19 Eylül 2014 Cuma

Bir çocuktan bir Kudüs yapmak

Nasıl Sezai Karakoç’un Monna Rosa’sı on yıllar boyunca Mona Roza namıyla elden ele dolaştıysa Nuri Pakdil’in Anneler ve Kudüsler’i de kitaplaşmadan önce elden ele öyle dolaşıyordu. Nitekim Turan Koç’un 2004 yılında yayınlanan Hece Dergisi’nin Nuri Pakdil özel sayısında kaleme aldığı yazı, kitabın önceki macerasını özetler. Edebiyat dergisinde çoğu Ebubekir Sonumut müstearıyla yayınlanan şiirler, Nuri Pakdil’in 42. kitabı olarak okuruyla buluştu. (Her şiirin sonuna derginin hangi sayısında hangi müstearla yayınlandığı bilgisini veren editöryel titizliği de bu vesileyle kutlamak isterim.)

Bir Nuri Pakdil şiirinin en ayırt edici iki vasfı “ses ve öfke”dir. Dilin en yalın haliyle eylem yapar gibi hatta devrim yapar gibi yazar Pakdil. Tıpkı denemelerinde ve tiyatro oyunlarında olduğu gibi…Pakdil’in dergi çıkartırken de, yazarken de, kitap yayınlarken de esas meselesi, sadece bir sorumluluk bilincini aşılamak değil o sorumluluk bilincini bütün ağırlığıyla yaşamaktır. Pakdil’in şiire yüklediği bu sorumluluk şiirden taviz verdiği anlamında yorumlanmamalı. O yazdığı türün estetik yükümlülüklerini de aynı sorumluluk ve bilinçle taşımaya da taliptir. Pakdil’de poetik farklılık da politik farkındalık da biri diğerine yeğ tutulmadan at başı koşturulur.

Arınmışlık, fazlalıklardan azat olmuşluk Pakdil’in hayatının başat unsurlarından bir diğeridir. Nitekim Nuri Pakdil’in “Herşeyi attım üzerimden / elimde bir kitap kaldı” mısraları onun şiirinin ve hayatının rafineliğini yansıtır.

Nehirlerde birbirine çarpa çarpa pürüzlerinden arınan taşlar gibi Pakdil’in şiirlerinde de kelimeler birbirine çarpa çarpa çapaklarından azade olurlar. Sükût Suretinde adlı kitabında yer alan şiirlerine şiirin kaçıncı yazılışı olduğuna dair notlara göz atanlar kelimelerin çarpışmasına şahit olabilirler. (Örneğin Sükût Sureti’nde yer alan ‘Tohumlar’ isimli şiirin 387. yazılışıdır: “Atılacak bir sonraki adım ka- / dar güzeldir sessiz tek gece bile’ye ulaşıyor. Bir beyitten ibaret olması 387 sayısına farklı bir boyut katacaktır elbette.)

Pakdil’in öfkesinin kaynağını ve hedefini ise “Benim işim/devrim/ yapmak” mısralarında bulabiliriz. Nuri Pakdil’in şiiri, esasen mazlum milletlerin yanında yer almayı öngören bir “DağDuruşu”dur. (Not: Dizgi düzelti yanlışı yok: DağDuruşu.)

Pakdil’in öfkesinin kıblesi ise Kudüs’tür. Kudüs’ün Pakdil için ayrı bir anlamı vardır. Yaşadığımız çağda İslam dünyasında işlenen her zulümün simgesi Kudüs’tür esasen. Nitekim Bilal Can bir yazısında Necip Fazıl için Büyük Doğu, Mehmet Akif için Asım’ın nesli ne ise Pakdil için de Kudüs odur yorumunu yapar.

Saatini Kudüs’e ayarlayan Pakdil’in İslam coğrafyasında olanları adım adım takip eder. Kudüs, Pakdil için hayati bir önem taşır. Kitaba ismini veren Anneler ve Kudüsler şiiri Pakdil’in bütün sanat, aksiyon ve fikir dünyasının muhtasar bir özeti gibidir. “Yürü kardeşim/Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin” mısralarıyla Pakdil yaşamakla yazmanın biri tercih edilmesi gereken iki şık olmadığını eylem/yazı/şiir/hayat dörtlüsünün birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu ifade etmekle kalmaz “yürü” ihtarıyla çıkış yolunu da gösterir. Annelerin çocuklarından birer Kudüs yaptıkları, babaların içlerinde birer Kudüs canlandırdıkları günler için yazılmıştır bu şiir.

“İnsan
soyaçekim
göğe yansır umudu
baktıkça aynada

Ve çocuk gülünce
ışır el-aksâ
el-aksâ bilir ki
çocuk koyacak o taşı

Ki biraz kirazdır ki biraz silâhtır
çocukların
gözleri
parmakları
Getirince baba
kudüs’ü özümseyen ekmeği
yeniler anne andını
kirazın ve silâhın üstüne”

Pakdil, “Batıya baka baka boynu tutulan” Türkiye’ye kıbleyi göstermeyi amaçlar. Eline aldığı her gazeteyi satır satır tarayıp, Ortadoğu’ya Kudüs’e dair haber arayan Pakdil için devrimci olmak yazar olmaktan her zaman daha önceliklidir. Onun için Edebiyat dergisi “kirli siyasa”nın dışında ve “kirli mülkiyet zebanileri”ne karşı “Kutsal Ekmek, Kutsal Emek, Kutsal El”in kurduğu bir gerilla birliğidir. Anneler ve Kudüsler’de yer alan şiirleri de bir gerilla birliği gibi değerlendirebiliriz. Zaten Bir Yazarın Notları’nın 3. cildi “Bu kitabı da namluya sürün!” direktifiyle biter. Çünkü “Sanatla başladı yurdumuzda yabancılaşma; gene sanatla kalkacağız ayağa.” diyen Pakdil’e göre “Sanatla Kudüs rüzgarları estirmeli”dir. Anneler ve Kudüsler o rüzgarın örneği şiirlerle yüklüdür.

Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları’nda “İnsan! Seni savunuyorum sana karşı!” ihtarında bulunuyordu. Anneler ve Kudüsler o büyük cephenin önemli siperlerinden biri olarak Pakdil kitaplığındaki yerini aldı.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

18 Eylül 2014 Perşembe

Düşünsel, siyasal anlamda önemli kişiler ve Kalemin Yükü

"Toplumsal maceramızı, bu sürecin kahramanlarının ve düşünsel, siyasal mimarlarının yeterince anlaşılmasıyla kavrayabiliriz ancak. Bu çaba, onlar için değil, kendimiz içindir.”

Pek çok değerli fikir ve edebiyat adamının hayatına, yaptıklarına, eserlerine yeni bir yorum katmış bu eserinde Hüseyin Su. Kalemin Yükü omuzlarında yük olmaktan çok bir vazife bir “…ne güzel yaşamışsın sevaplar gibi” durumudur çoğu için. ‘Bir düşünce çizgisi’ni hakkıyla okuma durumudur bu deneme kitabı. Özellikle son yüzyıl için birer deniz feneri niteliğindeki şahıs ve dergiler üzerine son on sekiz yıl boyunca Hece Dergisi sayfaları arasında yer almış kimi denemelerden oluşmaktadır.

Değerlendirmelerini yaparken, Hüseyin Su’nun, “Ben de kendimi bu çaba içinde düşünen, yazan birisi olarak gördüm her zaman. Kalemim bağlı bunlarla ve kalemimin yükünü anlamaya, sorumluluğunu yerine getirmeye çalışıyorum” deyişindeki samimiyeti satırlar arasında yakalamak mümkün. Farklı sanat, kültür, edebiyat anlayışlarına ve siyasal düşüncelerine rağmen ortak noktalarına odaklanır Su.

Düşünür, yazar ve şairlerin kendi dönemlerine has ayrıcalıklı yanlarını ön plana çıkarma gayreti takdire şayandır. Özellikle vurguladığı bir husus var ki, hak vermemek elde değil:

Bugün, Türkiye’de gerek düşünce, sanat, edebiyat, kültür, gerekse siyaset ve toplumsal anlamda bir uygarlık hesaplaşması bağlamında süren kavga, yanlışları ve doğruları, eksileriyle ve artılarıyla hâlâ Necip Fazıl’ın ve Büyük Doğu’nun 1940’lı yıllarda başlattığı entelektüel İslâm düşüncesi düzleminde ve bağlamında bir hesaplaşma ve kavga dilinin ve sesinin yankısının açtığı alanda sürmektedir.

Hindistanlı bir şairle, Türkiyeli bir şairin, neden bizde aynı etkiyi bıraktığını anlatmış Su. Yani İkbal ve M. Akif… İlk şiir kitabının ilk baskısının yakılmasının ardından, “Özüm hiç değişmedi!” diyen “insanca ve artistçe” yazan Cahit Zarifoğlu’nu anlatıyor bize Su. İnsanın bağırsaktan ibaret olmadığını “gönül”den bahis açan, “Bağlanma”nın yazarını tanıtıyor bize, Fethi Gemuhluoğlu’nu. Düşünce ve kültür hayatımıza ışık tutacak nitelikte Kalemin Yükü.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı daha önce Star Kitap'ta yayımlanmıştır.

Hû: Dönüşü daima kendine yap

Şair Hüseyin Akın'ın bu yıl Ülke Kitap'tan bir toplu şiir (Sevmek, Karanfil ve Kiraz), üç de deneme (Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli, Yalan Dünyanın Yanlış İşleri, Hû Dönüşü) kitabı yayımlandı. Bir nevi Türk edebiyatının şiir alanına mitralyözle, deneme alanına mayınlar döşeyerek yeniden girmiş oldu şair. Neden mayınlar döşeyerek? Deneme denen arazide atılacak her adım bir risktir. Biz Türkler buna risk yerine rızk mı demeliyiz? Evet, demeliyiz. Rızkı aramanın peşine önce şiirle düşen Hüseyin Akın, Hû Dönüşü'nde mayınlarını modern hayat üzerine kuruyor. Modern hayatın her cilvesini birer mayınla havaya uçuruyor. Uçuşanlar da genellikle din, muhafazakarlık ve kültür tohumlarıyla yeniden toprağa serpiliyor. Okuyucuya düşen ise okuduklarını birer tohum kabul ederek toprağa serpilmesinde rol almak, sabretmek ve güçlenmek. Sonrası ise başta söylenene ulaştıracaktır; rızka.

Ben Hüseyin Akın'ın deneme kitaplarını okumaya şöyle başlıyorum: konu başlıklarını içindekiler bölümünden peş peşe okuyorum. Sonra tahayyül edebileceğim şeyleri sıralıyorum. Neler geldi aklıma? Ezanı kötü okuyan müezzinler, insanların sürekli mazeret üreten bir fabrika haline dönüşmesi, hidayeti takunyada ve takkede aramak, camiye iki bin liralık iki ayrı akıllı telefonla girmek, sabah işe başlamadan evvel mesai arkadaşına hal hatır sormamak, gösteriş budalalığı, insanın gördükleriyle bildiklerini birbirine karıştırması, alaycılık ile mizahın arasındaki çizgi, ciddiyetle tebessüm arasındaki dostluk, inanç ve iman arasındaki kuvvetli bağ. Hatta şöyle özetlemek isterim ki Hûd Suresi'nin 112. ayetinde bize "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" diye meal edilenin aslında "Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol" hakikatine Hû Dönüşü farklı bir yolla tevcih etmemiz gerektiğini anlatıyor. Yine ve yine: görmek isteyene. Görmek de bu tip hususlarda kesinlikle gönülle olan bir eylemdir.

