sabır ve şükür ile kabul etmeyi öğretir.”der A.Schimmel kitabı takdim ederken.

Sûfînin “çeliğin ateşle imtihanı gibi,” iki ayrı varlıktan bire dönüşmesi, tevekküle sığınması halleri anlatılır kitapta. İslam öncesi ve sonrasında ilk dönemlere dair, Margaret Smith tarafından yapılmış en hacimli çalışmalardan biridir. Allah’ı ön plana çıkaracak, “Allah’a kuşların güvendiği gibi güvenerek” nefsinden kurtulacaktır insan. Rabbine hürmetli bir kadın Râbia. Öyle ki, hürmetinden kırk yıl göğe bakamıyor. “Ne zaman ezan sesi duyarsam, kıyamet günü Sûr’ a üflenişini hatırlarım. Ne zaman kar görürsem (hesap) defterlerinin, sayfalarının uçuşunu görürüm.” diyen Râbiatü’l Adeviyye için, tabiat olaylarının çağrıştırdığı anlamlar derindir.

Kitabın, “Kadından ermiş olur mu? Olursa bu aykırı bir şey midir?” sorularına yüzyıllardır cevap arayanlara bir rehber niteliğinde olduğu çok açık. Ferîdüddîn Attâr’ın M.S. 801’de sırlanan Basralı Râbia, hakkında yazdığı Farsça eserde, “halk tarafından ikinci Hz. Meryem gibi kabul gördüğünü”söyler. Hem Kuşeyrî hem de Gazzalî; aradan üç yüzyıl geçmesine rağmen, umut ve korku teorisini desteklercesine eserlerine Râbia’nın örnek bir şahsiyet olduğuna şehadet etmişlerdir. “Gazzalî erkek okurlarını şöyle teşvik eder: ‘Dindar kadınların mertebelerini düşünün ve kendinize: Ey gönlüm, bir kadından aşağı olmaya razı olma. Çünkü bir erkek dinî ve dünyevî açıdan bir kadından noksan ise bu rezilliktir’ deyin.”. Daha sonra Allah’a kendini adamış kadınları anlatır. Pek çok yazarın ondan bahsettiği biliniyor. Yakın zamanda, biri Mısır, diğeri Arap dünyasından olan yazarlar onu anlatılır. Bir de film çalışması yapılır. Râbia hakkında 1946 ve 1982’de yazılmış bu iki eser, Smith’ın bu eseri kadar otobiyografik sayılmamaktadır yine de. Eski mutasavvıfları doğrulayan Ruvaym b. Ahmed b. Yezîd el Bağdâdî: “Tevhid insan tabiatının silinmesi ve ilâhî özelliklerin korunmasıdır.” sözü bu kadın sûfî de yeniden hayat bulur.

Allah’a cehennem korkusundan kulluk etmedim. Eğer korku ile kulluk etseydim, sefil bir uşağa benzerdim. Allah’a cennet sevgisi ile de kulluk etmedim. Çünkü verilen uğruna kulluk etseydim, kötü bir kul olurdum. O’na yalnız O’nun aşkından ve O’nun arzusundan ötürü kulluk ettim.”. Kûtü’l Kulûb’den rivayetle Rabia’nın kulluk bilincine şahitlik ediyoruz bu kitapta.

Ne yaptığını bilmez bir şaşkın, bir deli değildir Rabia. Aksine “ben”e dair her şeyden soyutlanmış, sadece O’nun arzusu ve aşkı peşinde koşmuştur hayatı boyunca.

