26 Mart 2013 Salı

Kelime tarlasında ırgat olmak

İster lirik, ister epik, ister senfonik ne olursa olsun; söz konusu şiir olunca hepimiz birer traktör şoförüyüz. Süreceğimiz tarla bazen ürününü hemen veriyor, kiminde nadas sonrasında verim alınabiliyor, kiminde ise tüy bitmiyor.

Dergâh dergisinin eski takipçileri (mesela 8-10 yıl öncekileri) iyi bilirler ki "Murat Menteş şiiri" diye bir şey vardır. Zaten Murat Menteş'in eski okuyucuları (Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varım'dan çok önceleri) bilirler ki, çok ciddi bir İsmet Özel düşkünü olan Menteş çok sağlam da bir şairdir. Romanlarını okumadan evvel de kesinlikle şiirleri okunmalıdır zira bu şiirlerin her biri için "Murat Menteş'i ve mücadelesini anlama kılavuzu" diyebiliriz.

"Vasat kader olur mu, bak bu da ayrı bir dert
Bir ayağım sonsuzlukta ve'l-ba'su ba'd'el-mevt."


Yukarıdaki dizelere sahip ve kitaba ismini veren Garanti Karantina adlı şiir, yanılma ihtimalim çok düşükse 2003 yılında Kökler dergisinde yayınlanmıştı. Kökler, Salih Mirzabeyoğlu'nun 1986 yılında yayımlanan, tasavvuf ve tarih ilişkili kitabının da adıdır, selâmımızı verelim. Şiire geri dönelim ve 2010 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan, yaylım ateşi dizelere siper olmuş şiirleri süzelim.

"Allah'ım kaderimden şikayetçi değilim
Aksine bahtiyarım, evrende bana da rol
Verdiğin için şahsen: Allah'ım bizler senin
Falsolu kullarınız, n'olur bizden razı ol."


Şiirlerine verdiği isimler ve kimilerine göre bol kelime oyununa sahne olan dizeleriyle Murat Menteş, yakın şiirimizin kalbe yakın isimlerinden olup, zihni çalıştıran lügatıyla da alkışları hak etmiş, sonrasında da şiir sahnesinden inmiştir. "Aceleci Tefecinin Edebiyat Süsü Verdiği Anlar" adlı şiiri, olağanüstü hal ilan edilmiş bir bölge valisinin endişesiyle açılıp, aynı valinin sakinliğe teslimiyetiyle biter:

"Felek balta, kader kürek,
Ecel tırpanla kuşatmış bitkisel hayatımı.
Delirip, aklımı düşsem vergiden
Bürokrat çete damgalar aranjman çığlıklarla
Balo bileti gibi kara bahtımı.
...
Sökülüyor cart curt ontolojik yamam
Şarj olsam hasretinle, amatörce mi kaçar?
Atomu yumrukla parçalayamam...
Allah büyüktür elbet bir kapı açar."

Birkaç yıl önce Murat Menteş'le yapılmış, roman, şiir, edebiyat ve sinema üzerine bir röportaj okumuştum.
Menteş şiirden yüz çevirmediğini fakat işinin romanla olduğunu, yeni bir şiir kitabının şenlik havası estirmesinin zor, etrafın güdük şiirlerle dolu ve memleketteki şiir sahasının epey tenha olduğunu söylüyordu. Bunda haklıydı. Yine 2 yıl önce bu fakir, Murat Menteş'le kısa bir röportaj yapmış lakini sözü şiire pek getirmemişti. Pişmandı, Allah affetsindi.

"Markalardan arınıp kabre gireriz
Ana fikri değişti otopsi raporunun;
Merhumu mu? Ah evet, dokuz canlı biliriz
İnna lillahi ve inna ileyhi raciun."

Şiir savaşının silahşoru olabilmiş her kalemden kaliteli romanlar çıkıyor. Bunu Murat Menteş için de, Şule Gürbüz için de söyleyebilirim. Neden ikisini aynı cümlede andım, bilmiyorum. Bildiğimden emin olduğum şey, iki isme de ayrı ayrı ve derin derin sevgi besliyorum. Bundan dolayı belirtmek isterim; bir yazarı "popüler" kitabıyla tanıdıysanız mutlaka mâzisine inin. Orada en doğal ve samimi halini bulacaksınız. Büyükler, "şöhret afettir" demişler. Şöhretten uzak oldukça daha başarılı, içten olunuyor. Hayır Murat Menteş'e "meşhur" demedim, çünkü kendisini tanıyor ve daima "meşgul" olduğunu biliyorum.

