Unutma Beni orijinal adıyla ‘Still Alice’ ilk basımı Şubat 2015’te Artemis Yayınları tarafından yapılan bol ödüllü bir roman. Yazar Lisa Genova’nın ‘New York Times’ listelerinde haftalarca zirvede kalmayı başarmış olan kitabı aynı zamanda beyazperde uyarlamasında da oldukça önemli başarılar elde etti. Kitabın ana karakteri Alice Howland’ı canlandıran başarılı oyuncu Julianne Moore bu rol sayesinde Altın Küre ve Oscar ödüllerinde ‘En iyi kadın oyuncu’ dalında verilen heykelcikleri evine götürmeyi başardı.
Gelelim kitaba, Unutma Beni tür olarak bir dram metni ancak okuru körü körüne karamsarlığa sürüklemeyen türden bir dram. Hikâyenin dramatikliğini yan öğelerde bekletilen umut ve neşe kırıntılarıyla dengeleyebilen usta işi bir yazım örneği. Harvard Üniversitesinde Bilişsel Psikoloji Profesörü olan Alice Howland ellinci yaşında aniden artan hafıza problemleri yüzünden gündelik hayatında çeşitli zorluklarla yüzleşmeye başladığı an çıkış kapısı açılan roman yol boyunca sakin huzurlu ve etkileyici bir manzara sunuyor.
Evinin adresini kaybeden, anlatacağı dersin konusunu unutan, 25 senedir yaptığı yemeğin tarifini bir türlü hatırlayamayan Alice’e konulan ‘erken demans’ (Başlangıç seviyesinde alzheimer) teşhisi ile birlikte hikaye de kendi teşhislerini koymak için harekete geçiyor. Yazarın yavaş yavaş konunun çatısı altına dahil ettiği sosyal, psikolojik, toplumsal ve bireysel sorgulama pratikleri okuyucuyu yormadan Alice karakteriyle beraber kendilerine dönmelerini amaçlıyor. Alice’e Alzheimer teşhisinin konulduğu 2003 yılından başlayıp 2005’e dek geçen sürede yaşananalar kapsayan kitap aynı zamanda bir öğretici olma niteliği taşıyor. Unutma Beni toplumun ileri yaşın normal bir getirisi olarak kanıksadığı Alzheimer hastalığının çarpıcı gerçekliklerini Alice ve ailesinin canını yakarak okuyucuya öğretiyor.
Unutma Beni’yi okur kanaatinde bu kadar değerli kılan belki de en önemli özellik merak duygusunu 328 sayfa boyunca canlı tutmayı başarması. Kitaba başlayan okur sayfaların kenarlarında gördüğü kelebeklere takılıyor, kelebekler sayfalar ilerledikçe olayların içinden okurun kalbine doğru usul usul uçuyor. Kelebek Unutma Beni’nin olay örgüsündeki önemli bir imge. Alice’in hafızası iyiyken bilgisayarında oluşturduğu ve hafızası tamamen kötüleşince açıp içindeki talimatları uygulamaya söz verdiği kelebek dosyasının akıbeti hikaye sonuna dek saklı tutuluyor.
"Sevgili Alice, bu mektubu aklın yerindeyken kendine yazdın. Bunu okuyor ve aşağıdaki sorulardan birini ya da daha fazlasını cevaplayamıyorsan aklın artık yerinde değil demektir. Bilgisayarındaki ‘kelebek’ isimli klasörü aç ve içindeki talimatları uygula."
*Hangi aydasın?
*Nerede yaşıyorsun?
*Ofisin nerede?
*Anna’nın doğum günü ne zaman?
*Kaç çocuğun var?
İkisi kız, biri erkek üç yetişkin çocuğu olan Alice karakterinin hastalığının aile ilişkilerine yaptığı etkilere de eğiliyor yazar. Alice’in hastalığın başlangıç evrelerinden son evrelerine kadar eşi ve çocuklarıyla yaşadığı çatışmalar, aile içi desteğin önemi, eşler arasındaki sevgi bağının gücü, en önemlisi ‘sadakat’ gibi başlıklar sorgulanıyor. Güçlü, kendinden emin, başarılı bir üniversite profesörünün bir anda yapayalnız kalıp tutunmaya çalıştığı tek dalları olan aile üyelerinin kırılma noktalarına hassasiyetle yaklaşan Genova, alzheimer konusundan yola çıkıp aile içi ilişkilerin modern toplumlardaki samimiyetini de inceliyor.
Son noktada aslında bireysellikten kuvvet alan toplumsal bir roman Unutma Beni, çünkü Alice Howland’ın yaşadığı durum kitabı okuyan herkesin benim de başıma gelebilir demesine neden oluyor. Alice’in iç konuşmaları, zihniyle mücadelesi, anılarına ailesine ve yaşama tutunma mücadelesi ister istemez okuyanın içinde bir yerlerde bir takım telleri tıngırdatıyor.
"Bir zamanlar aklın dili nasıl kullandığını biliyor, bildiğimi başkalarına aktarabiliyordum. Çok şey bilen biriydim. Artık kimse benden görüş ya da tavsiye istemiyor. Bunu özlüyorum. Eskiden meraklı, bağımsız ve kendimden emindim. Bir şeylerden emin olmayı özlüyorum. Hiçbir zaman, hiçbir şeyden emin olamayınca, huzur diye bir şey kalmıyor. Her şeyi kolayca yapmayı özlüyorum. Olan bitenlerin bir parçası olmayı özlüyorum. İstendiğimi hissetmeyi özlüyorum. Hayatımı ve ailemi özlüyorum. Hayatımı ve ailemi çok seviyorum."
Alice’in kendi iç konuşmalarından bir alıntı olan bu paragraf aslında tüm kitabın özeti niteliğini taşıyor. Unutma Beni samimi, hüzünlü ama asla karamsar olmayan bir kitap. Umut etmeye, yaşamaya, yaşama sevgisine dair güzel bir şeyler okumak isteyen anıları için mücadeleye hazır olan herkese...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
8 Mart 2015 Pazar
26 Şubat 2015 Perşembe
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz
"Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir."
- Jean Baudrillard
Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.
Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).
Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.
Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…
Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır.
“Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!”
Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin eşitlik söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, sanati devrimi sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, "Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyaç duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53).
“Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”
Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.
“Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.”
Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.
Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir.
“Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir. ”
Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.”
Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır. Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir? Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:
“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”
Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.
“Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.”
Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur. Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.
Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir. Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.
Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.
Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.
Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:
“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.”
Sinem Güdüm
* Bu yazının tamamı daha önce ecotopianetwork'te yayımlanmıştır.
- Jean Baudrillard
Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.
Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).
Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.
Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…
Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır.
“Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!”
Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin eşitlik söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, sanati devrimi sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, "Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyaç duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53).
“Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”
Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.
“Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.”
Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.
Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir.
“Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir. ”
Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.”
Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır. Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir? Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:
“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”
Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.
“Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.”
Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.
Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur. Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.
Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir. Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.
Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.
Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.
Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:
“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.”
Sinem Güdüm
* Bu yazının tamamı daha önce ecotopianetwork'te yayımlanmıştır.
25 Şubat 2015 Çarşamba
İstirham eden bir katil: Haydar Bey
Altay Öktem'in adını duymuş olan herhangi birinin ne kadar
üretken olduğunu bilmemesine imkân yok. Sürekli üretir, yeni bir şeyler yapar,
adının nereden karşınıza çıkacağı belli olmaz, fanzin dostudur. Aynı zamanda da
doktordur kendisi.
Yakın zamanda kitabının çıktığını öğrenince o kadar
heyecanlandım ki, okumakta kararsız kaldım ya hayal kırıklığına uğrarsam diye.
Ama yine beni şaşırtmadı. Kitabı bir solukta okuduğumu söylersem abartmış olmam
sanıyorum.
“Bu kitapta anlatılanlardan dolayı hepinizden özür diliyorum.
Ama unutmayın: Haydar Bey’in hayatına giren insanlardan biri, sizin anneniz,
babanız, dedeniz ya da uzak bir akrabanız olabilir. Paniğe kapılmayın. Sakin
olun ve ipuçlarını yakalamaya çalışın” diyor Altay Öktem kitabın kahramanı
için.
