Kişver, Farsça kökenli bir kelime. Ülke, memleket, iklim anlamlarına geliyor. Hüsrev'in kelime anlamı ise padişah, hükümdar. Hüsrev Hatemi'nin, "Benim şiir ülkemin en kuzeyi olan yaşlılık şiirler ile en güneydeki gençlik şiirleri, bu ülkenin kuzey ve güney kıyılarını çizmiş oldu" sözü, kitap hakkında yazmış olduğu hakikatli bir özet.
Kitabın hemen girişindeki tanıtım bâbındaki yazıda, hem Hatemi'yi hem de şiirlerini yakından tanıma imkanı buluyoruz. Bu farklı bir deneyim, zira şiirleri okumadan önce o şiirlerin hikâyesini az da olsa okumak heyecan verici.
Kişver'in bana göre en farklı tarafı, bir şairin hem ilk hem de son şiirlerini barındırması. Bu fikre kapılmasını Hüsrev Hatemi şöyle açıklıyor:
"İlk şiirlerimdeki ana çizgileri, 1968'den başlayarak bu kitaptaki son şiirlerimde de görebilirsiniz. Çünkü, övünmek gibi olmasın ama ben bağlandıklarımı kolay bırakamam. Feriköy yıllarımdan beri Kelime-i Şahadete bağlandım, örnek bir Müslüman olamadan bağlılığımı sürdürdüm."
Hüsrev Hatemi'nin şiirlerinde incelik, empati ve geçmiş zaman haberciliği var. Dolayısıyla bitirirken tadı damağınızda kalıyor.
"Oyun olsun diye yaşanır mı bunca acı?
Ah Dünya sen, başımın tâcı
Özellikle tâc-ı serim İstanbul,
Söyleyin boşuna değil bu acılar,
İlerde kesin bir yargı günü var."
Büyük ustaların kitaplarını önermekte hem kendini bilmezlik hem de kendini bilmek vardır. Bu ikisi arasında gidip gelirken yazı ortaya çıkıyor. Kişver'de o kadar güzel dizeler var ki, okuduktan sonra Hüsrev Hatemi'ye telefon açıp "Hocam ne olur 5-10 dakika muhabbet edelim" diyesiniz geliyor. Öyle bir dil, öyle bir üslup.
"Ne zaman kafesin içine süzülsem,
Kafes benden dışarı süzülüyor..."
Dergah Yayınları tarafından 2011 yılının ekim ayında bizi selamlayan Kişver, Hatemi'nin son kitabı olma özelliğini de taşıyor. Kapağından dizgisine, kitabın giriş yazısından şiir sıralamasına kadar kağıtlar incelik kokuyor. Bu incelik kitabın sonunda bizi Yunus Emre'ye kadar götürüyor.
"Hüsrev arıtıp dili,
Döndür Yunus'a yolu,
O'nun sözleri ölü,
Canlar için bengisu."
Kitaptaki son şiir olan İkbal Gazeli, 1962 yılında İslam Mecmuası'nda yayınlanmış, 1963'te aynı dergiden ödül almış. Göztepe'de 1962 yılında yazılmış. İki dizesini paylaşıp suskunluğa bürünmek boynumuzun borcu.
"Gönül yeter direnip durduğun kemâle yürü
O, ehl-i aşka tecelli eden Cemâle yürü."
İşte böyle.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
7 Mart 2013 Perşembe
1 Mart 2013 Cuma
Aklıyla kalbinin, hâliyle sözünün, teslimiyetle vehminin arasında kalanlara
Bir isim yaradılanı hayata katan. Bazen saltanatı bazen de ölümü olan. Yetmiyor isme sahip olmak, önemli olan onda vücut bulup taşımak. Varlığı da yokluğu da İsimle Ateş Arasında kalan. Taşıyamayınca ateşe düşüp, yakıp kavuran.
"İsim hayattan evveldi. İsim sebepti. İsim her şeydi."
"Çalıntı bir isim ile girdim onun hayatına. Ben artık yeni bir isim, yeni bir isim olduğuma bakılırsa yeni bir hayattım. Esame bir kağıt parçasıydı nihayetinde. Dokundum. İçim titredi. Kaderimin onda yazılı olduğunu o vakit nereden bilecektim?.."
"Bir isim, bazen insanı nerelere kadar getiriyordu!.."
Bir yeniçerinin esamesiyle yeni bir hayata başlamak isterken ateşe düşen Numan, Numan’ı ateşe düşüren Nihade ve Numan’ı bu ateşten kendisi bile koruyamayan kızı Nur’un çevresinde örülmeye başlanan bir hikâye. Tıpkı Nihade’nin usulca saçlarını ördüğü gibi…
Onun siyah saçlarının karanlığında gün be gün kaybolurken Numan, kızı Nur’un ışığını da kaybediyor. Aşk ise buhur dükkânının kokuları arasında gittikçe büyüyor.
Aşık, maşuk, koku.
"Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa. Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belasız kurtulmanın imkânı yoktu."
"Onu gördüğüm o ile göremediğim o arasındaki uçurumları hesaba katmayarak sevdim."
"Kelâmın taşımaya güç yetiremediği tek şeydi koku. Kelâma yüklenemediği için haldi koku."
Diğer tarafta bir ismin saltanatını yüklenen padişahlar, padişahlarına büyük bir aşkla bağlanırken tüm yaşamları tek bir esameye bağlı yeniçeriler, saltanatı layıkıyla sürdürmeyi bekleyen şehzadeler. Asırlar içinde tam bir daireye dönüşen düzen garip bir şekilde geriye gitmeye başlıyor, padişah merkeze çekilip daire küçüldükçe yeniçerile dairenin dışında kalıyor.Şehzade iyi padişah olamıyor, yeniçeri ocağı bozuluyor, padişah kendi ordusunu yok ediyor. Bir mazurlar ve mağdurlar imparatorluğu. Koca bir imparatorluğun, hikâyesi kendi ağızlarından anlatılıyor. Okur padişahın da, yeniçerinin de insanı duygularına, zaaflarına tanıklık ediyor.