"Avını kovalarken kaybolmayasın
Şans, bir aptalın temel ihtiyacıdır
Paso lagaluga, habire mırın kırın
"İnşallah" demeyen paranoyaktır."


Murat Menteş, şiir sahasında yeni goller atar mı? İnşallah.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

24 Mart 2013 Pazar

Ne varsa eskilerde var, şok hariç

Bir romana başlarken yaşayacağınız heyecan çok önemli. Düşünün ki bu roman, Behçet Necatigil'in muazzam bir çevirisiyle bizlere sunulmuş ve İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyet'in kaleminden çıkmış olsun. Kör Baykuş ilk olarak 1977'de Behçet Necatigil çevirisiyle Varlık Yayınları'ndan çıkmış. Yapı Kredi Yayınları'ndaki ilk baskısı ise 2001 yılında yapılmış. Bu baskıda önsöz de Behçet Necatigil'e ait, sonsöz niyetine ise Sâdık Hidâyet'in yakın arkadaşı, roman ve hikâyeleriyle tanınmış Bozorg Alevî'nin bir yazısı yer alıyor. Okuduğum en kıymetli sonsözlerden biriydi diyebilirim çünkü bir biyografiden daha çok, yazarın ruh dünyasını derinlere girmeden bizlere aktarıyor, aktarabiliyor.

"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin."

Bûf-i Kûr yani Kör Baykuş'ta, sizi şoka uğratacak bir son yok. Zaten böyle bir sonu daha çok popüler romanlarda bulabilirsiniz, özellikle de Türk edebiyatında. Neredeyse bütün romanlar şoka uğratmak için yazılıyormuş gibi geliyor bana. Onlarca karakter, her yeni bölümde alıntılar, sıfır dipnot ve "şoklama" bir son. Yemezler, yemiyorlar. Balığın da şoklanmışı makbul değildir mesela. Öte yandan balık, baştan kokar. Sâdık Hidâyet hiç bu "toplara" girmemiş, pas yüzdesini hep netlik ve disiplinli bir şekilde hazırlanmış ruhsal etkiyle yüksek tutmuş. Bundandır pek çok ülkede çevrilmesi ve yüzlerce yazarı etkilemesi.

"Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için. Kasap dükkânı önünde bir sinir parçası için kuyruk sallayan aç köpek gibiydi onlar."

Kör Baykuş'ta, yazarın yaşamını görmek bir hayli mümkün. Çok zengin ve güçlü bir aileden gelmesine rağmen parayı bir köşeye atması ve geçimini kâtip olarak sağlaması, hangi mesleği seçeceğine bir türlü karar veremeden Paris'te yazmaya başlaması ve "Yaradılış Efsanesi" ile İran edebiyatına kalıcı bir anıt dikmesi, Rıza Şah'ın İran'ında hayat bulamaması ve Hindistan'a gidip "Kör Baykuş"u yazması, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ülkesi adına hiçbir umut görememesi ve ciddi bunalımlara girmesi, sırf yaşama ümidi bulabilmek için tekrar Paris'e gitmesi, Ömer Hayyam'dan çokça etkilenmesi, başbakan olan eniştesinin bir yobaz tarafından katledilişi ve böylelikle Sâdık Hidâyet'in kendi canına kıyması için bardağın son damlasının tamamlanması...

"Garip bir dağılma ve bölünme geçiriyordum sürekli. Bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. Bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..."

İşe yarar bir son adına tekrarlamak isterim; yazarın romanında ne bir zafer ne de bir mağlubiyet vardır. Onunki sadece ruhsal bir boşalmadır. Ümit ve ümitsizlik arasında bezmiş, yılgın ve hatta mahvolmuş bir adamın kaleminden çıkanlardır. Karamsarlık olduğu kadar, alay da vardır...

