Osmanlı toplum düzeni bozulup Birinci Dünya Savaşı koptuğunda Anadolu’nun has erleri savaş meydanlarında şehit düştüler. Geride dullar ve çocuklar kalmıştı. Bir de Osmanlı’nın elinden çıkan diyarlardan gelip köy ve şehirlere musallat olmuş Müslüman-yabancılar. Bunların bir kısmı eşkıya, asker kaçağı, savaş zengini olup halka zulmetmektedir.
Müslüman toplumda düzen bozulmuş halk tuttuğunun böğrünü deşmektedir. Buna Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de rastlıyoruz. Sabahattin Ali’nin “Kanal” hikâyesinde zikrettiği “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” cümlesi hikâyelerin geçtiği dönemde bırakın malı canın bile emniyetinin sağlanamadığının kanıtıdır. Hikâye edilen bütün olay örgülerinin arkasında cinnet halini andırır bir paylaşım-kapma ve metalaşabilecek ne varsa ona yönelik “yağma” ekonomisi vardır. Sabahattin Ali’nin “Kazlar” hikâyesinde Dudu rüşvet olarak vermek üzere kaz çalmıştır. Dudu’nun kocası Seyit’in düğün yerinde adam vurur. “Bir Firar” hikâyesinde, İdris’i döve döve suç itiraf etmeye zorlayan candarmadan bahsedilir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede Çallı Halil Efe’nin “eşkiyalığı” anlatılır. Bilindiği üzere Kuyucaklı Yusuf “namuslu kabadayı”dır. Müslüman toplumun bakiyesi ahlâken zıvanadan çıkmıştır.
Nurettin Topçu da Taşralı kitabında Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların Anadolu’nun yerli halkına zulmettiğini sıklıkla vurgular. Anadolu’daki yerli halkların adaleti ikame edecek zümrenin kifayetsizliği oranında “Müslüman yabancılar”ın ve “yerli fırsatçıların” tezgâhlarında can ve mallarının telef edildiği fikri hikâyelelerinin ana konusudur. Bu hikâyeleri sermayenin transferi ekseninde okumak gerekmektedir. Topçu hikâyesinde “sermaye”, eşkiyalık, düzenbazlık, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet gibi suç tiplerine bağlanarak el değiştirir. Bu olgu sadece Topçu’da rastlanıyor değildir. Ömer Seyfettin de “Diyet” hikâyesinde işinde gücünde yiğit demircinin bir punduna getirilip “hırsızlıkla” itham edilmesini anlatır. Ya hırsızlığın hükmü had uygulanacak (el kesilecek) ya da ona bu hırsızlık tezgâhını kuranın verdiği diyetin hakkı ödenecektir. Erken dönem Türk hikâyesine eğildiğimizde bu türden örnekleri çoğaltabiliriz. Müslüman toplumun adalet-ahlâk değerlerinden saparak yakalandığı toplumsal didişme mülkün transfer edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda gerekirse din de araçlaştırılır.
Topçu erken denilebilecek bir dönemde yerli halkın, Ermenilerin ve Kürtlerin mallarının din simsarlarınca, “Müslüman yabancı” eşkiyalarca, kentli kapitalist sınıflarca yağma edildiğini hikâyelerinde işlemiştir. Yağmanın başarılamadığı zamanlarda cinayetlerin işlenmesi toplumsal ahlâk değerlerinin çökmesini, halk kahramanlarının sinmesini ya da sermayenin el değiştirmesine boyun eğilmesini gerektirmiştir. Bu hikâyeleri Anadolu’nun yerli iktisadî zümrelerinin geçim kanallarını koruyan nizâmın çözülmesi ekseninde okumak gereklidir. Anadolu’ya savaş koşullarında gelen Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların “kanunsuz mekân”dan istifade ederek egemen güç ya da egemen sınıf olmaya dönük suçları delillerin karartılmasıyla cezasız kalmıştır. Topçu, toprakta kazanan iktisadî zümreleri düşüncesinin merkezine oturtmaktadır. Dolayısıyla yerli iktisadî sınıfların geçim değerlerini etnik/dini kimliğine bakmadan ülkenin temeli saymaktadır. Geçim değerlerinin ahlâkî bir üst kimlik oluşturduğunu düşünmektedir. Geçim değerlerine yaslanmayan “Müslüman-yabancı”ların “yağma-sömürü-sermaye kapma” zihniyetinden beslenen suçlarına ise göz yummamaktadır. Ancak kanunlar namuslu adamı korumaya yetmemektedir. Namuslu adamların ahlâkî eylemleri kötülüğü de def edememektedir. Topçu’nun bu hikâyelerinde ahlâk ve namusu koruyan bir “devlet arayışı” ve kuvvetiyle zararı-zararlıyı def edecek bir adalet fikri-otoritesi şiddetle istenir. Ancak bu istem yazıya geçmemiştir. Hikâye okuyucusu kahramanların trajik ölümünü, şehvet düşkünlerinin cinsel malzemesine dönüşlerini, yetim ve öksüzlerin sağa sola savruluşlarını çaresiz ve kahriyeler çekerek kıraat etmek zorunda kalır. Topçu bu üslubuyla okuyucusunu eşkıya-suçlu-kapitalist sınıfa karşı mücadelenin bireysel ahlâk değer ve amelleriyle yapılamayacağı gerçeğiyle yüzleştirir.
“Görünmeyen Adam” hikâyesinde Osman Ağa Balıkesir Biga köylerinden üçyüz adam toplayarak bir süvari müfrezesi meydana getirir. Müfreze Osman Ağa’nın önderliğinde Yunanlıyı Çanpazarı’na sokmayacaktır. Yunanlı çekildikten sonra Osman Ağa köyün yeniden yapılmasına, iki caminin yenilenmesine, Çanakkale-Balıkesir şosesinin köyden geçirilmesine vesile olur. Köy onun gayretleri sayesinde hayat bulur. Köyün ahlâkını da o korumaktadır. Köyde içki içilmemektedir. “Yalnız Arnavut Uzeyir’in aşçı dükkânında içki bulunurdu. Üzeyir köye inmiş eşkıya gibi idi. Osman Ağa’nın ona sözü geçmezdi. On seneden beri köyde peyda olan bu adam, bu köyün başına bir belâ idi (…) İçki satıyordu. Dükkânda içirdikten başka evlere de gönderiyordu. Osman Ağa’dan gizli evlerine içki götürülenlerin damında karı-koca kavgası sık sık duyulmaya başlamıştı. Uzeyir her sene Ramazan’da kendine hoca, vâiz süsü vererek köylere cerre çıkar, köylülerden keçi, kuzu ne bulursa toplar, getirirdi. Bazan da köylünün koyunundan çalardı. Kimse ona ses çıkaramıyordu. Çaldığı hayvanları kesip dükkânında yemek yapıyordu” (Topçu, 2006: 212).
Hikâyenin devamında Uzeyir işine taş koyan Osman Ağa’yı onun gelini Kevser’e göz diken bir suç kafilesinin yardımı ile yaralar, gelini de kaçırırlar. Osman Ağa, ölmek üzere iken oğlu Yusuf’a “Oğlum, atına, avradına, silâhına sahip ol” diyecek ve namus tavsiye edecektir. Yunanlıya yenilmeyen köylü üç-beş eşkıya karşısında darmadağın olmuştur. Yusuf mavzeri alıp peşlerinden gitti ise de jandarma yolunu keser ve mavzeri teslim etmesini ister. Yusuf askerle çatışmak zorunda kalır, çatışmada ölür. Bu hikâyede devlet eşkiyalığı önleyememekte ama namuslu adamların nefs-i müdafaasına engel olmaktadır. Topçu’nun bu öyküsünün tarihi 1953’tür. Bu hikâyenin 2000’li yıllarda da gerçekliği yitmemiştir.
Topçu’nun öykülerinde Kürt ve Ermeni yerlilerin servetlerinin haksız transferinden bahsedildiğini yukarıda zikretmiştik. Topçu’nun anlattığı hikâyelerde eşkiyalığın dinî ve tüccar sınıfla giriştiği ittifak namuslu halkın değerlerini bozmakta ve onları ya tasfiye ederek ya da kendine benzeterek bir sınıf oluşturmaya çalışmaktadır. Şimdi bu konuda üç örnek vereceğiz. Ancak Topçu’nun Taşralı kitabından hareketle temas edeceğimiz meselelere başka yazılarla devam edeceğiz:
“Çakal Mehmet’in alın teriyle kazanılmış paradan bir teneke yağ veya bir ölçek buğday alıp da evine getirdiği görülmemişti. Ya Kürtleri aldatıp gûya verecekmiş gibi borçlanarak buğday ve yağ alır ve yahut şirretliğiyle köydeki dul kadınların kışlıklarından birer parça toplardı. İş gücü sabahın erken saatinden başlayarak bazen gece saatlerinde tamamlanan, köylülere ait dedikoduları karısıyla baş başa yapmaktı (…) Çakal bâzı Ramazanlarda köyün camisinde müezzinlik yapar, Hasibe ‘Allah! Şükür’ sözünü mavi gözlerini büyük huzurda imiş gibi kapayarak sık sık tekrarlardı. Vakıa bu halleriyle kızına göz koyduğu Zülfükar Hoca’ya da yaranacağı yoktu. Çünkü hocanın dini, bir alış veriş dini idi. Yeni açtığı dükkanda çalıştırmak için cerbezeli cerrar birini arıyordu. Aynı zamanda hocanın sekiz on çeşit işlerine koturacağı bir güvey lâzımdı. Kasabanın ev, arazi alım satımını yapan o, etraf köylerden ve İstanbul’daki zengin hemşehrilerden zekât toplayıp ehline dağıtan da yine o idi. Hocanın bütün bu işlerde büyük hissesi olduğunu bilen çoktu. Ama dini nüfuzu her şeyi önlemeye, her dili susturmaya kâfi bir kalkandı, sağlam bir silahtı. Hoca yaşlanmıştı. Bu işlere eskisi gibi koşamıyordu. Çakal’ın oğlu gibi bir damada pek muhtaçtı. Ama altınlar gelmeden kızını veremezdi” (Yitik); (Topçu, 2006: 212).
“Helâl lokmasını Allah’ına bin şükürle ağzına koyduğunu söyleyen bu davetin sahibi Salkımzade’nin ufacık başı ve paslı birer nokta gibi kısılı gözleriyle karşısında sırıttığını görüyordu. Camiler yaptırıp tamir ettiren bu Müslüman zenginin muazzam servetinin temeli, vaktiyle babasının Ermeniler’den kaçırıp İstanbul’a getirdiği iki heybe dolusu altın değil miydi. Bütün seyahatlere, hatta Hacc’a giderken bile hizmetçileriyle beraber bütün kalabalık aileyi beraber götürerek dışarıdan kaçak mal getiren, bütün tüccarlar gibi apartmanlarını gümrüklerden kaçırılmış eşya ile dolduran bu din tüccarının evinde onun ne işi vardı? Hac’dan dönünce mağazasının tabelasına ilave ettiği hacı kelimesiyle daha fazla müşteri kazanacağını hesaplayan, cami tamirini Anadolu’daki müşterilerine kendi ticaretine reklâm vesilesi olsun diye üzerine alan, Kur’an’ı Hicaz’da ihtikârla satışa çıkaran, bire yüz hattâ bin kâra cevaz verdiği için sahtekâr şeyhi başına taç kılan, ümmete mehdi yapan, çocuklarını hep ecnebi mekteplerinde okuttuğu halde ticareti gayrımüslimlerin elinden alarak kendileri daha fazla satış yapmak hırsıyla Hıristiyanlarla alış verişi yumrukları ve cehennem tehditleriyle men edici aktör vaizler yetiştiren, dini ticaretlerinin yardımcısı haline koyan bu sefil varlıkların yanına ne için yaklaşmıştı?” (Mübarek Zat); (Topçu, 2006: 54).
“Büyük harpten sonra Ermani patırdısında köyden geçen Ermeni kızlarından, baştan aşağı diba kumaşlara bürünmüş, boyunlarında beşi bir arada dizileri salkım salkım sarkan beş tanesini yanında alıkoymak vaadiyle peşine takmış, köyden yukarı çıkıyordu (…) Araboğlu, İstanbul’dan getirilmiş iskarpinlerinin üzerinde süzüm süzüm süzülen Ermeni kızlarının kendine minnetdar bakışlariyle yalvaran gözlerine değil de, boyunlarındaki altın dizelerine yılışık gözlerle bakıp bakıp içini çekiyordu. Daha yüzleri güneş görmeden gelinliklerini bekleyen bu kızları, Fırat’ın kıyısından dört beş yüz metre yükseklikteki Haraçul tepesine çıkardıktan sonra, Zivan tarlasına götürüp ‘Burada oturun, size yiyecek getireyim’ demiş, onlar bu mübarek müslümanın merhametine minnetdar olarak İsa’ya dua ederlerken ve elleri dua için gökyüzüne açıldığı esnada, elli adım ötede evvelce hazırladığı pusuya yatarak birer birer hepsine ateş edip kızların beşini de öldürmüş, üzerlerindeki altınları kâmilen soyup götürmüştü” (Araboğlu); (Topçu, 2006: 97).
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
6 Temmuz 2015 Pazartesi
30 Mayıs 2015 Cumartesi
Anıların, anların ve anlamın kıymetini bilen şiirler
"Şu anda varım ve yaşıyorum, üç dakika sonra bir şey olacağım ama ne olacağım, nerede olacağım, üç dakika sonraki ben kim olacak? İki dakika içinde yanıt bulmayı istediği sorular işte bunlardı... Az sonra başlayacak yeni yaşamın bilinmezlikleri ve bu yaşama karşı duyduğu tiksinti korkunçtu, ama durmamacasına zihnini yoklayan şu düşünce daha korkunçtu: Ölmüyormuşum! Yeniden yaşama dönüyormuşum! Bitip tükenmez bir yaşam! Ve hepsi, olduğu gibi hepsi benim! Ah, bir yüzyıl bile yaşayacak olsam, her anın değerini bilir, tek bir dakikayı bile boşa harcamazdım."