İktidar, savaş, yangın.
Bir de hiç görünmeden romanın asıl kahramanı olmayı başaranlar; Kanuni ve Mansur. Biri “Muhteşem”liğiyle sınırları zorlayan, diğeri o muhteşem dairenin sınırlarının dışında kalan. İsimlerinin gücüyle varlıkları daima hissediliyor. İsimleri varlıkların beyanındadır çünkü...
"Yükseliş, gerileme, yok oluş."
"Yitirecek hiçbir şeyi kalmamış olanlara mahsus baş eğişle baş eğdim. Acıyan yerlerimin daha az acıyacağına dair ümidimi tümden yitirdim. Kaçmadım artık yaralarımdan. Yanarak var olmayı kabullenmekle sönerek yok olmak arasında yapılacak seçimden ibaretti bütün hikâye."
Yazıcı (Nazan Bekiroğlu) ilk aşk tasvirlerini İsimle Ateş Arasında yapıyor. Kalemiyle kağıt üzerinde ilk bu romanıyla yangınlar çıkarıyor. İçinden şiirsiz geçilemeyecek cümlelerini burada kurmaya başlıyor. Hazmetmesi zor, kitap elde elde asılı, ruh bedende boşlukta... Aklıyla kalbinin, hâliyle sözünün, teslimiyetle vehminin arasında kalanlara...
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
"İsim hayattan evveldi. İsim sebepti. İsim her şeydi."
"Çalıntı bir isim ile girdim onun hayatına. Ben artık yeni bir isim, yeni bir isim olduğuma bakılırsa yeni bir hayattım. Esame bir kağıt parçasıydı nihayetinde. Dokundum. İçim titredi. Kaderimin onda yazılı olduğunu o vakit nereden bilecektim?.."
"Bir isim, bazen insanı nerelere kadar getiriyordu!.."
Bir yeniçerinin esamesiyle yeni bir hayata başlamak isterken ateşe düşen Numan, Numan’ı ateşe düşüren Nihade ve Numan’ı bu ateşten kendisi bile koruyamayan kızı Nur’un çevresinde örülmeye başlanan bir hikâye. Tıpkı Nihade’nin usulca saçlarını ördüğü gibi…
Onun siyah saçlarının karanlığında gün be gün kaybolurken Numan, kızı Nur’un ışığını da kaybediyor. Aşk ise buhur dükkânının kokuları arasında gittikçe büyüyor.
Aşık, maşuk, koku.
"Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa. Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belasız kurtulmanın imkânı yoktu."
"Onu gördüğüm o ile göremediğim o arasındaki uçurumları hesaba katmayarak sevdim."
"Kelâmın taşımaya güç yetiremediği tek şeydi koku. Kelâma yüklenemediği için haldi koku."
Diğer tarafta bir ismin saltanatını yüklenen padişahlar, padişahlarına büyük bir aşkla bağlanırken tüm yaşamları tek bir esameye bağlı yeniçeriler, saltanatı layıkıyla sürdürmeyi bekleyen şehzadeler. Asırlar içinde tam bir daireye dönüşen düzen garip bir şekilde geriye gitmeye başlıyor, padişah merkeze çekilip daire küçüldükçe yeniçerile dairenin dışında kalıyor.Şehzade iyi padişah olamıyor, yeniçeri ocağı bozuluyor, padişah kendi ordusunu yok ediyor. Bir mazurlar ve mağdurlar imparatorluğu. Koca bir imparatorluğun, hikâyesi kendi ağızlarından anlatılıyor. Okur padişahın da, yeniçerinin de insanı duygularına, zaaflarına tanıklık ediyor.
İktidar, savaş, yangın.
Bir de hiç görünmeden romanın asıl kahramanı olmayı başaranlar; Kanuni ve Mansur. Biri “Muhteşem”liğiyle sınırları zorlayan, diğeri o muhteşem dairenin sınırlarının dışında kalan. İsimlerinin gücüyle varlıkları daima hissediliyor. İsimleri varlıkların beyanındadır çünkü...
"Yükseliş, gerileme, yok oluş."
"Yitirecek hiçbir şeyi kalmamış olanlara mahsus baş eğişle baş eğdim. Acıyan yerlerimin daha az acıyacağına dair ümidimi tümden yitirdim. Kaçmadım artık yaralarımdan. Yanarak var olmayı kabullenmekle sönerek yok olmak arasında yapılacak seçimden ibaretti bütün hikâye."
Yazıcı (Nazan Bekiroğlu) ilk aşk tasvirlerini İsimle Ateş Arasında yapıyor. Kalemiyle kağıt üzerinde ilk bu romanıyla yangınlar çıkarıyor. İçinden şiirsiz geçilemeyecek cümlelerini burada kurmaya başlıyor. Hazmetmesi zor, kitap elde elde asılı, ruh bedende boşlukta... Aklıyla kalbinin, hâliyle sözünün, teslimiyetle vehminin arasında kalanlara...
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
27 Şubat 2013 Çarşamba
Bir zihin açıcı olarak İsmet Özel
1944 yılında Söke'li bir polis memurunun altıncı oğlu olarak Kayseri'de doğan İsmet Özel, memleketimizin hem şiir hem de fikir alanında namlusu her daim sıcak bir silah gibi. Fikirlerini kurşun, şiirlerini yara olarak kabul edersek, belki canımızı kurtarabiliriz. Kalemini bir yakın dövüş ustası gibi sert kullanan İsmet Özel'in hem şiirlerinin hem de fikriyâta dayalı yazılarının kafa kurcalayan bir yapısı olduğu kadar, kafa açıcı bir tarafı olduğu da, bu ülkenin başkentinin Ankara olması kadar hakikatli bir durumdur.
