Ankara’da ikamet etmekte olanlar bilir. Kış başladığından bu yana Kızılay ve civarında Suriye’den geldiğini söyleyerek dilenen insan sayısında muazzam bir artış var. Suriye’de yaşanan zulüm ve Türkiye’ye iltica etmiş olan insan sayısı mâlumunuzdur. Bu insanların kentin pis caddelerinde dilencilik yapması ise ayrı bir vicdan yaralayıcı mesele. İnsanların bu kişileri, farz edelim öyle olsun, Suriyeliyiz diyerek bizleri aldatıyorlar diye yaftalaması ise kentteki insanların vicdanlarının sızlamasının yaşanan trajedinin popülerliği ile orantılı olduğunu gösteriyor. İnsan vicdanının sızlaması ile “popüler, orantı” gibi ayıp ifadelerin yan yana gelmesi ne kadar üzücü.
Modernleşme aynı zamanda bir ahlâk problemidir. Örnek vermek gerekirse, kuşlar konar da oraları pisletir diye saçaklara ve tabela üstlerine yapılan demirden iğneler modernleşmenin insanlığımıza yönelttiği büyük bir hakarettir. Oysaki biz en muazzam binalarının duvarlarına kuşlara barınak yapan, kuş evleri yapan bir ecdadımız olduğunu biliyoruz. Tabi geçmişe özlem duyarken nostalji fetişizmi yapıp bunu bir ticarî meta haline getirmemek gerekir. Yahut edebiyat parçalamak olarak addettiğimiz, geçmiş üzerinden romantizm devşirme modasına kapılmamalıyız.
Az veya çok hepimizde geçmişe duyulan bir özlem vardır. Siz de takdir edersiniz ki geçmişe duyulan özlem toplumun daha çok muhafazakâr/mütedeyyin dediğimiz kitlesinde görülür. Ancak gel görelim ki geçmişten (gelenekten) en çabuk uzaklaşan ve modern olanı (bid’atı) en çabuk içselleştiren de bu kitle olmuştur. Modernizm bu kitleleri daha çabuk dönüştürmüştür. Ali Bulaç’ın şu ifadeleri bu durumu özetler niteliktedir: ”Türkiye’yi asıl modernleştirecek olan toplumsal kesimler Müslümanlardan başkası değil. Hangi Müslüman, toplumun tarım toplumuna dönmesini istiyor, fabrika kullanımını, modern üretim tekniklerini reddediyor? Anadolu sermayesi ve küçük işletmelerde yavaş varlık gösteren bütün İslâmî gruplar istisnasız en modern üretim tekniklerini kullanmaktadır. Kim şehirlerinin arabalardan ve modern ulaşımdan arındırılıp yerine merkep, at veya deveyle taşımacılığı öneriyor? Araştırma yapılacak olursa, hiç kimsenin kuşkusu olmasın; araba, uçak, vb. ulaşım araçları bir yana; bilgisayar, cep telefonu, televizyon vb. alet kullanımının en çok dindar kesimler arasında yaygın olduğu görülür. Herkesten çok Müslümanlar ‘modern kültür’ü tüketmek istiyor. Onlar… şeylerin içini modernleştirirken dışının geleneksel yapısını muhafaza etme stratejisine dayanıyor.” (Sözleşme Dergisi, Mayıs 1998). Müslümanların düştüğü bu can yakıcı ikilem modernleşmeden kaçarken modernist bir zihin yapısına tutulmakta kendini gösterir.
Muhafazakârların her şeye muadil oluşturma çabası onları ister istemez modernin içine çekiyor. Yani bikiniye alternatif olarak haşema üreterek Müslüman kadını daha çok laik/seküler kişilerin rağbet gösterdiği Akdeniz plajlarına sürmek elbette modern bir tavırdır. Örneklerini çoğaltmak mümkün. Tesettürü kadının sosyal hayatta var olması için bir araç olarak gören modern zihniyet, onu normal hâliyle girmekte zorlanacağı birçok yere muadil kisveler/sıfatlar oluşturarak sokmayı başarmıştır. Bu zihniyet bunalımına en önce Müslümanların dûçâr olmasını azınlıkta kalma korkusuna bağlıyorum. Nureddin Yıldız’ın dediği gibi, “iki korkuyu atmadıktan sonra sabretmek mümkün değil: Ecel korkusu ve azınlık olma korkusu.” Kamusal alanı oluşturan laik/seküler yapı Müslümanları ister istemez o alanın dışına itiyor. Müslümanlar ise bu alana dâhil olabilmek için, ben de buradayım diyebilmek için, istemeyerek de olsa modern bir hâle bürünmek zorunda kalıyorlar. İmamlarımızın müftünün huzuruna çıkarken kravat takıp takım elbise giymesi sanırım bunun en ironik örneklerinden birisini oluşturuyor. Ya da ülkenin gündemini şaşılacak derecede belirleyen meclise başörtüsünün girmesi meselesi. Kanımca meclise başörtülü milletvekillerinin girebilmesi Müslümanların değil sistem içinde dönüşmüş bir zihniyetin zaferiydi.
Sözünü ettiğimiz kitabın ana eksen konusu Müslüman toplumu bir arada tutacak olan ahlâkın lokal olmadığı, bütün insanlığın en temel yaşama/ilişkide bulunma vasıtası olduğudur. Yazarın, “Ahlâkla gel, çünkü insan yalnız ekmekle yaşamaz” sözü ahlâkın kıymetini açıklamaya yetecektir.
Etik ile ahlâkı birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü kavramlarımız nasıl düşüneceğimizi de gösteren metodolojik birer donedir aslında. “Etik”i kabaca pozitif hukuka (o an yürürlükte olan hukuk) aykırı olan eylemler olarak tanımlayabiliriz. Ahlâk ise insana yüklü gelen bir haslettir. Fıtrîdir. Mezkûr kitaptan bir örnekle konuyu daha iyi anlatabiliriz: Yüklü bir bağışı hiçbir kayıt olmadan (fatura, makbuz vs.) yaparsak bu devlet nezdinde vergi kaçırmak anlamına gelecek ve etik bir davranış olmayacaktır. Ancak biz ahlâken “sağ elin verdiğini sol el görmesin” düsturuna bağlıyız ve yaptığımız bağışın da ahlâkî bir değer kazanabilmesi için böyle olması gerekir. Bir başka örnek de biz verelim: Müslüman bir patronun sayesinde servetine servet kattığı işçisini asgari ücret ile çalıştırması evet etiktir çünkü kanunen işçi en az asgari ücret almalıdır. Ancak bu durum ahlâkî değildir. Hele bir de Müslüman patron, işçilerinin maaşlarını düzenli ve zamanında ödediği için mâlum hadis gereği iyi olanı yaptığını düşünüyorsa bu ahlâk istismarıdır. Bu hazin durumu o patrona izah etseniz size piyasa ekonomisinden yakınacaktır. İşte moderne ittibâ etmek tam da bu oluyor. Yaptığın işlerin ahlâk çerçevesine dâhil olamayacağını bildiğin hâlde sanki öyleymiş gibi yapmak ve bu durum yüzüne vurulduğu zaman çağın şartlarından yakınmak. Çağın şartları dediğimiz mefhum spontane gelişmiyor. O şartları katılaştıran da bizleriz. Bunun arkasına saklanmak kendi yalanına inanmak demektir.
Eser Lütfi Bergen’in "Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabından sonra gelen ikinci kitabını oluşturuyor. Bu serinin üçüncü ve son kitabı ise “Kozmosta Yerlilik – Evlerimizi Kaybediyoruz”. Bu üç eser de moderne karşı zihnî bir uyanışa vesile olmaya muktedir. Nitekim kişi içinde bulunduğu durumu eleştiremez. Hele zihnen içinde olduğumuz durumu eleştirebilmek ve tanımak için o zihnî hengâmeden çıkmak gerekir. Tahmin ediyorum ki bu eserler bizi kıskacı altına alan ve zihnimizi işgal için hazır hâle getiren modernizmi daha iyi tanımamıza vesile olacaktır.