- Fyodor Dostoyevski, Budala
Şair yola çıkan, yolda olan ve bir istikamet tutturmayı göze alandır. Şairin haklılığı yola çıkmaktan gelir. Yol boyunca rastladığı duraklarda soluk alır. Tefekkür karşısında boynu kıldan ince olması gereken şairin düşünceye dair kalesi değil, kaleleri olmalıdır. Elbette bu kalelerden biri şairin hakiki yeri, yurdudur. Şair burada "sakin" olur. Sahip olmaktan çok sakin olmayı şaire sağlayan şey şiirdir. Sahiplikte maddiyat, sakinlikte maneviyat tebarüz eder. İdris Ekinci; ilk şiir kitabı Uyku Kuşu'yla beraber çıktığı yolda, sakinliğe ulaşmış bir şair. Son Üç Dakika, onun ikinci kalesi. Bu kalenin içinde her ne kadar kılıç şakırtıları çınlasa da hemen arkasında bir deniz saklı gibi. Savaştan yorgun düşmüyor ama denize bakmaya da ihtiyaç duyuyor gibi. İdris Ekinci "gece" şairlerinden. Belki de bu yüzden kitabın ilk şiiri Anasır'da "Görseydin, ömrümün kabalarını alarak / poz verecektim arkadaşlara / güneşsizliğe alıştım da yüzümün ağarması ondan" diyor.
"Biricik İsmet Özel'e" diyerek ithafını bitirdiği ilk kitabındaki içtenliği ve konuşkanlığı, bu kitabıyla yenilikler deneyerek gelişiyor. Yeniden kaçmıyor ama yeninin içine de hapsetmiyor kendini Ekinci. Taşrada doğup orada yaşıyor oluşu Ekinci'deki insani hasletlerin şiirine yansımasına da elverişli bir ortam sağlıyor hiç şüphesiz. Burada romantik yahut klasik şair hayreti ve merakından ziyade; şairin içinde kalmak zorunda olduğu ortamın, yaşantının yüklerini omuzlayan dizeler göze, gönle çarpıyor:
"Güzel kafacığım kana kana düşündü de kenarda suretine sarılmış
Duramadın herhâlde bir günü daha yaşadın hayatlarla masallarla
Bense kardeşim ne ağır sözler taşırdım beyefendi kalırdım
Üzerimden çıngılar fırlatarak gülerek dolandığım oyuklardan
Çağlayan kılıfımla oturup aynı frekanstan tozuyan kâğıtlara
Aynı fısıltıdan aynı loşluktan görünmedi alnım."
Üç bölüme ayrılan Son Üç Dakika'nın ilk bölümü "Kapılık Gitmek Diye Bir Oyun" adını taşıyor. Bu bölümün mihenk taşı olarak "Her Gün Haziran Yanığı Her Haziran Soğusun" şiiri dikkat çekiyor. Şairin gövde gösterisi de diyebiliriz. Kendini korumaya çalışan, kendinden ödün vermeyen, kendi kalmaya özen gösteren bir şairin izlenimleri var bu şiirde. Bol fakat yormayan imgeler, güçlü ifadelerle.
"Soğumaya elverişli bir şey hiç uyumsuzluk bulaştırmamaya
Su bile acıtır eğer yaraysa geçtiği yer
Ne fark eder onlar parayla saklanılan odalarda
Ben baya ayrılmış benim olmuş yataklarda
Onun koynundan avucumla su içtim
Ben onun gövdesini kucağım bildim."
İkinci bölüm "Kalan Durağı, Yeni Bekleyişler"de ilk bölüme oranla daha fazla şiir yer alıyor. Bu bölümde Türkçenin verimliliğini elinden geldiğince kullanmaya gayret ediyor şair. Yaşadığı şeyleri hikâyeleştirmeyi, şiirleştirmeyi seven bir şair İdris Ekinci. Bu yüzden şiirlerinde yaşadıklarından ve tanık olduklarından bahsederken gündemi pek umursamıyor, olanı biteni şairliğiyle anlatıyor. Okuyucuya "Senin de fersiz düşer kolların / senin de gönlün kimlere darılır / senin de çıkmaza düşer yolların" diyerek aslında çıktığı yolun ne kadar zorlu olduğunu açıklıyor.
Editörlüğünü yaptığı Aşkar dergisinde şiirlerini okuduğumuz İdris Ekinci'nin fikir yazılarıyla, şiiri hayatının orta yerine oturttuğunu anlayabilmek mümkün. 1990'lı yıllarda İsmet Özel'i tanıdıktan sonra onun şiirlerinin ve yazılarının üzerinde çalışılması, düşünülmesi gereken emekler olduğunu düşünüyor ve emelini belirliyor: İsmet Özel'in omuzladığı yüke, yükdaş olmak. Şair "Gözümün Aydınlığı İsmet Özel Baba" şiirinde, bir önceki kitabı Uyku Kuşu'ndaki "Bir kıblemin olduğunu annemden öğrendim ben" dizesini açıyor ve anlamlandırıyor gibi:
"Barbarlar bir yöne bakarlar
Bizim baktığımız yerde kıblemiz var
Bizi felç tahtalarında küflendirmeyecek
Önüne gelip yüz sürdüğümüz duvar"
Dostlarla yaşanılan şeylerden, anılardan, hatıralardan şiir kurmak oldukça güçtür. İdris Ekinci bunu ustalıkla başarıyor. Bazen kendince öğütler veriyor bu şiirlerde, bazen de dertleşiyor. Bir telefon görüşmesi gibi değil, karşısına dostunu alıp doğrudan muhabbet eder gibi. "Hangi Tarlalardan Niçin?" adlı şiirinde "İrfan, bu zalım seni kandırmasın!" diyerek başladığı şiirindeki "Canım iyi sarıyorsun iyi ağrıyorsun / umulmadık arifelere koşturuyorsun / canım kolunda çantan da olsun / kuluncunda acı da" dizeleri sanki en yakın dostunu evliliğe kaptıracak olmanın sıkıntısına düşmüş bir dostu çağrıştırır gibi. "Evlilik Şarkısı - Önsöz" şiiri ise Hüseyin Akın'ın "Buradan Bakınca Gökyüzü" adlı şiirinden sonra okununca adeta yeni başlayanlar için evlilik dersi gibi oluveriyor. Hüseyin Akın "Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü" derken İdris Ekinci evliliği şöyle tanımlıyor:
"Evliysen yüzünün yarısı hep tetiktedir bilesin
Diğerinde gezinen hep bir güz havası
Değişen bir adamsın eve her döndüğünde
Karının dizlerinde çınlar bir heves narası."
İdris Ekinci'nin bu ikinci şiir kitabı, kurduğu şiirinin fikir yazılarıyla bir bütünlük taşıdığını gözler önüne seriyor. Hayata baktığı noktayı şiirinde farklı, yazılarında farklı gösterenlerden değil şair. Zaten şairin yazılarıyla şiirleri aynı istikamette gitmiyorsa, orada samimiyetten çok uzak bir çalışma söz konusudur. Ekinci ise titiz bir şair. Neyse onu söylüyor, Türkçenin hassasiyetlerinden tüm marifetleriyle yararlanarak.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Fyodor Dostoyevski, Budala
Şair yola çıkan, yolda olan ve bir istikamet tutturmayı göze alandır. Şairin haklılığı yola çıkmaktan gelir. Yol boyunca rastladığı duraklarda soluk alır. Tefekkür karşısında boynu kıldan ince olması gereken şairin düşünceye dair kalesi değil, kaleleri olmalıdır. Elbette bu kalelerden biri şairin hakiki yeri, yurdudur. Şair burada "sakin" olur. Sahip olmaktan çok sakin olmayı şaire sağlayan şey şiirdir. Sahiplikte maddiyat, sakinlikte maneviyat tebarüz eder. İdris Ekinci; ilk şiir kitabı Uyku Kuşu'yla beraber çıktığı yolda, sakinliğe ulaşmış bir şair. Son Üç Dakika, onun ikinci kalesi. Bu kalenin içinde her ne kadar kılıç şakırtıları çınlasa da hemen arkasında bir deniz saklı gibi. Savaştan yorgun düşmüyor ama denize bakmaya da ihtiyaç duyuyor gibi. İdris Ekinci "gece" şairlerinden. Belki de bu yüzden kitabın ilk şiiri Anasır'da "Görseydin, ömrümün kabalarını alarak / poz verecektim arkadaşlara / güneşsizliğe alıştım da yüzümün ağarması ondan" diyor.
"Biricik İsmet Özel'e" diyerek ithafını bitirdiği ilk kitabındaki içtenliği ve konuşkanlığı, bu kitabıyla yenilikler deneyerek gelişiyor. Yeniden kaçmıyor ama yeninin içine de hapsetmiyor kendini Ekinci. Taşrada doğup orada yaşıyor oluşu Ekinci'deki insani hasletlerin şiirine yansımasına da elverişli bir ortam sağlıyor hiç şüphesiz. Burada romantik yahut klasik şair hayreti ve merakından ziyade; şairin içinde kalmak zorunda olduğu ortamın, yaşantının yüklerini omuzlayan dizeler göze, gönle çarpıyor:
"Güzel kafacığım kana kana düşündü de kenarda suretine sarılmış
Duramadın herhâlde bir günü daha yaşadın hayatlarla masallarla
Bense kardeşim ne ağır sözler taşırdım beyefendi kalırdım
Üzerimden çıngılar fırlatarak gülerek dolandığım oyuklardan
Çağlayan kılıfımla oturup aynı frekanstan tozuyan kâğıtlara
Aynı fısıltıdan aynı loşluktan görünmedi alnım."
Üç bölüme ayrılan Son Üç Dakika'nın ilk bölümü "Kapılık Gitmek Diye Bir Oyun" adını taşıyor. Bu bölümün mihenk taşı olarak "Her Gün Haziran Yanığı Her Haziran Soğusun" şiiri dikkat çekiyor. Şairin gövde gösterisi de diyebiliriz. Kendini korumaya çalışan, kendinden ödün vermeyen, kendi kalmaya özen gösteren bir şairin izlenimleri var bu şiirde. Bol fakat yormayan imgeler, güçlü ifadelerle.
"Soğumaya elverişli bir şey hiç uyumsuzluk bulaştırmamaya
Su bile acıtır eğer yaraysa geçtiği yer
Ne fark eder onlar parayla saklanılan odalarda
Ben baya ayrılmış benim olmuş yataklarda
Onun koynundan avucumla su içtim
Ben onun gövdesini kucağım bildim."
İkinci bölüm "Kalan Durağı, Yeni Bekleyişler"de ilk bölüme oranla daha fazla şiir yer alıyor. Bu bölümde Türkçenin verimliliğini elinden geldiğince kullanmaya gayret ediyor şair. Yaşadığı şeyleri hikâyeleştirmeyi, şiirleştirmeyi seven bir şair İdris Ekinci. Bu yüzden şiirlerinde yaşadıklarından ve tanık olduklarından bahsederken gündemi pek umursamıyor, olanı biteni şairliğiyle anlatıyor. Okuyucuya "Senin de fersiz düşer kolların / senin de gönlün kimlere darılır / senin de çıkmaza düşer yolların" diyerek aslında çıktığı yolun ne kadar zorlu olduğunu açıklıyor.
Editörlüğünü yaptığı Aşkar dergisinde şiirlerini okuduğumuz İdris Ekinci'nin fikir yazılarıyla, şiiri hayatının orta yerine oturttuğunu anlayabilmek mümkün. 1990'lı yıllarda İsmet Özel'i tanıdıktan sonra onun şiirlerinin ve yazılarının üzerinde çalışılması, düşünülmesi gereken emekler olduğunu düşünüyor ve emelini belirliyor: İsmet Özel'in omuzladığı yüke, yükdaş olmak. Şair "Gözümün Aydınlığı İsmet Özel Baba" şiirinde, bir önceki kitabı Uyku Kuşu'ndaki "Bir kıblemin olduğunu annemden öğrendim ben" dizesini açıyor ve anlamlandırıyor gibi:
"Barbarlar bir yöne bakarlar
Bizim baktığımız yerde kıblemiz var
Bizi felç tahtalarında küflendirmeyecek
Önüne gelip yüz sürdüğümüz duvar"
Dostlarla yaşanılan şeylerden, anılardan, hatıralardan şiir kurmak oldukça güçtür. İdris Ekinci bunu ustalıkla başarıyor. Bazen kendince öğütler veriyor bu şiirlerde, bazen de dertleşiyor. Bir telefon görüşmesi gibi değil, karşısına dostunu alıp doğrudan muhabbet eder gibi. "Hangi Tarlalardan Niçin?" adlı şiirinde "İrfan, bu zalım seni kandırmasın!" diyerek başladığı şiirindeki "Canım iyi sarıyorsun iyi ağrıyorsun / umulmadık arifelere koşturuyorsun / canım kolunda çantan da olsun / kuluncunda acı da" dizeleri sanki en yakın dostunu evliliğe kaptıracak olmanın sıkıntısına düşmüş bir dostu çağrıştırır gibi. "Evlilik Şarkısı - Önsöz" şiiri ise Hüseyin Akın'ın "Buradan Bakınca Gökyüzü" adlı şiirinden sonra okununca adeta yeni başlayanlar için evlilik dersi gibi oluveriyor. Hüseyin Akın "Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü" derken İdris Ekinci evliliği şöyle tanımlıyor:
"Evliysen yüzünün yarısı hep tetiktedir bilesin
Diğerinde gezinen hep bir güz havası
Değişen bir adamsın eve her döndüğünde
Karının dizlerinde çınlar bir heves narası."
İdris Ekinci'nin bu ikinci şiir kitabı, kurduğu şiirinin fikir yazılarıyla bir bütünlük taşıdığını gözler önüne seriyor. Hayata baktığı noktayı şiirinde farklı, yazılarında farklı gösterenlerden değil şair. Zaten şairin yazılarıyla şiirleri aynı istikamette gitmiyorsa, orada samimiyetten çok uzak bir çalışma söz konusudur. Ekinci ise titiz bir şair. Neyse onu söylüyor, Türkçenin hassasiyetlerinden tüm marifetleriyle yararlanarak.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
28 Mayıs 2015 Perşembe
Tohumu saklayan kadındır
Vandana Shiva’nın “Çalınmış Hasat-Küresel Gıda Soygunu” kitabından geleneksel tarım perspektifi bağlamında bir sanayi eleştirisi anlamında bahsetmiştim. Bu kitabı ikinci defa dilime dolamam gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de başörtülü kadınlar bağda bahçede ve kamusal alanda “mustazaf olduklarını” ileri sürerek modernleştiler. Bağda bahçede çalışmayı “kirli işler” alanında kıstırılmışlık şeklinde değerlendirdiler. Kamusal alanda kimlikleriyle mesleklerini yapamamalarını da Cumhuriyet modernleşmesinin tepeden inmeci, inkârcı, tek kimlikli ideoloji ve pratiğinin sonucu gördüler.