"Itrî dinlemekten sıkılan bir adamın Süleymaniye'nin mimarisinden tad alabileceğini mümkün sayamayız. Hâfız Post'a yaklaşamamış olan birisi Doğu medeniyetinin (daha da daraltalım: Osmanlı Medeniyetinin) övgüsünü yapıyorsa ne yaptığından habersiz bir kimsedir şüphesiz."
"Zor Zamanda Konuşmak", ilk baskısı 1984 yılının ocak ayında Çıdam Yayınları tarafından yapılmış bir fikriyât kitabı. Bendeki, 1990 yılının mart ayında yapılan ve bir sahafta bulup aldığım 4. baskısı.
İlginçtir, ilk sayfasında arapça "Bismillahirrahmanirrahim" yazılmış. Ya okuyan bunu yazdı ya da kitabı İsmet Özel bu şekilde imzaladı. Bilmek isterdim, bilmiyorum.
Bu kitap İsmet Özel'in gazete yazılarından oluşuyor dersem çok yavan olur, izah etmek isterim. Bu kitap bir denemeler kitabıdır. Doğu ile batı sorunsallarının karşılaştırmalarından tutun da, bireyin tavrı, aydının zihin yapısı, şu anda yaşadığımız güncel veya geçmiş, gerek konuşma gerekse ifade etme sıkıntılarının sebepleri, müthiş akıcı bir üslupla yazılan önermelerle okuyucunun önüne seriliyor.
İlginçtir, ilk sayfasında arapça "Bismillahirrahmanirrahim" yazılmış. Ya okuyan bunu yazdı ya da kitabı İsmet Özel bu şekilde imzaladı. Bilmek isterdim, bilmiyorum.
Bu kitap İsmet Özel'in gazete yazılarından oluşuyor dersem çok yavan olur, izah etmek isterim. Bu kitap bir denemeler kitabıdır. Doğu ile batı sorunsallarının karşılaştırmalarından tutun da, bireyin tavrı, aydının zihin yapısı, şu anda yaşadığımız güncel veya geçmiş, gerek konuşma gerekse ifade etme sıkıntılarının sebepleri, müthiş akıcı bir üslupla yazılan önermelerle okuyucunun önüne seriliyor.
"Basit gözlemlerle anlaşılacaktır ki, insanın bağlı olduğu ahenk hangi seviyede ise o insanın düşünme seviyesi de aynı seviye çevresindedir. Bağlı olduğu ahenk dolmuş şarkıları, gazino müziği seviyesinde olan insan dünyayı aynı seviyeden kavrayabilir. Ahengi bayağılaşmış olan millet düşüncesinin yeniden ele geçirilmesi gerektiği düşüncesine ulaşmakta bile güçlük çekecektir. Türkiye'de arabeskin zaferi ile bankerlerin zaferi birbirine paraleldir."
Görüşlerine ister katılın ister katılmayın, İsmet Özel'in zihin açma konusunda öyle bir üstünlüğü vardır ki her yeni veya eski kitabında bunu kesif biçimde fark edersiniz. Kitabı okurken bazen yorulabilirsiniz, sakın okumaktan vazgeçmeyin. Gerçekten kaybınız olur. Çünkü bundan tam 29 yıl önce yazılmış bir kitabın nasıl olur da hala güncel meselelere ışık tutabildiğine hayretli gözlerle ve meraklı zihninizle şahit olacaksınız. Bir el fenerinin pili bitebilir, ama bu, aydınlatma özelliğini yitirdiği anlamına gelmez.
"Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınıflandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır... Eğer okuyucu yazardan okuyucunun istediği türde ve düzeyde bir metin bekliyorsa, aslında o yazıyı okumuyor, teftiş ediyordur."
"Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınıflandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır... Eğer okuyucu yazardan okuyucunun istediği türde ve düzeyde bir metin bekliyorsa, aslında o yazıyı okumuyor, teftiş ediyordur."
Meselenin ve kitabın özü şu ki; İsmet Özel okumak bu vatan toprakları için de, bu vatan topraklarında kitap okuyan insanlar için de nimettir. Dolayısıyla kitap için "okumaya değer" dersem terbiyesizlik yaparım. Okunması gerek(t)ir, okuyun. Bir zihne sahip olduğunuzun farkına varmak için, tahayyül gücünüzü artırmak için, nitelikli bir üslubun tadına varmak için okuyun.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
25 Şubat 2013 Pazartesi
İsmet Özel'i anlamak isteyenler için kılavuz
"Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi, "ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın" gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapiste yattı. Kendisinden ondört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson, telâşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşanın cereyan ettiği anlatılır:
- Henry, neden buradasın?
- Waldo, sen neden burada değilsin?"
Kitaptan aktardığım iki dava arkadaşının şu kinaye yüklü konuşmasına bakılırsa öncelikle okunması gereken kitapların İsmet Özel’in Henry, Sen Neden Buradasın 1-2 olduğu düşünülebilir. Ancak hem yazarın Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabını daha önce yazdığı hem de kendisine şu tür soruların yöneltildiği düşünülünce ilk olarak bu kitabın okunması daha yerinde olacaktır:
İsmet Özel neden Mülkiye’de sosyalist öğrencilerden müteşekkil Fikir Kulübüne üye oldu?
Mülkiye’yi neden bıraktı?
Neden İşçi Partisi’ne üye oldu?
Neden Deniz Gezmiş ve arkadaşları asılmasın diye başlatılan imza kampanyasını destekledi?
Neden İslâmcı oldu?
Neden Türkçü oldu?
Bu ve benzeri soruların tümü "Henry, sen neden buradasın?" babındadır. İsmet Özel kitaba "Waldo, Sen Neden Burada Değilsin" ismini vererek kendisine yöneltilen onca "İsmet Özel, neden oradasın" sorusuna adeta cevap vermiş ve biz okuyuculara "siz neden oradasınız?" diye sorarak düşünce dünyamıza bir kama sokmak ve mütecessis tarafımızı uyandırmak istemiştir.