Muhammed Faruk Özcan
18 Ocak 2014 Cumartesi
14 Ocak 2014 Salı
Ömür bir bahçeliktir
"Bahçada yeşil hıyar, boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar."
- Diyarbakır Türküsü (Bkz: Celal Güzelses)
"Modern insan kafirdir. Tabiatı-bitkileri-hayvanları katletmektedir; Güneşe-aya-yıldızlara kör kalmıştır. Ruhu kaçmıştır. İnsan tabiata karşı terörist kesilmiştir. Karıncaların ve toprağın canlılığı üzerine erimiş asfalt dökmesi bundandır."
- Lütfi Bergen
Gribin tüm "haşmetü ve kudretü" ile üzerime yürüdüğü bir sabah vakti, kahvaltıdan hemen sonra kendime bir bitki çayı hazırladım. İçinde türlü türlü bitkiler. Şifa niyetine. Hikmet-i Hüda. Çözümü antibiyotikte, hapta, şurupta, iğnede aradıkça bir yere varamıyoruz. İyileştiğimizi zannediyoruz içimiz çürürken. Bunu yeniden ve yeniden fark etmek insanı yaralıyor çoğu kez. Üzüyor. Doğanın hikmetleri karşısında mahcup düşürüyor. Tam da böyle bir zamanda ilaç gibi bir okuma yapmak isterken kütüphanemde bekleyeduran "Beyhude Ömrüm"ü çıkarıp girdim yatağımın serin kıvrımlarına. Yanımda bitki çayım, çevirdim sayfaları.
"Ben en iyisi şuradan hatun ile kıza birer çift çorap alayım, birer de yazma. Ya oğlanlar. Alaman çakısı diye tutturmuş büyük. Kaç paradır acaba? Köylük yerde çakı şart. Heleki yaşın ufak ise. Bize de yeni yetmeliğimizde bir araya gelince çakıları çıkarırdık. Hadi bakalım kimin çakısı kiminkini yiyecek. Ağızlarını birbirine dayar, bastırıp sürterdik. Hangisi zedelenirse onu at gitsin, yaramaz. Alaman çakısının üstüne yoktur. İlla ki Solingen marka olacak. Küçüğe de halkalı şeker. Anlaşılan biraz mesarif edeceğiz: gaz, tuz, lamba şişesi. Sat anasını; ne de olsa ucunda koca bahçe duruyor."
Eylül 2001'de görücüye çıkan "Beyhude Ömrüm", Mustafa Kutlu hikâyeleri arasında en sevilenlerden. Düşünün ki aradan 11 yıl geçtikten sonra ocak 2012'de 19. baskısını yapmış. Günümüzün popüler, 2 ayda bir baskı yapan kitaplarını sallayın çöpe. Bu kitapta bir bahçeye verilen gönül, bir bahçenin peşinden geçen ömür var. Sonrasında modernizm geliyor köye. Yol geliyor, elektrik geliyor. Ama herkes gidiyor. Şehre. Köyde kimse kalmıyor. Kalanlar yalnız, gidenler gurbetle evlenmiş gibi.
"Ulan şu suyu bulalım benden sana bir yeni fistan söz. Aha şuraya yazıyom, diye işaret parmağım ile yere bir çizgi çektim. Gülüştük. Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir. O sıra her ikisi de birbirine bakıp: "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur. Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz."
Dayı, Hacı Abi, Muhtar Halil, Deli Derviş, Tahsildar Atıf, Çerçi Cemil, Emrullah Hoca, köylü kadınlar, türkü tutturanlar, diline mani dolayanlar, birbirine takılmadan duramayanlar, aşağı köyün serseri oğlanları, serpilip evlenme yaşı gelen kızlar, biraz büyüdü mü İstanbul yolunu tutturmak isteyenler, gidip de dönmeyenler, dönüp de bulamayanlar, bahçeler, tarlalar, ağaçlar, meyveler, geçim sıkıntısı, elektrik, yol, su, devlet... İnsan kitabı bitirince "keşke dizisi çekilse" diyor, sonra da hemen utanıyor. Ne olurmuş dizisi çekilirse? Çekirdek çitlemeye meşgale. Televizyon denen kutu önce anlamayı, sonra da anlatmayı söktü aldı ruhlardan. Okuyup da anlamak en güzeli, lezzetlisi olarak kaldı, kalıyor.
"Gidin bakalım. Her güz kurulur bu kervan. Köy kendini geçindiremiyor. Gurbetin geliri olmasa halimiz harap. Güzün gidecek, bahara yonca biçimde dönecekler. Bazıları artık dönmüyor. İstanbul gurbetinde yerleşip kalanlar var. Köyün nüfusu gide gide azalıyor. Onlar da oraya bir bahçe kurmaya gidiyorlar. İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Bu düşünce ile gülümsüyorum. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?"
Nurettin Topçu insanı ve var olmayı, Cengiz Aytmatov da insan ile toprağı kimselerin anlatamayacağı kadar anlatmış, aktarmıştır. Mustafa Kutlu da bu mirasa sahip çıkmış, insanı ve çiçeği, fidanı, meyveyi; beyhude geçen bir ömürle dile getirmiştir. Maksadı hep aynıdır: bir ağaç gölgesinde cıgara yakmak. Yoksa yazmakla nereye kadar. Yaşamak daha güzeli. Peki bir bahçe hayaliyle yaşamak, bahçe diriliğiyle ölmek? En güzeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar."
- Diyarbakır Türküsü (Bkz: Celal Güzelses)
"Modern insan kafirdir. Tabiatı-bitkileri-hayvanları katletmektedir; Güneşe-aya-yıldızlara kör kalmıştır. Ruhu kaçmıştır. İnsan tabiata karşı terörist kesilmiştir. Karıncaların ve toprağın canlılığı üzerine erimiş asfalt dökmesi bundandır."
- Lütfi Bergen
Gribin tüm "haşmetü ve kudretü" ile üzerime yürüdüğü bir sabah vakti, kahvaltıdan hemen sonra kendime bir bitki çayı hazırladım. İçinde türlü türlü bitkiler. Şifa niyetine. Hikmet-i Hüda. Çözümü antibiyotikte, hapta, şurupta, iğnede aradıkça bir yere varamıyoruz. İyileştiğimizi zannediyoruz içimiz çürürken. Bunu yeniden ve yeniden fark etmek insanı yaralıyor çoğu kez. Üzüyor. Doğanın hikmetleri karşısında mahcup düşürüyor. Tam da böyle bir zamanda ilaç gibi bir okuma yapmak isterken kütüphanemde bekleyeduran "Beyhude Ömrüm"ü çıkarıp girdim yatağımın serin kıvrımlarına. Yanımda bitki çayım, çevirdim sayfaları.
"Ben en iyisi şuradan hatun ile kıza birer çift çorap alayım, birer de yazma. Ya oğlanlar. Alaman çakısı diye tutturmuş büyük. Kaç paradır acaba? Köylük yerde çakı şart. Heleki yaşın ufak ise. Bize de yeni yetmeliğimizde bir araya gelince çakıları çıkarırdık. Hadi bakalım kimin çakısı kiminkini yiyecek. Ağızlarını birbirine dayar, bastırıp sürterdik. Hangisi zedelenirse onu at gitsin, yaramaz. Alaman çakısının üstüne yoktur. İlla ki Solingen marka olacak. Küçüğe de halkalı şeker. Anlaşılan biraz mesarif edeceğiz: gaz, tuz, lamba şişesi. Sat anasını; ne de olsa ucunda koca bahçe duruyor."
