İnsan, ünsiyet sahibi olduğu gibi, unutan da bir varlıktır; unutması dolayısıyla da hatırlayan bir varlık... Peki ya unutturmak, yani siyasal ideoloji haline gelen unutulanın unutturulması... Türkiye'de "birtakım esrârengiz eller, 1930lardan sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez duvar örüp onları tekmil tarihî müktesebâtından yoksun kılmışlardır."[ii] Kaba kuvvete dayalı bir imparatorluk geçmişinden kurtuluyorduk. Bilhassa "17. ve 18. yüzyılları kimse hatırlamak bile istemiyordu. (...) Aynı kaderi 19. yüzyıl da paylaşmaya fazlası ile adaydı. Ancak modern Türkiye'yi hazırlamış olan reformlar dolayısı ile hafıza kaydı bütünü ile silinmiyor, içinden günümüz için anlamlı görünen reformcu girişimler itina ile ayıklanıp hatırda tutuluyor, gerisi unutkanlığa terk ediliyordu."[iii]
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin sonralarından başlayarak, -özellikle oryantalist kaynaklar devşirilerek- Osmanlı İmparatorluğu olumsuz bir mit haline sokulmuştu. Oryantalist söyleme göre: "Doğuşundan itibaren ilerici olduğu iddia edilen Avrupa uygarlığının tersine, öteki yüksek uygarlıklar kendi gelişim havzalarında donmuş olarak kalmış olmalıydılar..."[iv] Çağdaşlaşmayı kendine amaç edinmiş Türkiye, modernleşme yolunda Batıyı takip/taklit edecekti ve tabi ki de geçmişin belirli bir zaman diliminde donmuş bir ceset gibi kalmış Osmanlıyı terk edecekti, hatta ondan kurtulacaktı.
15.yüzyılda Batı Avrupa'da şekillenen modern dünya-sistemi, kapitalist üretim ilişkilerince domine edilmekteydi, yani sermaye birikimine dayalı üretim ve tüketim ilişkilerinin hakim olduğu sistem. Ahmet Tabakoğlu konuyla ilgili olarak: "Emin olunuz ki, Batı'da denizaşırı sömürgeleşme olmasaydı, proleterleşme olmasaydı sermaye birikimi olmazdı"[v] der. Böylesi maddiyatçı bir düzende "Osmanlıların esas günahı bize miras olarak zengin bir ekonomi bırakmamış olmaları idi."[vi]
Mehmet Genç, Osmanlı Sisteminin neden Batı Avrupa'daki iktisadî gelişmelere ayak uyduramayışı sorusunu merkeze alarak, Ömer Lütfi Barkan'ın yanında doktora tezini çalışmaya başladı. İlkin Fransız kaynaklarını, sonrasında İngilizce öğrenerek İngilizce kaynakları taradı; ama 18. ve 19.yüzyıl arası Osmanlı iktisadî sistemini analiz edebilecek bilgilere ulaşamadığı için arşivlere girmek zorunda kaldı. Arşiv incelemelerinde yüz elliye yakın vergi kaleminden hazineye ödenmekte olan kayıtları 18.yüzyıldan itibaren çıkarmaya başladığında, vergi rakamlarının değişmediğini gören Genç ümitsizliğe kapılsa da, çalışmalarına devam etti. Önündeki bilmece açık ve netti: "Yüzyıldan fazla bir süre ile Osmanlı bürokrasisi, reel iktisadî faaliyet hacmi ile hiçbir ilişkisi olmadığı anlaşılan bu değişmez rakamların kaydını yürütmek üzere binlerce sayfalık defteri neden hazırlayıp durmuştu."[vii]
Mehmet Genç, başladığı Osmanlı araştırmalarını en önemli iktisadi değişim aşamalarından Sanayi Devrimini ve yarattığı etkileri göz önüne alarak şekillendirir. Araştırmalarının neticesinde Osmanlı yönetim elitinin iktisadi hayata bakışında tespit ettiği zihni koordinat sistemini kendi terminolojisi içinde sistemleştirir. Bu koordinat sistemi, ekonomiye ait düzenlemelerde Osmanlı yönetim elitinin kararlarını alırken hareket noktasını belirlediği ilkelerdir. Genç’in klasik dönem olarak nitelendirdiği 19. yüzyıl öncesine kadar geçerli biçimde Osmanlı İktisadi Dünya Görüşünün İlkeleri, ‘iaşe’, ‘fiskalizm’ ve ‘gelenekçilik’tir.
I. İaşe (Provizyonizm) İlkesi
İaşe ilkesi, Osmanlı iktisadî dünya görüşünün en önemli politikasıdır ve ekonomik faaliyete tüketici açısından bakan görüşün dayandığı ilkedir. İnsanların ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmış, üretilen mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olması esas alınmıştır.
"İaşe ilkesine dayanan bu iktisat politikası, dış ticarette ihracatı zorlaştırıcı ve kısıtlayıcı, ithalâtı ise kolaylaştırıcı ve teşvik edici niteliği ile, günümüzün himayeci iktisat politikalarına hiç benzemeyen bir hüviyet göstermektedir."[viii]
II. Gelenekçilik İlkesi
Gelenekçilik, sosyal ve iktisadî ilişkilerde yavaş yavaş oluşan dengeleri, eğilimleri mümkün olduğu ölçüde muhafaza etme çabasıdır. Herhangi bir değişim halinde, tekrar eski dengeye dönmek üzere değişmeyi ortadan kaldırma iradesinin hakim olması şeklinde de tanımlanabilir.
"Ziraat, esnaflık ve ticarette iaşe ilkesinden kaynaklanan düzenlemelerin hedefi üretim ile tüketimin dengede tutulmasıdır. Dengenin bozulması halinde bunalıma düşme tehlikesi daima mevcuttur. Korkulan asıl tehlike kıtlıktır. (...) Üretimde küçük bir düşme veya tüketimde küçük bir artış, mevcut ulaşım imkânlarının yetersizliği karşısında kolayca kıtlığa dönüşebilirdi. Onun içindir ki, tüketimi arttıracak nitelikteki değişme eğilimleri sürekli kontrol altında tutulurdu. Men-i israfat (somptuary laws) diye bilinen ve amacı lüks tüketiminin sınırlandırılmasından ibaret görünen yasaklamaların önemli bir kaynağı budur."[ix]
Osmanlı yönetim anlayışında gelenekçilik, ‘kadim olana göre davranma’ şeklinde ifadesini bulur. Genç’in bir kanunname’den alıntıladığı gibi “kadim odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz." Kadim, bir kuşağın zihin muhtevasında var olandır. Bu ilke yerleşmiş, denenmiş 'iyiler sisteminin' sürdürülmesini esas almaktadır.
III. Fiskalizm
Fiskalizm, hazineye ait gelirleri mümkün olduğu kadar yüksek düzeye çıkarılmaya çalışılması ve ulaştığı düzeyin altına inmesinin de engellenmesidir. Hazine gelirlerinin esas fonksiyonu, devletin yapması gereken harcamaları karşılamak olduğu için, fiskalizmin dolaylı bir uzantısı olarak, harcamaları kısmaya yönelik çalışmalar da bu kapsamda değerlendirilebilir. Ana hedefi gelirleri mümkün olduğu kadar yükseltmek olan fiskalizm, bu hedefe ulaşmakta zorlukla karşılaştığı zaman, harcamaları kısma yönündeki faaliyetler de gelirlerin artırılmasına katkı sağlamaktadır.
Osmanlı iktisadî dünya görüşü bu üç ilkenin zamana, bölge ve sektörlere göre değişen oranlarda birleşmesinde meydana gelen bir nevi üçlü koordinat sistemi içinde kimliğini kazanmış ve bu kimliği ile iktisadî hayatı yönlendiren düzenlemeler ortaya koymuştur. Ancak bu üç ilkenin oluşturduğu referans sistemiyle Osmanlı iktisadî uygulamaları açıklanabilmekte ve anlam kazanmaktadır.
Tarih kurgusunu kişileri baz alarak soyut ve durağan bir anlatı yerine, olayları neden-sonuç ilişkisi içerisinde dinamik bir anlayışla analiz eden Mehmet Genç'in sunduğu çalışma, mevcut Osmanlı algısına ağır darbeler indirmektedir. O zamana değin Osmanlı, ekonomiden anlamayan, içe kapalı olduğundan dışarıdaki gelişmeleri anlayamamış ve bu sebeple gelişmelere karşı yetersiz kalmış kaba kuvvete dayalı bir düzen, dolayısıyla terk edilmesi hatta kurtulunması gereken bir geçmişti.
Genç pek çok noktada Osmanlı dünyası ile ilgili bilinen klişeleri yerle bir ederek gerçek vesikalara dayanan yeni ve orijinal bir anlam dünyasını kendi terminolojisi ile şekillendirmeyi başarmıştır. Böylece Osmanlıların ekonomiden anlamadıklarının aksine, en iyi bildikleri şeyin ekonomi olduğu anlaşılmış, ticareti küçümsedikleri, ona önem vermedikleri iddiası çürütülmüş, aslında ticaretin teşvik edilen ve korunan bir sektör olduğu, ticaret sektörünün vergilendirme sistemindeki ayrıcalıklı konumu ortaya konarak ispat edilmiştir.
Osmanlı dünyasının kapitalist bir mantıkla hareket etmediği, ekonomiyi toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç saydığı, rekabet ve çatışma yerine işbirliği ve dayanışmayı teşvik ettiği, aşırılık yerine itidalli davranmayı seçtiği örneklerle ortaya konmuştur. Osmanlı sisteminde iktisadî gücün ciddiye alındığı ve önemsendiği, ancak siyasal güce dönüşmesinin titizlikle engellendiği vurgulanmıştır.
Mehmet Genç, çalışmaları ile Osmanlı iktisat tarihçiliğini dünya platformuna taşımıştır. Devletin ekonomi içindeki rolü ve sistemin anlaşılmasını kolaylaştıran teorik kurgusu ile bize Osmanlı ekonomisinin robot resmini sunmaktadır. Gücümüzü, kültürümüzü ve kimliğimizi dayandırabileceğimiz büyük bir devletin mirasına daha büyük bir istekle sahip çıkmamızı öğütler. Osmanlıların kendilerinden önceki devletlerin yaşadıkları tehlikeleri nasıl görüp tecrübelerinden ders çıkardıklarını ve yaşayacakları muhtemel tehlike unsurlarını dikkatle ayıklayarak yavaş yavaş, bir heykeltıraş sabrı ve titizliği ile ölümsüz bir düzen inşa etmeye doğru nasıl çalıştıklarını anlamaya çağırır.