Peki kim bu Haydar Bey? Günlük hayatta karşılaşsanız,
"ne kibar bir adam" diyeceğiniz, kendisi kadar ilginç bir kedi
besleyen, takvim kâğıtlarından hayat hikâyesini inşa eden, bikini giymeyi çok
seven, bazen sapık, genellikle de katil bir beyefendi kendisi. İşten
çıkarılması ve sonrasında bu çıkarılma meselesinin halledilmesiyle başlıyor
hikâyesi. Cinayeti hayatın doğal akışında sıradan bir eylemmiş gibi
işleyen, polise ihbar edilmeyince hapse girmediği için değil, elindeki son
cesedi parçalamak zorunda kalmadığı için sevinen soğukkanlı bir ruh
hastası.
Kitabı okurken çoğu yerde kahkahalarla güldüm, çoğu yeri
midem kaldırmadığı için hızla okumaya çalıştım, zaman zaman gerildim, ama
kitabı bitirdikten sonra bir süre üzerine düşündüğümde kitabın çok daha büyük
bir derdi olduğunu fark ettim. Haydar Bey, özellikle son zamanlarda artan
haberlerde gördüğümüz katiller gibi bir cani belki de. Ama "hasta bu adam,
sorunlu" deyip geçemiyorsunuz. Altay Öktem bunu yapmanıza izin vermemek
için ince ince dokumuş Haydar Bey'in geçmişini. Babasından gördüğü muamele,
uğradığı taciz, şahit olduğu haksızlıklar. Yakın çevresinden başlayarak toplum
itinayla bir katil yaratmış. Ama bunu o kadar bilindik, her gün duyduğumuz
şekillerde yapmış ki, Haydar Bey için birini öldürmek önemsiz bir hale gelmiş.
Sıradanlaşmış. Şimdi bizim toplumu düşünün. Ya da toplumu boş verin, ilk
öldürülme haberi duyduğunuz anla birkaç gün içinde çok sayıda cinayeti bir anda
duyduğunuz zamanki tepkilerinizi düşünün. Gittikçe sıradanlaşıyor. Gittikçe
şaşırmıyoruz. Aynı derecede üzülüyoruz belki ama tepkimizin gücü gitgide
azalıyor. İşte Haydar Bey, bu normalleşmenin bir katilde vücut bulmuş
hali.
Peki ya "O Adam"ın oğlu ne yapacak? Farklı bir
hayat sürme ihtimali ne? Haydar Beylerin soyunun tükendiği bir an gelecek
mi?
Ümran Kio
24 Şubat 2015 Salı
Aşksız meşk, meşksiz musiki olmaz
"Okumakla yazmakla olmaz tâ üstaddan görmeyince."
- Âşık Paşa
Fütüvvet, ahî teşkilatı ve esnaf dediğimiz zaman yalnız meslek erbaplarından ve onların ticari ilişkilerinden bahsetmiş olmayız. Ahîlik; esnafın gelişim göstermesini sağlayan kuru bir süreç değil; iyi ahlakın ve kardeşliğin fasılasız sürmesi için meydana gelmiş bir kültürdür. Fütüvvet, bu kültürün geçmişi ve dahi okuludur. Fetâ; yiğit, fütüvvet ise yiğitlik demektir. Günümüz mesleki gelişim kurslarına baktığımızda yiğitlik üzerine bir şey verilmediğini görürüz. Oysa fütüvvet teşkilatları önce yiğitliği, dürüstlüğü, paylaşmayı, kısacası kardeşliği kazandırır. Kime? Tüm meslek erbaplarına, zanaatkârlara ve dolayısıyla esnaf birliklerine. Esnaf, bu okul ve kültürle birlikte bir usta-çırak ilişkisi geliştirmiştir. Bu öyle bir ilişkidir ki sadece ticaretimizde değil; mahalle kültüründen musiki kültürümüze kadar çok geniş bir sahada asırlar boyunca aynı disiplinin sürmesini sağlamıştır. Musikimiz bu disiplinle öğretim aşamasını kurmuş ve intikal imkanı elde etmiştir. Usta-çırak ilişkisi, musikimizin tek ve vazgeçilmesi mümkün olmayan, vazgeçilmesi dahilinde değer kaybına uğratacak ve hatta unutulmasına sebep olacak bir ilişkidir. İşte Cem Behar'ın Klasik Türk Müziği üzerine yaptığı çok ciddi araştırmalardan biri olan "Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı / Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal", bu ilişkilerden yola çıkarak müziğimizin yegane öğretim tekniğine ışık tutuyor: meşk. Cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar musikimizde hâlâ bir öğretim tekniği olarak gücünü koruyan meşkten artık herkes bihaber. Bu kültürü devam ettiren kişi yahut kurumlar olmasa ayakta kalacak pek bir yanının kalmadığını da belirtmek gerekir.
Meşkte usta-çırak yahut hoca-öğrenci ilişkisi esastır. Bu yöntemle birlikte asırlar boyunca ses veya saz öğrenimi, eser dağarcığı gelişimi, eserlerin repertuarının kuşaktan kuşağa intikal etmesi, icra üsluplarının şekillenmesi sağlanmıştır. Klasik müziğimizin eğitim tekniğini merak ettiğimizde karşımıza meşkten başka bir şey çıkmaz. Birçok bestekarımız, hatıralarında ciddi biçimde bu konu üzerinde durmuştur ve kaybolmaması gerektiğini özellikle belirtmiştir. Meşkin neler sağladığını Behar kitabın önsözünde şöyle özetliyor: "Bundan yetmiş seksen yıl öncesine kadar geleneksel Osmanlı/Türk musıkisinin öğretimi ve aktarımı bütünüyle meşk adı verilen yönteme dayanırdı. Hem ses veya saz öğrenimi hem de öğrencilerin bir eser dağarcığı edinmeleri, meşk etmekle gerçekleşirdi. Meşkederek müzik öğretmenin ve öğrenmenin basit bir araç, herhangi bir pedagojik yöntem olarak görülmesi eksik ve yanlış olur. Dört buçuk yüzyıllık Osmanlı/Türk musıki geleneğinde meşk sayısız müzisyen kuşakları tarafından bir öğretim yöntemi olarak benimsenmekle kalmamış, aynı zamanda ses ve saz eserleri repertuarının da yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa intikalini sağlamıştır. Bu iki işlevi birbirinden ayırmak imkânsızdır. Meşk bir yandan ses ve çalgı öğretimini ve icra üslûplarını şekillendirmiş, bir yandan da eser repertuarının nesiller boyu aktarımını ve zamanla yenilenip değişmesini sağlamıştır."
Yazar; meşkin sade bir eğitim tekniği olmadığını, toplumun değerlerini ve esaslarını da yönlendirdiğini de açıklıyor. Bu hususta kitapta çok önemli kaynaklardan alıntılar mevcut. Giriş niyetine yine Behar'ın önsözünden aktarıyorum: "Meşkederek müzik öğrenmenin etkisi bununla da kalmamıştır. Geleneksel musıki meşki ve doğurduğu ilişkiler, birçoğu bugün dahi geçerliliğini koruyan bazı temel ahlâki ve estetik değer yargılarının taşıyıcısı olmuştur. Meşk zincirlerinin devamlılığı sayesinde de bu yargılar Türk müziği dünyasına iyice yerleşmiş, bu dünyanın yazılmamış fütüvvetnamesi, anayasası olmuştur. Meşk aslında bütün bir müzik geleneğinin ortak zemini haline gelmiş, kuşakları, bestecileri, icracıları ve icra üslûplarını bir arada tutan ortak bir aidiyet duygusu oluşturmuş, yani bu sanat alanının tümü için hem estetik hem toplumsal bir harç görevini yerine getirmiştir. Bu bakımdan da gereği gibi incelenmesi ve yerli yerine oturtulması Osmanlı’nın kültür tarihi açısından da büyük önem taşır."
Yusuf bin Nizameddin, Edvâr adlı eserinde "Ameli oldur kim bir kâmil üstadın hizmetine varasın şöyle kim kendi okumuştur ve bilmiştir ve işitmiş ve öğrenmiştir. Sana dahi talim ede ve göstere tâ sen dahi üstâd olasın" diyerek meşkin ehemmiyetini intikal boyutunda açıklar. Giovanni Batista Donado; Türk müzik literatürünü derinlemesine anlattığı eseri Della Letteratura De' Turchi'de "Müziği sadece sözlü gelenek olarak bilirler ve sonrakilerin hâfızalarına naklederler" diyerek meşkin ne kadar kuvvetli bir teknik olduğunu vurgular. Hafıza Türklerin musiki eğitimlerinde büyük bir yere sahiptir. Bunu Ignace Mouradgea d'Ohsson, yirmi iki yıllık çalışmasının karşılığı olan Tableau general de l’Empire Ottoman'da "Okudukları ve çaldıkları tüm müzik eserlerini hep hâfızalarına dayanarak bestelerler, ezberden icra ederler ve onları dostlarına veya diğer musıkişinaslara uzun tekrarlar ve alıştırmalar yaparak öğretirler" diyerek harikulade biçimde özetler.
Canan Canbulat ile yaptığı söyleşide, meşkin hiçbir zaman önemini kaybetmeyeceğini yaşayan efsanemiz Alâeddin Yavaşça şöyle özetlemiştir: "Şimdi konservatuarlar belli bir müfredatı olan, yeni düzen içindeki okullardır. Fakat böyle bir düzen meşki reddetmez. Dışarıdan misâl vereyim. Oistrakh'ın talebesi onun gibi keman çalar. Yani meşk büyün dünya için geçerlidir.". Nitekim büyük mevlevî musikişinaslarımızdan kudümzen Sadettin Heper; "Eskiden "fem-i muhsin" dediğimiz, iyi ağızdan öğrenme çabası vardı. Oturur, diz döğe döğe o eserleri meşkederdik." derken, Münir Nurettin Selçuk da ona katılırcasına "Musikimizi layıkıyla terennüm etmek için sâhib-i ehliyet bir ağızdan incelikleriyle meşk ve talim etmek lâzımdır." demiştir.
Cem Behar'ın kitabından okuyunca okuyucu görecektir ki -üzerindeki elbise parçalanıncaya kadar- dizlerini döve döve meşk eden, ritim tutan talebeler ileride birer efsane olacaktır. Yılmadan, sabırla ve en önemlisi de tutkuyla süregelen bu eğitim tekniğini öğrenmek bile kişinin ufkunu açıyor. Klâsik müziğimizin üslûb anlamında en önemli temsilcilerinden biri olan merhum Bekir Sıdkı Sezgin "Türk musikisi kitaptan öğrenilmez" der. Çünkü musikimiz usta-çırak ilişkisine dayanır. Yine üstad Alâeddin Yavaşça'ya dönecek olursak: "Musıki heyecanının, aşkının, hevesinin ve üstün duygularının ve nihayet makbul bir tavrın anahtarı ancak ustadan çırağa tevdi edilir. Başka yol musıki değil, vasıflı veya vasıfsız işçiliktir."
Yakın zaman önce kaybettiğimiz Müzeyyen Senar da 1938-39 yıllarında dönemin okulu sayılan Ankara Radyosu'nda aynı eğitimi görmüştür ve yarım asır sonra bu günlerini şöyle dile getirir: "Bu tip eğitimde çok kere her öğrencinin önüne nota kâğıdı konulduğu ve onun üzerinden çalışıldığı zannedilir. Halbuki öyle değildir. Yani bir şarkı öğreneceğimiz zaman nota hocamızın önünde dururdu. Şarkıyı önce o okur, sonra mısra mısra biz usûl vurarak öğrenmeye başlardık."
Kitaptan son alıntıyı, meşakkat çekmeden musıki öğrenmek isteyen tâliblere (öğrenci) karşı bir tepki örneğiyle yapmak isterim, Tophaneli Sabri Bey (1846-1914) hakkında nakledilmiş: Fener Patrikhanesi'nin bazı mugannilleri, Sabri Bey'den Zaharya'nın bir bestesini geçmek istemişler. Besteyi öğrenecek olan bu Ortodoks kilisenin mugannilerinin, ceplerinden kâğıt kalem çıkararak öğrenecekleri eseri notaya almaya hazırlandıkları gören Sabri Bey, derhal onlara eseri geçmekten vazgeçer ve şöyle der: "Diz döveceksiniz efendiler. Diz dövmedikçe bu iş olmaz, ben de size besteyi geçemem."
Görüldüğü üzere meşkin kökünde aşk yatıyor. Aşk olmadan meşk olmuyor. Dolayısıyla da meşk olmadan musiki de olmuyor, eksik kalıyor, gönlü kırık oluyor. Kırık gönül hafızayı da yıkıp geçiyor, unutuluyor. Müziğimizin kıymetini bilmemiz gerekiyor. Aşk ile meşk ola!
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Âşık Paşa
Fütüvvet, ahî teşkilatı ve esnaf dediğimiz zaman yalnız meslek erbaplarından ve onların ticari ilişkilerinden bahsetmiş olmayız. Ahîlik; esnafın gelişim göstermesini sağlayan kuru bir süreç değil; iyi ahlakın ve kardeşliğin fasılasız sürmesi için meydana gelmiş bir kültürdür. Fütüvvet, bu kültürün geçmişi ve dahi okuludur. Fetâ; yiğit, fütüvvet ise yiğitlik demektir. Günümüz mesleki gelişim kurslarına baktığımızda yiğitlik üzerine bir şey verilmediğini görürüz. Oysa fütüvvet teşkilatları önce yiğitliği, dürüstlüğü, paylaşmayı, kısacası kardeşliği kazandırır. Kime? Tüm meslek erbaplarına, zanaatkârlara ve dolayısıyla esnaf birliklerine. Esnaf, bu okul ve kültürle birlikte bir usta-çırak ilişkisi geliştirmiştir. Bu öyle bir ilişkidir ki sadece ticaretimizde değil; mahalle kültüründen musiki kültürümüze kadar çok geniş bir sahada asırlar boyunca aynı disiplinin sürmesini sağlamıştır. Musikimiz bu disiplinle öğretim aşamasını kurmuş ve intikal imkanı elde etmiştir. Usta-çırak ilişkisi, musikimizin tek ve vazgeçilmesi mümkün olmayan, vazgeçilmesi dahilinde değer kaybına uğratacak ve hatta unutulmasına sebep olacak bir ilişkidir. İşte Cem Behar'ın Klasik Türk Müziği üzerine yaptığı çok ciddi araştırmalardan biri olan "Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı / Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal", bu ilişkilerden yola çıkarak müziğimizin yegane öğretim tekniğine ışık tutuyor: meşk. Cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar musikimizde hâlâ bir öğretim tekniği olarak gücünü koruyan meşkten artık herkes bihaber. Bu kültürü devam ettiren kişi yahut kurumlar olmasa ayakta kalacak pek bir yanının kalmadığını da belirtmek gerekir.
Meşkte usta-çırak yahut hoca-öğrenci ilişkisi esastır. Bu yöntemle birlikte asırlar boyunca ses veya saz öğrenimi, eser dağarcığı gelişimi, eserlerin repertuarının kuşaktan kuşağa intikal etmesi, icra üsluplarının şekillenmesi sağlanmıştır. Klasik müziğimizin eğitim tekniğini merak ettiğimizde karşımıza meşkten başka bir şey çıkmaz. Birçok bestekarımız, hatıralarında ciddi biçimde bu konu üzerinde durmuştur ve kaybolmaması gerektiğini özellikle belirtmiştir. Meşkin neler sağladığını Behar kitabın önsözünde şöyle özetliyor: "Bundan yetmiş seksen yıl öncesine kadar geleneksel Osmanlı/Türk musıkisinin öğretimi ve aktarımı bütünüyle meşk adı verilen yönteme dayanırdı. Hem ses veya saz öğrenimi hem de öğrencilerin bir eser dağarcığı edinmeleri, meşk etmekle gerçekleşirdi. Meşkederek müzik öğretmenin ve öğrenmenin basit bir araç, herhangi bir pedagojik yöntem olarak görülmesi eksik ve yanlış olur. Dört buçuk yüzyıllık Osmanlı/Türk musıki geleneğinde meşk sayısız müzisyen kuşakları tarafından bir öğretim yöntemi olarak benimsenmekle kalmamış, aynı zamanda ses ve saz eserleri repertuarının da yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa intikalini sağlamıştır. Bu iki işlevi birbirinden ayırmak imkânsızdır. Meşk bir yandan ses ve çalgı öğretimini ve icra üslûplarını şekillendirmiş, bir yandan da eser repertuarının nesiller boyu aktarımını ve zamanla yenilenip değişmesini sağlamıştır."
Yazar; meşkin sade bir eğitim tekniği olmadığını, toplumun değerlerini ve esaslarını da yönlendirdiğini de açıklıyor. Bu hususta kitapta çok önemli kaynaklardan alıntılar mevcut. Giriş niyetine yine Behar'ın önsözünden aktarıyorum: "Meşkederek müzik öğrenmenin etkisi bununla da kalmamıştır. Geleneksel musıki meşki ve doğurduğu ilişkiler, birçoğu bugün dahi geçerliliğini koruyan bazı temel ahlâki ve estetik değer yargılarının taşıyıcısı olmuştur. Meşk zincirlerinin devamlılığı sayesinde de bu yargılar Türk müziği dünyasına iyice yerleşmiş, bu dünyanın yazılmamış fütüvvetnamesi, anayasası olmuştur. Meşk aslında bütün bir müzik geleneğinin ortak zemini haline gelmiş, kuşakları, bestecileri, icracıları ve icra üslûplarını bir arada tutan ortak bir aidiyet duygusu oluşturmuş, yani bu sanat alanının tümü için hem estetik hem toplumsal bir harç görevini yerine getirmiştir. Bu bakımdan da gereği gibi incelenmesi ve yerli yerine oturtulması Osmanlı’nın kültür tarihi açısından da büyük önem taşır."
Yusuf bin Nizameddin, Edvâr adlı eserinde "Ameli oldur kim bir kâmil üstadın hizmetine varasın şöyle kim kendi okumuştur ve bilmiştir ve işitmiş ve öğrenmiştir. Sana dahi talim ede ve göstere tâ sen dahi üstâd olasın" diyerek meşkin ehemmiyetini intikal boyutunda açıklar. Giovanni Batista Donado; Türk müzik literatürünü derinlemesine anlattığı eseri Della Letteratura De' Turchi'de "Müziği sadece sözlü gelenek olarak bilirler ve sonrakilerin hâfızalarına naklederler" diyerek meşkin ne kadar kuvvetli bir teknik olduğunu vurgular. Hafıza Türklerin musiki eğitimlerinde büyük bir yere sahiptir. Bunu Ignace Mouradgea d'Ohsson, yirmi iki yıllık çalışmasının karşılığı olan Tableau general de l’Empire Ottoman'da "Okudukları ve çaldıkları tüm müzik eserlerini hep hâfızalarına dayanarak bestelerler, ezberden icra ederler ve onları dostlarına veya diğer musıkişinaslara uzun tekrarlar ve alıştırmalar yaparak öğretirler" diyerek harikulade biçimde özetler.
Canan Canbulat ile yaptığı söyleşide, meşkin hiçbir zaman önemini kaybetmeyeceğini yaşayan efsanemiz Alâeddin Yavaşça şöyle özetlemiştir: "Şimdi konservatuarlar belli bir müfredatı olan, yeni düzen içindeki okullardır. Fakat böyle bir düzen meşki reddetmez. Dışarıdan misâl vereyim. Oistrakh'ın talebesi onun gibi keman çalar. Yani meşk büyün dünya için geçerlidir.". Nitekim büyük mevlevî musikişinaslarımızdan kudümzen Sadettin Heper; "Eskiden "fem-i muhsin" dediğimiz, iyi ağızdan öğrenme çabası vardı. Oturur, diz döğe döğe o eserleri meşkederdik." derken, Münir Nurettin Selçuk da ona katılırcasına "Musikimizi layıkıyla terennüm etmek için sâhib-i ehliyet bir ağızdan incelikleriyle meşk ve talim etmek lâzımdır." demiştir.
Cem Behar'ın kitabından okuyunca okuyucu görecektir ki -üzerindeki elbise parçalanıncaya kadar- dizlerini döve döve meşk eden, ritim tutan talebeler ileride birer efsane olacaktır. Yılmadan, sabırla ve en önemlisi de tutkuyla süregelen bu eğitim tekniğini öğrenmek bile kişinin ufkunu açıyor. Klâsik müziğimizin üslûb anlamında en önemli temsilcilerinden biri olan merhum Bekir Sıdkı Sezgin "Türk musikisi kitaptan öğrenilmez" der. Çünkü musikimiz usta-çırak ilişkisine dayanır. Yine üstad Alâeddin Yavaşça'ya dönecek olursak: "Musıki heyecanının, aşkının, hevesinin ve üstün duygularının ve nihayet makbul bir tavrın anahtarı ancak ustadan çırağa tevdi edilir. Başka yol musıki değil, vasıflı veya vasıfsız işçiliktir."
Yakın zaman önce kaybettiğimiz Müzeyyen Senar da 1938-39 yıllarında dönemin okulu sayılan Ankara Radyosu'nda aynı eğitimi görmüştür ve yarım asır sonra bu günlerini şöyle dile getirir: "Bu tip eğitimde çok kere her öğrencinin önüne nota kâğıdı konulduğu ve onun üzerinden çalışıldığı zannedilir. Halbuki öyle değildir. Yani bir şarkı öğreneceğimiz zaman nota hocamızın önünde dururdu. Şarkıyı önce o okur, sonra mısra mısra biz usûl vurarak öğrenmeye başlardık."
Kitaptan son alıntıyı, meşakkat çekmeden musıki öğrenmek isteyen tâliblere (öğrenci) karşı bir tepki örneğiyle yapmak isterim, Tophaneli Sabri Bey (1846-1914) hakkında nakledilmiş: Fener Patrikhanesi'nin bazı mugannilleri, Sabri Bey'den Zaharya'nın bir bestesini geçmek istemişler. Besteyi öğrenecek olan bu Ortodoks kilisenin mugannilerinin, ceplerinden kâğıt kalem çıkararak öğrenecekleri eseri notaya almaya hazırlandıkları gören Sabri Bey, derhal onlara eseri geçmekten vazgeçer ve şöyle der: "Diz döveceksiniz efendiler. Diz dövmedikçe bu iş olmaz, ben de size besteyi geçemem."
Görüldüğü üzere meşkin kökünde aşk yatıyor. Aşk olmadan meşk olmuyor. Dolayısıyla da meşk olmadan musiki de olmuyor, eksik kalıyor, gönlü kırık oluyor. Kırık gönül hafızayı da yıkıp geçiyor, unutuluyor. Müziğimizin kıymetini bilmemiz gerekiyor. Aşk ile meşk ola!
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
19 Şubat 2015 Perşembe
Geçmişin ve geleceğin reddedildiği topraklar
Fransız felsefeci ve toplumbilimci Jean Baudrillard, Amerika (Amérique) adlı eserini 1986 yılında kaleme alınmıştır. Post modernist bir yaklaşımla kültürleri ele alan Baudrillard, bu eserinde Amerika’yı kıta genelinde değil, Amerika Birleşik Devletleri özelinde incelemeler yapmıştır. Fransızca’dan Türkçe’ye Yaşar Avunç tarafından çevrilmiştir.
Kitabın içindeki bölümler Amerika’nın farklı yerlerine seyahat eden Baudrillard’ın fikirsel yansımalarını aktarması üzerine şekillendirilmiştir. Her bölüm öncesi, o bölümün coğrafyasına ait bir fotoğraf kullanmıştır.
İlk bölüm, yazarı çok etkileyen çölde sonsuzluk hissi veren geniş düzlüklerin konu edildiği Vanishing Point’tir. Yazar burada ilk adımda esere özgünlüğünü kazandıran boyunu izah ediyor. Amerikan kültürünün izlerini filmlerden ya da turistlerin ziyaretine açılmış, bu amaçla yaratılmış ya da yeniden düzenlenmiş yerlerde aramıyor. yazara göre bu alanlar, insanları gerçekten uzaklaştırma illüzyonunu yaratması için tasarlanmış alanlardır. Bunun yerine Baudrillard, kültürü doğal ortamlarda aramaya çalışıyor. Arabasıyla yalnız ilerlediği çöllerde hissettiği sonsuzluktan bahsediyor. Bu his, doğadan çıktığı için kültüre dair fikir verebilir. Bu coğrafya, yani Las Vegas, bir yerde kapitalist çemberlerde üçüncü türden ilişkiler sunarken diğer yandan geniş çöllerde şaşırtıcı şekilde bellek yitimine yol açıyor. O kadar ki birkaç nesil önce ataları Amerikalılar tarafından katledilen Meksikalılar, bugüne gelindiğinde Amerika’yı övmektedirler.
Kitabın ikinci bölümünde Baudrillard, Amerika’nın kalbinin attığı New York’a uzanıyor. New York’u ilk olarak dışsallığıyla ele alıyor. Onun gözünden gökdelenler adeta antik çağlardaki dikilitaşlar gibi yükseliyor. bu bağlamda, New York’u Atina-İskenderiye-Persepolis’in halefi olarak aday gösteriyor ve dünya medeniyetlerinin merkezi olarak tanımlıyor. Avrupalılar karakteristik özellikleri gereği meselelerin üzerinde derin düşünür, büyük sözler ederler. Amerika’da bu derinlik yoktur fakat New York’u ve Los Angeles'ı dünyanın merkezine koyan bu meselelerin hayata geçtiği yer olmalıdır. Fikirlerin hayata geçtiği, hayatın sokağa döküldüğü bir yerdir burası.
İkinci bölümde, yazar Amerika değerlendirmelerinde Avrupa karşılaştırılması yanılgısına düşüldüğünü belirtiyor. Amerikalıların yalnızca Amerikalı olmalarını istiyor diyerek ekliyor: Avrupa yalnızca yasını tuttuğumuz eğretilemenin yok olmasının sevinci. Buradaki bakışıyla Baudrillard, ikisi arasında bir hiyerarşi ilişkisi kurulmasından ziyade, ikisinin ayrı değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Amerika’daki herkes gülümsüyor fakat bu gülümseme kitabın yazıldığı dönemde ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yüzündeki gülümseme kadar sahte. Sanki gülümsemek zorunda oldukları için gülüyorlar ve her yerde yalnızlık var.
Son üç bölümde yazar, özellikle kendi gözlemleri üzerinden türettiği kültürel çözümlemelere yer vermektedir. Amerika’da herkesi mutsuz ve yalnız olduğunu sıkça yineler. Sokakta jogging yapan insanlar bile kendi kıyametlerini çağırmak için kendi kendilerini tüketmek için koşarlar. Kendi kıyametlerinin öncülleridir. Amerika’da her şey boldur ama diğer yandan her yerde her şeyin biriktirilmesi salıverilir. İnsanlar uyarı tabelalarına göre hareket ediyorlar. Sanki özgürlük ülkesindeymiş gibiler ama köşe bucakta tabelalar ve yasal uyarılar var. Bu uyarıları göz ardı ederek yaşamak imkansız. Yaşamak için her şey sizden önce düşünülmüş.
Amerika’da gerçek çok uzakta. Ne geçmiş ne de geleceği olan bu yer her şeyin merkezinde duruyor. Disneyland’ın tek amacı Amerikalılara, "Amerika’nın tamamı Disneyland gibidir" yanılgısını yaratmak içindir. Amerika’nın gücü ütopik yaşamın gerçek olabileceği hissini yaratmakta yatar. Amerika tarihi inkar eden, hatta yok sayan bir medeniyet inşa etmiştir. İnsanları tam da bugünü yaşıyorlar bu yüzden.
Jean Baudrillard, Amerika adlı bu eserinde iki önemli katkı yapıyor. İlki, kültür eleştirilerini şehrin tanınmış mekanlarında değil, geniş alanlara yayılmış coğrafik özelliklerin üzerinden yapıyor. Doğayı dönüştüren insan kültürü de yaratmış oluyor. Amerika’nın geniş düzlükleri ve insanların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde yükselen gökdelenler sonsuzluk hissiyle bütünleşen şimdinin yaşanmasını sağlıyor. Bu uygarlık sanki Atina'dan başlayan antik ruhun günümüzdeki merkezi gibidir. İkinci önemli katkı ise, Baudrillard'ın Avrupalı bir düşünür olmasına rağmen klasik Amerika-Avrupa karşılaştırması yapmaktan itinayla uzak durma çabasıdır. Kitabın genelinde her iki medeniyeti ve kültürü geniş yüreklilikle eleştirir. Amerikalıların günlük ritüelleri birbirine benzer, sahte ve yönlendirilmiştir. Zaman algısı hep bugüne odaklıdır çünkü hem geçmiş hem de gelecek bu topraklarda reddedilmiştir.
dengesizduzenbaz
eksisozluk.com/biri/dengesizduzenbaz
Kitabın içindeki bölümler Amerika’nın farklı yerlerine seyahat eden Baudrillard’ın fikirsel yansımalarını aktarması üzerine şekillendirilmiştir. Her bölüm öncesi, o bölümün coğrafyasına ait bir fotoğraf kullanmıştır.
İlk bölüm, yazarı çok etkileyen çölde sonsuzluk hissi veren geniş düzlüklerin konu edildiği Vanishing Point’tir. Yazar burada ilk adımda esere özgünlüğünü kazandıran boyunu izah ediyor. Amerikan kültürünün izlerini filmlerden ya da turistlerin ziyaretine açılmış, bu amaçla yaratılmış ya da yeniden düzenlenmiş yerlerde aramıyor. yazara göre bu alanlar, insanları gerçekten uzaklaştırma illüzyonunu yaratması için tasarlanmış alanlardır. Bunun yerine Baudrillard, kültürü doğal ortamlarda aramaya çalışıyor. Arabasıyla yalnız ilerlediği çöllerde hissettiği sonsuzluktan bahsediyor. Bu his, doğadan çıktığı için kültüre dair fikir verebilir. Bu coğrafya, yani Las Vegas, bir yerde kapitalist çemberlerde üçüncü türden ilişkiler sunarken diğer yandan geniş çöllerde şaşırtıcı şekilde bellek yitimine yol açıyor. O kadar ki birkaç nesil önce ataları Amerikalılar tarafından katledilen Meksikalılar, bugüne gelindiğinde Amerika’yı övmektedirler.
Kitabın ikinci bölümünde Baudrillard, Amerika’nın kalbinin attığı New York’a uzanıyor. New York’u ilk olarak dışsallığıyla ele alıyor. Onun gözünden gökdelenler adeta antik çağlardaki dikilitaşlar gibi yükseliyor. bu bağlamda, New York’u Atina-İskenderiye-Persepolis’in halefi olarak aday gösteriyor ve dünya medeniyetlerinin merkezi olarak tanımlıyor. Avrupalılar karakteristik özellikleri gereği meselelerin üzerinde derin düşünür, büyük sözler ederler. Amerika’da bu derinlik yoktur fakat New York’u ve Los Angeles'ı dünyanın merkezine koyan bu meselelerin hayata geçtiği yer olmalıdır. Fikirlerin hayata geçtiği, hayatın sokağa döküldüğü bir yerdir burası.
İkinci bölümde, yazar Amerika değerlendirmelerinde Avrupa karşılaştırılması yanılgısına düşüldüğünü belirtiyor. Amerikalıların yalnızca Amerikalı olmalarını istiyor diyerek ekliyor: Avrupa yalnızca yasını tuttuğumuz eğretilemenin yok olmasının sevinci. Buradaki bakışıyla Baudrillard, ikisi arasında bir hiyerarşi ilişkisi kurulmasından ziyade, ikisinin ayrı değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Amerika’daki herkes gülümsüyor fakat bu gülümseme kitabın yazıldığı dönemde ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yüzündeki gülümseme kadar sahte. Sanki gülümsemek zorunda oldukları için gülüyorlar ve her yerde yalnızlık var.
Son üç bölümde yazar, özellikle kendi gözlemleri üzerinden türettiği kültürel çözümlemelere yer vermektedir. Amerika’da herkesi mutsuz ve yalnız olduğunu sıkça yineler. Sokakta jogging yapan insanlar bile kendi kıyametlerini çağırmak için kendi kendilerini tüketmek için koşarlar. Kendi kıyametlerinin öncülleridir. Amerika’da her şey boldur ama diğer yandan her yerde her şeyin biriktirilmesi salıverilir. İnsanlar uyarı tabelalarına göre hareket ediyorlar. Sanki özgürlük ülkesindeymiş gibiler ama köşe bucakta tabelalar ve yasal uyarılar var. Bu uyarıları göz ardı ederek yaşamak imkansız. Yaşamak için her şey sizden önce düşünülmüş.
Amerika’da gerçek çok uzakta. Ne geçmiş ne de geleceği olan bu yer her şeyin merkezinde duruyor. Disneyland’ın tek amacı Amerikalılara, "Amerika’nın tamamı Disneyland gibidir" yanılgısını yaratmak içindir. Amerika’nın gücü ütopik yaşamın gerçek olabileceği hissini yaratmakta yatar. Amerika tarihi inkar eden, hatta yok sayan bir medeniyet inşa etmiştir. İnsanları tam da bugünü yaşıyorlar bu yüzden.
Jean Baudrillard, Amerika adlı bu eserinde iki önemli katkı yapıyor. İlki, kültür eleştirilerini şehrin tanınmış mekanlarında değil, geniş alanlara yayılmış coğrafik özelliklerin üzerinden yapıyor. Doğayı dönüştüren insan kültürü de yaratmış oluyor. Amerika’nın geniş düzlükleri ve insanların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde yükselen gökdelenler sonsuzluk hissiyle bütünleşen şimdinin yaşanmasını sağlıyor. Bu uygarlık sanki Atina'dan başlayan antik ruhun günümüzdeki merkezi gibidir. İkinci önemli katkı ise, Baudrillard'ın Avrupalı bir düşünür olmasına rağmen klasik Amerika-Avrupa karşılaştırması yapmaktan itinayla uzak durma çabasıdır. Kitabın genelinde her iki medeniyeti ve kültürü geniş yüreklilikle eleştirir. Amerikalıların günlük ritüelleri birbirine benzer, sahte ve yönlendirilmiştir. Zaman algısı hep bugüne odaklıdır çünkü hem geçmiş hem de gelecek bu topraklarda reddedilmiştir.
dengesizduzenbaz
eksisozluk.com/biri/dengesizduzenbaz
18 Şubat 2015 Çarşamba
Çanakkale ruhunu hatırlamak için bir çağrı kitabı
"Çanakkale 'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim."
- Julian Corbett (İngiliz Deniz Tarihçisi)
"Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur."
- Ian Hamilton (Çanakkale Müttefik Ordu Komutanı)
Türk tarihinin "geri çekilme" hezimetlerinin en büyüğü şüphesiz ki Balkan Harbi'dir. Tarih boyunca gerek batıya gerek doğuya karşı üstünlüğünü her muharebede göstermiş olan Türk ordusu, Balkan Harbi'nde yaşadıklarından epey ders çıkarmıştır. Bu derslerden biri de muharebe sahasını terk etmemek, terk etme durumunda ise birlik halinde hareket etmektir. Çanakkale'de bu dersi iyi idrak etmiş olan Ezineli Yahya Çavuş, savunduğu tepeye yerleşmeden evvel erlerini şöyle uyarmıştır: "Kardeşlerim, Balkan Savaşları'nda düşmana yüz geri ettik, başımıza neler geldi. Az daha aziz İstanbul'u kaybediyorduk. Sakın ha kaçmayın, düşman yüz geri etmeyin! İlk davrananın vururum. Eğer benim de kalbime korku girecek, ben de kaçacak olursam bana da acımadan vurun! Kaçan kahpedir!"
Ezineli Yahya Çavuş erlerine bir kurşunla iki kişi vurmayı öğütlemiştir. Malum, cephane azdır. Savunduğu Gözcübaba tepesinden ateş kesildiğinde İngiliz General Hunter Weston, bu tepeyi 36 saattir kaç bin Türk askerinin koruduğunu merak ederek soluğu orada alır. Gördüklerine inanamaz. 20.000 İngiliz askerine karşı koyan Türklerin sayısının şehit olanlara bakarak 55-60'ı geçmeyeceğini düşünür. Doğrusu 64 kişidir; 61'i şehit olmuştur, 2 asker ise yaralı çavuşlarını siper gerisine taşımıştır. Lakin Yahya bu, şehit olamadığı için üzülür ve birkaç gün sonra duaları kabul olur. 26 Nisan 1915'te göğüs göğüse bir vuruşmada yanındaki iki cesur erle birlikte şehadet şerbetini içer. Şair Vali Namık Sevik'in 1962 yılında yazdığı Ezineli Yahya Çavuş şiirinin son iki dizesini buraya almak isterim: "Düşman, tümen sanırdı bu şaheser erleri / Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuştular."
Ezine'de doğan ve bilhassa Çanakkale üzerine yaptığı araştırmalarla tanıdığımız Halil Ersin Avcı'nın kitabında; Mustafa Kemal Paşa'nın gazeteci Ruşen Eşref'e anlattıkları, İngiliz denizaltısı batıran Sultanhisar torpidobotunu süvarisi, Hasan-Mevsuf tabyası, yine Ruşen Eşref'in Çanakkale gazileriyle yaptığı mülakatlar, Yüzbaşı Emin Ali Bey'in anıları, Şemsi Nene, Mücahide Hatice Hanım ve Çanakkale savaşlarıyla Türk askerleri hakkında yabancıların görüşleri gibi daha nice konu yer alıyor. Konulardan biri de elbette kahramanlarımızdan Seyit Onbaşı. Onun 215 kiloluk mermiyi sırtladığı ânı yanındaki arkadaşı Niğdeli Ali şöyle özetlemiş: "Kemikleri çatırdıyordu.". Bir de Askerî Doktor Salih Dörtbudak; Çanakkale'de oğlunu bırakıp yaralı askerle ilgilenen bir doktoru anlatırken şöyle demiş: "Bu vatanı nasıl sevmişler?".
Kitabın son sayfalarında ise Çanakkale'den fotoğraflar mevcut. Bazen yürek burkan, bazen coşturan. Yazıların, anıların, hatıraların, mülakatların tek bir mes'uliyeti yüklendiğini okuyucu fark edecektir. O da kitabın adında gizli: Çanakkale Ruhu. Bu ruha sahip olmak için iki şey şarttır: Vatan sevgisi ve iman. Bu ikisine sahip olmayanın ne Çanakkale'yi hatırlaması ne de anlaması mümkündür. Türk ordusunun, Çanakkale'deki savunma zaferini Darülfünûn müderrisi İsmail Hakkı, 22 Şubat 1918'deki yazısında şöyle özetlemiştir: "Çanakkale müdafaası yapılmış, kazanılmıştır. Lâkin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiştir, başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki bahr-i sefid [Akdeniz] mezarına kanlarını akıtanlar ölmek için ölmediler. Hep bu tarih, bu namus ve fazilet tarihi için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazım... Şairler destanlarını yapsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar timsâllerini yaratsınlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanları rahmet okusunlar..."
Henüz Çanakkale üzerine ne ciddi bir filmimiz var, ne de ciltlerce kitabımız. Tarihçilerimiz hâlâ kaynaklara inmek için zamanın müttefik kuvvetlerinin arşivlerine ihtiyaç duyuyor. Burası elbette doğal lakin bu savaş, bizim sınırlarımızda vuku buldu. Bizim topraklarımızda cereyan etti. Her şey burada oldu. Bütün dünyanın şahit olduğu Çanakkale, üzerinden 100 değil 1000 yıl geçse de bizi o ruha, birlik ve beraberliğe çağırıyor. Bu çağrıyı siyasilerin söylediği "birlik ve beraberliğimize ihtiyacımız olan günler" şeklinde düşünmek, bizi daha uzun süre ruhsuz bırakacaktır. Halil Ersin Avcı'nın bu kitabı, işte bu yüzden bir çağrı kitabı. Çanakkale'ye, oranın ruhuna doğru bir çağrı. Türklüğe bir çağrı.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Julian Corbett (İngiliz Deniz Tarihçisi)
"Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur."
- Ian Hamilton (Çanakkale Müttefik Ordu Komutanı)
Türk tarihinin "geri çekilme" hezimetlerinin en büyüğü şüphesiz ki Balkan Harbi'dir. Tarih boyunca gerek batıya gerek doğuya karşı üstünlüğünü her muharebede göstermiş olan Türk ordusu, Balkan Harbi'nde yaşadıklarından epey ders çıkarmıştır. Bu derslerden biri de muharebe sahasını terk etmemek, terk etme durumunda ise birlik halinde hareket etmektir. Çanakkale'de bu dersi iyi idrak etmiş olan Ezineli Yahya Çavuş, savunduğu tepeye yerleşmeden evvel erlerini şöyle uyarmıştır: "Kardeşlerim, Balkan Savaşları'nda düşmana yüz geri ettik, başımıza neler geldi. Az daha aziz İstanbul'u kaybediyorduk. Sakın ha kaçmayın, düşman yüz geri etmeyin! İlk davrananın vururum. Eğer benim de kalbime korku girecek, ben de kaçacak olursam bana da acımadan vurun! Kaçan kahpedir!"
Ezineli Yahya Çavuş erlerine bir kurşunla iki kişi vurmayı öğütlemiştir. Malum, cephane azdır. Savunduğu Gözcübaba tepesinden ateş kesildiğinde İngiliz General Hunter Weston, bu tepeyi 36 saattir kaç bin Türk askerinin koruduğunu merak ederek soluğu orada alır. Gördüklerine inanamaz. 20.000 İngiliz askerine karşı koyan Türklerin sayısının şehit olanlara bakarak 55-60'ı geçmeyeceğini düşünür. Doğrusu 64 kişidir; 61'i şehit olmuştur, 2 asker ise yaralı çavuşlarını siper gerisine taşımıştır. Lakin Yahya bu, şehit olamadığı için üzülür ve birkaç gün sonra duaları kabul olur. 26 Nisan 1915'te göğüs göğüse bir vuruşmada yanındaki iki cesur erle birlikte şehadet şerbetini içer. Şair Vali Namık Sevik'in 1962 yılında yazdığı Ezineli Yahya Çavuş şiirinin son iki dizesini buraya almak isterim: "Düşman, tümen sanırdı bu şaheser erleri / Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuştular."
Ezine'de doğan ve bilhassa Çanakkale üzerine yaptığı araştırmalarla tanıdığımız Halil Ersin Avcı'nın kitabında; Mustafa Kemal Paşa'nın gazeteci Ruşen Eşref'e anlattıkları, İngiliz denizaltısı batıran Sultanhisar torpidobotunu süvarisi, Hasan-Mevsuf tabyası, yine Ruşen Eşref'in Çanakkale gazileriyle yaptığı mülakatlar, Yüzbaşı Emin Ali Bey'in anıları, Şemsi Nene, Mücahide Hatice Hanım ve Çanakkale savaşlarıyla Türk askerleri hakkında yabancıların görüşleri gibi daha nice konu yer alıyor. Konulardan biri de elbette kahramanlarımızdan Seyit Onbaşı. Onun 215 kiloluk mermiyi sırtladığı ânı yanındaki arkadaşı Niğdeli Ali şöyle özetlemiş: "Kemikleri çatırdıyordu.". Bir de Askerî Doktor Salih Dörtbudak; Çanakkale'de oğlunu bırakıp yaralı askerle ilgilenen bir doktoru anlatırken şöyle demiş: "Bu vatanı nasıl sevmişler?".
Kitabın son sayfalarında ise Çanakkale'den fotoğraflar mevcut. Bazen yürek burkan, bazen coşturan. Yazıların, anıların, hatıraların, mülakatların tek bir mes'uliyeti yüklendiğini okuyucu fark edecektir. O da kitabın adında gizli: Çanakkale Ruhu. Bu ruha sahip olmak için iki şey şarttır: Vatan sevgisi ve iman. Bu ikisine sahip olmayanın ne Çanakkale'yi hatırlaması ne de anlaması mümkündür. Türk ordusunun, Çanakkale'deki savunma zaferini Darülfünûn müderrisi İsmail Hakkı, 22 Şubat 1918'deki yazısında şöyle özetlemiştir: "Çanakkale müdafaası yapılmış, kazanılmıştır. Lâkin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiştir, başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki bahr-i sefid [Akdeniz] mezarına kanlarını akıtanlar ölmek için ölmediler. Hep bu tarih, bu namus ve fazilet tarihi için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazım... Şairler destanlarını yapsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar timsâllerini yaratsınlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanları rahmet okusunlar..."
Henüz Çanakkale üzerine ne ciddi bir filmimiz var, ne de ciltlerce kitabımız. Tarihçilerimiz hâlâ kaynaklara inmek için zamanın müttefik kuvvetlerinin arşivlerine ihtiyaç duyuyor. Burası elbette doğal lakin bu savaş, bizim sınırlarımızda vuku buldu. Bizim topraklarımızda cereyan etti. Her şey burada oldu. Bütün dünyanın şahit olduğu Çanakkale, üzerinden 100 değil 1000 yıl geçse de bizi o ruha, birlik ve beraberliğe çağırıyor. Bu çağrıyı siyasilerin söylediği "birlik ve beraberliğimize ihtiyacımız olan günler" şeklinde düşünmek, bizi daha uzun süre ruhsuz bırakacaktır. Halil Ersin Avcı'nın bu kitabı, işte bu yüzden bir çağrı kitabı. Çanakkale'ye, oranın ruhuna doğru bir çağrı. Türklüğe bir çağrı.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
15 Şubat 2015 Pazar
İrfan okyanusundan damlalar
- Vâkıa 56 / 77, 78
"Tâlib-i Hakk'a olur rah-nümâ
Nüsha-i Mesnevî-i Mevlânâ
Dîde-i rûha çeker kuhl-i husûs
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Füsûs."
- Şair Nâbî
Anadolu'nun ârifleri asırlar boyunca "Biz iki anadan süt emmişizdir" derken Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerine işaret etmişlerdir. Tasavvuf düşüncesinde yaşadığımız çağın çarpıklıklarını da göz önüne alarak değerlendirmeler yapan ve bu hususta yeri tartışmasız bir kıymete sahip olan Mahmud Erol Kılıç, bu kitabında Hazreti Mevlânâ üzerine yaptığı konuşmaları toplamış. Çok çarpıcı değerlendirmeleri olduğu gibi, günümüzdeki tasavvuf anlayışının ne kadar zor bir durumda olduğunu, nasıl yanlış anlaşıldığını, tasavvuf yolunda gitmek isteyenlere tavsiyelerle birlikte açıklıyor. Bu konular üzerine yaptığı çalışmalarla gerek ülkemizde gerek dünyada yeri ayrıcalıklı olan Mahmud Erol Kılıç; aslında Mevlânâ Hazretleri'nin sözüne kulak veriyor: "Herkes kendi zannınca benim yârim oldu / derûnumdaki sırları kimse araştırmadı."