İntiharından (Paris'te kaldığı dairesindeki tüm delikleri tıkayıp gaz musluğunu açmış ve ölmüş. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu tıraş olmuş, tertemiz kıyafetler giymiş bir şekilde yerde yatarken bulabilmiş. Cebinde parası da varmış ve müsveddeleri yakılmış bir şekilde yanı başındaymış.) kısa bir süre önce bir hikâye taslağı bulunmuş. Konusu ise şöyle: Annesi "Salgı salamaz ol!" diye beddua eder bir yavru örümceğe. Örümcek hiç ağ yapamayınca, çaresizce ölüme kurban gider. Bunu bilen herkes sorar: Hidâyet'in hayat hikâyesi miydi acaba bu hikâye?

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Mart 2013 Cuma

Bir şairin aşkına tanıklık etmek isteyenlere

"Seviyor musun mektuplarımı? Ben seni çok seviyorum."

Cemal Süreya, Türk şiirinin güçlü ve aşık sesi, ciddi bir ameliyat için hastaneye yatan eşi Zuhal Tekkanat’a hastanede kaldığı 13 gün boyunca her gün bir mektup yazmış. 12-24 Temmuz 1972 tarihlerinde kaleme alınan bu 13 mektup Cemal Süreya’nın ölümünden kısa bir süre sonra bizzat Zuhal Tekkanat tarafından kitaplaştırılması için Erdal Öz’e iletilmiş.

“Aklımda hep sen vardın. Geçen seferki ameliyatı anımsadım. Sen ameliyat olurken ben ne yapacağımı bilmiyor, bir yandan da birkaç kuruş elimize geçer diye oturmuş “Goriot Baba” çevirisine bir iki sayfa eklemeye çalışıyordum. O hastane çıkış gününü hiç unutamıyorum. Derin bir çizgi çekmiş belleğime. Paramız yoktu. Cem yayınevinden 1000 lira alacağımız vardı ve yayınevi, çok önceden haber vermiş olduğum halde, bu parayı gününde ödememişti, ya da ödeyememişti. Sonuçta o gün seni bir taksiye bile bindirememiştim. Yürüye yürüye Şişli’ye inmiş, ordan Karaköy dolmuşuna, Karaköy’den de vapura binmiştik. Ne günlerdi onlar. Bizim sevdamız böyle günlerden de geçmiştir. Ama biz o günleri de çok severiz, değil mi? Yaşadığımız günlerdir, birbirimizi tanıdığımız günlerdir. İyi, kötü günler geçirdik. Çoğunca da iyi günler. Öperim o günleri.”

Cemal Süreya'nın Zuhal Tekkanat’a duyduğu aşk, derin bağlılık ve ötesindeki o eşsiz muhabbet her mektupta, her satırda kendini hissettiriyor.

Şairin mektuplarına sinen bu aşkın ve evliliğin başlangıcı da ziyadesiyle ilginçtir. Cemal Süreya, 1967 yılında, Zuhal Tekkanat’la Türk Edebiyatçılar Birliği Lokali’nin açılışında üçüncü kez karşılaştığında çevresini saran kalabalıktan sıyrılır ve Tekkanat’ın yanına gider: “Madam ya da Matmazel çok güzelsiniz, benimle evlenir misiniz?” der. Tekkanat, kendisiyle alay edildiğini düşünür, öte yandan çok da heyecanlanır. Ancak bu şekilde yapılan bir teklifin inandırıcı olmadığını ima etmek amacıyla, “Yeri geldiğinde düşünürüm.” diye yanıtlar. 1972 yılının Temmuz ayında evlilerdir ve Cemal Süreya bir mektubunda şöyle yazmaktadır:

“Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Sana rastladığımda susuzdum, yalnızdım, bir çırpıda içtim gözlerini.”

Cemal Süreya, hastanede Zuhal Tekkanat’ın yanında olmadığında yaptıklarını anlatıyor uzun uzun; gittiği yerleri, yazdıklarını, yazmayı planladıklarını... Hayaller kuruyor, bir kız çocukları olmasını düşlüyor. İsmini bile hazır ettiği kızlarından bahsediyor mektuplarında sık sık. Ve hayattan, şiirden, aşktan dem vuruyor her cümlesinde.