"Özeleştiri niteliğinde bir kitap. Herkesin 'U dönüşü' yaptığı bir dünyada insanları Mevlânâ misali Hu dönüşüne davet ediyorum. Hidayet yazıları da diyebilirsiniz buna. Biraz ironik çokça hüzünlü yazılardan oluşuyor. Sosyal meselelere edebi bir kıvamla yaklaşmanın örnekleri. Sosyal ve dini mevzuları şiirle düşünmek nasıl bir şey onu ortaya koymaya çalıştım. Kısacası 'Hu dönüşü', dönüşü olan bir kitap. Dönüp dolaşıp okumak gerek." (Röportaj: Vecd gerek bize, vicdan gerek, 16 Nisan 2014)

İnsanın şerefinin, hayvanlardan ayrıldığı noktada olduğunu keşfetmek için söze bakmak gerekiyor. Yani ağza. İnsanın dili acaba kalbinin titreşimlerini mi ahenkle aktarıyor yoksa beynindeki hırs kalıplarını mı tezgaha döküyor. İlkinden yana olanların tercihi, şüphesiz ki tilki olmamaktır. Çünkü tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır. İnsanın ise dönüp dolaşıp geleceği yer yine kendidir, kalbidir, gönül istikametidir.

"Ahlaklı olmanın imkânları büsbütün elimizden alınmadan, başkasına gittiğimiz kadar kendimize gelelim." (Ahlâk vardır ve birdir, Hû Dönüşü, sf.33)

"Her türlü elbise insan nefsinin fırtınalarıyla savrulur ya da açılır; sadece takva elbisesidir sımsıkı sarıp insanı kendine iade eden." (Tepmeli tepki, Hû Dönüşü, sf.73)

Malum, Ramazan ayını geride bıraktık. Bu ayı bir "Yorulmama ayı" hödüklüğü ve "Nerede o eski ramazanlar?" berduşluğu ile geçirmemek adına da Hüseyin Akın'ın çok sade, güçlü ve derin anlamlı cümleleri var:

"Huylu huyundan vazgeçer mi? Evet, geçer. Ramazan ayı tam da bunun içindir. Karaktere yapışan tozları silkeler."

"Ramazan ve oruç, alışkanlıklarımızı terbiye eder. Geri çekilmeyi öğretir. Kurulu insanın ayarlarını değiştirir." 


Hû Dönüşü, Hüseyin Akın’ın denemeleri arasında geldiği, döndüğü son nokta. Şair nereye geldi yahut döndü? Kendine. Kendimize gelmemiz için u değil, hû dönüşü yapmamız gerektiğini anlatan bu deneme kitabı, neyi kaybettiğimizi hatırlamamız için tekrar tekrar denememiz ve düşünmemiz gereken fikirlerle dolu.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazı daha önce Dergâh dergisinin 294. sayısında yayımlanmıştır.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Biçim biçim aşkın hâlleri

Aşk deyince, Şeyh Galip’ten Nedim’e varıncaya dek, herkesin bir diyeceği olmuş bu çağlar boyunca. Fuzuli ise, başka bir formda seslenmiş yüzyıllar ötesinden. Aşkın tanımını yapmak ne kadar doğrudur, aşkın halleri var mıdır, şayet varsa nelerdir, diye akla sorular gelebilir. Halden hale su misali adeta akan insanın aşkta sabitlenmesini bekleyebilir miyiz? Beyhude bir çaba olur elbette. Aşkın Halleri’nde; ne var diyecek olursanız, neler yok ki? Varolma nedenimizle ilintili olarak aşkın görünen ve görünmeyen yanlarını Aşkın Halleri’nde yeniden ustaca yorumlamış Hüseyin Su. Bunu yaparken yazılı sözlü geleneği hiçe saymamış.

Aksine karakterler naif. Dini duyarlılıklardan bihaber bir anlatıma göz kırpmamış. Kaybolmaya yüz tutmuş eski mahalle kültürünün izlerini sürmüş öykülerinde. Her yaş grubu bu kültürün farklı motiflerini hayatlarına serpiştirmiştir adeta. Öykülerin kahramanı olan hem delikanlılar, hem orta yaştakiler ve ihtiyarlar aşkın başka başka hallerini o zamanın içindeymişiz hissiyle dolmamıza neden olacak sahicilikte yaşarlar. Kadınları anlama ve yeniden tanımlama gayreti içindeki satırları da unutmayalım:

Erkeğin kendine duyduğu güvenin en az yarısını, bir kadın tarafından görüldüğü, sevildiği, belki çok saçma gelecek ama korunduğu düşüncesinin sağladığını da bilmez kadınlar.

Akşamdan sabaha, sabahtan akşama dek burada oturup geçmişti gelecekti, diye düşünerek seni çoğaltıyorum, çoğaltıyorum sonra da gönlüm karışıyor, aklım şaşıyor.