Değişik, ezber bozan bir kitaptan sözediyorum size. Çünkü, kadının Avrupalıların zannettiği gibi Kur’an’ da ikinci planda olmadığını, müslümanlar arasında anlatılan bir takım yaygın klasik, dini kitaplardaki gibi akılsız, eksik olarak nitelendirilmediğini anlamaları açısından bu eser bir dönüm noktasıdır neredeyse. Şüphesiz ki; ilahi emirler, “inanan erkek ve kadınlara” dolayısıyla “insanlığa” seslenir. Er ya da geç bu gerçeklik kavranabilmiştir. Bugün bile ziyaret edilen, derviş, mütevekkil, oldukça zeki, dediğim dedik kadınlardan… “Ben bu şekilde yüzümü örtmeden dolaşırım” diyebilen kıyafetini ve duruşunu kendi belirleyen savaşçı ve saygı gören müslüman hanımlardan söz ediyor. “Öyleyse İslam devrinin başında kadınların kocalarını seçmekte daha özgür olduklarını, evliliğin çoğunlukla eşit paylaşıldığını ve kadınların bağımsız yaşam haklarını ileri sürebildiklerini gösteren açık deliller vardır.”. İbn-i Battuta’nın Maldiv, Sudan, Hindus, Malabar gibi diyarlardaki kadın hükümdarlara ve ada kadınlarına dair, gözlemlerine ilişkin çarpıcı notlarına yer vermiş yazar. Diğer yandan 9. yy.da Nişaburlu Fatıma adlı bir âlimden sözeder. Rahatça zamanının âlimleriyle görüşen, fikir alışverişinde bulunan sufî kadınlar mevcut bu dönemde.

İslamlaşmanın ilk yıllarındaki savaşçı, hükümdar, hafızalarda yer etmiş, tarihe geçmiş sûfî kadınlar… Kahire’de Seyyide Zeynep mevlidi okunduğu ve zikir meclisleri kurulduğunu, anlatıyor yazar. Bölgeyi iyi bilen yazar, gerek Kahire’de gerekse, Beyrut ve Şam’da hocalık yaptığı dönemlerdeki gözlemlerini aktarmış. Yazar daha sonra İngiltere’de 1970’de vefat ediyor.

Râbia: Bir kadın SûfîÖzlem Eraydın çevirisiyle, İnsan Yayınlarıdüşünürler’ serisinden yayımlandı. Dört baskı yapmış olması tesadüf değil. Arapça, Türkçe, Farsça, Urduca ve pek çok batı diliyle yayımlanmış kaynağa işaret ediliyor. Dileyen kapsamlı araştırabilsin diye, eserin sonunda kaynakça yer almakta.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

30 Ekim 2015 Cuma

Bırakın çocuğunuzu Allah büyütsün

"Hiç bir ana-baba evlâdına iyi bir eğitimden, iyi bir ahlâktan daha değerli mîrâs bırakamaz."
- Tabarânî, Hadis-i şerif

Bu yıl Ramazan-ı Şerif ayında televizyonda yayınlanan bir iftar programında Ö. Tuğrul İnançer’in bir sohbetine ve anlattığı bir kıssaya denk gelmiştim. Menkıbe odur ki Resul-i Zişan (sav)’e âşık zatlardan birisi hayatı boyunca ağzına bir lokma karpuz sürmemiş. Malum karpuz aslında Allah (cc)’nin bizlere helal kıldığı yiyeceklerden biridir. Bu zat karpuz yemeyişinin sebebini ise ibretlik bir cevapla aktarmış: "Efendimiz (sav)’in karpuzu nasıl kestiğini bilmiyorum. Sünnete muhalif hallerden imtina ederim."

Bu kıssayı dinlediğimde çok etkilenmiş ve kendi hallerimi sorgulama içine girmiştim. "Ümmeti ümmeti" diyen Güzeller Güzeli Nebi (sav) benim hayatıma ne kadar ışık tutuyordu? Ben ne kadar onun hâli ile hâllenmeye çabalıyordum? Derken bu soru hayatımın en önemli ve muhtemel ki en tatlı sorumluluklarından biri olan annelik için de kapımı çaldı: "Evladımı İslâm, Kur’an ve sünnet ışığında nasıl iyi bir insan olarak yetiştireceğim?". İşte o zaman Hatice Kübra Tongar’ın Fıtrat Pedagojisi isimli kitabı Üsküdar Kaknüs’te bana göz kırpıverdi. Ne güzel bir tevâfuk…