[i] Genç, Mehmet, 2010, Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul
[ii] Duralı, Şaban Teoman, 2010, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergâh Yayınları, İstanbul, s.100
[iii] Genç, 2010, s.16
[iv] Wallerstein,Immanuel, 2007, Avrupa Evrenselciliği İktidarın Retoriği, Aram Yayıncılık, İstanbul, s.45
[v] Tabakoğlu, Ahmet, 2009, Almıla Dergisi, 2009/Yaz, s.73
[vi] Genç, 2010, s.17
[vii] a.e, s.29
[viii] a.e, s.49-50
[ix] a.e, s.64-65
Haydar Barış Aybakır
haydarbrs@gmail.com
9 Nisan 2014 Çarşamba
7 Nisan 2014 Pazartesi
Kurşun gibi burukluk
Memlekette şiir kitaplarına olan düşkünlük(!) ortada. Tam bir düşüklük hâli. Buna rağmen İzdiham Yayınları müthiş bir cesaretle ve emekle bir haftada üç şiir kitabı yayımladı. Şairi Öldürdüler, Kırılınca Klarnet ve Çingene Sabahı. Maalesef ki insanlara şiir okumasını ve şiire mutlaka vakit ayırmasını sebepleriyle birlikte izah etmeye kalktığınızda "Biz de gençken ilgilenirdik" deyip geçerler. Şairin sadece şiirle ilgilenmesini icbar ettirmeye çalışan bu züppelik, "baş sıkışınca" yerini "Bu memleketin şairleri nerede!" çığlığına dönüşür. O zamanda şairler "Hangi dağda kurt öldü?" deyip susarlar.
Şair silahını dışarıya tuttuğu kadar kendine de doğrultan bir ademdir. 1988 doğumlu Onur Bayrak da bu ademoğullarından biri. Kendi kuşağı arasından çok belirgin bir şekilde ayrıldığını düşündüğüm için doğduğu yılı belirttim, yaşını açık etmek için değil. Onur'un şiirinde kendi üslubunu inşa ederken göründüğü kadarıyla kendi kuşağını da çok iyi takip etmiş, dergileri irdelemiş ve epeyce okumuş. Zira onun şiirlerinde ne sosyal medya kavramları, ne abartı boyutta uzatılmış modernizm karşıtı dizeler ne de sadece göz boyamak için yapılmış kelime oyunları var. Adam derdini, yaşıyla başıyla izah ediyor. Abartmıyor, sade ve etkili yazıyor.
"Hiç tanımadığım insanların yokluğunu hissederek
Tek bir mısra bile etmeyen bir ömrü bitirmek
Allah'ın fenerleri sönmeden, yıkılmadan heyulanın direkleri
Nasıl olur bir mağlubun kalbi gibi şeyleri unutup
Tüm başlangıç durumlarının çarpıtıldığını bilerek
Yanlış bir parantez bile olamadığımı iyi sezip, devam etmeliyim"
Onur Bayrak'ın şiirleri Dergâh, Edebiyat Ortamı, Karayazı ve Fayrap dergilerinde yayımlandı. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Ankara'da yaşayan bir Erzurumlu. Taşralı bir şair diyebilir miyiz? Elbette. Ne mutlu ona ki büyükşehir şairlerinin hatalarına düşmüyor. Başta da dediğim gibi o sırf "mizah yapacağım" diye kelimeyi yontup Türkçeyi berbat eden ve dolayısıyla "tweet" tipi dizeler düzenlerden değil Onur Bayrak. Bu işe verdiği ciddiyeti kitabın içindekiler bölümünden bile anlamak mümkün. Anneannesine ithaf ettiği kitapta 4 bölüm var. Bir şiir kitabına düzyazı ciddiyeti kazandırmış bölümler. Mesela "Önsöz" bölümünde "Sözleşme" adlı tek bir şiir var. Sonra "Hatırım İçin Kal" ve "Hatırası Var" bölümleri art arda geliyor. Kitap biterken "Kaynakça" adlı bölümde yine tek bir "Bakış Acısı" şiiri var.
Bazı dizelerinde ilham kaynaklarına işaret eden şairin "Konusu Kalmayan Karşılıklar" şiiri, en beğendiğim şiirleri arasında. Beş bölümlü şiirin bitişi ok gibi, cirit gibi, hokka gibi:
"Şimdi sözü aşka nasıl getirmeli
O kadar sevilmedim ki cioran'ın bir lafı olmak istiyorum
Belirsiz dehşet, son gözüpeklik ve mutsuzluğun bilinci
O kadar kötü sevildim ki içimde bazı laflar çürüdü."
Buradaki Cioran etkisini kitabın son şiirlerinden "Barbarı Öldürdüler"de de yakaladım diye düşünüyorum.
"Allah'ım
Sustuğun tuhaf dillerden anlamıyorum
Allah'ım
Yaşamak damgası olarak kalbim iğfal edildi
Allah'ım
Hayattan bir burukluktan başka ne anladım."
Yine kitabın son şiirlerinden "Barbar ve Allah", harika bir girişe sahip:
"Kardeşim yok benim, hiçbir nesebe benzemem
Zavallı gözlerimle bunca planın ortasında doğdum
Allah bana yükledi genç ölenin gömdüğü milatları
En baştan başlayarak defalarca başladım
Sonuçlara inanarak ve herkesi andırarak
Hiç delil yoktu, hiç anlam yoktu, hiç umut yoktu
Gıcırdamayan bir dal bulsam kendimi asacaktım
Kaldım ve boğularak çıktım çocukluğumdan."
Yayın yönetmenliğini şair Bülent Parlak'ın yaptığı "Şairi Öldürdüler" yılın en iyi şiir kitaplarından biri olacaktır. Çünkü şair herkesin bildiği silahlarla değil, kendi özel silahıyla yapıyor buruk savunmasını...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Şair silahını dışarıya tuttuğu kadar kendine de doğrultan bir ademdir. 1988 doğumlu Onur Bayrak da bu ademoğullarından biri. Kendi kuşağı arasından çok belirgin bir şekilde ayrıldığını düşündüğüm için doğduğu yılı belirttim, yaşını açık etmek için değil. Onur'un şiirinde kendi üslubunu inşa ederken göründüğü kadarıyla kendi kuşağını da çok iyi takip etmiş, dergileri irdelemiş ve epeyce okumuş. Zira onun şiirlerinde ne sosyal medya kavramları, ne abartı boyutta uzatılmış modernizm karşıtı dizeler ne de sadece göz boyamak için yapılmış kelime oyunları var. Adam derdini, yaşıyla başıyla izah ediyor. Abartmıyor, sade ve etkili yazıyor.
"Hiç tanımadığım insanların yokluğunu hissederek
Tek bir mısra bile etmeyen bir ömrü bitirmek
Allah'ın fenerleri sönmeden, yıkılmadan heyulanın direkleri
Nasıl olur bir mağlubun kalbi gibi şeyleri unutup
Tüm başlangıç durumlarının çarpıtıldığını bilerek
Yanlış bir parantez bile olamadığımı iyi sezip, devam etmeliyim"
Onur Bayrak'ın şiirleri Dergâh, Edebiyat Ortamı, Karayazı ve Fayrap dergilerinde yayımlandı. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Ankara'da yaşayan bir Erzurumlu. Taşralı bir şair diyebilir miyiz? Elbette. Ne mutlu ona ki büyükşehir şairlerinin hatalarına düşmüyor. Başta da dediğim gibi o sırf "mizah yapacağım" diye kelimeyi yontup Türkçeyi berbat eden ve dolayısıyla "tweet" tipi dizeler düzenlerden değil Onur Bayrak. Bu işe verdiği ciddiyeti kitabın içindekiler bölümünden bile anlamak mümkün. Anneannesine ithaf ettiği kitapta 4 bölüm var. Bir şiir kitabına düzyazı ciddiyeti kazandırmış bölümler. Mesela "Önsöz" bölümünde "Sözleşme" adlı tek bir şiir var. Sonra "Hatırım İçin Kal" ve "Hatırası Var" bölümleri art arda geliyor. Kitap biterken "Kaynakça" adlı bölümde yine tek bir "Bakış Acısı" şiiri var.
Bazı dizelerinde ilham kaynaklarına işaret eden şairin "Konusu Kalmayan Karşılıklar" şiiri, en beğendiğim şiirleri arasında. Beş bölümlü şiirin bitişi ok gibi, cirit gibi, hokka gibi:
"Şimdi sözü aşka nasıl getirmeli
O kadar sevilmedim ki cioran'ın bir lafı olmak istiyorum
Belirsiz dehşet, son gözüpeklik ve mutsuzluğun bilinci
O kadar kötü sevildim ki içimde bazı laflar çürüdü."
Buradaki Cioran etkisini kitabın son şiirlerinden "Barbarı Öldürdüler"de de yakaladım diye düşünüyorum.
"Allah'ım
Sustuğun tuhaf dillerden anlamıyorum
Allah'ım
Yaşamak damgası olarak kalbim iğfal edildi
Allah'ım
Hayattan bir burukluktan başka ne anladım."
Yine kitabın son şiirlerinden "Barbar ve Allah", harika bir girişe sahip:
"Kardeşim yok benim, hiçbir nesebe benzemem
Zavallı gözlerimle bunca planın ortasında doğdum
Allah bana yükledi genç ölenin gömdüğü milatları
En baştan başlayarak defalarca başladım
Sonuçlara inanarak ve herkesi andırarak
Hiç delil yoktu, hiç anlam yoktu, hiç umut yoktu
Gıcırdamayan bir dal bulsam kendimi asacaktım
Kaldım ve boğularak çıktım çocukluğumdan."
Yayın yönetmenliğini şair Bülent Parlak'ın yaptığı "Şairi Öldürdüler" yılın en iyi şiir kitaplarından biri olacaktır. Çünkü şair herkesin bildiği silahlarla değil, kendi özel silahıyla yapıyor buruk savunmasını...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
20 Mart 2014 Perşembe
Kendini kaybet ki kendini bul
“Şair başkaldırır ve rahatsız eder. Eşya ile kavgası vardır. Dolayısıyla nesneyle sıkı fıkı olanlara karşı da şairin tavrı bellidir.”
- Hüseyin Akın
Kaybolmanın önemi üzerine konuşmak lazım. Kaybolmanın bir insanı feraha ve sıhhate nasıl kavuşturacağı üzerine kafa yormak lazım. Kaybolmak dendiğinde kaç farklı anlam aklımıza gelirse gelsin, Hüseyin Akın'ın "Kaybolmak, kimsenin tarif edemediği özlenen bir uzaklığa, hiç düşünmediğimiz bir anda kavuşmaktır" sözü tam gerçeği işaretliyor. Kaybolmak aslında kavuşmaktır, kaybolan insan kendine kavuşma hususunda bir şeyleri göze almış, göze aldığı şeylerin üstesinden gelip kendini bulmayı amaç edinmiştir. Hiç düşünmediği anda keşfeder insan kaybolmayı ve ardından kendini yakaladığında yapışır yakasına hiç şüphesiz: Neredeydin?
Şehir, kent, il. Ne dersek diyelim modern hayatın içinde biz ne kadar kaybolduğumuzu zannetsek de aslında kaybolmuyoruz. Kaybolmaya olan ihtiyacımızın her gün arttığını söylemek çok daha doğru olur. O kadar kalabalığız ki, bu kalabalıklık kendi içimizdeki gürültüyü, aceleciliği, kopyala yapıştır düşünceleri, dijital algıları birbirine karıştırıyor. Egede bir ihtiyarın her gün söylediği gibi, "kafa gidik" bir hal alıyor. Ruhsuzlaşıyoruz. Bu sürecin en tehlikeli yanı ise aslında her şeyin farkındayız. Bir ölü toprağı üzerimizde, belki asırlardır, belki dünden beridir ama hep vardır. "Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur" diyen şairin denemelerinin her birinde ne kadar hedefsiz ve kıblesiz olduğumuz tarif edilirken, bir umut kapısı daima açık bırakılıyor. Şair gayet iyi biliyor her karamsarlıkta bir umudun saklı olduğunu, saklı bulunması gerektiğini.
Edebi anlamda lezzetli, fikri anlamda akla yatkın, vicdani anlamda ise can sıkıcı metinler barındırıyor Hüseyin Akın'ın denemesi. İnsan, canını sıkan şeye daha çok kulak kabartıyor. Bildiğini zannedip aslında hiç bilmediğini, uğradığını zannedip aslında hiç yolundan geçmediğini, baktığını zannedip aslında hiç görmediğini anlıyor bu sıkıcılıkta. Nihayet sıkı can da kolay çıkmıyor bu kaybolma yolunda. Şair, denemelerinde hem kendini hem okuyucu kaybolmaya yönlendirirken, diğer kaybolanlardan da istifade ediyor. Mesela:
"Mustafa Kutlu hacca dair bir yazısında "Hac biraz da kaybolmaktır" diyordu. Bu sözü tuttum. Öyle ya, kaybolmazsan nasıl hacı olacaksın! Hacda kaybolmak yakın zaman, yakın mekân ve yakın insanı unutarak, tıpkı mahşerde gibi sadece kendine rucu edebilmeye vesiledir. Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur."
"Dünyada yolu çatallanan tek varlık insan. Onun için kendini insandan başka kaybeden varlık da yok. Bilincimiz olmasaydı olduğumuz ve bulunduğumuz yeri bize kim haber verebilirdi? Ya bütün yollar yürünebilir olsaydı? Bunun cevabını İsmet Özel veriyor: "Bir insanın önündeki bütün yollar yürünebilir ise o insan kaybolmuştur."
Kaybolma eylemini insan ne kadar gerçekleştirebilir ya da insan kaybolmanın neresindedir diye düşündüğümüzde hakikaten kaybolabiliriz. Bu yolda yürürken bastığımız yerlere bir iz bırakıp geri dönme fikri asla taşımamalıyız. Aklı dönüşte olanın fikri gidişte olabilir mi? Mümkün değil.
Hüseyin Akın'ın, denemelerinin başlıklarını özenle seçtiği belli. Bu başlık meselesi hem kolay iş değil, hem de metinle olan ilişkisiyle direkt bütünlük göstermesi çok önemli. Merak ettirmeli ama iddiasını da altındaki metinle doğrulamalı. "Gaybı olmayanın kaybı da olmaz", "Modern zamanlarda inziva verili dilden şiire yükselmektir", "Şiir, ölüme hazırlıktır", "Karne amel defterinden bir sayfadır", "Hayatınız ideal mi yoksa ideolojik mi?", "Tüccarlar neden şiir okumazlar?", "Sağlık neye yarar", "Korkunun ecele faydası vardır", "Evde var insan!", "Edebiyatı hayata alet edelim", "Ölüleri niçin severiz?", "Uykunuz gelirse ona iyi davranın", "İnsanda damping!", "Anlamak cesaret ister", "Korkma sönmez!", "Nazım Hikmet'in Dergâh'ı neden yıkıldı?", "Milli fukaralık" ve "Kem âlatla kemalat olmaz" oldukça ilginç konu başlıklarından bazıları. Üslup çok lezzetli, içerik sade ve öz.
Bu denemeyi okumadan evvel ellerimizi ve yüzümü yıkamamız gerekiyor. Elbette musluk ve suyun bu yıkamayla bir ilgisi yok. Zira:
"...Şair de böyledir, yapay ışıklarla karartılmış dünyayı elleriyle aydınlatmaya çalışır. İnsanın kalbindeki önce yüzüne oradan da ellerine sirayet eder. Kalbi temiz olanın elleri de temizdir."
Önce kendini kaybet ki kendini bul. Bulurken aradıklarının her birinde yeniden bul. Her buluşunda ise daha fazla kendin ol. Çabuk ol ama acele etme.
Şairin bir şiirindeki gibi: "Yüreğimi çabuk tutmalıyım sevgiye ve kine"...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Hüseyin Akın
Kaybolmanın önemi üzerine konuşmak lazım. Kaybolmanın bir insanı feraha ve sıhhate nasıl kavuşturacağı üzerine kafa yormak lazım. Kaybolmak dendiğinde kaç farklı anlam aklımıza gelirse gelsin, Hüseyin Akın'ın "Kaybolmak, kimsenin tarif edemediği özlenen bir uzaklığa, hiç düşünmediğimiz bir anda kavuşmaktır" sözü tam gerçeği işaretliyor. Kaybolmak aslında kavuşmaktır, kaybolan insan kendine kavuşma hususunda bir şeyleri göze almış, göze aldığı şeylerin üstesinden gelip kendini bulmayı amaç edinmiştir. Hiç düşünmediği anda keşfeder insan kaybolmayı ve ardından kendini yakaladığında yapışır yakasına hiç şüphesiz: Neredeydin?
Şehir, kent, il. Ne dersek diyelim modern hayatın içinde biz ne kadar kaybolduğumuzu zannetsek de aslında kaybolmuyoruz. Kaybolmaya olan ihtiyacımızın her gün arttığını söylemek çok daha doğru olur. O kadar kalabalığız ki, bu kalabalıklık kendi içimizdeki gürültüyü, aceleciliği, kopyala yapıştır düşünceleri, dijital algıları birbirine karıştırıyor. Egede bir ihtiyarın her gün söylediği gibi, "kafa gidik" bir hal alıyor. Ruhsuzlaşıyoruz. Bu sürecin en tehlikeli yanı ise aslında her şeyin farkındayız. Bir ölü toprağı üzerimizde, belki asırlardır, belki dünden beridir ama hep vardır. "Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur" diyen şairin denemelerinin her birinde ne kadar hedefsiz ve kıblesiz olduğumuz tarif edilirken, bir umut kapısı daima açık bırakılıyor. Şair gayet iyi biliyor her karamsarlıkta bir umudun saklı olduğunu, saklı bulunması gerektiğini.
Edebi anlamda lezzetli, fikri anlamda akla yatkın, vicdani anlamda ise can sıkıcı metinler barındırıyor Hüseyin Akın'ın denemesi. İnsan, canını sıkan şeye daha çok kulak kabartıyor. Bildiğini zannedip aslında hiç bilmediğini, uğradığını zannedip aslında hiç yolundan geçmediğini, baktığını zannedip aslında hiç görmediğini anlıyor bu sıkıcılıkta. Nihayet sıkı can da kolay çıkmıyor bu kaybolma yolunda. Şair, denemelerinde hem kendini hem okuyucu kaybolmaya yönlendirirken, diğer kaybolanlardan da istifade ediyor. Mesela:
"Mustafa Kutlu hacca dair bir yazısında "Hac biraz da kaybolmaktır" diyordu. Bu sözü tuttum. Öyle ya, kaybolmazsan nasıl hacı olacaksın! Hacda kaybolmak yakın zaman, yakın mekân ve yakın insanı unutarak, tıpkı mahşerde gibi sadece kendine rucu edebilmeye vesiledir. Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur."
"Dünyada yolu çatallanan tek varlık insan. Onun için kendini insandan başka kaybeden varlık da yok. Bilincimiz olmasaydı olduğumuz ve bulunduğumuz yeri bize kim haber verebilirdi? Ya bütün yollar yürünebilir olsaydı? Bunun cevabını İsmet Özel veriyor: "Bir insanın önündeki bütün yollar yürünebilir ise o insan kaybolmuştur."
Kaybolma eylemini insan ne kadar gerçekleştirebilir ya da insan kaybolmanın neresindedir diye düşündüğümüzde hakikaten kaybolabiliriz. Bu yolda yürürken bastığımız yerlere bir iz bırakıp geri dönme fikri asla taşımamalıyız. Aklı dönüşte olanın fikri gidişte olabilir mi? Mümkün değil.
Hüseyin Akın'ın, denemelerinin başlıklarını özenle seçtiği belli. Bu başlık meselesi hem kolay iş değil, hem de metinle olan ilişkisiyle direkt bütünlük göstermesi çok önemli. Merak ettirmeli ama iddiasını da altındaki metinle doğrulamalı. "Gaybı olmayanın kaybı da olmaz", "Modern zamanlarda inziva verili dilden şiire yükselmektir", "Şiir, ölüme hazırlıktır", "Karne amel defterinden bir sayfadır", "Hayatınız ideal mi yoksa ideolojik mi?", "Tüccarlar neden şiir okumazlar?", "Sağlık neye yarar", "Korkunun ecele faydası vardır", "Evde var insan!", "Edebiyatı hayata alet edelim", "Ölüleri niçin severiz?", "Uykunuz gelirse ona iyi davranın", "İnsanda damping!", "Anlamak cesaret ister", "Korkma sönmez!", "Nazım Hikmet'in Dergâh'ı neden yıkıldı?", "Milli fukaralık" ve "Kem âlatla kemalat olmaz" oldukça ilginç konu başlıklarından bazıları. Üslup çok lezzetli, içerik sade ve öz.
Bu denemeyi okumadan evvel ellerimizi ve yüzümü yıkamamız gerekiyor. Elbette musluk ve suyun bu yıkamayla bir ilgisi yok. Zira:
"...Şair de böyledir, yapay ışıklarla karartılmış dünyayı elleriyle aydınlatmaya çalışır. İnsanın kalbindeki önce yüzüne oradan da ellerine sirayet eder. Kalbi temiz olanın elleri de temizdir."
Önce kendini kaybet ki kendini bul. Bulurken aradıklarının her birinde yeniden bul. Her buluşunda ise daha fazla kendin ol. Çabuk ol ama acele etme.
Şairin bir şiirindeki gibi: "Yüreğimi çabuk tutmalıyım sevgiye ve kine"...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Yalın bir yankı
Şeref Bilsel, ilk okuyuşta kolayca söylenivermiş intibaı uyandıran, kolayca da anlaşılabilirmiş zannı veren bir şiir yazıyor. Acaba öyle mi? Ben aksi fikirdeyim. Günlük hayattan kayda geçirilmiş izlemimi doğuran bu yalın şiir, o kadar da kolayca kendini ele vermiyor. Yalınlıkla basitlik hatta yavanlık çoğu zaman karıştırılır. Yalınlığı zor anlaşılır kılan da tam bu kafa karışıklığıdır esasen. Şeref Bilsel, yeni kitabı Dünyanın Külü’nde, yıllar boyu biriken tecrübelerin bir nehrin çarpa çarpa düzleştirdiği taşlardan duyabileceğimiz yalın bir yankısını duyuyoruz.
İki bölümden oluşuyor Dünyanın Külü. Dağdağa ve Uykuda. İlkinde sesiyle bile keşmekeşi çağırsa da ikinci bölümde de huzur ve sükûn telkin etse de görünüşe ve ilk çağrışıma aldanmamak gerek. Yanıp biten bir dünyadan kalan bir avuç kül. Keşke her şey bu kadar kolay özetlenebilseydi. Gerçi özete gelebilen bir metin de şiir ismini ne kadar hak edebilir ki?
Şeref Bilsel “söyledikleri” kadar “ima ettikleriyle” de özel bir şair. İnsanın kendi kuytusuna iltica etmeden okuyamayacağı bir şiiri var onun. Bundan onun şiirini, bir fildişi kule fantezisi olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Zira hayatla bağları kopuk, asosyal bir şiir değil onun yazdığı. Mutassvıfların “kalabalıklar içindeki yalnızlık” olarak günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz “halvet der encümen” haline yakın bir hal ile okudum Dünyanın Külü’nü.
Bundan Şeref Bilsel’i “mutasavvıf şair” olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Benim meramım onun şiirinde şekli göstergelerin ötesindeki tınıyı ve manayı yakalamak için kullanabileceğim ifadenin tam olarak bu olması. Bilsel’in “hikmet” burcuna yaklaşan şiirini ifade edebilmek için doğrusu daha uygun başka bir ifade bulamıyorum. Dünyanın geçiciliğini, asli olana duyulan hasreti ve şiirde “yalınlaşa yalınlaşa” yaklaşılan hikmeti başka türlü ifade edemediğim için umarım beni affedersiniz. İlk bölüm olan Dağdağa’yı başka kelimelerle ifade edebilme becerim olsaydı emin olun o kelimeleri kullanmakta beis görmezdim.
İlk bölüme haksızlık etme pahasına sayfaları çeviriyorum ve Uykuda’ya ulaşıyorum. İkinci Bölüm “oğul” merkezli şiirleriyle kitabı daha bir özel kılıyor bence. Oğul esasen bıçak sırtı anlamlar içeren bir kelime. Hem bağlılığı hem kopuşu, hem sadakati hem de ihaneti potasında birleştiriyor oğul kelimesi Ebeveyn ile oğul arasındaki derin bağ bir kovanın “oğul” vermesinde olduğu gibi ter etmeyi, bağımsız kalmayı, ayrılmayı da içeren anlamlar taşıyor zira.
Dünya simurg gibi doğabilir mi bilinmez ama kıyamete kadar yanmaya ve kül olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Şiir bunu söylemeyecekse neyi söyler ki?
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
İki bölümden oluşuyor Dünyanın Külü. Dağdağa ve Uykuda. İlkinde sesiyle bile keşmekeşi çağırsa da ikinci bölümde de huzur ve sükûn telkin etse de görünüşe ve ilk çağrışıma aldanmamak gerek. Yanıp biten bir dünyadan kalan bir avuç kül. Keşke her şey bu kadar kolay özetlenebilseydi. Gerçi özete gelebilen bir metin de şiir ismini ne kadar hak edebilir ki?
Şeref Bilsel “söyledikleri” kadar “ima ettikleriyle” de özel bir şair. İnsanın kendi kuytusuna iltica etmeden okuyamayacağı bir şiiri var onun. Bundan onun şiirini, bir fildişi kule fantezisi olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Zira hayatla bağları kopuk, asosyal bir şiir değil onun yazdığı. Mutassvıfların “kalabalıklar içindeki yalnızlık” olarak günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz “halvet der encümen” haline yakın bir hal ile okudum Dünyanın Külü’nü.
Bundan Şeref Bilsel’i “mutasavvıf şair” olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Benim meramım onun şiirinde şekli göstergelerin ötesindeki tınıyı ve manayı yakalamak için kullanabileceğim ifadenin tam olarak bu olması. Bilsel’in “hikmet” burcuna yaklaşan şiirini ifade edebilmek için doğrusu daha uygun başka bir ifade bulamıyorum. Dünyanın geçiciliğini, asli olana duyulan hasreti ve şiirde “yalınlaşa yalınlaşa” yaklaşılan hikmeti başka türlü ifade edemediğim için umarım beni affedersiniz. İlk bölüm olan Dağdağa’yı başka kelimelerle ifade edebilme becerim olsaydı emin olun o kelimeleri kullanmakta beis görmezdim.
İlk bölüme haksızlık etme pahasına sayfaları çeviriyorum ve Uykuda’ya ulaşıyorum. İkinci Bölüm “oğul” merkezli şiirleriyle kitabı daha bir özel kılıyor bence. Oğul esasen bıçak sırtı anlamlar içeren bir kelime. Hem bağlılığı hem kopuşu, hem sadakati hem de ihaneti potasında birleştiriyor oğul kelimesi Ebeveyn ile oğul arasındaki derin bağ bir kovanın “oğul” vermesinde olduğu gibi ter etmeyi, bağımsız kalmayı, ayrılmayı da içeren anlamlar taşıyor zira.
Dünya simurg gibi doğabilir mi bilinmez ama kıyamete kadar yanmaya ve kül olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Şiir bunu söylemeyecekse neyi söyler ki?
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
17 Mart 2014 Pazartesi
Zamana dair sorusu çok olanlara
Felsefe eğitimli bir yazarın kaleminden burjuvazinin beynine, kalbine ve ruhuna ilişkin hikâyeler şeklinde tanımlanabilir "Zamanın Farkında". Şule Gürbüz’ün geniş çerçeveden ele aldığı hikâyeleri üstünkörü bırakmadığı hiçbir mesele sayesinde okur kendi zamanının içinde ustaca yüzebildiğini ya da çoktandır boğulmakta olduğunu fark ediyor. Bir başka deyişle Şule Gürbüz zaman tanımlarını parçalara bölüp yeniden tanımlıyor.
Kâh aile baskısından sıkılıp kendisine dayatılan tüm kitapları yakan bir ergeni, kâh memnuniyetsiz bir ihtiyarı, kâh ömrü boyunca aradığını bulamamış bir müzik hocasını okuyoruz. Gürbüzün karakterleri içinde bulundukları zamana aykırı ve dik duran çıkıntıları düzlüklerine galip gelen karakterler. Sorunlarını dile getirirken kuşandıkları derin felsefi kimlik onları okunması zor ama keyifli bir hale getiriyor.
Yazar hikâyelerin ve olayların içinden görünmez bir şekilde ustaca sesini duyuruyor. Şule Gürbüz pek çok meslektaşına kıyasla tarafını daha ilk paragraftan belli eden cesur bir yazar. Değişen ve dönüşen "Birbirine benzeyen" zamanları sevmeyen, karakterleri gibi karşıt tutumlu bir eski zaman bekçisi… Gürbüz anlatımı boyunca hiçbir tezini ispatsız bırakmıyor. Derin düşünürken yüzeysel esen rüzgârları itelemiyor, aksine kendi lodoslarıyla beraber harmanlayıp kendi bildiğince estiriyor. Okura sorgulama kapısını sonuna kadar açık bırakırken o kapıdan geçip geçmeme hususundaki vicdani muhasebenin pimini yavaş yavaş çekiyor.
Zamanın farkında bir hayretler kitabı bir modern zamanlar eleştirisi aynı zamanda.
"Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."
Bilincini zamana teslim eden ve zamanın bilincini tırmalayan pratik felsefe parçalarından örülü olan Gürbüz’ün kitabı boyunca işaret levhaları da var. Okuyucusunun yavaşlamasını istediği yerlerde ayrı, hızlanmasını istediği yerlerde apayrı bir şiirsellik hakim. Bir de durup manzarasının seyredilmesi istenilen yerler var. Oralarda ise soluklanma esnasında yudumlanacak serin kaynaklar mevcut.
Kitabın isyankâr karakterlerinin belki de en büyük isyanları zamana. Zaman dışılıklarına, zamanın acımasızca dışladığı insanlıklarına ve bunun farkında bile olmadan sıfat üstüne sıfatı kendi kendilerine ekleyenlere…
"Yetmiş adım mı, yetmiş sene mi yakın bilemiyorum; yetmiş adımı ben yetmiş senede alabildim mi hiç sanmıyorum."
Kitabın lafını en esirgemeyen öyküsü "Müzik Hocası" isimli öykü. Kendi bildiği yolda kendi bildiği şekilde müdahalesiz yürümek isteyen bir adamın gençlikten yaşlılığa doğru akan zamanı tüm çabasına rağmen değiştirmeyişi, bir şeylere hep eksik, hep yetersiz kaldığını düşünmesi güçlü bir satirizmle işlenmiş. Modern insanın kendine çektiği setler ilk gençlikteki asilik ve kulak ardı edilen ne varsa zamanı geldiğinde kulak zarını patlatması açık seçik sunulmuş. İnsanın kendine yetemeyişi ve neticede sürüklendiği bunalımı ise hikâyedeki şu satırlar oldukça güzel özetlemiş gibi…
"Büyük şairleri hiç tanımasaydım, fazla müzik dinlemeseydim, bir sürü arkadaşım olsaydı ve onlardan sıkılmasaydım, utanmayı zaten pek bilmeseydim, şöyle hani içim sızlamadan bir sabah hayatta olmayı sezerek Harbiye’den Tünel’e kadar yürüseydim."
Zamanın farkında düşünülerek okunması gereken etkili bir kitap. Zamana insana yaşama dair soruları olanlara...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Kâh aile baskısından sıkılıp kendisine dayatılan tüm kitapları yakan bir ergeni, kâh memnuniyetsiz bir ihtiyarı, kâh ömrü boyunca aradığını bulamamış bir müzik hocasını okuyoruz. Gürbüzün karakterleri içinde bulundukları zamana aykırı ve dik duran çıkıntıları düzlüklerine galip gelen karakterler. Sorunlarını dile getirirken kuşandıkları derin felsefi kimlik onları okunması zor ama keyifli bir hale getiriyor.
Yazar hikâyelerin ve olayların içinden görünmez bir şekilde ustaca sesini duyuruyor. Şule Gürbüz pek çok meslektaşına kıyasla tarafını daha ilk paragraftan belli eden cesur bir yazar. Değişen ve dönüşen "Birbirine benzeyen" zamanları sevmeyen, karakterleri gibi karşıt tutumlu bir eski zaman bekçisi… Gürbüz anlatımı boyunca hiçbir tezini ispatsız bırakmıyor. Derin düşünürken yüzeysel esen rüzgârları itelemiyor, aksine kendi lodoslarıyla beraber harmanlayıp kendi bildiğince estiriyor. Okura sorgulama kapısını sonuna kadar açık bırakırken o kapıdan geçip geçmeme hususundaki vicdani muhasebenin pimini yavaş yavaş çekiyor.
Zamanın farkında bir hayretler kitabı bir modern zamanlar eleştirisi aynı zamanda.
"Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."
Bilincini zamana teslim eden ve zamanın bilincini tırmalayan pratik felsefe parçalarından örülü olan Gürbüz’ün kitabı boyunca işaret levhaları da var. Okuyucusunun yavaşlamasını istediği yerlerde ayrı, hızlanmasını istediği yerlerde apayrı bir şiirsellik hakim. Bir de durup manzarasının seyredilmesi istenilen yerler var. Oralarda ise soluklanma esnasında yudumlanacak serin kaynaklar mevcut.
Kitabın isyankâr karakterlerinin belki de en büyük isyanları zamana. Zaman dışılıklarına, zamanın acımasızca dışladığı insanlıklarına ve bunun farkında bile olmadan sıfat üstüne sıfatı kendi kendilerine ekleyenlere…
"Yetmiş adım mı, yetmiş sene mi yakın bilemiyorum; yetmiş adımı ben yetmiş senede alabildim mi hiç sanmıyorum."
Kitabın lafını en esirgemeyen öyküsü "Müzik Hocası" isimli öykü. Kendi bildiği yolda kendi bildiği şekilde müdahalesiz yürümek isteyen bir adamın gençlikten yaşlılığa doğru akan zamanı tüm çabasına rağmen değiştirmeyişi, bir şeylere hep eksik, hep yetersiz kaldığını düşünmesi güçlü bir satirizmle işlenmiş. Modern insanın kendine çektiği setler ilk gençlikteki asilik ve kulak ardı edilen ne varsa zamanı geldiğinde kulak zarını patlatması açık seçik sunulmuş. İnsanın kendine yetemeyişi ve neticede sürüklendiği bunalımı ise hikâyedeki şu satırlar oldukça güzel özetlemiş gibi…
"Büyük şairleri hiç tanımasaydım, fazla müzik dinlemeseydim, bir sürü arkadaşım olsaydı ve onlardan sıkılmasaydım, utanmayı zaten pek bilmeseydim, şöyle hani içim sızlamadan bir sabah hayatta olmayı sezerek Harbiye’den Tünel’e kadar yürüseydim."
Zamanın farkında düşünülerek okunması gereken etkili bir kitap. Zamana insana yaşama dair soruları olanlara...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
10 Mart 2014 Pazartesi
Sana söz yine baharlar gelecek
"O eski hâlimden eser yok şimdi."
- İbrahim Tatlıses, Yalnızım
"I'm not half the man i used to be."
- The Beatles, Yesterday
Bazı kitaplar böyle. Müziği içinden hiç eksik etmiyor. Belki de kelamının tertemizliği bundan geliyor, notalardan. Nurdal Durmuş'un kitabı Hiç Sesler, kışa veda edip bahara selâm verir gibi. Sitemle başlıyor, umutla bitiyor. Başlarken bitmekten söz ettim, o halde şöyle devam edeyim: İnsanoğlu (yoksa modern insan mı demeli?) bir şeylere başlarken, biteceğini hiç düşünmediğinden olsa gerek vefayı, tahammülü, sabrı, sükunu ve zahmeti bir köşeye atıyor. Ânın tadını çıkarma bahanesiyle hassasiyet gözetmiyor, derinlikten uzak yaşıyor, ona seslenilen hiçbir yere kulağını vermiyor, dilini tamahkâr kullanıyor. Demek ki bir yerlerde hata var, yanlışlık var, pişmanlık var. Yazar tüm bunları sorgularken aslında "hiç"e uzandığını biliyor, anlatıyor. "Hiç yoktan söyleyeyim de" diyor, "belki bi' dinleyen olur"...
Birçok türü içinde barındıran kitaplarda, üslup çok önemli bir hâl alıyor. Hiç Sesler'in içinde ben öykü de buldum, araştırma da buldum, deneme de buldum. Ama en önemlisi kendimden bir ses buldum. Sanırım okuyucuyu da en çok etkileyen şey bu. Aynı etkiyi Ali Çolak'ta da sık sık yakalamışımdır, kendimden bir ses. Nitekim kitabın henüz başında olmasına rağmen şöyle diyor yazar:
"Bu kitaba başladıysanız ve hala bu satırları okuduğunuza göre beraber nefes alıp verebiliyoruz. O halde kaybetmeyi umursamayarak kazanmayı becereceğiz!.. Merhaba Sen + Ben = Biz ve Hayat!"
Yazarla bir olmak, bir düşünmek, aynı sesi çıkarmak hiçliğe. Sonra o sesin içinde kendinden bir nota bulmak:
"Utançları olan bir adam olmadığını bil! Sadece sakladığı sırları ve yalanları olan bir adam olmadığımı da... Düşündüğün her neyse, o duygudan hep daha fazlası olduğumu da bil!"
Mesela "acının çokluğunda" aynı şeyi düşünmek:
"...Çünkü hikâyesi olmayan insan mutlu insandır. Türk insanının genel mutsuzluk durumuysa "çok fazla acı" hikâyesi olmasından kaynaklanmaktadır."
Mesela "Pinokyo'nun sahteliğinde" aynı şeyi hissetmek:
"Yalan söyleyince burnu uzar diyen yalancılarınki gibi burnu uzamıyor. Üstelik tahtadan... Bir ceset gibi duruyor avuçlarımda. Bir oyuncağa yakışmayacak kadar renksiz ve soyut. Bir çocuğu ağlatacak kadar ürkünç ve ruhsuz. Hangi çocuk Pinokyo'yu sever bilmem? Zaten çocukluğumu yaşamak istediğimde çok büyümüştüm. Bu yüzden ben sevemedim."
Mesela "Cumartesilere yüklenen anlamda" aynı şeyi yaşamak:
"Kimse bana böyle ol, böyle yaşa, böyle git, böyle söyle, böyle davran, böyle yürü, böyle sev, böyle bak, böyle gülümse dememeli. En fazla "böyle" nediri bildiğimde öğrettikleri şeyler yönümü tayin edebilir nitelikle olmalı hepsi bu. Büyürken "böyledir"i öğretmeyenlerin büyüyünce "böyle" yapacaksın demesi ne tuhaf!"
Nurdal Durmuş'un kitabında "Türk sesini, sözünü" bulmak mümkün. Çünkü her zaman ve her yerde çağın zulmüne kafa yoruyor, kafa tutuyor. Nefes alıp verişinde bir kıymet arıyor. Neyi kaybettiğini hatırlıyor, toparlanıyor ve asla gitmiyor.
"Kahretsin, bütün güzel şeyleri yok ediyorlar! Tamam, biliyorum dünyanın son sözünü kıyamet söyleyecek anne! Ama insanın, insanlık için söyleyeceği son bir söz yok mu?"
Editörlüğünü Nergihan Yeşilyurt'un yaptığı Hiç Sesler, Nurdal Durmuş'un bize içinde nice yazarları, kitapları ve müzikleri her zaman bahar umuduyla aktarmaya gayret ettiği bir sesler bütünü. Dinleyip kendimize yeni sözler verme ümidi barındırıyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- İbrahim Tatlıses, Yalnızım
"I'm not half the man i used to be."
- The Beatles, Yesterday
Bazı kitaplar böyle. Müziği içinden hiç eksik etmiyor. Belki de kelamının tertemizliği bundan geliyor, notalardan. Nurdal Durmuş'un kitabı Hiç Sesler, kışa veda edip bahara selâm verir gibi. Sitemle başlıyor, umutla bitiyor. Başlarken bitmekten söz ettim, o halde şöyle devam edeyim: İnsanoğlu (yoksa modern insan mı demeli?) bir şeylere başlarken, biteceğini hiç düşünmediğinden olsa gerek vefayı, tahammülü, sabrı, sükunu ve zahmeti bir köşeye atıyor. Ânın tadını çıkarma bahanesiyle hassasiyet gözetmiyor, derinlikten uzak yaşıyor, ona seslenilen hiçbir yere kulağını vermiyor, dilini tamahkâr kullanıyor. Demek ki bir yerlerde hata var, yanlışlık var, pişmanlık var. Yazar tüm bunları sorgularken aslında "hiç"e uzandığını biliyor, anlatıyor. "Hiç yoktan söyleyeyim de" diyor, "belki bi' dinleyen olur"...
Birçok türü içinde barındıran kitaplarda, üslup çok önemli bir hâl alıyor. Hiç Sesler'in içinde ben öykü de buldum, araştırma da buldum, deneme de buldum. Ama en önemlisi kendimden bir ses buldum. Sanırım okuyucuyu da en çok etkileyen şey bu. Aynı etkiyi Ali Çolak'ta da sık sık yakalamışımdır, kendimden bir ses. Nitekim kitabın henüz başında olmasına rağmen şöyle diyor yazar:
"Bu kitaba başladıysanız ve hala bu satırları okuduğunuza göre beraber nefes alıp verebiliyoruz. O halde kaybetmeyi umursamayarak kazanmayı becereceğiz!.. Merhaba Sen + Ben = Biz ve Hayat!"
Yazarla bir olmak, bir düşünmek, aynı sesi çıkarmak hiçliğe. Sonra o sesin içinde kendinden bir nota bulmak:
"Utançları olan bir adam olmadığını bil! Sadece sakladığı sırları ve yalanları olan bir adam olmadığımı da... Düşündüğün her neyse, o duygudan hep daha fazlası olduğumu da bil!"
Mesela "acının çokluğunda" aynı şeyi düşünmek:
"...Çünkü hikâyesi olmayan insan mutlu insandır. Türk insanının genel mutsuzluk durumuysa "çok fazla acı" hikâyesi olmasından kaynaklanmaktadır."
Mesela "Pinokyo'nun sahteliğinde" aynı şeyi hissetmek:
"Yalan söyleyince burnu uzar diyen yalancılarınki gibi burnu uzamıyor. Üstelik tahtadan... Bir ceset gibi duruyor avuçlarımda. Bir oyuncağa yakışmayacak kadar renksiz ve soyut. Bir çocuğu ağlatacak kadar ürkünç ve ruhsuz. Hangi çocuk Pinokyo'yu sever bilmem? Zaten çocukluğumu yaşamak istediğimde çok büyümüştüm. Bu yüzden ben sevemedim."
Mesela "Cumartesilere yüklenen anlamda" aynı şeyi yaşamak:
"Kimse bana böyle ol, böyle yaşa, böyle git, böyle söyle, böyle davran, böyle yürü, böyle sev, böyle bak, böyle gülümse dememeli. En fazla "böyle" nediri bildiğimde öğrettikleri şeyler yönümü tayin edebilir nitelikle olmalı hepsi bu. Büyürken "böyledir"i öğretmeyenlerin büyüyünce "böyle" yapacaksın demesi ne tuhaf!"
Nurdal Durmuş'un kitabında "Türk sesini, sözünü" bulmak mümkün. Çünkü her zaman ve her yerde çağın zulmüne kafa yoruyor, kafa tutuyor. Nefes alıp verişinde bir kıymet arıyor. Neyi kaybettiğini hatırlıyor, toparlanıyor ve asla gitmiyor.
"Kahretsin, bütün güzel şeyleri yok ediyorlar! Tamam, biliyorum dünyanın son sözünü kıyamet söyleyecek anne! Ama insanın, insanlık için söyleyeceği son bir söz yok mu?"
Editörlüğünü Nergihan Yeşilyurt'un yaptığı Hiç Sesler, Nurdal Durmuş'un bize içinde nice yazarları, kitapları ve müzikleri her zaman bahar umuduyla aktarmaya gayret ettiği bir sesler bütünü. Dinleyip kendimize yeni sözler verme ümidi barındırıyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
5 Mart 2014 Çarşamba
Aydının hakikatle ilişkisine dair
"Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün…Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler."
- Eflatun, Devlet
Cemil Meriç’i sistemli bir fikir adamı gibi görmekten ziyade meraklı bir araştırıcı, analist ve iyi bir aktarıcı olarak nitelemek daha münasip görünüyor. Bir fikir adamı olarak Türkiye’nin, dünyanın, insanın sorunlarını ele alıp tartışma gayreti de elbette gözden kaçmaz. Ancak Bu Ülke gibi Mağaradakiler de bir savunu eseri olmaktan fazla olarak derleme yaklaşımlar içermesiyle önem kazanıyor. Bu yazıda bu sebeple Meriç’in çok zaman çaydaki şeker gibi görünmez hâle gelmiş kendi fikirlerinden ziyade Avrupa’lı düşünürlerden derlediklerine odaklanılacak.
Mağaradakiler’de aydın, intelijansya, entelektüel gibi bazı anahtar kavramların tartışılması en azından bir sınıf ya da grup olarak düşüncenin üreticisi ve tartışmacılarını tek bir kanaldan sunulmuş mutlakî bakıştan arındıracaktır. İktidarların kendi söylemlerine katkı sağlamayla ölçtükleri –Althusser’in ideolojik aygıt dediği- aydınlar, ticarî ilişkilerin temsilcisi olarak medyanın ve medya gücünün kültürel biçimlendirmesi ie topluma aydın diye sunduğu kişiler, kapalı devre bir sistem içerisinde üniversitelerin kristalize ettiği çevreler, ideolojik grup ve hareketlerin öne çıkardığı kişiler… Toplum için “aydın” kavramı da bu kavramın somut hâli olan kişiler de doğal olarak böyle bir çerçevenin içinde inkişaf etmekte ve aydın, kişi ya da toplumun zikrettiği/yüklediği bir sıfat olmaktan fazla olarak dayatılan bir gerçekliğe dönüşmektedir: İktidar/devlet, meşruiyeti veya uygulamak istediği bir politika için aydını kendi söylemi içinde bir yere yerleştirip kitlelerde bir rızâ üretmek gayesiyle, medya ve kültür çevreleri iktidarla ekonomik işbirliği ya da ideolojik hesaplaşma veya endüstriyel imkânları kullanmak amacıyla; aydını kutsamak, onu akıl ile özdeşleştirerek çoklu gerçekliği mutlak hakikat biçiminde sunmak yolunu tercih etmektedir. Bu yönden bir araç olarak aydın; sadece siyasî yönelimlerde değil, dinî, ahlakî, kültürel, hukukî vs. her sosyal konuda payanda hizmeti görmek zorundadır.
Fakat aydın bu yaklaşımla tanımlamayla sınırlı mıdır? Nihayetinde bugün, düşünce kuruluşu adı altında entelektüel kuru sıkı çalışmaları yapanlar yanı sıra sırça köşkünden derinden akan düşünce ehli de aydın kategorisi altında birleştirilmektedir. Cemil Meriç’in eseri bu yönden kıymet taşımakta, aydınlar hakkında farklı bakış açılarını bir araya getirerek daha geniş bir açıdan da bakabilmek olanağı sunmaktadır.
Örneğin “entelektüel” kelimesi solun bayrağı olduğu biçimde şöyle tanımlıyor; “Yazı veya söz aracılığı ile toplumun şuurlanmasına yardım eden kişi. Yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi…” (syf.16) Kopuk kopuk entelektüel tanımları, tabirleri, yakıştırmaları; sağdan, soldan, içerden, dışarıdan…
Aron: “Gelişmemiş bir memlekette her diplomalı entelektüeldir.”
Schumpeter: “Her tabakadan kopup gelirler, kendi sınıfları olmayan sınıfların çıkarlarına öncülük ederler. Entelektüelin üzerinde anlaşmaya varılan bir vasfı var: Eleştiricilik. Eleştiricidir çünkü olayları yaşamaz, dışarıdan seyreder. Sonra, kendini kabul ettirmenin en kolay yolu çevresinde şaşkınlık uyandırmak…” (syf.17)
Sartre: “Atomun parçalanması üstüne çalışan bilginlere entelektüel denmez onlar sadece bilgindir. Ama aynı insanlar imaline yardım ettikleri büyük tahrip gücünden korkarak efkar-ı umumiyeyi atom bombasının kullanılmasına karşı uyarmak için bir araya gelir ve bir bildiri imzalarsalar entelektüel olurlar.” (syf.20)
Nihayet derli toplu bir görüş çıkarıyor karşımıza Meriç.
Toker Dereli: “Entelektüeller, somut olayların üstüne yükselip soyut kademede düşünebilen, toplumun temel yapısı, meseleleri, değerleriyle meşgul olup başlıca ekonomik, sosyal ve politik gelişmeleri eleştirebilen, genellikle kabul edilmiş görüşleri, izah tarzlarını, tahlil ve tenkit edebilme, bunlara bir şeyler katabilme veya hiç olmazsa bu görüşlerin izah tarzlarını veya faraziyelerini yorumlama gücüne sahip kimselerdir. Entelektüel sayılabilmek için formel bir öğrenim görmüş olmak şart değildir. Edebi üslup, mesleki sıfat veya roller, siyasi ya da idari sorumluluklar entelektüel sıfatından ayrı tutulmalıdırlar.” (syf. 23)
“Dereli entelektüelleri liberal ve radikal olarak ikiye ayırıyor: Liberaller; geniş düşünceli, tenkitçi, hürriyetçidirler. Radikaller ise; umumiyetle sosyalist, komünist, anarşistler gibi ihtilal taraftarları…” (syf.23)
Esasen doğru gibi gözükse de C. Meriç bu sınıflandırmayı pek tatminkâr bulmuyor. Çünkü tenkitçiliği, geniş düşünceyi (diyalektik) ve hürriyetçiliği sadece liberaller ve liberalizme has bir olgu olarak düşünmek yanlışı okura daha baştan sunuluyor.
“Schills’e göre entelektüel faaliyet iki merhalede tecelli eder: 1. Mevcut bilgilerin fethi (tekrarlama) 2. Mevcut bilgilerin aşılması için yapılan çalışmalar (yaratma) yani gelenek ve yaratıcılık.” (syf.23)
C. Meriç “Hülasa edersek” başlığı altında gösterdiği onlarca tarifin altında her çağ, ideoloji, ülke ve sınıfın bu kavramı başka başka yaklaşımlarla kullandığını belirterek tekrar sağ-sol cephesinden yaklaşmaya çalışıyor; “Sağ entelektüel çoban köpeğidir. Esasen entelektüelin sağı olmaz. Entelektüel yükselen bir sınıfın şuurudur yani devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.” Devamında da; “Şöyle taslak çizmek kabil: 1.Entelektüel zamanının irfanına sahip olacaktır, ülkesinin dilini, edebiyatını tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır. 2. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirebilecektir.” (syf.24)
Elbette onca tarifte bu iki temel anlam ve tenkitçilik vasfı var, esasen sağlam bir tabir denilebilir. Kitapta bir devrin gerçek entelektüelleri olarak kabul edilen sofistlere dair Meriç’in ilginç bir sözü var, sofistlerin oportünizmle çökmeye yüz tutmuş eğilimleri değil gelecek vadeden fikirleri savunduklarını belirtiyor. Yani para karşılığı birilerine (öğrencilerine) yaptıkları hitaplarda onları coşturmak niyetiyle hareket ettiklerini belirtiyor.
“Meçhulün fethi maziye bağlı olanları rahatsız eder, her tecessüs tehlikelidir.” (syf.26)
“Masal deyip geçmeyelim. İnsan, kaba kuvvetin hükümran olduğu bir devirde hayata katlanmak için bambaşka bir dünyanın varlığına inanmak zorundadır.” (syf. 32)
Burjuva ideolojisi ile intelijansya arasındaki ilişkiye de doğru bir yönden yaklaşmış Meriç ve devrimci burjuvanın son kuşağının yani 18. yy. burjuvazisinin ideolojisini bilimsel araştırmanın prensiplerinden doğurduğunu/oluşturduğunu belirterek günümüz burjuvazisinin bugünkü intelijansyasının bilgi ve metoduna ters düştüğünü gösteriyor. Entelektüalizm ve orta sınıf ilişkisi…
“Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama (ideoloji.)” (syf.39)
“Marksist teoriye göre: Namuslu aydınlar işçi sınıfının saflarına karışacak, ona strateji ve taktik hocalığı yapacaktı. İntelijansya korkak veya ehliyetsiz olduğu için mi yapamadı bunu? Hayır, 1848′de işçi ve öğrenciler yan yana dövüştüler barikatlarda; Paris komünasında. Almanya’da son savaşı izleyen devrimci hareketlerde, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan’da hatta İspanya’nın milletlerarası tugaylarında başarılı bir tecrübeden geçti intelijansya. Ne var ki 1850′den bu yana merkezi ve Batı Avrupa’nın işçileri örgütlerini, partilerini, sendikalarını hızla geliştirdiler. Kendilerine mahsus liderler, kendilerine mahsus bir bürokrasi buldular. Çelik iradeli ve odun kafalı liderler.” (syf.40)
Bu konuda düşünülecek ilk şey; “ezilenlerin yanında veya karşısında bu kavgaya bulaşmak bir aydının görevi midir?” sorusu.
“Nazizm Avrupa kıtasının intelijansyasını yok ederken ne yaptığını pekâlâ biliyordu.” (syf.41)
“Tarihi bir kanun bu; sınıf kavgalarını körükleyenler kendi sınıflarına karşı savaşanlardır.” (syf.47)
“Sosyal İlimler Ansiklopedisi sosyalizme katılan aydınları üç zümreye ayırır:
Ahlakçılar: Toplum vicdanını temsil etmek iddiasındadırlar.
İlimciler: Sosyalizmin kaçınılmazlığına, hiç olmazsa gerçekleşebileceğine inanırlar.
Demagoglar: Karışık bir zümredir; şarlatanlar, ideoloji bezirgânları, toplumdan öç almak isteyenler, sınıflarından kopmuş olanlar, insanseverler vs. Daha genel bir deyimle sosyalist aydınları misyonerler, çıkarcılar diye ikiye ayırabiliriz.” (syf.47)
“Orospulaşmak veya yalnız kalmak: İşte fikir adamının kaderi.”(syf.53)
Meriç’in Batılı yazar diye bahsettiği şey bugün evrensel bir olgu: “Batılı yazar ya görevine ihanet edecek yahut da tanınmadan yaşayıp ölecektir.”(syf.52)
Meriç, ilk Hıristiyanlığın clerclerine (rahiplerine) özendiğini belirtiyor bir yerde entelektüellerin. “Yeryüzünde işlenen bütün cinayetlere karşı bildiri imzalamak, rahipliğin gülünç bir taklidi değil de nedir?” (syf.53) Bunu yazarken ne kadar ciddidir bilinemez ama ne kadar eksik de olsa entelektüellerin bu tür çalışmalar yapması gülünç görülecek bir şey değil…
Benda : “Önce hakikat vardı sonra vatan.”
“Kurallara başkaldıranla yarı deli (eksantrik) arasında bir adım mesafe var, toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.” (syf.54)
“Lenin’e göre aydın kendini dünyanın tuzu biberi sanır ama pisliğidir sadece.”(syf.56)
“Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?” (syf.55)
“Sınıf kavgası tarihi bir tespitten çok Hegel diyalektiğine gösterilen aşırı bir saygı. Kabul edelim Marx’ın incelediği çağ için faydalı bir ipucu ama yetersiz. XX. Asrın ilk yarısına ait bütün hadiseleri aydınlattığı söylenemez hele Rönesans’ı anlamaya çalıştık mı hiçbir işe yaramaz, Ortaçağ için büsbütün manasız, Mısır’a gelince lütfen sus.” (syf.60)
Rus atasözü: “Çalan çalana, elleri çarmıha çivilenmemiş olsa İsa da çalardı.” (syf.66)
“İntelijansyanın insanlık ülküsü, hakla kaynaşmak gibi demokratik bir coşkuyla sona erdi: Popülizm.” (syf.77)
“Dostları genç Hegelci’ye (Belinski) Hegel’i yanlış anladığını izah etmişler; büyük usta var olan her şey akla uygundur, diyor ama mühim olan düsturun ikinci kısmı: Akla uymayan hiçbir şey reel değildir.”(syf.84)
Herzen: “Sopa halkın elinde olmuş, soyluların elinde olmuş ne çıkar, yığınlar dayak yedikten sonra!”
“Bir çift çizme Shakespeare’in bütün eserlerinden daha değerlidir hazrete (Çernişevski’ye) göre.” (syf.97)
Çernişevski: “Şiirden sokaktaki insana ne?” (syf.97)
“Aramızda açlar, çıplaklar varken sanattan ne zevk alınabilir (mi)?” (syf.97)
Belinski: “İnsanoğlunun gelişiminde üç aşama vardır: Hayvanlık, düşünce, isyan.” (syf.100)
“İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.” (syf.102)
Mağaradakiler’de yapılan aydın tasnifleri bir sorgulama için işlevseldir, ancak denildiği gibi bütüncül ve kavrayış sahibi demek zor. Ne var ki şöyle bir çıkarsama için ipuçları da barındırıyor: Aydın denildiği vakit onu dünya içinde bir algılama gereği görülüyor; eleştirel düşünce, sorgulama gibi esas insanî nitelikleriyle dünyaya karşı, işleyişe, düzene karşı mevzilenme bilinci onu egosunun dışında değerlendirmekle mümkün. Aydının dünya içindeki yeri, diyalektik gereği: Hakikatle yalanın çarpışmasında bir hesaplaşma unsurudur aydın. Bildiri dağıtmak, nümayiş etmek, protestolar yapmak aydın niteliğini belirtmiyor, sadece bir aktivite hâlinde olmaya işâret ediyor. Bunları yapmayıp eserler kaleme alan ya da günlükleriyle yarından geçmişe bakma olanağı da aydın için bir işlev. Eleştirel düşünce olmadığı takdirde aydın diye tesmiye edilenlerin sadece mevcut iktidar düzeni ve onun yandaşları için bir değeri olacaktır. Elbette alacağı ulufe nedeniyle bu durum o kişiler için de anlam taşıyacaktır. Ne var ki hakikatle ilişkisi hiç de müsbet olmayacaktır.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
- Eflatun, Devlet
Cemil Meriç’i sistemli bir fikir adamı gibi görmekten ziyade meraklı bir araştırıcı, analist ve iyi bir aktarıcı olarak nitelemek daha münasip görünüyor. Bir fikir adamı olarak Türkiye’nin, dünyanın, insanın sorunlarını ele alıp tartışma gayreti de elbette gözden kaçmaz. Ancak Bu Ülke gibi Mağaradakiler de bir savunu eseri olmaktan fazla olarak derleme yaklaşımlar içermesiyle önem kazanıyor. Bu yazıda bu sebeple Meriç’in çok zaman çaydaki şeker gibi görünmez hâle gelmiş kendi fikirlerinden ziyade Avrupa’lı düşünürlerden derlediklerine odaklanılacak.
Mağaradakiler’de aydın, intelijansya, entelektüel gibi bazı anahtar kavramların tartışılması en azından bir sınıf ya da grup olarak düşüncenin üreticisi ve tartışmacılarını tek bir kanaldan sunulmuş mutlakî bakıştan arındıracaktır. İktidarların kendi söylemlerine katkı sağlamayla ölçtükleri –Althusser’in ideolojik aygıt dediği- aydınlar, ticarî ilişkilerin temsilcisi olarak medyanın ve medya gücünün kültürel biçimlendirmesi ie topluma aydın diye sunduğu kişiler, kapalı devre bir sistem içerisinde üniversitelerin kristalize ettiği çevreler, ideolojik grup ve hareketlerin öne çıkardığı kişiler… Toplum için “aydın” kavramı da bu kavramın somut hâli olan kişiler de doğal olarak böyle bir çerçevenin içinde inkişaf etmekte ve aydın, kişi ya da toplumun zikrettiği/yüklediği bir sıfat olmaktan fazla olarak dayatılan bir gerçekliğe dönüşmektedir: İktidar/devlet, meşruiyeti veya uygulamak istediği bir politika için aydını kendi söylemi içinde bir yere yerleştirip kitlelerde bir rızâ üretmek gayesiyle, medya ve kültür çevreleri iktidarla ekonomik işbirliği ya da ideolojik hesaplaşma veya endüstriyel imkânları kullanmak amacıyla; aydını kutsamak, onu akıl ile özdeşleştirerek çoklu gerçekliği mutlak hakikat biçiminde sunmak yolunu tercih etmektedir. Bu yönden bir araç olarak aydın; sadece siyasî yönelimlerde değil, dinî, ahlakî, kültürel, hukukî vs. her sosyal konuda payanda hizmeti görmek zorundadır.
Fakat aydın bu yaklaşımla tanımlamayla sınırlı mıdır? Nihayetinde bugün, düşünce kuruluşu adı altında entelektüel kuru sıkı çalışmaları yapanlar yanı sıra sırça köşkünden derinden akan düşünce ehli de aydın kategorisi altında birleştirilmektedir. Cemil Meriç’in eseri bu yönden kıymet taşımakta, aydınlar hakkında farklı bakış açılarını bir araya getirerek daha geniş bir açıdan da bakabilmek olanağı sunmaktadır.
Örneğin “entelektüel” kelimesi solun bayrağı olduğu biçimde şöyle tanımlıyor; “Yazı veya söz aracılığı ile toplumun şuurlanmasına yardım eden kişi. Yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi…” (syf.16) Kopuk kopuk entelektüel tanımları, tabirleri, yakıştırmaları; sağdan, soldan, içerden, dışarıdan…
Aron: “Gelişmemiş bir memlekette her diplomalı entelektüeldir.”
Schumpeter: “Her tabakadan kopup gelirler, kendi sınıfları olmayan sınıfların çıkarlarına öncülük ederler. Entelektüelin üzerinde anlaşmaya varılan bir vasfı var: Eleştiricilik. Eleştiricidir çünkü olayları yaşamaz, dışarıdan seyreder. Sonra, kendini kabul ettirmenin en kolay yolu çevresinde şaşkınlık uyandırmak…” (syf.17)
Sartre: “Atomun parçalanması üstüne çalışan bilginlere entelektüel denmez onlar sadece bilgindir. Ama aynı insanlar imaline yardım ettikleri büyük tahrip gücünden korkarak efkar-ı umumiyeyi atom bombasının kullanılmasına karşı uyarmak için bir araya gelir ve bir bildiri imzalarsalar entelektüel olurlar.” (syf.20)
Nihayet derli toplu bir görüş çıkarıyor karşımıza Meriç.
Toker Dereli: “Entelektüeller, somut olayların üstüne yükselip soyut kademede düşünebilen, toplumun temel yapısı, meseleleri, değerleriyle meşgul olup başlıca ekonomik, sosyal ve politik gelişmeleri eleştirebilen, genellikle kabul edilmiş görüşleri, izah tarzlarını, tahlil ve tenkit edebilme, bunlara bir şeyler katabilme veya hiç olmazsa bu görüşlerin izah tarzlarını veya faraziyelerini yorumlama gücüne sahip kimselerdir. Entelektüel sayılabilmek için formel bir öğrenim görmüş olmak şart değildir. Edebi üslup, mesleki sıfat veya roller, siyasi ya da idari sorumluluklar entelektüel sıfatından ayrı tutulmalıdırlar.” (syf. 23)
“Dereli entelektüelleri liberal ve radikal olarak ikiye ayırıyor: Liberaller; geniş düşünceli, tenkitçi, hürriyetçidirler. Radikaller ise; umumiyetle sosyalist, komünist, anarşistler gibi ihtilal taraftarları…” (syf.23)
Esasen doğru gibi gözükse de C. Meriç bu sınıflandırmayı pek tatminkâr bulmuyor. Çünkü tenkitçiliği, geniş düşünceyi (diyalektik) ve hürriyetçiliği sadece liberaller ve liberalizme has bir olgu olarak düşünmek yanlışı okura daha baştan sunuluyor.
“Schills’e göre entelektüel faaliyet iki merhalede tecelli eder: 1. Mevcut bilgilerin fethi (tekrarlama) 2. Mevcut bilgilerin aşılması için yapılan çalışmalar (yaratma) yani gelenek ve yaratıcılık.” (syf.23)
C. Meriç “Hülasa edersek” başlığı altında gösterdiği onlarca tarifin altında her çağ, ideoloji, ülke ve sınıfın bu kavramı başka başka yaklaşımlarla kullandığını belirterek tekrar sağ-sol cephesinden yaklaşmaya çalışıyor; “Sağ entelektüel çoban köpeğidir. Esasen entelektüelin sağı olmaz. Entelektüel yükselen bir sınıfın şuurudur yani devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.” Devamında da; “Şöyle taslak çizmek kabil: 1.Entelektüel zamanının irfanına sahip olacaktır, ülkesinin dilini, edebiyatını tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır. 2. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirebilecektir.” (syf.24)
Elbette onca tarifte bu iki temel anlam ve tenkitçilik vasfı var, esasen sağlam bir tabir denilebilir. Kitapta bir devrin gerçek entelektüelleri olarak kabul edilen sofistlere dair Meriç’in ilginç bir sözü var, sofistlerin oportünizmle çökmeye yüz tutmuş eğilimleri değil gelecek vadeden fikirleri savunduklarını belirtiyor. Yani para karşılığı birilerine (öğrencilerine) yaptıkları hitaplarda onları coşturmak niyetiyle hareket ettiklerini belirtiyor.
“Meçhulün fethi maziye bağlı olanları rahatsız eder, her tecessüs tehlikelidir.” (syf.26)
“Masal deyip geçmeyelim. İnsan, kaba kuvvetin hükümran olduğu bir devirde hayata katlanmak için bambaşka bir dünyanın varlığına inanmak zorundadır.” (syf. 32)
Burjuva ideolojisi ile intelijansya arasındaki ilişkiye de doğru bir yönden yaklaşmış Meriç ve devrimci burjuvanın son kuşağının yani 18. yy. burjuvazisinin ideolojisini bilimsel araştırmanın prensiplerinden doğurduğunu/oluşturduğunu belirterek günümüz burjuvazisinin bugünkü intelijansyasının bilgi ve metoduna ters düştüğünü gösteriyor. Entelektüalizm ve orta sınıf ilişkisi…
“Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama (ideoloji.)” (syf.39)
“Marksist teoriye göre: Namuslu aydınlar işçi sınıfının saflarına karışacak, ona strateji ve taktik hocalığı yapacaktı. İntelijansya korkak veya ehliyetsiz olduğu için mi yapamadı bunu? Hayır, 1848′de işçi ve öğrenciler yan yana dövüştüler barikatlarda; Paris komünasında. Almanya’da son savaşı izleyen devrimci hareketlerde, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan’da hatta İspanya’nın milletlerarası tugaylarında başarılı bir tecrübeden geçti intelijansya. Ne var ki 1850′den bu yana merkezi ve Batı Avrupa’nın işçileri örgütlerini, partilerini, sendikalarını hızla geliştirdiler. Kendilerine mahsus liderler, kendilerine mahsus bir bürokrasi buldular. Çelik iradeli ve odun kafalı liderler.” (syf.40)
Bu konuda düşünülecek ilk şey; “ezilenlerin yanında veya karşısında bu kavgaya bulaşmak bir aydının görevi midir?” sorusu.
“Nazizm Avrupa kıtasının intelijansyasını yok ederken ne yaptığını pekâlâ biliyordu.” (syf.41)
“Tarihi bir kanun bu; sınıf kavgalarını körükleyenler kendi sınıflarına karşı savaşanlardır.” (syf.47)
“Sosyal İlimler Ansiklopedisi sosyalizme katılan aydınları üç zümreye ayırır:
Ahlakçılar: Toplum vicdanını temsil etmek iddiasındadırlar.
İlimciler: Sosyalizmin kaçınılmazlığına, hiç olmazsa gerçekleşebileceğine inanırlar.
Demagoglar: Karışık bir zümredir; şarlatanlar, ideoloji bezirgânları, toplumdan öç almak isteyenler, sınıflarından kopmuş olanlar, insanseverler vs. Daha genel bir deyimle sosyalist aydınları misyonerler, çıkarcılar diye ikiye ayırabiliriz.” (syf.47)
“Orospulaşmak veya yalnız kalmak: İşte fikir adamının kaderi.”(syf.53)
Meriç’in Batılı yazar diye bahsettiği şey bugün evrensel bir olgu: “Batılı yazar ya görevine ihanet edecek yahut da tanınmadan yaşayıp ölecektir.”(syf.52)
Meriç, ilk Hıristiyanlığın clerclerine (rahiplerine) özendiğini belirtiyor bir yerde entelektüellerin. “Yeryüzünde işlenen bütün cinayetlere karşı bildiri imzalamak, rahipliğin gülünç bir taklidi değil de nedir?” (syf.53) Bunu yazarken ne kadar ciddidir bilinemez ama ne kadar eksik de olsa entelektüellerin bu tür çalışmalar yapması gülünç görülecek bir şey değil…
Benda : “Önce hakikat vardı sonra vatan.”
“Kurallara başkaldıranla yarı deli (eksantrik) arasında bir adım mesafe var, toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.” (syf.54)
“Lenin’e göre aydın kendini dünyanın tuzu biberi sanır ama pisliğidir sadece.”(syf.56)
“Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?” (syf.55)
“Sınıf kavgası tarihi bir tespitten çok Hegel diyalektiğine gösterilen aşırı bir saygı. Kabul edelim Marx’ın incelediği çağ için faydalı bir ipucu ama yetersiz. XX. Asrın ilk yarısına ait bütün hadiseleri aydınlattığı söylenemez hele Rönesans’ı anlamaya çalıştık mı hiçbir işe yaramaz, Ortaçağ için büsbütün manasız, Mısır’a gelince lütfen sus.” (syf.60)
Rus atasözü: “Çalan çalana, elleri çarmıha çivilenmemiş olsa İsa da çalardı.” (syf.66)
“İntelijansyanın insanlık ülküsü, hakla kaynaşmak gibi demokratik bir coşkuyla sona erdi: Popülizm.” (syf.77)
“Dostları genç Hegelci’ye (Belinski) Hegel’i yanlış anladığını izah etmişler; büyük usta var olan her şey akla uygundur, diyor ama mühim olan düsturun ikinci kısmı: Akla uymayan hiçbir şey reel değildir.”(syf.84)
Herzen: “Sopa halkın elinde olmuş, soyluların elinde olmuş ne çıkar, yığınlar dayak yedikten sonra!”
“Bir çift çizme Shakespeare’in bütün eserlerinden daha değerlidir hazrete (Çernişevski’ye) göre.” (syf.97)
Çernişevski: “Şiirden sokaktaki insana ne?” (syf.97)
“Aramızda açlar, çıplaklar varken sanattan ne zevk alınabilir (mi)?” (syf.97)
Belinski: “İnsanoğlunun gelişiminde üç aşama vardır: Hayvanlık, düşünce, isyan.” (syf.100)
“İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.” (syf.102)
Mağaradakiler’de yapılan aydın tasnifleri bir sorgulama için işlevseldir, ancak denildiği gibi bütüncül ve kavrayış sahibi demek zor. Ne var ki şöyle bir çıkarsama için ipuçları da barındırıyor: Aydın denildiği vakit onu dünya içinde bir algılama gereği görülüyor; eleştirel düşünce, sorgulama gibi esas insanî nitelikleriyle dünyaya karşı, işleyişe, düzene karşı mevzilenme bilinci onu egosunun dışında değerlendirmekle mümkün. Aydının dünya içindeki yeri, diyalektik gereği: Hakikatle yalanın çarpışmasında bir hesaplaşma unsurudur aydın. Bildiri dağıtmak, nümayiş etmek, protestolar yapmak aydın niteliğini belirtmiyor, sadece bir aktivite hâlinde olmaya işâret ediyor. Bunları yapmayıp eserler kaleme alan ya da günlükleriyle yarından geçmişe bakma olanağı da aydın için bir işlev. Eleştirel düşünce olmadığı takdirde aydın diye tesmiye edilenlerin sadece mevcut iktidar düzeni ve onun yandaşları için bir değeri olacaktır. Elbette alacağı ulufe nedeniyle bu durum o kişiler için de anlam taşıyacaktır. Ne var ki hakikatle ilişkisi hiç de müsbet olmayacaktır.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)