“Güzel bulduğumuz için sevdiğimiz bir kadınla, sevdiğimiz için güzel bulduğumuz kadını biz mi karıştırırız, yoksa gerçekten karıştıracak kadar bir ayrıma tabi tutulamaz varlıklar mı bunlar, hâlâ seçebilmiş değilim.”

Kederlere gömülmüş kırılgan kadınlar, Eyüp sabrıyla yaşayan hoyrat erkekler. Kabe’ye hiç konmayan güvercinlerden dem vuran aşıklar… Birbirine tatlı oklarla açtığı yaraların nasıl kangrene dönüştüğünü kaygıyla izleyen karakterler… Hepsi bizdendir. Hem ayrı hem beraber, hem yakın hem uzak tipler, ama sorulduğunda bir sorun yaşamadıklarını normal hayat sürdüklerini iddia edenler… Bir peri suretlinin peşinde şehrin kaldırımlarını arşınlayan Nedim misali tipler… Ayrılık, kavuşma, hayal kırıklığı, gerçekler, beklentiler, yani yalın hayatın ta kendisi; kesit kesit başarıyla verilmiş. Son derece ustalıklı bir dil ve anlatım sözkonusu. Olayların ve insanların geçmiş zamandan bu zamana geçişleri var. Öykülerdeki karakterlerin yanıbaşındayız sanki. Öyle bir hisse kapılıyoruz bilhassa. Öykü atmosferindeki bu samimi ve akışkan durum gözden kaçırılacak gibi değil.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı daha önce Star Kitap'ta yayımlanmıştır.

16 Eylül 2014 Salı

Para için şiir yazmak yahut patronaj

"Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı."

- Nef''î

"Anılmaz idi Feridûn u Cem'le Keyhüsrev
Cihâna gelmese ger şairân-ı şehd-mekâ."

- Hayâlî

7 Eylül'de 98. yaşı kutlandı Halil İnalcık'ın. Gerek yaşı gerek eserleri vesilesiyle yaşayan en büyük tarihçimiz olduğu konusunda herkes hemfikir. Kutlama gününden fotoğrafları ve şu sıralar edebiyatımızdaki "teşvik" konusunu yan yana koyunca aklıma İnalcık'ın "Şair ve Patron" kitabı geldi. Hakkında bir şeyler yazmayı arzu ettim. Zira 2003 yılında çıkmış ve edebiyatımıza sosyolojik pencereden attığı bakışla çığır açmış bir kitapçık idi. 6 ay içinde yeni baskısını yapmış ve uzun süre edebi tartışmalara yol açmıştı ki incecik bir kitap için onur verici olsa gerek. Elbette yazar Halil İnalcık olunca o inceliğin içinde ne kalın belgeler bulunuyor, söylemeye gerek yok.


Kitap için çok fazla eleştiri, inceleme ve öneri yazıları kaleme alınmıştı. Çıkış döneminde "O ne demekmiş canım? Para için şiir yazılır mı?" diyenler, günümüzde konuya farklı bakmaya başladılar. Herhalde dünya şartları olsa gerek bu dönüşümün sebebi. Konu divan edebiyatı olunca mangalda kül bırakmayan şairler, yazarlar ve araştırmacılar, mevzu modern Türk şiirine gelince divanlarına uzanır oldular. Halbuki para her zaman para idi, peki şiir her zaman şiir miydi? Paranın olduğu yerde şiir, şiirin olduğu yerde para geçer miydi, geçerli miydi? Galiba uzun bir zaman daha sürecek bu tartışma. Biz kitaba dönelim.

Max Weber'in "patrimonyal devlet yapısı" tanımlamasından yola çıkan İnalcık'ın bu kitapla hedefi "divan şairlerinin sanatlarını değerlendirmek ve bir maîşet sağlamak için daima bir “hâmî” (patron) aramak zorunda kaldıklarını belirtmeye çalışmak, kendi dillerinden kanıtlar vermek" olmuştur. Yani İnalcık'ın derdi "Şiirden para kazanılması" falan değil, olmuş olanları yazmak. İnalcık'a bu kitabı yazdıran neler ve kimler olmuştur mesela? Klasik şairlerimiz arasında daima bir hâmî arayan ve dokuz akça maaş alamayınca Nişancı Celâlzâde’ye o müthiş “Şikâyetnamesi”ni yazmış Fuzulî, geçinmek için yüzlerce kâside yazıp satan Zatî, İskender Çelebi'nin himayesinde önce Belgrad'da sonra başka yerlerde kâtiplik elde etme peşinde koşan Latîfî, İslâm dünyasının Voltaire'i olarak gösterilen ve Fatih Sultan Mehmed'in 5000 altın göndererek İstanbul'a davet ettiği Abdurrahman Câmî... Bu isimler sadece birkaçı. Ancak Fuzulî ile ilgili olan bölüm son derece önemli. Gerek Kanunî'yi gerekse Şehzâde Bayezid'i kendine hâmi yapmak için çok dil dökmüştür Fuzulî. "Leyla ile Mecnun"da patronajın ne kadar gerekli olduğunu da bazı yerlerde şöyle vurgular:

"Tutsan elini ben fakîrin
Hak ola hemîşe destgîrin."
...
"Her birine hâs oldu bir şah

Zevk-i suhândan oldu agâh
Türk ü Arab u Acem'de eyyâm
Her şâ'ire vermiş idi bir kâm."
...
"Sarf eyle rı'âyetimde eltâf
Tenhâlığımı gör eyle insâf."
...
"Var ümmdim kim hemîşe irtifâ'-i kadr ile
Ola ihsânun neşât-engîz-i her kalb-i hazîn."