Hayy Kitap’tan ikinci baskısını yapan eser, en özet haliyle ve Hatice Kübra Tongar’ın da kendi ifadesiyle Kur’an-ı Kerim’e annelik gözüyle bakmamızı, "İkrâ" ayet-i kerimesinden itibaren ayetlerin annelik açısından yorumlanmasını sağlıyor. Kapakta da ifade edildiği gibi "adetlerle değil ayetlerle çocuk eğitimi" diyerek doğru bildiğimiz yanlışları, yanlış bildiğimiz doğruları bizlere en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz (sav) aracılığı ile iletiyor.

Otuz iki başlığın yer aldığı eserde ayetler ve hadisler doğrultusunda çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz, onlara nasıl davranmalıyız, anne babanın çocuk, çocukların ise ebeveynler üzerindeki hakları nelerdir vb. sorularının cevapları veriliyor. Tüm bunların ilk basamağı olarak da "anne-babalığın ilk şartı; bismillah demektir." cümlesi gösteriliyor. Peki her işine besmele ile başlaması tavsiye edilen biz Müslümanlar için bu ne demektir? "'Ben yapamam, Rabbim yapar.'" gerçeğine boyun eğmektir.". Yalnız burada dikkat çekilen bir noktayı da ele almak gerek: "Terbiyenin Allah’tan gelmesi demek, anne-baba hiçbir şey yapmayacak demek değildir. Tam aksine, elinden geldiğinin en iyisini yapma gayretini hiç bırakmamak ama sonucunu Allah’tan bilerek razı olmak demektir. Çocuğun sahibi olmak iddiasından çıkıp şahitliğin şükrünü yaşamak demektir." Kitapta çok sevdiğim öğretilerden biri bu oldu; zira bu gerçek ile beraber anne-baba olarak bizlerin üzerindeki yük bir anlamda hafiflemiş oluyor. Zaten dinimizin bize önerdiği en güzel davranış ve hallerden biri her daim tevekkül üzere olmamızdır. Çocuğumu neden istediğim gibi yetiştiremiyorum, çocuğum neden benim istediğim gibi davranmıyor sorularını sürekli olarak kendine yönelten ebeveynler bu sorumlulukların hatta sorumluluk olmanın ötesine geçip yük haline gelen bu soruların altında ezilecek, en doğru tabirle dünyayı hem kendine hem evladına zindan edecektir. Halbuki kitapta da ifade edildiği gibi hepimiz dünyaya bir fıtrat üzere teşrif ediyoruz. Kimimizde azim, kimimizde kıskançlık, kimimizde cemal, kimimizde celal ağır basıyor. Anne-baba ve hatta bir sosyal çevreyi paylaşan insanlar olarak bize düşen bu fıtratı eğip bükmek, bir hamur gibi yoğurmaya çalışmak değil, eğilimleri okuyabilmek, yaradılışı kabullenip ondaki güzellikleri ortaya çıkarabilmek için gayret göstermek olmalıdır. Nihayetinde "fıtrata saygı, fıtratı yaratana saygıdır."

Dinimizin, kitabın ve modern pedagojinin de üzerine bastığı noktalardan bir diğeri "hâl ile örnek olabilme" davranışıdır. Çocuğumuzdan bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını istediğimizde önce dönüp kendimize "ben bu davranışı hakkıyla yerine getirebiliyor muyum?" diye sormalıyız. Bütün akşam televizyonun karşısında oturan bir anne-babanın çocuğuna kitap okumayı öğütlemesinin abesle iştigal olacağı aşikârdır. Ayrıca bu davranış modeli Kur-an-ı Kerim’de Saf suresinde de bizlere bir ikaz niteliğinde yer almaktadır: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında gazap gerektiren bir iştir.". Yani günümüzde yer aldığı gibi "Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma." anlayışı aslında özünde tamamen yaradılışa aykırı bir gerçeği ifade etmektedir.