Yukarıda sorulan soruların cevapları birleştirildiği takdirde bir İsmet Özel masalı oluşturulmuş olur. İsmet Özel de zaten bu kitabı kendisi üzerine kurulan bir masalı yıkmak istediği için yazdığını söyler:
"Herkes kendi masalını yıkmalıdır. Ben burada kendi masalımı yıkmaya çabalayacağım. Bunu başarabilirsem hem kendi insanlığım karşısında sahip olduğum sorumluluğun gereğini yerine getirebileceğime hem de başkalarıyla insanca ilişkiler kurmanın zeminine katkıda bulunabileceğime inanıyorum. Benim bu çabamı izleme zahmetine katlanan kişilerin (belki dostların) de kendileri hakkında uydurulmuş masalları yok etme yolunu benimseyeceklerini umuyorum."
İsmet Özel’in masalı ise kısaca şöyledir:
"Bir varmış bir yokmuş. Bir şair İsmet Özel varmış. İyi şiirler yazarmış. Nasıl olmuşsa bu İsmet bir gün komünist olmuş. Derken efendim, bir komünist olarak da iyi şiirler yazmayı başarmış ve hatta böylelikle yıldızı parlamış. Gel zaman git zaman, İsmet Özel’in duyguları, düşünceleri, inançları değişmiş (masalın her varyasyonunda bu değişmenin sebepleri muhtelif) ve Müslümanlığı bir hayat yolu olarak benimsemiş. Ama işe bakın ki adam iyi şiirler yazmaya devam etmiş. Eh, o erdiyse muradına, biz de çıkabiliriz kerevetine."
Her masalın gerçeklik tarafı vardır. Yoksa bir masalın içinde olduğumuzu anlayamayız. Biliyoruz ki gecenin varlığı gündüzün varlığı ile mümkündür. Bu masalın gerçeklik tarafı ise İsmet Özel’in her zaman iyi şiirler yazıyor oluşudur. "Bir şairin düşünce dünyasındaki değişmeleri en iyi şiirlerinden anlayamaz mıyız?" diye bir soru sorabilirsiniz. İsmet Özel de bu soruyu soracağımızı bildiği için bize bir yol çizmiş, masalları yıkmak için:
"Eğer şiir anlatılamayan bir şeyin anlaşılır kılınmasında bir görev üstlenmişse, Kötü Şiirler’den başlayarak yazdıklarım tarih sırasıyla, yani Sevgilime İftira (hayata iftira demektir bu), Kanla Kirlenmiş Evrak, Karlı Bir Gece Vakti, Propaganda, Tahrik, Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü, Esenlik Bildirisi, Amentü sırası gözetilerek okunursa yaşadığım geçiş sürecinin işaretleri fark edilebilir."
Ben illaki İsmet Özel ne demek istiyor anlayalım demiyorum. Ancak üzerine konuşulmasın diye hep bir kenara itilmeye çalışılan ancak, şairin bunun için özel bir gayreti de olmamasına rağmen, hep göz önünde bulunan İsmet Özel’in ne demek istediğini anlamamız belki kişisel olarak problemlerimize çözüm üretmeyebilir (sonuçta kaçımız şair hastalığından muzdaribiz?) ancak meselelere bakarken beynimizin kullanılmamaktan ve havalandırılmamaktan rutubetlenmiş ve örümcek ağları ile dolmuş arterlerinin açılması bakımından faydalı olur. Uzun lafın kısası, İsmet Özel cins bir kafadır, okuyucunun kafasını açar ve bu kitabında da neden kafa açtığını anlatmaktadır. Mademki bir masaldan uyanmanın en kolay yolu uyanmaktır, herkesin diline pelesenk olan İsmet Özel masalından uyanmanın yolu da bu kitabı okumaktır.
Muhammed Faruk Özcan
- Henry, neden buradasın?
- Waldo, sen neden burada değilsin?"
Kitaptan aktardığım iki dava arkadaşının şu kinaye yüklü konuşmasına bakılırsa öncelikle okunması gereken kitapların İsmet Özel’in Henry, Sen Neden Buradasın 1-2 olduğu düşünülebilir. Ancak hem yazarın Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabını daha önce yazdığı hem de kendisine şu tür soruların yöneltildiği düşünülünce ilk olarak bu kitabın okunması daha yerinde olacaktır:
İsmet Özel neden Mülkiye’de sosyalist öğrencilerden müteşekkil Fikir Kulübüne üye oldu?
Mülkiye’yi neden bıraktı?
Neden İşçi Partisi’ne üye oldu?
Neden Deniz Gezmiş ve arkadaşları asılmasın diye başlatılan imza kampanyasını destekledi?
Neden İslâmcı oldu?
Neden Türkçü oldu?
Bu ve benzeri soruların tümü "Henry, sen neden buradasın?" babındadır. İsmet Özel kitaba "Waldo, Sen Neden Burada Değilsin" ismini vererek kendisine yöneltilen onca "İsmet Özel, neden oradasın" sorusuna adeta cevap vermiş ve biz okuyuculara "siz neden oradasınız?" diye sorarak düşünce dünyamıza bir kama sokmak ve mütecessis tarafımızı uyandırmak istemiştir.
Yukarıda sorulan soruların cevapları birleştirildiği takdirde bir İsmet Özel masalı oluşturulmuş olur. İsmet Özel de zaten bu kitabı kendisi üzerine kurulan bir masalı yıkmak istediği için yazdığını söyler:
"Herkes kendi masalını yıkmalıdır. Ben burada kendi masalımı yıkmaya çabalayacağım. Bunu başarabilirsem hem kendi insanlığım karşısında sahip olduğum sorumluluğun gereğini yerine getirebileceğime hem de başkalarıyla insanca ilişkiler kurmanın zeminine katkıda bulunabileceğime inanıyorum. Benim bu çabamı izleme zahmetine katlanan kişilerin (belki dostların) de kendileri hakkında uydurulmuş masalları yok etme yolunu benimseyeceklerini umuyorum."
İsmet Özel’in masalı ise kısaca şöyledir:
"Bir varmış bir yokmuş. Bir şair İsmet Özel varmış. İyi şiirler yazarmış. Nasıl olmuşsa bu İsmet bir gün komünist olmuş. Derken efendim, bir komünist olarak da iyi şiirler yazmayı başarmış ve hatta böylelikle yıldızı parlamış. Gel zaman git zaman, İsmet Özel’in duyguları, düşünceleri, inançları değişmiş (masalın her varyasyonunda bu değişmenin sebepleri muhtelif) ve Müslümanlığı bir hayat yolu olarak benimsemiş. Ama işe bakın ki adam iyi şiirler yazmaya devam etmiş. Eh, o erdiyse muradına, biz de çıkabiliriz kerevetine."
Her masalın gerçeklik tarafı vardır. Yoksa bir masalın içinde olduğumuzu anlayamayız. Biliyoruz ki gecenin varlığı gündüzün varlığı ile mümkündür. Bu masalın gerçeklik tarafı ise İsmet Özel’in her zaman iyi şiirler yazıyor oluşudur. "Bir şairin düşünce dünyasındaki değişmeleri en iyi şiirlerinden anlayamaz mıyız?" diye bir soru sorabilirsiniz. İsmet Özel de bu soruyu soracağımızı bildiği için bize bir yol çizmiş, masalları yıkmak için:
"Eğer şiir anlatılamayan bir şeyin anlaşılır kılınmasında bir görev üstlenmişse, Kötü Şiirler’den başlayarak yazdıklarım tarih sırasıyla, yani Sevgilime İftira (hayata iftira demektir bu), Kanla Kirlenmiş Evrak, Karlı Bir Gece Vakti, Propaganda, Tahrik, Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü, Esenlik Bildirisi, Amentü sırası gözetilerek okunursa yaşadığım geçiş sürecinin işaretleri fark edilebilir."
Ben illaki İsmet Özel ne demek istiyor anlayalım demiyorum. Ancak üzerine konuşulmasın diye hep bir kenara itilmeye çalışılan ancak, şairin bunun için özel bir gayreti de olmamasına rağmen, hep göz önünde bulunan İsmet Özel’in ne demek istediğini anlamamız belki kişisel olarak problemlerimize çözüm üretmeyebilir (sonuçta kaçımız şair hastalığından muzdaribiz?) ancak meselelere bakarken beynimizin kullanılmamaktan ve havalandırılmamaktan rutubetlenmiş ve örümcek ağları ile dolmuş arterlerinin açılması bakımından faydalı olur. Uzun lafın kısası, İsmet Özel cins bir kafadır, okuyucunun kafasını açar ve bu kitabında da neden kafa açtığını anlatmaktadır. Mademki bir masaldan uyanmanın en kolay yolu uyanmaktır, herkesin diline pelesenk olan İsmet Özel masalından uyanmanın yolu da bu kitabı okumaktır.
Muhammed Faruk Özcan
Acil neşe ihtiyaçlarında
Rahmetli dedemin evin geniş salonundaki sohbetleri, rahmetli pederiminse talebelerine sık sık verdiği vaazları, beni hep bir hikaye anlatıcısı olmaya öykündürmüştür. Mustafa Kutlu ve enfes kitapları ile bu öykünmemi içten içe tatmin etmişimdir.
Sanki ben onun kitaplarını okurken, Mustafa Kutlu, o babacan tavrıyla bir Anadolu kasabasında yanında ufak bir dere geçen uluca bir çınarın altında oturmuş hikayeyi hem yazmakta hem de bana anlatmaktadır.
Mutluluk yoktur bence hikayelerinde kalender bir neşe vardır, kahkaha değil mesela gülümseme, üzüntü değil hüzün, her neyse efendim Kutlu hikayelerinde yüreğimize dokunan parçalar var hep, okudukça sevindirik olduğumuz parçalar.
Mavi Kuş, Mustafa Kutlu’nun bahsettiğim çınarın altında yazdığı hikayelerinden biri galiba, 50’li 60’lı yılların Anadolu’sunda küçük bir kasaba ve o kasabanın insanları ana karakterleri hikayenin, bu karakterleri şehre, devlete, belki de dünyaya bağlayan istasyon ile kasaba arasında taşıma görevi yapan minibüsün hikayesi.
Minibüsün adı Mavi Kuş.
Mavi Kuş’un şoförü Deli Kenan’dan başlayan hikaye minibüsün yolcularından amerikan çiftin hikayelerine uzanıyor ve tüm yolcuları, yolda karşısına çıkanları dahi içine alıyor. Hikayelerden ufak parçalar:
Mavi Kuş’un ön koltuğunda oturan Ağa , kahyasına adab-ı muaşeret dersi veriyor: "Yavrum şimdi tankotlukta adet budur. Bayanlara çiçek verilir."
Yolculardan arkeoloji öğrencisi Gül ile şoför Deli Kenan arasında çok şey anlatan şu diyalog geçer, Kenan’ın kedisini sevme şeklini garip bulan Gül şöyle der:
"- Kediyi çok sevdiğiniz anlaşılıyor. Ama ne biçim sevgi bu. İki de bir ‘lan’ diyorsunuz.
+ Biz sevdiklerimize ara-sıra böyle deriz.
- Ya sevmediklerinize.
+ Bizim sevmediğimiz kimse yoktur. Belki gönlümüze biraz serin gelenler vardır."