“Anlamalısın beni, birtakım büyük şeylerin peşindeyim. Bazı iddialarım var, onları gerçekleştirmek istiyorum. Bunun dışında çok şeye niyetim de, vaktim de olmuyor. Bu konuda işte, asıl bu konuda anlamalısın beni. Hiçbir yönden kuşkulanmamalısın benden. Ben ki sana senin şahdamarından daha yakınım, nasıl kuşkulanırsın benden? Destekle beni ( zaten hep desteklemişsindir) bak neler yapıyoruz. Nelerden ne sular akıtıyoruz.”

“Tükenmez kalemin mürekkebi bitti. Dolmakalemle devam ediyorum. Bu mürekkebi seviyorum. Senin göz rengini, başka bir açıdan çağrıştırır bir yanı var galiba. Bu mürekkeple de yineleyeyim gerçeği: Seviliyorsunuz, madam. Madam, Oklohoma’ya gitmek isterim sizinle. Şikago’da kalabalık bir caddede yürümek isterim.”

Onüç Günün Mektupları, bir şairin aşkına tanıklık etmek isteyenlere iyi gelecek bir kitap.

"Pir Sultan’a girdim. Birbuçuk ay içinde bu araştırmayı bitirmem gerek. İşin üstesinden gelebilirsem güzel bir çalışma ürünü çıkacak ortaya. Madam Bovary’nin parasıyla televizyon, Pir Sultan’ın parasıyla çamaşır makinesi alacağım sana. İkisinin bedeli ikisini almaya yetecek. Seni yaşatacağım. Dalım, çiçeğim. Günlerimiz daha iyi olacak. Çünkü Necati Cumalı’nın dediği gibi, "Yaşar iyi ve güzel olan."

*Cemal Süreya’nın Onüç Günün Mektupları kitabının YKY baskısında 13 mektubun yanısıra şairin Zuhal Tekkanat’a yazdığı birkaç mektup daha yer alıyor.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

20 Mart 2013 Çarşamba

Ölümü bile unutur insan

Şiir mi, roman mı, hikâye mi olduğunu sonuna kadar anlamadığımız bir kitap Nisyan. Murat Gülsoy’un son kitabı. Peki ne demek nisyan? Unutmak, kasten terk etmek demek. Özellikle, kitabın sonuna kadar kelimenin kökenine bakmadım. “Unutmak” anlamını biliyordum. Sadece bu anlamla düşününce “neden bu ismi vermiş kitaba?” diye sorgulamadım değil. Ama “kasten terk etmek” anlamını öğrenince her şey netleşmişti.

Ölmek üzere olan bir adamın ağzından dinliyoruz hikâyeyi. Bilinci gidip geldiği için standart bir kurgusu yok kitabın. Aslında hepimiz biliyoruz hayat denen karanlık denizin bir sonu olduğunu ve daha karanlık olana ait olduğumuzu. Ama ana rahmini terk ettiğimiz günden itibaren bu gerçeği unutmak üzere kuruyoruz denklemlerimizi. Kasten terk ediyoruz bu gerçeği. Ta ki ölüm bizi sayıklama anına kadar sürükleyene dek. Ölmemek için kelimelere sığınana dek. Ya da anlatıcı gibi zamanında kelimeler üzerinde güç sahibiyken gün geçtikçe onların kölesi olana dek. Ama buna ihtiyacımız var. Her adımda ölüme yaklaştığımızı unutmazsak her şey içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Arapça bir deyim varmış: nimet il nisyan diye. Anlamı da “unutmak nimettir.” Deyimlere inanırım.

Bazen insan adını bile hatırlamayabilir. Hatırlanmak için çırpınıp dursa da geceleri ortaya çıkan böceklerden başkası duymaz sesini. O zaman da edebiyata sığınır. Tıpkı roman yazmaya çalışan bu anlatıcı gibi. Ama cümle kuramaz. Sayıklar, sayıklar… Gülsoy, bu sayıklamalardan yola çıkarak metaforlar dizisi sunuyor okura. İtiraf edeyim, kitabı ilk okumaya başladığımda her sayfada tek bir paragraf ve o kadar boşluğun bulunması rahatsız etmişti beni. İlerledikçe fark ettim ki, bu kitabın o boşluklara ihtiyacı var. Durup düşünmek için, bir öncekini sindirmek için hepimizin hayatta o boşluklara ihtiyacı var. Bu yüzden kitabı okunacaklar listenizin yanında “düşünülecekler” listenize de eklemeyi unutmayın.

