Edward Said'in Entelektüel'i, sürgün, yabancı (çevresine ve insanlara), marjinal (çağına göre). Edward Said gibi sürekli gezen, çevresindekilere karşı duyarsız olmayan ve tutumlarını belli prensiplere göre almaya çalışmış bir insandan beklenen bir kitap.
Tamamı Said'in konsferanslarından ve panellerinden alınan yazılarda, oldukça farklı tanımlara göre çıkarsama yapılmış. Bunun yanında farklı coğrafyalardaki durumlara göre bu çıkarsamalar değerlendirilmiş, kitabın yazıldığı zamana göre güncel denilebilecek örneklerle tasdik edilmiş.
Said'in genel çerçevesini çizdiği enetelektüel tanımı ise şu çerçevede:
Sürgün: İnsanın doğal ortamından uzaklaşmadıkça ya da bu elinden alınmadıkça rahatlığını koruyacağını söylüyor. Entelektüel'in rahatsız olması gerektiğini ve bunun algıları açacağına inanan Said, İran devriminden sonra ülkesine dönen bir kaç aydının yaşadıklarıyla bu savını desteklemiş. Önceden İran'daki otoritenin yapyıklarına karşı iyi tutumlar sergileyen bu aydınlar, sürgünden dönünce otoritenin yaptıklarına daha göz yummaya başlamışlar.
Yabancı: Sürgün olan aydının yeni bulunduğu ortamda kendini yabancı hissetmesi ve tutumlarını buna göre oluşturması, öte yandan içinde bulunduğu ortamın otoritesini rahatlıkla sorgulayabilecek halde kalmasını sağlıyor Said'e göre.
Marjinal: Said'in marrjinal tanımı, daha ziyade sözünü çekinmeden söyleyebilen ve bunun geleneklere uygun olup olmamasını takmayan kişi çerçevesinde. Bu da entelektüel'imizin rahatsızlığı ve algılarının açık olması sayesinde yanlışları söyleyebilecek durumda olması manasına geliyor.
Entelektüel salt iyi ya da kötü değildir. Said iyi ve kötü algılarının milletten millete ve gelenekten geleneğe göre değiştiğini söylüyor. Bunun çağdan çağa dahi değişebildiğini aynı aydının faklı senelerde halktan ve otoriteden aldığı tepkileri önümüze sererek güçlendiriyor. Medyanın yönledirmesini ve otoritenin baskıcı tutumlarının da iyi ve kötü algısında değişiklik yaptığı göz önüne alınırsa Said bu noktada çok da haksız değil. O yüzden salt iyi ya da kötü olmak enelektüel'in amacı olamaz.
Said entelektüelin olayları dini veya tinsel olmayan şekilde değerlendirmesinin gerekliliğini vurguluyor. Bunun entelektüel'in bağımsızlığını ve obkeltifliğini etkileyebileceğini belirterek, önyargılardan arınarak olaylara bakılması gerektiğinden dem vuruyor. Keza milliyet konusundaki görüşleri de bunu destekler nitelikte: Sırf geldiği milleti yermemek adına gelenekte olan ya da oluşmuş yanlıştan bahsetmemek yanlıştır.
Politika entelektüelin uzak durması gereken alanlardan biridir. Halk içinden biri olan (aynı zamanda halk için yabancı, halka yabancı değil) entelektüel, halka karşı hükümetin ya da otoritenin yanında bulunmamalıdır. Entelektüel bağımlılılarından dolayı doğruyu belirtemeyecek durumda olduğunda vasfını ve geçerliliğini yitirmesi manasına gelir: O sadece iyi nutuk atabilen ve halkı yönlendiren biridir artık.
Entelektüel'in ne zaman entelektüel olduğu ya da kimin entelektüel sayılıp sayılmayacağı noktasında literatürde bulunan bir çok tanımı veren Said, kendi entelektüel tanımını kitabının başlığında da verdiği ve yukarıda da açıkladığımız tanımlar üzerine kuruyor. Çoğu yerde kendinden de örnek vermekten çekinmemiş. Bunun anlatımı güçlendirdiğini belirtmeden geçmeyelim.
Elbette tukardaki kavramların dolaylı olarak refere ettiği bir kaç kavramdan bahsetmek gerek. Bunlar entelektüelin uzmanlığı, kişiliği, yanılabilmesi ve zamanına ait insanlar olmaları gerektiğidir.
Kişi sadece kendi alanında uzmanlaşarak entelektüel olamaz. Farklı alanlardaki sorunları görmesi, aynı zamanda bunları dile getirmesi, bunların pratikte karşılığının hemen olup olmamasından önemlidir. Zira entelktüel belirttiği ya da gördüğü haksızlıkları dile getirerek bunların çözümü yolunda ilk adımı atmış sayılır. Hemen karşıklık bulması mümkün değildir, zira bu görüşler marjinal olabilir, otorite tarafından yasaklanmış olabilir, gelenekle uyuşmadığı için bir kenara atılabilir. Ama entelktüel tüm bunlara rağmen görüşünün arkasında durmaya devam etmeli ve gördüğü yanlışlık ortadan kalkıncaya kadar bunu sürdürmelidir.
Öte yandan entelektüel kendisinin yanlışlanamaz olduğuna inanmamalı, farklı görüşlere açık olmalı ve bunları değerlendirmesini bilmelidir. Her türlü bilginin güvenirliliği tartışmalıdır entelektüele göre, kendi çıkarsamaları da gözönüne aldığı postülalardan biri yanlış olduğunda yanlış olacaktır. Hatasında ısrarcı olmaması gerekir.
Entelektüel zamanın insanı olma özelliğini taşır: İçinde bulunduğu çağın sorunlarına çözümler üretir ve yeni ufuklar açar. Buradan entelektüelin kendisini takip eden çağda görüşlerinin tamamen yanlış olacağı sonucu çıkmamalıdır. Zira bulunan bir çözüm, o çözüm yanlışlanana ya da yanlış süreçlere neden oluncaya kadar kullanılır. Öte yandan entelektüelin kendisinden sonraki çağda hatırlanma gerekliliği yoktur. Zira Said'in yaptığı tanım da bunu gerektirmiyor.
Kitapta Edward Said'in kendisinden bahsettiği kısımlarda, bariz bir hayal kırıklığı ve sürgün hissini belli oluyor. Ama bunun kitabın objektifliğini etkilemediğini belirtmek gerek. Kendine verdiği referanslar konferanslarda gelebilecek soruların cevabı niteliğinde.
Kitabın beslendiği kaynaklardaki çeşitlilik, okuyucunun kitabın tek bir ağızdan veya yönden bahsetmediğini, olası tüm tanımların değerlendirmeye alındığını görmesi için.
Kitap verilen konferansların metinlerden oluştuğu için, okuyucu bölüm sonlarındaki sonuçlarla yetinmek durumunda. Kitap Said'in bahsettiği entelktüel'in üslubuyla yazılmış. Kendi fikrini empoze etmeyi değil, araştırmayı teşvik edici nitelikte bir çalışma. Nihayetinde entelektüelin fiziki ya da ölçülebilen niteliklerinden ziyade daha genel ama sınırları belli olan bir tanımla entelektüel'in bizatihi kendisini kendisine tanımasına ve duruşunu belirlemesine kolaylık sağlama amacı taşımakta. Bu aynı zamanda, kitabın yazım üslubundan ve duruluğundan dolayı, sokağa entelektüel'i tanıma fırsatı vermekte.
Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan
15 Ocak 2015 Perşembe
13 Ocak 2015 Salı
Soğuk şehrin soğuk şairi
"Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.
- Orhan Veli
"Hayat yolum boyunca bana verdiği her şey için
yurduma teşekkür ediyorum."
- Martin Heidegger
Gençliğinde sıkı bir kaleci olan Albert Camus, felsefeden çok daha önce futbolla tanışmış. Hepimizin bildiği "Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam futbola borçluyum. Çünkü topun hangi köşeden geleceğini asla bilemezdim." sözünü de futbolun, hayatın ta kendisi olduğuna inandığı bir zamanda söyleyivermiş olsa gerek. Futbolu şerefiyle oynayanlar arasında "ahlaklı yaşam" örneklerine rastladığımız birkaç isim var. Mesela Ivan Zamorano. Şilili efsane futbolcu memleketinde on bin çocuk okutmuş, ilkokuldan üniversiteye kadar... Oleg Bloghin var. SSCB dönemi futbol efsanesi, futbolu bıraktıktan sonra 9 yıl parlamentoda ülkesini daha iyiye götürebilmek için çalıştı. Çok sonra, "eğer bunu yapmasaydım çok pişman olurdum" sözleri işitilmiş. Romario'nun engelli çocuklar için meclise girdiğini, Davor Suker'in ülke futbolunun bataklığa saplanmaması için gençlik akademileri açtığını, futboluyla kazandığı itibarı ülkesi için harcayan Pele'yi biliyoruz. Son dönemde ise Drogba'nın kendi adına kurduğu vakıfla Afrika'daki çocuklar için çalıştığını, sık sık ırkçı saldırılara maruz kalmış Samuel Eto'o'nun da Batı Afrika'da yardım faaliyetleri düzenlediğini biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir fakat görünen köy şu ki; ülkesinin vaziyeti hususunda malumatı olan futbolcular, bilhassa ahlak ve vicdan sahibi olanlar, ellerini taşların altına koyuyorlar. Emekliliklerinde yan gelip yatmakla değil, ülkelerine olan borçlarını kapatmakla meşgul oluyorlar.
2013'ün kavruk bir ağustosunda kaybettiğimiz şair Ahmet Erhan da, şiirlerine hayatı ne kadar sıkıştırdıysa ülkesini de o kadar sıkıştırmış. Adanademirspor'un genç takımında futbol oynarken geçirdiği ağır sakatlıktan sonra şiir yazmaya başlamış. Yani sahalardan uzaklaştıran sakatlık, insanı şiire yakınlaştırabiliyor. Belli ki Ahmet Erhan daha evvel de şiire meraklıymış. Çünkü gerek dergilerde yayımlanan şiirlerinde gerekse kitaplarında, militanlık yahut siyasal slogan atmadan nasıl devrimci şiirler yazılabildiğini ele güne göstermiş. Bu hususta ülkemizden oldukça parlak şairler çıktığını söylemekle konuyu kapatabiliriz. Son bir ekleme: Ahmet Erhan koyu bir Galatasaraylı imiş.