Deli Kenan’ın ömürlük can yoldaşı Avcı Bilal’i anlatırken enfes sözcükler dizisi dökülür yazarın kaleminden: "Hani gülse bile gözlerinin hüznü ebedi yerinde duran bazı felek vurgunu adamlar vardır; onlardan biri."
Anadolu kasabası deyip geçtiğim yeri ise nasıl anlatmış yazar:
"O yıllarda taşra böyledir.
Küçük ve sıcak.
Yoksul ve samimi.
İçedönük ve derin."
Hikayenin hikayesini anlatmak için dil döktüm ama bunun arkasındaki gizemi yine Kutlu’ya bırakalım diyorum: Aslolan ayna camının ardına sürülen sırda. O sır olmasa kendimizi adi bir camın karşısında bulacağız ve hiçbir şey göremeyeceğiz. Sır bize bir kapı aralıyor, işte diyor sen busun.
Acil neşe ihtiyaçlarınızda en az 5-6 sayfa okuyun, karşılayacaktır ihtiyacınızı, kapının ardındaki sırrın sizi de bulması dileğiyle.
Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas
Sanki ben onun kitaplarını okurken, Mustafa Kutlu, o babacan tavrıyla bir Anadolu kasabasında yanında ufak bir dere geçen uluca bir çınarın altında oturmuş hikayeyi hem yazmakta hem de bana anlatmaktadır.
Mutluluk yoktur bence hikayelerinde kalender bir neşe vardır, kahkaha değil mesela gülümseme, üzüntü değil hüzün, her neyse efendim Kutlu hikayelerinde yüreğimize dokunan parçalar var hep, okudukça sevindirik olduğumuz parçalar.
Mavi Kuş, Mustafa Kutlu’nun bahsettiğim çınarın altında yazdığı hikayelerinden biri galiba, 50’li 60’lı yılların Anadolu’sunda küçük bir kasaba ve o kasabanın insanları ana karakterleri hikayenin, bu karakterleri şehre, devlete, belki de dünyaya bağlayan istasyon ile kasaba arasında taşıma görevi yapan minibüsün hikayesi.
Minibüsün adı Mavi Kuş.
Mavi Kuş’un şoförü Deli Kenan’dan başlayan hikaye minibüsün yolcularından amerikan çiftin hikayelerine uzanıyor ve tüm yolcuları, yolda karşısına çıkanları dahi içine alıyor. Hikayelerden ufak parçalar:
Mavi Kuş’un ön koltuğunda oturan Ağa , kahyasına adab-ı muaşeret dersi veriyor: "Yavrum şimdi tankotlukta adet budur. Bayanlara çiçek verilir."
Yolculardan arkeoloji öğrencisi Gül ile şoför Deli Kenan arasında çok şey anlatan şu diyalog geçer, Kenan’ın kedisini sevme şeklini garip bulan Gül şöyle der:
"- Kediyi çok sevdiğiniz anlaşılıyor. Ama ne biçim sevgi bu. İki de bir ‘lan’ diyorsunuz.
+ Biz sevdiklerimize ara-sıra böyle deriz.
- Ya sevmediklerinize.
+ Bizim sevmediğimiz kimse yoktur. Belki gönlümüze biraz serin gelenler vardır."
Deli Kenan’ın ömürlük can yoldaşı Avcı Bilal’i anlatırken enfes sözcükler dizisi dökülür yazarın kaleminden: "Hani gülse bile gözlerinin hüznü ebedi yerinde duran bazı felek vurgunu adamlar vardır; onlardan biri."
Anadolu kasabası deyip geçtiğim yeri ise nasıl anlatmış yazar:
"O yıllarda taşra böyledir.
Küçük ve sıcak.
Yoksul ve samimi.
İçedönük ve derin."
Hikayenin hikayesini anlatmak için dil döktüm ama bunun arkasındaki gizemi yine Kutlu’ya bırakalım diyorum: Aslolan ayna camının ardına sürülen sırda. O sır olmasa kendimizi adi bir camın karşısında bulacağız ve hiçbir şey göremeyeceğiz. Sır bize bir kapı aralıyor, işte diyor sen busun.
Acil neşe ihtiyaçlarınızda en az 5-6 sayfa okuyun, karşılayacaktır ihtiyacınızı, kapının ardındaki sırrın sizi de bulması dileğiyle.
Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas
20 Şubat 2013 Çarşamba
Delirmekten korkmak ya da korkudan delirmek isteyenlere
2009’un yavan geçen sonbahar günlerinde biz yerimizde zıp zıp zıplıyorduk. Bunun nedeni Hakan Günday’ın yeni romanının çıkacağını haber almamızdı. Adı Ziyan olan roman bir türlü gelmiyordu. Sonunda roman geldi, romanla birlikte korku da geldi, korkuyla birlikte “delirme” fikri kafamızdan aşağı boca edildi.
Marifetli kalemin sahibi kitabın arka kapak yazısında, “Aksın içlerine hayatımın zehri. Yirmi adet mermi. Muhteşem! Hepinizi geberteceğim. Ama hepinizi” diyordu. Aklımızı başımızdan alıyordu.
Takdir edersiniz ki, Azil’den sonra nasıl bir romanla karşılaşacağımızı tahmin edemiyorduk. Romanlarının birbirini izleyiş sırasında herhangi bir çıkarım yapmak mümkün olmuyordu. Zaten Günday romanlarının en büyük heyecanı da bence burada yatıyordu. Öngörülemezlik!
Azil’de bolca artistik felsefe patinajları yaptıran yazarımız, Ziyan’ın kapağında yüzümüze haykırıyordu. Başarılı bir kapaktı, çünkü okurların zihinlerinde ilk beliren düşünce “asker” oluyordu.
Doğu’da askerlik yapan bir gençle tanıştırdı bizi Günday. Sonra onun tek başına çok yalnız olduğunu düşündü ve o nöbet tutarken bir oyun arkadaşı daha çağırdı: Atatürk’e suikast girişimden yargılanarak idam edilen Ziya Hurşit. Bu beklenmedik karşılaşma beraberinde bir kamyon dolusu olaylar getirdi. Issız, soğuk ve farklı dilleri konuşan bir toplumda yaşayabilmenin, her şeye rağmen varolabilmenin mücadelesine tanık olduk.