Bu da kitaptan tadımlık bir bölüm:

"Benim de bir zamanlar öldüren bakışlarım yok muydu? Her temasta zehirlemedim mi? Zamanın içinde kaybolmak günahlarından azat edilmek demek. Belki de. Kahve fincanını açıyorum. Geçmişi söyle bana. Kadın gülümsüyor bilmeden. Kalabalık çok insan. Bir de kuş geliyor uzaklardan. İyi bir kuş. Merakımı yenemiyorum. Heyecanlanıyorum. Geçmişten haber var mı?" (s. 59)

İyi okumalar...

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

18 Mart 2013 Pazartesi

Bencilliği gözünü karartmış olanlara

"Kuşkulanmaktan korkmayana
bıkıp usanmadan ve ölüm tehlikesine
aldırmadan nedenleri arayana
hayat verme ya da bunu geri çevirme
bilmecesini kendi kendine sorana
bu kitap bir kadın tarafından
tüm kadınlara adanmıştır."

diyor Oriana Fallaci, Doğmamış Çocuğa Mektup kitabının başında. Kitabın tek katılmadığım kısmı bu kısım. Bir annenin hamile kaldığını öğrenmesiyle (belki de hissetmesiyle demeliyim) başlar kitap. Babası “baba” sıfatını hak etmeyen sorumsuz insanın teki. Hatta annesinin kocası bile değil. Bir annenin çocuğuyla konuşmaya başlaması sandığımızdan çok daha erken dönemlere rastlıyor.

Kitabı herkes feminist bir kitap zannetse de ben feministlikten çok uzak bir kitap olduğunu düşünüyorum. Anne kız çocuğu annesi değil, erkek çocuğu annesi de değil. O sadece bir anne ve çocuğunun güvenli yatağından çıkınca başına gelecek insanları, olayları, kötülükleri anlatıyor. Evet, Tanrının neden sürekli erkek olarak düşünüldüğünden yakınıyor. İsa’nın Tanrının oğlu olduğu kadar Meryem’in de oğlu olduğunu ve buna da önem verilmesi gerektiğini savunuyor. Bunlara dayanarak feminist demek çok zor. Çünkü zaten Tanrıya da inanmıyor. Bir çocuğu dünyaya getirip getirmemekle ilgili kararı kendi verdiği için bile bencil olduğunu düşünüyor.

O sadece bir anne. Ve dünyadaki acıların hiçyokluktan daha iyi olduğuna karar verip çocuğunu var etmeye çalışan bir kadın. O yüzden bence bu kitap sadece kadınlara değil, karşısındakine baktığında bile kendi bencilliğinin ardını göremeyen tüm insanlara adanmalıydı.

Bencilliğinizin buğulandırdığı her şeyi netleştirmesi dileğiyle.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

*Yağız Gönüler'in kitapla ilgili söylediklerine de kulak vermek lazım:
ruhunakitap.blogspot.com/2012/11/erken-bir-konusma.html

"Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?"
-Buradayız Usta!

Bugüne kadar "Ruhuna Kitap" için yazdığım Oğuz Atay kitaplarında "eleştirmenlik" mesafesini hep korumaya çalıştım. Fakat belki de tamamlayamadığı bir kitap olduğu için Eylembilim'de aynı mesafeyi koruyamayacağım. Okurken sesini duyduğum bir yazarı üçüncü göz olarak anlatamayacağım. Bu nedenle Cevat Çapan'ın mektubundan cesaret alıp affınıza sığınarak Oğuz Atay'a yazdığım mektubu paylaşmak istedim.

Sevgili Üstad,

Bu "Sevgili" kelimesinden sonra gelen sıfat hakkında senin de sorunların olduğunu biliyorum. O yüzden üzerinde çok da düşünmedim. Senin bile içinden çıkamadığın bir mesele hakkında ahkam kesmek kimsenin haddine düşmez.

"Kitaplarını bir çırpıda okuyoruz" klişesini sana yöneltmek büyük bir saygısızlık olurdu. Her insanın hayatında senin kitaplarını okuması gereken dönemler var. Zamanını sen belirliyorsun. Nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama tek bir kelimen bile "hayır daha bu kitabı okumaya hazır değilim" cümlesini kurdurtuyor insana.

"Ben buradayım sevgili okur. Sen neredesin?" demiştin ya, buradayız. Şimdi gençlerin (çoğu zaman beğenmediğin) ellerinde kitaplarını görsen mutlu olur muydun bilmiyorum. Popüler kültürden olsa gerek herkes "Tutunamayanlar"ı kütüphanesine özenle yerleştirir oldu. Aslında elimizden geleni yaptık o etikete dahil olmaman için, ama başaramadık galiba. Evet, hâlâ senin dönemindekiler kadar başarısızız. Sen gençlerin ve aydınların Doğu Batı karmaşasından şikayetçiydin ya, şimdiki halimizi görsen kim bilir ne kadar çok dalga geçerdin bizimle.

Mesela Twitter ve Facebook diye iki saçmalık var hayatımızda. Hatta senin özenle yazdıkların bazen oralarda tırnak içinde yazılıp beğeniliyor (Evet artık bir şeyi beğenmek de çok kolay). Daha da kötüsü
bazen ismin bile geçmiyor altlarında. Sen olsan kızmazdın, sadece dalga geçerdin. Ne de olsa insan dediğin "x" tir değil mi ustam? X dediğin de sürekli değişen  bir varlık.
Eylembilim kitabının başında Cevat Çapan senin çok alay ettiğin bir şey yapmış: kitabına önsöz yazmış. Ama hiç aklın bu tarafta kalmasın, sana yakışır bir önsöz olmuş.

Kitabında Server Gözbudak aracılığıyla yine çok şey anlatmışsın bize. O bahsettiğin masalarda konuşup ellerini bile havaya kaldırmadan ülkeyi kurtarmaya çalışan aydınlar var ya, hâlâ ölmediler. "-izm" maskesinin arkasına saklanıp kafeslerde yaşayanlar da yaşıyor (Ölümün seni bulup onların türüne kıyak yapması hiç adil değil.). Basmakalıp kavramlar da yaşamımızın her yerinde bizimle. Ama bir fark var: artık masalarda göstermiyoruz kendimizi, kurullarda, toplantılarda kurtarılmıyor ülke. Klavyelerimizle hallediyoruz o işi.

"İnsan genel bir isimdir, çeşitli şartlar altında, çeşitli bireyleri ifade etmek için kullanılabilir. Ona "insan" yerine mesela "X" de diyebiliriz." demişsin ya artık biz insanın ne olduğunu bile düşünmüyoruz galiba. Ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim. Ben de bazen unutuyorum söylediklerini. O yüzden her yaşıma bir kitabını saklıyorum. Eylembilim romanınla yine hatırlattın unuttuklarımızı.

Okuyanlara iyi geliyorsun. Bizi sarsıp kendimize getiriyorsun. Bazen de haddimizi bildiriyorsun.

Bu kitabın her sayfasında yine utandım kendimden, etrafımdakilerden. Umut verdin sesinle. Teşekkür ederiz. Bize bizi hatırlattığın için teşekkür ederiz.

İyi ki varsın usta. Sırf sen aramızdan geçtiğin için insanlığa daha az kin besliyoruz.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

15 Mart 2013 Cuma

Şiirde insanı aramak veya insanı şiirde bulmak

Beyazperde hayatın içinden çıktığı zaman insanın yüreğine daha fazla etki ediyor. Bu minvalde bazı kitaplar filmlere uyarlandığında sırıtabilirken, bazı filmler de kitaplardan feyiz aldığında daha sarsıcı olabiliyor. Kurtlar Vadisi, bir dönem yakın tarihimize yönelik kitapların okuma oranını artırmıştı. Başka bir gerçek ise Muhteşem Yüzyıl'ın Osmanlı tarihine yönelik ilgiyi artırması. Neticede insanlar merak ediyor, daha fazlasını öğrenmek istiyor. Bilgi kirliliğinden arınabildikçe, yapılan okumalar gerek kısa dönemde gerekse uzun dönemde fayda sağlayacaktır. Bir Yılmaz Erdoğan yapımı olan Kelebeğin Rüyası'nda, Muzaffer Tayyip Uslu (1922, İstanbul - 1946, Zonguldak) ve Rüştü Onur'u (1920 - 1942), hocaları Behçet Necatigil'i, az da olsa yakından tanıma imkanı bulmuştuk. 