Şehirde Bir Yılkı Atı, ilk olarak 2005'te yayımlandı. İçinde hayat dolu dizeler var dersem romantik bir şey demiş olurum, bu yüzden demiyor. Hayat dolu, ama gerçek bir hayat. Halktan yana olan bir hayat. İşte bu tip dizeler: "Yaranamıyor evlendim ben bu Hayat''la / bir kere adam gibi boşanamadım", "Türkiye! Bağımın en kuru gazeli / telefonları ikide bir yüzüme çarpan / bak, burası Hayat kokuyor / gencecik kızlar üzüm eziyor topuklarıyla", "Alkole karşı ırzım süklüm püklümse / iyi de, Hayat'a karşı o kadar safkan / babam olmazdı ki ben olmasam".
Kitapta, Konya doğumlu ressam Habip Aydoğdu için de "Bir Ucu Yanık Resim" adlı bir şiiri var şairin. "Derse ki: Ateşte yangın, su / kısacası, hayatta ve ölümde ben varım" diyor, "Kendime küssem rengimle barışırım" diyor, "Tükenmez bu Türkiye" diyor. Bir şiire, birkaç resim birden sığdırıyor.
Çevresinden yana dertli dizeleri var şairin. "Soruyorlar, hep sorarlar / istiyorlar, hep isterler" derken yılgınlığının cevabını da kendi veriyor: "Yüz kere söyledim, dinletemedim / şimdi ömrüm kırkyedi ayak."
Bazen bir balıkçıya, bazen bir çocuğa, annelere ve babalara, hayata en ağır izleri bırakmış ölümlere, elektrik sobalarına, gurbet kandillerine, komşu ablalara, Che Guevera'ya şiir yazmış Ahmet Erhan. Bir şeyler söylemiş, tanık olmuş, tarih düşmüş. Oğlu Ahmet Deniz'in on sekizinci yaşı için yazdığı şiirde, aslında herkese bir şeyler diyor, oğlum sen anla der gibi: "Belki ben de bir gün onsekizime basarım / yağmurdan eksik garip bir rüyada... / ama sen bir armağansın oğlum / şu alçak, şu acımasız dünyaya..."
Şair, okuyucunun dış sesi olduğu vakit dilin kıymeti daha da anlaşılıyor. Soğuk Ankara'nın soğuk şairi de, hani Pablo Neruda demiş ya "Şiir; yazanın değil, okuyanındır" diye, işte bu deyişi olur olmaz dizeleriyle hatırlatıveriyor. "Öyle" adlı şiirinden: "Öyle çok sevdim ki / bu yalnızlıklar mezbahasında / hiç kendine çarptığın oldu mu/ birdenbire bir köşebaşında.". Bu da "Hiyeroglif" şiirinden: "Varamam gecenize, sırtım üşür / kendimle daha fazla yorulamam, bağışlayınız / iadeli taahhütlü bir mektup gibi / attığım imzalar birdenbire silinir / sizin e-mailleriniz var, kulak asmayınız."
Hevesini gerektiğince kör ederek gecelerce şiir kusmuş bir şairimizdi Ahmet Erhan. Her kitabı, şairiyle birlikte dönemin koşullarını aktarır durur. Tekrar tekrar kendini okutur. Bir soğukluk eser durur Ahmet Erhan dizelerinde. Belki kaçan bir penaltı sonrası gibi, belki de sahibini arayan bir atın dizginleri gibi.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.
- Orhan Veli
"Hayat yolum boyunca bana verdiği her şey için
yurduma teşekkür ediyorum."
- Martin Heidegger
Gençliğinde sıkı bir kaleci olan Albert Camus, felsefeden çok daha önce futbolla tanışmış. Hepimizin bildiği "Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam futbola borçluyum. Çünkü topun hangi köşeden geleceğini asla bilemezdim." sözünü de futbolun, hayatın ta kendisi olduğuna inandığı bir zamanda söyleyivermiş olsa gerek. Futbolu şerefiyle oynayanlar arasında "ahlaklı yaşam" örneklerine rastladığımız birkaç isim var. Mesela Ivan Zamorano. Şilili efsane futbolcu memleketinde on bin çocuk okutmuş, ilkokuldan üniversiteye kadar... Oleg Bloghin var. SSCB dönemi futbol efsanesi, futbolu bıraktıktan sonra 9 yıl parlamentoda ülkesini daha iyiye götürebilmek için çalıştı. Çok sonra, "eğer bunu yapmasaydım çok pişman olurdum" sözleri işitilmiş. Romario'nun engelli çocuklar için meclise girdiğini, Davor Suker'in ülke futbolunun bataklığa saplanmaması için gençlik akademileri açtığını, futboluyla kazandığı itibarı ülkesi için harcayan Pele'yi biliyoruz. Son dönemde ise Drogba'nın kendi adına kurduğu vakıfla Afrika'daki çocuklar için çalıştığını, sık sık ırkçı saldırılara maruz kalmış Samuel Eto'o'nun da Batı Afrika'da yardım faaliyetleri düzenlediğini biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir fakat görünen köy şu ki; ülkesinin vaziyeti hususunda malumatı olan futbolcular, bilhassa ahlak ve vicdan sahibi olanlar, ellerini taşların altına koyuyorlar. Emekliliklerinde yan gelip yatmakla değil, ülkelerine olan borçlarını kapatmakla meşgul oluyorlar.
2013'ün kavruk bir ağustosunda kaybettiğimiz şair Ahmet Erhan da, şiirlerine hayatı ne kadar sıkıştırdıysa ülkesini de o kadar sıkıştırmış. Adanademirspor'un genç takımında futbol oynarken geçirdiği ağır sakatlıktan sonra şiir yazmaya başlamış. Yani sahalardan uzaklaştıran sakatlık, insanı şiire yakınlaştırabiliyor. Belli ki Ahmet Erhan daha evvel de şiire meraklıymış. Çünkü gerek dergilerde yayımlanan şiirlerinde gerekse kitaplarında, militanlık yahut siyasal slogan atmadan nasıl devrimci şiirler yazılabildiğini ele güne göstermiş. Bu hususta ülkemizden oldukça parlak şairler çıktığını söylemekle konuyu kapatabiliriz. Son bir ekleme: Ahmet Erhan koyu bir Galatasaraylı imiş.
Şehirde Bir Yılkı Atı, ilk olarak 2005'te yayımlandı. İçinde hayat dolu dizeler var dersem romantik bir şey demiş olurum, bu yüzden demiyor. Hayat dolu, ama gerçek bir hayat. Halktan yana olan bir hayat. İşte bu tip dizeler: "Yaranamıyor evlendim ben bu Hayat''la / bir kere adam gibi boşanamadım", "Türkiye! Bağımın en kuru gazeli / telefonları ikide bir yüzüme çarpan / bak, burası Hayat kokuyor / gencecik kızlar üzüm eziyor topuklarıyla", "Alkole karşı ırzım süklüm püklümse / iyi de, Hayat'a karşı o kadar safkan / babam olmazdı ki ben olmasam".
Kitapta, Konya doğumlu ressam Habip Aydoğdu için de "Bir Ucu Yanık Resim" adlı bir şiiri var şairin. "Derse ki: Ateşte yangın, su / kısacası, hayatta ve ölümde ben varım" diyor, "Kendime küssem rengimle barışırım" diyor, "Tükenmez bu Türkiye" diyor. Bir şiire, birkaç resim birden sığdırıyor.
Çevresinden yana dertli dizeleri var şairin. "Soruyorlar, hep sorarlar / istiyorlar, hep isterler" derken yılgınlığının cevabını da kendi veriyor: "Yüz kere söyledim, dinletemedim / şimdi ömrüm kırkyedi ayak."
Bazen bir balıkçıya, bazen bir çocuğa, annelere ve babalara, hayata en ağır izleri bırakmış ölümlere, elektrik sobalarına, gurbet kandillerine, komşu ablalara, Che Guevera'ya şiir yazmış Ahmet Erhan. Bir şeyler söylemiş, tanık olmuş, tarih düşmüş. Oğlu Ahmet Deniz'in on sekizinci yaşı için yazdığı şiirde, aslında herkese bir şeyler diyor, oğlum sen anla der gibi: "Belki ben de bir gün onsekizime basarım / yağmurdan eksik garip bir rüyada... / ama sen bir armağansın oğlum / şu alçak, şu acımasız dünyaya..."
Şair, okuyucunun dış sesi olduğu vakit dilin kıymeti daha da anlaşılıyor. Soğuk Ankara'nın soğuk şairi de, hani Pablo Neruda demiş ya "Şiir; yazanın değil, okuyanındır" diye, işte bu deyişi olur olmaz dizeleriyle hatırlatıveriyor. "Öyle" adlı şiirinden: "Öyle çok sevdim ki / bu yalnızlıklar mezbahasında / hiç kendine çarptığın oldu mu/ birdenbire bir köşebaşında.". Bu da "Hiyeroglif" şiirinden: "Varamam gecenize, sırtım üşür / kendimle daha fazla yorulamam, bağışlayınız / iadeli taahhütlü bir mektup gibi / attığım imzalar birdenbire silinir / sizin e-mailleriniz var, kulak asmayınız."
Hevesini gerektiğince kör ederek gecelerce şiir kusmuş bir şairimizdi Ahmet Erhan. Her kitabı, şairiyle birlikte dönemin koşullarını aktarır durur. Tekrar tekrar kendini okutur. Bir soğukluk eser durur Ahmet Erhan dizelerinde. Belki kaçan bir penaltı sonrası gibi, belki de sahibini arayan bir atın dizginleri gibi.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
1 Ocak 2015 Perşembe
Sayfalarda kalan Üsküdar'ın yitip giden irfan meclisi
"Yüksel'cim; biz bu dükkândan geçmemiş olsaydık şimdi yedi dükkân süprüntüsünden beter olurduk."
- Neyzen Niyazı Sayın
Bir İstanbul kitabı okumak istediğimiz zaman çok fazla kitapla ve hatta külliyatla karşılaşmamız mümkün. Son dönemde çıkan İstanbul romanlarını yazanlara bakarsak, bilhassa popüler olanlarını yazanlar 50 yaşına henüz ulaşmamış yazarlar. Çok mu önemli? Konu İstanbul ise ömrün ve doğal olarak tecrübenin önemi artıyor. Çünkü doğumundan itibaren yaşamının tamamını İstanbul'un belli bir semtinde geçiren insanların gerek üslupları, gerek anıları o kadar lezzetli oluyor ki; okuyucu işte o zaman aradığını buluyor.