Her ebeveyn çocuğunun çeşitli dallarda başarı göstermesini, parmakla gösterilen örnek bir evlat olmasını arzu eder. Ancak dünyevi birtakım başarılar uğruna çocuğunu gecenin bir vakti ders çalışması için uyandıran bir anne-baba, sabah namazını eda etmek üzere çocuğunu ezanla uyandırmıyorsa dönüp kendine bakmalı, evladına gösterdiği merhametin onun esas sorumluluğundan uzak kalmasına neden olmamalıdır. Zira ana babaların ve evlatların nihai kıblesi Rabb’in rızasını kazanmak olmalıdır. Diğer yandan çocuğunun başarılarından övünerek bahsettikçe hem diğer çocukların ebeveynlerinin kalplerinde haset tohumları ekecek hem de kendileri şahitlik makamından sahiplik makamına geçeceği için Allah’ın en sevmediği his olan kibre ruhlarında kapı aralayacaklardır.

Kitapta birkaç başlık altında günümüz ebeveynlik modelleri de mercek altına alınıyor. Genç anneler ve anne adayları olarak hepimiz "aman çocuğu kucağa alıştırma, aman ağlayınca hemen bağrına basma, aman sallanarak uyutma, çok fazla emzirme erkenden ek mamaya alışabilsin" gibi telkinlere aşinayız. Bu telkinlerde bulunan, hazır mama sektörünü gündemimize taşıyan, çocuğunu güçlü bir birey gibi yetiştirmeye çalışırken aile ilişkilerini zedeleyen bir Batı kültürü özentisinden başka bir şey değildir. Halbuki bizler Kur’an-ı Kerim’de de söz edildiği gibi iki yaşına kadar anne sütü emmeyi çocuk için faydalı bulan bir neslin evlatlarıyız. Çocuk ile ebeveyn odasını hızlıca ayırmaya çalışmayan, ilk iki yaşın güven duygusu için kritik bir dönem olduğunu bilen, çocuk korktuğunda onu kucağına alıp sarıp sarmayı yük bilmeyen bir kültürün bireyleriyiz. Aksi şekilde davranmak güçlü bir insan yetiştirmek bir tarafa, kendi duygularına kulak tıkayan dolayısıyla başkalarının hislerini anlamaktan uzak bir nesil yetiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Günümüz annelerinin bir diğer sorunsalı ise üzerindeki toplumsal rollerdir. Bir kadın çocuğu olduktan sonra da iyi bir eş, iyi bir ev hanımı, iyi bir evlat, iyi bir anne ve çoğu zaman üretime katkıda bulunan çalışan bir kadın olmak durumundadır. Bu noktada tavsiye edilen, eşlerin rolleri dengeli bir şekilde paylaşması, herkesin ana rollerini ve en çok da kendi biricikliklerini unutmadan zamanı ve sorumlulukları etkili ve doğru bir şekilde paylaşmasıdır.

Kitapta, detaylıca okunduğunda göreceğiniz gibi öfke kontrolünün, ağlama krizlerinin kontrolü, ebeveyn olarak çocuğumuzdan önce kendi dünyamıza ayna tutmanın yolları ve önemi, çocuklara Efendimiz (sav)’in ve diğer peygamberlerimizin ettiği dualar ayet ve hadis ışığında defaten değerlendiriliyor. Tüm bu başlıklar ele alınırken önerilen ve unutulmaması gereken en önemli düstur Kehf suresinde yer almaktadır: "Çocuklar dünya hayatının süsüdür."

Duamız, evlatlarımızın hayırlı, insanlığını bilen, sünnetullah yolunda yaşayan çocuklar olması, bizim de ana babalık görevlerimizi hakkıyla yerine getirebilen ebeveynler olmamızdır. Amin.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

28 Ekim 2015 Çarşamba

Her kitap bir mektuptur

"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
- Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.