Bir anlamda küreselleşme, postmodernizm, ulus devletleri yıkan yeni ekonomi-politik Müslüman kadının “kendi kadın kimliği” için alan açmış oldu. Akli ve sanatsal yeteneklerle ilgili geniş kapsamlı ve müstezaflığı telafiye dönük bir eğitim süreci böyle genelleşti ve normalleşti. Müslüman kadınlar dünyayı gazeteci / yazar / televizyoncu / politikacı gibi kimliklerle dolaştı. Tek başına umre yapan, Hacc eden kadın “kimlikleri” oluştu. Aile mefhumundan bağımsızlaşmış bir “İslâmî kadın kimliği” Müslüman kadının sanatsal, aklî faaliyetlerle “varolmalarını”, “piyasada görünülürlük kazandıran” mesleklerle melez kültürleşmelerini, “başka modernlikler” üretmesini, kamusal alana katılımı engelleyen şartları sorgula(t)mayı önemli saydı. Dolayısıyla “ailesiz kadın” idealleştirmesi, “kendi ayakları üzerinde duran Müslüman kadın” tasavvuru hakkında bir tür adı konmamış “İslamî feminizm” kavramı telaffuzu yapılabilecektir. Vandana Shiva’nın çalışması bu noktada önem kazanıyor.
İşin aslı Müslüman kadını modernite içinde “bağımsızlaştıran”, “kendi kılan”, “kimlik edinimine uğratan” anlayışları şimdiye kadar hep reddettim. Vandana Shıva’nın “ekolojik feminizm” kavramına atıfla kurmak istediği ekonomik-ekolojik çiftçi kadın hareketi Türkiye’de doğarsa buna fikri destek vermem gerektiğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldım. Yazımın aşağıdaki bakiyesi Vandana Shiva’nın işaret ettiği hususlara yine onun cümlelerinin yeniden uyarlamasıyla kaleme alındı. Bu nedenle yazı büyük oranda Vandana Shiva’nın sayılmalıdır.
Endüstri bir “tecavüz et kaç” uygulamasıdır. Tarımda ihracat mantığının ağırlık kazanmasıyla birlikte yüzyıllardır koruduğumuz ekolojik sermayemiz ihraç ediliyor. Dev mezbahalar ve hayvan fabrikaları geleneksel hayvancılık ekonomisinin yerini alıyor. Sığırlar kesilip etleri ihraç edilirken, küçük çiftçi ve küçük çiftliklere sağladığı yenilenebilir enerji ve gübre de bununla birlikte ihraç edilmektedir. Gördüğümüz şey, bir avuç büyük şirketin tüm gıda zincirini kontrol altına alarak diğer alternatifleri yok ettiği bir gıda totalitarizminin doğuşudur. Böylece insanların ekolojik olarak üretilmiş çeşitli ve güvenli gıdaya erişimi engellenmektedir. Bu gıda totalitarizmi ancak gıda sisteminin demokratikleştirilmesini hedefleyen büyük yurttaş hareketleriyle durdurulabilir.
Endüstrinin büyümesinden en çok ve özellikle kadınlar etkilenmektedir. Kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar vardır. Kadınların ve doğanın sömürülmesi birlikte gerçekleşir. Kadın, toprağın ve hayvanların endüstri karşısında silikleşmesi ile kendi varlığını inşa edecek ekonomik-kültürel zeminini kaybetmiştir. Kültür’ün “ekin” ile ilintisi nedeniyle kadın “toprak-sığır”dan bağımsızlaşamaz. Sığırını kaybetmiş bir kültürün tohum ve gıdayı da kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır. Tarım dünyası hem maddi hem kavramsal olarak sürdürülebilirliğini sığırın bütünlüğü üzerine kurmuş ve onu dokunulmaz kabul etmiştir. Sığır, zengin gıda sistemlerinin anasıdır. Müslümanlar yılın hemen bütün aylarında et yemeden yaşayabilecekleri bir hayat kurmuşlardır. Ancak Allah insanların ineği “put” sayıp tapınmamaları için kurbanı farz kılmıştır.
İslam vahyi bir ayette hayvanların asli konumunu “binek” ve ikincil konumunu “et” ihtiyacına hasretmiştir: “Ve onları kendilerine zebun etmişiz de hem onlardan binidleri var, hem de onlardan yiyorlar” (36 Yasin 72). Bir başka ayette hayvanlardan elde edilen faydaları asli saymış, et üretimini ikincil kabul etmiştir: “Ve hayvanlar; onları da O, yarattı. Sizin için onda, koruyan şeyler ve menfaatler (faydalar) vardır. Ve de ondan (hayvanlardan) yersiniz” (16 Nahl 5). Sığırın korunmasının ardında ekolojik ve ekonomik bir mantık vardır. Bu nedenle bir hadiste “dünya inek ve balığın üstündedir” denmiştir. İktisadın temel figürü sığırdır. Sığır, endüstriyel kent toplumuna gelmez. Bediüzzaman, “öküz ve balık” meselesine şaşırtıcı bir izah getirmiştir.
Ondördüncü Lema’da Refet Bey’in Sevr (Öküz) ve hûta (Balık) hakkında bilimsel bilgi ile çelişen rivayete dair sorusuna şöyle cevap verir: “Sorunuzda diyorsunuz ki: Hocalar diyorlar: Arz yani dünya öküz ve balık üstünde duruyor. Hâlbuki arz, muallâkta (boşlukta) bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var ne de balık! (…) Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanların hayat sebebi olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omzundadır. Dünyaya vekil tayin edilen iki melek hem kumandan, hem nazır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nevine bir münasebet yönleri bulunmak lazımdır.” Ürün artıklarını ve ekilmemiş arazileri kullanan sığırlar besin için insanlarla rekabet etmezler. Tarlalar için organik gübre temin ederler ve gıda verimliliğini artırırlar. İslam ineği putlaştırmaz ama onu ete dayalı bir kültüre indirgemez.
Hayvanların et’e dönüştürülmesi kadının iğfal edilmesidir. Sığır, tezek enerjisi, giysi kaynağıdır. Toprağın endüstriyel giysi için özgülenmesini (pamuk üretimine tahsisi) insanlığı açlığa sürüklemiştir. Oysa hayvanların yünü ve derisi giysinin hammaddesidir. Sığır ve koyunun sağladığı bu katkı, hayvanların sütünü sağan, sütten peynir/yoğurt/tereyağı yapan, tezek toplayan, onları besleyen, yününü kırpan ve dokuyan (halı-kilim), ören (kazak-hırka), derisini işleyen, onları besleyen, gerektiğinde tedavi eden kadınların emeği sayesinde mümkün olur. Kadınlar kalifiye bir hayvancılık uzmanı olmalarının yanında geleneksel mandıracılıkta da ustadır. Hint sığırı sağladığı gıdadan altı kat fazlasını tüketen endüstriyel ABD sığırlarının aksine tükettiğinden daha fazla besin üretir.
Hint sığırı her sene 700 milyon ton geri kazanılabilir gübre üretir; bunun yarısı yakıt olarak kullanılır. Bu yakıt, hepsi de Hindistan için kıt birer kaynak olan 27 milyon ton gazyağı, 35 milyon ton kömür, 68 milyon ton oduna eşdeğerdir. Diğer yarısı ise gübre olarak kullanılır. Hindistan’da yaklaşık 80 milyon sığırdan elde edilen tezek kırsal enerji ihtiyacının üçte ikisini karşılar. Hindistan’ın tarımsal hayvan enerjisinin modern enerji kaynaklarıyla ikame edilmesi için her yıl 1 milyar dolarlık Petro-gaz harcaması gerekir. Sığırın çok çeşitli faydalarına dayalı olan bu son derece verimli gıda sistemi verimlilik ve kalkınma adına tasfiye edilmiştir. Endüstri toplumun ve tekno-uygarlığın araçları hayvan-toprak ilişkisini tasfiye ederek otomobil-beton/asfalt ilişkisine dönüştürmüştür.
Tarımın endüstriyelleşmesi tarımın asli gübre kaynağını yenilenebilir organik girdilerden (hayvansal gübre, tezek) yenilenemez kimyasal girdilere doğru kaydırmıştır. Temel gıda üretiminde hem sığırı ve hem de kadınların sığırlar üzerindeki emeğini değersizleştirmiştir. Batı endüstrisi, Batı dışı dünya kadınlarının mandıra kültürünü yok etmekle kalmamış, kadının toprak/sığır/mandıracılıktaki rolünü de tasfiye etmiştir. Kadınların sığır ve koyunun beslenmesi ve sütün işlenmesindeki geleneksel rolleri erkeklerin ve makinelerin eline geçmektedir. Geleneksel tarım sisteminde sığır, insanların tüketmedikleriyle beslenir. Ürünlerin saplarını, meralardaki ve tarla kenarlarındaki otları yer. Hayvancılık endüstrisi gibi rekabetçi bir modelde tane tahıl, insanlardan alınıp yoğun yem olarak hayvanlara verilir.
Kadını çiftçilik ve hayvancılıktan uzaklaştıran endüstriyel sistem gıdayı da et tüketimine dönüştürmüştür. Et ihracı yalnızca hayvan nüfusunun azalmasına sebep olmamakta, pek çok sığır ve tahıl türünün de yok olmasına yol açmaktadır. Gıda sistemindeki “erkekleşme” meraların yem bitkisi için kapatılmasına neden olmaktadır. Dünyadaki açlığın sebebi insanlığın protein ihtiyacının “erkekleştirilmesi”dir. Protein ihtiyacı etten karşılanmaktadır. Hayvan varlığının yukarıda zikrettiğimiz faydalar için değil et için kullanılması topraksızları, yoksul sınıfları ve kadınları olumsuz etkilemektedir.
Hayvancılık ve tarımda işgücünün neredeyse %90’ı kadınlardır. Sığırların kırsal ekonomiye bedelsiz olarak sağladığı enerjiyi ikame ederken Petro-gazı; toprağın verimini artırırken de gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu ithal etmek kaçınılmazdır. Enerji, gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu elde etmeye çalışan kalkınma düşü Batı-dışı halkları Batı’nın endüstriyel kapitalizmine borçlanmaya zorlamaktadır. Yani hayvan ihracı Hindistan için 10 milyon rupi kazandırırken hayvan varlığının yok edilmesi 150 milyon rupiye mal olmaktadır. Bu oranlama Türkiye için de benzerdir. Hindistan’da Al-Kabeer mezbahası her sene 182.400 sığır kesmektedir. Bunların dışkısı her biri beş kişilik 90.000 Hint ailesinin yakıt ihtiyacını karşılayacak miktardadır.
Bu yakıtı ikame etmek için Hindistan Hükümeti yüz milyonlarca rupi değerinde gazyağı ithal etmektedir. Geçerli olan yegane bilginin sadece Batılı endüstriyel yetiştiricilerin bilgisi olduğu ve bunların sahip olduğu bilginin tüm diğer bilgi sahiplerinin (yerli sığır ve koyun yetiştiricilerinin), çiftçilerin, kadınların ve hayvanların bilgisinin yerini alması gerektiği doğru değildir. Endüstriyel toplumun gıda, tarım, hayvan politikaları sürdürülemez sonuçlar getirmiştir. Endüstri sömürgeciliktir.
Doğanın ve bereketi üreten kadının “aşağılanması”, iğfal edilmesi, zihni melekelerinin çalınması endüstrinin iğfal zihniyetinin sonucudur. Endüstri tabiata ve kadına ataerkil tahakkümü dayatmaktadır. Geleneksel kadın büyükannelerinin bilgi ve erdemini koruyarak kendini tabiat içinde ekonomik ve ekolojik olarak hürleştirmişti. Günümüz kadını büyükannelerinin yaşamın devam ettirilmesi konusundaki bilgi ve erdemlerini korumak ile küresel şirketlerin pek çok canlı türünü yok oluşa sürüklenmesine, kârlı gördüklerini sakatlayıp işkenceden geçirmesine, dünyanın ve dünya üzerinde yaşayan toplulukların sağlık ve huzurlarının altını oymasına izin vermek arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Tohumu saklayan kadındır. Geleneksel gıda sisteminde tohum, yaşamın soluğudur. Şiddet içermeyen tarım için tarıma endüstri, kimyasal gübre uygulamalarına son vermek gerekmektedir. Ekofeminist bir kadın hareketi sığırı “et makinesi” olmaktan kurtararak kadını da kurtarmanın yollarını teklif edebilir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
Bir anlamda küreselleşme, postmodernizm, ulus devletleri yıkan yeni ekonomi-politik Müslüman kadının “kendi kadın kimliği” için alan açmış oldu. Akli ve sanatsal yeteneklerle ilgili geniş kapsamlı ve müstezaflığı telafiye dönük bir eğitim süreci böyle genelleşti ve normalleşti. Müslüman kadınlar dünyayı gazeteci / yazar / televizyoncu / politikacı gibi kimliklerle dolaştı. Tek başına umre yapan, Hacc eden kadın “kimlikleri” oluştu. Aile mefhumundan bağımsızlaşmış bir “İslâmî kadın kimliği” Müslüman kadının sanatsal, aklî faaliyetlerle “varolmalarını”, “piyasada görünülürlük kazandıran” mesleklerle melez kültürleşmelerini, “başka modernlikler” üretmesini, kamusal alana katılımı engelleyen şartları sorgula(t)mayı önemli saydı. Dolayısıyla “ailesiz kadın” idealleştirmesi, “kendi ayakları üzerinde duran Müslüman kadın” tasavvuru hakkında bir tür adı konmamış “İslamî feminizm” kavramı telaffuzu yapılabilecektir. Vandana Shiva’nın çalışması bu noktada önem kazanıyor.
İşin aslı Müslüman kadını modernite içinde “bağımsızlaştıran”, “kendi kılan”, “kimlik edinimine uğratan” anlayışları şimdiye kadar hep reddettim. Vandana Shıva’nın “ekolojik feminizm” kavramına atıfla kurmak istediği ekonomik-ekolojik çiftçi kadın hareketi Türkiye’de doğarsa buna fikri destek vermem gerektiğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldım. Yazımın aşağıdaki bakiyesi Vandana Shiva’nın işaret ettiği hususlara yine onun cümlelerinin yeniden uyarlamasıyla kaleme alındı. Bu nedenle yazı büyük oranda Vandana Shiva’nın sayılmalıdır.
Endüstri bir “tecavüz et kaç” uygulamasıdır. Tarımda ihracat mantığının ağırlık kazanmasıyla birlikte yüzyıllardır koruduğumuz ekolojik sermayemiz ihraç ediliyor. Dev mezbahalar ve hayvan fabrikaları geleneksel hayvancılık ekonomisinin yerini alıyor. Sığırlar kesilip etleri ihraç edilirken, küçük çiftçi ve küçük çiftliklere sağladığı yenilenebilir enerji ve gübre de bununla birlikte ihraç edilmektedir. Gördüğümüz şey, bir avuç büyük şirketin tüm gıda zincirini kontrol altına alarak diğer alternatifleri yok ettiği bir gıda totalitarizminin doğuşudur. Böylece insanların ekolojik olarak üretilmiş çeşitli ve güvenli gıdaya erişimi engellenmektedir. Bu gıda totalitarizmi ancak gıda sisteminin demokratikleştirilmesini hedefleyen büyük yurttaş hareketleriyle durdurulabilir.