Öte yandan Osmanlı sultanını göklere çıkarmak, onun hilâfetini ve imâmetini belirtmek de Fuzulî'nin özen gösterdiği durumlardır. 1534'den önce İran Şahı için kullandığı kıymetli sözleri Sultan Süleyman'a da Hadîkatu's-Su'adâ adlı dîbâcesinde ve hâtimesinde dile getirmiştir. Hakkında yazılan eserlerde özellikle İranlı Hüseyin Vâ'iz'den bir tercümesi olan Hadîkatu's-Su'adâ eserinde, Vâ'iz'in eserini belâgat ve fesâhatte kat kat geçtiği belirtilir. Şehzade Bayezid'e gönderdiği mektubunda görmek istediği "hidmet-i şerîfe" olarak münşî-kâtiplik hizmeti söylenir. Bunca çabası ve istediği ayrıcalıklarla hayli sıkıntı veren Fuzulî'nin nesir eserleri dersaadet tarafında da seviliyor olacak ki Musul sancakbeyi Ahmed Bey'e gönderdiği cevabnâmenin başına koyduğu 3-6 beyitleri, İran'a kaçan Şehzâde Bayezid için Sultan Süleyman'ın İran Şahına gönderdiği nâmeye de alınmıştır.

Patrimonyal Devlet ve Sanat, Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve Osmanlı Divan Şu’arâsı, Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı, Şu’arâ Tezkirelerinde Şâir ve Patron, Fuzûlî ve Patronaj gibi bölümleri olan kitabın en dikkat çeken bölümü şu: İn’âm Defterlerinde H. 909-917 Yıllarında Bağış Alan Şâirlerin Menşei ve Mesleği. Burada birçok divan şairinin aldığı bayramlık, armağan, inam ve sadakaların listesini görüyoruz ki yine bir Halil İnalcık ilki olarak tarihe geçmiştir.

Yazının hemen başına aldığım Nef'î'nin ve Hayâlî'nin sözlerine bakarsak, hükümdarı övmekten başka bir şey yapmayan şairin kim olduğunun, değerinin ve geleceğinin ne olacağının cevabını bulmuş oluruz. Zira şairler olmasaydı hükümdarları kim bilebilirdi? Bunlarla beraber eğer bir şairin temel özelliği kaside yazıp abartmalı övgüler dizerek hükümdardan para koparmak olsaydı, Bâkî ve Nef'î; birer şair olan Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve IV. Murad'ın karşısına dikilip "Sen mülkün sultanıysa ben de sözün sultanıyım” diyemezlerdi.

Halil İnalcık'ın tarihçiliğindeki temel kaygısı; olmuş olanı, dönemin toplumsal ve iktisadi çerçevesi içinde de açıklamaktır şüphe yok ki. "Şair ve Patron" için de "Sanat sosyal bir olgudur. Bugün tarihçi bir sanat üslûbunu açıklamak için, sanatkârın bireysel psikolojisi ve deneyimleri kadar yaşadığı toplumdaki genel koşulları, hitab ettiği kitleyi anlamaya çalışmaktadır." açıklamasını yapmıştır. Bu kitabında András J. E. Bodrogligeti ve M. E. Subtelny gibi Orta Asya tarihçilerinin çalışmalarını da örnek göstererek Timur devri sanat çevresi ve Osmanlı sanat çevresi arasındaki yakınlığa dikkat çekmiştir. Sadece başsağlığı için mersiye yazıp para kazanan şairler de vardır geçmişimizde. Kitap üzerinde eleştirilere yine aynı yıl içinde cevap veren İnalcık şöyle demiştir: "Sanatta patronaj, belli toplum koşulları altında kaçınılmaz bir zaruretti. O zamanlar şâir için kitap bastırıp geçimini sağlama imkânı yoktu (Gerçi bu durum bizde bugün için de değişmemiştir). Aslında patronaj, iki doğrultuda işleyen bir yoldu. Patron, nasıl sarayının ihtişamı “hadem ve haşemiyle” ve de devrin büyük sanatkârlarının “hâmisi” olmakla öğünürse, sanatkâr da haşmetli bir hâmînin iltifatıyla akrânı arasında sivrilmenin, sultanu’ş–şu’arâ olmanın peşinde idi."

İrfan Karakoç'un kitap hakkındaki yazısından öğrendiğime göre, "Şair ve Patron"un yayımlanmasından kısa bir süre sonra Hilmi Yavuz beş, Mehmet Tekin iki, Kemal Kahramanoğlu, İlber Ortaylı ve İskender Pala birer yazı yazdılar. Orhan Bilgin, Muhammet Nur Doğan ve Atillâ Şentürk ise 4 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan “Divan Şairleri Para Kazanmak İçin mi Şiir Yazıyordu?” başlıklı haberde görüşlerini belirttiler. Halil İnalcık ise on gün sonra, yani 14 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde tüm bu yazılara çok kısa bir cevap verdi. Yazısının sonuna eklediği dizeler ise son derece ironikti:

"Biz bekler iken bir nice takrîz üdebâdan
Gelmiş bize bir darbe-i ta’rîz Palalardan."


Kitap, patronajın ne kadar sakat bir anlayış olduğunu aslında açık gözlere anlatıyor. Günümüzde sanat ile iktidar yakınlığının nelere sebebiyet verdiğini öyle veya böyle görebiliyoruz. Bu konuda daha ciddi araştırmalar yapılmasını, kitaplar yayımlanmasını bekliyoruz. Bu minvalde, Tûbâ Işınsu Durmuş'un 2009 yılında yayımlanan "Tutsan Elini Ben Fâkirin - Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği" adlı kitabı da mühim. Yazım biterken naçizane, 26 Nisan 2013 tarihinde İsmet Özel'in Zonguldak'ta "Türk Milleti’nin Üstünlüğü, Şiirle Doğmuş Olmasıyla Alakalıdır" başlıklı konuşmasından bir alıntı aktarmak isterim:

"Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar."