"Gönül mazhardır envar-ı cemale
Gönül güldür gönül güldür cemale."
- Nasuhî
(Beste: Enderunî Hâfız Hüsnü, Beyâtî-arabân İlâhi)


Yatağımızdan kalkabilmek, alışveriş yapabilmek, görüşmek istediklerimizle dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar görüşebilmek, eczane bulmak, alışveriş yapmak, müzik(?) dinlemek, sevdiğimiz programları izlemek, her ne yapıyorsak yapalım bunları insanlarla paylaşmak, taksi çağırmak, bayramlaşmak, tebrikleşmek, sevinmek ve üzülmek için avucumuzun içindeki cihazın ekranına bakmamız ve parmak uçlarımızla dokunmamız yeterli oluyor. Bir dönem bize bunları yapabileceğimiz söylenilse muhakkak güler geçerdik. Oysa uyarı(!) yapılmıştı, milenyum çağı geliyordu. Artık hayatımıza robotlar girecekti. Yani hayatımız işgal altında olacaktı. Bu ta en başından söylenen çağın uyarısı yapılmış olmasına rağmen hiçbir önlem almamak ise bizlere düşen oldu. Hoşuma gidecekti bu çağ, mutlu insanlar olacaktık, hep kahkahalar atacaktık, derdi kederi robotlarla unutacaktık. Tüm bunları yaparken hayatımızdan neler gideceğini ise asla düşünmeyecektik. Koca bir geçmiş olsun demek gerekiyor hepimize. Dijital çağ hepimize bir gönül sahibi olduğumuzu unutturduk. Mustafa Kara'nın Gönül Mektupları ise bir gönüle sahip olduğumuzu hatırlatıyor. Cahit Zarifoğlu'nun dizelerini hatıra getiriyor: "Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız / bir şehir kadar kalabalıktır bazıları / bir dehliz kadar karanlıktır bazıları / konuşurlar / isterler / susarlar / dinlememişseniz nice yıl kalbinizi / ev meslek iş para geçim diyerek / düşünün şimdi bir de / şehirlerde kasaba ve köylerde / başını eğmiş kalbiyle söyleşen biri olduğunuzu."

Kitabın sunuş yazısında Ezel Erverdi hem Mustafa Kara ile tanışıklığının öyküsünü anlatıyor hem de onun tasavvuf tarihi çalışmaları yanında derviş gönlü ile modern hayatta insanımıza yol gösteren bir şahsiyet olduğunu söylüyor. Kitabı ise Mustafa Kara'nın "Hikem"i olarak özetliyor.

Daha evvel üç kitap hâlinde yayımlanan kırka yakın mektup "Gönül Mektupları" adıyla tek bir kitapta toplanmış. Mustafa Kara'nın akıcı ve dostane üslubu, her bir mektubun kendine has bir konuya sahip oluşuyla kıymet kazanıyor. Fakir özellikle Kara'nın tasavvuf ve tarikatlar tarihi ile tekke kültürüne olan yakınlığının akademik çalışmalarla gün yüzüne çıkmasından fazlasıyla istifade etti. Gönül Mektupları'nda bu zenginliği derinlemesine keşfetmek mümkün. En önemlisi de nereden başlayacağını merak edenlere bir ses oluyor mektuplar. Mesela tasavvufun gayesini merak edenlere şöyle sesleniyor Mustafa Kara: "Tasavvufun gayesi insân-ı kâmil yetiştirmektir. İmanın ve İslâm'ın esaslarıyla yoğrulan mü'mine, tasavvuf, ihsanın inceliklerini ve sırlarını sunmakta ve "Allah'ı görüyormuşcasına" coşkun ve tarif edilmez bir hal içinde, O'na kul olmanın vecdini ve canlılığını yaşatmaktadır. Bu vecd ve canlılık İslâm düşüncesinin kalb ve gönül yönünü geliştirmiş, bunun neticesinde ortaya çıkan eserler asırlarca insanlara ışık tutmuş ve tutmaktadır. "Kalbden kalbe yol vardır" düsturunu belgeleyen bu eserler, asırlar boyunca maddenin ve basit heveslerin daracık kalıpları içinde sıkışıp kalan insanlara soluk alma fırsatı vermiş, ümit bahşetmiş, yeni ufuklar kazandırmıştır."