Merhum Ahmed Yüksel Özemre, 1935'te Üsküdar'da dünyaya geldi ve 2008'de yine Üsküdar'da rahmet yoluna çıktı. Yolu düşenler Karaca Ahmet Sultan Kabristanı'ndaki âile kabrinde kendisine bir fatiha okuyabilirler. Son derece ilginç bir yaşam hikâyesi olan Özemre, Mekteb-i Sultanî mezunu. Bu okulda atletizm hususunda birçok salon rekoruna sahip. Türkiye'nin ilk atom mühendisi. Pozitif, sosyal ve dinî ilimler hususunda 279 makalesi ve raporu mevcut. Hâlen üniversitelerimizde okutulan ve defalarca yeniden basılmış olan Teorik Fizik ve Nükleer Mühendislik ile ilgili 12 ciltlik ders kitabı ve 11 ciltlik ilmî eser tercümesinin müellifi. Tüm bunların yanında Kubbealtı Neşriyat'tan çıkmış olan çok sayıda anı kitabı da mevcut. Bunların çoğu ise ömrünü geçirdiği Üsküdar'la ilgili. İşte Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı da, 1994 senesinin Ramazan'ında; yaşadıklarından hafızasında yer edinmiş olanları kaleme almak hevesiyle başlayıp bitirdiği bir heves. 17 gün 17 gecede biten bu kitaba kendisini öyle bir kaptırmış ki zevcesi bile günlerce "Hû! Akşam ezânı okundu. Hadi artık attâr dükkânından çık da gel iftar et!" diye latîfe edermiş.
Kitap aktar hocaların tanıtımıyla başlıyor. Aktar demişken, aslı attar olan bu kelimeye Üsküdar halkının dili dönmemesinden dolayı zamanla aktar denmiş. Akabinde söz konusu attâr dükkânından bahis açılıyor. Dükkânın müdavimleri saymakla bitmez. Birçok tekkenin şeyhi, meşhur sanatkârlar, sırlı sôfiler, ârifler; muhabbet etmek üzere sürekli bu dükkâna geliyor, dolayısıyla dükkân bir akademi görevi görüyor. Dükkanın gönül ehli müdâvimleri arasında Rufaî şeyhi Sarı Hüsnü Efendi, Sandıkçı Dergâhı’nın son şeyhi Haydar Efendi, Celvetî-Bektâşî şeyhi Yusuf Fâhir Ataer Baba, Hamzavî-Melâmî meşreb Eşref Ede Efendi, Özbekler Tekkesi’nin son şeyhi Necmeddin Özbekkangay Efendi, Kerâmeddin Efendi, Üsküdar İskele Camii baş imamı Nâfiz Uncu Efendi, Necmeddin Okyay, Sâcid Okyay, Dümbüllü İsmail Efendi, Osmanlının son müezzinbaşısı Hâfız Muhiddin Tanık Efendi, Fehim Tandaç, Melâmî meşreb Abdullah Bey, ressam Hoca Ali Rıza Bey, neyzen Niyâzi Sayın, Turgut Çulpan, Ahmed Âmiş Efendi, Albay Mühendis Vehbi Güloğlu, Abdülbâki Gölpınarlı, Hâfız Âmâ Tevfik, Prof. Dr. Ali Alpaslan, Uğur Derman, Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu, gazeteci-yazar-mûsikîşinas Nezih Uzel gibi isimler bulunuyor. Öte yandan dükkânın en uzun süreli müdâvimleri ise kitabın müellifi Ahmed Yüksel Özemre (53 yıl) ve pek tabii babası (54 yılı aşkın) yer alıyor.
Dükkânın sahibi Sâim Düzgünman Efendi. Evlatları ise Ahmed ile ebru sanatının son ustalarından Mustafa Düzgünman. Küçücük bir alanda attarlığın tüm kendine has mes'uliyetleri dışında yukarıda adı zikredilen ehl-i dilin muhabbetleri ve meşkleri kışı ayrı ısıtan, yazı ayrı serinleten hassasiyetlere sahip. Hem dükkanı hem de bu birbirinden farklı zevkleri, mesaileri olan mühim zatları; tüm bunların yanında da eski Üsküdar'ı o kadar lezzetli bir üslupla kaleme almış ki Ahmed Yüksel Özemre, bilhassa mekan tasvirleriyle okurken o dönemi yeniden yaşatıyor yahut konuk ediyor.
Zamanla Üsküdar'ın nüfusu 40 binden 850 bine çıkınca, etrafı da kuyumcular basınca dükkân bundan nasibini (!) alıyor ve mecburen kapanıyor. Dönemin nezaketi, zarafeti, aklı ve izanı yoldan çıkıyor, artık avamilik kol geziyor. Günümüzde de Üsküdar'ın geldiği hâl ortada. Artık meczubunda bile bir farklılık yok. Okunan ezanlardan kılınan namazlara ve ardında durulan imamlara kadar her şeyde bir bozukluk, bir kopukluk mevzubahis. Kitaptan bir anı:
“Necmeddin Hoca da, Sâim Efendi Amca da, kendi yetişme çağlarının en büyük Kur’an tilavet mürebbîsi sayılan Kaptanpaşa Camii İmamı Ahmed Nazif Efendi’nin talebelerinden olan babamın tilavetindeki şîveyi, tavrı ve musıkîye vukûfunu çok takdir ederlerdi… İmamların, kıldırdıkları namazın tilavetine göre, cemaati fevkalâde tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Saim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan ve bilhassa terâvih namazlarından, bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirah, neş’e ve letafet bahşeden imamlara, maalesef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.”
Kitabı okuyup bitirince insan düşünüyor. Şimdi hangi dükkanda oturup da mûsikî öğrenebilir bir genç? Meşk, makam, usul? Ve hatta edeb, ilim, irfan ve erkan? Yahut hangi dükkâna bir mûsikîşinas teşrif eder de kibrini bir kenara bırakıp muhabbet ehli oluverir? Halbuki mûsikî, gönlün muhabbetidir. Netice-i kelâm: Gençlerin de suçu yok. Onlara "Dilşâd olacak diye kaç yıl avuttu felek" eserini terennüm edecek muhteremler de pek kalmadı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Neyzen Niyazı Sayın
Bir İstanbul kitabı okumak istediğimiz zaman çok fazla kitapla ve hatta külliyatla karşılaşmamız mümkün. Son dönemde çıkan İstanbul romanlarını yazanlara bakarsak, bilhassa popüler olanlarını yazanlar 50 yaşına henüz ulaşmamış yazarlar. Çok mu önemli? Konu İstanbul ise ömrün ve doğal olarak tecrübenin önemi artıyor. Çünkü doğumundan itibaren yaşamının tamamını İstanbul'un belli bir semtinde geçiren insanların gerek üslupları, gerek anıları o kadar lezzetli oluyor ki; okuyucu işte o zaman aradığını buluyor.
Merhum Ahmed Yüksel Özemre, 1935'te Üsküdar'da dünyaya geldi ve 2008'de yine Üsküdar'da rahmet yoluna çıktı. Yolu düşenler Karaca Ahmet Sultan Kabristanı'ndaki âile kabrinde kendisine bir fatiha okuyabilirler. Son derece ilginç bir yaşam hikâyesi olan Özemre, Mekteb-i Sultanî mezunu. Bu okulda atletizm hususunda birçok salon rekoruna sahip. Türkiye'nin ilk atom mühendisi. Pozitif, sosyal ve dinî ilimler hususunda 279 makalesi ve raporu mevcut. Hâlen üniversitelerimizde okutulan ve defalarca yeniden basılmış olan Teorik Fizik ve Nükleer Mühendislik ile ilgili 12 ciltlik ders kitabı ve 11 ciltlik ilmî eser tercümesinin müellifi. Tüm bunların yanında Kubbealtı Neşriyat'tan çıkmış olan çok sayıda anı kitabı da mevcut. Bunların çoğu ise ömrünü geçirdiği Üsküdar'la ilgili. İşte Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı da, 1994 senesinin Ramazan'ında; yaşadıklarından hafızasında yer edinmiş olanları kaleme almak hevesiyle başlayıp bitirdiği bir heves. 17 gün 17 gecede biten bu kitaba kendisini öyle bir kaptırmış ki zevcesi bile günlerce "Hû! Akşam ezânı okundu. Hadi artık attâr dükkânından çık da gel iftar et!" diye latîfe edermiş.
Kitap aktar hocaların tanıtımıyla başlıyor. Aktar demişken, aslı attar olan bu kelimeye Üsküdar halkının dili dönmemesinden dolayı zamanla aktar denmiş. Akabinde söz konusu attâr dükkânından bahis açılıyor. Dükkânın müdavimleri saymakla bitmez. Birçok tekkenin şeyhi, meşhur sanatkârlar, sırlı sôfiler, ârifler; muhabbet etmek üzere sürekli bu dükkâna geliyor, dolayısıyla dükkân bir akademi görevi görüyor. Dükkanın gönül ehli müdâvimleri arasında Rufaî şeyhi Sarı Hüsnü Efendi, Sandıkçı Dergâhı’nın son şeyhi Haydar Efendi, Celvetî-Bektâşî şeyhi Yusuf Fâhir Ataer Baba, Hamzavî-Melâmî meşreb Eşref Ede Efendi, Özbekler Tekkesi’nin son şeyhi Necmeddin Özbekkangay Efendi, Kerâmeddin Efendi, Üsküdar İskele Camii baş imamı Nâfiz Uncu Efendi, Necmeddin Okyay, Sâcid Okyay, Dümbüllü İsmail Efendi, Osmanlının son müezzinbaşısı Hâfız Muhiddin Tanık Efendi, Fehim Tandaç, Melâmî meşreb Abdullah Bey, ressam Hoca Ali Rıza Bey, neyzen Niyâzi Sayın, Turgut Çulpan, Ahmed Âmiş Efendi, Albay Mühendis Vehbi Güloğlu, Abdülbâki Gölpınarlı, Hâfız Âmâ Tevfik, Prof. Dr. Ali Alpaslan, Uğur Derman, Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu, gazeteci-yazar-mûsikîşinas Nezih Uzel gibi isimler bulunuyor. Öte yandan dükkânın en uzun süreli müdâvimleri ise kitabın müellifi Ahmed Yüksel Özemre (53 yıl) ve pek tabii babası (54 yılı aşkın) yer alıyor.