Özellikle her fırsatta "İsmet Özelci"(?) olduğunu beyan edenlerin, yaşayan son büyük Türk şairinin bu sözleri için ne düşündüklerini de çok merak ederim. "Şair ve Patron" yoruma açık, tüm belgeleriyle gerçek, büyük bir eser. Geçmiş için belki bir ibret, gelecek için de belki bir imkân. Aşırı belki...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Eylül 2014 Pazartesi

Var olmak - yok olmak

Tanpınar, mâzi ile bugünü nasıl bağlayacağımız sorusu etrafında ortaya çıkan bir bunalımın çocuğu olarak tanımlar kendi kuşağını. Hamlet’ten daha keskin bir şekilde duyulan “olmak ya da olmamak” davâsını, bir benlik ve şuur buhranı olarak niteler. Mâzi, benlik, şuur gibi üç anahtar kavramla Tanpınar’ın üslûbuna yansıyan bunalımını şahsî olarak okumanın ötesinde toplumsal bir kimlik duygusu içinde yazdığı muhakkaktır. Bu kimlik, “biz” vurgulamasıyla ön plana çıkan, ortak bir tarihe ve bugüne işâret ederek geleceğe de bir var oluş sorgulaması ile bakan bir aidiyeti gösterir ki mezkûr buhranı, millî kültüre iliştirmek mümkündür.

Temeli kültür olarak ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin muasırlaşma gayreti ile doruğa ulaşan ve cumhuriyetten evvelde de epeyce devam etmiş olan Batı’ya temâyülü, Tanpınar’ın “olmak ya da olmamak” temelinde ele aldığı benlik ve şuur buhranının esâs çıkış noktasıdır. Bugün millî kültür etrafından baktığımızda bu buhranın, artık neredeyse hissedilmeyecek kadar kronikleştiğini söylemek mümkündür. Bununla beraber, küreselleşme kavramı çerçevesinde açık bir teslimiyet süreci yaşanmaktadır. “Osmanlı’dan önce, tarihsel köklerini büyük idealara bağlayan etnisetelerin, Bizans’ın elinde Batıya karşı varlıklarını yitirdiklerini belirtenLütfi Bergen’in belirttiği gibi Türkiye özelinden hareket edersek bugünkü durumun da aynı olduğunu söylemek gerekmektedir.

Devlet Ana’yı, Kemal Tahir’in Osmanlı Devleti hakkındaki fikirlerinin ilk dönem içinde ele alınışının edebî düzlemi biçiminde okumak mümkündür. Ancak belirtilmesi gerekir ki yazar, romanda özellikle bir kuruluş şeması ve söyleminden kaçınmış gibi durmaktadır. Romanını bir devletin tarihsel kuruluşu ile sınırlamamış, bir potansiyelin zorunlu neticesine odaklamıştır. Bunun anlamı, Tahir’in nev’i şahsına münhasır romancılığıyla tarihî bir hikâye anlatmaktan ziyâde bir toplumsallığın kendince keşfettiği var oluş kodlarını anlaşılır kılma gayretidir. Nitekim bu maksat, romanın ismindeki “ana”lık vurgusundan itibaren kendini belli etmektedir. Daha önce romanın ismini bu maksada uygun olarak Osmanlı Çekirdeği olarak düşündüğü de bilinmektedir. Tahir, “günümüz toplumunun problemlerinin çözümü ve geleceğe hazırlanması için mâzinin iyi irdelenmesi gerektiğini vurgular. Böylece, “Anadolu halklarının kişisel ve toplumsal özelliklerini saptamak için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yedi yüz yıl yaşamasını sağlayan gücün kaynağına bakmak gerektiğini” vurgular.

Bu açıdan ele alındığında bize Osmanlı’nın toplumsal yapılanması ve kültürel çekirdeğine dâir bir perspektif sunabilecek olan Devlet Ana, Ertuğrul Gazi’nin yaşlılığı ile ölümünü, Osman Gazi’nin beyliğinin başlangıcını ve Orhan Gazi’nin ilk gençlik dönemine kadar olan kısmı ele alır ki, tarihî dönem takriben 1290-1300 yılları arasıdır denilebilir. Bu dönemde bir beylik halinde örgütlenmiş olan Osmanlı, Anadolu’yu istilâ etmiş olan İlhanlıların çekilmesi ve Selçukluların yıkılma süreci içinde olmasıyla sınırlarını genişletme ve devletleşme süreci içindedir. Osmanlıların XIV. asrın ikinci yarısında Balkanlar’da Bizans mirası üzerinde bir imparatorluk haline gelebilmelerini “gâzâ geleneği ve Türkmenlerin kitlesel göçü”ne bağlayan Halil İnalcık, 1284’te Moğolların kuklası durumundaki Sultan Mesûd’u Selçuklu tahtına oturtmalarının beyliklerin doğumuna imkân verdiğini yazar: Türkmenlerin gözlerini Bizans topraklarına dikmesiyle Batı-Anadolu’nun fethi başlar ve diğer beyliklerle beraber Osmanlı da bu bölgede hayat bulur. Roman bu tarihsel arkaplanda kuruludur ve Tahir, “eserde, özellikle Türk kültür ve medeniyeti ile Batı’yı karşılaştırır. Feodalitenin ve din sömürücülerinin Batı’yı karanlığa hapsettiğini belirtirken, Türklerdeki aile birliği, devlet-millet arasındaki uyum, milli ve manevi değerlere bağlılık ve adâlet devlet kurma yeteneği ön plana çıkarır.