Tasavvufla sanat arasındaki ilişkiyi mektupların çoğu yaşayan örneklerle anlatıyor. Bu örneklerin yaşıyor oluşunun sebeb-i hikmeti; elbette güzel sanatların şaheser numûnelerinin tekkelerden, tarikatlardan ve dervişlerin ellerinden çıkması. Şöyle diyor Mustafa Kara: "Gönül medeniyeti olmadan ses olmaz, ahenk olmadan ritm olmaz, çizgi olmaz. Şiir ve musikinin olmadığı bir hayatı taşımak da sıkıntı ve ızdırapların en büyüğüdür... Yunus'un, Niyazi'nin güfteleri olmasaydı, Itri'nin, Dede Efendi'nin besteleri olmasaydı, hayatımız ne hale gelirdi? Düşünebiliyor musunuz?"

Tekkelere en büyük darbeyi şüphesiz 1925'te devletin çıkardığı kanun en büyük darbeyi vurmuş, Türkiye bir muhabbet ülkesi olmaktan aldığı şifayı kaybetmiştir, hem de kendi elleriyle. 1925 yılından sonra yaklaşık 25 yıl boyunca hemen hemen hiçbir tekke faaliyet göstermemiş, nasibini türbe ziyaretleri ve buralarda yaptığı dualarla arayan halka türbeler bile çok görülmüştür. Ne garip ki bu kanunu çıkartanların ve kabul edenlerin mezarlıkları da zamanla birer türbe hâlini almıştır! 1940-50 arasındaki herhangi bir tekkede bırakın zikr faaliyetini, musiki meşk etmek bile imkânsızken günümüz Türkiye'sinde eski devlet görevlilerinin mezarlarının başında her türlü şeyi yapmak serbesttir. Elbette bir kanuna boynunu bükmeyen, asırlardır irşad faaliyetleriyle Müslümanların gönlünü zenginleştiren tekkeler de mevcuttur. Lakin bunların sayıca azlığı milleti de bu modern ve ıstıraplı hayatın bataklığına adeta teslim etmiştir. Yazarın şu yorumları üzerinde dikkatlice düşünülmesi gerekir: "1960 ve 1970'li yıllarda bu imkân giderek azaldı ve karanlık dönemde kulaktan dolma bilgilerle yetişenler ve Post'a oturanlar çoğalmaya başladı. Gerçek mürşidlerin yanında "aktör" mürşidler piyasayı kapladı. Bunların bir kısmı cezbeli ve yetersiz, bir gurubu mukallit ve muhalif, bir kısmı beceriksiz ve cahil, bir bölümü de yeterli fakat maddeye ve şöhrete düşkündü. Yaratılış itibariyle mistik bir muhtevaya sahip olan insanlarımız, derin bir araştırma ve inceleme yapmadan bu kimselere kapıldılar-kapılandılar. Kanunen yasak ve gizli oluşu, bu riskli davranışı mecburi hale getiriyordu. Tekke psikolojisine ihtiyaç duyan insanlar gerçek "pınar"larla karşılaşamayınca, bu "tuzlu" ve "kirli" sularda susuzluğunu gidermeye çalıştı."