Hakan Günday’ın roman yazmaktaki temel nedeni sorular sormaktır. O kadar çok soru işaretsiz soru sordu ki Ziyan’da, nefesler keskin bıçaklarla kesildi. Olayın kurgusu, bireyin toplum içinden toplum dışına nasıl da alelade kayabildiği gerçeğiyle örülmüştü. Peki bu durumda öfkesiz bir Hakan Günday karakteri düşünebiliyor musunuz? Mümkün değil. Askerin öfkesinin ayyuka çıktığı noktada Günday şu alıntıyla terk edilmiş bir duvar dibinde tekmeliyor insanoğlunu: “Bireyin halka duyduğu nefret daim olmalıdır.” (Georges Darien)
Romanı sadece askerlik yapan erkeklerin dramı diye düşünenler varmış. Yazık. Asker olmak burada basit bir motiftir aslında. (Tüm roman askeri bir kışlada geçse de…)
Ziyan, herkesin korku karşısındaki çaresiz delirmelerini konu ediniyor kendisine. Ziyan’daki delirmek fikri alışılmışın biraz daha dışında, Gündayca bir fikir; bıçağın kemiğe dayanmasıyla ilgili bir fikir, nefretle yoğrulmuş bir fikir. Korkmakla delirmek arasındaki dengeyi tutturan bir fikir!
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Marifetli kalemin sahibi kitabın arka kapak yazısında, “Aksın içlerine hayatımın zehri. Yirmi adet mermi. Muhteşem! Hepinizi geberteceğim. Ama hepinizi” diyordu. Aklımızı başımızdan alıyordu.
Takdir edersiniz ki, Azil’den sonra nasıl bir romanla karşılaşacağımızı tahmin edemiyorduk. Romanlarının birbirini izleyiş sırasında herhangi bir çıkarım yapmak mümkün olmuyordu. Zaten Günday romanlarının en büyük heyecanı da bence burada yatıyordu. Öngörülemezlik!
Azil’de bolca artistik felsefe patinajları yaptıran yazarımız, Ziyan’ın kapağında yüzümüze haykırıyordu. Başarılı bir kapaktı, çünkü okurların zihinlerinde ilk beliren düşünce “asker” oluyordu.
Doğu’da askerlik yapan bir gençle tanıştırdı bizi Günday. Sonra onun tek başına çok yalnız olduğunu düşündü ve o nöbet tutarken bir oyun arkadaşı daha çağırdı: Atatürk’e suikast girişimden yargılanarak idam edilen Ziya Hurşit. Bu beklenmedik karşılaşma beraberinde bir kamyon dolusu olaylar getirdi. Issız, soğuk ve farklı dilleri konuşan bir toplumda yaşayabilmenin, her şeye rağmen varolabilmenin mücadelesine tanık olduk.
Hakan Günday’ın roman yazmaktaki temel nedeni sorular sormaktır. O kadar çok soru işaretsiz soru sordu ki Ziyan’da, nefesler keskin bıçaklarla kesildi. Olayın kurgusu, bireyin toplum içinden toplum dışına nasıl da alelade kayabildiği gerçeğiyle örülmüştü. Peki bu durumda öfkesiz bir Hakan Günday karakteri düşünebiliyor musunuz? Mümkün değil. Askerin öfkesinin ayyuka çıktığı noktada Günday şu alıntıyla terk edilmiş bir duvar dibinde tekmeliyor insanoğlunu: “Bireyin halka duyduğu nefret daim olmalıdır.” (Georges Darien)
Romanı sadece askerlik yapan erkeklerin dramı diye düşünenler varmış. Yazık. Asker olmak burada basit bir motiftir aslında. (Tüm roman askeri bir kışlada geçse de…)
Ziyan, herkesin korku karşısındaki çaresiz delirmelerini konu ediniyor kendisine. Ziyan’daki delirmek fikri alışılmışın biraz daha dışında, Gündayca bir fikir; bıçağın kemiğe dayanmasıyla ilgili bir fikir, nefretle yoğrulmuş bir fikir. Korkmakla delirmek arasındaki dengeyi tutturan bir fikir!
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
16 Şubat 2013 Cumartesi
Geçdi Gâlib Dede candan yâhû
Beşir Ayvazoğlu’nun Kapı Yayınları'ndan çıkan Kuğunun Son Şarkısı kitabı Allah’ın bir lütfu olarak aynı zaman aralığında yaşayan ve her biri alanlarında mihenk taşı niteliğindeki Şeyh Gâlib, Dede Efendi ve Mustafa Râkım Efendi’yi ele almaktadır. Elbette konu Gâlib olunca III. Selim’den de bahsetmeden geçilemezdi. Kitabın Yansımalar bölümünde çeşitli şairlerin (Muallim Naci, Ziya Paşa, F. N. Çamlıbel, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç…) Hüsnü ü Aşk’tan ve Şeyh Gâlib’den etkilenerek yazdıkları şiirler yer almaktadır. Ayrıca Tanpınar’ın Huzur, Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanlarından Gâlib ile ilgili bölümler bu kitaba aktarılmış. Muallim Naci ve Ahmet Hikmet’in Gâlib ve Hüsn ü Aşk ile alâkalı yazdıkları makaleler de kitabın sonunda yer almaktadır. Son olarak 1491 Galata Mevlevîhanesi’nin kuruluşundan 1997 Yenikapı Mevlevîhanesi’nin üçüncü defa yanışına kadar geçen sürede konu ile ilgili kayda değer olayları veren kronolojik bir cetvel de kitabın sonunda yer alıyor. Adeta Şeyh Gâlib ve Hüsn ü Aşk haritası diyebileceğimiz geniş bir bibliyografya ve yine aynı genişlikte bir dizin ile kitap sona eriyor. Gâlib’i araştıracak kişilerin bu kitabı rehber olarak kullanmasını tavsiye ederim.