Dükkânın sahibi Sâim Düzgünman Efendi. Evlatları ise Ahmed ile ebru sanatının son ustalarından Mustafa Düzgünman. Küçücük bir alanda attarlığın tüm kendine has mes'uliyetleri dışında yukarıda adı zikredilen ehl-i dilin muhabbetleri ve meşkleri kışı ayrı ısıtan, yazı ayrı serinleten hassasiyetlere sahip. Hem dükkanı hem de bu birbirinden farklı zevkleri, mesaileri olan mühim zatları; tüm bunların yanında da eski Üsküdar'ı o kadar lezzetli bir üslupla kaleme almış ki Ahmed Yüksel Özemre, bilhassa mekan tasvirleriyle okurken o dönemi yeniden yaşatıyor yahut konuk ediyor.
Zamanla Üsküdar'ın nüfusu 40 binden 850 bine çıkınca, etrafı da kuyumcular basınca dükkân bundan nasibini (!) alıyor ve mecburen kapanıyor. Dönemin nezaketi, zarafeti, aklı ve izanı yoldan çıkıyor, artık avamilik kol geziyor. Günümüzde de Üsküdar'ın geldiği hâl ortada. Artık meczubunda bile bir farklılık yok. Okunan ezanlardan kılınan namazlara ve ardında durulan imamlara kadar her şeyde bir bozukluk, bir kopukluk mevzubahis. Kitaptan bir anı:
“Necmeddin Hoca da, Sâim Efendi Amca da, kendi yetişme çağlarının en büyük Kur’an tilavet mürebbîsi sayılan Kaptanpaşa Camii İmamı Ahmed Nazif Efendi’nin talebelerinden olan babamın tilavetindeki şîveyi, tavrı ve musıkîye vukûfunu çok takdir ederlerdi… İmamların, kıldırdıkları namazın tilavetine göre, cemaati fevkalâde tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Saim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan ve bilhassa terâvih namazlarından, bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirah, neş’e ve letafet bahşeden imamlara, maalesef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.”
Kitabı okuyup bitirince insan düşünüyor. Şimdi hangi dükkanda oturup da mûsikî öğrenebilir bir genç? Meşk, makam, usul? Ve hatta edeb, ilim, irfan ve erkan? Yahut hangi dükkâna bir mûsikîşinas teşrif eder de kibrini bir kenara bırakıp muhabbet ehli oluverir? Halbuki mûsikî, gönlün muhabbetidir. Netice-i kelâm: Gençlerin de suçu yok. Onlara "Dilşâd olacak diye kaç yıl avuttu felek" eserini terennüm edecek muhteremler de pek kalmadı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
31 Aralık 2014 Çarşamba
Eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere
“Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatının ve hayallerinin hikâyesi...”
Orhan Pamuk’un son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık’ı herhangi bir beklentim olmadan, hakkında hiçbir yazı veya yorum okumadan, çok sevdiğim bir kitapçıdan hızlıca almıştım. Aldığım hızla da okumaya başladım ve hikâyenin içine daldım.
Okuduğum en iyi Orhan Pamuk kitabı olmamakla birlikte bitirdiğimde geride kalan hissi güzeldi; akıcı, zengin ve naif bir roman.
"Kafamda bir tuhaflık var," dedi Mevlut. "Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum kendimi."
“Ben yanındayken bir daha asla öyle hissetmeyeceksin,” dedi Rayiha anaç bir tavırla. Mevlut çayhanenin camlarında yansıyan Rayiha’nın hayalinin kendisine şefkatle sokulduğunu görüp bu ânı hiç unutamayacağını anladı.”
Kahramanımız Mevlut, yoğurt satıcılığından otopark bekçiliğine, elektrik tahsilatçılığından büfe işletmeciliğine pek çok iş yapıyor. Fakat ne yaparsa yapsın, hep, geceleri İstanbul sokaklarında boza satmaya devam ediyor. Mevlut’un hayatı akıp giderken arka fonda sokaklar değişiyor, İstanbul değişiyor, Türkiye değişiyor…
“Ne yazık ki bir şehrin şekli şemali / bir insanın kalbinden çok daha hızlı değişir.” (Bauderlaire).
1969’dan 2012’e kadar Türkiye’de yaşanan her şey yer buluyor kitapta. Olaylar, insanlar, geride kalanlar… Gündelik hayattan ekonomik ve siyasi meselelere kadar neler yaşadığımızı tekrar anımsatıyor. Mevlut’un öyküsünde biraz da memleketin hikâyesini okuyoruz.
“Sokak satıcıları sokağın bülbülleri, İstanbul’un neşesi ve hayatıdır.”
Tabi, en çok da İstanbul sokakları var kitapta. Mevlut gecelerce yürüyor, sur içinde , sur dışında; cumbalı sokaklarda, gökdelenler arasında… Biz de onunla birlikte arşınlıyoruz yolları. O yanık sesiyle, “Boo-zaa” diye bağırdıkça, benim aklım hep Vefa’ya gitti; kim bilir sizi nereye götürecek…
“İnsan şehirde kalabalık içinde yalnız olabilirdi ve şehri şehir yapan şey de zaten bu kalabalık içinde insanın kafasındaki tuhaflığı saklayabilme imkânıydı.”
Hikâye, farklı karakterlerin ağzından anlatılıyor. Bir tek Mevlut’un sesini duymuyoruz; okurken, bunu yazarın özellikle tercih ettiğini düşündüm. Farklı sesleri duyuyor olmak, öyküyü zenginleştiriyor, metni daha katmanlı bir forma sokuyor. Hikaye küçük küçük parçalarla çoğalıyor; gerçeklik ve derinlik artıyor. Pamuk, hayatın da büyük resimden değil, küçük an’lardan ibaret olduğunun altını çiziyor. Orhan Pamuk, okuyucusuna küçük oyunlar armağan etmeyi seven bir yazar. Kafamda Bir Tuhaflık’ta da diğer kitaplarına ve başka yazarlara selam çakıyor ara ara. Ki bu da hoşluk katıyor kitaba.
“Bu dünya konuşsaydı acaba ne derdi?"
Kafamda Bir Tuhaflık, ince ince işlenmiş bir hikâye okumayı sevenlere ve eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere iyi gelecek bir kitap.
"Bozacı, iyi ki geldin yukarı." dedi. "Sokaktan sesini işitmek iyi geldi bana. İçime işledi. İyi ki boza satıyorsun, iyi ki kim alacak demiyorsun.”
Mevlut kapıdaydı. Çıkıyordu ama biraz yavaşlamıştı. "Hiç öyle denir mi?" dedi. "İçimden geldiği için boza satıyorum ben."
"Hiç vazgeçme bozacı. Bu kuleler, betonlar arasında kim alır deme. Sen hep geç sokaklardan."
"Ben kıyamete kadar boza satacağım." dedi Mevlut."
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
Orhan Pamuk’un son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık’ı herhangi bir beklentim olmadan, hakkında hiçbir yazı veya yorum okumadan, çok sevdiğim bir kitapçıdan hızlıca almıştım. Aldığım hızla da okumaya başladım ve hikâyenin içine daldım.
Okuduğum en iyi Orhan Pamuk kitabı olmamakla birlikte bitirdiğimde geride kalan hissi güzeldi; akıcı, zengin ve naif bir roman.
"Kafamda bir tuhaflık var," dedi Mevlut. "Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum kendimi."
“Ben yanındayken bir daha asla öyle hissetmeyeceksin,” dedi Rayiha anaç bir tavırla. Mevlut çayhanenin camlarında yansıyan Rayiha’nın hayalinin kendisine şefkatle sokulduğunu görüp bu ânı hiç unutamayacağını anladı.”
Kahramanımız Mevlut, yoğurt satıcılığından otopark bekçiliğine, elektrik tahsilatçılığından büfe işletmeciliğine pek çok iş yapıyor. Fakat ne yaparsa yapsın, hep, geceleri İstanbul sokaklarında boza satmaya devam ediyor. Mevlut’un hayatı akıp giderken arka fonda sokaklar değişiyor, İstanbul değişiyor, Türkiye değişiyor…
“Ne yazık ki bir şehrin şekli şemali / bir insanın kalbinden çok daha hızlı değişir.” (Bauderlaire).
1969’dan 2012’e kadar Türkiye’de yaşanan her şey yer buluyor kitapta. Olaylar, insanlar, geride kalanlar… Gündelik hayattan ekonomik ve siyasi meselelere kadar neler yaşadığımızı tekrar anımsatıyor. Mevlut’un öyküsünde biraz da memleketin hikâyesini okuyoruz.
“Sokak satıcıları sokağın bülbülleri, İstanbul’un neşesi ve hayatıdır.”
Tabi, en çok da İstanbul sokakları var kitapta. Mevlut gecelerce yürüyor, sur içinde , sur dışında; cumbalı sokaklarda, gökdelenler arasında… Biz de onunla birlikte arşınlıyoruz yolları. O yanık sesiyle, “Boo-zaa” diye bağırdıkça, benim aklım hep Vefa’ya gitti; kim bilir sizi nereye götürecek…
“İnsan şehirde kalabalık içinde yalnız olabilirdi ve şehri şehir yapan şey de zaten bu kalabalık içinde insanın kafasındaki tuhaflığı saklayabilme imkânıydı.”
Hikâye, farklı karakterlerin ağzından anlatılıyor. Bir tek Mevlut’un sesini duymuyoruz; okurken, bunu yazarın özellikle tercih ettiğini düşündüm. Farklı sesleri duyuyor olmak, öyküyü zenginleştiriyor, metni daha katmanlı bir forma sokuyor. Hikaye küçük küçük parçalarla çoğalıyor; gerçeklik ve derinlik artıyor. Pamuk, hayatın da büyük resimden değil, küçük an’lardan ibaret olduğunun altını çiziyor. Orhan Pamuk, okuyucusuna küçük oyunlar armağan etmeyi seven bir yazar. Kafamda Bir Tuhaflık’ta da diğer kitaplarına ve başka yazarlara selam çakıyor ara ara. Ki bu da hoşluk katıyor kitaba.
“Bu dünya konuşsaydı acaba ne derdi?"