Endüstrinin büyümesinden en çok ve özellikle kadınlar etkilenmektedir. Kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar vardır. Kadınların ve doğanın sömürülmesi birlikte gerçekleşir. Kadın, toprağın ve hayvanların endüstri karşısında silikleşmesi ile kendi varlığını inşa edecek ekonomik-kültürel zeminini kaybetmiştir. Kültür’ün “ekin” ile ilintisi nedeniyle kadın “toprak-sığır”dan bağımsızlaşamaz. Sığırını kaybetmiş bir kültürün tohum ve gıdayı da kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır. Tarım dünyası hem maddi hem kavramsal olarak sürdürülebilirliğini sığırın bütünlüğü üzerine kurmuş ve onu dokunulmaz kabul etmiştir. Sığır, zengin gıda sistemlerinin anasıdır. Müslümanlar yılın hemen bütün aylarında et yemeden yaşayabilecekleri bir hayat kurmuşlardır. Ancak Allah insanların ineği “put” sayıp tapınmamaları için kurbanı farz kılmıştır.
İslam vahyi bir ayette hayvanların asli konumunu “binek” ve ikincil konumunu “et” ihtiyacına hasretmiştir: “Ve onları kendilerine zebun etmişiz de hem onlardan binidleri var, hem de onlardan yiyorlar” (36 Yasin 72). Bir başka ayette hayvanlardan elde edilen faydaları asli saymış, et üretimini ikincil kabul etmiştir: “Ve hayvanlar; onları da O, yarattı. Sizin için onda, koruyan şeyler ve menfaatler (faydalar) vardır. Ve de ondan (hayvanlardan) yersiniz” (16 Nahl 5). Sığırın korunmasının ardında ekolojik ve ekonomik bir mantık vardır. Bu nedenle bir hadiste “dünya inek ve balığın üstündedir” denmiştir. İktisadın temel figürü sığırdır. Sığır, endüstriyel kent toplumuna gelmez. Bediüzzaman, “öküz ve balık” meselesine şaşırtıcı bir izah getirmiştir.
Ondördüncü Lema’da Refet Bey’in Sevr (Öküz) ve hûta (Balık) hakkında bilimsel bilgi ile çelişen rivayete dair sorusuna şöyle cevap verir: “Sorunuzda diyorsunuz ki: Hocalar diyorlar: Arz yani dünya öküz ve balık üstünde duruyor. Hâlbuki arz, muallâkta (boşlukta) bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var ne de balık! (…) Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanların hayat sebebi olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omzundadır. Dünyaya vekil tayin edilen iki melek hem kumandan, hem nazır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nevine bir münasebet yönleri bulunmak lazımdır.” Ürün artıklarını ve ekilmemiş arazileri kullanan sığırlar besin için insanlarla rekabet etmezler. Tarlalar için organik gübre temin ederler ve gıda verimliliğini artırırlar. İslam ineği putlaştırmaz ama onu ete dayalı bir kültüre indirgemez.
Hayvanların et’e dönüştürülmesi kadının iğfal edilmesidir. Sığır, tezek enerjisi, giysi kaynağıdır. Toprağın endüstriyel giysi için özgülenmesini (pamuk üretimine tahsisi) insanlığı açlığa sürüklemiştir. Oysa hayvanların yünü ve derisi giysinin hammaddesidir. Sığır ve koyunun sağladığı bu katkı, hayvanların sütünü sağan, sütten peynir/yoğurt/tereyağı yapan, tezek toplayan, onları besleyen, yününü kırpan ve dokuyan (halı-kilim), ören (kazak-hırka), derisini işleyen, onları besleyen, gerektiğinde tedavi eden kadınların emeği sayesinde mümkün olur. Kadınlar kalifiye bir hayvancılık uzmanı olmalarının yanında geleneksel mandıracılıkta da ustadır. Hint sığırı sağladığı gıdadan altı kat fazlasını tüketen endüstriyel ABD sığırlarının aksine tükettiğinden daha fazla besin üretir.
Hint sığırı her sene 700 milyon ton geri kazanılabilir gübre üretir; bunun yarısı yakıt olarak kullanılır. Bu yakıt, hepsi de Hindistan için kıt birer kaynak olan 27 milyon ton gazyağı, 35 milyon ton kömür, 68 milyon ton oduna eşdeğerdir. Diğer yarısı ise gübre olarak kullanılır. Hindistan’da yaklaşık 80 milyon sığırdan elde edilen tezek kırsal enerji ihtiyacının üçte ikisini karşılar. Hindistan’ın tarımsal hayvan enerjisinin modern enerji kaynaklarıyla ikame edilmesi için her yıl 1 milyar dolarlık Petro-gaz harcaması gerekir. Sığırın çok çeşitli faydalarına dayalı olan bu son derece verimli gıda sistemi verimlilik ve kalkınma adına tasfiye edilmiştir. Endüstri toplumun ve tekno-uygarlığın araçları hayvan-toprak ilişkisini tasfiye ederek otomobil-beton/asfalt ilişkisine dönüştürmüştür.
Tarımın endüstriyelleşmesi tarımın asli gübre kaynağını yenilenebilir organik girdilerden (hayvansal gübre, tezek) yenilenemez kimyasal girdilere doğru kaydırmıştır. Temel gıda üretiminde hem sığırı ve hem de kadınların sığırlar üzerindeki emeğini değersizleştirmiştir. Batı endüstrisi, Batı dışı dünya kadınlarının mandıra kültürünü yok etmekle kalmamış, kadının toprak/sığır/mandıracılıktaki rolünü de tasfiye etmiştir. Kadınların sığır ve koyunun beslenmesi ve sütün işlenmesindeki geleneksel rolleri erkeklerin ve makinelerin eline geçmektedir. Geleneksel tarım sisteminde sığır, insanların tüketmedikleriyle beslenir. Ürünlerin saplarını, meralardaki ve tarla kenarlarındaki otları yer. Hayvancılık endüstrisi gibi rekabetçi bir modelde tane tahıl, insanlardan alınıp yoğun yem olarak hayvanlara verilir.
Kadını çiftçilik ve hayvancılıktan uzaklaştıran endüstriyel sistem gıdayı da et tüketimine dönüştürmüştür. Et ihracı yalnızca hayvan nüfusunun azalmasına sebep olmamakta, pek çok sığır ve tahıl türünün de yok olmasına yol açmaktadır. Gıda sistemindeki “erkekleşme” meraların yem bitkisi için kapatılmasına neden olmaktadır. Dünyadaki açlığın sebebi insanlığın protein ihtiyacının “erkekleştirilmesi”dir. Protein ihtiyacı etten karşılanmaktadır. Hayvan varlığının yukarıda zikrettiğimiz faydalar için değil et için kullanılması topraksızları, yoksul sınıfları ve kadınları olumsuz etkilemektedir.
Hayvancılık ve tarımda işgücünün neredeyse %90’ı kadınlardır. Sığırların kırsal ekonomiye bedelsiz olarak sağladığı enerjiyi ikame ederken Petro-gazı; toprağın verimini artırırken de gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu ithal etmek kaçınılmazdır. Enerji, gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu elde etmeye çalışan kalkınma düşü Batı-dışı halkları Batı’nın endüstriyel kapitalizmine borçlanmaya zorlamaktadır. Yani hayvan ihracı Hindistan için 10 milyon rupi kazandırırken hayvan varlığının yok edilmesi 150 milyon rupiye mal olmaktadır. Bu oranlama Türkiye için de benzerdir. Hindistan’da Al-Kabeer mezbahası her sene 182.400 sığır kesmektedir. Bunların dışkısı her biri beş kişilik 90.000 Hint ailesinin yakıt ihtiyacını karşılayacak miktardadır.
Bu yakıtı ikame etmek için Hindistan Hükümeti yüz milyonlarca rupi değerinde gazyağı ithal etmektedir. Geçerli olan yegane bilginin sadece Batılı endüstriyel yetiştiricilerin bilgisi olduğu ve bunların sahip olduğu bilginin tüm diğer bilgi sahiplerinin (yerli sığır ve koyun yetiştiricilerinin), çiftçilerin, kadınların ve hayvanların bilgisinin yerini alması gerektiği doğru değildir. Endüstriyel toplumun gıda, tarım, hayvan politikaları sürdürülemez sonuçlar getirmiştir. Endüstri sömürgeciliktir.
Doğanın ve bereketi üreten kadının “aşağılanması”, iğfal edilmesi, zihni melekelerinin çalınması endüstrinin iğfal zihniyetinin sonucudur. Endüstri tabiata ve kadına ataerkil tahakkümü dayatmaktadır. Geleneksel kadın büyükannelerinin bilgi ve erdemini koruyarak kendini tabiat içinde ekonomik ve ekolojik olarak hürleştirmişti. Günümüz kadını büyükannelerinin yaşamın devam ettirilmesi konusundaki bilgi ve erdemlerini korumak ile küresel şirketlerin pek çok canlı türünü yok oluşa sürüklenmesine, kârlı gördüklerini sakatlayıp işkenceden geçirmesine, dünyanın ve dünya üzerinde yaşayan toplulukların sağlık ve huzurlarının altını oymasına izin vermek arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Tohumu saklayan kadındır. Geleneksel gıda sisteminde tohum, yaşamın soluğudur. Şiddet içermeyen tarım için tarıma endüstri, kimyasal gübre uygulamalarına son vermek gerekmektedir. Ekofeminist bir kadın hareketi sığırı “et makinesi” olmaktan kurtararak kadını da kurtarmanın yollarını teklif edebilir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
27 Mayıs 2015 Çarşamba
Vatan insanın baba ocağıdır
"Şair, milletinin kalbidir. Atan nabzı, çarpan yüreğidir."
- Sezai Karakoç
"He lan bir Türkiye derim başka bir şey söylemem."
- İsmet Özel
Neden yaşayan bu iki büyük şairin bir cümle ve bir dizesiyle başlamayı tercih ettim? Çünkü bir kuşak bu iki büyük şairi keşfetmeyi Osman Özbahçe'ye borçludur. Bunu kendisinin hem öğrencilerinden hem de çalışmalarından gayet iyi biliyoruz. Modern Türk şiirini yatay bir çizgi olarak kabul edip bu çizgiye dört tane de dikey çizgi çeken Özbahçe, izlenmesi gereken şairleri şöyle belirler: Mehmet Âkif, Orhan Veli, Sezai Karakoç ve İsmet Özel. Bu dört şairi şiirimizin demirbaşları olarak görür ve şöyle der: "İsmet Özel'le birlikte, Sezai Karakoç'la başlayan bir şey bitmiştir (II. Yeni). Bu anlamda şiiri hâlâ süren tek büyük şair İsmet Özel'dir. İkinci defası da şu: Sezai Karakoç'la başlayan modern şiirimiz, en önemli ivmeyi İsmet Özel'le kazanmıştır; en büyük adımını İsmet Özel'le atmıştır; çünkü II. Yeni'nin en iyi okuyucusu ve en iyi eleştirmeni İsmet Özel'dir."
En başta gençlerin, sonrasındaysa şiirle uğraşan, hayatının önemli bir yerine şiiri koymuş olanların ve şairlerin muhakkak okuması gereken kitapları yazmıştır Özbahçe: Sağlam Şiir (2006), Kural Dışı (2007), Modern Şiirimizin Kökleri (2008) ve Analiz (2013). Bu kitapları izleyecek bir okuyucu sırasıyla Tanzimat'tan bu yana sanatımızdaki kültür kodlarının değişimini ve bu değişimin yalnızca değiştirenleri zafere götürüp bizi bir arada derede bıraktığını, şairin milletinin akıbeti konusunda en önce söz alması gereken şahsiyet olması gerektiğini ve fakat bunun unutturulduğunu, geleneklerimize sahip çıkarak şiirimizde bir sıçrama gerçekleştirebilmemiz için evvela modern şiirimizin ana damarlarının iyice tespit edilebilmesi gerektiğini ve son olarak da modernleşmenin, teknolojinin, yaşadığımız dünyanın şiirimiz üzerindeki tesirini sağlam bir şekilde öğrenebilecektir. Osman Özbahçe hem bir şair hem de bir eleştirmen olarak Türk şiiri üzerine bakışını daima Türkiye gözlüğüyle, millet olma-olabilme emeliyle atmıştır, atmaktadır.
İşte fakirin önereceği kitap da hem yazının girişindeki alıntıları hem de şiirimizin yeniden ayağa kalkmasını mesele edinen bir kitap. 2007 yılından 2012 yılına kadar Dergâh, Yedi İklim, Karagöz, Edebiyat Ortamı, Aşkar ve Ücra dergilerinde bölümler hâlinde gözlemlenen Osman Özbahçe'nin "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiiri, 2012 sonbaharında Ebabil Yayınları tarafından Türkiye Kitabı adıyla yayımlandı. Kitap Türkiye'ye baba ekseninden bakıyor. Parça parça yazılmış şiirler bütün olma derdi taşımazken, bazen bir roman bazen de belgesel misali bir çocuğun ilk kahramanı nasıl babasıysa, son kahramanının da babası yani ülkesi olduğunu gösteriyor. Türkçenin sınırlarını yaklaşık 20 yıldır kendi üslubuyla hırpalamış ve şiir okuyucusuna Türkiye Kitabı'yla birlikte 4 şiir kitabı miras bırakmış olan Özbahçe'nin bu kitabında genç şairler için örnek alınması gereken bir titizlik var. Şöyle ki bir şairin üslubu ister inziva hayatını yaşamayı ister günceli takip etmeyi tercih etsin muhakkak değişir. Bir yılda değişmezse üç yılda değişir, üç yılda değişmezse beş yılda muhakkak değişir. Lakin 5 yıl boyunca yayımlanan parçalardan bir bütüne varan kitapta bunu yakalamak mümkün olmuyor. Burada şüphesiz bir formül yatıyor. Bu formül de Özbahçe'nin en başta fakirin zikrettiği gibi Türk şiirinin köklerine olan hakimiyetiyle alakalı. Misal tanbur, çok zor icra edilen bir enstrümandır. Onu tutmayı öğrenmek ayrı bir eğitim sürecidir. Tutmayı ve perdeler arasındaki geçişleri kavrayan bir müzisyen eğer bir hocayla da meşk edebilirse tanbur hakimiyetini 3-5 yıl aralığında saz semaisi çalabilecek kıvama getirir. Özbahçe şiirimizi esas yerinden tuttuğu ve şiirimizdeki geçiş noktalarını çok iyi tespit ettiği için Türkiye Kitabı tam manasıyla bir evladiyelik kitap.