Muzaffer Tayyip Uslu'nun, kendisi gibi veremden ölen arkadaşı Rüştü Onur'la birlikte Varlık, Kara Elmas, Değirmen gibi dergilerde ve Ocak gazetesinde şiirleri yayımlandı. Şüphe yok ki o dönemin başarılı genç şairleri arasında isimleri zikrediliyor.

Tayyip Uslu'nun şiirlerinde Orhan Veli ve Oktay Rifat etkisi ile acıyı zaman zaman duygusal, zaman zaman da alaycı ama incelikli işlemesi, sıkıntısının "derin" olmasının vesilesi. Buna, kötü ama hakiki olan hastalığını ve bitmek bilmez ekonomik sıkıntısını da eklemek gerekir.

"Önce öksürüverdim
Öksürüverdim hafiften,
Derken ağzımdan kan geldi
Bir ikindi üstü durup dururken

Meseleyi o saat anladım
Anladım ama, iş işten geçmişola
Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzel hâlâ."


Kan adlı şiirinde -ki Turgut Uyar'ın en sevdiği şiirler arasındadır- tıpkı Behçet Necatigil'in dediği gibi "yaşamındaki acılara rağmen, gizli bir üzgünlük içinde yaşamanın güzelliğini" yazmıştır Muzaffer Tayyip Uslu. Tertemiz bir dili vardır ve dergilerde şiire dair yazdığı yazılarında da tıpkı dönem şairleri gibi temiz dili, gösterişsizliği ve dürüstlüğü savunur. "Şiir bilmece değildir" der.

"Niçin ağacı ağaç, bulutu bulut ve denizi deniz olarak seyretmiyelim? Niçin çiçek açmış canım erik ağacını ciğeri beş para etmez bir teşbih uğruna feda edelim? Şair harcıâlem şeylere teşbih ve mecazlarla lâyık olmadığı bir değeri vermek için çabalıyan bir sahtekâr değil, bulanık düşünceleri berraklaştıran hakikat arayıcısıdır."

Sadece hakikati değil, 1943 yılında Ocak gazetesindeki yazısındaki gibi insanı da arar Muzaffer Tayyip Uslu. Bu konuda oldukça hassas ve inatçıdır.

"Şiirde insanı aramak mürteci kafalı şovenlerin yaygaralarına ve terbiyesizce saldırmalarına kulak asmıyarak sırf Türk edebiyatının selâmeti için insanı aramak... İşte genç Türk şairlerinin parolası."

"Şimdilik", Yapı Kredi Yayınları tarafından Şubat 2013'te yayımlandı, 1 ay sonrasında 2. baskısını yaptı. Bunu şaşırmak yerine bu yazıdaki ilk paragrafı okuyabilir, belki bu fakire hak verebilirsiniz. Kitapta Muzaffer Tayyip Uslu'nun kitaplaşmış tüm şiirleri dışında ek bölümünde, kitaplaşmamış şiirlerini ve yazılarını bulabilirsiniz. Bu yazıların arasında öyle bir yazı var ki, bugün hâlâ kıymetini bilemediğimiz dostlukların ve dostların belki kıymetini bizlere yeniden anlatabilir. Rüştü Onur için yazılmıştır bu yazı...

"Rüştü ölmüş... Demek ben artık, Rüştü gelirse; şöyle yaparız, böyle yaparız, diye hülyalara dalamıyacağım... Demek artık, bu şehrin caddelerinde dolaştığımız ve yeni yazdığımız şiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, ağacı ağaç, denizi deniz olarak seyrettiğimiz saatler, sırf şiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hâtıra oldu. Rüştü ölmüş... Ve ben daha şimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük şehirde yalnızlığımı hissetmeye başladım."

Siz hazır yutkunmuşken, bir de "Rüştü'den Gelen Mektup" adlı şiire bakalım.

"Söyle sarı saçlı daktiloya
Ben yokum artık
Vefasız dostlara hatırlat
Kimseye kalmaz o dünya."

Son olarak, daima insanı arayan ve bunu sade bir şekilde söyleyen, şiir yolu Yunus Emre'den de geçmiş, çaresiz bir hastalığın mağlubu olmuş şairin hakkını, Andre Gide'ın "Sanatkâr güzel odalar yapsın, okuyucu ona kiracı bulur" sözüyle teslim edelim.

Yağız Gönüler