Yılda belirli aralıklarla tasavvuf okumaları yapıyorum. Bu okumaları sürekli aynı hizada sürdürmüyorum çünkü şifası sonsuz bir ilaç olarak gördüğüm tasavvufun bizim gibi günahkar ve nefsine yenik düşen kullar üzerinde şüphesiz "yan etkileri" de olabiliyor. Çevremde maalesef tasavvuf üzerinde hem terminolojik hem de pratik sorunlar yaşayan arkadaşları, yazarları, tanınmışları vb. görünce kendi uzaklığıma anlam verip, kabuğuma çekilmekten memnuniyet duyuyorum. Çünkü Gaybî'nin dediği gibi “Yol sandılar kesreti / tutup türlü lezzeti / aşk sandılar şehveti / zamâne dervişleri", ya da bizim Yunus'tan: "Olaydı dervişlik tâc ile hırka / pazardan alırdık otuza kırka.". Okuduğum musiki kitaplarında da, yaptığım tarih araştırmalarında da karşılaştığım bu hususu daha da somutlaştırmak adına kitaptan peş peşe iki alıntı yapmak isterim:
"Muhammedî olmadığınız müddetçe İslâm tasavvufu sizin için entelektüel bir çabadır yalnızca. Ben Müslüman olmayanlara, tasavvufla uğraşmasınlar demiyorum. Müslüman olmayanlar da tasavvufla uğraşabilirler ama derinliğinden asla istifade edemezler." (sf. 44)
"Tarikat müntesipleri asla bölücü ve parçalayıcı değildirler. Tabii modern zamanda, hakikati bilmeyen, hakikate ermeyen, ben dervişim, falanca tarikata bağlıyım diyen perdeli kimseler, aksi şekilde davranabilirler. Bölüp parçalayabilirler. Eski yöntemde bu yoktur. Eskiden bir insanın bağlı olduğu bir yol olurdu ama bunu hiçbir zaman telaffuz etmez, öne çıkarmazdı. Günümüzde ise durum biraz değişti. Bu kimseler, hakikat ile aralarına mesafe koymaya başlamışlardır. Ben bunlara "tarikatçı" diyorum." (sf. 98)
Şimdi bu iki alıntıdan devam ederek kitabı biraz daha derinleştirmek gerekirse, mesela ilk açıklamasında Mahmud Erol Kılıç aslında Mevlânâ Hazretlerinin bilhassa Mesnevî üzerinden hümanizm kavramına oturtulma çabasına da veryansın ediyor. Bu haklı tavır karşısında biz aciz okuyucular elbette mutlu oluyoruz. Aynı tavır Yunus Emre'ye de gösteriliyor, şiirlerinden farklı manalar arayan isimler Karacaoğlan'a laik sıfatı yakıştırıyor, Şems-i Tebrîzî'nin aşkı beşeri aşkla sınırlandırıyor. Mesela günümüzde de; İslami bir vecibe olan tesettürün "demokratik hak" olduğu konuşuluyor. Hepsine topluca bakıldığında aynı sıkıntı karşımıza çıkıyor: hümanizm. Bu konuda Mahmud Erol Kılıç'ın hemen kitabın başındaki açıklaması gayet anlamlı: "Hz. Mevlânâ'nın temel vurgusu, insanın ilâhi kaynağına vurgudur. Bugün kutsallık dışı düşüncelerle insanın kutsallığını bozdular. İnsanın, doğanın bir büyüsü vardı, hepsini bozdular. Oysa o kapıda edeb erkân vardı, taşa bile tekme atılmazdı. Aile hayatında bir ince zevk âdâbı vardı. Bu zevk, hümanist felsefeyle tamamen zıttır. Hümanist felsefe, insan mebdeini inkâr edip, her şeyin insan eliyle yapılabileceği iddiasında ortaya çıkan bir akımdır. Gerçek insan, bu değildir. Nitekim bazı düşünürler, Hümanizmin insana, insan düşüncesine darbe vurduğu görüşünü savunmaktadırlar." (sf.10)
İkinci alıntıda da maalesef çağımızın "kendini gösterme" ve "yapmadığını söyleme" hastalıkları baş gösteriyor. Burada bir âyet-i kerime bizi sarsabilir: "Eğer bir şeyi yapmıyorsanız neden söylüyorsunuz?" (Saff, 61/2). Popüler kültür ve nefsin her fırsatta zeytinyağı gibi üste çıkabilmesi tasavvufa yolunda yürürken insanı yoldan çıkarabiliyor yahut tökezletiyor. Mesela musikimiz; bizim musikimizin kökü dinimizdedir. Bu hususta mühim çalışmalar yapmış Cem Behar'ın "Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı / Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal" kitabına baktığınızda görürsünüz ki büyük bestecilerimizin ve güftecilerimizin çoğu tasavvuf yolundan geçmiştir ve ancak öldüklerinden çok uzun bir zaman sonra hangi dergâha intisaplı oldukları öğrenilmiştir. Bunu da ancak araştırmacılar bulabilmiştir. Televizyon ve şov dünyası insan ruhunu incitiyor, hayallerine ve hedeflerine bile göz koyuyor. Bu da dilimize, sesimize, söyleşimize zarar veriyor. Daha da derinini yazar şöyle açıklıyor: "Gece saat on ikiye bire kadar oturup film seyredebiliyoruz. Modern nörofizyolojik araştırmalar, uyumadan evvel en son seyretmiş olduğumuz görüntülerden dolayı, televizyonu kapatmış olsak bile şuuraltımızda o filmin devam ettiğini söylemektedir. Bir bakıma modern insanın rüyaları bile işgal altında. Birçok insan geliyor, hocam ben bir türlü rüya göremiyorum, manevî rüyalar göremiyorum, diyor. Neden? Çünkü rüyaların bile işgal altında. Rüyalarını işgalden kurtar ki maneviyatın başlasın. Modern insanın problemlerinden biridir bu." (Sf. 94)
Bir de işin tarih tarafı var. Hazreti Mevlânâ'nın hikmetleri sözlerinden nasiplenmek için tarihimize de bakmamız gerekiyor. Burada yazar, Yahya Kemal'in "Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?" sorusuna verdiği cevabı hatırlatıyor: "Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak.". Nedenini ise şöyle açıklıyor Mahmud Erol Kılıç: "Pirinç pilavı zenginlik alâmetidir. Zaten Osmanlı'ya da çok sonraları, dışarıdan gelmiştir. Anadolu halkının çok tükettiği gıdalardan olan bulgur, tevazû alâmetidir. Dolayısıyla bu sözü şöyle yorumluyoruz: Osmanlı, Viyana kapılarına kadar çok büyük zenginlikler içinde değil, mütevazı yaşantılarıyla, bir yandan bulgur yiyerek diğer yandan da ruhlarını Mesnevî çeşmesinden doldurarak gitmişlerdir." (Sf. 141)
Brezilya'nın Nobel ödüllü yazarı Paulo Coelho'nun "Simyacı" kitabı üzerinden de bir eleştirisi var yazarın. Bilindiği gibi Coelho, bu kitabını Mesnevî'deki bir bölümden ilham alarak yazdığını itiraf etmişti. Mahmud Erol Kılıç ise kendi yazarlarımızın bu irfan çeşmesinden bir türlü nasiplenmeyip, şifayı dışarıda aramalarına içerliyor ve başkalarının Mevlânâ Hazretlerine gösterdiği bu ilginin ülkemizde dezenformasyon, edebi hatalar, televizyondan yanlış nakletme gibi hadiselerle ilerlediğini söylüyor. Bu durum karşısında ise ümidini hiç kaybetmiyor, şöyle diyor: "Bizim âriflerimiz öyle âriflerdir ki, bu aşk mektebinde eriyenler kadar, onlara art niyetle yaklaşanlar bile bir müddet sonra dönüşürler, değişirler, güzelleşirler."
Kitapta ayrıca tasavvuf yolunda hangi kitapların veya şerhlerin okunabilir olduğuna dair önerileri de mevcut yazarın. Yollar arasındaki farklıları da soru cevap yoluyla kısaca özetleyen Mahmud Erol Kılıç, ülkemizde tasavvuf düşüncesi üzerine okuyucuya kıymetli kitaplar sunmaya devam ediyor. Özenli çalışmalarını biz fakirlerin ise takdir edip, yazdıklarını ciddiyetle takip etmemiz gerekiyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)