Türkiye Kitabı'nı oluşturan "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiirinin her bir parçası, altı çizilecek dizeler görmek isteyen günümüz "popüler" şiir okuyucusunu hüsrana uğratıyor. Bu yüzden ilk sayfada "Hayatım kısacık bir yalnızlıktı / her noktasında / gerisingeri", devamında "Yalnızlığıma Allah / yalnızlığıma devlet / yalnızlığıma babam" ve son olarak "Nazlı bir bayrak dalgalanırdı / yalnızlığımın üstünde kıpkırmızı" dizeleri bu tip şiir okuyucusuna umut verebilir. Oysa kitap hem şairin hem ülkesinin özel hayatını; bir tarih kitabıymış gibi aşikar ediyor; diğer yandan da bir coğrafya kitabıymış gibi harita hâline getiriyor. Günümüz siyaseti, edebiyat ortamı, şair, ailesi, çevresi ve şiir uğruna akıp giden her şey bir "baba" üzerinden şiirlere sirayet ediyor.
"Türk şiiri için gövdemi koydum ortaya
Şair takımı hep aynı numara
Vardım toplaştıkları pınara
Gelmedi hiçbiri beri tarafa."
Özbahçe kimi yazılarında olduğu gibi şiiri bir savaş aracı olarak da kullanıyor. Şairin yaşama, nefes alma ve savaşma aracıdır şiir. Özbahçe de bunun hakkını verirken aslında genç şaire de öğütler veriyor.
"Gardını indirme dedim düşmana
Ben meydana çıkınca daima
Sağımı kullanmama değecek
Bir yiğit çıkmadı karşıma."
Şair şiirini aforizma kaygısından ne kadar uzak tutabilmişse aşırı ironi, kelime oyunu soslu boş mizah ve klişe ifadelerden; dolayısıyla "romantik şair" kalıbından da o kadar uzak tutuyor. Önce nereden başladığını izah ediyor:
"İnsan
Babası üzerinden ülkesini yaşar
Yurdudur babası insanın
Aslında bu yüzden derim gereğinden daha ince
Gerisingeri büyüdükçe
Anladım iyice
Çoklar polis
Seni görünce."
Sonra da başladığı yerden babasıyla -belki de ülkesiyle- çekişmelerini anlatarak devam ediyor:
"- Sizinle anlaşmamız mümkün değil!
Aynı babamsınız, Sinir!
O da istediği olmadan huzura ermez
Cinsin önde gideni
Bitmez babamın vaazları aynı kibir!"
Son olarak Türkiye Kitabı; şairin ülkesine sevgisini bunun yanında da ıstıraplarını bazen açık bazen kapalı biçimde ifade ettiği şiirlerle örülü. Bu şiirler titiz ve çalışkan bir şair olan Osman Özbahçe'nin bir nevi "baba" kitabı. Hem babası için, hem kendisi baba olduğu için, hem de baba ocağı ülkesi için.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Sezai Karakoç
"He lan bir Türkiye derim başka bir şey söylemem."
- İsmet Özel
Neden yaşayan bu iki büyük şairin bir cümle ve bir dizesiyle başlamayı tercih ettim? Çünkü bir kuşak bu iki büyük şairi keşfetmeyi Osman Özbahçe'ye borçludur. Bunu kendisinin hem öğrencilerinden hem de çalışmalarından gayet iyi biliyoruz. Modern Türk şiirini yatay bir çizgi olarak kabul edip bu çizgiye dört tane de dikey çizgi çeken Özbahçe, izlenmesi gereken şairleri şöyle belirler: Mehmet Âkif, Orhan Veli, Sezai Karakoç ve İsmet Özel. Bu dört şairi şiirimizin demirbaşları olarak görür ve şöyle der: "İsmet Özel'le birlikte, Sezai Karakoç'la başlayan bir şey bitmiştir (II. Yeni). Bu anlamda şiiri hâlâ süren tek büyük şair İsmet Özel'dir. İkinci defası da şu: Sezai Karakoç'la başlayan modern şiirimiz, en önemli ivmeyi İsmet Özel'le kazanmıştır; en büyük adımını İsmet Özel'le atmıştır; çünkü II. Yeni'nin en iyi okuyucusu ve en iyi eleştirmeni İsmet Özel'dir."
En başta gençlerin, sonrasındaysa şiirle uğraşan, hayatının önemli bir yerine şiiri koymuş olanların ve şairlerin muhakkak okuması gereken kitapları yazmıştır Özbahçe: Sağlam Şiir (2006), Kural Dışı (2007), Modern Şiirimizin Kökleri (2008) ve Analiz (2013). Bu kitapları izleyecek bir okuyucu sırasıyla Tanzimat'tan bu yana sanatımızdaki kültür kodlarının değişimini ve bu değişimin yalnızca değiştirenleri zafere götürüp bizi bir arada derede bıraktığını, şairin milletinin akıbeti konusunda en önce söz alması gereken şahsiyet olması gerektiğini ve fakat bunun unutturulduğunu, geleneklerimize sahip çıkarak şiirimizde bir sıçrama gerçekleştirebilmemiz için evvela modern şiirimizin ana damarlarının iyice tespit edilebilmesi gerektiğini ve son olarak da modernleşmenin, teknolojinin, yaşadığımız dünyanın şiirimiz üzerindeki tesirini sağlam bir şekilde öğrenebilecektir. Osman Özbahçe hem bir şair hem de bir eleştirmen olarak Türk şiiri üzerine bakışını daima Türkiye gözlüğüyle, millet olma-olabilme emeliyle atmıştır, atmaktadır.
İşte fakirin önereceği kitap da hem yazının girişindeki alıntıları hem de şiirimizin yeniden ayağa kalkmasını mesele edinen bir kitap. 2007 yılından 2012 yılına kadar Dergâh, Yedi İklim, Karagöz, Edebiyat Ortamı, Aşkar ve Ücra dergilerinde bölümler hâlinde gözlemlenen Osman Özbahçe'nin "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiiri, 2012 sonbaharında Ebabil Yayınları tarafından Türkiye Kitabı adıyla yayımlandı. Kitap Türkiye'ye baba ekseninden bakıyor. Parça parça yazılmış şiirler bütün olma derdi taşımazken, bazen bir roman bazen de belgesel misali bir çocuğun ilk kahramanı nasıl babasıysa, son kahramanının da babası yani ülkesi olduğunu gösteriyor. Türkçenin sınırlarını yaklaşık 20 yıldır kendi üslubuyla hırpalamış ve şiir okuyucusuna Türkiye Kitabı'yla birlikte 4 şiir kitabı miras bırakmış olan Özbahçe'nin bu kitabında genç şairler için örnek alınması gereken bir titizlik var. Şöyle ki bir şairin üslubu ister inziva hayatını yaşamayı ister günceli takip etmeyi tercih etsin muhakkak değişir. Bir yılda değişmezse üç yılda değişir, üç yılda değişmezse beş yılda muhakkak değişir. Lakin 5 yıl boyunca yayımlanan parçalardan bir bütüne varan kitapta bunu yakalamak mümkün olmuyor. Burada şüphesiz bir formül yatıyor. Bu formül de Özbahçe'nin en başta fakirin zikrettiği gibi Türk şiirinin köklerine olan hakimiyetiyle alakalı. Misal tanbur, çok zor icra edilen bir enstrümandır. Onu tutmayı öğrenmek ayrı bir eğitim sürecidir. Tutmayı ve perdeler arasındaki geçişleri kavrayan bir müzisyen eğer bir hocayla da meşk edebilirse tanbur hakimiyetini 3-5 yıl aralığında saz semaisi çalabilecek kıvama getirir. Özbahçe şiirimizi esas yerinden tuttuğu ve şiirimizdeki geçiş noktalarını çok iyi tespit ettiği için Türkiye Kitabı tam manasıyla bir evladiyelik kitap.
Türkiye Kitabı'nı oluşturan "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiirinin her bir parçası, altı çizilecek dizeler görmek isteyen günümüz "popüler" şiir okuyucusunu hüsrana uğratıyor. Bu yüzden ilk sayfada "Hayatım kısacık bir yalnızlıktı / her noktasında / gerisingeri", devamında "Yalnızlığıma Allah / yalnızlığıma devlet / yalnızlığıma babam" ve son olarak "Nazlı bir bayrak dalgalanırdı / yalnızlığımın üstünde kıpkırmızı" dizeleri bu tip şiir okuyucusuna umut verebilir. Oysa kitap hem şairin hem ülkesinin özel hayatını; bir tarih kitabıymış gibi aşikar ediyor; diğer yandan da bir coğrafya kitabıymış gibi harita hâline getiriyor. Günümüz siyaseti, edebiyat ortamı, şair, ailesi, çevresi ve şiir uğruna akıp giden her şey bir "baba" üzerinden şiirlere sirayet ediyor.
"Türk şiiri için gövdemi koydum ortaya
Şair takımı hep aynı numara
Vardım toplaştıkları pınara
Gelmedi hiçbiri beri tarafa."
Özbahçe kimi yazılarında olduğu gibi şiiri bir savaş aracı olarak da kullanıyor. Şairin yaşama, nefes alma ve savaşma aracıdır şiir. Özbahçe de bunun hakkını verirken aslında genç şaire de öğütler veriyor.
"Gardını indirme dedim düşmana
Ben meydana çıkınca daima
Sağımı kullanmama değecek
Bir yiğit çıkmadı karşıma."
Şair şiirini aforizma kaygısından ne kadar uzak tutabilmişse aşırı ironi, kelime oyunu soslu boş mizah ve klişe ifadelerden; dolayısıyla "romantik şair" kalıbından da o kadar uzak tutuyor. Önce nereden başladığını izah ediyor:
"İnsan
Babası üzerinden ülkesini yaşar
Yurdudur babası insanın
Aslında bu yüzden derim gereğinden daha ince
Gerisingeri büyüdükçe
Anladım iyice
Çoklar polis
Seni görünce."
Sonra da başladığı yerden babasıyla -belki de ülkesiyle- çekişmelerini anlatarak devam ediyor:
"- Sizinle anlaşmamız mümkün değil!
Aynı babamsınız, Sinir!
O da istediği olmadan huzura ermez
Cinsin önde gideni
Bitmez babamın vaazları aynı kibir!"
Son olarak Türkiye Kitabı; şairin ülkesine sevgisini bunun yanında da ıstıraplarını bazen açık bazen kapalı biçimde ifade ettiği şiirlerle örülü. Bu şiirler titiz ve çalışkan bir şair olan Osman Özbahçe'nin bir nevi "baba" kitabı. Hem babası için, hem kendisi baba olduğu için, hem de baba ocağı ülkesi için.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
23 Mayıs 2015 Cumartesi
Müziğimizdeki batıcı yobazlara Türk yumruğu:
Cinuçen Tanrıkorur
"Canım efendim, alev alev bir sesti bu. Vecdin, sevginin, gönlün sesi. Tutuşturmuyor, aydınlatıyordu. Fecir pırıltısı gibi. Tanımıyordum sizi. Bir akşam zindanımı nura boğdunuz. Sonra da her güzel şey gibi hâtıra oldunuz. Serab mıydınız, gerçek miydiniz? Nerden geliyordunuz? Kadîm ve muhteşem bir medeniyetin enkâz-ı târümârı altında gülümseyen bir kor muydunuz? Zerafetinizle Lale Devri'nin müsahiplerini hatırlatıyordunuz. Belli ki elest bezm'inde tanışmıştık."
- Cemil Meriç, Cinuçen Tanrıkorur'a gönderdiği karttan
Sanatçı, bize hakikat ışığından bir nebze aktarabildiği ölçüde hem sanatını hem şahsiyetini yüceltir. Bunun için de olan biten her şeye gönül gözüyle bakması ve görmesi gerekir. Mimarlık eğitimi almış merhum Cinuçen Tanrıkorur da gönül gözünün açıklığıyla musiki aşkına tutulmuş ve bu aşkla hem Türk müziğine hem de Türk düşüncesine çok isabetli, istikamet sahibi yorumlar getirmiştir. Hemen hemen her talebesi, ondan aldığı eğitimde musikinin sonradan geldiğini, hocanın evvela iyi bir insan olmayı öğrettiğini söylemiştir. Türkçeyi kullanışıyla, hitabetiyle, giyimiyle, yazısıyla ve muhabbetiyle hakiki bir mûsikişinas olarak hatırlanır, hatırlanacaktır merhum.
İlk olarak "Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler" adıyla yayımlanan kitabına dair yaptığı mülakattaki düşünceleri dinlerken her ne kadar yürek burkuyorsa, bir o kadar da düşündürmekte ve hâlâ yaşayan sıkıntılarımızı, kaybettiğimiz hassasiyetlerimizi gün yüzüne çıkarmakta, orada gayet diri bir vaziyette tutmaktadır. Sadece muhteşem ud taksimleriyle değil, müziğe aşina kulakların hem pasını silecek hem de makam, usul öğreticiliği açısından son derece lezzetli meşkleriyle de dinleyenin gönül kapısını ardına kadar açar Tanrıkorur. İşte Ötüken Neşriyat tarafından "Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler" kitabı daha sonra Dergah Yayınları'nca "Türk Müzik Kimliği" adıyla, iki bölümden oluşan çok kıymetli bir kitap hâlinde yeniden yayımlanmış ve Türk müziği meraklılarının yahut tutkunlarının ilgisine sunulmuştur. Kitabı hazırlayanlar ise İsmail Kara, Barihüda Tanrıkorur, Reha Sağbaş ve Başak İlhan'dır.
Kitabın içeriği Cinuçen Tanrıkorur'un bazı özel konferanslarda ve üniversite panellerinde vermiş olduğu mülakatlardan ve yazmış olduğu makalelerden oluşuyor. İlk bölüm, müzik kimliğimize dair. Bu bölümde müzik mi mûsikî mi, mûsikîmizdeki ses sistemi, makam ve tasnifi, usuller, teksesli çoksesli çekişmesi, müzik eğitimi, İstiklâl destanımızın çeşitli besteleri dolayısıyle marş besteciliğinde prozodi, konserlerimize yabancıların merakı, Türkiye'nin tanıtımında müziğin yeri, Adnan Saygun'un müziğimize yaptığı işkenceler, XIX. yüzyılda Türk mûsikîsi, Türk mûsikî için XX. yüzyılın önemi, bir hayat tecrübesi olarak hüzün, modern mûsikînin İslâmîleşmesi, müziğimiz ve popülarite, Türkler ve müzik, çağdaş bir müzik eğitiminin nasıl olması gerektiğine dair çok kıymetli düşüncelerden ve fikirlerden oluşuyor. İkinci bölüm ise mûsikî semamızdaki birkaç yıldıza dair. Dede Efendi, Zekâî Dede, Tanbûrî Ali Efendi, Tanbûrî Cemil Bey, Hüseyin Sâdeddin Arel, Sâdeddin Kaynak, İsmail Baha Sürelsan, Mes'ud Cemil, Şerif Muhiddin Targan, Sadi Işılay, Yorgo Bacanos, Münir Nurettin Selçuk, Alâeddin Yavaşça, Bekir Sıtkı Sezgin, (Hangi) Zeki Müren, Şekip Ayhan Özışık ve Akagündüz Kutbay gibi
Türkçeyi bütün imkânlarıyla kullanan Cinuçen Tanrıkorur; Konfüçyüs'ün "Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir" sözü mucibince, sanatın ve dolayısıyla müziğimizin manasını, ehemmiyetini derinden kavrayan, kavramaya gayret eden bir milletin daima diri kalacağına inanır:
"IX. yüzyılın ünlü Arap yazarı El-Câhiz Fazâilü'l-etrâl'inde Türkleri şöyle anlatır: Türkü attan ayrı düşünmek mümkün değildir; o atın her yerindedir: sırtında, karnında, kuyruğunda, yelesinde". Bize göre mûsikî de Türkün her yerinde, her şeyindedir: sevincinde, kederinde, barışında, savaşında (bu savaşı ister cihâd-ı ekber olarak alın, ister cihâd-ı asgar). Bunu, "Türk mûsikîyle doğar, mûsikîyle yaşar, mûsikîyle ölür" vecîzesiyle Sâdeddin Arel de tespit etmişti. Dahası var: biz mûsikîden öldükten sonra da kopamayız: kabrimiz başında Kur'ân, akşam devir hatmimiz, 7'miz, 40'ımız, 52'miz, mevlidlerimiz, kandillerimiz, zikirlerimiz, dualarımız, gülbanklarımız... Elest bezmindeki "Kün!" emr-i ilâîsinden sûr-ı İsrâfil'e kadar."
Türk çocuklarına yabancı mekteplerden daha çok ailelerinin ve televizyonlardaki, radyolardaki programlarda konuşulan bayağı Türkçenin daha çok zarar verdiğini her fırsatta dile getiren Tanrıkorur, çocukları müzikle küçük yaşta tanıştırmak için elinden geleni yapmış, ilkokullar ve ortaokullar için müzik kitaplarının da kaleme alınmasında etkili olmuştur. 1998'de Türk Müzik Kimliği kitabının tanıtımında verdiği bir mülakatta şöyle demiştir:
"Eğer çocuğun temeli küçük yaşlardan itibaren bir Müslüman Türk çocuğu olarak atılmışsa yabancı mektep bunu değiştiremez. Hiçbir yer değiştiremez. Ama siz çocuklarınıza daha "Allahaısmarladık" demeyi dahi öğretemeden, "güle güle" diyorsunuz o da size "güle güle" diyor. Türk aileleri çocuklarına "Allahaısmarladık" demeyi öğretmediler, öğretmiyorlar. Umurlarında değil. "Bye bye" bozması bir Türkçe konuşuyoruz. Lazların çok sevdiğim bir sözü vardır "Ha bu rezilluk da sana yettu" derler. Bu ayıp bize yeter."
Tanrıkorur zor zamanlarda konuşmuş, yazmış ve sanatını icra etmiş bir mûsikişinastır. Tüm bunları "Okullara Türk müziği dersi konulması irticai faaliyettir" ve hatta "Devletin kanalında Itrî dinletisi yapılırsa devlet sanatçılığı unvanımı geri veririm" diyen devlet görevlilerinin, sanatçılarının devrinde yapmıştır. Yine Türk Müzik Kimliği kitabına dair mülakatından:
"Tanzimat depremi Türk aydının şuurunu kapatmıştır. Onun için artık batıdan gelen her ne varsa güzel, çağdaş, ileri, faydalı. Kendisine ait olan her ne varsa çağ gerisi, ilkel, çirkin, faydasız, mutlaka terk edilmesi gereken ve terk edilebildiği ölçüde çağdaşlaşılması mümkün olan şeylerdir. Nitekim Türk musikisinin adı, helalarımızda kullandığımız alaturka'ya verilmiştir. Batının musikisine de yeni tarz helamız olan alafranga adı verilmiştir. Alafranga tuvalet, alaturka hela. Yani insanlar alafranga tuvalete oturunca kendilerini çağdaşlaşmış hissettiler. Boyunlarına kravatı takınca çağdaş olduklarını zannettiler."
Tanrıkorur'un bu kitabı aynı zamanda bir yakın tarih okumasıdır. Siyasilerin ve radikallerin hem dilimize, hem dinimize hem de müziğimize nasıl zarar verdiklerini esasen Osmanlı'ya kadar götürür. Özellikle II. Mahmud'dan itibaren başlayan batılılaşma çılgınlığının Dede Efendi'yi bile çıldırttığını söyler. Padişahların bestekârlara zorla batı müziği besteleri yaptırması, batının dahi alla turca diyerek her zaman Türk askeri müziğinden yararlandığının unutulması Tanrıkorur'un müthiş zekası ve nüktedanlığıyla buluşunca ortaya harikulade faydalı anekdotlar çıkmıştır:
"Biz yabancı müzikleri öğrenirsek çağdaşlaşacağız zannetmenin kargaları artık güldüren değil ishal yapan komikliği ile yetiştirildik maalesef. Türk çocuğu mektepte Bach'ı, Beethoven'ı, Mozart'ı Hendel'i, Ravel'i öğrendi; Merâgi'den, Itrî'den, Kazasker Mustafa İzzet'ten, Dede'den, Zekâi'den, Tanburî Cemil'den Sadettin Kaynak'tan habersiz yetiştirildi. Bunu da marifet zannettik. Meşhur anektoddur; İsmet İnönü MEB bakanlarından birini ziyarete gider. Cebinden bir küçük not defteri çıkartır eski yazıyla bir söz yazar. "Oku bunu!" der. "Paşam ben bu yazıyı okuyamıyorum" dediği zaman "Hahahahah" der, "Nihayet Türkiye bugünleri de gördü" der, sevinerek... Cehaletin hiçbir türlüsü ile övünülemez. Cehaletle cahiller övünür. Ama cahillerin dahi izan sahibi olanları cahil olduklarından dolayı utanırlar."
Merhum Cinuçen Tanrıkorur'a göre müziğimiz daima millî bir karakter taşımalı ve batıcı yobazların elinden kurtarılmalıdır. Toplumun millî karakterini taşımayan bir müzik gürültüden ibarettir. Burada Balzac'ın "Uluslarüstü olmak istiyorsan, önce kendi usulundan söz et" sözünü hatırlatan Tanrıkorur bu gerçeğin sadece müzikte değil; sanatın her kolunda, siyasette, ekonomide, dilde kısacası toplumun aynası olan her yerde görmek gerektiğini söyler.
28 Haziran 2000 tarihinde vefat eden merhum üstadı rahmetle anarken, besteleri kadar kitaplarının da Türk düşünce hayatında çok kıymetli bir yeri olduğunu ifade etmek gerekir. Dergâh Yayınları'ndan çıkan tüm kitaplarına tıpkı güftesi Cenab Şahâbeddin'e, bestesi de Cinuçen Tanrıkorur'a ait şu kürdîlihicazkâr fantezi gibi kulak vermek gerekir: Kalbim seni bir yaz kuşu dinler gibi dinler...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Cemil Meriç, Cinuçen Tanrıkorur'a gönderdiği karttan
Sanatçı, bize hakikat ışığından bir nebze aktarabildiği ölçüde hem sanatını hem şahsiyetini yüceltir. Bunun için de olan biten her şeye gönül gözüyle bakması ve görmesi gerekir. Mimarlık eğitimi almış merhum Cinuçen Tanrıkorur da gönül gözünün açıklığıyla musiki aşkına tutulmuş ve bu aşkla hem Türk müziğine hem de Türk düşüncesine çok isabetli, istikamet sahibi yorumlar getirmiştir. Hemen hemen her talebesi, ondan aldığı eğitimde musikinin sonradan geldiğini, hocanın evvela iyi bir insan olmayı öğrettiğini söylemiştir. Türkçeyi kullanışıyla, hitabetiyle, giyimiyle, yazısıyla ve muhabbetiyle hakiki bir mûsikişinas olarak hatırlanır, hatırlanacaktır merhum.
İlk olarak "Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler" adıyla yayımlanan kitabına dair yaptığı mülakattaki düşünceleri dinlerken her ne kadar yürek burkuyorsa, bir o kadar da düşündürmekte ve hâlâ yaşayan sıkıntılarımızı, kaybettiğimiz hassasiyetlerimizi gün yüzüne çıkarmakta, orada gayet diri bir vaziyette tutmaktadır. Sadece muhteşem ud taksimleriyle değil, müziğe aşina kulakların hem pasını silecek hem de makam, usul öğreticiliği açısından son derece lezzetli meşkleriyle de dinleyenin gönül kapısını ardına kadar açar Tanrıkorur. İşte Ötüken Neşriyat tarafından "Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler" kitabı daha sonra Dergah Yayınları'nca "Türk Müzik Kimliği" adıyla, iki bölümden oluşan çok kıymetli bir kitap hâlinde yeniden yayımlanmış ve Türk müziği meraklılarının yahut tutkunlarının ilgisine sunulmuştur. Kitabı hazırlayanlar ise İsmail Kara, Barihüda Tanrıkorur, Reha Sağbaş ve Başak İlhan'dır.
Kitabın içeriği Cinuçen Tanrıkorur'un bazı özel konferanslarda ve üniversite panellerinde vermiş olduğu mülakatlardan ve yazmış olduğu makalelerden oluşuyor. İlk bölüm, müzik kimliğimize dair. Bu bölümde müzik mi mûsikî mi, mûsikîmizdeki ses sistemi, makam ve tasnifi, usuller, teksesli çoksesli çekişmesi, müzik eğitimi, İstiklâl destanımızın çeşitli besteleri dolayısıyle marş besteciliğinde prozodi, konserlerimize yabancıların merakı, Türkiye'nin tanıtımında müziğin yeri, Adnan Saygun'un müziğimize yaptığı işkenceler, XIX. yüzyılda Türk mûsikîsi, Türk mûsikî için XX. yüzyılın önemi, bir hayat tecrübesi olarak hüzün, modern mûsikînin İslâmîleşmesi, müziğimiz ve popülarite, Türkler ve müzik, çağdaş bir müzik eğitiminin nasıl olması gerektiğine dair çok kıymetli düşüncelerden ve fikirlerden oluşuyor. İkinci bölüm ise mûsikî semamızdaki birkaç yıldıza dair. Dede Efendi, Zekâî Dede, Tanbûrî Ali Efendi, Tanbûrî Cemil Bey, Hüseyin Sâdeddin Arel, Sâdeddin Kaynak, İsmail Baha Sürelsan, Mes'ud Cemil, Şerif Muhiddin Targan, Sadi Işılay, Yorgo Bacanos, Münir Nurettin Selçuk, Alâeddin Yavaşça, Bekir Sıtkı Sezgin, (Hangi) Zeki Müren, Şekip Ayhan Özışık ve Akagündüz Kutbay gibi
Türkçeyi bütün imkânlarıyla kullanan Cinuçen Tanrıkorur; Konfüçyüs'ün "Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir" sözü mucibince, sanatın ve dolayısıyla müziğimizin manasını, ehemmiyetini derinden kavrayan, kavramaya gayret eden bir milletin daima diri kalacağına inanır:
"IX. yüzyılın ünlü Arap yazarı El-Câhiz Fazâilü'l-etrâl'inde Türkleri şöyle anlatır: Türkü attan ayrı düşünmek mümkün değildir; o atın her yerindedir: sırtında, karnında, kuyruğunda, yelesinde". Bize göre mûsikî de Türkün her yerinde, her şeyindedir: sevincinde, kederinde, barışında, savaşında (bu savaşı ister cihâd-ı ekber olarak alın, ister cihâd-ı asgar). Bunu, "Türk mûsikîyle doğar, mûsikîyle yaşar, mûsikîyle ölür" vecîzesiyle Sâdeddin Arel de tespit etmişti. Dahası var: biz mûsikîden öldükten sonra da kopamayız: kabrimiz başında Kur'ân, akşam devir hatmimiz, 7'miz, 40'ımız, 52'miz, mevlidlerimiz, kandillerimiz, zikirlerimiz, dualarımız, gülbanklarımız... Elest bezmindeki "Kün!" emr-i ilâîsinden sûr-ı İsrâfil'e kadar."
Türk çocuklarına yabancı mekteplerden daha çok ailelerinin ve televizyonlardaki, radyolardaki programlarda konuşulan bayağı Türkçenin daha çok zarar verdiğini her fırsatta dile getiren Tanrıkorur, çocukları müzikle küçük yaşta tanıştırmak için elinden geleni yapmış, ilkokullar ve ortaokullar için müzik kitaplarının da kaleme alınmasında etkili olmuştur. 1998'de Türk Müzik Kimliği kitabının tanıtımında verdiği bir mülakatta şöyle demiştir:
"Eğer çocuğun temeli küçük yaşlardan itibaren bir Müslüman Türk çocuğu olarak atılmışsa yabancı mektep bunu değiştiremez. Hiçbir yer değiştiremez. Ama siz çocuklarınıza daha "Allahaısmarladık" demeyi dahi öğretemeden, "güle güle" diyorsunuz o da size "güle güle" diyor. Türk aileleri çocuklarına "Allahaısmarladık" demeyi öğretmediler, öğretmiyorlar. Umurlarında değil. "Bye bye" bozması bir Türkçe konuşuyoruz. Lazların çok sevdiğim bir sözü vardır "Ha bu rezilluk da sana yettu" derler. Bu ayıp bize yeter."
Tanrıkorur zor zamanlarda konuşmuş, yazmış ve sanatını icra etmiş bir mûsikişinastır. Tüm bunları "Okullara Türk müziği dersi konulması irticai faaliyettir" ve hatta "Devletin kanalında Itrî dinletisi yapılırsa devlet sanatçılığı unvanımı geri veririm" diyen devlet görevlilerinin, sanatçılarının devrinde yapmıştır. Yine Türk Müzik Kimliği kitabına dair mülakatından:
"Tanzimat depremi Türk aydının şuurunu kapatmıştır. Onun için artık batıdan gelen her ne varsa güzel, çağdaş, ileri, faydalı. Kendisine ait olan her ne varsa çağ gerisi, ilkel, çirkin, faydasız, mutlaka terk edilmesi gereken ve terk edilebildiği ölçüde çağdaşlaşılması mümkün olan şeylerdir. Nitekim Türk musikisinin adı, helalarımızda kullandığımız alaturka'ya verilmiştir. Batının musikisine de yeni tarz helamız olan alafranga adı verilmiştir. Alafranga tuvalet, alaturka hela. Yani insanlar alafranga tuvalete oturunca kendilerini çağdaşlaşmış hissettiler. Boyunlarına kravatı takınca çağdaş olduklarını zannettiler."
Tanrıkorur'un bu kitabı aynı zamanda bir yakın tarih okumasıdır. Siyasilerin ve radikallerin hem dilimize, hem dinimize hem de müziğimize nasıl zarar verdiklerini esasen Osmanlı'ya kadar götürür. Özellikle II. Mahmud'dan itibaren başlayan batılılaşma çılgınlığının Dede Efendi'yi bile çıldırttığını söyler. Padişahların bestekârlara zorla batı müziği besteleri yaptırması, batının dahi alla turca diyerek her zaman Türk askeri müziğinden yararlandığının unutulması Tanrıkorur'un müthiş zekası ve nüktedanlığıyla buluşunca ortaya harikulade faydalı anekdotlar çıkmıştır:
"Biz yabancı müzikleri öğrenirsek çağdaşlaşacağız zannetmenin kargaları artık güldüren değil ishal yapan komikliği ile yetiştirildik maalesef. Türk çocuğu mektepte Bach'ı, Beethoven'ı, Mozart'ı Hendel'i, Ravel'i öğrendi; Merâgi'den, Itrî'den, Kazasker Mustafa İzzet'ten, Dede'den, Zekâi'den, Tanburî Cemil'den Sadettin Kaynak'tan habersiz yetiştirildi. Bunu da marifet zannettik. Meşhur anektoddur; İsmet İnönü MEB bakanlarından birini ziyarete gider. Cebinden bir küçük not defteri çıkartır eski yazıyla bir söz yazar. "Oku bunu!" der. "Paşam ben bu yazıyı okuyamıyorum" dediği zaman "Hahahahah" der, "Nihayet Türkiye bugünleri de gördü" der, sevinerek... Cehaletin hiçbir türlüsü ile övünülemez. Cehaletle cahiller övünür. Ama cahillerin dahi izan sahibi olanları cahil olduklarından dolayı utanırlar."
Merhum Cinuçen Tanrıkorur'a göre müziğimiz daima millî bir karakter taşımalı ve batıcı yobazların elinden kurtarılmalıdır. Toplumun millî karakterini taşımayan bir müzik gürültüden ibarettir. Burada Balzac'ın "Uluslarüstü olmak istiyorsan, önce kendi usulundan söz et" sözünü hatırlatan Tanrıkorur bu gerçeğin sadece müzikte değil; sanatın her kolunda, siyasette, ekonomide, dilde kısacası toplumun aynası olan her yerde görmek gerektiğini söyler.
28 Haziran 2000 tarihinde vefat eden merhum üstadı rahmetle anarken, besteleri kadar kitaplarının da Türk düşünce hayatında çok kıymetli bir yeri olduğunu ifade etmek gerekir. Dergâh Yayınları'ndan çıkan tüm kitaplarına tıpkı güftesi Cenab Şahâbeddin'e, bestesi de Cinuçen Tanrıkorur'a ait şu kürdîlihicazkâr fantezi gibi kulak vermek gerekir: Kalbim seni bir yaz kuşu dinler gibi dinler...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19 Mayıs 2015 Salı
Türk evi: Kimse kimseyi kirletmiyor
Şair ve mimar Cengiz Bektaş doğup büyüdüğü coğrafyanın birikiminden ve yaşama kültüründen yola çıkarak Türk Evi kitabını kaleme aldı. Yem Yayınları arasında çıkan kitapta Bektaş, Balkanlar'dan, Adalar'a oradan tüm Anadolu'yu gezerek yaptığı araştırmaları ve hikayeleri derleyerek hayatımıza ev ekseninden ayna tutuyor.
Cengiz Bektaş'ın Türk Evi kitabı, yazarın 'ev' kültürünü tanıyabilmek için Anadolu'da yaptığı gezilerden birinde Antalya'da 80'lik ustaya 'Yapılacak işi nasıl tasarlardınız?' sorusuna aldığı cevapla başlıyor. Ustanın verdiği cevaptan anlıyoruz ki, Antalya yöresinde eğer bir kişi ev yaptırmaya karar verdiyse sora araya bulduğu ustanın evine önce bir çuval buğday gönderirmiş. Usta böylece o kişinin kendisine ev yaptırmak istediğini anlarmış. Usta işi yapmaya gönlü varsa buğdayı alıkoyarmış. Böylece iki aile arasında gidip gelmeler başlar ve usta aileyi iyice tanımak istermiş. İş verenin hali vakti yerinde mi, çocuğu var mı, daha olacak mı; bunları öğrenirmiş. İşveren de ustaya isteklerini bildirir, kimi isteklerini de bildiği bir örneğin yanına götürüp göstererek anlatırmış. Cengiz Bektaş, ustaya 'Ya kötü bir şey gösterirse?' diye sorduğunda aldığı cevaba şaşırıyor: 'Göstereceği kötü bir şey yoktu ki.'
Geleneği ve kültür birikimini anlatan bu cevap bir bakıma mesleği meşk eden ustaların bilgisini üniversal kent ve konut ideolojisine dair akademik, disipliner, hesap- kitapçı bilgisinden ayrıştırıyor, irfana dönüştürüyor ve kitabın adı olan Türk Evi'nin hususi değerlerini de ortaya çıkarıyor. Cengiz Bektaş'ın Türk Evi hakkında yazdıkları bu evin Kuzey Mezopotamya (Çayönü), Orta Anadolu (Aşıklı Höyük), Çatalhöyük, Denizli- Çivril (Beycesultan), Likya gibi örnekleri esas aldığı fikrine bağlanıyor. Böylece anlıyoruz ki Priene'nin avlulu ev hayatı geleceğin Türk evine esin kaynağı olmuştur. Çayönü evlerinin yerden biraz kaldırılarak altının havalandırılması, nemden korunmayı amaçlayan teknikleri geleceğin evlerine örnek olmuştur. Bektaş'a göre kamışlardan örülmüş kulübe duvarlarının deri ya da postla değil de killi çamurla sıvanması da 9.500 yıl kadar önce Çayönü'nde (Diyarbakır- Ergani arasında) gerçekleşiyor. Kimi araştırmacılara göre bu yöntemle ilk evi kadın yapmıştır. Zaten şunu kim inkâr edebilir: Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın erkeğin vatanıdır. Bektaş, avlulu evin bir açıdan evin içinin kadın, sokağın-kentin erkek olarak ayrımını oluşturduğunu işaret eder ama başka bir açıdan da avlu sayesinde 'evin içi'ne güneşin, bahçenin katıldığı yorumunu getirir. Bu ikinci yorum kadının kent mekânında kullanım alanını arttıran, 'saklı bahçe'sini genişleten bir yorumdur da sanırım. Hafta sonlarında ağaç altı bulabilmek için kentten kilometrelerce uzaklara kendini atan insana, evinin yanıbaşında yer tahsis etmektir. Roma, ne kadar bastırırsa bastırsın Anadolu'yu Latinleştiremiyor diyor Bektaş. Türklerin Anadolu'ya gelişi ile mimarlar, yapıcılar işlerini yapmayı sürdürdüler; kimileri Müslüman oldular, adlarını değiştirdiler, işlerini değiştirmediler.
EVİMİZ HAYATIMIZDIR
Bektaş bu noktadan sonra her ne kadar Türk Evi demiş olsa da onun Yunanistan'da Yunanistan Evi, Makedonya'da Makedonya Evi, Filibe'de Bulgaristan Evi denileceğini söylüyor. Bu tıpkı 'Üsküdar'a Gider İken' ezgisinin Midilli'de, Arnavutluk'ta, Makedonya'da Sırbistan'da hem de 'Bizim dinsel ezgimiz' denilerek sahiplenilmesi gibidir. Kitabın İlkeler başlıklı bölümünde yazar, Anadolu'yu, Balkanlar'ı, Kahire'yi, kimi adaları dolaşarak incelediği örneklerin yaşlarının 100-200 yıl arasında olduğunu saptar ve bu örneklerde Doğu Anadolu'dan Yugoslavya'ya dek benzer ilkeler bulunmasının rastlantı olmadığını söyler. Anadolu'daki değişik uygarlıkları birleştiren Osmanlı yönetimidir yazara göre. Böylece Makedonya ile Kuzey Mezopotamya'da ev kültürünü birbirine benzeştiren temeli Osmanlı'nın yönetimi altındaki dil, din, ayrımlarını aşıp ortak bir pazar birliği, yaşama kültürü oluşturma becerisine bağlar. Yazar, incelediğim evler diyor, doğayla savaşmadan ona uyuyor, doğanın kan dolaşımı içinde kalıyor. Bu evi yaratan insan, evreni kendisi için yaratılmış düşünmüyor. Kendini onlarla birlikte var olan biri gibi görüyor. Kuşlara da ev düşünüyor. Konu komşuya gösterişi, tekebbürü ayıp sayıyor ve kokusu giden yemekten bir kap da komşuya gönderiyor. Çünkü ev almıyor, komşu alıyor. Bütün evler gün doğusuna bakıyor. İzmir evlerinin cumbaları diyor yazar, kışın ısı kaynağı ve yazın ısıyı yalıtıcıdır. Yani en az erke (enerji) tüketilen evlerdir. Batılıların 'eco mimarlık' dediği şeydir. Yerleşmede topografyaya uyuluyor. Kimse kimsenin içine bakmıyor. Kimse kimsenin havasını, güneşini, göz hakkını (bakışını) kesmiyor. Kimse kimseyi kirletmiyor. Bu evlerin en önemli özelliklerinden biri de diyor, tasarlanmaların içten başlaması ve dışa genişlemesidir. Enfüsten afâka. Önce işlev çözümleniyor. Bir de tutumluluktan bahsediyor. Genellikle iki ya da üç çekirdek aileyi (ana- baba, oğul- gelin, kız- damat) barındıran bu ev; iyi belirlenmiş, mahremiyete halel getirmeden ortak kullanımlar, alanlar açıyor. Bütün gün kullanılmayan, kilitli tutulan bir oylum bulunmuyor bu evlerde.
MİSAFİR ODALARI YOKTU
Günümüz misafir odası algısına izin verilmiyor. Çamaşır yıkama, hamam, mutfak işleri ortak çözülüyor. Kollektif yaşam tutumluluk zihni ile inşa ediliyor. Yağmurun damlası bile boşa gitmiyor, bacadan çıkan duman bile sıcaklığından yararlanılmadan havaya bırakılmıyor. Gerekmeyen yerde çivi kullanılmıyor. Uzak yerlerden inşaat malzemesi de getirilmiyor, çevrenin gereçlerinden ev yapılıyor. Evler birim birim büyüyebiliyor ya da sonradan bölünebiliyor. Bektaş, eski evler bölünerek ayakta kalmayı başardı diyor; hadi yeni apartman dairelerini ikiye üçe bölün. Bölemezsiniz. Bu ilkelerin yoksul ya da varlıklı kişilerin evlerinde geçerli olduğunu söylüyor Bektaş. Kitabın sonunda ise yeni kent uygulamalarının yaşama kültürünü bırakmadığından şikayet ediyor. Yalnızca para amaçlı uygulamalar sosyal yapıya zarar vermektedir, diyor. Yazara göre bu aşamada bir hesaplaşma yapmak kaçınılmaz. Kitap zengin fotoğraf, kroki, çizim, detay malzemeleriyle Türk Evi'ni görsel olarak da gün yüzüne çıkarıyor.
Lütfi Bergen
twitter.com/Lutfibergen1
Cengiz Bektaş'ın Türk Evi kitabı, yazarın 'ev' kültürünü tanıyabilmek için Anadolu'da yaptığı gezilerden birinde Antalya'da 80'lik ustaya 'Yapılacak işi nasıl tasarlardınız?' sorusuna aldığı cevapla başlıyor. Ustanın verdiği cevaptan anlıyoruz ki, Antalya yöresinde eğer bir kişi ev yaptırmaya karar verdiyse sora araya bulduğu ustanın evine önce bir çuval buğday gönderirmiş. Usta böylece o kişinin kendisine ev yaptırmak istediğini anlarmış. Usta işi yapmaya gönlü varsa buğdayı alıkoyarmış. Böylece iki aile arasında gidip gelmeler başlar ve usta aileyi iyice tanımak istermiş. İş verenin hali vakti yerinde mi, çocuğu var mı, daha olacak mı; bunları öğrenirmiş. İşveren de ustaya isteklerini bildirir, kimi isteklerini de bildiği bir örneğin yanına götürüp göstererek anlatırmış. Cengiz Bektaş, ustaya 'Ya kötü bir şey gösterirse?' diye sorduğunda aldığı cevaba şaşırıyor: 'Göstereceği kötü bir şey yoktu ki.'
Geleneği ve kültür birikimini anlatan bu cevap bir bakıma mesleği meşk eden ustaların bilgisini üniversal kent ve konut ideolojisine dair akademik, disipliner, hesap- kitapçı bilgisinden ayrıştırıyor, irfana dönüştürüyor ve kitabın adı olan Türk Evi'nin hususi değerlerini de ortaya çıkarıyor. Cengiz Bektaş'ın Türk Evi hakkında yazdıkları bu evin Kuzey Mezopotamya (Çayönü), Orta Anadolu (Aşıklı Höyük), Çatalhöyük, Denizli- Çivril (Beycesultan), Likya gibi örnekleri esas aldığı fikrine bağlanıyor. Böylece anlıyoruz ki Priene'nin avlulu ev hayatı geleceğin Türk evine esin kaynağı olmuştur. Çayönü evlerinin yerden biraz kaldırılarak altının havalandırılması, nemden korunmayı amaçlayan teknikleri geleceğin evlerine örnek olmuştur. Bektaş'a göre kamışlardan örülmüş kulübe duvarlarının deri ya da postla değil de killi çamurla sıvanması da 9.500 yıl kadar önce Çayönü'nde (Diyarbakır- Ergani arasında) gerçekleşiyor. Kimi araştırmacılara göre bu yöntemle ilk evi kadın yapmıştır. Zaten şunu kim inkâr edebilir: Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın erkeğin vatanıdır. Bektaş, avlulu evin bir açıdan evin içinin kadın, sokağın-kentin erkek olarak ayrımını oluşturduğunu işaret eder ama başka bir açıdan da avlu sayesinde 'evin içi'ne güneşin, bahçenin katıldığı yorumunu getirir. Bu ikinci yorum kadının kent mekânında kullanım alanını arttıran, 'saklı bahçe'sini genişleten bir yorumdur da sanırım. Hafta sonlarında ağaç altı bulabilmek için kentten kilometrelerce uzaklara kendini atan insana, evinin yanıbaşında yer tahsis etmektir. Roma, ne kadar bastırırsa bastırsın Anadolu'yu Latinleştiremiyor diyor Bektaş. Türklerin Anadolu'ya gelişi ile mimarlar, yapıcılar işlerini yapmayı sürdürdüler; kimileri Müslüman oldular, adlarını değiştirdiler, işlerini değiştirmediler.
EVİMİZ HAYATIMIZDIR
Bektaş bu noktadan sonra her ne kadar Türk Evi demiş olsa da onun Yunanistan'da Yunanistan Evi, Makedonya'da Makedonya Evi, Filibe'de Bulgaristan Evi denileceğini söylüyor. Bu tıpkı 'Üsküdar'a Gider İken' ezgisinin Midilli'de, Arnavutluk'ta, Makedonya'da Sırbistan'da hem de 'Bizim dinsel ezgimiz' denilerek sahiplenilmesi gibidir. Kitabın İlkeler başlıklı bölümünde yazar, Anadolu'yu, Balkanlar'ı, Kahire'yi, kimi adaları dolaşarak incelediği örneklerin yaşlarının 100-200 yıl arasında olduğunu saptar ve bu örneklerde Doğu Anadolu'dan Yugoslavya'ya dek benzer ilkeler bulunmasının rastlantı olmadığını söyler. Anadolu'daki değişik uygarlıkları birleştiren Osmanlı yönetimidir yazara göre. Böylece Makedonya ile Kuzey Mezopotamya'da ev kültürünü birbirine benzeştiren temeli Osmanlı'nın yönetimi altındaki dil, din, ayrımlarını aşıp ortak bir pazar birliği, yaşama kültürü oluşturma becerisine bağlar. Yazar, incelediğim evler diyor, doğayla savaşmadan ona uyuyor, doğanın kan dolaşımı içinde kalıyor. Bu evi yaratan insan, evreni kendisi için yaratılmış düşünmüyor. Kendini onlarla birlikte var olan biri gibi görüyor. Kuşlara da ev düşünüyor. Konu komşuya gösterişi, tekebbürü ayıp sayıyor ve kokusu giden yemekten bir kap da komşuya gönderiyor. Çünkü ev almıyor, komşu alıyor. Bütün evler gün doğusuna bakıyor. İzmir evlerinin cumbaları diyor yazar, kışın ısı kaynağı ve yazın ısıyı yalıtıcıdır. Yani en az erke (enerji) tüketilen evlerdir. Batılıların 'eco mimarlık' dediği şeydir. Yerleşmede topografyaya uyuluyor. Kimse kimsenin içine bakmıyor. Kimse kimsenin havasını, güneşini, göz hakkını (bakışını) kesmiyor. Kimse kimseyi kirletmiyor. Bu evlerin en önemli özelliklerinden biri de diyor, tasarlanmaların içten başlaması ve dışa genişlemesidir. Enfüsten afâka. Önce işlev çözümleniyor. Bir de tutumluluktan bahsediyor. Genellikle iki ya da üç çekirdek aileyi (ana- baba, oğul- gelin, kız- damat) barındıran bu ev; iyi belirlenmiş, mahremiyete halel getirmeden ortak kullanımlar, alanlar açıyor. Bütün gün kullanılmayan, kilitli tutulan bir oylum bulunmuyor bu evlerde.
MİSAFİR ODALARI YOKTU
Günümüz misafir odası algısına izin verilmiyor. Çamaşır yıkama, hamam, mutfak işleri ortak çözülüyor. Kollektif yaşam tutumluluk zihni ile inşa ediliyor. Yağmurun damlası bile boşa gitmiyor, bacadan çıkan duman bile sıcaklığından yararlanılmadan havaya bırakılmıyor. Gerekmeyen yerde çivi kullanılmıyor. Uzak yerlerden inşaat malzemesi de getirilmiyor, çevrenin gereçlerinden ev yapılıyor. Evler birim birim büyüyebiliyor ya da sonradan bölünebiliyor. Bektaş, eski evler bölünerek ayakta kalmayı başardı diyor; hadi yeni apartman dairelerini ikiye üçe bölün. Bölemezsiniz. Bu ilkelerin yoksul ya da varlıklı kişilerin evlerinde geçerli olduğunu söylüyor Bektaş. Kitabın sonunda ise yeni kent uygulamalarının yaşama kültürünü bırakmadığından şikayet ediyor. Yalnızca para amaçlı uygulamalar sosyal yapıya zarar vermektedir, diyor. Yazara göre bu aşamada bir hesaplaşma yapmak kaçınılmaz. Kitap zengin fotoğraf, kroki, çizim, detay malzemeleriyle Türk Evi'ni görsel olarak da gün yüzüne çıkarıyor.
Lütfi Bergen
twitter.com/Lutfibergen1
18 Mayıs 2015 Pazartesi
Düşüncenin patikalarında yol almak
Ali Ömer Akbulut’un, Asa Kimin Elinde kitabı şiir üzerine yazılardan oluşuyor. 110 sayfa boyunca şiir ve şair olmaklığın, düşüncenin patikalarında yol alıyor; modernitenin kulelerini rahmani kelimelerin gizlerini; şairlerin, filozofların, tarihin ve güncelin rehberliğinde şerh ediyor.
Şubat ayında, Şule Yayınları etiketiyle çıkan kitap “Asa Kimin Elinde” ve "Eleştiri Melektir” başlıklı iki bölüme ayrılmış. Ancak yazıları, bir bütünün parçaları olarak görmek daha doğru olur. Zira iç içe geçmiş monologlarda Akbulut, şiir macerasını kitabın her yerinde başka kuklalarla oyuna sokuyor. Kimi zaman şiirin sarp kıyılarını yazılarının dilinde bir keskinlik suretinde görüyoruz. Ancak dilindeki şiirsellik ise bir dezavantaj değil, aksine düşüncenin boyutlarında girift şekillere bürünüyor. Böylelikle kimi zaman bir satıra takılıp yazarla birlikte -benim yaptığım gibi- bir minibüsün camından şehrin kalabalıklarına dalabilir, bir sorgudan başka bir sorguya dönerken yorgun düşebilirsiniz. Zaten yazar da şiirin bir yol olduğundan bahsedecektir az sonra: “Şiir ölümlüler için dönüş yoludur; yeryüzünde bir yaşam sürdürmeyi mümkün kılmak için. Şiir açıklıktan gelen, düşünce açıklığa yol alan [ya açıklıkta gizlenen] bir patikadır.”(s. 24)
Kitapta sık sık Zarifoğlu’na rastlamak…
Hölderlin’in kederli ve anlaşılmamış –anlaşılmayınca delidir her şey, özellikle şey, evet- çıktığı yol, kıvrılarak Zarifoğlu’nun “Dokunmayın Şiire” diye daldığı mahalleye çıkıyor: “Gelirken savaşçı gibi gelmiştir; yenik değildir dönerken; küçük bir filozof olmuştur. Cahit Zarifoğlu’dur bu. Hiç büyümez bu çocuk, hiç terk etmez onu; yaşamak arzusunun önüne geçerek, bütün geleceğini açlıkla ondan önce yaşayıp bitirerek.”(s. 19)
Bir başka yerde “…içe dönük, kendi üzerine kurulan/ yıkılan bir şiir söylemez o.”(s. 92) diye işaret ettiği de Zarifoğlu’nun ta kendisidir.
Akbulut, başka bir bakışla merkez-taşra ilişkisinde şiirin yerini sorguluyor, kendisi haddi olmadığını iddia etse de aslında “şiirin topografyası”nı belirlemenin kimi yeni sorgularla mümkün olacağı fikri aşikârdır ve bu fikre katılmamak elde değil. Merkezi elinde tutan hâkim söylemin “şiirin neliğiyle ilgili, şiirin özünü asla tartışmaya, aramaya açmayan öngörüsü/ propagandasıyla” oluşan şiirin ne olduğu sorgusunun imkânsızlığı iddiaları aslında bir merkez olduğu tezini de çürütüyor, diyecek denli düşüncemizi havalandıran söylemlere giriyor yazar.
“Baş Göz Üstüne” yazısında ise “kelime”nin kökeninden yola çıkıyor, çok garip yerlere varıyor, ama nasılsa kaybolmuyoruz. Tekno-bilimle doğan “stratejik şairlik”ten bahsediyor; bu doğumun vahametinden… Bu uzun yazıda, bir öngösterime sığmayacak denli ilginç tespitler var, bir yerden sonra görsel şiirle ilgili cümleler paragraflara evriliyor… Bununla beraber iki uzun yazı daha; “Karga için İade-i İtibar” ve “Asa Kimin Elinde” yazıları kitabın ağırlık noktasını oluşturuyorlar. İbni Arabi’den Mantıku’t-Tayr’a, Octavia Paz’dan Derrida’ya kadar pek çok ilginç karakteri olan Asa Kimin Elinde bizi zorluyor; şiir hakkında ve ezberler hakkında düşünmeye zorluyor. Yazar kendi soru(n)larına bizi de dahil ediyor. Bilhassa “şairin gecekondusu yok artık” diye başlayan “Asa Kimin Elinde” yazısında şiir ve şairin üzerinden modern zaman taşlaması yapıyor ki bu asla eski sevicilik değil, önce de değindiği “stratejik şairlik” ve görüntüsevicilik eşelemesi daha çok…
Hâsılı, Ali Ömer Akbulut, Asa Kimin Elinde kitabında, şiir için, şiirin içinden; şaire ve okura bir şeyler anlatmak niyetinde. Bütün o sayfaların sonunda klasik dönemden günümüze, şiir üzerine az da olsa -belki de bakılacak-okunacak ne çok şey var türevinden- bir şeyler ele geçmiş oluyor…
Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan
* Bu yazı daha önce Hece Dergisi'nin 220. sayısında yayımlanmıştır.
Şubat ayında, Şule Yayınları etiketiyle çıkan kitap “Asa Kimin Elinde” ve "Eleştiri Melektir” başlıklı iki bölüme ayrılmış. Ancak yazıları, bir bütünün parçaları olarak görmek daha doğru olur. Zira iç içe geçmiş monologlarda Akbulut, şiir macerasını kitabın her yerinde başka kuklalarla oyuna sokuyor. Kimi zaman şiirin sarp kıyılarını yazılarının dilinde bir keskinlik suretinde görüyoruz. Ancak dilindeki şiirsellik ise bir dezavantaj değil, aksine düşüncenin boyutlarında girift şekillere bürünüyor. Böylelikle kimi zaman bir satıra takılıp yazarla birlikte -benim yaptığım gibi- bir minibüsün camından şehrin kalabalıklarına dalabilir, bir sorgudan başka bir sorguya dönerken yorgun düşebilirsiniz. Zaten yazar da şiirin bir yol olduğundan bahsedecektir az sonra: “Şiir ölümlüler için dönüş yoludur; yeryüzünde bir yaşam sürdürmeyi mümkün kılmak için. Şiir açıklıktan gelen, düşünce açıklığa yol alan [ya açıklıkta gizlenen] bir patikadır.”(s. 24)
Kitapta sık sık Zarifoğlu’na rastlamak…
Hölderlin’in kederli ve anlaşılmamış –anlaşılmayınca delidir her şey, özellikle şey, evet- çıktığı yol, kıvrılarak Zarifoğlu’nun “Dokunmayın Şiire” diye daldığı mahalleye çıkıyor: “Gelirken savaşçı gibi gelmiştir; yenik değildir dönerken; küçük bir filozof olmuştur. Cahit Zarifoğlu’dur bu. Hiç büyümez bu çocuk, hiç terk etmez onu; yaşamak arzusunun önüne geçerek, bütün geleceğini açlıkla ondan önce yaşayıp bitirerek.”(s. 19)
Bir başka yerde “…içe dönük, kendi üzerine kurulan/ yıkılan bir şiir söylemez o.”(s. 92) diye işaret ettiği de Zarifoğlu’nun ta kendisidir.
Akbulut, başka bir bakışla merkez-taşra ilişkisinde şiirin yerini sorguluyor, kendisi haddi olmadığını iddia etse de aslında “şiirin topografyası”nı belirlemenin kimi yeni sorgularla mümkün olacağı fikri aşikârdır ve bu fikre katılmamak elde değil. Merkezi elinde tutan hâkim söylemin “şiirin neliğiyle ilgili, şiirin özünü asla tartışmaya, aramaya açmayan öngörüsü/ propagandasıyla” oluşan şiirin ne olduğu sorgusunun imkânsızlığı iddiaları aslında bir merkez olduğu tezini de çürütüyor, diyecek denli düşüncemizi havalandıran söylemlere giriyor yazar.
“Baş Göz Üstüne” yazısında ise “kelime”nin kökeninden yola çıkıyor, çok garip yerlere varıyor, ama nasılsa kaybolmuyoruz. Tekno-bilimle doğan “stratejik şairlik”ten bahsediyor; bu doğumun vahametinden… Bu uzun yazıda, bir öngösterime sığmayacak denli ilginç tespitler var, bir yerden sonra görsel şiirle ilgili cümleler paragraflara evriliyor… Bununla beraber iki uzun yazı daha; “Karga için İade-i İtibar” ve “Asa Kimin Elinde” yazıları kitabın ağırlık noktasını oluşturuyorlar. İbni Arabi’den Mantıku’t-Tayr’a, Octavia Paz’dan Derrida’ya kadar pek çok ilginç karakteri olan Asa Kimin Elinde bizi zorluyor; şiir hakkında ve ezberler hakkında düşünmeye zorluyor. Yazar kendi soru(n)larına bizi de dahil ediyor. Bilhassa “şairin gecekondusu yok artık” diye başlayan “Asa Kimin Elinde” yazısında şiir ve şairin üzerinden modern zaman taşlaması yapıyor ki bu asla eski sevicilik değil, önce de değindiği “stratejik şairlik” ve görüntüsevicilik eşelemesi daha çok…
Hâsılı, Ali Ömer Akbulut, Asa Kimin Elinde kitabında, şiir için, şiirin içinden; şaire ve okura bir şeyler anlatmak niyetinde. Bütün o sayfaların sonunda klasik dönemden günümüze, şiir üzerine az da olsa -belki de bakılacak-okunacak ne çok şey var türevinden- bir şeyler ele geçmiş oluyor…
Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan
* Bu yazı daha önce Hece Dergisi'nin 220. sayısında yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)