Kemal Tahir’in Devlet Ana ile kurgusal bir tarzda ele alarak anlatmak istediği, salt iktisâdî bir temelden okunan tarih ile ideolojik çıkarımlara dayanan bir sosyoloji üzerine binâ edilmiş görülüyor. Özellikle Osmanlılık/Bizans adlı notlarında da yaptığı değerlendirmelerde bu çabanın zihnî arka planı da net bir şekilde görülmektedir. Ne var ki geleneksel dünyanın modern dünya değerlerinden ayrıldığı husûsunu göz ardı eden bu materyalist bakış açısı, Osmanlı’nın kuruluş aşamasını ele alırken bazı hatalara sebep olmuş, Marx’ın sanayi toplumunun doğuşundan hareketle yorumlarken kullandığı metodlar ve dayandığı kavramsallaştırma, yazarın romanda güzel bir zenginlikle aktarılan kültürel var oluşu biçimlendiren dînî ve mânevî saikleri görmesini engellemiştir.

Sonuç olarak, Kemal Tahir, âlemle beraber ortaya çıkmış ahenk ve düzenin bir tecessümü olarak vücud bulan devlet olgusunu, tam aksi yönde, bir çatışmanın varlık sâhâsı olarak okur. Böylece Gelenekle ilişkilendirmesi icâp ederken Doğu devletini, üretim tarzı ve mülkiyet ilişkileri gibi maddî bir çerçeve içinde ele alır. Bu sebeple Osmanlı’nın kuruluşunu da, toplumun üretim tarzının, var olmak-yok olmak ikilemi içinde bir karşılığı olarak gören Kemal Tahir; “olmak ya da olmamak” sorununu kültürel benlik ile karşılayan Tanpınar’ın kullandığı bir ifade olan “İmparatorluğun İç Nizâmı”na eğilememiş, satıhta kalmıştır denilebilir.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

Doğu öyküleri

Bugünlerde Ferit Edgü okuyorum. Toplu öyküler: Leş. Kitapta “Doğu Öyküleri” başlığı altındaki bölümde “Annem ve Ben” öyküsü çaresizliği, yoksunluğu anlatıyor. Devlet ve Allah’ın olmadığı coğrafyayı. Niçin böyle söyledim? Öyküler öyle söylüyor. “Ne” öyküsü şöyle başlıyor: “Tanrının olmadığı bu dağ başında ne arıyorsun?

İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”ndeki Allahsızlık insanın kanını donduruyor. Babasının onuru için komşuları Abdülhay’ın oğlu Memo’yu öldüren İbram’ı cezaevinde ziyarete gelen hasmı Abdülhay, İbram’a şöyle der: Senin karın ile Memo’mun karısı karısı, çocuklar böylece dul ve yetim kalmışlardır. Ben Memo’mun karısına ve torunlarıma bakarım. Senin baban da senin karına ve torunlarına bakar. Ancak bil ki, senin baban, senin karını, kadını bilip ondan bir çocuk yapmıştır…Daha bitmedi… seninle aramızda artık komşuluk da kalmadı. Baban benim sınırımı tanıdı ve evinizi de tarlanızı da bana sattı” (Edgü, 2014: 182-183). Öykünün devamında İbram’ın babasının aileyi toplayıp kaçtığına da değiniyor, ancak kaçış utanca değil ölüm korkusuna dayanmaktadır.

Doğu Öyküleri’nde Ferit Edgü sık sık insanların niçin birbirlerini vurduklarını sorgular. Bu sorgunun cevabı yine “İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”nde verilecektir: “İki arazi, belki uzaktan ayırt etmişsindir, komşudur, aralarında başka bir arazi yoktur. Arazi dediğim ekilip biçilmeyen bir otlak. İkisini toplasan elli dönüm etmez. De ki yüz dönüm eder. Bu da on koyun beslemez. Ama bizim burda inat vardır. Düşmanlık vardır. Herkes birbirine düşmandır. Arazi kavgası ekmek kavgası değil, içine sıçtığım hayınlık, düşmanlık kavgasıdır” (Edgü, 2014: 181).

Anlatıcı, “Doğu”ya gelen öğretmenin dağ başındaki ortak yaşamın köylüleri değil öğretmeni değiştirdiğinden bahsediyor. “Birkaç Sözcük” öyküsünde anlatıcı “ortak dilin, ortak sözcükler demek olmadığını”n bilincine varır. Öykünün sonunda anlatıcı, “Bu ortak dil onları değiştirmedi, ama beni değiştirdiği kuşkusuz. Her geçen gün, o dağ başındaki köydeki ortak yaşamımızın bende bıraktığı derin izi görüyorum; yaşıyorum” diyecektir. “Mutluluk” başlıklı öyküde bir dağ köyünün iskânı için sorumlu olarak görevlendirilen mimarın köye yol, konut yapmak için aldığı ödeneği köylünün direnişi nedeniyle gereği gibi kullanamaması anlatılır. Köylünün içinde yaşadığı mağaralar çökmek üzeredir. Mimar köylülere yeni konutların yapılması halinde elektriğe de kavuşabileceklerinden bahseder. Köylünün bu tasarıya cevabı, “İçinde yaşayıp yaşayamayacağımızı bilmediğimiz evleri bizler yapamayız ve bu konuda sana yardımcı olamayız” şeklinde verilir. Mimar, bu cevap üzerine Bakanlığın kendisine verdiği bütçeyi yeni konutlar yapmak yerine mağaraları onarmakta kullanır. Tüm onarım çalışmaları altı yıl sürer, mimar da bu sürede mağarada yaşar; bağlı bulunduğu Bakanlığa, tasarıyı gerçekleştiriyormuş gibi düzme raporlar yazar. Oturulan tüm mağaraların onarımı sona erdiğinde işinin başına ve ailesinin yanına dönmeyecektir. Bunda görevini kötüye kullandığı, yeni konutlar yapıp köy sakinlerini bu konutlara yerleştirmediği, kullanımına verilen parayı mağaraların onarımında kullanması nedeniyle yolsuzlukla suçlanacağı korkusu yatmaktadır. Nihayet geçmişini silip, burda, mağaralarda yaşayan insanlar arasında yaşamını sürdürmeyi seçer. “Birkaç Sözcük” öyküsündeki “değişim” “Mutluluk” öyküsünde de yinelenir. Yabancı, Doğu’nun mantığına akmakta ve değiştirmek için geldiği beldelerde değişmektedir.