Efsaneye göre kuğular öleceklerini anladıkları zaman öyle bir şarkı söylerlermiş ki bu ömrü hayatları boyunca söyledikleri en güzel şarkı olurmuş. Kuğunun son şarkısı ifadesi sanatçıların verdikleri en son ve eşsiz nitelikteki eserler için de kullanılırmış. Bu anlamda Hüsn ü Aşk genel anlamda ömrünü tamamlamış bir medeniyet birikiminin son şarkısı, özelde ise Gâlib Dede’nin eşsiz bir terennümüdür. Öyle ki üzerinden onca yıl geçmesine rağmen bu esere nazireler yazılmaya devam etmektedir.
Gâlib henüz çok genç iken evvel Divan şairlerine ‘bir iki hoş benzetme ile şair olunmaz’ diyerek kafa tutar ve etrafı tarafından ‘madem bunlar şiir değildir sen yaz da görelim’ tepkisi ile karşı karşıya kalır. Gâlib bunun üzerine çağları aşacak Hüsn ü Aşk’ını 23 yaşında iken altı ay gibi kısa bir sürede tertip eder. Gâlib Hüsn ü Aşk’ı yazdığı esnada İstanbul adeta Marmara çırası gibi tutuşur. Ancak onca yangına ve devletin onca uyarısına rağmen aziz halk, şehri yine baştan ayağa ahşap yapılar ile dolduruyor ve kâgir yapı yapanları da ‘dünyaya kazık kakmak mı istiyorsun?’ diye ayıplıyordu. Bu yangınların Gâlib üzerindeki etkilerini Hüsn ü Aşk üzerinden görmek mümkündür:
Bir nâr ki dûdı dud-ı Nümrûd
Gûlan-ı siyeh-nümûd-ı Nümrûd
-HA 1686
Gâlib, Hüsn ü Aşk’ı tertip ettikten bir yıl sonra kimselere haber vermeden çileye soyunmak içün Mevlevîlerin "Ka’betü’l-uşşak" dedikleri Konya’ya gider. Ancak Gâlib anne ve babasının ısrarlarına dayanamaz ve çilesini Yenikapı Mevlevîhanesinde tamamlamak üzere İstanbul’a geri döner. Bu ocakta Itrî, Dede Efendi ve Şeyh Gâlib’in yetiştiği düşünülür ise kuğunun son şarkısı Yenikapı Mevlevîhanesinin duvarlarında yankı bulmuştur diyebiliriz.
Gâlib ile III. Selim’in dostluğu dillere destandır. Hatta söylenir ki bir defasında Gâlib şiir okurken III. Selim başını onun dizine koymuş ve öyle dinlemiştir. Gâlib, III. Selim ile beraber sultanın kardeşleri olan Beyhan ve Hatice Sultan’lardan da büyük yakınlık görmüştür. Beyhan Sultan ile Gâlib arasında bir gönül ilişkisinden bahsedilir ancak bu rivayetlerin doğruluğunu kestirmek zordur.
Gâlib Dede 1791 yılında, Mozart’ın öldüğü yıl, Galata Mevlevîhanesi’nin postnişini olur. Gâlib postnişin olduktan sonra hayatına adı gibi kendisi de esrarlı olan Esrar Dede girer. Esrar Dede ile Gâlib’in arası çok iyidir hatta küçük kırgınlıklar yaşarlar ve birbirlerini çok sevdikleri için bu tür kırgınlıkları büyütürler. Ancak bu kırgınlıklar çok çabuk sona erer. 1796 yılında Esrar Dede’yi, 1798 yılında ise annesini kaybeden Gâlib Dede derin bir hüzne kapılır ve kabuğuna çekilerek Mevlânâ’nın eserlerine gömülür.
Art arda gelen bu ölümler Gâlib’i bilinmedik bir hastalığın içine çeker ve 3 Ocak 1799 yılında sakalında bir tek beyaz tel yok iken teneşir tahtasına yatırılan Dede’nin babasının şu sözleri insanın içini burkar "Ah oğul, bu tahtaya kara sakal yakışmıyor."
Heccav Surûrî, Şeyh Gâlib’den epeyce rahatsızdır ve bu şiddetli kıskançlığını hicivleri ile dışa vurur:
Bilmem ey menhûs adın Es’ad mıdır, Gâlib midir
Zâtını ta’rîf kıl kimsin kime mensûbsun
Gerçi dersin şâirâne ben tegallüb eyledim
Pîş-i erbâb-ı sühanda Gâlibâ mağlûbsun
Gel gelelim Gâlib Dede’nin vefatı onu da hüzne boğar. Şiirde o kadar da başarılı olmayan Surûrî’yi bu zamana taşıyan belki de Gâlib’in ölümü ile dilinden dökülen şu mısradır:
Geçdi Gâlib Dede candan yâhû
-1213 (1799)
Kitap devamında büyük bestekârımız Dede Efendi’yi, şu an türbesi Karagümrük’te bir harabe hâline gelen, çektiği yeni tuğra ile III. Selim’e sikke değiştirten, IV. Mustafa, II. Mahmud ve şehzadeliğinde Abdülmecid’in tuğralarını çeken, "eğer Hafız Osman yaşasa idi ‘Lâyık oldun âferin bizden ziyâde hürmete’ sözüne mahzar olurdun" diyerek şairler tarafından övgüler dizilen büyük hattat Mustafa Râkım Efendi’yi ve devrinin derin devleti olan "saraydaki tuvaletlerde bile hafiyesi var" diye söylentilere sebep olan Halet Efendi’yi anlatıyor.
Muhammed Faruk Özcan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)