Eylül 2001'de görücüye çıkan "Beyhude Ömrüm", Mustafa Kutlu hikâyeleri arasında en sevilenlerden. Düşünün ki aradan 11 yıl geçtikten sonra ocak 2012'de 19. baskısını yapmış. Günümüzün popüler, 2 ayda bir baskı yapan kitaplarını sallayın çöpe. Bu kitapta bir bahçeye verilen gönül, bir bahçenin peşinden geçen ömür var. Sonrasında modernizm geliyor köye. Yol geliyor, elektrik geliyor. Ama herkes gidiyor. Şehre. Köyde kimse kalmıyor. Kalanlar yalnız, gidenler gurbetle evlenmiş gibi.
"Ulan şu suyu bulalım benden sana bir yeni fistan söz. Aha şuraya yazıyom, diye işaret parmağım ile yere bir çizgi çektim. Gülüştük. Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir. O sıra her ikisi de birbirine bakıp: "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur. Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz."
Dayı, Hacı Abi, Muhtar Halil, Deli Derviş, Tahsildar Atıf, Çerçi Cemil, Emrullah Hoca, köylü kadınlar, türkü tutturanlar, diline mani dolayanlar, birbirine takılmadan duramayanlar, aşağı köyün serseri oğlanları, serpilip evlenme yaşı gelen kızlar, biraz büyüdü mü İstanbul yolunu tutturmak isteyenler, gidip de dönmeyenler, dönüp de bulamayanlar, bahçeler, tarlalar, ağaçlar, meyveler, geçim sıkıntısı, elektrik, yol, su, devlet... İnsan kitabı bitirince "keşke dizisi çekilse" diyor, sonra da hemen utanıyor. Ne olurmuş dizisi çekilirse? Çekirdek çitlemeye meşgale. Televizyon denen kutu önce anlamayı, sonra da anlatmayı söktü aldı ruhlardan. Okuyup da anlamak en güzeli, lezzetlisi olarak kaldı, kalıyor.
"Gidin bakalım. Her güz kurulur bu kervan. Köy kendini geçindiremiyor. Gurbetin geliri olmasa halimiz harap. Güzün gidecek, bahara yonca biçimde dönecekler. Bazıları artık dönmüyor. İstanbul gurbetinde yerleşip kalanlar var. Köyün nüfusu gide gide azalıyor. Onlar da oraya bir bahçe kurmaya gidiyorlar. İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Bu düşünce ile gülümsüyorum. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?"
Nurettin Topçu insanı ve var olmayı, Cengiz Aytmatov da insan ile toprağı kimselerin anlatamayacağı kadar anlatmış, aktarmıştır. Mustafa Kutlu da bu mirasa sahip çıkmış, insanı ve çiçeği, fidanı, meyveyi; beyhude geçen bir ömürle dile getirmiştir. Maksadı hep aynıdır: bir ağaç gölgesinde cıgara yakmak. Yoksa yazmakla nereye kadar. Yaşamak daha güzeli. Peki bir bahçe hayaliyle yaşamak, bahçe diriliğiyle ölmek? En güzeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
10 Ocak 2014 Cuma
Kendi büyülü gerçekliğinin peşinde gidenlere
1923-1976 yılları arasında Japon saldırılarına karşı direnen bir Çin köyünde yaşayan Shandong ailesinin üç kuşağının hikâyelerinin anlatıldığı Kızıl Darı Tarlaları'nda anlatıcı da yine ailenin bir üyesi olan Mo Yan'ın kendisidir. "Torun" Mo Yan ninesinden dinlediklerini bir masalcı üslubuyla kaleme alır. Bu anlatı şekli onu büyülügerçekçilik akımına yaklaştırır. Zaten romanın ilk sayfasından itibaren uzakdoğunun Marquez'ini okuyormuş hissi yaşatır okura. Yerel öyküleri "nine"sinin ağzından anlatan bir yazarın büyülügerçekçiliğe hizmet etmesi kaçınılmazdır. Her ne kadar yazar, Marquez'le, Kızıl Darı Tarlaları'nı yazmaya başladıktan sonra tanıştığını söylese de, Batı'nın etkisinde kaldığını itiraf etmekten de çekinmez. 2012 Nobel Edebiyat Ödülü'nü almasında da bu akımdan izleri taşımasının büyük etkisi vardır. Zira edebiyat komitesi Mo Yan'a bu ödülün, "folklorik masalları, tarihi gerçekler ve günümüz öyküleriyle harmanladığı" için verildiğini açıkladı.
Trajediyle mizahın, ironiyle hüznün yer yer abartılı ve coşkulu bir anlatımla sentezlendiği Kızıl Darı Tarlaları, destansı bir hava da taşır fakat olayların kronolojik bir sırayla anlatılmaması, kurgunun zamansal ve mekânsal kesintilere uğraması romanı bilindik destanlardan farklı kılar. Kahramanlıklar, acımasızlıklar, ihanetlerle örülü hikâyenin doğayla kurduğu ilişki de yadsınamaz. Romanın ismiyle de müsemma darı tarlaları yaşanan olaylar süresince renkten renge resmedilerek acımasız Japon işgâline karşı direnen köy halkını, onların sürekli değişen duygularını temsil eder.
Mo Yan'ın en büyük başarısı, iyi-kötü tüm yaşananları detaylarıyla tasvir edebilmesidir. En trajik, acımasız, vahşi olayı an be an yaşatmadaki ustalığı savaşın vahşetine karşı nasıl bir imgelem atmosferi yarattığını gösterir. Köyün kasabına derisi zorla yüzdürülen bir direnişçinin, bir köy baskınında altı Japon askerinin tecavüzüne uğrayan ninesinin, anlatıcının annesinin kurumuş bir kuyunun içinde bebek yaştaki erkek kardeşiyle geçirdiği üç günde yaşadığı acının tasviri insanın kanını donduran cinstendir. Havadaki ağır kan kokusunu hissettirir. Kara mizahı o kadar ince kullanır ki, en vahşi ölüm sahnesini okuduktan bir cümle sonra, dudaklarda bir tebessüm yaratabilir.
“Açılmış mezarın etrafında korkuyla bekleşen bazı insanlar vardı. Kalabalığın arasına karışıp mezar içindeki o kemikleri, onlarca yıl sonra tekrar gün ışığına çıkan beyaz iskeletleri gördüm. Hangisinin komünist, hangisinin milliyetçi, hangisinin Japon, hangisinin Çinli kukla ordudan, hangisinin sivil halktan olduğunu korkarım ki eyalet parti sekreteri bile söyleyemez. Kafataslarının hepsi aynı şekildeydi, hepsi bir mezarın içine tıkıştırılmış kafatasları tam bir eşitlik içinde aynı yağmur altında ıslanıyordu. Solgun iskeletlere vuran ince yağmur damlaları güçlü ve şeytani bir ses çıkarıyordu. İskeletler sanki damıtıldıktan sonra yıllarca bekletilmiş darı içkisine batırılmış gibi soğuk suyun içine sırtüstü uzanmışlardı.”
Savaşı ve tarihsel olayları edebiyatın içine sokarak Çin'in büyük direnişine dair mirasın aktarılması hususunda büyük bir açığı kapatır Mo Yan. Bunu nasıl yaptığını da şu sözlerle açıklar:
"Top ve tüfek patlamalarını duymasak da havai fişeklerin patlamalarını duyduk; birinin öldüğünü görmesek de domuz kesildiğini gördük, ben kendi ellerimle tavuk bile kestim; elimde süngüyle Japonlarla çarpışmasam da bunun nasıl bir şey olduğunu filmlerde izledim. Romancının yaptığı tarihi birebir kopyalamak değildir, bu tarihçilerin sorumluluğundadır. Romancılar savaşı, bu olguyu anlatırken, onun insan ruhunu nasıl bozduğunu ve insanın savaş süresince nasıl değiştiğini dile getirir. Demek istediğim hiç savaş yaşamamış biri de bu yollardan geçerek gerçek savaşı yazabilir.”
“İlk kez yazmaya başladığımda en iyi bildiğim yerden başladım. Ama zamanla yazdıklarım çoğaldıkça, aynı mekanları sürekli kullanamayacağım için daha fazla hayal gücü hatta fantezi eklemek zorunda kaldım” diyor verdiği bir röportajda.
Savaşın vahşetinin yanı sıra, insan doğasının gizli yönlerini de anlatısının içine katar Mo Yan. Cinsellik ve açlık bunların başında gelir. Ninesiyle dedesinin karşılaştıkları ilk andan itibaren aralarında oluşan tutku ve şehvet, ikinci ninenin araya girmesiyle öfke ve nefrete dönüşür. Yine aç kalan köpek sürülerinin, direniş sırasında ölenlerin cesetlerine musallat olması ve köylülerin cesetlerini köpeklerden korumak için verdiği mücadele, insanın içindeki açlık hissini körükler.
Aşk, nefret, kıskançlık, kahramanlık, öfke, üçkâğıtçılık, korkaklık, zayıflık gibi insan ruhunun temel yönlerinin gelgitler halinde anlatıldığı bu romanda her şey zıddıyla yaşar. Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet gibi gündelik hayata dair olguları bütün açıklıklarıyla ve kendine özgü bir kara mizahla aktaran Mo Yan'ın romanlarının çoğu trajediyle biter ama içinde her zaman umut ve onur vardır.
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
Trajediyle mizahın, ironiyle hüznün yer yer abartılı ve coşkulu bir anlatımla sentezlendiği Kızıl Darı Tarlaları, destansı bir hava da taşır fakat olayların kronolojik bir sırayla anlatılmaması, kurgunun zamansal ve mekânsal kesintilere uğraması romanı bilindik destanlardan farklı kılar. Kahramanlıklar, acımasızlıklar, ihanetlerle örülü hikâyenin doğayla kurduğu ilişki de yadsınamaz. Romanın ismiyle de müsemma darı tarlaları yaşanan olaylar süresince renkten renge resmedilerek acımasız Japon işgâline karşı direnen köy halkını, onların sürekli değişen duygularını temsil eder.
Mo Yan'ın en büyük başarısı, iyi-kötü tüm yaşananları detaylarıyla tasvir edebilmesidir. En trajik, acımasız, vahşi olayı an be an yaşatmadaki ustalığı savaşın vahşetine karşı nasıl bir imgelem atmosferi yarattığını gösterir. Köyün kasabına derisi zorla yüzdürülen bir direnişçinin, bir köy baskınında altı Japon askerinin tecavüzüne uğrayan ninesinin, anlatıcının annesinin kurumuş bir kuyunun içinde bebek yaştaki erkek kardeşiyle geçirdiği üç günde yaşadığı acının tasviri insanın kanını donduran cinstendir. Havadaki ağır kan kokusunu hissettirir. Kara mizahı o kadar ince kullanır ki, en vahşi ölüm sahnesini okuduktan bir cümle sonra, dudaklarda bir tebessüm yaratabilir.
“Açılmış mezarın etrafında korkuyla bekleşen bazı insanlar vardı. Kalabalığın arasına karışıp mezar içindeki o kemikleri, onlarca yıl sonra tekrar gün ışığına çıkan beyaz iskeletleri gördüm. Hangisinin komünist, hangisinin milliyetçi, hangisinin Japon, hangisinin Çinli kukla ordudan, hangisinin sivil halktan olduğunu korkarım ki eyalet parti sekreteri bile söyleyemez. Kafataslarının hepsi aynı şekildeydi, hepsi bir mezarın içine tıkıştırılmış kafatasları tam bir eşitlik içinde aynı yağmur altında ıslanıyordu. Solgun iskeletlere vuran ince yağmur damlaları güçlü ve şeytani bir ses çıkarıyordu. İskeletler sanki damıtıldıktan sonra yıllarca bekletilmiş darı içkisine batırılmış gibi soğuk suyun içine sırtüstü uzanmışlardı.”
Savaşı ve tarihsel olayları edebiyatın içine sokarak Çin'in büyük direnişine dair mirasın aktarılması hususunda büyük bir açığı kapatır Mo Yan. Bunu nasıl yaptığını da şu sözlerle açıklar:
"Top ve tüfek patlamalarını duymasak da havai fişeklerin patlamalarını duyduk; birinin öldüğünü görmesek de domuz kesildiğini gördük, ben kendi ellerimle tavuk bile kestim; elimde süngüyle Japonlarla çarpışmasam da bunun nasıl bir şey olduğunu filmlerde izledim. Romancının yaptığı tarihi birebir kopyalamak değildir, bu tarihçilerin sorumluluğundadır. Romancılar savaşı, bu olguyu anlatırken, onun insan ruhunu nasıl bozduğunu ve insanın savaş süresince nasıl değiştiğini dile getirir. Demek istediğim hiç savaş yaşamamış biri de bu yollardan geçerek gerçek savaşı yazabilir.”
“İlk kez yazmaya başladığımda en iyi bildiğim yerden başladım. Ama zamanla yazdıklarım çoğaldıkça, aynı mekanları sürekli kullanamayacağım için daha fazla hayal gücü hatta fantezi eklemek zorunda kaldım” diyor verdiği bir röportajda.
Savaşın vahşetinin yanı sıra, insan doğasının gizli yönlerini de anlatısının içine katar Mo Yan. Cinsellik ve açlık bunların başında gelir. Ninesiyle dedesinin karşılaştıkları ilk andan itibaren aralarında oluşan tutku ve şehvet, ikinci ninenin araya girmesiyle öfke ve nefrete dönüşür. Yine aç kalan köpek sürülerinin, direniş sırasında ölenlerin cesetlerine musallat olması ve köylülerin cesetlerini köpeklerden korumak için verdiği mücadele, insanın içindeki açlık hissini körükler.
Aşk, nefret, kıskançlık, kahramanlık, öfke, üçkâğıtçılık, korkaklık, zayıflık gibi insan ruhunun temel yönlerinin gelgitler halinde anlatıldığı bu romanda her şey zıddıyla yaşar. Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet gibi gündelik hayata dair olguları bütün açıklıklarıyla ve kendine özgü bir kara mizahla aktaran Mo Yan'ın romanlarının çoğu trajediyle biter ama içinde her zaman umut ve onur vardır.
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
9 Ocak 2014 Perşembe
Bir armanın peşinden hiç ayrılmayanlara
"Ahlâka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi."
- Albert Camus
Simon Kuper, "Futbol asla sadece futbol değildir" der Bill Shankly “Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir" diyerek işi daha da derine indirir. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) filmindeki replik ise mevzunun özetidir: Hayat fena halde futbola benzer. El secreto de sus ojos (2009) filminde ise daha derine inilir: "Bir erkek her şeyini değiştirebilir. Yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını, yine de değiştiremeyeceği bir şey var... Tutkularını değiştiremez."
1905 yılında merhum Ali Sami Yen'in "İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme sahip olmak, Türk olmayan takımları yenmek" amacıyla kurduğu Galatasaray Spor Kulübü'nün tarihi ne kadar genişse, tribününün tarihi de o kadar geniş. Zira ilk yıllardan bu yana gelişen, dönüşen ve Türkiye'den dünyaya futbol tutkunlarını etkileyen bir yapısı var. Bugüne kadar ciddi bir boşluk olan tribün tarihi konusunda Galatasaray tribününden sadece biri değil o tribünün bestekârı da olan Orhan Ölçen; eline kağıdı kalemi almakla kalmamış aynı zamanda tanıkları da konuşturmuş. Böylece bol fotoğraflı, bol söyleşili ve araştırmalı bir kitaba imza atmış. Kitapta Fatih Terim'in de önsözü bulunuyor.
13 yaşından beri tribünden takımını o hiç kaybolmayan tutkusuyla destekleyen yazar, 412 sayfalık kitabına elinden geldiğince bir tribün tarihi sığdırmış. Dolayısıyla "Aslan Yürekliler" sadece Galatasaraylıların değil tüm futbolseverlerin kütüphanesinde olması gereken bir kaynak olma özelliğinde. Okuyucunun yaşının da önemi yok. Göremeyen babasına, yetişemeyen abisine, yaşayan vicdanına sorar ve hatıralar sarar dört bir yanı.
Her şey bir yana, kitabın bence asıl hedef kitlesi şu: bilet almaya giderken ertesi gün evlenecekmiş gibi heyecanlananlar, stada giderken uzun zamandır görmediği sevgilisine kavuşacak gibi olanlar, tribündeki mevkine geçtiğinde dünyanın en güzel yerinde olduğunu hissedenler, 90 dakika boyunca avazı çıktığı kadar bağırmayı görev bilenler, sonuç ne olursa olsun eve dönerken kalbindeki heyecanı asla dindirmeyenler, kupalara değil renklere âşık olanlar...
"Aslan Yürekliler"in içeriği şöyle: Galatasaray'ın doğuşu, ilk dönemin unutulmaz maçları, amigolar, Kral Metin Oktay, 1970'li yıllar, 1980'li yıllar, 1990'lı yıllar, 2000'li yıllar, bizim olan güfteler ve aslan yürekliler listesi. Kitap o kadar lezzetli ki, uzun vadelere yayıp tadına vara vara okumak istiyorsunuz. Hikâyenin içinden biri olsanız da, dışından olsanız da fark etmiyor. O anıları her zaman ve yeniden yaşıyorsunuz. "Armanın peşindeyiz" diyenlerin hiç bitmeyecek öyküleri, "Aslan Yürekliler"de...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Kitabı "görmemi" sağlayan tribün emekçisi dostum Esra Ermiş'e teşekkür ederim. Kitap vesilesiyle de; tribünde geçen aktif yıllarımda üzerimde emeği olan rahmetli Alpaslan Dikmen ve rahmetli Fatih Bakioğlu ağabeylerimi de sevgiyle, hatıralarla anmak isterim.
- Albert Camus
Simon Kuper, "Futbol asla sadece futbol değildir" der Bill Shankly “Futbol bir ölüm-kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir" diyerek işi daha da derine indirir. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) filmindeki replik ise mevzunun özetidir: Hayat fena halde futbola benzer. El secreto de sus ojos (2009) filminde ise daha derine inilir: "Bir erkek her şeyini değiştirebilir. Yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını, yine de değiştiremeyeceği bir şey var... Tutkularını değiştiremez."
13 yaşından beri tribünden takımını o hiç kaybolmayan tutkusuyla destekleyen yazar, 412 sayfalık kitabına elinden geldiğince bir tribün tarihi sığdırmış. Dolayısıyla "Aslan Yürekliler" sadece Galatasaraylıların değil tüm futbolseverlerin kütüphanesinde olması gereken bir kaynak olma özelliğinde. Okuyucunun yaşının da önemi yok. Göremeyen babasına, yetişemeyen abisine, yaşayan vicdanına sorar ve hatıralar sarar dört bir yanı.
Her şey bir yana, kitabın bence asıl hedef kitlesi şu: bilet almaya giderken ertesi gün evlenecekmiş gibi heyecanlananlar, stada giderken uzun zamandır görmediği sevgilisine kavuşacak gibi olanlar, tribündeki mevkine geçtiğinde dünyanın en güzel yerinde olduğunu hissedenler, 90 dakika boyunca avazı çıktığı kadar bağırmayı görev bilenler, sonuç ne olursa olsun eve dönerken kalbindeki heyecanı asla dindirmeyenler, kupalara değil renklere âşık olanlar...
"Aslan Yürekliler"in içeriği şöyle: Galatasaray'ın doğuşu, ilk dönemin unutulmaz maçları, amigolar, Kral Metin Oktay, 1970'li yıllar, 1980'li yıllar, 1990'lı yıllar, 2000'li yıllar, bizim olan güfteler ve aslan yürekliler listesi. Kitap o kadar lezzetli ki, uzun vadelere yayıp tadına vara vara okumak istiyorsunuz. Hikâyenin içinden biri olsanız da, dışından olsanız da fark etmiyor. O anıları her zaman ve yeniden yaşıyorsunuz. "Armanın peşindeyiz" diyenlerin hiç bitmeyecek öyküleri, "Aslan Yürekliler"de...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Kitabı "görmemi" sağlayan tribün emekçisi dostum Esra Ermiş'e teşekkür ederim. Kitap vesilesiyle de; tribünde geçen aktif yıllarımda üzerimde emeği olan rahmetli Alpaslan Dikmen ve rahmetli Fatih Bakioğlu ağabeylerimi de sevgiyle, hatıralarla anmak isterim.
7 Ocak 2014 Salı
Hikâyelerde dinlenmek isteyenlere
Alice Munro, 2013 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi. Adı
bu ödülle duyuldu diye özellikle Nobel sahibi dedim ama aslında prestijli
edebiyat ödüllerin hepsinden nasibini almış desek abartmış olmayız. Benim de içinde
olduğum bir okuyucu türü vardır ki ödül alan kitaplardan bir süre bilhassa uzak
dururlar. Ben bu önyargımı, Nobel törenine katılmayı reddettiğinden olsa gerek (törende yazarı kızı temsil etmiştir), Alice Munro ile yendim. Kendisi 82 yaşında
Kanadalı bir hikâyeci. İnternette Munro ile ilgili araştırma yaparken sürekli
"kısa öykü alanında devrim yaptığı söylenir" ibaresine denk geldim.
Dayanamadım ve gidip Bazı Kadınlar isimli öykü kitabını aldım. İki ihtimal
vardı: ya kitapta güçlü bir feminist duruşla karşılaşacak sert kaleminin
bahsedilen devrimi gerçekleştirdiğine kanaat getirecektim ya da her yerde
karşımıza çıkan, ezilen kadınların müthiş yükselişi klişesiyle sayfalarca
mücadele etmek zorunda kalacaktım.
Hiçbiri olmadı. Daha ilk hikâyeden Munro'nun karakterlerine ısındım, sanki gerçekten bir
yerlerde vardılar sadece ben onlara rastlamamıştım bugüne kadar. Hayır,
"sanki benim başımdan geçmiş" hissine kapılmadım. Çok da gerçekçi
özellikleri yok karakterlerin, ya da kurguda sürekli gerçekçi temalara yer
verilmiyor. Karakterlerini yaşayan insanlar olarak düşünmemin nedeni her gün
karşımıza çıkanlardan biri gibi oluşları değil, olayları karşılayış
şekilleriydi. Olaylar ne kadar olağandışı olursa olsun Munro'nun
karakterlerinin tepkileri hiçbir zaman uçlarda olmuyor. Mesela 60 yaşında bir
adamın evine yemeğe davet edilen (arkadaşının kocasının evi) ve yemeği çıplak
yemesi gerektiği söylenen anlatıcı, durumun garipliğinin farkında olsa da onu
gerçekliğe bağlayan iplerinden koparacak bir tepki vermiyor.
Hikâyeleri sevmeme sebep olan başka bir neden de
sonlarıydı. Okur içgüdüsü genelde kitaplardan çarpıcı bir son bekler. Eğer bir
hikâyeden beklediğiniz yalnızca çarpıcı bir sonla sizi şaşırtması ve etkisini
sona saklamasıysa Alice Munro kitaplarından uzak durun. Ama eğer hayatın akışı
içinde devam eden hikâyeler okumak, bu hikâyelerde dinlenmek isterseniz hiç vakit kaybetmeden gidip bir
tane edinin. Öyle sonlar yazmış ki sanki hikâye her an bitebilir, ya da siz
sadece bir kısmını okudunuz, o bir yerde devam ediyor hissine kapılıyorsunuz.
Bazı Kadınlar kitabında baş kahramanlarımız
kadınlar. Kimi çocuk yaşta, kimi genç, kimi çok yaşlı. Hepsi de bir yaşam
savaşı veriyor. Ama zorluklarla, feminist kitapların genelindeki klişeden uzak
olarak, kadın oldukları için değil insan oldukları için karşılaşıyorlar.
Yalnızca zorluklarla mücadele ederken kadınlıklarını kullanıyor yazar. Benim
kitapta en beğendiğim öykü "Aşırı Mutluluk" oldu. Matematik ve
edebiyatın birleşimini Sofya Kovalevskaya ile sunmuş yazar. Meğer, Sofya gerçek
bir matematikçiymiş, Britannica ansiklopedisinde bir şeyler ararken rastlamış
adına Munro. Sonra da hemen ölümüne doğru uzanan günlerin kısa bir kurgusuyla
bizlere tanıtmış, çok da iyi yapmış.
Nobel Edebiyat Ödülü ve muadillerinden pek hazzetmediğim için hak edip hak etmediğini bilemem ama bu ödüller sayesinde yazarla tanıştığımız ve çevirilerine eriştiğimiz için mutluyum.
Ümran Kio
3 Ocak 2014 Cuma
Hadislerde ilham arayanlara
"Bu dünyaya kalmayalım
Fânidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım
Gel dosta gidelim gönül."
- Yûnûs Emre
"Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak."
- İsmet Özel
Şiirin insanı hangi şekillerde etkilediği ve şairin şiiri yazarken neleri gözettiği asırlardır hem okuyucuyu hem de eleştiriciyi muallakta bırakmaktadır. Şiir, yeryüzünde tüm toplumları etkileyen, şekillendiren, tarihe ışık tutan ve tarihle yürüyen, nihâyet şairden de sıyrılabilen sözler bütünüdür. Şiir; kalan, duran, koşan bildiriler zinciridir. Şairin dertlerinin, "güzel sözle söyleme sanatı"yla kavrulmuş hâli şiirdir. Şiirin kendi bir derttir. Peki bu dertler silsilesinin ucunda ne vardır, yahut olmalıdır? Biz bu soruya, bu toprakların akıbetini belirleyenler ve daima belirlemek mükellefiyetini omuzlarında şerefle taşımayı kabul edenler olarak cevap vermeliyiz. Kur'an ve sünnet mirasından başka bir mirası reddedenler olarak. Türklükle Müslümanlığın arasını açanların baş belâsı olarak. Türk şiirinin ortaya çıkışının, küffara vurulan bir darbe olduğunu kavrayarak ve bilerek. Gözeterek ve görerek. Başka türlü bir şiir anlayışı, şiir olmayacaktır. Anlayıştan da oldukça uzak olacaktır. Zira Kur'an, şiirin ve şiirimizin müktesebatını zaten belirlemiştir. Bir tepsi sunmuştur. İkramına vesile olan ve Mekke'de nazil olan Şuarâ Suresi'nin son 4 ayeti şairler üzerinedir:
224. Şairlerinden ardından sapkınlar giderler.
225. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını görmez misin?
226. Şüphesiz onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler.
227. Ancak iman edip iyi ameller yapanlar, Allah'ı çokça zikredenler, kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar (bu hükmün) dışındadır. Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını bileceklerdir.
İlk olarak kasım 2003'te yayımlanan "Kırk Hadis", İsmet Özel'in radyo konuşmalarının redaksiyonu suretiyle meydana gelmiştir. TİYO Yayıncılık tarafından yapılan yeni edisyonuyla (temmuz 2013) 6. baskısını yapan "Kırk Hadis"te yeni bir önsöz bulunuyor ve kitaptaki hadislerin Arapça metinleri elle rika hattıyla yazılmış olarak okuyucuya sunuluyor. Peki okuyucu "Kırk Hadis"ten ne anladı, ne anlıyor? Bu hâlâ bilinmiyor fakat İsmet Özel kitabın önsözünü bitirirken derdini şu şekilde belirtiyor: "Kimin kime düşman olduğu, kimin kime dostluk gösterdiği ve kimin kimle haşrolunacağı ezelden belli. Ben sadece şu dünya zindanında kötü kokudan rahatsız olan ne kadar insan kaldı ise, onların kendi burunlarında kabahat bulma hatasını işlemelerini güzel bulmadım, nâçizâne."
"Ne kadar daha kazanırsam evi, arabayı değiştiririm?" veya "Aman, bana dokunmayan yılan asırlarca yaşasın!" derdini(?) edinmiş toplulukların içinde öyle veya böyle yaşıyoruz. Yer alıyoruz demiyorum, yaşıyoruz. Bazen el sıkışıyoruz ama anlaşamıyoruz. Selâm veriyoruz karşılığını alamıyoruz. Kabul etmiyoruz. Etmemek için ne yapıyoruz? Şiire müracaat ediyoruz. Haysiyetimizi korumak için şiirin yüzüne sürüyoruz gözlerimizi. Değerimizi düşürmemek için şiiri tercih etmiyoruz, şiiri değer biliyoruz, değerleniyoruz. Kıymetimizin ölçüsünü dizelerde arıyoruz. Buluyoruz. "Bir yanlışlık var!" dediğimizde surat asma hakkımızı kullanıyoruz. İlerleme dediğimiz şey ruh bütünlüğümüzdeyse, bunu şiire borçluyuz. Rahatımızı kaçıran şey şiirse, burada güzellikler buluyoruz. İşte Kırk Hadis; "Bir hadîs-i şerîfin bir şairle ne ilgisi olduğunu, bir hadîsin bir şaire neler ilham etiğini, bir hadîsin bir şaire hangi bakımdan ikramda bulunduğunu öğrenmek hoşunuza gidecekse doğru yere geldiniz" diyor. Evet, geldiğimiz yer doğru. Fakat İsmet Özel hadislerle kurduğu demire şiirleri tespih taneleri gibi dizerek bize bir rahatlık temin etmiyor. Çünkü bu yerin bize sunduğu, rahatlıktan çok, "şimdiye kadar bozulmadan koruyageldiğimiz rahatımıza" musallat olan bir terakki sahasına sokuyor okuyucusunu. Çünkü şairin insanlara çok yakışacağını düşündüğü bir mesele var. Meseleler üstü bir mesele: "Ümit ediyorum ki, benim cür'etkârlığıma şahit olan Müslümanlar bir şekilde dünyanın etrafımıza ördüğü kabalık, anlayışsızlık kozasını kırmak ve ahiret özlemi çeken bir kelebek olmaya özenmek duygusunu edinirler. Ben doğrusu böylesi bir duygunun bütün insanlara çok yakışacağını düşünüyorum."
Kırk Hadis'in içinden birkaç hadis:
"Muhakkak Allahu Teâlâ Hazretleri, sığır cinsinin otları dişleri arasında evirip çevirdikleri gibi tekellüfle konuşan, ağzının içinde dilini dolaştıra dolaştıra belâgat taslayan erkeklere buğzeder."
Ebû Dâvud, Edeb;
Tirmizî, Edeb
"Kıyamet gününde Âdemoğlu şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe Rabbinin yanından ayrılamaz: Ömrünü nerede, ne suretle harcadığından, yaptığı işleri ne maksatla yaptığından, malını nereden kazandığından ve nerelere sarf ettiğinden, vücudunu, sıhhatini nerede ve ne surette yıprattığından."
Tirmizî, Kıyâmet
"Zayıflarının hakkı kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir?"
İbn Mâce, Sadakat
"Âdemoğlunun bir vadi altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."
Buhârî, Rikâk;
Müslim, Zekât
"Sözlerinde ve fiillerinde ileri gidip hadleri aşanlar helâk olmuştur."
Müslim, İlim;
Ebû Dâvud, Sünnet
Hadis, ikram ve ilham. Şairin hem gönlünden hem kaleminden. Tepside önümüze gelen şeylerin rahatımızı kaçıracağı muhakkak. İlhamın ruhumuza katacağı rahatlık sahası ise bize terakki imkânı sağlayacak. Mühim olan o terakkinin elde edilebileceğini keşfetmek, yola çıkmak ve her daim hazır olmak.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
Fânidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım
Gel dosta gidelim gönül."
- Yûnûs Emre
"Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak."
- İsmet Özel
Şiirin insanı hangi şekillerde etkilediği ve şairin şiiri yazarken neleri gözettiği asırlardır hem okuyucuyu hem de eleştiriciyi muallakta bırakmaktadır. Şiir, yeryüzünde tüm toplumları etkileyen, şekillendiren, tarihe ışık tutan ve tarihle yürüyen, nihâyet şairden de sıyrılabilen sözler bütünüdür. Şiir; kalan, duran, koşan bildiriler zinciridir. Şairin dertlerinin, "güzel sözle söyleme sanatı"yla kavrulmuş hâli şiirdir. Şiirin kendi bir derttir. Peki bu dertler silsilesinin ucunda ne vardır, yahut olmalıdır? Biz bu soruya, bu toprakların akıbetini belirleyenler ve daima belirlemek mükellefiyetini omuzlarında şerefle taşımayı kabul edenler olarak cevap vermeliyiz. Kur'an ve sünnet mirasından başka bir mirası reddedenler olarak. Türklükle Müslümanlığın arasını açanların baş belâsı olarak. Türk şiirinin ortaya çıkışının, küffara vurulan bir darbe olduğunu kavrayarak ve bilerek. Gözeterek ve görerek. Başka türlü bir şiir anlayışı, şiir olmayacaktır. Anlayıştan da oldukça uzak olacaktır. Zira Kur'an, şiirin ve şiirimizin müktesebatını zaten belirlemiştir. Bir tepsi sunmuştur. İkramına vesile olan ve Mekke'de nazil olan Şuarâ Suresi'nin son 4 ayeti şairler üzerinedir:
224. Şairlerinden ardından sapkınlar giderler.
225. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını görmez misin?
226. Şüphesiz onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler.
227. Ancak iman edip iyi ameller yapanlar, Allah'ı çokça zikredenler, kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar (bu hükmün) dışındadır. Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını bileceklerdir.
İlk olarak kasım 2003'te yayımlanan "Kırk Hadis", İsmet Özel'in radyo konuşmalarının redaksiyonu suretiyle meydana gelmiştir. TİYO Yayıncılık tarafından yapılan yeni edisyonuyla (temmuz 2013) 6. baskısını yapan "Kırk Hadis"te yeni bir önsöz bulunuyor ve kitaptaki hadislerin Arapça metinleri elle rika hattıyla yazılmış olarak okuyucuya sunuluyor. Peki okuyucu "Kırk Hadis"ten ne anladı, ne anlıyor? Bu hâlâ bilinmiyor fakat İsmet Özel kitabın önsözünü bitirirken derdini şu şekilde belirtiyor: "Kimin kime düşman olduğu, kimin kime dostluk gösterdiği ve kimin kimle haşrolunacağı ezelden belli. Ben sadece şu dünya zindanında kötü kokudan rahatsız olan ne kadar insan kaldı ise, onların kendi burunlarında kabahat bulma hatasını işlemelerini güzel bulmadım, nâçizâne."
"Ne kadar daha kazanırsam evi, arabayı değiştiririm?" veya "Aman, bana dokunmayan yılan asırlarca yaşasın!" derdini(?) edinmiş toplulukların içinde öyle veya böyle yaşıyoruz. Yer alıyoruz demiyorum, yaşıyoruz. Bazen el sıkışıyoruz ama anlaşamıyoruz. Selâm veriyoruz karşılığını alamıyoruz. Kabul etmiyoruz. Etmemek için ne yapıyoruz? Şiire müracaat ediyoruz. Haysiyetimizi korumak için şiirin yüzüne sürüyoruz gözlerimizi. Değerimizi düşürmemek için şiiri tercih etmiyoruz, şiiri değer biliyoruz, değerleniyoruz. Kıymetimizin ölçüsünü dizelerde arıyoruz. Buluyoruz. "Bir yanlışlık var!" dediğimizde surat asma hakkımızı kullanıyoruz. İlerleme dediğimiz şey ruh bütünlüğümüzdeyse, bunu şiire borçluyuz. Rahatımızı kaçıran şey şiirse, burada güzellikler buluyoruz. İşte Kırk Hadis; "Bir hadîs-i şerîfin bir şairle ne ilgisi olduğunu, bir hadîsin bir şaire neler ilham etiğini, bir hadîsin bir şaire hangi bakımdan ikramda bulunduğunu öğrenmek hoşunuza gidecekse doğru yere geldiniz" diyor. Evet, geldiğimiz yer doğru. Fakat İsmet Özel hadislerle kurduğu demire şiirleri tespih taneleri gibi dizerek bize bir rahatlık temin etmiyor. Çünkü bu yerin bize sunduğu, rahatlıktan çok, "şimdiye kadar bozulmadan koruyageldiğimiz rahatımıza" musallat olan bir terakki sahasına sokuyor okuyucusunu. Çünkü şairin insanlara çok yakışacağını düşündüğü bir mesele var. Meseleler üstü bir mesele: "Ümit ediyorum ki, benim cür'etkârlığıma şahit olan Müslümanlar bir şekilde dünyanın etrafımıza ördüğü kabalık, anlayışsızlık kozasını kırmak ve ahiret özlemi çeken bir kelebek olmaya özenmek duygusunu edinirler. Ben doğrusu böylesi bir duygunun bütün insanlara çok yakışacağını düşünüyorum."
Kırk Hadis'in içinden birkaç hadis:
"Muhakkak Allahu Teâlâ Hazretleri, sığır cinsinin otları dişleri arasında evirip çevirdikleri gibi tekellüfle konuşan, ağzının içinde dilini dolaştıra dolaştıra belâgat taslayan erkeklere buğzeder."
Ebû Dâvud, Edeb;
Tirmizî, Edeb
"Kıyamet gününde Âdemoğlu şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe Rabbinin yanından ayrılamaz: Ömrünü nerede, ne suretle harcadığından, yaptığı işleri ne maksatla yaptığından, malını nereden kazandığından ve nerelere sarf ettiğinden, vücudunu, sıhhatini nerede ve ne surette yıprattığından."
Tirmizî, Kıyâmet
"Zayıflarının hakkı kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir?"
İbn Mâce, Sadakat
"Âdemoğlunun bir vadi altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."
Buhârî, Rikâk;
Müslim, Zekât
"Sözlerinde ve fiillerinde ileri gidip hadleri aşanlar helâk olmuştur."
Müslim, İlim;
Ebû Dâvud, Sünnet
Hadis, ikram ve ilham. Şairin hem gönlünden hem kaleminden. Tepside önümüze gelen şeylerin rahatımızı kaçıracağı muhakkak. İlhamın ruhumuza katacağı rahatlık sahası ise bize terakki imkânı sağlayacak. Mühim olan o terakkinin elde edilebileceğini keşfetmek, yola çıkmak ve her daim hazır olmak.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
29 Aralık 2013 Pazar
Var olmak: istemek ve sevmek
"Heidegger, Nurettin Topçu'nun eteğine kavuşamaz."
- Mustafa Kutlu
Türk öykücülüğünün ve yayıncılığının yaşayan efsanelerinden Mustafa Kutlu, işte yukarıdaki gibi tanımlıyor Nurettin Topçu'yu. Özellikle gençlere verdiği tavsiyelerde Topçu çok büyük yer kaplıyor. Önce "içimizden" bir sesi dinlememiz gerektiğini zaten belirtmeye gerek yok. Dergâh Yayınları'ndan çıkan "Nurettin Topçu Armağanı" da dahil, tüm külliyatını okumak, bu topraklardan nasıl bir fikir adamının çıktığını anlamak için atılacak en güzide adımdır. Elbette bu da yetmez, Lütfi Bergen'in de dediğini Nurettin Topçu önce okunur, sonra da çalışılır. Anlamak ve çalışmak lazım. Memleket olarak kuvvetimizi nerede bulabileceğimizi sorgulayan rahmetli Topçu'da o kadar çok şey bulunacaktır ki, belki de çözüme en sarih yoldan ulaşmak mümkün olacak. Ancak ne kadar okuyoruz ve önceliği neye veriyoruz? Meçhul.
Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın hazırladığı "Var Olmak", ilk baskısını 1965 yılında yapmış ve 2012'ya kadar aralıklarla 9 baskıya ulaşmış bir kitap. Sadece 142 sayfa. Çeşitli dergilerde yayımlanan Nurettin Topçu yazılarından oluşan bu kitapta iki bölüm var: Düşünceler ve Duyuşlar. İlk bölümde var olmak, inanmak ve sevmek, düşünmek, bilmek, gerçeği bilmek, düşüncenin derinlikleri, aşkın halleri, ölüm sırrı, zulüm ve düşman, günah, affediliş, benlik, kuvvet, hürriyet, yalan, dostluk, ıztırabın mânası ve dua gibi konuları Topçu'nun fikirleriyle, üslubuyla okumak son derece lezzetli. Öte yandan günümüzün altı çizilecek cümleler aramak maksadıyla okuyan kitap kurtları(?) da bol bol istifade edebilirler "Var Olmak"tan. Umulur ki bu istifade fikir dünyalarını, kendilerini ve anlama-kavrama kabiliyetlerini geliştirebilsin.
"Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanların hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır."
"Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!"
"Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıztıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilâhi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırtacak olan kutsal kuvvettir."
İkinci bölümde sanatkâr, namus, çocuklar, kendim yaptım, cemiyeti yoğuracak ruh, hakikate giden yol, zafer, çile, gözyaşları, rahmet, rahmet kapısı, ıztırabın Allah'a yolu, kalbin emirleri, ilahî neşve, damlalar gibi konular yer alıyor. Bu konular, ilk bölümdeki konulardan farklı olarak genelden çok bireye hitap ediyor. Bireyin kendini bilmesi, sonra kendisinden yola çıkıp çevresini, yaradılışı, varlığını bilmesi üzerine gidiyor.
"Çileyi çekmesini öğreten hikmetin başında sabır gelmektedir. Çile aşkın yoldaşıdır. Onun gibi o da sabır sütü ile beslenir. Sonunda kendi kendini sever. Nihayet bulduğu yerde yokluğa fırlatılamaz, en derinlerdeki bir hazinede saklanır ve hep kendi kendini arar. Çileci çilenin dostudur.
"Sabırsız yorgunlar uyurlar. Öyle sabret ki kendisine sığınan ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi? O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur."
"Her şeyden şüphe edilir, kalbden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalp kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalplerin fethidir."
İkinci bölümün sonundaki damlalar kısmı, birçok Topçu okuyucusunun eminim ki evinin duvarlarını, not defterlerinin ilk sayfasını ya da hafızasının en kıymetli noktasını dolduruyordur.
"İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: hakîkatın, hayrın, güzelliğin."
"Üç hâkimin hükmünde hatâ aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün."
"Üç şey saadetin sırrıdır: tevâzu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki."
"Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir: isteklerin, aklın, hayatın."
"Duygunun üç dünyası vardır: sanatın, rüyanın ve sevdanın."
Bu damlaların ezberlenmesi gerekmiyor. Düşünülmesi ve üzerine fikirler üretilmesi gerekiyor. Bunları istemek ve sevmek gerekiyor. Var olmak için.
Yağız Gönüler
twitter.com/yagizgonuler
- Mustafa Kutlu
Türk öykücülüğünün ve yayıncılığının yaşayan efsanelerinden Mustafa Kutlu, işte yukarıdaki gibi tanımlıyor Nurettin Topçu'yu. Özellikle gençlere verdiği tavsiyelerde Topçu çok büyük yer kaplıyor. Önce "içimizden" bir sesi dinlememiz gerektiğini zaten belirtmeye gerek yok. Dergâh Yayınları'ndan çıkan "Nurettin Topçu Armağanı" da dahil, tüm külliyatını okumak, bu topraklardan nasıl bir fikir adamının çıktığını anlamak için atılacak en güzide adımdır. Elbette bu da yetmez, Lütfi Bergen'in de dediğini Nurettin Topçu önce okunur, sonra da çalışılır. Anlamak ve çalışmak lazım. Memleket olarak kuvvetimizi nerede bulabileceğimizi sorgulayan rahmetli Topçu'da o kadar çok şey bulunacaktır ki, belki de çözüme en sarih yoldan ulaşmak mümkün olacak. Ancak ne kadar okuyoruz ve önceliği neye veriyoruz? Meçhul.
Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın hazırladığı "Var Olmak", ilk baskısını 1965 yılında yapmış ve 2012'ya kadar aralıklarla 9 baskıya ulaşmış bir kitap. Sadece 142 sayfa. Çeşitli dergilerde yayımlanan Nurettin Topçu yazılarından oluşan bu kitapta iki bölüm var: Düşünceler ve Duyuşlar. İlk bölümde var olmak, inanmak ve sevmek, düşünmek, bilmek, gerçeği bilmek, düşüncenin derinlikleri, aşkın halleri, ölüm sırrı, zulüm ve düşman, günah, affediliş, benlik, kuvvet, hürriyet, yalan, dostluk, ıztırabın mânası ve dua gibi konuları Topçu'nun fikirleriyle, üslubuyla okumak son derece lezzetli. Öte yandan günümüzün altı çizilecek cümleler aramak maksadıyla okuyan kitap kurtları(?) da bol bol istifade edebilirler "Var Olmak"tan. Umulur ki bu istifade fikir dünyalarını, kendilerini ve anlama-kavrama kabiliyetlerini geliştirebilsin.
"Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanların hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır."
"Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!"
"Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıztıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilâhi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırtacak olan kutsal kuvvettir."
İkinci bölümde sanatkâr, namus, çocuklar, kendim yaptım, cemiyeti yoğuracak ruh, hakikate giden yol, zafer, çile, gözyaşları, rahmet, rahmet kapısı, ıztırabın Allah'a yolu, kalbin emirleri, ilahî neşve, damlalar gibi konular yer alıyor. Bu konular, ilk bölümdeki konulardan farklı olarak genelden çok bireye hitap ediyor. Bireyin kendini bilmesi, sonra kendisinden yola çıkıp çevresini, yaradılışı, varlığını bilmesi üzerine gidiyor.
"Çileyi çekmesini öğreten hikmetin başında sabır gelmektedir. Çile aşkın yoldaşıdır. Onun gibi o da sabır sütü ile beslenir. Sonunda kendi kendini sever. Nihayet bulduğu yerde yokluğa fırlatılamaz, en derinlerdeki bir hazinede saklanır ve hep kendi kendini arar. Çileci çilenin dostudur.
"Sabırsız yorgunlar uyurlar. Öyle sabret ki kendisine sığınan ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi? O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur."
"Her şeyden şüphe edilir, kalbden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalp kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalplerin fethidir."
İkinci bölümün sonundaki damlalar kısmı, birçok Topçu okuyucusunun eminim ki evinin duvarlarını, not defterlerinin ilk sayfasını ya da hafızasının en kıymetli noktasını dolduruyordur.
"İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: hakîkatın, hayrın, güzelliğin."
"Üç hâkimin hükmünde hatâ aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün."
"Üç şey saadetin sırrıdır: tevâzu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki."
"Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir: isteklerin, aklın, hayatın."
"Duygunun üç dünyası vardır: sanatın, rüyanın ve sevdanın."
Bu damlaların ezberlenmesi gerekmiyor. Düşünülmesi ve üzerine fikirler üretilmesi gerekiyor. Bunları istemek ve sevmek gerekiyor. Var olmak için.
Yağız Gönüler
twitter.com/yagizgonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)