Doğu Öyküleri” bir anlamda ölümü ve varoluşu sorgulamaktadır diyebiliriz. Bu öykülerde sıkışmışlığın, mahrumiyetin ve nihayette kaçamamanın anlatısı hesaba çekilmektedir. “Atsız” öyküsünde “Ben de burdan kaçmak istedim. Ama bırakmadılar. Sonunda, beni bırakmayanların- daha doğrusu buradan kaçamayanların- arasında buldum kendimi” (Edgü, 2014: 199) denilerek herkesin herkese gardiyan oluşundan, kapana kıstırışından bahsedilmektedir. Bu da Doğu Öyküleri’nin Devlet ve Allah’ı silikleştiren ana temasının neden bu derece güçlü olduğunu gösterir. “Kayıt” başlıklı öyküde “devlet”in sadece evrak kaydettiği, evrakları kimsenin okumadığı anlatılır. Bu öyküde görevli, ikinci işinin “konuşulanları yazmak”la ilgisinden de bahseder. Böylece devletin devlet olmayanı tasnif etmekle belirlenmiş bir görev tanımı yaptığı söylenebilecektir. Evrakların okunmaması beşerî, kamusal anlamda kimsenin (görevlilerin) meseleleri çözmediğini işaret etmektedir. Devletin silikleşmesi, Allah’ın da reddini kaçınılmaz kılmıştır.

Görevli silikleşmiş devletteki görevini kutsar ve şöyle der: “Doğu’da herkes görevini yapmakla yükümlüdür.

Yıkılmış” öyküsünde kahraman “Bunlar Tanrı’dan korkmaz mı?” diye sorar ve “Tanrı’nın bu dağ başında işi ne? (…) Biz burda işimizi kendi aramızda görüyoruz” cevabı ile karşılaşır. “Ses” öyküsünde ölüm coğrafyaya hükmeder ve her şeyi öldürür. “Karakış” öyküsünde ise ölümün her şeyi “öldürmesi” nedeniyle “ne yapacağız?” sorusu soran yazara verilen cevap “O zaman kendi içimize döneceğiz Hocam” şeklindedir. Hocanın kitabî bilgisi ile coğrafyanın ekmek, su, maişet, dirlik, düzen vermez şartları arasındaki çatışma bir türlü aşılamaz. Allah ve Devlet olanca yücelikleri ile “ötede”, uzaktadır ve insanların içinde bulunduğu şartlara, nizamsızlığa, kaosa duyarsızdır. “Hoş” öyküsünde genç adam, öğretmene “Bu dağları da Tanrı yarattı (…) bu sarp dağları, bu topraksız dağları, bu ağaçsız dağları” diyerek Allah ile meşakkati (imtihanı) yoğun “dağ” arasında bir eşleme yapılır. Öğretmen “Peki insanları yaratmadı mı?” diye sorunca, genç adam “Hayır. İnsanlar kendi kendilerini yarattılar” diyecektir (Edgü, 2014: 214). Bu cevabın sebebi “Pusula/sız” öyküsünde verildiği gibi insanın “kendi yolunu kendin aç”mak zorunda kalmasıdır (Edgü, 2014: 210).

Doğu Öyküleri’nde asıl karakter, “köyleri göçmüş, köpekleri bile havlamayan” coğrafya ve “aç kurtların indiği karakış”la yaşanan iklimdir. İnsansızlık bir düzen tutmasına fırsat vermemektedir. Şehir, kasaba, köyler boşalmıştır. Geride kalanlar şehre, kasabalara, köylere varırlar; geniş arazilerde eskiden yaşanmış uygarlığın insansız yıkıntılarını dolaşırlar. Ancak geçmiş uygarlığı ihya edecek bir umut yoktur. Bu aşamada herkes ölümü beklemektedir ve ölümle yüzleşmektedir. Bu artık sadece ölüm bile değildir; “leş”tir:

Annem ve Ben

“Köy göçmüş.
Çocuklar (bile) ölmüş.
Aileden hayatta bir o kalmış bir de annesi.
Böyle diyor:
Peki siz ne yapacaksınız? diye soruyorum, yalnızca bir şey söylemiş olmak için.
Duralamadan, ilkin soruyor, sonra yanıtlıyor:
Biz mi? Biz de yakında öleceğiz. Annem de, ben de.
Peki niçin gitmiyorsunuz burdan? diyorum.
Gitmek mi? diyor (şaşkın) Biz her yere gittik. Annem ve ben.
Burdan başka neresi kaldı ki?”

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi