Şair Hüseyin Akın'ın bu yıl Ülke Kitap'tan bir toplu şiir (Sevmek, Karanfil ve Kiraz), üç de deneme (Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli, Yalan Dünyanın Yanlış İşleri, Hû Dönüşü) kitabı yayımlandı. Bir nevi Türk edebiyatının şiir alanına mitralyözle, deneme alanına mayınlar döşeyerek yeniden girmiş oldu şair. Neden mayınlar döşeyerek? Deneme denen arazide atılacak her adım bir risktir. Biz Türkler buna risk yerine rızk mı demeliyiz? Evet, demeliyiz. Rızkı aramanın peşine önce şiirle düşen Hüseyin Akın, Hû Dönüşü'nde mayınlarını modern hayat üzerine kuruyor. Modern hayatın her cilvesini birer mayınla havaya uçuruyor. Uçuşanlar da genellikle din, muhafazakarlık ve kültür tohumlarıyla yeniden toprağa serpiliyor. Okuyucuya düşen ise okuduklarını birer tohum kabul ederek toprağa serpilmesinde rol almak, sabretmek ve güçlenmek. Sonrası ise başta söylenene ulaştıracaktır; rızka.
Ben Hüseyin Akın'ın deneme kitaplarını okumaya şöyle başlıyorum: konu başlıklarını içindekiler bölümünden peş peşe okuyorum. Sonra tahayyül edebileceğim şeyleri sıralıyorum. Neler geldi aklıma? Ezanı kötü okuyan müezzinler, insanların sürekli mazeret üreten bir fabrika haline dönüşmesi, hidayeti takunyada ve takkede aramak, camiye iki bin liralık iki ayrı akıllı telefonla girmek, sabah işe başlamadan evvel mesai arkadaşına hal hatır sormamak, gösteriş budalalığı, insanın gördükleriyle bildiklerini birbirine karıştırması, alaycılık ile mizahın arasındaki çizgi, ciddiyetle tebessüm arasındaki dostluk, inanç ve iman arasındaki kuvvetli bağ. Hatta şöyle özetlemek isterim ki Hûd Suresi'nin 112. ayetinde bize "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" diye meal edilenin aslında "Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol" hakikatine Hû Dönüşü farklı bir yolla tevcih etmemiz gerektiğini anlatıyor. Yine ve yine: görmek isteyene. Görmek de bu tip hususlarda kesinlikle gönülle olan bir eylemdir.
"Özeleştiri niteliğinde bir kitap. Herkesin 'U dönüşü' yaptığı bir dünyada insanları Mevlânâ misali Hu dönüşüne davet ediyorum. Hidayet yazıları da diyebilirsiniz buna. Biraz ironik çokça hüzünlü yazılardan oluşuyor. Sosyal meselelere edebi bir kıvamla yaklaşmanın örnekleri. Sosyal ve dini mevzuları şiirle düşünmek nasıl bir şey onu ortaya koymaya çalıştım. Kısacası 'Hu dönüşü', dönüşü olan bir kitap. Dönüp dolaşıp okumak gerek." (Röportaj: Vecd gerek bize, vicdan gerek, 16 Nisan 2014)
İnsanın şerefinin, hayvanlardan ayrıldığı noktada olduğunu keşfetmek için söze bakmak gerekiyor. Yani ağza. İnsanın dili acaba kalbinin titreşimlerini mi ahenkle aktarıyor yoksa beynindeki hırs kalıplarını mı tezgaha döküyor. İlkinden yana olanların tercihi, şüphesiz ki tilki olmamaktır. Çünkü tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır. İnsanın ise dönüp dolaşıp geleceği yer yine kendidir, kalbidir, gönül istikametidir.
"Ahlaklı olmanın imkânları büsbütün elimizden alınmadan, başkasına gittiğimiz kadar kendimize gelelim." (Ahlâk vardır ve birdir, Hû Dönüşü, sf.33)
"Her türlü elbise insan nefsinin fırtınalarıyla savrulur ya da açılır; sadece takva elbisesidir sımsıkı sarıp insanı kendine iade eden." (Tepmeli tepki, Hû Dönüşü, sf.73)
Malum, Ramazan ayını geride bıraktık. Bu ayı bir "Yorulmama ayı" hödüklüğü ve "Nerede o eski ramazanlar?" berduşluğu ile geçirmemek adına da Hüseyin Akın'ın çok sade, güçlü ve derin anlamlı cümleleri var:
"Huylu huyundan vazgeçer mi? Evet, geçer. Ramazan ayı tam da bunun içindir. Karaktere yapışan tozları silkeler."
"Ramazan ve oruç, alışkanlıklarımızı terbiye eder. Geri çekilmeyi öğretir. Kurulu insanın ayarlarını değiştirir."
Hû Dönüşü, Hüseyin Akın’ın denemeleri arasında geldiği, döndüğü son nokta. Şair nereye geldi yahut döndü? Kendine. Kendimize gelmemiz için u değil, hû dönüşü yapmamız gerektiğini anlatan bu deneme kitabı, neyi kaybettiğimizi hatırlamamız için tekrar tekrar denememiz ve düşünmemiz gereken fikirlerle dolu.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazı daha önce Dergâh dergisinin 294. sayısında yayımlanmıştır.
18 Eylül 2014 Perşembe
17 Eylül 2014 Çarşamba
Biçim biçim aşkın hâlleri
Aşk deyince, Şeyh Galip’ten Nedim’e varıncaya dek, herkesin bir diyeceği olmuş bu çağlar boyunca. Fuzuli ise, başka bir formda seslenmiş yüzyıllar ötesinden. Aşkın tanımını yapmak ne kadar doğrudur, aşkın halleri var mıdır, şayet varsa nelerdir, diye akla sorular gelebilir. Halden hale su misali adeta akan insanın aşkta sabitlenmesini bekleyebilir miyiz? Beyhude bir çaba olur elbette. Aşkın Halleri’nde; ne var diyecek olursanız, neler yok ki? Varolma nedenimizle ilintili olarak aşkın görünen ve görünmeyen yanlarını Aşkın Halleri’nde yeniden ustaca yorumlamış Hüseyin Su. Bunu yaparken yazılı sözlü geleneği hiçe saymamış.
Aksine karakterler naif. Dini duyarlılıklardan bihaber bir anlatıma göz kırpmamış. Kaybolmaya yüz tutmuş eski mahalle kültürünün izlerini sürmüş öykülerinde. Her yaş grubu bu kültürün farklı motiflerini hayatlarına serpiştirmiştir adeta. Öykülerin kahramanı olan hem delikanlılar, hem orta yaştakiler ve ihtiyarlar aşkın başka başka hallerini o zamanın içindeymişiz hissiyle dolmamıza neden olacak sahicilikte yaşarlar. Kadınları anlama ve yeniden tanımlama gayreti içindeki satırları da unutmayalım:
“Erkeğin kendine duyduğu güvenin en az yarısını, bir kadın tarafından görüldüğü, sevildiği, belki çok saçma gelecek ama korunduğu düşüncesinin sağladığını da bilmez kadınlar.”
“Akşamdan sabaha, sabahtan akşama dek burada oturup geçmişti gelecekti, diye düşünerek seni çoğaltıyorum, çoğaltıyorum sonra da gönlüm karışıyor, aklım şaşıyor.”
“Güzel bulduğumuz için sevdiğimiz bir kadınla, sevdiğimiz için güzel bulduğumuz kadını biz mi karıştırırız, yoksa gerçekten karıştıracak kadar bir ayrıma tabi tutulamaz varlıklar mı bunlar, hâlâ seçebilmiş değilim.”
Kederlere gömülmüş kırılgan kadınlar, Eyüp sabrıyla yaşayan hoyrat erkekler. Kabe’ye hiç konmayan güvercinlerden dem vuran aşıklar… Birbirine tatlı oklarla açtığı yaraların nasıl kangrene dönüştüğünü kaygıyla izleyen karakterler… Hepsi bizdendir. Hem ayrı hem beraber, hem yakın hem uzak tipler, ama sorulduğunda bir sorun yaşamadıklarını normal hayat sürdüklerini iddia edenler… Bir peri suretlinin peşinde şehrin kaldırımlarını arşınlayan Nedim misali tipler… Ayrılık, kavuşma, hayal kırıklığı, gerçekler, beklentiler, yani yalın hayatın ta kendisi; kesit kesit başarıyla verilmiş. Son derece ustalıklı bir dil ve anlatım sözkonusu. Olayların ve insanların geçmiş zamandan bu zamana geçişleri var. Öykülerdeki karakterlerin yanıbaşındayız sanki. Öyle bir hisse kapılıyoruz bilhassa. Öykü atmosferindeki bu samimi ve akışkan durum gözden kaçırılacak gibi değil.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı daha önce Star Kitap'ta yayımlanmıştır.
Aksine karakterler naif. Dini duyarlılıklardan bihaber bir anlatıma göz kırpmamış. Kaybolmaya yüz tutmuş eski mahalle kültürünün izlerini sürmüş öykülerinde. Her yaş grubu bu kültürün farklı motiflerini hayatlarına serpiştirmiştir adeta. Öykülerin kahramanı olan hem delikanlılar, hem orta yaştakiler ve ihtiyarlar aşkın başka başka hallerini o zamanın içindeymişiz hissiyle dolmamıza neden olacak sahicilikte yaşarlar. Kadınları anlama ve yeniden tanımlama gayreti içindeki satırları da unutmayalım:
“Erkeğin kendine duyduğu güvenin en az yarısını, bir kadın tarafından görüldüğü, sevildiği, belki çok saçma gelecek ama korunduğu düşüncesinin sağladığını da bilmez kadınlar.”
“Akşamdan sabaha, sabahtan akşama dek burada oturup geçmişti gelecekti, diye düşünerek seni çoğaltıyorum, çoğaltıyorum sonra da gönlüm karışıyor, aklım şaşıyor.”
“Güzel bulduğumuz için sevdiğimiz bir kadınla, sevdiğimiz için güzel bulduğumuz kadını biz mi karıştırırız, yoksa gerçekten karıştıracak kadar bir ayrıma tabi tutulamaz varlıklar mı bunlar, hâlâ seçebilmiş değilim.”
Kederlere gömülmüş kırılgan kadınlar, Eyüp sabrıyla yaşayan hoyrat erkekler. Kabe’ye hiç konmayan güvercinlerden dem vuran aşıklar… Birbirine tatlı oklarla açtığı yaraların nasıl kangrene dönüştüğünü kaygıyla izleyen karakterler… Hepsi bizdendir. Hem ayrı hem beraber, hem yakın hem uzak tipler, ama sorulduğunda bir sorun yaşamadıklarını normal hayat sürdüklerini iddia edenler… Bir peri suretlinin peşinde şehrin kaldırımlarını arşınlayan Nedim misali tipler… Ayrılık, kavuşma, hayal kırıklığı, gerçekler, beklentiler, yani yalın hayatın ta kendisi; kesit kesit başarıyla verilmiş. Son derece ustalıklı bir dil ve anlatım sözkonusu. Olayların ve insanların geçmiş zamandan bu zamana geçişleri var. Öykülerdeki karakterlerin yanıbaşındayız sanki. Öyle bir hisse kapılıyoruz bilhassa. Öykü atmosferindeki bu samimi ve akışkan durum gözden kaçırılacak gibi değil.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı daha önce Star Kitap'ta yayımlanmıştır.
16 Eylül 2014 Salı
Para için şiir yazmak yahut patronaj
"Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı."
- Nef''î
"Anılmaz idi Feridûn u Cem'le Keyhüsrev
Cihâna gelmese ger şairân-ı şehd-mekâ."
- Hayâlî
7 Eylül'de 98. yaşı kutlandı Halil İnalcık'ın. Gerek yaşı gerek eserleri vesilesiyle yaşayan en büyük tarihçimiz olduğu konusunda herkes hemfikir. Kutlama gününden fotoğrafları ve şu sıralar edebiyatımızdaki "teşvik" konusunu yan yana koyunca aklıma İnalcık'ın "Şair ve Patron" kitabı geldi. Hakkında bir şeyler yazmayı arzu ettim. Zira 2003 yılında çıkmış ve edebiyatımıza sosyolojik pencereden attığı bakışla çığır açmış bir kitapçık idi. 6 ay içinde yeni baskısını yapmış ve uzun süre edebi tartışmalara yol açmıştı ki incecik bir kitap için onur verici olsa gerek. Elbette yazar Halil İnalcık olunca o inceliğin içinde ne kalın belgeler bulunuyor, söylemeye gerek yok.
Kitap için çok fazla eleştiri, inceleme ve öneri yazıları kaleme alınmıştı. Çıkış döneminde "O ne demekmiş canım? Para için şiir yazılır mı?" diyenler, günümüzde konuya farklı bakmaya başladılar. Herhalde dünya şartları olsa gerek bu dönüşümün sebebi. Konu divan edebiyatı olunca mangalda kül bırakmayan şairler, yazarlar ve araştırmacılar, mevzu modern Türk şiirine gelince divanlarına uzanır oldular. Halbuki para her zaman para idi, peki şiir her zaman şiir miydi? Paranın olduğu yerde şiir, şiirin olduğu yerde para geçer miydi, geçerli miydi? Galiba uzun bir zaman daha sürecek bu tartışma. Biz kitaba dönelim.
Max Weber'in "patrimonyal devlet yapısı" tanımlamasından yola çıkan İnalcık'ın bu kitapla hedefi "divan şairlerinin sanatlarını değerlendirmek ve bir maîşet sağlamak için daima bir “hâmî” (patron) aramak zorunda kaldıklarını belirtmeye çalışmak, kendi dillerinden kanıtlar vermek" olmuştur. Yani İnalcık'ın derdi "Şiirden para kazanılması" falan değil, olmuş olanları yazmak. İnalcık'a bu kitabı yazdıran neler ve kimler olmuştur mesela? Klasik şairlerimiz arasında daima bir hâmî arayan ve dokuz akça maaş alamayınca Nişancı Celâlzâde’ye o müthiş “Şikâyetnamesi”ni yazmış Fuzulî, geçinmek için yüzlerce kâside yazıp satan Zatî, İskender Çelebi'nin himayesinde önce Belgrad'da sonra başka yerlerde kâtiplik elde etme peşinde koşan Latîfî, İslâm dünyasının Voltaire'i olarak gösterilen ve Fatih Sultan Mehmed'in 5000 altın göndererek İstanbul'a davet ettiği Abdurrahman Câmî... Bu isimler sadece birkaçı. Ancak Fuzulî ile ilgili olan bölüm son derece önemli. Gerek Kanunî'yi gerekse Şehzâde Bayezid'i kendine hâmi yapmak için çok dil dökmüştür Fuzulî. "Leyla ile Mecnun"da patronajın ne kadar gerekli olduğunu da bazı yerlerde şöyle vurgular:
"Tutsan elini ben fakîrin
Hak ola hemîşe destgîrin."
...
"Her birine hâs oldu bir şah
Zevk-i suhândan oldu agâh
Türk ü Arab u Acem'de eyyâm
Her şâ'ire vermiş idi bir kâm."
...
"Sarf eyle rı'âyetimde eltâf
Tenhâlığımı gör eyle insâf."
...
"Var ümmdim kim hemîşe irtifâ'-i kadr ile
Ola ihsânun neşât-engîz-i her kalb-i hazîn."
Öte yandan Osmanlı sultanını göklere çıkarmak, onun hilâfetini ve imâmetini belirtmek de Fuzulî'nin özen gösterdiği durumlardır. 1534'den önce İran Şahı için kullandığı kıymetli sözleri Sultan Süleyman'a da Hadîkatu's-Su'adâ adlı dîbâcesinde ve hâtimesinde dile getirmiştir. Hakkında yazılan eserlerde özellikle İranlı Hüseyin Vâ'iz'den bir tercümesi olan Hadîkatu's-Su'adâ eserinde, Vâ'iz'in eserini belâgat ve fesâhatte kat kat geçtiği belirtilir. Şehzade Bayezid'e gönderdiği mektubunda görmek istediği "hidmet-i şerîfe" olarak münşî-kâtiplik hizmeti söylenir. Bunca çabası ve istediği ayrıcalıklarla hayli sıkıntı veren Fuzulî'nin nesir eserleri dersaadet tarafında da seviliyor olacak ki Musul sancakbeyi Ahmed Bey'e gönderdiği cevabnâmenin başına koyduğu 3-6 beyitleri, İran'a kaçan Şehzâde Bayezid için Sultan Süleyman'ın İran Şahına gönderdiği nâmeye de alınmıştır.
Patrimonyal Devlet ve Sanat, Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve Osmanlı Divan Şu’arâsı, Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı, Şu’arâ Tezkirelerinde Şâir ve Patron, Fuzûlî ve Patronaj gibi bölümleri olan kitabın en dikkat çeken bölümü şu: İn’âm Defterlerinde H. 909-917 Yıllarında Bağış Alan Şâirlerin Menşei ve Mesleği. Burada birçok divan şairinin aldığı bayramlık, armağan, inam ve sadakaların listesini görüyoruz ki yine bir Halil İnalcık ilki olarak tarihe geçmiştir.
Yazının hemen başına aldığım Nef'î'nin ve Hayâlî'nin sözlerine bakarsak, hükümdarı övmekten başka bir şey yapmayan şairin kim olduğunun, değerinin ve geleceğinin ne olacağının cevabını bulmuş oluruz. Zira şairler olmasaydı hükümdarları kim bilebilirdi? Bunlarla beraber eğer bir şairin temel özelliği kaside yazıp abartmalı övgüler dizerek hükümdardan para koparmak olsaydı, Bâkî ve Nef'î; birer şair olan Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve IV. Murad'ın karşısına dikilip "Sen mülkün sultanıysa ben de sözün sultanıyım” diyemezlerdi.
Halil İnalcık'ın tarihçiliğindeki temel kaygısı; olmuş olanı, dönemin toplumsal ve iktisadi çerçevesi içinde de açıklamaktır şüphe yok ki. "Şair ve Patron" için de "Sanat sosyal bir olgudur. Bugün tarihçi bir sanat üslûbunu açıklamak için, sanatkârın bireysel psikolojisi ve deneyimleri kadar yaşadığı toplumdaki genel koşulları, hitab ettiği kitleyi anlamaya çalışmaktadır." açıklamasını yapmıştır. Bu kitabında András J. E. Bodrogligeti ve M. E. Subtelny gibi Orta Asya tarihçilerinin çalışmalarını da örnek göstererek Timur devri sanat çevresi ve Osmanlı sanat çevresi arasındaki yakınlığa dikkat çekmiştir. Sadece başsağlığı için mersiye yazıp para kazanan şairler de vardır geçmişimizde. Kitap üzerinde eleştirilere yine aynı yıl içinde cevap veren İnalcık şöyle demiştir: "Sanatta patronaj, belli toplum koşulları altında kaçınılmaz bir zaruretti. O zamanlar şâir için kitap bastırıp geçimini sağlama imkânı yoktu (Gerçi bu durum bizde bugün için de değişmemiştir). Aslında patronaj, iki doğrultuda işleyen bir yoldu. Patron, nasıl sarayının ihtişamı “hadem ve haşemiyle” ve de devrin büyük sanatkârlarının “hâmisi” olmakla öğünürse, sanatkâr da haşmetli bir hâmînin iltifatıyla akrânı arasında sivrilmenin, sultanu’ş–şu’arâ olmanın peşinde idi."
İrfan Karakoç'un kitap hakkındaki yazısından öğrendiğime göre, "Şair ve Patron"un yayımlanmasından kısa bir süre sonra Hilmi Yavuz beş, Mehmet Tekin iki, Kemal Kahramanoğlu, İlber Ortaylı ve İskender Pala birer yazı yazdılar. Orhan Bilgin, Muhammet Nur Doğan ve Atillâ Şentürk ise 4 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan “Divan Şairleri Para Kazanmak İçin mi Şiir Yazıyordu?” başlıklı haberde görüşlerini belirttiler. Halil İnalcık ise on gün sonra, yani 14 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde tüm bu yazılara çok kısa bir cevap verdi. Yazısının sonuna eklediği dizeler ise son derece ironikti:
"Biz bekler iken bir nice takrîz üdebâdan
Gelmiş bize bir darbe-i ta’rîz Palalardan."
Kitap, patronajın ne kadar sakat bir anlayış olduğunu aslında açık gözlere anlatıyor. Günümüzde sanat ile iktidar yakınlığının nelere sebebiyet verdiğini öyle veya böyle görebiliyoruz. Bu konuda daha ciddi araştırmalar yapılmasını, kitaplar yayımlanmasını bekliyoruz. Bu minvalde, Tûbâ Işınsu Durmuş'un 2009 yılında yayımlanan "Tutsan Elini Ben Fâkirin - Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği" adlı kitabı da mühim. Yazım biterken naçizane, 26 Nisan 2013 tarihinde İsmet Özel'in Zonguldak'ta "Türk Milleti’nin Üstünlüğü, Şiirle Doğmuş Olmasıyla Alakalıdır" başlıklı konuşmasından bir alıntı aktarmak isterim:
"Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar."
Özellikle her fırsatta "İsmet Özelci"(?) olduğunu beyan edenlerin, yaşayan son büyük Türk şairinin bu sözleri için ne düşündüklerini de çok merak ederim. "Şair ve Patron" yoruma açık, tüm belgeleriyle gerçek, büyük bir eser. Geçmiş için belki bir ibret, gelecek için de belki bir imkân. Aşırı belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Dehre devletle gelip yine giden sultânı."
- Nef''î
"Anılmaz idi Feridûn u Cem'le Keyhüsrev
Cihâna gelmese ger şairân-ı şehd-mekâ."
- Hayâlî
7 Eylül'de 98. yaşı kutlandı Halil İnalcık'ın. Gerek yaşı gerek eserleri vesilesiyle yaşayan en büyük tarihçimiz olduğu konusunda herkes hemfikir. Kutlama gününden fotoğrafları ve şu sıralar edebiyatımızdaki "teşvik" konusunu yan yana koyunca aklıma İnalcık'ın "Şair ve Patron" kitabı geldi. Hakkında bir şeyler yazmayı arzu ettim. Zira 2003 yılında çıkmış ve edebiyatımıza sosyolojik pencereden attığı bakışla çığır açmış bir kitapçık idi. 6 ay içinde yeni baskısını yapmış ve uzun süre edebi tartışmalara yol açmıştı ki incecik bir kitap için onur verici olsa gerek. Elbette yazar Halil İnalcık olunca o inceliğin içinde ne kalın belgeler bulunuyor, söylemeye gerek yok.
Kitap için çok fazla eleştiri, inceleme ve öneri yazıları kaleme alınmıştı. Çıkış döneminde "O ne demekmiş canım? Para için şiir yazılır mı?" diyenler, günümüzde konuya farklı bakmaya başladılar. Herhalde dünya şartları olsa gerek bu dönüşümün sebebi. Konu divan edebiyatı olunca mangalda kül bırakmayan şairler, yazarlar ve araştırmacılar, mevzu modern Türk şiirine gelince divanlarına uzanır oldular. Halbuki para her zaman para idi, peki şiir her zaman şiir miydi? Paranın olduğu yerde şiir, şiirin olduğu yerde para geçer miydi, geçerli miydi? Galiba uzun bir zaman daha sürecek bu tartışma. Biz kitaba dönelim.
Max Weber'in "patrimonyal devlet yapısı" tanımlamasından yola çıkan İnalcık'ın bu kitapla hedefi "divan şairlerinin sanatlarını değerlendirmek ve bir maîşet sağlamak için daima bir “hâmî” (patron) aramak zorunda kaldıklarını belirtmeye çalışmak, kendi dillerinden kanıtlar vermek" olmuştur. Yani İnalcık'ın derdi "Şiirden para kazanılması" falan değil, olmuş olanları yazmak. İnalcık'a bu kitabı yazdıran neler ve kimler olmuştur mesela? Klasik şairlerimiz arasında daima bir hâmî arayan ve dokuz akça maaş alamayınca Nişancı Celâlzâde’ye o müthiş “Şikâyetnamesi”ni yazmış Fuzulî, geçinmek için yüzlerce kâside yazıp satan Zatî, İskender Çelebi'nin himayesinde önce Belgrad'da sonra başka yerlerde kâtiplik elde etme peşinde koşan Latîfî, İslâm dünyasının Voltaire'i olarak gösterilen ve Fatih Sultan Mehmed'in 5000 altın göndererek İstanbul'a davet ettiği Abdurrahman Câmî... Bu isimler sadece birkaçı. Ancak Fuzulî ile ilgili olan bölüm son derece önemli. Gerek Kanunî'yi gerekse Şehzâde Bayezid'i kendine hâmi yapmak için çok dil dökmüştür Fuzulî. "Leyla ile Mecnun"da patronajın ne kadar gerekli olduğunu da bazı yerlerde şöyle vurgular:
"Tutsan elini ben fakîrin
Hak ola hemîşe destgîrin."
...
"Her birine hâs oldu bir şah
Zevk-i suhândan oldu agâh
Türk ü Arab u Acem'de eyyâm
Her şâ'ire vermiş idi bir kâm."
...
"Sarf eyle rı'âyetimde eltâf
Tenhâlığımı gör eyle insâf."
...
"Var ümmdim kim hemîşe irtifâ'-i kadr ile
Ola ihsânun neşât-engîz-i her kalb-i hazîn."
Öte yandan Osmanlı sultanını göklere çıkarmak, onun hilâfetini ve imâmetini belirtmek de Fuzulî'nin özen gösterdiği durumlardır. 1534'den önce İran Şahı için kullandığı kıymetli sözleri Sultan Süleyman'a da Hadîkatu's-Su'adâ adlı dîbâcesinde ve hâtimesinde dile getirmiştir. Hakkında yazılan eserlerde özellikle İranlı Hüseyin Vâ'iz'den bir tercümesi olan Hadîkatu's-Su'adâ eserinde, Vâ'iz'in eserini belâgat ve fesâhatte kat kat geçtiği belirtilir. Şehzade Bayezid'e gönderdiği mektubunda görmek istediği "hidmet-i şerîfe" olarak münşî-kâtiplik hizmeti söylenir. Bunca çabası ve istediği ayrıcalıklarla hayli sıkıntı veren Fuzulî'nin nesir eserleri dersaadet tarafında da seviliyor olacak ki Musul sancakbeyi Ahmed Bey'e gönderdiği cevabnâmenin başına koyduğu 3-6 beyitleri, İran'a kaçan Şehzâde Bayezid için Sultan Süleyman'ın İran Şahına gönderdiği nâmeye de alınmıştır.
Patrimonyal Devlet ve Sanat, Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve Osmanlı Divan Şu’arâsı, Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı, Şu’arâ Tezkirelerinde Şâir ve Patron, Fuzûlî ve Patronaj gibi bölümleri olan kitabın en dikkat çeken bölümü şu: İn’âm Defterlerinde H. 909-917 Yıllarında Bağış Alan Şâirlerin Menşei ve Mesleği. Burada birçok divan şairinin aldığı bayramlık, armağan, inam ve sadakaların listesini görüyoruz ki yine bir Halil İnalcık ilki olarak tarihe geçmiştir.
Yazının hemen başına aldığım Nef'î'nin ve Hayâlî'nin sözlerine bakarsak, hükümdarı övmekten başka bir şey yapmayan şairin kim olduğunun, değerinin ve geleceğinin ne olacağının cevabını bulmuş oluruz. Zira şairler olmasaydı hükümdarları kim bilebilirdi? Bunlarla beraber eğer bir şairin temel özelliği kaside yazıp abartmalı övgüler dizerek hükümdardan para koparmak olsaydı, Bâkî ve Nef'î; birer şair olan Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve IV. Murad'ın karşısına dikilip "Sen mülkün sultanıysa ben de sözün sultanıyım” diyemezlerdi.
Halil İnalcık'ın tarihçiliğindeki temel kaygısı; olmuş olanı, dönemin toplumsal ve iktisadi çerçevesi içinde de açıklamaktır şüphe yok ki. "Şair ve Patron" için de "Sanat sosyal bir olgudur. Bugün tarihçi bir sanat üslûbunu açıklamak için, sanatkârın bireysel psikolojisi ve deneyimleri kadar yaşadığı toplumdaki genel koşulları, hitab ettiği kitleyi anlamaya çalışmaktadır." açıklamasını yapmıştır. Bu kitabında András J. E. Bodrogligeti ve M. E. Subtelny gibi Orta Asya tarihçilerinin çalışmalarını da örnek göstererek Timur devri sanat çevresi ve Osmanlı sanat çevresi arasındaki yakınlığa dikkat çekmiştir. Sadece başsağlığı için mersiye yazıp para kazanan şairler de vardır geçmişimizde. Kitap üzerinde eleştirilere yine aynı yıl içinde cevap veren İnalcık şöyle demiştir: "Sanatta patronaj, belli toplum koşulları altında kaçınılmaz bir zaruretti. O zamanlar şâir için kitap bastırıp geçimini sağlama imkânı yoktu (Gerçi bu durum bizde bugün için de değişmemiştir). Aslında patronaj, iki doğrultuda işleyen bir yoldu. Patron, nasıl sarayının ihtişamı “hadem ve haşemiyle” ve de devrin büyük sanatkârlarının “hâmisi” olmakla öğünürse, sanatkâr da haşmetli bir hâmînin iltifatıyla akrânı arasında sivrilmenin, sultanu’ş–şu’arâ olmanın peşinde idi."
İrfan Karakoç'un kitap hakkındaki yazısından öğrendiğime göre, "Şair ve Patron"un yayımlanmasından kısa bir süre sonra Hilmi Yavuz beş, Mehmet Tekin iki, Kemal Kahramanoğlu, İlber Ortaylı ve İskender Pala birer yazı yazdılar. Orhan Bilgin, Muhammet Nur Doğan ve Atillâ Şentürk ise 4 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan “Divan Şairleri Para Kazanmak İçin mi Şiir Yazıyordu?” başlıklı haberde görüşlerini belirttiler. Halil İnalcık ise on gün sonra, yani 14 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde tüm bu yazılara çok kısa bir cevap verdi. Yazısının sonuna eklediği dizeler ise son derece ironikti:
"Biz bekler iken bir nice takrîz üdebâdan
Gelmiş bize bir darbe-i ta’rîz Palalardan."
Kitap, patronajın ne kadar sakat bir anlayış olduğunu aslında açık gözlere anlatıyor. Günümüzde sanat ile iktidar yakınlığının nelere sebebiyet verdiğini öyle veya böyle görebiliyoruz. Bu konuda daha ciddi araştırmalar yapılmasını, kitaplar yayımlanmasını bekliyoruz. Bu minvalde, Tûbâ Işınsu Durmuş'un 2009 yılında yayımlanan "Tutsan Elini Ben Fâkirin - Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği" adlı kitabı da mühim. Yazım biterken naçizane, 26 Nisan 2013 tarihinde İsmet Özel'in Zonguldak'ta "Türk Milleti’nin Üstünlüğü, Şiirle Doğmuş Olmasıyla Alakalıdır" başlıklı konuşmasından bir alıntı aktarmak isterim:
"Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar."
Özellikle her fırsatta "İsmet Özelci"(?) olduğunu beyan edenlerin, yaşayan son büyük Türk şairinin bu sözleri için ne düşündüklerini de çok merak ederim. "Şair ve Patron" yoruma açık, tüm belgeleriyle gerçek, büyük bir eser. Geçmiş için belki bir ibret, gelecek için de belki bir imkân. Aşırı belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
15 Eylül 2014 Pazartesi
Var olmak - yok olmak
Tanpınar, mâzi ile bugünü nasıl bağlayacağımız sorusu etrafında ortaya çıkan bir bunalımın çocuğu olarak tanımlar kendi kuşağını. Hamlet’ten daha keskin bir şekilde duyulan “olmak ya da olmamak” davâsını, bir benlik ve şuur buhranı olarak niteler. Mâzi, benlik, şuur gibi üç anahtar kavramla Tanpınar’ın üslûbuna yansıyan bunalımını şahsî olarak okumanın ötesinde toplumsal bir kimlik duygusu içinde yazdığı muhakkaktır. Bu kimlik, “biz” vurgulamasıyla ön plana çıkan, ortak bir tarihe ve bugüne işâret ederek geleceğe de bir var oluş sorgulaması ile bakan bir aidiyeti gösterir ki mezkûr buhranı, millî kültüre iliştirmek mümkündür.
Temeli kültür olarak ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin muasırlaşma gayreti ile doruğa ulaşan ve cumhuriyetten evvelde de epeyce devam etmiş olan Batı’ya temâyülü, Tanpınar’ın “olmak ya da olmamak” temelinde ele aldığı benlik ve şuur buhranının esâs çıkış noktasıdır. Bugün millî kültür etrafından baktığımızda bu buhranın, artık neredeyse hissedilmeyecek kadar kronikleştiğini söylemek mümkündür. Bununla beraber, küreselleşme kavramı çerçevesinde açık bir teslimiyet süreci yaşanmaktadır. “Osmanlı’dan önce, tarihsel köklerini büyük idealara bağlayan etnisetelerin, Bizans’ın elinde Batıya karşı varlıklarını yitirdiklerini belirten” Lütfi Bergen’in belirttiği gibi Türkiye özelinden hareket edersek bugünkü durumun da aynı olduğunu söylemek gerekmektedir.
Devlet Ana’yı, Kemal Tahir’in Osmanlı Devleti hakkındaki fikirlerinin ilk dönem içinde ele alınışının edebî düzlemi biçiminde okumak mümkündür. Ancak belirtilmesi gerekir ki yazar, romanda özellikle bir kuruluş şeması ve söyleminden kaçınmış gibi durmaktadır. Romanını bir devletin tarihsel kuruluşu ile sınırlamamış, bir potansiyelin zorunlu neticesine odaklamıştır. Bunun anlamı, Tahir’in nev’i şahsına münhasır romancılığıyla tarihî bir hikâye anlatmaktan ziyâde bir toplumsallığın kendince keşfettiği var oluş kodlarını anlaşılır kılma gayretidir. Nitekim bu maksat, romanın ismindeki “ana”lık vurgusundan itibaren kendini belli etmektedir. Daha önce romanın ismini bu maksada uygun olarak Osmanlı Çekirdeği olarak düşündüğü de bilinmektedir. Tahir, “günümüz toplumunun problemlerinin çözümü ve geleceğe hazırlanması için mâzinin iyi irdelenmesi gerektiğini vurgular. Böylece, “Anadolu halklarının kişisel ve toplumsal özelliklerini saptamak için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yedi yüz yıl yaşamasını sağlayan gücün kaynağına bakmak gerektiğini” vurgular.”
Bu açıdan ele alındığında bize Osmanlı’nın toplumsal yapılanması ve kültürel çekirdeğine dâir bir perspektif sunabilecek olan Devlet Ana, Ertuğrul Gazi’nin yaşlılığı ile ölümünü, Osman Gazi’nin beyliğinin başlangıcını ve Orhan Gazi’nin ilk gençlik dönemine kadar olan kısmı ele alır ki, tarihî dönem takriben 1290-1300 yılları arasıdır denilebilir. Bu dönemde bir beylik halinde örgütlenmiş olan Osmanlı, Anadolu’yu istilâ etmiş olan İlhanlıların çekilmesi ve Selçukluların yıkılma süreci içinde olmasıyla sınırlarını genişletme ve devletleşme süreci içindedir. Osmanlıların XIV. asrın ikinci yarısında Balkanlar’da Bizans mirası üzerinde bir imparatorluk haline gelebilmelerini “gâzâ geleneği ve Türkmenlerin kitlesel göçü”ne bağlayan Halil İnalcık, 1284’te Moğolların kuklası durumundaki Sultan Mesûd’u Selçuklu tahtına oturtmalarının beyliklerin doğumuna imkân verdiğini yazar: Türkmenlerin gözlerini Bizans topraklarına dikmesiyle Batı-Anadolu’nun fethi başlar ve diğer beyliklerle beraber Osmanlı da bu bölgede hayat bulur. Roman bu tarihsel arkaplanda kuruludur ve Tahir, “eserde, özellikle Türk kültür ve medeniyeti ile Batı’yı karşılaştırır. Feodalitenin ve din sömürücülerinin Batı’yı karanlığa hapsettiğini belirtirken, Türklerdeki aile birliği, devlet-millet arasındaki uyum, milli ve manevi değerlere bağlılık ve adâlet devlet kurma yeteneği ön plana çıkarır.”
Kemal Tahir’in Devlet Ana ile kurgusal bir tarzda ele alarak anlatmak istediği, salt iktisâdî bir temelden okunan tarih ile ideolojik çıkarımlara dayanan bir sosyoloji üzerine binâ edilmiş görülüyor. Özellikle Osmanlılık/Bizans adlı notlarında da yaptığı değerlendirmelerde bu çabanın zihnî arka planı da net bir şekilde görülmektedir. Ne var ki geleneksel dünyanın modern dünya değerlerinden ayrıldığı husûsunu göz ardı eden bu materyalist bakış açısı, Osmanlı’nın kuruluş aşamasını ele alırken bazı hatalara sebep olmuş, Marx’ın sanayi toplumunun doğuşundan hareketle yorumlarken kullandığı metodlar ve dayandığı kavramsallaştırma, yazarın romanda güzel bir zenginlikle aktarılan kültürel var oluşu biçimlendiren dînî ve mânevî saikleri görmesini engellemiştir.
Sonuç olarak, Kemal Tahir, âlemle beraber ortaya çıkmış ahenk ve düzenin bir tecessümü olarak vücud bulan devlet olgusunu, tam aksi yönde, bir çatışmanın varlık sâhâsı olarak okur. Böylece Gelenekle ilişkilendirmesi icâp ederken Doğu devletini, üretim tarzı ve mülkiyet ilişkileri gibi maddî bir çerçeve içinde ele alır. Bu sebeple Osmanlı’nın kuruluşunu da, toplumun üretim tarzının, var olmak-yok olmak ikilemi içinde bir karşılığı olarak gören Kemal Tahir; “olmak ya da olmamak” sorununu kültürel benlik ile karşılayan Tanpınar’ın kullandığı bir ifade olan “İmparatorluğun İç Nizâmı”na eğilememiş, satıhta kalmıştır denilebilir.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
Temeli kültür olarak ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin muasırlaşma gayreti ile doruğa ulaşan ve cumhuriyetten evvelde de epeyce devam etmiş olan Batı’ya temâyülü, Tanpınar’ın “olmak ya da olmamak” temelinde ele aldığı benlik ve şuur buhranının esâs çıkış noktasıdır. Bugün millî kültür etrafından baktığımızda bu buhranın, artık neredeyse hissedilmeyecek kadar kronikleştiğini söylemek mümkündür. Bununla beraber, küreselleşme kavramı çerçevesinde açık bir teslimiyet süreci yaşanmaktadır. “Osmanlı’dan önce, tarihsel köklerini büyük idealara bağlayan etnisetelerin, Bizans’ın elinde Batıya karşı varlıklarını yitirdiklerini belirten” Lütfi Bergen’in belirttiği gibi Türkiye özelinden hareket edersek bugünkü durumun da aynı olduğunu söylemek gerekmektedir.
Devlet Ana’yı, Kemal Tahir’in Osmanlı Devleti hakkındaki fikirlerinin ilk dönem içinde ele alınışının edebî düzlemi biçiminde okumak mümkündür. Ancak belirtilmesi gerekir ki yazar, romanda özellikle bir kuruluş şeması ve söyleminden kaçınmış gibi durmaktadır. Romanını bir devletin tarihsel kuruluşu ile sınırlamamış, bir potansiyelin zorunlu neticesine odaklamıştır. Bunun anlamı, Tahir’in nev’i şahsına münhasır romancılığıyla tarihî bir hikâye anlatmaktan ziyâde bir toplumsallığın kendince keşfettiği var oluş kodlarını anlaşılır kılma gayretidir. Nitekim bu maksat, romanın ismindeki “ana”lık vurgusundan itibaren kendini belli etmektedir. Daha önce romanın ismini bu maksada uygun olarak Osmanlı Çekirdeği olarak düşündüğü de bilinmektedir. Tahir, “günümüz toplumunun problemlerinin çözümü ve geleceğe hazırlanması için mâzinin iyi irdelenmesi gerektiğini vurgular. Böylece, “Anadolu halklarının kişisel ve toplumsal özelliklerini saptamak için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yedi yüz yıl yaşamasını sağlayan gücün kaynağına bakmak gerektiğini” vurgular.”
Bu açıdan ele alındığında bize Osmanlı’nın toplumsal yapılanması ve kültürel çekirdeğine dâir bir perspektif sunabilecek olan Devlet Ana, Ertuğrul Gazi’nin yaşlılığı ile ölümünü, Osman Gazi’nin beyliğinin başlangıcını ve Orhan Gazi’nin ilk gençlik dönemine kadar olan kısmı ele alır ki, tarihî dönem takriben 1290-1300 yılları arasıdır denilebilir. Bu dönemde bir beylik halinde örgütlenmiş olan Osmanlı, Anadolu’yu istilâ etmiş olan İlhanlıların çekilmesi ve Selçukluların yıkılma süreci içinde olmasıyla sınırlarını genişletme ve devletleşme süreci içindedir. Osmanlıların XIV. asrın ikinci yarısında Balkanlar’da Bizans mirası üzerinde bir imparatorluk haline gelebilmelerini “gâzâ geleneği ve Türkmenlerin kitlesel göçü”ne bağlayan Halil İnalcık, 1284’te Moğolların kuklası durumundaki Sultan Mesûd’u Selçuklu tahtına oturtmalarının beyliklerin doğumuna imkân verdiğini yazar: Türkmenlerin gözlerini Bizans topraklarına dikmesiyle Batı-Anadolu’nun fethi başlar ve diğer beyliklerle beraber Osmanlı da bu bölgede hayat bulur. Roman bu tarihsel arkaplanda kuruludur ve Tahir, “eserde, özellikle Türk kültür ve medeniyeti ile Batı’yı karşılaştırır. Feodalitenin ve din sömürücülerinin Batı’yı karanlığa hapsettiğini belirtirken, Türklerdeki aile birliği, devlet-millet arasındaki uyum, milli ve manevi değerlere bağlılık ve adâlet devlet kurma yeteneği ön plana çıkarır.”
Kemal Tahir’in Devlet Ana ile kurgusal bir tarzda ele alarak anlatmak istediği, salt iktisâdî bir temelden okunan tarih ile ideolojik çıkarımlara dayanan bir sosyoloji üzerine binâ edilmiş görülüyor. Özellikle Osmanlılık/Bizans adlı notlarında da yaptığı değerlendirmelerde bu çabanın zihnî arka planı da net bir şekilde görülmektedir. Ne var ki geleneksel dünyanın modern dünya değerlerinden ayrıldığı husûsunu göz ardı eden bu materyalist bakış açısı, Osmanlı’nın kuruluş aşamasını ele alırken bazı hatalara sebep olmuş, Marx’ın sanayi toplumunun doğuşundan hareketle yorumlarken kullandığı metodlar ve dayandığı kavramsallaştırma, yazarın romanda güzel bir zenginlikle aktarılan kültürel var oluşu biçimlendiren dînî ve mânevî saikleri görmesini engellemiştir.
Sonuç olarak, Kemal Tahir, âlemle beraber ortaya çıkmış ahenk ve düzenin bir tecessümü olarak vücud bulan devlet olgusunu, tam aksi yönde, bir çatışmanın varlık sâhâsı olarak okur. Böylece Gelenekle ilişkilendirmesi icâp ederken Doğu devletini, üretim tarzı ve mülkiyet ilişkileri gibi maddî bir çerçeve içinde ele alır. Bu sebeple Osmanlı’nın kuruluşunu da, toplumun üretim tarzının, var olmak-yok olmak ikilemi içinde bir karşılığı olarak gören Kemal Tahir; “olmak ya da olmamak” sorununu kültürel benlik ile karşılayan Tanpınar’ın kullandığı bir ifade olan “İmparatorluğun İç Nizâmı”na eğilememiş, satıhta kalmıştır denilebilir.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
Doğu öyküleri
Bugünlerde Ferit Edgü okuyorum. Toplu öyküler: Leş. Kitapta “Doğu Öyküleri” başlığı altındaki bölümde “Annem ve Ben” öyküsü çaresizliği, yoksunluğu anlatıyor. Devlet ve Allah’ın olmadığı coğrafyayı. Niçin böyle söyledim? Öyküler öyle söylüyor. “Ne” öyküsü şöyle başlıyor: “Tanrının olmadığı bu dağ başında ne arıyorsun?”
“İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”ndeki Allahsızlık insanın kanını donduruyor. Babasının onuru için komşuları Abdülhay’ın oğlu Memo’yu öldüren İbram’ı cezaevinde ziyarete gelen hasmı Abdülhay, İbram’a şöyle der: Senin karın ile Memo’mun karısı karısı, çocuklar böylece dul ve yetim kalmışlardır. Ben Memo’mun karısına ve torunlarıma bakarım. Senin baban da senin karına ve torunlarına bakar. Ancak bil ki, senin baban, senin karını, kadını bilip ondan bir çocuk yapmıştır…Daha bitmedi… seninle aramızda artık komşuluk da kalmadı. Baban benim sınırımı tanıdı ve evinizi de tarlanızı da bana sattı” (Edgü, 2014: 182-183). Öykünün devamında İbram’ın babasının aileyi toplayıp kaçtığına da değiniyor, ancak kaçış utanca değil ölüm korkusuna dayanmaktadır.
Doğu Öyküleri’nde Ferit Edgü sık sık insanların niçin birbirlerini vurduklarını sorgular. Bu sorgunun cevabı yine “İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”nde verilecektir: “İki arazi, belki uzaktan ayırt etmişsindir, komşudur, aralarında başka bir arazi yoktur. Arazi dediğim ekilip biçilmeyen bir otlak. İkisini toplasan elli dönüm etmez. De ki yüz dönüm eder. Bu da on koyun beslemez. Ama bizim burda inat vardır. Düşmanlık vardır. Herkes birbirine düşmandır. Arazi kavgası ekmek kavgası değil, içine sıçtığım hayınlık, düşmanlık kavgasıdır” (Edgü, 2014: 181).
Anlatıcı, “Doğu”ya gelen öğretmenin dağ başındaki ortak yaşamın köylüleri değil öğretmeni değiştirdiğinden bahsediyor. “Birkaç Sözcük” öyküsünde anlatıcı “ortak dilin, ortak sözcükler demek olmadığını”n bilincine varır. Öykünün sonunda anlatıcı, “Bu ortak dil onları değiştirmedi, ama beni değiştirdiği kuşkusuz. Her geçen gün, o dağ başındaki köydeki ortak yaşamımızın bende bıraktığı derin izi görüyorum; yaşıyorum” diyecektir. “Mutluluk” başlıklı öyküde bir dağ köyünün iskânı için sorumlu olarak görevlendirilen mimarın köye yol, konut yapmak için aldığı ödeneği köylünün direnişi nedeniyle gereği gibi kullanamaması anlatılır. Köylünün içinde yaşadığı mağaralar çökmek üzeredir. Mimar köylülere yeni konutların yapılması halinde elektriğe de kavuşabileceklerinden bahseder. Köylünün bu tasarıya cevabı, “İçinde yaşayıp yaşayamayacağımızı bilmediğimiz evleri bizler yapamayız ve bu konuda sana yardımcı olamayız” şeklinde verilir. Mimar, bu cevap üzerine Bakanlığın kendisine verdiği bütçeyi yeni konutlar yapmak yerine mağaraları onarmakta kullanır. Tüm onarım çalışmaları altı yıl sürer, mimar da bu sürede mağarada yaşar; bağlı bulunduğu Bakanlığa, tasarıyı gerçekleştiriyormuş gibi düzme raporlar yazar. Oturulan tüm mağaraların onarımı sona erdiğinde işinin başına ve ailesinin yanına dönmeyecektir. Bunda görevini kötüye kullandığı, yeni konutlar yapıp köy sakinlerini bu konutlara yerleştirmediği, kullanımına verilen parayı mağaraların onarımında kullanması nedeniyle yolsuzlukla suçlanacağı korkusu yatmaktadır. Nihayet geçmişini silip, burda, mağaralarda yaşayan insanlar arasında yaşamını sürdürmeyi seçer. “Birkaç Sözcük” öyküsündeki “değişim” “Mutluluk” öyküsünde de yinelenir. Yabancı, Doğu’nun mantığına akmakta ve değiştirmek için geldiği beldelerde değişmektedir.
“Doğu Öyküleri” bir anlamda ölümü ve varoluşu sorgulamaktadır diyebiliriz. Bu öykülerde sıkışmışlığın, mahrumiyetin ve nihayette kaçamamanın anlatısı hesaba çekilmektedir. “Atsız” öyküsünde “Ben de burdan kaçmak istedim. Ama bırakmadılar. Sonunda, beni bırakmayanların- daha doğrusu buradan kaçamayanların- arasında buldum kendimi” (Edgü, 2014: 199) denilerek herkesin herkese gardiyan oluşundan, kapana kıstırışından bahsedilmektedir. Bu da Doğu Öyküleri’nin Devlet ve Allah’ı silikleştiren ana temasının neden bu derece güçlü olduğunu gösterir. “Kayıt” başlıklı öyküde “devlet”in sadece evrak kaydettiği, evrakları kimsenin okumadığı anlatılır. Bu öyküde görevli, ikinci işinin “konuşulanları yazmak”la ilgisinden de bahseder. Böylece devletin devlet olmayanı tasnif etmekle belirlenmiş bir görev tanımı yaptığı söylenebilecektir. Evrakların okunmaması beşerî, kamusal anlamda kimsenin (görevlilerin) meseleleri çözmediğini işaret etmektedir. Devletin silikleşmesi, Allah’ın da reddini kaçınılmaz kılmıştır.
Görevli silikleşmiş devletteki görevini kutsar ve şöyle der: “Doğu’da herkes görevini yapmakla yükümlüdür.”
“Yıkılmış” öyküsünde kahraman “Bunlar Tanrı’dan korkmaz mı?” diye sorar ve “Tanrı’nın bu dağ başında işi ne? (…) Biz burda işimizi kendi aramızda görüyoruz” cevabı ile karşılaşır. “Ses” öyküsünde ölüm coğrafyaya hükmeder ve her şeyi öldürür. “Karakış” öyküsünde ise ölümün her şeyi “öldürmesi” nedeniyle “ne yapacağız?” sorusu soran yazara verilen cevap “O zaman kendi içimize döneceğiz Hocam” şeklindedir. Hocanın kitabî bilgisi ile coğrafyanın ekmek, su, maişet, dirlik, düzen vermez şartları arasındaki çatışma bir türlü aşılamaz. Allah ve Devlet olanca yücelikleri ile “ötede”, uzaktadır ve insanların içinde bulunduğu şartlara, nizamsızlığa, kaosa duyarsızdır. “Hoş” öyküsünde genç adam, öğretmene “Bu dağları da Tanrı yarattı (…) bu sarp dağları, bu topraksız dağları, bu ağaçsız dağları” diyerek Allah ile meşakkati (imtihanı) yoğun “dağ” arasında bir eşleme yapılır. Öğretmen “Peki insanları yaratmadı mı?” diye sorunca, genç adam “Hayır. İnsanlar kendi kendilerini yarattılar” diyecektir (Edgü, 2014: 214). Bu cevabın sebebi “Pusula/sız” öyküsünde verildiği gibi insanın “kendi yolunu kendin aç”mak zorunda kalmasıdır (Edgü, 2014: 210).
Doğu Öyküleri’nde asıl karakter, “köyleri göçmüş, köpekleri bile havlamayan” coğrafya ve “aç kurtların indiği karakış”la yaşanan iklimdir. İnsansızlık bir düzen tutmasına fırsat vermemektedir. Şehir, kasaba, köyler boşalmıştır. Geride kalanlar şehre, kasabalara, köylere varırlar; geniş arazilerde eskiden yaşanmış uygarlığın insansız yıkıntılarını dolaşırlar. Ancak geçmiş uygarlığı ihya edecek bir umut yoktur. Bu aşamada herkes ölümü beklemektedir ve ölümle yüzleşmektedir. Bu artık sadece ölüm bile değildir; “leş”tir:
Annem ve Ben
“Köy göçmüş.
Çocuklar (bile) ölmüş.
Aileden hayatta bir o kalmış bir de annesi.
Böyle diyor:
Peki siz ne yapacaksınız? diye soruyorum, yalnızca bir şey söylemiş olmak için.
Duralamadan, ilkin soruyor, sonra yanıtlıyor:
Biz mi? Biz de yakında öleceğiz. Annem de, ben de.
Peki niçin gitmiyorsunuz burdan? diyorum.
Gitmek mi? diyor (şaşkın) Biz her yere gittik. Annem ve ben.
Burdan başka neresi kaldı ki?”
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
“İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”ndeki Allahsızlık insanın kanını donduruyor. Babasının onuru için komşuları Abdülhay’ın oğlu Memo’yu öldüren İbram’ı cezaevinde ziyarete gelen hasmı Abdülhay, İbram’a şöyle der: Senin karın ile Memo’mun karısı karısı, çocuklar böylece dul ve yetim kalmışlardır. Ben Memo’mun karısına ve torunlarıma bakarım. Senin baban da senin karına ve torunlarına bakar. Ancak bil ki, senin baban, senin karını, kadını bilip ondan bir çocuk yapmıştır…Daha bitmedi… seninle aramızda artık komşuluk da kalmadı. Baban benim sınırımı tanıdı ve evinizi de tarlanızı da bana sattı” (Edgü, 2014: 182-183). Öykünün devamında İbram’ın babasının aileyi toplayıp kaçtığına da değiniyor, ancak kaçış utanca değil ölüm korkusuna dayanmaktadır.
Doğu Öyküleri’nde Ferit Edgü sık sık insanların niçin birbirlerini vurduklarını sorgular. Bu sorgunun cevabı yine “İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”nde verilecektir: “İki arazi, belki uzaktan ayırt etmişsindir, komşudur, aralarında başka bir arazi yoktur. Arazi dediğim ekilip biçilmeyen bir otlak. İkisini toplasan elli dönüm etmez. De ki yüz dönüm eder. Bu da on koyun beslemez. Ama bizim burda inat vardır. Düşmanlık vardır. Herkes birbirine düşmandır. Arazi kavgası ekmek kavgası değil, içine sıçtığım hayınlık, düşmanlık kavgasıdır” (Edgü, 2014: 181).
Anlatıcı, “Doğu”ya gelen öğretmenin dağ başındaki ortak yaşamın köylüleri değil öğretmeni değiştirdiğinden bahsediyor. “Birkaç Sözcük” öyküsünde anlatıcı “ortak dilin, ortak sözcükler demek olmadığını”n bilincine varır. Öykünün sonunda anlatıcı, “Bu ortak dil onları değiştirmedi, ama beni değiştirdiği kuşkusuz. Her geçen gün, o dağ başındaki köydeki ortak yaşamımızın bende bıraktığı derin izi görüyorum; yaşıyorum” diyecektir. “Mutluluk” başlıklı öyküde bir dağ köyünün iskânı için sorumlu olarak görevlendirilen mimarın köye yol, konut yapmak için aldığı ödeneği köylünün direnişi nedeniyle gereği gibi kullanamaması anlatılır. Köylünün içinde yaşadığı mağaralar çökmek üzeredir. Mimar köylülere yeni konutların yapılması halinde elektriğe de kavuşabileceklerinden bahseder. Köylünün bu tasarıya cevabı, “İçinde yaşayıp yaşayamayacağımızı bilmediğimiz evleri bizler yapamayız ve bu konuda sana yardımcı olamayız” şeklinde verilir. Mimar, bu cevap üzerine Bakanlığın kendisine verdiği bütçeyi yeni konutlar yapmak yerine mağaraları onarmakta kullanır. Tüm onarım çalışmaları altı yıl sürer, mimar da bu sürede mağarada yaşar; bağlı bulunduğu Bakanlığa, tasarıyı gerçekleştiriyormuş gibi düzme raporlar yazar. Oturulan tüm mağaraların onarımı sona erdiğinde işinin başına ve ailesinin yanına dönmeyecektir. Bunda görevini kötüye kullandığı, yeni konutlar yapıp köy sakinlerini bu konutlara yerleştirmediği, kullanımına verilen parayı mağaraların onarımında kullanması nedeniyle yolsuzlukla suçlanacağı korkusu yatmaktadır. Nihayet geçmişini silip, burda, mağaralarda yaşayan insanlar arasında yaşamını sürdürmeyi seçer. “Birkaç Sözcük” öyküsündeki “değişim” “Mutluluk” öyküsünde de yinelenir. Yabancı, Doğu’nun mantığına akmakta ve değiştirmek için geldiği beldelerde değişmektedir.
“Doğu Öyküleri” bir anlamda ölümü ve varoluşu sorgulamaktadır diyebiliriz. Bu öykülerde sıkışmışlığın, mahrumiyetin ve nihayette kaçamamanın anlatısı hesaba çekilmektedir. “Atsız” öyküsünde “Ben de burdan kaçmak istedim. Ama bırakmadılar. Sonunda, beni bırakmayanların- daha doğrusu buradan kaçamayanların- arasında buldum kendimi” (Edgü, 2014: 199) denilerek herkesin herkese gardiyan oluşundan, kapana kıstırışından bahsedilmektedir. Bu da Doğu Öyküleri’nin Devlet ve Allah’ı silikleştiren ana temasının neden bu derece güçlü olduğunu gösterir. “Kayıt” başlıklı öyküde “devlet”in sadece evrak kaydettiği, evrakları kimsenin okumadığı anlatılır. Bu öyküde görevli, ikinci işinin “konuşulanları yazmak”la ilgisinden de bahseder. Böylece devletin devlet olmayanı tasnif etmekle belirlenmiş bir görev tanımı yaptığı söylenebilecektir. Evrakların okunmaması beşerî, kamusal anlamda kimsenin (görevlilerin) meseleleri çözmediğini işaret etmektedir. Devletin silikleşmesi, Allah’ın da reddini kaçınılmaz kılmıştır.
Görevli silikleşmiş devletteki görevini kutsar ve şöyle der: “Doğu’da herkes görevini yapmakla yükümlüdür.”
“Yıkılmış” öyküsünde kahraman “Bunlar Tanrı’dan korkmaz mı?” diye sorar ve “Tanrı’nın bu dağ başında işi ne? (…) Biz burda işimizi kendi aramızda görüyoruz” cevabı ile karşılaşır. “Ses” öyküsünde ölüm coğrafyaya hükmeder ve her şeyi öldürür. “Karakış” öyküsünde ise ölümün her şeyi “öldürmesi” nedeniyle “ne yapacağız?” sorusu soran yazara verilen cevap “O zaman kendi içimize döneceğiz Hocam” şeklindedir. Hocanın kitabî bilgisi ile coğrafyanın ekmek, su, maişet, dirlik, düzen vermez şartları arasındaki çatışma bir türlü aşılamaz. Allah ve Devlet olanca yücelikleri ile “ötede”, uzaktadır ve insanların içinde bulunduğu şartlara, nizamsızlığa, kaosa duyarsızdır. “Hoş” öyküsünde genç adam, öğretmene “Bu dağları da Tanrı yarattı (…) bu sarp dağları, bu topraksız dağları, bu ağaçsız dağları” diyerek Allah ile meşakkati (imtihanı) yoğun “dağ” arasında bir eşleme yapılır. Öğretmen “Peki insanları yaratmadı mı?” diye sorunca, genç adam “Hayır. İnsanlar kendi kendilerini yarattılar” diyecektir (Edgü, 2014: 214). Bu cevabın sebebi “Pusula/sız” öyküsünde verildiği gibi insanın “kendi yolunu kendin aç”mak zorunda kalmasıdır (Edgü, 2014: 210).
Doğu Öyküleri’nde asıl karakter, “köyleri göçmüş, köpekleri bile havlamayan” coğrafya ve “aç kurtların indiği karakış”la yaşanan iklimdir. İnsansızlık bir düzen tutmasına fırsat vermemektedir. Şehir, kasaba, köyler boşalmıştır. Geride kalanlar şehre, kasabalara, köylere varırlar; geniş arazilerde eskiden yaşanmış uygarlığın insansız yıkıntılarını dolaşırlar. Ancak geçmiş uygarlığı ihya edecek bir umut yoktur. Bu aşamada herkes ölümü beklemektedir ve ölümle yüzleşmektedir. Bu artık sadece ölüm bile değildir; “leş”tir:
Annem ve Ben
“Köy göçmüş.
Çocuklar (bile) ölmüş.
Aileden hayatta bir o kalmış bir de annesi.
Böyle diyor:
Peki siz ne yapacaksınız? diye soruyorum, yalnızca bir şey söylemiş olmak için.
Duralamadan, ilkin soruyor, sonra yanıtlıyor:
Biz mi? Biz de yakında öleceğiz. Annem de, ben de.
Peki niçin gitmiyorsunuz burdan? diyorum.
Gitmek mi? diyor (şaşkın) Biz her yere gittik. Annem ve ben.
Burdan başka neresi kaldı ki?”
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
9 Eylül 2014 Salı
Şiir toprakla dertlenince
"İyi şiirleri (iyi müzikte olduğu gibi) okuduktan (dinledikten) sonra eserde kendimize ait ve hiç kimseden ödünç almadığımız bir şeyi unutmuş, kaybetmiş, bırakmış gibi oluruz. Kendimize ait o şeyden vazgeçmediğimiz yahut o şeysizlikten duyduğumuz mahrumiyet acısına duçar olduğumuz zaman bir daha, biraz daha yanaşırız esere. Kendimize ait başka bir şeyi oralarda düşürmek pahasına."
- İsmet Özel, Heyhat! (Dergâh, 69, Kasım 1995)
Süleyman Çobanoğlu'nun "Şiirler Çağla" adlı kitabı hakkındaki yazdığı yazıyı böyle bitirmişti İsmet Özel. "Şiir geldi" demişti ve devam etmişti "Hece veznini ihya ettiği için falan değil. Şiirin biçim üstünde ve biçim üstüne kurulu olduğu bizim geleneğimizin ayrılmaz parçasıydı zaten. Süleyman Çobanoğlu uzun bir aradan sonra bu parçayı yerine koydu sadece" diyerek. Afyon'da doğan, parasız yatılıda okuyan ve şiir ile millet arasında daimi bir irtibat kuran şairin ismiyle, cismiyle müsemma kitaplarından biri de Hudayinabit. İlk kitabı "Şiirler Çağla" 1995'te çıkmış, 1997 ve 1999'da farklı yayınevlerinden baskı üstüne baskı yapmıştı. Aradan on yıl geçti ve 2009'da 71 şiiri barındıran Hudayinabit, okuyucusuna kavuştu. Kavuşmak deyince her Çobanoğlu okuyucusunun aklına “Bilesin kavuşmak yoktur İslâmlıkta / kavuşan kısmısı ancak gâvurdur" dizeleri gelecektir. Kitabın en hassas özelliklerinden biri de bu 71 şiirin 50'sinin hiçbir yerde yayımlanmamış olması. Geç de olsa bu kitap hakkında bir şeyler yazmak, fakir için huzur verici.
Kitabın çıktığı dönemde "eski şiire kavuştuk" etkisi uyansa da şair bir söyleşisinde bunun hem acı hem de meselenin bam teli olduğunu vurgulamıştı. Akabinde söyledikleri ise Türk şiiri açısından söylenmiş en kıymetli sözleri oluşturduğundan buraya da almakta fayda var:
"Şiir, "kültür-sanat" ortamının bir parçası değildir, sanatlardan bir sanat değildir, lezzet, hoşluk, çeşni değildir. Şiir, insan tekinin yoldaşı ve millet hayatının en temel verimidir."
Süleyman Çobanoğlu, Hudayinabit'n işte bu eski şiir - yeni şiir sorgulamasına açtığı kapı vesilesiyle mutlu olmalı. Yörüklerin bu milletin ana faktörü olduğunu şiirlerinde de söyleşilerinde de vurgulayan şair için Yunus Emre "mıyır mıyır ilahiler, defler, boynu buruk neyler" değildir, "devletli takımının turistik figürü, lüzumsuz belagatin bir satırı" ise hiç değildir. Şairin şiiri hayatın neresine koyduğu hakkındaki yorumunu da okuduktan sonra Çobanoğlu'nun derdi aşikâr olacaktır:
"Türk Milletine karşı mesuliyet hissetmeyen hiç kimse Türkçe şiir yazamaz. Bunun istisnası yoktur. Sadece Milletin hazırdaki vaziyeti değil söz konusu ettiğim şey: Şairim diyorsan, bidayetten buraya, bu milletin söylediği her esaslı söz, attığı her esaslı temel ve bina ettiği her esaslı eserle, bu milletin istikbalinin bitiştiği noktada duruyorsun."
Süleyman Çobanoğlu'nun karşısında durduğu şeyleri merak edenler için ise şu yorumları için "tam isabet" diyebiliriz:
"Türkmensin, yörüksün. Seni, Asya steplerinden buralara kadar yürüten şey neydi? Kuraklık mı? Saf olma! Sonra, nasıl tutundun hayata ve tarihe? Allah'ın arzındaki o çadırda oturdun da, nasıl Yunus oldun? Nasıl Fuzuli oldun, Kaygusuz oldun, Erzincanlı Tüfekçizade Salih Baba oldun, nasıl Itrî oldun, nasıl dalga dalga öldün, biçildin tekrar dirildin? Ferrarisini satan hergeleye üç yüz baskı yaptırdın. Tibet ruhbanının modası geçince Kore tarikatına merak sardın. Kızılderili reisinin doku-nakli ve ekolojik mektubuna "sosyal paylaşım" taklası attırdın. Ama merak etmiyor musun; beş bin yıl omuzlarında dolaştırdığın kepenek sana ne söylüyor? Dilinin derinlerinde ne var? Neden her gün yediğin taama "ekmek" demişsin, neden "yel" ile "yıl" bu kadar akraba? Yatan aslandansa gezen tilki yeğdir, neden? Neden Sultan Hamid'in kapısında bir Karakeçili vardı ve neden İstiklal Harbi öncesi henüz iskan edilmemiş yörükândan gençler kastı mahsusa ile celp edildi?"
Ne söylenebilir ki? Şair, neye neden borçlu olduğunu gayet iyi biliyor. Bu soruları da yine kendi cevaplıyor şiiriyle. Süleyman Çobanoğlu'nu bu yorumlarıyla daha kuvvetli tanıdıktan sonra Hudayinabit'ten birkaç şiir okuyalım birlikte. "Gitme" adlı şiirinden:
"Kimse özlemeyecek gidersem o avanak
O yağırdan yağmurdan ardan kalan yüzünü
Dönersen taze kekik ve yaşaran üzümler
Ve bir kalbi dağlanmış bir ismin olmayacak."
Ölüm ve yaşamın arasında, yani iki kapılı handa insanın hududunu ne güzel tespit eden bir şiir. "Ölü Köpek" şiiri ise bütün klişeleri öldüren bir sevda şiiridir fakirin gözünde:
"Senin bakışlarından arta kalan bir şey var
Eve götürdüğümde çocuklar toplanıyor
Kalbimde verem belki ve envaî şarkılar
Her nereye dokunsam büyük büyük kanıyor."
Madem eylül ortasına doğru gelmekteyiz, o halde "Kalbim Gerçekten Kırık" şiirinde bir kalbin nasıl da gerçekten kırılabildiğini dinleyip, kırılalım:
"Kalbim gerçekten kırık ve eylülün ortası
Yürüdüm yazmadığım şiirlere basarak
Yalancı ömrüm bilmem bu kaçıncı vartası
Her solukta yeniden eksilerek artarak."
Kuşları sevmeyen şair az gibidir. Kargadan serçeye kadar her şairin mutlaka sevdalı olduğu bir kuş vardır. Kuşa yüklenen anlamlarda bazen kavuşmak, bazen ayrılık, bazen özgürlük, bazen de umut yahut tam karşıtları vardır. Mesela "Korkulası Kuşlardan" şiirinde şair "Korkulası kuşlardan çoğu beni yemedi / ben çünkü hiç bir kirazın en irisi olmadım" der. "Tekfurun Kızı" şiirinde ise kuşlara yem verilen bir zamanı kullanır: "Sen bir düş imişsin kuşluk çağında". İsmi her ne kadar olumsuz bir çağrışım yapsa da tek eşli olmasıyla ve ölen eşinin ardından yas tutmasıyla tanınan angut için de şiiri vardır Süleyman Çobanoğlu'nun, hem de kopkoyu ve hakiki bir umutsuzlukla:
"Umudu kalmamış kuşlara baktım
Kupkuruydu her şey hiç umut yoktu."
Hudayinabit, Farsça ve Arapça'dan oluşan bir kelime. Üç farklı anlamı var: Kendiliğinden yetişen bitki, başıboş büyümüş kimse ve kendi kendini yetiştirmiş olan kimse. Dolayısıyla fakir için tek çocukluk da bir hudayinabit olma hâli olduğundan, kitabın ismine de hayranlık duymuşumdur.
Süleyman Çobanoğlu yazdığı senaryolarla (Sakarya Fırat, Kızıl Elma), şiirinin hece ölçüsüyle, derdiyle, şekliyle, anlamıyla, mantığıyla sapasağlam bir Türk şairidir. Dolayısıyla da yazdığı şiir bir İslam şiiridir. Birbirinden hiçbir vakit kopmamış ve kopması da mümkün olmayan Türk ve İslam, Çobanoğlu şiiriyle bize Yunus Emre'yi, Karacaoğlan'ı hatırlatır. Ne mutlu ülkesinin, toprağının, insanının derdiyle dertlenen şaire. Şairlik budur vesselam.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- İsmet Özel, Heyhat! (Dergâh, 69, Kasım 1995)
Süleyman Çobanoğlu'nun "Şiirler Çağla" adlı kitabı hakkındaki yazdığı yazıyı böyle bitirmişti İsmet Özel. "Şiir geldi" demişti ve devam etmişti "Hece veznini ihya ettiği için falan değil. Şiirin biçim üstünde ve biçim üstüne kurulu olduğu bizim geleneğimizin ayrılmaz parçasıydı zaten. Süleyman Çobanoğlu uzun bir aradan sonra bu parçayı yerine koydu sadece" diyerek. Afyon'da doğan, parasız yatılıda okuyan ve şiir ile millet arasında daimi bir irtibat kuran şairin ismiyle, cismiyle müsemma kitaplarından biri de Hudayinabit. İlk kitabı "Şiirler Çağla" 1995'te çıkmış, 1997 ve 1999'da farklı yayınevlerinden baskı üstüne baskı yapmıştı. Aradan on yıl geçti ve 2009'da 71 şiiri barındıran Hudayinabit, okuyucusuna kavuştu. Kavuşmak deyince her Çobanoğlu okuyucusunun aklına “Bilesin kavuşmak yoktur İslâmlıkta / kavuşan kısmısı ancak gâvurdur" dizeleri gelecektir. Kitabın en hassas özelliklerinden biri de bu 71 şiirin 50'sinin hiçbir yerde yayımlanmamış olması. Geç de olsa bu kitap hakkında bir şeyler yazmak, fakir için huzur verici.
Kitabın çıktığı dönemde "eski şiire kavuştuk" etkisi uyansa da şair bir söyleşisinde bunun hem acı hem de meselenin bam teli olduğunu vurgulamıştı. Akabinde söyledikleri ise Türk şiiri açısından söylenmiş en kıymetli sözleri oluşturduğundan buraya da almakta fayda var:
"Şiir, "kültür-sanat" ortamının bir parçası değildir, sanatlardan bir sanat değildir, lezzet, hoşluk, çeşni değildir. Şiir, insan tekinin yoldaşı ve millet hayatının en temel verimidir."
Süleyman Çobanoğlu, Hudayinabit'n işte bu eski şiir - yeni şiir sorgulamasına açtığı kapı vesilesiyle mutlu olmalı. Yörüklerin bu milletin ana faktörü olduğunu şiirlerinde de söyleşilerinde de vurgulayan şair için Yunus Emre "mıyır mıyır ilahiler, defler, boynu buruk neyler" değildir, "devletli takımının turistik figürü, lüzumsuz belagatin bir satırı" ise hiç değildir. Şairin şiiri hayatın neresine koyduğu hakkındaki yorumunu da okuduktan sonra Çobanoğlu'nun derdi aşikâr olacaktır:
"Türk Milletine karşı mesuliyet hissetmeyen hiç kimse Türkçe şiir yazamaz. Bunun istisnası yoktur. Sadece Milletin hazırdaki vaziyeti değil söz konusu ettiğim şey: Şairim diyorsan, bidayetten buraya, bu milletin söylediği her esaslı söz, attığı her esaslı temel ve bina ettiği her esaslı eserle, bu milletin istikbalinin bitiştiği noktada duruyorsun."
Süleyman Çobanoğlu'nun karşısında durduğu şeyleri merak edenler için ise şu yorumları için "tam isabet" diyebiliriz:
"Türkmensin, yörüksün. Seni, Asya steplerinden buralara kadar yürüten şey neydi? Kuraklık mı? Saf olma! Sonra, nasıl tutundun hayata ve tarihe? Allah'ın arzındaki o çadırda oturdun da, nasıl Yunus oldun? Nasıl Fuzuli oldun, Kaygusuz oldun, Erzincanlı Tüfekçizade Salih Baba oldun, nasıl Itrî oldun, nasıl dalga dalga öldün, biçildin tekrar dirildin? Ferrarisini satan hergeleye üç yüz baskı yaptırdın. Tibet ruhbanının modası geçince Kore tarikatına merak sardın. Kızılderili reisinin doku-nakli ve ekolojik mektubuna "sosyal paylaşım" taklası attırdın. Ama merak etmiyor musun; beş bin yıl omuzlarında dolaştırdığın kepenek sana ne söylüyor? Dilinin derinlerinde ne var? Neden her gün yediğin taama "ekmek" demişsin, neden "yel" ile "yıl" bu kadar akraba? Yatan aslandansa gezen tilki yeğdir, neden? Neden Sultan Hamid'in kapısında bir Karakeçili vardı ve neden İstiklal Harbi öncesi henüz iskan edilmemiş yörükândan gençler kastı mahsusa ile celp edildi?"
Ne söylenebilir ki? Şair, neye neden borçlu olduğunu gayet iyi biliyor. Bu soruları da yine kendi cevaplıyor şiiriyle. Süleyman Çobanoğlu'nu bu yorumlarıyla daha kuvvetli tanıdıktan sonra Hudayinabit'ten birkaç şiir okuyalım birlikte. "Gitme" adlı şiirinden:
"Kimse özlemeyecek gidersem o avanak
O yağırdan yağmurdan ardan kalan yüzünü
Dönersen taze kekik ve yaşaran üzümler
Ve bir kalbi dağlanmış bir ismin olmayacak."
Ölüm ve yaşamın arasında, yani iki kapılı handa insanın hududunu ne güzel tespit eden bir şiir. "Ölü Köpek" şiiri ise bütün klişeleri öldüren bir sevda şiiridir fakirin gözünde:
"Senin bakışlarından arta kalan bir şey var
Eve götürdüğümde çocuklar toplanıyor
Kalbimde verem belki ve envaî şarkılar
Her nereye dokunsam büyük büyük kanıyor."
Madem eylül ortasına doğru gelmekteyiz, o halde "Kalbim Gerçekten Kırık" şiirinde bir kalbin nasıl da gerçekten kırılabildiğini dinleyip, kırılalım:
"Kalbim gerçekten kırık ve eylülün ortası
Yürüdüm yazmadığım şiirlere basarak
Yalancı ömrüm bilmem bu kaçıncı vartası
Her solukta yeniden eksilerek artarak."
Kuşları sevmeyen şair az gibidir. Kargadan serçeye kadar her şairin mutlaka sevdalı olduğu bir kuş vardır. Kuşa yüklenen anlamlarda bazen kavuşmak, bazen ayrılık, bazen özgürlük, bazen de umut yahut tam karşıtları vardır. Mesela "Korkulası Kuşlardan" şiirinde şair "Korkulası kuşlardan çoğu beni yemedi / ben çünkü hiç bir kirazın en irisi olmadım" der. "Tekfurun Kızı" şiirinde ise kuşlara yem verilen bir zamanı kullanır: "Sen bir düş imişsin kuşluk çağında". İsmi her ne kadar olumsuz bir çağrışım yapsa da tek eşli olmasıyla ve ölen eşinin ardından yas tutmasıyla tanınan angut için de şiiri vardır Süleyman Çobanoğlu'nun, hem de kopkoyu ve hakiki bir umutsuzlukla:
"Umudu kalmamış kuşlara baktım
Kupkuruydu her şey hiç umut yoktu."
Hudayinabit, Farsça ve Arapça'dan oluşan bir kelime. Üç farklı anlamı var: Kendiliğinden yetişen bitki, başıboş büyümüş kimse ve kendi kendini yetiştirmiş olan kimse. Dolayısıyla fakir için tek çocukluk da bir hudayinabit olma hâli olduğundan, kitabın ismine de hayranlık duymuşumdur.
Süleyman Çobanoğlu yazdığı senaryolarla (Sakarya Fırat, Kızıl Elma), şiirinin hece ölçüsüyle, derdiyle, şekliyle, anlamıyla, mantığıyla sapasağlam bir Türk şairidir. Dolayısıyla da yazdığı şiir bir İslam şiiridir. Birbirinden hiçbir vakit kopmamış ve kopması da mümkün olmayan Türk ve İslam, Çobanoğlu şiiriyle bize Yunus Emre'yi, Karacaoğlan'ı hatırlatır. Ne mutlu ülkesinin, toprağının, insanının derdiyle dertlenen şaire. Şairlik budur vesselam.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
1 Eylül 2014 Pazartesi
Bir dua kitabı
"Şu karşıki dağda kar var duman yok
Benim sevdiceğimde din var iman yok."
- Türkü (Hatay yöresi)
"Seni sevmek benim dinim imanım,
İlahî, dîni îmândan ayırma."
- Eşrefoğlu Rûmî
"Dinden imandan habersiz."
- Türk sözü
"Dünya ahiretin tarlasıdır" diye buyrulmuş. Doğduğumuz toprakların ahiretin tarlası olduğunu bilmemiz için tarih kitapları arasına gömülmemiz gerekmiyor, biraz düşünmemiz bile kafi. Gece uyumadan evvel de (Bir yastıkta kocamak), ayağınızı masanın köşesine vurduktan sonra da (Kaza oldu), tuvalete giderken de (Abdest bozmak), ağzımıza bir şeyler atarken de (Nefis körlemek), vesaire vesaire. Parantez içine yazdığım sözlerin şu satırları okuyuncaya dek size bir şeyler çağrıştırması gerekiyordu. Umarım çağrıştırmıştır. Biz Türkler, dilimizle dinimizi birbirlerinden asla ayrı tutmadığımız için çeşitli durumlar karşısında o kadar özel sözler söylemişiz ki bu sözler, asırlar boyu süregelmiş. Mesela bizi insan oluşumuzun manasından uzaklaştıran şeylere "gâvur icadı" demişiz. Boşa harcanan zaman yahut yerinde kullanılmayan bir şey için "gavur etti" demişiz. "Gurur" kelimesini Kur'an-ı Kerim'deki metâ'ul ğurur yani aldanma anlamında değerlendirerek, dünya metâ'ının aldattığı kişiye gururlu demişiz. Kadere olan teslimiyetimizle şereflendiğimizden, hanelerimizin kapılarına "Allah'ın dediği olur" yazıları asmışız. İmanımızla topraklarımızı birbirine dilimizle öyle sağlam bağlamışız ki, ağzımızdan her çıkan kelam Türkiye sevgisi oluvermiş.
Erciyes dağından Gesi bağlarına, Çayeli'nden Emir Sultan'a; attığı her adımın adına Türkiye sevgisi koymuş bir adam Ebubekir Kurban. "Türkiye’yi sevmeden şuurlu Müslüman olunamaz" gibi muazzam bir söz söylemiş. Büyük laf değil, büyük söz. Devamında da "Çünkü bu topraklar bugün kendimizi tarif ederken kullandığımız Batılı kavramların dünyasıyla çatışmanın cereyan ettiği yerdir." diyerek ilkokuldan itibaren bize bir türlü öğretil(e)meyen o tarihi gerçeği izah etmiş. Kitabında ise bu toprakların hafızasında sadece kendi insanının değil; Mekke'nin Kudüs'ün, Selanik'in, Tuna'nın, Kırım'ın, Cezayir'in, Etiyopya'nın ve daha nicelerinin insanının da olması, bu toprakların iman süsü olduğunu, süssüz bir anlatımla yazmış. Dolaylı konuşmayı sevmiyor Ebubekir Kurban, söyleyeceğini bilavasıta söylüyor:
"Öyle insanlarla karşılaşıyorum ki, hiçbir şeyi sevmiyor, duvar gibi, her şeye muhalif… O insanlara göre, Türkiye’de hiçbir şey iyiye gitmiyor, her şey kötüye gidiyor. Bir delikanlı düşünün, sevgilisini yeterince sevmiyor. İlk tartışmada sevgilisini terk ediyor, başka tarafa yöneldiği için. Düşünün bir insan annesini sevmiyor. Annesini sevmeyen Türkiye’yi niye sevsin?.. Türkiye bana annemi hatırlattığı için, Türkiye bana arkadaşlarımı hatırlattığı için; annemi, arkadaşlarımı çok sevdiğim için Türkiye’yi çok seviyorum."
Maalesef ki bu tip sözleri "Vatan Millet Sakarya" edebiyatı sanan, cebine girecek paradan başka bir şey düşünmeyen, kariyer hesabıyla nereye çekilirse oraya gidebilecek insanların(?) anlamasını elbette bekleyemeyiz. Büyük ihtimalle Ebubekir Kurban da bunu düşünmüş olacak ki, "Türkiye Sevgisi İmandandır" kitabını bir dua kitabı olarak yazmış. Yani tıraş olurken "Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı" türküsü yerine Justin Bieber ya da Timberlake'den bir parça okuyanların da kendilerine belki bir şeyler çıkarabileceğini düşünmüş. İyi de etmiş. “Gesi bağlarını dinlemeden, Neşet Ertaş’ı tanımadan, anneden, babadan, mekândan ve zamandan bağımsız, Türkiye sevilmeden şuurlu Müslüman olunmaz" derken yazar, aslında Neşet Ertaş'ın o ne güzel söylediği "Türkü söyler dillerimiz / ne gözeldir ellerimiz / bağlamada tellerimiz / türkü sever türkü söyler, Türk'üm diyen" eserini de hatırlatmış oluyor. Ne demiştik? Dilimiz, dinimizin meyvesidir.
"Türkiye Sevgisi İmandandır", teker teker üzerinde düşünülecek denemeleri barındırıyor. Ben her denemeyi okumadan evvel aklıma İsmet Özel'in "Türkiye’yi anlamak cesaret ister" sözünü getirdim. Cesursanız okuyun. Çünkü Tuğrul İnançer "Korkaksan Türk değilsin." der. Bizim topraklarımıza yakışan gözü açık olmaktır. Ama muhabbet, gönlü de açmaktadır. Hadi o zaman hep beraber, "Derdim büyük, mevzu derin, aşkım hakikat" diyen Ebubekir Kurban'ın duasına can-ı gönülden katılalım: Türkiye sevgisi imandandır.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Benim sevdiceğimde din var iman yok."
- Türkü (Hatay yöresi)
"Seni sevmek benim dinim imanım,
İlahî, dîni îmândan ayırma."
- Eşrefoğlu Rûmî
"Dinden imandan habersiz."
- Türk sözü
"Dünya ahiretin tarlasıdır" diye buyrulmuş. Doğduğumuz toprakların ahiretin tarlası olduğunu bilmemiz için tarih kitapları arasına gömülmemiz gerekmiyor, biraz düşünmemiz bile kafi. Gece uyumadan evvel de (Bir yastıkta kocamak), ayağınızı masanın köşesine vurduktan sonra da (Kaza oldu), tuvalete giderken de (Abdest bozmak), ağzımıza bir şeyler atarken de (Nefis körlemek), vesaire vesaire. Parantez içine yazdığım sözlerin şu satırları okuyuncaya dek size bir şeyler çağrıştırması gerekiyordu. Umarım çağrıştırmıştır. Biz Türkler, dilimizle dinimizi birbirlerinden asla ayrı tutmadığımız için çeşitli durumlar karşısında o kadar özel sözler söylemişiz ki bu sözler, asırlar boyu süregelmiş. Mesela bizi insan oluşumuzun manasından uzaklaştıran şeylere "gâvur icadı" demişiz. Boşa harcanan zaman yahut yerinde kullanılmayan bir şey için "gavur etti" demişiz. "Gurur" kelimesini Kur'an-ı Kerim'deki metâ'ul ğurur yani aldanma anlamında değerlendirerek, dünya metâ'ının aldattığı kişiye gururlu demişiz. Kadere olan teslimiyetimizle şereflendiğimizden, hanelerimizin kapılarına "Allah'ın dediği olur" yazıları asmışız. İmanımızla topraklarımızı birbirine dilimizle öyle sağlam bağlamışız ki, ağzımızdan her çıkan kelam Türkiye sevgisi oluvermiş.
Erciyes dağından Gesi bağlarına, Çayeli'nden Emir Sultan'a; attığı her adımın adına Türkiye sevgisi koymuş bir adam Ebubekir Kurban. "Türkiye’yi sevmeden şuurlu Müslüman olunamaz" gibi muazzam bir söz söylemiş. Büyük laf değil, büyük söz. Devamında da "Çünkü bu topraklar bugün kendimizi tarif ederken kullandığımız Batılı kavramların dünyasıyla çatışmanın cereyan ettiği yerdir." diyerek ilkokuldan itibaren bize bir türlü öğretil(e)meyen o tarihi gerçeği izah etmiş. Kitabında ise bu toprakların hafızasında sadece kendi insanının değil; Mekke'nin Kudüs'ün, Selanik'in, Tuna'nın, Kırım'ın, Cezayir'in, Etiyopya'nın ve daha nicelerinin insanının da olması, bu toprakların iman süsü olduğunu, süssüz bir anlatımla yazmış. Dolaylı konuşmayı sevmiyor Ebubekir Kurban, söyleyeceğini bilavasıta söylüyor:
"Öyle insanlarla karşılaşıyorum ki, hiçbir şeyi sevmiyor, duvar gibi, her şeye muhalif… O insanlara göre, Türkiye’de hiçbir şey iyiye gitmiyor, her şey kötüye gidiyor. Bir delikanlı düşünün, sevgilisini yeterince sevmiyor. İlk tartışmada sevgilisini terk ediyor, başka tarafa yöneldiği için. Düşünün bir insan annesini sevmiyor. Annesini sevmeyen Türkiye’yi niye sevsin?.. Türkiye bana annemi hatırlattığı için, Türkiye bana arkadaşlarımı hatırlattığı için; annemi, arkadaşlarımı çok sevdiğim için Türkiye’yi çok seviyorum."
Maalesef ki bu tip sözleri "Vatan Millet Sakarya" edebiyatı sanan, cebine girecek paradan başka bir şey düşünmeyen, kariyer hesabıyla nereye çekilirse oraya gidebilecek insanların(?) anlamasını elbette bekleyemeyiz. Büyük ihtimalle Ebubekir Kurban da bunu düşünmüş olacak ki, "Türkiye Sevgisi İmandandır" kitabını bir dua kitabı olarak yazmış. Yani tıraş olurken "Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı" türküsü yerine Justin Bieber ya da Timberlake'den bir parça okuyanların da kendilerine belki bir şeyler çıkarabileceğini düşünmüş. İyi de etmiş. “Gesi bağlarını dinlemeden, Neşet Ertaş’ı tanımadan, anneden, babadan, mekândan ve zamandan bağımsız, Türkiye sevilmeden şuurlu Müslüman olunmaz" derken yazar, aslında Neşet Ertaş'ın o ne güzel söylediği "Türkü söyler dillerimiz / ne gözeldir ellerimiz / bağlamada tellerimiz / türkü sever türkü söyler, Türk'üm diyen" eserini de hatırlatmış oluyor. Ne demiştik? Dilimiz, dinimizin meyvesidir.
"Türkiye Sevgisi İmandandır", teker teker üzerinde düşünülecek denemeleri barındırıyor. Ben her denemeyi okumadan evvel aklıma İsmet Özel'in "Türkiye’yi anlamak cesaret ister" sözünü getirdim. Cesursanız okuyun. Çünkü Tuğrul İnançer "Korkaksan Türk değilsin." der. Bizim topraklarımıza yakışan gözü açık olmaktır. Ama muhabbet, gönlü de açmaktadır. Hadi o zaman hep beraber, "Derdim büyük, mevzu derin, aşkım hakikat" diyen Ebubekir Kurban'ın duasına can-ı gönülden katılalım: Türkiye sevgisi imandandır.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)