Mustafa Kara'nın gönlünden kopan mektuplar, hangi yıllarda yazılmış olurlarsa olsunlar birer öğütten çok vasiyet gibi okuyucunun gönlüne akmalıdır. "Tüketen kim, tükenen kim? Tüketilen kim? "Tüketim tüketim" tahrikleriyle ejderha haline getirilen insanın kirlettiği dünya nereye gidiyor? Nereye doğru gidiyoruz? Bu silahlarla bu "ağır" sanayi ile nereye doğru gidiyoruz sevgili dost?" diye soran Kara, "Duruluğu yakalayan, bunun reklamını yapmamalı; ulaştığı zenginliklerle birlikte, sabırla kozasını örmeya devam etmelidir" diyerek Fatır sûresini işaret ediyor: "Arınan kendisi için arınmıştır…" (35/18)

Dünyanın bir oyalanma yeri olduğuna ve Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği güne iman etmiş olanlar için gönlünü diri tutmak elzemdir. Gönül denen kıymeti sonsuz hazine bize nice seslenişler sunmaktadır. Kulağımızı o yöne doğru verelim, gönlümüzün yönüne. O zaman sıralama iman ve insan buluşacak ve birbirinden hiç ayrılmayacaktır. En azından dileğimiz budur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Ekim 2015 Cuma

Şarkı ve şiirin 20. yüzyıldaki yolculuğu

Söz ile sesin arasındaki dostluğun” yolları çoktur. Belki insanı “yalnız bir koroya” dönüştürebilir bu. Şayet sözkonusu olan büyük bir yapıtsa, bakmayı ve görmeyi öğrenmişseniz, sizi bekleyen yalnızlıktan başkası değildir. Yapayalnız kalabilirsiniz. Hilmi Tezgör, kitabının en başında Mehmet Taner’den mükemmel bir alıntıyla söze başlıyor. Şarkıların dilden dile, gönülden gönüle taşınıyor olması iyi-kötü müzik dengesinin tutturulabilirliğine işaret ediyor. 20. Yüzyılda Popüler Müziğin Edebi Yüzü adlı bu çalışma, Halil Turhanlı’nın nefis önsözüyle ve iki ana bölümüyle “merhaba” diyor okura. Çoğunlukla dünden bugüne aktarılan şarkılar, kalıcılığını koruyan eserler, insan ihtiyaçlarına göre ve kişilere bağlı bir değişkenlikle karşı karşıya kalan kanunlar gibi değildir.”Bir ulusun türkülerini yapanlar yasalarını yapanlardan daha güçlüdür” diyen William Shakespeare doğru söylemiş. Yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü ozan Neşet Ertaş güzel türküleriyle nesilden nesile aktarılacak sözgelimi. Tezgör kitapta, şarkı sözlerini ikiye ayırıyor: “Toplumsal yaşam şartları zorlaştığında ya da iktidar tarafından zorlaştırıldığında, haksızlıklar yaşandığında, baskı ortamı oluştuğunda, çatışma ve şiddete tanık olunduğunda bu konularda şarkılar yazılır. Başkaldırı ve direniş, bu türden sözleri olan şarkılarda yaşam bulur. Blues, folk, rock, punk, rap ve etnik müziğin bir bölümü, protest müziğin ise-ismi üzerinde- neredeyse tamamı bu tür sözler içerir. Doğaçlamaya dayanan ve çoğu zaman enstrümantal olan caz müziği de özellikle 1960’larda direnişçi ve politik bir tavra sahip olmuştur.

İyi şiiri iyiye kullanan rockçılar
Bireyci şarkı sözünü ise Tezgör şöyle tanımlıyor: “Aşktan cinselliğe, kıskançlıktan şizofreniye, acıdan yalnızlığa, coşkudan öfkeye, utançtan megalomaniye kadar bireyin farklı duygularının sözlere dökülmesidir. Birey bu sayede kendini ifade etme fırsatını yakalayarak kendini daha iyi tanıyabilir, kendini bulabilir, yeniden kurabilir. Doğa ve dış dünya karşısında bireyin duygu ve düşünceleri de yine bu sözlerde ifade bulur.” Kısa öykü gibi iyi müzikler de etki bırakır. Tek seferde insan ruhunda bıraktıkları izler müthiştir. “Bir edebi tür olarak öykünün en güzel örneklerini yazan ve bu türün kuramına da ilk katkıları yapan Edgar Allan Poe’ya göre öykü, okuyucunun kafasında “tek bir etki” yaratacak biçimde planlanmalı ve bunun ahlâken biçimlendirici bir deneyim haline gelebilmesi için de bir oturuşta okunup bitirilebilecek kısalıkta olmalıydı. Tek bir etki!..

Ayrılmaz ikili müzik ve edebiyat
Edgar Allen Poe, kendine özgü edebiyatıyla bugün içinde gerilim, korku, gotik, polisiye ve hatta bilimkurgu öğeleri barındıran neredeyse her sanat dalını etkilemiş durumda... Akıl almaz ayrıntılar, müthiş gözlemler, çürütülemez bir mantık ve matematik, yazdıklarını eşsiz kılar. Zekanın ürünüdür bunlar. İnsanlar ise zayıf yanlarıyla vardır onda. Popüler müziği etkisi altına almaması mümkün değildir. İngiliz heavy metal grubu, Poe’nin, “Morgue Sokağı Cinayeti” adlı eserini ad ve konu olarak aynen kullanan Iron Maiden (1981) Killers adlı albümünde, şarkısına “Murders in the Rue Morgue” adını vermiştir. İlham kaynağı öykücüler olan şarkıcıların, listesi böylece uzayıp gider. “Fransız şiirinin üç silahşörünün Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine olduğu söylenebilir.” Bu üç şairin şiirlerinden etkilenerek popüler müzik yapan 20.yüzyıl müzisyenleri tahminimizden çoktur. “Öyle ki, bugün rock şiirinin öne çıkan isimlerinin çoğu, öyle ya da böyle bu şairlerin kitaplarını başuçlarında eskitmişler, iyi şiiri “iyiye” kullanmışlardır.Bob Dylan, Patti Smith, Jim Marrison örnek verilebilir. Bob Dylan “Üç Kuruşluk Opera”yı dinledikten sonra günlüğüne şöyle yazar: “Sert bir dili olan şarkılar. Bir anı diğerini tutmayan, aksak, sarsıla sarsıla ilerleyen tuhaf tasavvurlar. Şarkılar hırsızların, leş yiyicilerin veya ciğeri beş para etmezlerin ağzından yazılmıştı ve hepsi kükrüyor, homurdanıyordu. Bütün dünya dört dar sokağın arasına sıkıştırılmıştı.(...)” Bob Dylan, “kafasına göre takılan” birine göre çok manidar bir not düşmüştür aslında. “Mükemmel müzik dengeden doğar. Müzik gökle yer arasındaki ahenge, karanlıkla aydınlık arasındaki uyuma dayanır.Hermann Hesse, “müziği olan bir romana” imza atmıştır: Boncuk Oyunu. 1943’te yazılmıştır. Yazar müziği adeta içselleştirmiştir.

Sevgili okur, H.Hesse’nin küçük yaşlarda keman çalmaya başladığını biliyor muydunuz? Bu yetisinin onu dengeli bir insan kıldığını gözlemliyoruz. H.Hesse, Bozkırkurdu’nu şöylece bitirmiştir: “Bir gün gelecek, gülmesini öğrenecektim. Pablo beni bekliyor, Mozart beni bekliyordu.” Müzik ve edebiyat zaman içinde ayrılmaz bir ikiliye dönüşmüştür. İki türün karışımından doğan “şarkı sözü” yeni bir tür olarak yoluna devam etmektedir. Müzik üzerine az okuyan, müzikle çok az düşünen bir toplum olduğumuzu düşünürsek, müzisyenlerin derdini dillendirmek adına yapılmış olan bu kapsamlı çalışmanın ciddi müzik dinleyicisi için yol gösterecek nitelikte olduğu aşikardır.

Bu kitabın müziğe ve çıkış noktasına dair, ortaya atılan tezlerin ışığında, müziksever okura yeni bir bakış açısı kazandıracağını düşünüyorum.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz