"İki yakam hiçbir zaman, hiçbir yaşımda bir araya gelmedi. Dünyaya en çok hayretle baktım. Bazen hayret ben oldum ama daha çok seyreden taraftım."
- Bülent Parlak, Dergâh, 276
Sevgili Huzursuzluğum, şair Bülent Parlak'ın Dergâh Dergisi ile başlayan şiir koşusunun ilk etabını tamamladığı, ilk kitabı. Selis Kitaplar tarafından mayıs 2010 itibariyle raflara gönderildi. O günden bugüne tüm huzursuzları daha da huzursuz olmak için çağırıyor. Yangına alevle gitmek de denebilir buna.
"Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım
Çehremde bir sürü göz havari gibi, anons gibi, çarpıntı gibi
Roma yakılırdı yanımda dönüp bakmazdım; ilkçağ, ortaçağ ve sen
Cennetten mi emmiştin sütünü bu güzellik nereden."
72 sayfalık, alman otoyolları gibi kazaya mahal vermeyecek titizlikte hazırlanmış huzursuzluk yolculuğunda, okuyucuyu en çok bekleyen şey yüksek konsantrasyon gerektiren ve ne hikmetse kolay ezberlenemeyen dizeler. Ben buna hayret ettim, ama hayret ederken de bir elimle alkış tutarken diğer elimle yakamı gevşettim. Sonra annem yanıma gelip "alkış cahiliye devri âdetidir" demedi, bu duruma bozuldum ve şöyle dedim Bülent Parlak dizelerinin hepsine: Zaten iyi olan taraf iz bırakmaktır, ezberlenmek değil. Şiir ezbere okunmaz. Şimdi toparlanın, gitmiyoruz.
"Soyunup manşet olsam zarar eden bir gazeteye
Örtülse kırbaçta aylak kalmış vücudum
Aklım çelinse,
Zarif bir şekilde ölsem; ilk iş gününde utangaç bir dilencinin
Sovyetlerden medet umanlar gülümsetecekse sizleri
Analarının kanserlerine alışacaksa evlatlar
Simsarlar kandırmayacaksa evine dönen askeri
Kalkın halay çekelim, ben orada öleceğim."
Kitabın bu ilk şiiri olan "Vakit Tamam Olurken Eksik Kalan Bir Şey"de, tüm huzursuzluğunu tanımlıyor Bülent Parlak: Coğrafyayı, vaziyeti, kendini ve kendi gibi olanları. Aynı ritmle nefes almadan ve aldırmadan dizeler devam ediyor. Şiirlerini bize ayakta okutmaya gayret ediyor. İsmet Özel söylemiştir; İstiklâl Marşı'nda olduğu gibi, şiir adamı ayağa kaldırır, kaldırmalıdır. Bülent Parlak da böyle düşünüyor ve "Dünyanın her köşesinde bütün milletler ve orduların, polislerin ayakta dinlediği tek şey varsa o da şiirdir. İstiklâl Marşı'nı bir düşünsene. Ayakta dinletir kendini bize, çünkü ayakta kalma imkânı imler. Ve biz bütün dünyalılar şiiri ayakta dinleriz" diyor. Haklıdır. En az "Noter Huzurunda Ölüm" adlı şiiri kadar haklıdır:
"Yaşamım
Kaza süsü verilmiş bir cinayete benziyor
Affedin beni
Doğmuş olduğum için affedin"
Aslında dönmezdim gittiğim yoldan
Hüzünlü çıraklara denk gelmeseydim."
Huzursuzluk aynı zamanda bir gülme biçimidir. Bu yüzden şiirlerin bazıları acı acı güldürür. Guiza'yı hatırlayalım. Acı acı gülen ve güldüren bir forvet idi. Kaçırdığı goller Fenerbahçe taraftarının canını çok acıttı, Guiza'nın her topla buluşması onları huzursuz etti. Galatasaraylı olanlar ise bu duruma acı acı güldü. Her neyse, Guiza neticede acı tatlı bir hatıra olarak kaldı.
"Guiza artık gol kaçırma, üvey taraftarıyım tuttuğum takımların
Magazin sayfalarından seçtiğin sevgililer bak başına dert oluyor
Gündüz tarifesinde ev kızı, gece tarifesinde çıyana dönüşen kızlar
Hiç yoksul olmamış, hiç kış geçirmemiş, çekirdek yemeyi bilmeyen kızlar
...
Evlenmek en çok alışveriş listesidir, bir de geç kalmak eve
Bunu sen de bilirsin: Hepimiz yatakta İspanyoluz Guiza."
Okuyucu için en kalıcı hasarlardan biri, kendi fikriyle kaynaşan bir dize okumak olsa gerek. Gazze için oturduğu yerden şiir yazanlara ve elindeki imkânları kullanıp orada burada yayımlayanları anla(ya)mayan ben, "Haritası Kayıp" adlı şiirde şu dizelerle karşılaşıp Bülent Parlak'ı tebrik etmek için elime telefonumu aldım. Numarası yoktu ama şiir çok güzeldi:
"Yani ben Hiroşima'yı duyunca Japon olan ben
Tombul ve yüzü kırışmış kadınları görünce üzülen ben
Kapı pervazlarından geçerken besmeleyi unutunca
Yüzü kızaran köylü adamlardan olmak isteyen ben
Elleri üşüyünce nereye koyacağını bilemeyen ben
Geceleri yatarken kutup ayıları üşümesin diye
Dua eden ben
Dişleri sararmış inşaatçılar yüzünden
Estetik cerrahlarına sarı zarf içinde kınama cezası veren ben
Gazze'ye şiir yazılmaz
Gazze'ye şiir yazılmaz
Gazze'ye şiir yazılmaz."
Neden mi? Şöyle diyor şair Bülent Parlak: "Birileri bombalar altında ölürken, rampalardan atılan füzelerin altında kalırken, akşamları pijamalarımızı giyip çekirdek yiyerek onlara şiir yazmamızı çok doğru bulmuyorum."
Ben de diyecek bir şey bulamıyorum ve tüm huzursuzluğumla susuyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
20 Nisan 2013 Cumartesi
19 Nisan 2013 Cuma
Hayatta her şeyin bir antitezi olmalı, öykünün bile
Kitabı elime ilk aldığımda kitabın arka kapağında yer alan
Faulkner’ın cümlelerini pek ciddiye almamıştım. Şöyle diyor yazar:
“Çılgın Palmiyeler’in ilk bölümünü bitirir bitirmez, bir
şeylerin eksik kaldığını, öykünün pekiştirilmesi, müzikteki kontrpuan benzeri
bir yöntemle güçlendirilmesi gerektiğini gördüm. Bunun üzerine, ‘Çılgın
Palmiyeler’deki öykü yeniden canlanıncaya kadar ‘Irmak Baba’yı yazdım.”
Evet, bu romanda iki farklı öykü var aslında. Biri, Çılgın
Palmiyeler, diğeri Irmak Baba. Ne karakterler ortak, ne yaşamlar. Birinde(Çılgın
Palmiyeler) bir kocanın karısını nasıl kendi eliyle başka bir adama teslim
ettiğini, kadının bu oyunda ne kadar ileri gidip nasıl bir tutkuyla
yaşayabileceğini, aşığının ise girdiği bu zor yükün altında ne kadar
zorlandığını göreceksiniz. Yasak aşk üstüne bugüne kadar çok şey yazılıp
söylendi. Aklımıza bu konuda hiçbir şey gelmese bile Anna Karenina gelir.
Çılgın Palmiyeler’in kahramanı Charlotte, Anna’ya birçok yönden benzese de
ondan daha cesur bir kadın. Bu yüzden de tutkularını, mutluluklarını daha yoğun
yaşıyor. Aşkın ölmeyeceğine, sadece ona layık değilsek bizi bırakıp gideceğine,
ölenin biz olacağımıza inanıyor. Harry’nin
ise Charlotte’u sevmekten ve duruşuna imrenmekten başka yapabileceği bir şey
yok. Hayır, Harry’e korkak demek istemiyorum. Kafası karışık demek daha doğru
olur. Onun düşünceleri sayesinde belki de bir erkek tarafından yazılmış, kadınların yasak aşk yaşamasıyla
ilgili en doğru cümleleri okudum.
“Erkeklerin tersine, kadınlara çekici gelen şey, yasadışı
aşkın büyüsü ya da iki kişinin suçlanıp lanetlenerek toplumdan, Tanrı’dan
sonsuza kadar kopmalarına, dönüşü olmayan bir yalnızlığa gömülmelerine yol açan
ateşli bir tutku değildir; onlara çekici gelen, yasadışı aşkın güçlükleriyle
başa çıkabileceklerini göstermektir.”
Diğer hikâye olan Irmak Baba hakkında söyleyecek çok şeyim
yok aslında. Hamile bir kadınla birlikte en zor şartlarda kürek çekmeye
çalışan, kadının şiş karnına baktıkça midesi bulanan bir mahkûmun hikâyesi
Irmak Baba. Ne bir solukta okudum diyebilirim ne de çok sürükleyici olduğundan
dem vurabilirim. Aksine sonuna yaklaşana kadar sırf bitsin de Çılgın Palmiyeler’in
diğer bölümüne geçeyim diye okuduğum bir öyküydü. Ama sonunda öyle bir yere
getirdi ki beni, sadece getirdiği noktayı değil, dönüp geldiğim yolu da sevdim.
Birbirimizden çok farklı hayatlar yaşamıyoruz aslında. En üstteki
adamla en alttaki adamın yaşamı çok da ayrı değil. Bir mahkûmla bir doktor farklı amaçlar için yaşayıp aynı varışlarda bulabilirler kendilerini. Ve şimdi
kitabın arka kapağı daha anlamlı benim için. Evet, hayatta her şeyin bir
antiteze ihtiyacı vardır. Öykünün bile.
Ümran Kio
18 Nisan 2013 Perşembe
Zamana hak ettiği değeri vermek isteyenlere
Adı bile insandaki mütecessis tarafı ayağa kaldıran bu kitap özelde bir idam mahkûmunun son gününü anlatsa da genelde ölmeyi bekleyen biz insanların kendileri ile yüzleştikleri takdirde ne ile karşılaşabileceklerini gözler önüne seriyor. Hepimiz öleceğiz ve bu konuda mutabık olduğumuz için mutluyum. Yoksa nereye sığacak bunca insan? Aslında öleceğimiz konusunda sahip olduğumuz bilgisizlik işleri yoluna koyuyor. Demek istediğim bir insan öleceği zamanı bilse plansız ve programsız yaşayamazdı. Ya da zamana hak ettiği değeri vereceğim derken zamanı eline yüzüne bulaştırabilirdi. Sakındığı göze çöp batardı. Ölüm günü bilgisinin insana verilmeyişinin hikmeti üzerine söylenecek daha çok söz var. Ancak kısaca şunu belirtmeliyim ki insan öleceği günü bilmeyerek yaşamanın tadına varabiliyor. Ancak bu bilgiye sahip olmamak insanı aynı zamanda kendine karşı kör de edebiliyor. Bu elbette irade ile alâkalı bir durum. Yani iki dinleyip bir konuşan ve aklını kullanmayı bilen bir insansanız gece başınızı yastığa koyduğunuz vakit uyumaktan daha elzem olan vicdan muhasebesine yer ayırır, z raporunuzu alır uyursunuz. İnsan öleceği vakti bilse bile bunu yapar mıydı, işte o konuda emin değilim.
Faruk Erem’in dediği gibi, "suçluyu kazıyın altından insan çıkacaktır.". Mahkûm, her ne kadar öldürülecek kadar ağır bir suç işlemişse de insan oluşunu idamına bir gece kala fark eder. Hugo suçlu ile idamı değil insan ile idamı karşı karşıya getirir ve asırlarca suç ile suçluyu birbirinden ayıran giyotinin o keskin duruşunu devrim sonrası Fransa’da sorgular. Hugo kitapta idamın vahşiliği kadar idamı görsel seyir gibi zevkle izleyen insanların insanîliğinin ne derecek vahim olduğunu da gösterir.
Hugo hepimizin birer insan olduğunu idama mahkûm ve sabaha çıkamayacağı için insan yerine konulmayan bir adam üzerinden anlatır. Suçu suçlunun üzerinden kaldırır ve onu insan olarak ele almamız gerektiğini bize söyler. Bu bakış açısı hukuk fakültelerinde suç teorisi derslerinde öğrencilere kazandırılmaya çalışılır. Çünkü karşımızdaki azılı bir katil de olsa ona bu suçu işleten toplumsal, ekonomik ve sosyal nedenler olabilir. Romanımızdaki mahkûm da çocuklarına yedirecek ekmek bulamadığı için para karşılığı adam öldürmüştür. İdam gecesi mahkûmun "beni açlığa mahkûm eden ve beni suç işlemek zorunda bırakan devleti ve bakanlığı giyotin altına yatırın" diye devam adam bağırışları suçlunun altındaki insanı gösterir. Sinekleri öldürmek yerine bataklığı kurutmak daha çözüm odaklı bir davranış olacaktır. Mahkûmu sinek olarak kabul edersek idamları büyük bir zevkle gerçekleştiren cellatları ve idam anını çocukları ve eşleriyle tiyatro gibi izleyen Fransa halkını ve devletini bataklık olarak kabul edebiliriz. Nitekim Hugo bu romandan sonra yazdığı bir makalede bataklığın yavaş yavaş kuruduğuna işaret eder: "Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üstüne kuruluydu: rahip, kral, cellât. Uzun zaman önce bir ses şöyle demişti: "Tanrılar çekip gitsin!". Son olarak da başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: "Krallar çekip gitsin!". Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip şöyle demesinin: "Cellâtlar çekip gitsin!". Böylece eski toplum parça parça dökülecek: böylece Tanrı’nın takdiri geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır."
Mahkûm öleceği günü biliyor ve son gecesini kendisi ile yüzleşerek geçiriyordu. Yanına gelen rahip onu Tanrı’ya yaklaştırmak istiyor ancak o yalnız kalmak istediğini söyleyerek rahibi yanından kovuyordu. Çünkü sabaha çıkamayacağını bilen bir insan için sığınılacak tek liman rahip değil Tanrı’ydı. Ölümüne saatler kalan bir adamın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Yapması gereken kendi içine dönmek ve orada unuttuğu kimi değerleri son bir kez hatırlamaktır. Ayna aranır ve son kez yüzüne bakmak ister. Mahkûmun kaldığı hücrede sadece giyotine gidecek olanlar kalmıştı. Mahkûm duvarlardaki yazıları okuyor ve kendi kendine her insanın dünyaya bir iz bırakıp gitme isteği olduğunu söylüyordu. Ölümüne bir gece kalan bir insanın dünyaya bırakabileceği tek iz ise hücresinin duvarına mesela aşkını kazımaktı.
"Zaten bu hayatta özlem duyacağım kadar beni üzebilecek ne kaldı ki? Aslında hapishanenin karanlık gündüzü ve kara ekmeği; kürek mahkumlarına çok az miktarda verilen çorbaya benzer yemek, horlandığımı görmem, o kadar eğitim almış birisi olmama rağmen, gardiyanlar ve diğer mahkumlarca aşağılanmak, sohbet edebileceğim ve anlattıklarını dinleyebileceğim özellikte bir insan görememek, yapmış olduğum ve bana yapılacak olan şeylerden dolayı tedirgince ürpermek. İşte celladın elimden alabileceği bütün servetim budur."
Roman yazıldığı dönemde ne gibi yankılar uyandırdı bu konuda bir bilgi edinemedim ancak tahmin ediyorum Hugo romanın sonunda mahkûmu öldürerek bir uyanışa neden oldu. Che Guavera’nın ölmeden evvel dediği gibi, "Vur, korkak herif, sonuçta sadece bir adam öldürmüş olacaksın."
Muhammed Faruk Özcan
16 Nisan 2013 Salı
Cam kırıkları içinde kalmış bir münzevi
Fuseki
Bu kelime, GO oyununda Açılış’ı temsil eder ve az sonra cümlelerimi uğrunda utanmazca savuracağım Şibumi’nin ilk bölümü tam da bu Japonca terimle başlıyor. “Bana ne Japon oyunundan” diyenler, sizden birkaç kelime sabır dileneceğim. Çünkü sıkıcı bir Uzakdoğu masalı değil ruhunuza tavsiye ettiğim. Trevanian’ın başyapıtı olarak bilinen ve benim hali hazırda okuyup da sevmeyen tek bir kadına veya erkeğe rastlamadığım Şibumi, temelde bir serüven romanı. Sizi yormadan Şangay’a, Japonya’ya ve Bask diyarına sürükleyecek. Hapishanelere girecek, mağaraları keşfedecek, şifre çözecek ve kiraz ağaçlarının arasında vedalaşacaksınız.
Cesetler sağa sola savruluyor, gizli odalarda kan donduran pazarlıklar yapılıyor ve ne idüğü belirsiz bir adam her nasılsa tüm Kapitalist sistemin sorunu haline geliyor. Tabii bu Sorun’un normal döşenmiş bir salonda, adam öldürebilmek için 200’den fazla eşyayı silah olarak kullanabilmesi gibi minicik bir detayı atlamamak gerek. Fakat sayfalar akıp kahramanımızın ömründe yolculuk ettiğinizde, karşınızda bir cinayet makinesinden fazlasını bulacaksınız. Çünkü Nicholai’den başka hiçbir cinayet makinesinin tek hayali, 3 tane çiçeğin ekili olduğu bir bahçe değildir.
Temel aldığı serüven kurgusunun üzerinde felsefi bir tango ile süzülen bir roman Şibumi. Yazarın yaşanan hayatla büyük derdi var ve bir katilin adımlarını takip eden gözleriniz siyasetin, istihbarat dünyasının önümüze serdiği ilizyonları narenciye sıkacağı ile aralayacak. Bir sistem eleştirisi, küçük balıkların sırf başkalarını yutma sevdasından nasıl küçük kaldığına dair bir destan. Filmler ve çok satan romanlar sayesinde hayallerimize dayatılan güç, aşk, para, şöhret ve çevre gibi kavramlarla sükûnet, sevgi, anı, saygı ve dostluğun soluksuz bir mücadelesi. Dünyanın her alanında hükmünü keyifle süren Tüccar zihniyetin münzevi şairlere açtığı savaşın hikâyesi. Yalnızlığın kalabalıktan kaçışı hakkında, masumiyeti Northrop uçakları ile parçalanmış ve cam kırıkları içinde kalmış bir masal.
Bu kelime, GO oyununda Açılış’ı temsil eder ve az sonra cümlelerimi uğrunda utanmazca savuracağım Şibumi’nin ilk bölümü tam da bu Japonca terimle başlıyor. “Bana ne Japon oyunundan” diyenler, sizden birkaç kelime sabır dileneceğim. Çünkü sıkıcı bir Uzakdoğu masalı değil ruhunuza tavsiye ettiğim. Trevanian’ın başyapıtı olarak bilinen ve benim hali hazırda okuyup da sevmeyen tek bir kadına veya erkeğe rastlamadığım Şibumi, temelde bir serüven romanı. Sizi yormadan Şangay’a, Japonya’ya ve Bask diyarına sürükleyecek. Hapishanelere girecek, mağaraları keşfedecek, şifre çözecek ve kiraz ağaçlarının arasında vedalaşacaksınız.
Cesetler sağa sola savruluyor, gizli odalarda kan donduran pazarlıklar yapılıyor ve ne idüğü belirsiz bir adam her nasılsa tüm Kapitalist sistemin sorunu haline geliyor. Tabii bu Sorun’un normal döşenmiş bir salonda, adam öldürebilmek için 200’den fazla eşyayı silah olarak kullanabilmesi gibi minicik bir detayı atlamamak gerek. Fakat sayfalar akıp kahramanımızın ömründe yolculuk ettiğinizde, karşınızda bir cinayet makinesinden fazlasını bulacaksınız. Çünkü Nicholai’den başka hiçbir cinayet makinesinin tek hayali, 3 tane çiçeğin ekili olduğu bir bahçe değildir.
Temel aldığı serüven kurgusunun üzerinde felsefi bir tango ile süzülen bir roman Şibumi. Yazarın yaşanan hayatla büyük derdi var ve bir katilin adımlarını takip eden gözleriniz siyasetin, istihbarat dünyasının önümüze serdiği ilizyonları narenciye sıkacağı ile aralayacak. Bir sistem eleştirisi, küçük balıkların sırf başkalarını yutma sevdasından nasıl küçük kaldığına dair bir destan. Filmler ve çok satan romanlar sayesinde hayallerimize dayatılan güç, aşk, para, şöhret ve çevre gibi kavramlarla sükûnet, sevgi, anı, saygı ve dostluğun soluksuz bir mücadelesi. Dünyanın her alanında hükmünü keyifle süren Tüccar zihniyetin münzevi şairlere açtığı savaşın hikâyesi. Yalnızlığın kalabalıktan kaçışı hakkında, masumiyeti Northrop uçakları ile parçalanmış ve cam kırıkları içinde kalmış bir masal.
Neden bahsettiğimi anlamamış olabilirsiniz, buraya kadarı makul. Zira serüven dedim, katil dedim, sistem eleştirisi, tüccar ve şair dedim. Bunu adı Japonca “Sadelik” anlamına gelen bir roman için kullandım ve her şeyi bir GO terimi ile başlattım. Çılgınca, değil mi? Bana sorarsanız kesinlikle öyle. Ancak garanti ediyorum bu delilik, zekânızda kıvılcımlar tetikleyecek. Dürüst olayım, ruhunuza bir kitabı yalanlarla sunamam, yazarın bir serüven romanında neden oyun terimini kullandığını önerdiğim sayfalardan evvel ben de anlamlandıramazdım. Fakat şimdi biliyorum ki “Hayat, GO’nun basitleştirilmiş halidir.”
Ruhunuza yapacağım Tsuru no Sugomori şudur ki; eğer 6 Ağustos’ta ne olduğunu biliyorsanız, 70’li yıllarda yazılmasına rağmen asla yaşlanmayacak bu kitabı okumadan geçmeyin.
Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin
Ruhunuza yapacağım Tsuru no Sugomori şudur ki; eğer 6 Ağustos’ta ne olduğunu biliyorsanız, 70’li yıllarda yazılmasına rağmen asla yaşlanmayacak bu kitabı okumadan geçmeyin.
Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin
Bu kitabı okumanın cezası: Farkındalık
“Eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin. Kendinizi
kurtarın. Televizyonda mutlaka daha iyi bir şeyler vardır. Burada anlattığım
şeyler önce sizi kızdıracak. Sonra her şey daha da kötü olacak.” Uyarısıyla başlayan bir kitap Tıkanma. Chuck
Palahniuk deyince aklımıza sadece “Dövüş Kulübü” nün gelmemesi gerektiğini anımsatan bir
kitap.
Ümran Kio
Kitabın kahramanı Victor Mancini “sürekli kahramanlar”
yaratarak hayatını devam ettirmektedir. Şöyle ki bulunduğu restoranda boğazına
takılan yiyecekle boğulma numarası yapmakta, kendisini kurtaran kişinin hayatına
bir kahramanlık hikâyesi katmaktadır. Ve tabii aynı kişinin kendisinden sorumlu
olmasını da sağlamaktadır. Buradan kazandığı parayla da annesinin tedavi
masraflarını karşılamaktadır.
Sakın Victor’a acımaya başlamayın. Onunki pek “ah yazık,
annesinin tedavi masrafları için kendini tehlikeye atıyor.” durumu değil.
Mancini anne ve babaların “kitlelerin yeni afyonu” olduğunu düşünen ve Tanrının
olmadığı bir dünyada annelerin Tanrı olduğuna inanan bir seks bağımlısı. Yeterince
insan onu severse, sevgiye ihtiyacı olmayacağına, yeterince kazanıp başarılı
olursa başka hiçbir şey yapmak istemeyeceğine, yeterince insan ona bakarsa bir
daha asla başka birinin dikkatini çekmek zorunda kalmayacağına ve eğer
yeterince zeki olursa günün birinde yeteri kadar seks yapabileceğine inanan bir
çocuğun inandıklarını adım adım takip edip büyümüş hali. Hayatıysa mastürbasyon
yapmadığı her gün için eve bir kaya getiren arkadaşıyla birlikte arka
sokaklarda geçiyor.
Yeraltı edebiyatının mutlulukla pek ilgisi olduğunu
sanmıyorum. O yüzden bu kitap şu ruh haline iyi gelir diyemeyeceğim. Mancini’nin
yürüdüğü sokakları Amerika sokakları olarak düşünüp yabancılaşamazsınız. Çünkü hepinizin o kadar
koşuşturmanın sonunda geleceğiniz yer bir hiçliğin orta noktası. “Ve belki de
bilmek önemli değil” O yüzden Palahniuk’a katılıyorum: bu kitabı okuyunca her
şey daha kötü olacak. Çünkü fark edeceksiniz. Cahilliğin kutsal sayıldığı bir
yüzyılda fark etmenin cezası tecavüz, cinayet ve hırsızlıklardan daha ağır
olmalı. Bu ve bunun gibi kitaplardan sonra ömür boyu farkındalık cezasına çarptırılacaksınız.
Üzgünüm.
“Cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”
Sürekli heyecan peşinde koşanlara
"Madame Bovary'nin olağanüstü tarafı, kahramanlarının, onları yaratan yapı ve üslup sayesinde, o dünyevi arzuları ve vatandaş dertleriyle sıradan insanlar olmalarına rağmen, bizi derinden etkileyebilmeleridir."
- Mario Vargas Llosa
Emma Bovary az çok iyi öğrenim görmüş, akıllı, duyarlı fakat mantıktan çok duygularıyla hareket eden, aşırı romantik ve boş kafalıdır. Hayatını okuduğu romantik hikâyelerin etkisiyle şekillendirme beklentisindedir. Kurduğu egzotik düşler içten içe onu ele geçirir ve gelenekseli çiğnemek için en geleneksel yollara başvuran bir taşra burjuvası haline gelir. Heyecan arayışı onu yasak ilişkilere sürükler, kurduğu bu yasak ilişkilerde hep kullanılan taraf olmaktan kurtulamaz.
"Emma artık bu dünyadan kopuyor, hayallerini kurduğu düşlerine daldığı alemde yokluğa başlıyordu. Balık satıcılarının arkasından gidiyor, dağları, tepeleri, aşılması zor geçitleri aşıyor, yalçın kayalardan geçiyordu. Biraz daha gidiyor, ama bulanık bir su bulutunun içinde kendini kaybediyor, düşleri noktalanıyordu. Genç kadın ne zaman bir hayal kursa her zamanki gibi sonunu getiremiyordu. Artık tek yol kalıyordu: Haritada da olsa Paris'i bulmak, Paris'i tanıyabilmek..."
Emma'nın Paris'i özleyişinin altında cennet özlemi yatar.. Paris=Par(ad)is. Başka bir yerde var olmak, bulunduğu yerden kaçmak ister. Sürekli bir dairesellik içinde hemen her şeyi iki kere tecrübe eder. Onda eksik olan şey farkındalıktır. Kendi gerçeğine kör bir kadın olarak çöküşünü hazırlar.
"Hem ölmek, hem Paris'te yaşamak istiyordu..."
Flaubert'in dünyası da kendi mantığı, kendi kuralları, kndi rastlantıları olan bir düş dünyasıdır. Tüm sorunları bir kadının bakış açısıyla irdeler. Asla tatmin olmayan bir kadın portresi çizer. Aptallıkla cesareti aynı bedende buluşturarak daha da tehlikeli bir karakter yaratır. Bu karakter aracılığıyla toplumsal değer yargılarını ve ahlâk ölçülerinin riyakârlığını ele alır. Bir küçük burjuva kadının dramının arkasında yatan bayağı, küçük dünyasını yansıtır. Bunu yaparken Fransız romanının en önemli meselesini irdeler: Sıkıntı.
"Sıkıntı insana her şeyi yaptırır."
Madam Bovary'nin kocası Charles ise karısının arzuladığının aksine can sıkıcı, hantal, miskin bir adamdır. Albeni, cazibe, heyecan denen şeylerden nasibini almamıştır ve acınacak bir insandır da. Emma'ya beslediği sarsılmaz aşkla yücelen bu karakter romanın en yavan kahramanıdır da. Epifanisi (uyanışı) karısının gizli aşk mektuplarını buluşuyla gerçekleşir. Flaubert, Charles'ı şöyle tasvir eder:
"Yeni, köşede, kapının ardında kalmıştı, ancak görülebiliyordu, on beş yaşlarında bir köy çocuğuydu, boyu hepimizin boyundan uzundu. Alnındaki saçlar, bir köy ilâhicisinin saçları gibi dümdüz kesilmişti, akıllı uslu, pek sıkılgan bir hali vardı. Omuzlan geniş değildi ya dört etekli, kara düğmeli, yeşil çuhadan elbisesi koltuk altlarını gene de rahatsız ediyor olmabydı, işlemeli kol ağızlarının arasından, çıplak durmaya ahşmış, kırmızı bilekleri görünüyordu. Askıların pek fazla çektiği sarımsı bir pantolondan, mavi çorap bacakları çıkıyordu. İyi boyanmamış, çivili, sağlam kunduralar giymişti. Derse kalkıp anlatmaya başladık. Vaiz dinler gibi dikkatle, can kulağıyla dinledi, dinlerken ayak ayak üstüne atmaya, sıraya dirseğini dayamaya bile cesaret edemiyordu..."
Flaubert'in bu romanı romantizmin realizm karşısındaki çöküşünün temsilidir. Pitoresk tasvirleri, kurgusu, realist gözlemleriyle Batı edebiyatının şaheseridir. Roman insan yapısının o pek duyarlı hesap cetvelini konu edinir. Falubert o kadar gerçekçidir ki bu kitaptan sonra bovarizm akımı oluşmuş ve psikolojide tatminsizlik, memnuniyetsizlik anlamına gelen bir rahatsızlık olarak yer almıştır. Madam Bovary sadece edebi değil aynı zamanda kültürel bir dönüm noktasıdır da.
"Kapalı pancurların arasından sızan ince uzun güneş ışıkları, bardakların kenarından yukarıya doğru tırmanan sinekler, Emma'nın omuzlarındaki ter damlacıkları..." yazarın kusursuz imgelerine örnektir. Tahlil tasvir kompozisyonunu sık sık uygular ve bunun bol, en kusursuz örneklerini verir. Derdini yoğun simgesel anlatımlarla aktarır. Her sayfada şahit olunan sinematografik tasvirler romanın beş yıllık yazım sürecinin hakkını verdiğini gösterir. Anlatmayla gösterme arasında bir şey yapar.
Romantikliği alaşağı eder.
"Yaşayışına gelince, penceresi kuzeye bakan bir çatı katı gibi soğuktu, sıkıntı denen sessiz örümcek de karanlıkta yüreğinin dört bir köşesinde ağlar örüyürdu..."
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
- Mario Vargas Llosa
Emma Bovary az çok iyi öğrenim görmüş, akıllı, duyarlı fakat mantıktan çok duygularıyla hareket eden, aşırı romantik ve boş kafalıdır. Hayatını okuduğu romantik hikâyelerin etkisiyle şekillendirme beklentisindedir. Kurduğu egzotik düşler içten içe onu ele geçirir ve gelenekseli çiğnemek için en geleneksel yollara başvuran bir taşra burjuvası haline gelir. Heyecan arayışı onu yasak ilişkilere sürükler, kurduğu bu yasak ilişkilerde hep kullanılan taraf olmaktan kurtulamaz.
"Emma artık bu dünyadan kopuyor, hayallerini kurduğu düşlerine daldığı alemde yokluğa başlıyordu. Balık satıcılarının arkasından gidiyor, dağları, tepeleri, aşılması zor geçitleri aşıyor, yalçın kayalardan geçiyordu. Biraz daha gidiyor, ama bulanık bir su bulutunun içinde kendini kaybediyor, düşleri noktalanıyordu. Genç kadın ne zaman bir hayal kursa her zamanki gibi sonunu getiremiyordu. Artık tek yol kalıyordu: Haritada da olsa Paris'i bulmak, Paris'i tanıyabilmek..."
Emma'nın Paris'i özleyişinin altında cennet özlemi yatar.. Paris=Par(ad)is. Başka bir yerde var olmak, bulunduğu yerden kaçmak ister. Sürekli bir dairesellik içinde hemen her şeyi iki kere tecrübe eder. Onda eksik olan şey farkındalıktır. Kendi gerçeğine kör bir kadın olarak çöküşünü hazırlar.
"Hem ölmek, hem Paris'te yaşamak istiyordu..."
Flaubert'in dünyası da kendi mantığı, kendi kuralları, kndi rastlantıları olan bir düş dünyasıdır. Tüm sorunları bir kadının bakış açısıyla irdeler. Asla tatmin olmayan bir kadın portresi çizer. Aptallıkla cesareti aynı bedende buluşturarak daha da tehlikeli bir karakter yaratır. Bu karakter aracılığıyla toplumsal değer yargılarını ve ahlâk ölçülerinin riyakârlığını ele alır. Bir küçük burjuva kadının dramının arkasında yatan bayağı, küçük dünyasını yansıtır. Bunu yaparken Fransız romanının en önemli meselesini irdeler: Sıkıntı.
"Sıkıntı insana her şeyi yaptırır."
Madam Bovary'nin kocası Charles ise karısının arzuladığının aksine can sıkıcı, hantal, miskin bir adamdır. Albeni, cazibe, heyecan denen şeylerden nasibini almamıştır ve acınacak bir insandır da. Emma'ya beslediği sarsılmaz aşkla yücelen bu karakter romanın en yavan kahramanıdır da. Epifanisi (uyanışı) karısının gizli aşk mektuplarını buluşuyla gerçekleşir. Flaubert, Charles'ı şöyle tasvir eder:
"Yeni, köşede, kapının ardında kalmıştı, ancak görülebiliyordu, on beş yaşlarında bir köy çocuğuydu, boyu hepimizin boyundan uzundu. Alnındaki saçlar, bir köy ilâhicisinin saçları gibi dümdüz kesilmişti, akıllı uslu, pek sıkılgan bir hali vardı. Omuzlan geniş değildi ya dört etekli, kara düğmeli, yeşil çuhadan elbisesi koltuk altlarını gene de rahatsız ediyor olmabydı, işlemeli kol ağızlarının arasından, çıplak durmaya ahşmış, kırmızı bilekleri görünüyordu. Askıların pek fazla çektiği sarımsı bir pantolondan, mavi çorap bacakları çıkıyordu. İyi boyanmamış, çivili, sağlam kunduralar giymişti. Derse kalkıp anlatmaya başladık. Vaiz dinler gibi dikkatle, can kulağıyla dinledi, dinlerken ayak ayak üstüne atmaya, sıraya dirseğini dayamaya bile cesaret edemiyordu..."
Flaubert'in bu romanı romantizmin realizm karşısındaki çöküşünün temsilidir. Pitoresk tasvirleri, kurgusu, realist gözlemleriyle Batı edebiyatının şaheseridir. Roman insan yapısının o pek duyarlı hesap cetvelini konu edinir. Falubert o kadar gerçekçidir ki bu kitaptan sonra bovarizm akımı oluşmuş ve psikolojide tatminsizlik, memnuniyetsizlik anlamına gelen bir rahatsızlık olarak yer almıştır. Madam Bovary sadece edebi değil aynı zamanda kültürel bir dönüm noktasıdır da.
"Kapalı pancurların arasından sızan ince uzun güneş ışıkları, bardakların kenarından yukarıya doğru tırmanan sinekler, Emma'nın omuzlarındaki ter damlacıkları..." yazarın kusursuz imgelerine örnektir. Tahlil tasvir kompozisyonunu sık sık uygular ve bunun bol, en kusursuz örneklerini verir. Derdini yoğun simgesel anlatımlarla aktarır. Her sayfada şahit olunan sinematografik tasvirler romanın beş yıllık yazım sürecinin hakkını verdiğini gösterir. Anlatmayla gösterme arasında bir şey yapar.
Romantikliği alaşağı eder.
"Yaşayışına gelince, penceresi kuzeye bakan bir çatı katı gibi soğuktu, sıkıntı denen sessiz örümcek de karanlıkta yüreğinin dört bir köşesinde ağlar örüyürdu..."
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
9 Nisan 2013 Salı
Zamanın ne içinde ne de dışında olanlara
Eğitim sistemimizde, lise yıllarında verilen edebiyat dersi başlı başına bir "dayatma" niteliğindedir hiç şüphesiz. Derste uyumakla başlayan "edebi bilgi", uzun yıllar sonra yerini Ece Ayhan'ı bayan şairler arasında saymakla devam eder. Konuyu şuraya bağlayayım: Ahmet Hamdi Tanpınar her şeyden önce, yani romanlarından ve edebiyat derslerinden önce, şairdir. Kalemi şiir için dalmıştır derin denizlere ve muhteşem eserlerle edebiyatımızı taçlandırmıştır. Bilmeyiz, iki üç romanını okuduktan sonra "başka neleri var?" diye bakarız ve akabinde şiirlerinin de olduğunu görürüz. Vah ki böyle ruhlara... İş bu yazı, bu ruhlara değil, daha çok Tanpınar'ın şair olduğunu bilen ve şiirlerini ezberlemeye gönül vermiş ruhlara daha çok hitap edecektir. Zira şiir, bir ruh işidir.
"Şiir ve alelumum sanat, ferdin en mutlak ve hür surette kendini idrak ettiği zirvedir."
İşte böyle düşünen ve Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın deyişiyle harika tanımıyla "çok cepheli bir şahsiyeti ve zengin bir kültürü olan" Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirlerine kusursuzluk kazandırabilmek için asla bastırmayı düşünmemiş, yaşamının son yıllarında bilhassa dostlarının ısrarlarıyla en azından bir kısmını küçükçe bir kitapta toplamaya adeta râzı olmuştur. Kendisi kadar bu yolda emek gösteren dostlarına ve yayıncılara da minnettarız. Türk şiirinden konuşulurken Tanpınar zikredilmezse, abdest alınmadan namaz kılınmış olur. Böylece şiir okuması sahih olmaz. Tövbe de kurtarmaz.
"Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında
Yekpâre geniş bir ânın / parçalanmaz akışında."
Mezar taşını da bu dizeler süsler Tanpınar'ın. Naçizane bu meşhur şiirin en çok dördüncü kıtasındaki son iki dizeyi severim: "İçim muradına ermiş / abasız, postsuz bir derviş."
İnanıyorum ki Tanpınar'ın leziz olarak nitelenen üslubu, çok şeyini şiire, şiir uğraşına borçludur. Dergâh Yayınları tarafından ilk baskısı 1976 yılında yapılan bu kitabın, sonraki baskılarında bu vaziyeti görmek mümkün. Zira Tanpınar, birçok şiiri üzerinde yeniden oynamış, onu okuyucunun damağına kazınacak bir lezzet haline getirmiştir. Yer yer geleceği de görmüş, umutsuzluğunu gizlememiştir. İşte "Selâm Olsun" şiirinden bir dörtlük:
"Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan
Dönmeyen gemiler olduk açıktan
Adımızı soran, arayan var mı."
Peki ya kimi şiirlerinde kendini tarif ederken ki o muhteşem dizelere ne demeli? Yorum yapamamanın acziyeti burada kendini gösterir. "Sen ve Ben" şiirindeki şu dizelere bir bakın: "Düşünen alnımda benim her çizgi / baharı olmayan kışa benzer."
Bir Bursalı olarak Tanpınar'ın Bursa düşkünlüğü beni damarımdan vurmuştu. Önce "Beş Şehir" adlı kitabını, sonra da "Bursa'da Zaman" adlı şiirini okurken zihnim her seferinde Bursa çakısı gibi keskinleşmiştir.
"Başındayım sanki bir mucizenin
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billûr bir âvize Bursa'da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur'an sesini,
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Baş başa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde..."
Yazıyı bitirirken çok önemli bir bilgi vermek isterim. Hem Tanpınar hem de edebiyat severler için nimet niteliğinde bir kitap yayımlandı yine Dergâh Yayınları tarafından. Abdullah Uçman'ın hazırladığı "Edebiyat Dersleri" adlı kitap, Tanpınar'ın derslerine dair notlardan oluşmakta. Bu nabız artıran bilgiden sonra detay için en yakın kitapçınıza koşmanızı diliyorum. Tanpınar'la ve edebiyatla kalın.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
"Şiir ve alelumum sanat, ferdin en mutlak ve hür surette kendini idrak ettiği zirvedir."
İşte böyle düşünen ve Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın deyişiyle harika tanımıyla "çok cepheli bir şahsiyeti ve zengin bir kültürü olan" Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirlerine kusursuzluk kazandırabilmek için asla bastırmayı düşünmemiş, yaşamının son yıllarında bilhassa dostlarının ısrarlarıyla en azından bir kısmını küçükçe bir kitapta toplamaya adeta râzı olmuştur. Kendisi kadar bu yolda emek gösteren dostlarına ve yayıncılara da minnettarız. Türk şiirinden konuşulurken Tanpınar zikredilmezse, abdest alınmadan namaz kılınmış olur. Böylece şiir okuması sahih olmaz. Tövbe de kurtarmaz.
"Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında
Yekpâre geniş bir ânın / parçalanmaz akışında."
Mezar taşını da bu dizeler süsler Tanpınar'ın. Naçizane bu meşhur şiirin en çok dördüncü kıtasındaki son iki dizeyi severim: "İçim muradına ermiş / abasız, postsuz bir derviş."
İnanıyorum ki Tanpınar'ın leziz olarak nitelenen üslubu, çok şeyini şiire, şiir uğraşına borçludur. Dergâh Yayınları tarafından ilk baskısı 1976 yılında yapılan bu kitabın, sonraki baskılarında bu vaziyeti görmek mümkün. Zira Tanpınar, birçok şiiri üzerinde yeniden oynamış, onu okuyucunun damağına kazınacak bir lezzet haline getirmiştir. Yer yer geleceği de görmüş, umutsuzluğunu gizlememiştir. İşte "Selâm Olsun" şiirinden bir dörtlük:
"Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan
Dönmeyen gemiler olduk açıktan
Adımızı soran, arayan var mı."
Peki ya kimi şiirlerinde kendini tarif ederken ki o muhteşem dizelere ne demeli? Yorum yapamamanın acziyeti burada kendini gösterir. "Sen ve Ben" şiirindeki şu dizelere bir bakın: "Düşünen alnımda benim her çizgi / baharı olmayan kışa benzer."
Bir Bursalı olarak Tanpınar'ın Bursa düşkünlüğü beni damarımdan vurmuştu. Önce "Beş Şehir" adlı kitabını, sonra da "Bursa'da Zaman" adlı şiirini okurken zihnim her seferinde Bursa çakısı gibi keskinleşmiştir.
"Başındayım sanki bir mucizenin
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billûr bir âvize Bursa'da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur'an sesini,
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Baş başa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde..."
Yazıyı bitirirken çok önemli bir bilgi vermek isterim. Hem Tanpınar hem de edebiyat severler için nimet niteliğinde bir kitap yayımlandı yine Dergâh Yayınları tarafından. Abdullah Uçman'ın hazırladığı "Edebiyat Dersleri" adlı kitap, Tanpınar'ın derslerine dair notlardan oluşmakta. Bu nabız artıran bilgiden sonra detay için en yakın kitapçınıza koşmanızı diliyorum. Tanpınar'la ve edebiyatla kalın.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)