Kafamda Bir Tuhaflık, ince ince işlenmiş bir hikâye okumayı sevenlere ve eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere iyi gelecek bir kitap.
"Bozacı, iyi ki geldin yukarı." dedi. "Sokaktan sesini işitmek iyi geldi bana. İçime işledi. İyi ki boza satıyorsun, iyi ki kim alacak demiyorsun.”
Mevlut kapıdaydı. Çıkıyordu ama biraz yavaşlamıştı. "Hiç öyle denir mi?" dedi. "İçimden geldiği için boza satıyorum ben."
"Hiç vazgeçme bozacı. Bu kuleler, betonlar arasında kim alır deme. Sen hep geç sokaklardan."
"Ben kıyamete kadar boza satacağım." dedi Mevlut."
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
22 Aralık 2014 Pazartesi
Sevgili huzursuzluğumuz, ricakeş olursa
"Oysa biz hep bir düş kazasında
Yitirdik arkadaşlarımızı
Karşıdan karşıya geçerken
Eli bırakılan çocuklardık."
- Zafer Ekin Karabay (1975-2002)
"Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm."
- Karacaoğlan (Neşet Ertaş'ın sesiyle)
Efkârlı türküler söylemek en çok da "kendini tanıdığı için çok sonra pişman olan" şairlere yakışır. Efkar da zaten fazla düşünen insanların yaşama pratiğidir ve sigara yakmakla doğrudan bağlantılıdır. "Sen az zamanda çok sigara içenlerin de rabbisin" diyen Bülent Parlak şiirinin edebi ahengi hususunda; "modern Türk şiirinde türküsel söylem" dersem içim rahatlaşacak. Şairin sesinden türkü dinlemiş biri olarak ben bunu sezinliyorum. Mesela Bülent Parlak burada "sezinliyorum" demezdi, "hissediyorum" derdi.
"Ricakeş" kelimesine daha evvel bir şiirde yahut kitap adında rastlamadık. İlk şiir kitabına "Sevgili Huzursuzluğum" adını veren şair, bu kez de kafa açacak, kafa kıracak gibi görünüyor. Adı okuyucuyu yanıltmamalı, rica dolu şiirler yok. Aksine dünyaya minnet etmeyen ve güncelin yıprattığı insanın "artık yeter" ricasını sırtlayan şiirler var. Bir ricakeş gülüşü var kitapta. Hani devlet dairelerinde bir an evvel işimiz bitsin diye yaptığımız gülüş, işte ondan.
Şairin 2010 ve 2014 arasında yazdığı yirmi şiirden oluşuyor Ricakeş. Kapağı, Lozan'dan "Bir yüz sene daha kazandık" diyerek çıkan İsmet Paşa dahil tüm halk düşmanlarını alaya alır gibi tasarlanmış. Hayatının neredeyse tamamına küçük planlar serpiştiren stratejik insanlara küfür gibi gelecektir bu simsiyah, kravatlı kapak. Ricakeş'te yer alan neredeyse her şiirin bir hikâyesi var. Mesela "Tufanım Var, İkizim Yok" şiiri. Bu şiir, Tito dönemi Yugoslavya'sının toplama kampı olan Goli Otok'ta işkence gören Boşnak şair Risto Trifkoviç'i konu edinmiş. "Bir gün pişman olmak için sıraya gireceğiz" diyor şair ve kitabının adına yakışır duruşunu sergiliyor şu dizesiyle: "Anlatsam / yarısında izin alıp gideceğiniz bir hikayedir burası."
Gündemin insanları nasıl meşgul ettiğine ve ne hâle getirdiğine eleştiri babında "Sabah Kalkınca İntihar Etmeyi Unutacak Kadar Dalgın" adlı şiirinde şöyle diyor Parlak: "Yaşamak iyi gelmiyor hiçbir sancımıza / söyleyin / sarsıcı bir sırrı öğrenince / övünerek başkalarına anlatan halk bizim neyimiz olur.". İntihardan devam etmek gerekiyor burada çünkü 13 Eylül 2002'de 27 yaşındayken intihar eden şair Zafer Ekin Karabay için de bir şiir var Ricakeş'te. "Ararken" adlı şiirinde Ekin Karabay şöyle der: "Bileğimdeki vazgeçilmiş intiharın / sokaktaki ıslak tenimi duyumsadım / ve ararken yakalandım / kayıp otobüsünde / kendi resmimi.". İşte Parlak da "İzmarit İçerek Büyüyen Çocuklar" adlı şiiriyle, Karabay'ın genç ömrüne ses vermiş: "Bir çağdan bir çağa geçerken / geride unutulan şaşkınlardık / tabutuyduk üstüne kapanıp ağlanan / dört kızdan sonra bir oğlun."
Şairin ilk şiir kitabı "Sevgili Huzursuzluğum"da yer alan "Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım" dizesi, ikinci kitabındaki "Anne Abartma Ölümü Arada Çık Gel" şiirinde bir karşılık bulmuş gibi: "Halbuki anne / cinayet / uzun uzun baktığımız kızın masasına gelen erkek / değil midir."
Bülent Parlak şiirinde okuyucu, tarihi ögelerle bilhassa Ricakeş'te sık sık karşılaşacaktır. Günümüzdeki sorunların temelini tarihte ararken, hiçbir romantizme kapılmadan şair görevini yerine getiriyor. Yazmasam olmazdı demiyor, yazmasam ölürdüm diyor sanki: "Hıncımın tarihi vardır elbet / vardır elbet erzincanlı bir piyadenin / yıl iki bin on üç, martın dokuzunda / karlofça'yı hatırlayıp / kendini ayağından vurmasının sebebi."
Dile getirdikleriyle hayatı arasında bariz farklılıklar olan insanlara da şairin diyeceği var. "Sen Varken Kapitalizm Neyin Nesiydi Bilmiyorum" şiirinde bu konuda oldukça sarsıcı dizeler bulunuyor. "İnsan harama inanmasa bile / sevmeye inanmıştır her vakit" gibi, "İçimizden gelen bir şeyi yazıyorsak / içimizden gidenlere çare bulamıyoruz demektir / yine de / bankalar şaşırmıyor maaş günlerimizi" gibi ve hatta "Ellerimi senin ellerinle yıkayacaktım bir gülseydin / lüks otomobillere bile inanırdım" gibi.
"Venezüela Hava Yolları" şiirinde Güney Amerikalı bir devrimci bakışıyla kadınları ve gösterişi selâmlıyor Bülent Parlak: "Manikürle başlıyor zenginlik, sona eriyor ölümle / tam ortasında bu iki şeyin bolca feragat etme hakkı vardır / bir kurban derisi en çok tuza yalvarır / kasap, bıçak ve yedi ortak hariç.". Diğer yandan "Arjantin 1453" şiirinde ise bana hemen Hakan Günday'ın Piç adlı kitabını hatırlatan dizeler yakaladım. Önce kitaptan: "Piçler, âşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.". Sonra da şiirden: "Yetimler / diğer arkadaşlarından daha çok âşık olurlar / ve hayatlarını herkesten daha fazla mahvederler / hayatı veren Allah'tır / bağışlayacak olan ve mahvedecek olan da Allah'tır."
Kitabın son şiiri "Evet, İskân" ise İsmet Özel'in 1967'de yazdığı "Evet, İsyan" şiirine atıfta bulunuyor. "Müteahhit çağında yaşıyoruz sevgilim / sana vaat edeceğim ev sıradan değil / göle bakmıyor diye pencerelere küsme / üzme beni tek katlı bir gülüş için / ismet özel hangi cesaretle "evet, isyan" diyerek / başlatmıştı devrimi."
Ricakeş, Bülent Parlak'ın "Sevgili Huzursuzluğum"la birlikte attığı ilk adımı daha sağlam kılmış. Şiirleri sanki daha keskinleşmiş, gürleşmiş. Bu da okuyucuyu sersemletiyor. Sersemlik iyidir, serserilik değil.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Yitirdik arkadaşlarımızı
Karşıdan karşıya geçerken
Eli bırakılan çocuklardık."
- Zafer Ekin Karabay (1975-2002)
"Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm."
- Karacaoğlan (Neşet Ertaş'ın sesiyle)
Efkârlı türküler söylemek en çok da "kendini tanıdığı için çok sonra pişman olan" şairlere yakışır. Efkar da zaten fazla düşünen insanların yaşama pratiğidir ve sigara yakmakla doğrudan bağlantılıdır. "Sen az zamanda çok sigara içenlerin de rabbisin" diyen Bülent Parlak şiirinin edebi ahengi hususunda; "modern Türk şiirinde türküsel söylem" dersem içim rahatlaşacak. Şairin sesinden türkü dinlemiş biri olarak ben bunu sezinliyorum. Mesela Bülent Parlak burada "sezinliyorum" demezdi, "hissediyorum" derdi.
"Ricakeş" kelimesine daha evvel bir şiirde yahut kitap adında rastlamadık. İlk şiir kitabına "Sevgili Huzursuzluğum" adını veren şair, bu kez de kafa açacak, kafa kıracak gibi görünüyor. Adı okuyucuyu yanıltmamalı, rica dolu şiirler yok. Aksine dünyaya minnet etmeyen ve güncelin yıprattığı insanın "artık yeter" ricasını sırtlayan şiirler var. Bir ricakeş gülüşü var kitapta. Hani devlet dairelerinde bir an evvel işimiz bitsin diye yaptığımız gülüş, işte ondan.
Şairin 2010 ve 2014 arasında yazdığı yirmi şiirden oluşuyor Ricakeş. Kapağı, Lozan'dan "Bir yüz sene daha kazandık" diyerek çıkan İsmet Paşa dahil tüm halk düşmanlarını alaya alır gibi tasarlanmış. Hayatının neredeyse tamamına küçük planlar serpiştiren stratejik insanlara küfür gibi gelecektir bu simsiyah, kravatlı kapak. Ricakeş'te yer alan neredeyse her şiirin bir hikâyesi var. Mesela "Tufanım Var, İkizim Yok" şiiri. Bu şiir, Tito dönemi Yugoslavya'sının toplama kampı olan Goli Otok'ta işkence gören Boşnak şair Risto Trifkoviç'i konu edinmiş. "Bir gün pişman olmak için sıraya gireceğiz" diyor şair ve kitabının adına yakışır duruşunu sergiliyor şu dizesiyle: "Anlatsam / yarısında izin alıp gideceğiniz bir hikayedir burası."
Gündemin insanları nasıl meşgul ettiğine ve ne hâle getirdiğine eleştiri babında "Sabah Kalkınca İntihar Etmeyi Unutacak Kadar Dalgın" adlı şiirinde şöyle diyor Parlak: "Yaşamak iyi gelmiyor hiçbir sancımıza / söyleyin / sarsıcı bir sırrı öğrenince / övünerek başkalarına anlatan halk bizim neyimiz olur.". İntihardan devam etmek gerekiyor burada çünkü 13 Eylül 2002'de 27 yaşındayken intihar eden şair Zafer Ekin Karabay için de bir şiir var Ricakeş'te. "Ararken" adlı şiirinde Ekin Karabay şöyle der: "Bileğimdeki vazgeçilmiş intiharın / sokaktaki ıslak tenimi duyumsadım / ve ararken yakalandım / kayıp otobüsünde / kendi resmimi.". İşte Parlak da "İzmarit İçerek Büyüyen Çocuklar" adlı şiiriyle, Karabay'ın genç ömrüne ses vermiş: "Bir çağdan bir çağa geçerken / geride unutulan şaşkınlardık / tabutuyduk üstüne kapanıp ağlanan / dört kızdan sonra bir oğlun."
Şairin ilk şiir kitabı "Sevgili Huzursuzluğum"da yer alan "Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım" dizesi, ikinci kitabındaki "Anne Abartma Ölümü Arada Çık Gel" şiirinde bir karşılık bulmuş gibi: "Halbuki anne / cinayet / uzun uzun baktığımız kızın masasına gelen erkek / değil midir."
Bülent Parlak şiirinde okuyucu, tarihi ögelerle bilhassa Ricakeş'te sık sık karşılaşacaktır. Günümüzdeki sorunların temelini tarihte ararken, hiçbir romantizme kapılmadan şair görevini yerine getiriyor. Yazmasam olmazdı demiyor, yazmasam ölürdüm diyor sanki: "Hıncımın tarihi vardır elbet / vardır elbet erzincanlı bir piyadenin / yıl iki bin on üç, martın dokuzunda / karlofça'yı hatırlayıp / kendini ayağından vurmasının sebebi."
Dile getirdikleriyle hayatı arasında bariz farklılıklar olan insanlara da şairin diyeceği var. "Sen Varken Kapitalizm Neyin Nesiydi Bilmiyorum" şiirinde bu konuda oldukça sarsıcı dizeler bulunuyor. "İnsan harama inanmasa bile / sevmeye inanmıştır her vakit" gibi, "İçimizden gelen bir şeyi yazıyorsak / içimizden gidenlere çare bulamıyoruz demektir / yine de / bankalar şaşırmıyor maaş günlerimizi" gibi ve hatta "Ellerimi senin ellerinle yıkayacaktım bir gülseydin / lüks otomobillere bile inanırdım" gibi.
"Venezüela Hava Yolları" şiirinde Güney Amerikalı bir devrimci bakışıyla kadınları ve gösterişi selâmlıyor Bülent Parlak: "Manikürle başlıyor zenginlik, sona eriyor ölümle / tam ortasında bu iki şeyin bolca feragat etme hakkı vardır / bir kurban derisi en çok tuza yalvarır / kasap, bıçak ve yedi ortak hariç.". Diğer yandan "Arjantin 1453" şiirinde ise bana hemen Hakan Günday'ın Piç adlı kitabını hatırlatan dizeler yakaladım. Önce kitaptan: "Piçler, âşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.". Sonra da şiirden: "Yetimler / diğer arkadaşlarından daha çok âşık olurlar / ve hayatlarını herkesten daha fazla mahvederler / hayatı veren Allah'tır / bağışlayacak olan ve mahvedecek olan da Allah'tır."
Kitabın son şiiri "Evet, İskân" ise İsmet Özel'in 1967'de yazdığı "Evet, İsyan" şiirine atıfta bulunuyor. "Müteahhit çağında yaşıyoruz sevgilim / sana vaat edeceğim ev sıradan değil / göle bakmıyor diye pencerelere küsme / üzme beni tek katlı bir gülüş için / ismet özel hangi cesaretle "evet, isyan" diyerek / başlatmıştı devrimi."
Ricakeş, Bülent Parlak'ın "Sevgili Huzursuzluğum"la birlikte attığı ilk adımı daha sağlam kılmış. Şiirleri sanki daha keskinleşmiş, gürleşmiş. Bu da okuyucuyu sersemletiyor. Sersemlik iyidir, serserilik değil.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
17 Aralık 2014 Çarşamba
AnadoluSol Bakış nedir, ne değildir?
"Geçmişin bilgisi şuurumuzu oluşturmaktadır. Bir Anadolu çocuğu uzviyetiyle otuz veya kırk yaşında olsa bile kafasiyle dokuz yüz yaşındadır. Biyolojik bakımdan otuz, kırk, doksan yaşlarında olabilir. Fakat ruhi bakımdan o, bin yaşındadır. Yani milletin yaşı kadar."
- Nureddin Topçu, Fikir Dünyamızın Yıldızlarından (M. Sılay, Düşün Yayınları, 2010)
“Devlet ve Allah – AnadoluSol Bakış” kitabı İslamcı camiada uzun zamandan sonra ilk kez dile getirilmiş bir yaklaşımı ifade etmektedir. Daha önce Nurettin Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını kullanmasına benzer şekilde yazar da bu kitapla iki kavramı gündemine alıyor: “Anadoluculuk” ve “AnadoluSol.” Bununla beraber Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” terimi ile Nurettin Topçu’nun “toprak reformu” düşüncesinden farklı bir yönelişi ifade ettiği de söylenmelidir. Tımar-Ahi altyapısına bağlı olan yazar Anadolu’da çift hukuk sisteminin şerî temelinin ekonomik olduğuna vurgu yapmaktadır. Lütfi Bergen’e göre yönetici tabakanın muhatap olduğu hukuk sistemi örfîdir ve halkın hukuku ile bağları bulunmamaktadır. Yazarın Nurettin Topçu’dan farklı olarak içeriğini doldurduğu kavram olan “Anadoluculuk” da Üsküdar-Ardahan-Hakkari hattı değil Batı-dışı tüm dünyadır. Yazara göre Anadolu aslında “Anatolia” kavramı olup “Doğu” demektir.
Sosyalist kesimlerde de “Anadolu Sol” kavramı kullanılmıştır. Enis Tütüncü’nün “CHP’nin Mayası-Anadolu Sol” başlıklı çalışması, kavramı “Anadolu hümanizması” perspektifinde ele almakta, Kemalist CHP’nin 6 ilkesi ile Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren’i yetiştirmiş olan “Anadolu kültürü”nü terkibine ulaşmaya çalışmaktaydı. CHP’nin Anadolu Sol’u “fıkıh-nizâm İslâm’ı” dışında kalan bir Anadolu tasavvurunu öne çıkarmakta, İslâm’ı “hümanist, paylaşmacı, irfanca bilgi” değerleriyle yüklü boyutuyla ele almakta ve bu değerlerin halk kültürü olarak günümüzde de yaşadığına vurgu yapmaktaydı. Enis Tütüncü’ye göre; “Anadolu Ulusal Devriminin yaratıcısı, Anadolu ve Rumeli’nin göçmen ve yerli halklarıdır. Mustafa Kemal, bunlara önderlik etmiştir. Bunların tümü için üst kimlik “Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı”dır. Bu kimliğin özü, Anadolu ve Rumeli’nin binlerce yıllık tarihinde yaşamış olan tüm kavim ve uygarlıklardan süzülmüş, Anadolu Hümanizmasının önce insan diyen dünya görüşünde yoğrulmuş, “1923 Aydınlanma Devrimi“ ile birlikte, yeniden çağdaşlık yoluna çıkarılmış olan bireydir” (Tütüncü Enis, Anadolu Sol, 2006). Enis Tütüncü’nün aksine Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” kavramına yaklaşımı iktisadî üretim ve nizâm yapısında meşrebî ve mezhebî farklılıkların hatta dinî ayrılıkların flulaşacağı fikrine dayanmaktadır. Yazar, Medine Vesikası’nı imzalayan Yahudi ve müşriklerin de vesikada “ümmet” adı altında birbirine saldırmazlık anlaşması imzalandığına vurgu yapmaktadır. Buna göre Batı kapitalizminin Katolik-Protestan özünün Batı-dışı Hristiyan (Ortodoks vd.), Yahudi mezheplerle kavgasına değinmekte ve bütün Doğu’nun capitalist Batı’nın sömürgesi altına alındığına işaret etmektedir. Bu yaklaşım, “Anadoluculuk” fikrini ve “AnadoluSol” kavramını bugünkü Türkiye’nin dışına çıkarmaktadır.
Lütfi Bergen, “Devlet ve Allah” kitabındaki iddiasını, “Anadoluculuk düşüncesini yeniden güncellemeye ilişkin bir çaba” şeklinde değerlendirmekte ancak “AnadoluSol” kavramını başlığa taşımaktadır. Yazarın sık sık Nurettin Topçu’ya referans vermesi nedeniyle “Anadoluculuk” kavramını kullanarak Topçu geleneğine bağlılığını yinelediği anlaşılmaktadır. Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını da Lütfi Bergen, bu kitabında “AnadoluSol” kavramı ile öne çıkarmakta, Anadoluculuğun görmezden gelinen bu yönüne vurgu yapmaktadır. Yazar, kitabın önsözünde, “Anadoluculuk hakkında çok araştırma yapılsa da, bugün bir entelektüel çevre tarafından temsil edilmiyor. Biz gerek İslamcılık eleştirilerimizde ve gerek ise sosyalizan İslâmî hareketlerin düşünsel yaklaşımlarına ihtirazî kayıtlarımızda Anadoluculuk düşüncesinin birikiminden hareket ederek sorular soruyor ve cevap üretmeye çalışıyoruz. Bu kapsamda kimi zaman Nurettin Topçu’nun kavramlarına, “isyan ahlâkı”na da eleştirel baktığımız görülecektir” diyerek Anadolusol’u, “Anadolucu Sosyalizm-Ruhçu Sosyalizm” kavramını kullanan Nurettin Topçu’nun işlediği mecra üzerinde yürüme kaygısı taşıyan bir terim olarak ifade etmektedir.
Kitabın üzerinde önemle durduğu konu İslamcılık düşüncesinin değişik versiyonlarının “positivist” olduğu iddiasıdır. Yazar kitapta sıklıkla İslamcılık eleştirisi yapmakta ancak Topçu mistisizmini örnek almamaktadır. Yazara göre İslamcı yazarlar Müslüman toplumun terakki etmesi konusunda bir sakınca görmediler. Batı’da geliştirilen “Medeniyet’in tekliği” hususuna itiraz etmedikleri gibi Müslüman toplumun “medeniyet içinde” yer alması gerektiğini düşündüler. Yazar, İslamcıları bu yaklaşımları nedeniyle terakkici/positivist görmektedir. İslamcılık düşüncesi, Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel kent” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibinin de adıdır. İslamcılığın bu terkibi kurarken (Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel toplum” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibi) geleneksel Müslümanlığın bütün kurumsal yapılarına (tekke-vakıf-mahalle-şehir-hane-tımar-dirlik-tımar-pazar-fıkıh toplumu, vs) radikal bir yıkım hareketi geliştirdiğini bilmekteyiz. İslamcı hareketler halkın dinsel meşruiyet olarak gördüğü inanç ve pratikleriyle (tasavvuf, mevlid, türbe ziyareti, ehl-i tarik olma, misvak kullanma, sakal bırakma, vs.) çatışmaktaydılar. İslam devleti fikrini de eleştiren yazar Anadolu’nun İslâmî/şerî sosyal düzeninin tımar, ahilik, adalet/hukuk yapısı, vakıf gibi kurumsallıklarla inşa edildiğini düşünür. Yazar aynı eleştirileri antikapitalist Müslüman öbeklere de yöneltmektedir. Yazara göre kentleşme sürecine karşı koyamayan antikapitalizm de son tahlilde kapitalizmi tahkim etmektedir. İşçi/emekçi kesimlerin asıl müttefiğinin burjuvazi olduğunu düşünen yazara göre sosyalizm Anadolu’nun bin yıllık düzenindeki esnaf/zanaatkâr/çiftçilerin yaşadığı iktisadî nizama mündemiçtir.
Kaynak: heyula.net
- Nureddin Topçu, Fikir Dünyamızın Yıldızlarından (M. Sılay, Düşün Yayınları, 2010)
“Devlet ve Allah – AnadoluSol Bakış” kitabı İslamcı camiada uzun zamandan sonra ilk kez dile getirilmiş bir yaklaşımı ifade etmektedir. Daha önce Nurettin Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını kullanmasına benzer şekilde yazar da bu kitapla iki kavramı gündemine alıyor: “Anadoluculuk” ve “AnadoluSol.” Bununla beraber Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” terimi ile Nurettin Topçu’nun “toprak reformu” düşüncesinden farklı bir yönelişi ifade ettiği de söylenmelidir. Tımar-Ahi altyapısına bağlı olan yazar Anadolu’da çift hukuk sisteminin şerî temelinin ekonomik olduğuna vurgu yapmaktadır. Lütfi Bergen’e göre yönetici tabakanın muhatap olduğu hukuk sistemi örfîdir ve halkın hukuku ile bağları bulunmamaktadır. Yazarın Nurettin Topçu’dan farklı olarak içeriğini doldurduğu kavram olan “Anadoluculuk” da Üsküdar-Ardahan-Hakkari hattı değil Batı-dışı tüm dünyadır. Yazara göre Anadolu aslında “Anatolia” kavramı olup “Doğu” demektir.
Sosyalist kesimlerde de “Anadolu Sol” kavramı kullanılmıştır. Enis Tütüncü’nün “CHP’nin Mayası-Anadolu Sol” başlıklı çalışması, kavramı “Anadolu hümanizması” perspektifinde ele almakta, Kemalist CHP’nin 6 ilkesi ile Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren’i yetiştirmiş olan “Anadolu kültürü”nü terkibine ulaşmaya çalışmaktaydı. CHP’nin Anadolu Sol’u “fıkıh-nizâm İslâm’ı” dışında kalan bir Anadolu tasavvurunu öne çıkarmakta, İslâm’ı “hümanist, paylaşmacı, irfanca bilgi” değerleriyle yüklü boyutuyla ele almakta ve bu değerlerin halk kültürü olarak günümüzde de yaşadığına vurgu yapmaktaydı. Enis Tütüncü’ye göre; “Anadolu Ulusal Devriminin yaratıcısı, Anadolu ve Rumeli’nin göçmen ve yerli halklarıdır. Mustafa Kemal, bunlara önderlik etmiştir. Bunların tümü için üst kimlik “Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı”dır. Bu kimliğin özü, Anadolu ve Rumeli’nin binlerce yıllık tarihinde yaşamış olan tüm kavim ve uygarlıklardan süzülmüş, Anadolu Hümanizmasının önce insan diyen dünya görüşünde yoğrulmuş, “1923 Aydınlanma Devrimi“ ile birlikte, yeniden çağdaşlık yoluna çıkarılmış olan bireydir” (Tütüncü Enis, Anadolu Sol, 2006). Enis Tütüncü’nün aksine Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” kavramına yaklaşımı iktisadî üretim ve nizâm yapısında meşrebî ve mezhebî farklılıkların hatta dinî ayrılıkların flulaşacağı fikrine dayanmaktadır. Yazar, Medine Vesikası’nı imzalayan Yahudi ve müşriklerin de vesikada “ümmet” adı altında birbirine saldırmazlık anlaşması imzalandığına vurgu yapmaktadır. Buna göre Batı kapitalizminin Katolik-Protestan özünün Batı-dışı Hristiyan (Ortodoks vd.), Yahudi mezheplerle kavgasına değinmekte ve bütün Doğu’nun capitalist Batı’nın sömürgesi altına alındığına işaret etmektedir. Bu yaklaşım, “Anadoluculuk” fikrini ve “AnadoluSol” kavramını bugünkü Türkiye’nin dışına çıkarmaktadır.
Lütfi Bergen, “Devlet ve Allah” kitabındaki iddiasını, “Anadoluculuk düşüncesini yeniden güncellemeye ilişkin bir çaba” şeklinde değerlendirmekte ancak “AnadoluSol” kavramını başlığa taşımaktadır. Yazarın sık sık Nurettin Topçu’ya referans vermesi nedeniyle “Anadoluculuk” kavramını kullanarak Topçu geleneğine bağlılığını yinelediği anlaşılmaktadır. Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını da Lütfi Bergen, bu kitabında “AnadoluSol” kavramı ile öne çıkarmakta, Anadoluculuğun görmezden gelinen bu yönüne vurgu yapmaktadır. Yazar, kitabın önsözünde, “Anadoluculuk hakkında çok araştırma yapılsa da, bugün bir entelektüel çevre tarafından temsil edilmiyor. Biz gerek İslamcılık eleştirilerimizde ve gerek ise sosyalizan İslâmî hareketlerin düşünsel yaklaşımlarına ihtirazî kayıtlarımızda Anadoluculuk düşüncesinin birikiminden hareket ederek sorular soruyor ve cevap üretmeye çalışıyoruz. Bu kapsamda kimi zaman Nurettin Topçu’nun kavramlarına, “isyan ahlâkı”na da eleştirel baktığımız görülecektir” diyerek Anadolusol’u, “Anadolucu Sosyalizm-Ruhçu Sosyalizm” kavramını kullanan Nurettin Topçu’nun işlediği mecra üzerinde yürüme kaygısı taşıyan bir terim olarak ifade etmektedir.
Kitabın üzerinde önemle durduğu konu İslamcılık düşüncesinin değişik versiyonlarının “positivist” olduğu iddiasıdır. Yazar kitapta sıklıkla İslamcılık eleştirisi yapmakta ancak Topçu mistisizmini örnek almamaktadır. Yazara göre İslamcı yazarlar Müslüman toplumun terakki etmesi konusunda bir sakınca görmediler. Batı’da geliştirilen “Medeniyet’in tekliği” hususuna itiraz etmedikleri gibi Müslüman toplumun “medeniyet içinde” yer alması gerektiğini düşündüler. Yazar, İslamcıları bu yaklaşımları nedeniyle terakkici/positivist görmektedir. İslamcılık düşüncesi, Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel kent” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibinin de adıdır. İslamcılığın bu terkibi kurarken (Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel toplum” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibi) geleneksel Müslümanlığın bütün kurumsal yapılarına (tekke-vakıf-mahalle-şehir-hane-tımar-dirlik-tımar-pazar-fıkıh toplumu, vs) radikal bir yıkım hareketi geliştirdiğini bilmekteyiz. İslamcı hareketler halkın dinsel meşruiyet olarak gördüğü inanç ve pratikleriyle (tasavvuf, mevlid, türbe ziyareti, ehl-i tarik olma, misvak kullanma, sakal bırakma, vs.) çatışmaktaydılar. İslam devleti fikrini de eleştiren yazar Anadolu’nun İslâmî/şerî sosyal düzeninin tımar, ahilik, adalet/hukuk yapısı, vakıf gibi kurumsallıklarla inşa edildiğini düşünür. Yazar aynı eleştirileri antikapitalist Müslüman öbeklere de yöneltmektedir. Yazara göre kentleşme sürecine karşı koyamayan antikapitalizm de son tahlilde kapitalizmi tahkim etmektedir. İşçi/emekçi kesimlerin asıl müttefiğinin burjuvazi olduğunu düşünen yazara göre sosyalizm Anadolu’nun bin yıllık düzenindeki esnaf/zanaatkâr/çiftçilerin yaşadığı iktisadî nizama mündemiçtir.
Kaynak: heyula.net
12 Aralık 2014 Cuma
Mısır Mısırlılara bırakılmayacak kadar hayatidir
Bilgi, insanın karmaşık dünyasına anlam katmak, yaşadığı dünyaya bakışta sorunsuz alanlar icat etmek ve bu alanlarda söyleyeceklerinin öneminin keşfedilmesinin “dünyada” varoluşunun garantisi olarak algılanmasını besler.
Müslüman âlimlerin Mısır konusunda çalışma yapması belki İbn-i Haldun’un şu düşüncesinde gizlidir desek tarihsel olana uygun düşmez, fakat Müslümanların zihinsel tarihlerinin gerçekleşmesi olarak görülebilir; “Mısır’ı görmeyen İslam’ın gücünü anlayamaz.”
Batılı bilim insanları her konuda olduğu gibi hiyerogliflerin çözümlenmesini de kendileriyle başlatırlar. Bu yazıların kendileri tarafından okunup “bilim dünyasına” katkı sağladıklarından dem vururlar. Aslında gerçekler hiçte onların anlattığı gibi değildir. Ortaçağ Arap âlimleri Mısır üzerine kafa yorup, Mısır’ın tarihini açıklamaya çalışırken, olmazsa olmazı olan bu şekilleri okumaması düşünülemezdi. İnsaflı Oryantalistlerden bazıları bu konuda Ortaçağ Arap âlimlerinin yaptığı çalışmaları İngilizceye kazandırmışlardır. Joseph von Hammer, Londra’da İbn Vahşiyye’nin hiyeroglif yazılarının çözümlenmesi üzerine bir kitabını (900 sayfa) Arapça metin ve İngilizce çevirisiyle birlikte yayınlamıştır. Bir başka insaflı oryantalist Blochet 1909 ‘da Ortaçağ Arap âlimlerinin bazı hiyeroglif harflerini çözmeyi başardıklarını söylemiştir. Daly, okumalarına dayanarak bu harflerinin yarısından fazlasını Arap âlimlerin çözdüklerini söylüyor.
Ortaçağ Arap âlimlerinin Mısır Hiyerogliflerinin okunması çalışmalarını yaparken bunu Kuran-ı Kerim’deki Hurûf – u mukatta harflerin anlaşılmasına yönelik bir çalışma olduğunu söylemek, gerçeklerle bağdaşmayan bir yaklaşımdır. En azından bir tek bu nedene bağlamak ilmi bakımdan doğru olmadığı malumdur. İlim adamlarının yapacakları çalışmalarının yönünün buraya uğraması, yani Hurûf-u mukatta harfleri mevzuuna gelmesi, kaçınamayacakları bir durum olarak görülmeli ve böyle anlaşılması halinde ilmi bir tavırdan söz edilebilir. Meseleyi, batılılar “doğuluların” yaptıklarını “küçük” görme alışkanlıklarının bir sonucu olarak görmek daha doğru olsa gerek.
Kitap, Mısır hakkında birçok konuda bilgi vermektedir. Onlardan biride devlet idaresinin nasıl yapıldığıdır. Ülkemizde özellikle bir dönem çok tartışma konusu olmuş “toprak rejimi” Mısır’da nasıl olduğu ilginç detaylar kitaba alınmış. “İbn Zahire, firavunun her sene iki yöneticisinden, birini Yukarı Mısır’a diğerinin Aşağı Mısır’a gönderdiğini, bunların tarım tohumları taşıdığını belirtir. Tarım yapılan toprakların kontrolü sırasında ekilmemiş bir yer bulunursa, kral görevdeki yerel memurun infazını emrederek, kendisinin ve ailesinin mallarını müsadere ediyordu.”
Batı’nın Egzotik Dünyası
Kitabın en ilginç bölümünden biri Kleopatra’nın Orta Çağ Arap kaynaklarından nasıl geçtiğiyle ilgili bölümdür. Batılı kaynakların aksine Kleopatra’nın baştan çıkarıcı fiziksel güzelliğine dair Arap kaynaklarında hiçbir emare yoktur. Hatta sikkelerdeki görüntüsüne bakılırsa Kleopatra, batılıların hayal ettikleri gibi güzel bir kadın da değildir. Batılıların zihinleri Doğu dendiği zaman fantastik ve egzotik hikâyelerle süslü bir yer tasavvur edilir. Kleopatra’da batılıların “fantastik doğu” algısından payına düşeni almış görünüyor!
Batılıların her konuda öncü olduklarını inandırmak istemelerinin hiçbir tarihsel dayanağının olmadığını göstermesi açısından güzel bir çalışma. Ortaçağ Arap âlimlerin Mısır hakkındaki bilgilerinin dönem itibariyle bakılacak olursa üst düzeyde olduğunu gösteren çalışma, Müslümanların erken dönem denilecek bir zaman diliminde Mısır hakkında ciddi bir birikime sahip olduğunu kitabı okuyup kapattıktan sonra anlıyoruz. Her bilim dalının kendilerinden neşet ettiği “doğru”suna sımsıkı sarılmış batılı yazarlar, tarihin derinlikli incelemesinin nasıl yapıldığını görmek istiyorlarsa, biraz daha çalışmaları gerekecek. Bu çalışmalara bizim unuttuklarımızdan başlamaları kaçınılmazdır!
Mısır batılılar için her zaman merkez bir ülke olma vasfını korumuştur. Batılılar Mısır tarihini Mısırlılara bırakılmayacak kadar önemli ve öncelikli olduğunu erken keşfettiler ve Mısır üzerine çalışmalar yaparak ön kabuller oluşturdular. Son dönem Mısır siyasetindeki gelişmelerde gösteriyor ki batılılar Mısır’ı Mısırlılara bırakmamakta “tarihi” devam ettiriyor.
Atilla Mülayim
tyb.org.tr
Müslüman âlimlerin Mısır konusunda çalışma yapması belki İbn-i Haldun’un şu düşüncesinde gizlidir desek tarihsel olana uygun düşmez, fakat Müslümanların zihinsel tarihlerinin gerçekleşmesi olarak görülebilir; “Mısır’ı görmeyen İslam’ın gücünü anlayamaz.”
Batılı bilim insanları her konuda olduğu gibi hiyerogliflerin çözümlenmesini de kendileriyle başlatırlar. Bu yazıların kendileri tarafından okunup “bilim dünyasına” katkı sağladıklarından dem vururlar. Aslında gerçekler hiçte onların anlattığı gibi değildir. Ortaçağ Arap âlimleri Mısır üzerine kafa yorup, Mısır’ın tarihini açıklamaya çalışırken, olmazsa olmazı olan bu şekilleri okumaması düşünülemezdi. İnsaflı Oryantalistlerden bazıları bu konuda Ortaçağ Arap âlimlerinin yaptığı çalışmaları İngilizceye kazandırmışlardır. Joseph von Hammer, Londra’da İbn Vahşiyye’nin hiyeroglif yazılarının çözümlenmesi üzerine bir kitabını (900 sayfa) Arapça metin ve İngilizce çevirisiyle birlikte yayınlamıştır. Bir başka insaflı oryantalist Blochet 1909 ‘da Ortaçağ Arap âlimlerinin bazı hiyeroglif harflerini çözmeyi başardıklarını söylemiştir. Daly, okumalarına dayanarak bu harflerinin yarısından fazlasını Arap âlimlerin çözdüklerini söylüyor.
Ortaçağ Arap âlimlerinin Mısır Hiyerogliflerinin okunması çalışmalarını yaparken bunu Kuran-ı Kerim’deki Hurûf – u mukatta harflerin anlaşılmasına yönelik bir çalışma olduğunu söylemek, gerçeklerle bağdaşmayan bir yaklaşımdır. En azından bir tek bu nedene bağlamak ilmi bakımdan doğru olmadığı malumdur. İlim adamlarının yapacakları çalışmalarının yönünün buraya uğraması, yani Hurûf-u mukatta harfleri mevzuuna gelmesi, kaçınamayacakları bir durum olarak görülmeli ve böyle anlaşılması halinde ilmi bir tavırdan söz edilebilir. Meseleyi, batılılar “doğuluların” yaptıklarını “küçük” görme alışkanlıklarının bir sonucu olarak görmek daha doğru olsa gerek.
Kitap, Mısır hakkında birçok konuda bilgi vermektedir. Onlardan biride devlet idaresinin nasıl yapıldığıdır. Ülkemizde özellikle bir dönem çok tartışma konusu olmuş “toprak rejimi” Mısır’da nasıl olduğu ilginç detaylar kitaba alınmış. “İbn Zahire, firavunun her sene iki yöneticisinden, birini Yukarı Mısır’a diğerinin Aşağı Mısır’a gönderdiğini, bunların tarım tohumları taşıdığını belirtir. Tarım yapılan toprakların kontrolü sırasında ekilmemiş bir yer bulunursa, kral görevdeki yerel memurun infazını emrederek, kendisinin ve ailesinin mallarını müsadere ediyordu.”
Batı’nın Egzotik Dünyası
Kitabın en ilginç bölümünden biri Kleopatra’nın Orta Çağ Arap kaynaklarından nasıl geçtiğiyle ilgili bölümdür. Batılı kaynakların aksine Kleopatra’nın baştan çıkarıcı fiziksel güzelliğine dair Arap kaynaklarında hiçbir emare yoktur. Hatta sikkelerdeki görüntüsüne bakılırsa Kleopatra, batılıların hayal ettikleri gibi güzel bir kadın da değildir. Batılıların zihinleri Doğu dendiği zaman fantastik ve egzotik hikâyelerle süslü bir yer tasavvur edilir. Kleopatra’da batılıların “fantastik doğu” algısından payına düşeni almış görünüyor!
Batılıların her konuda öncü olduklarını inandırmak istemelerinin hiçbir tarihsel dayanağının olmadığını göstermesi açısından güzel bir çalışma. Ortaçağ Arap âlimlerin Mısır hakkındaki bilgilerinin dönem itibariyle bakılacak olursa üst düzeyde olduğunu gösteren çalışma, Müslümanların erken dönem denilecek bir zaman diliminde Mısır hakkında ciddi bir birikime sahip olduğunu kitabı okuyup kapattıktan sonra anlıyoruz. Her bilim dalının kendilerinden neşet ettiği “doğru”suna sımsıkı sarılmış batılı yazarlar, tarihin derinlikli incelemesinin nasıl yapıldığını görmek istiyorlarsa, biraz daha çalışmaları gerekecek. Bu çalışmalara bizim unuttuklarımızdan başlamaları kaçınılmazdır!
Mısır batılılar için her zaman merkez bir ülke olma vasfını korumuştur. Batılılar Mısır tarihini Mısırlılara bırakılmayacak kadar önemli ve öncelikli olduğunu erken keşfettiler ve Mısır üzerine çalışmalar yaparak ön kabuller oluşturdular. Son dönem Mısır siyasetindeki gelişmelerde gösteriyor ki batılılar Mısır’ı Mısırlılara bırakmamakta “tarihi” devam ettiriyor.
Atilla Mülayim
tyb.org.tr
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)