2009 yılında bir arkadaşım bana bir kitap getirmişti. Yazarın adı Jose Saramago, kitabın adı Körlük. O zamanlar edebi metinlerde patetik kelimesinin anlamını ve kullanımını bilmediğimden, bu etkili ve dokunaklı yazarın kitabını “sonra tekrar bakarım” düşüncesiyle arkadaşıma geri vermiştim.
2012 yazında kafama hayali bir tuğla düşünce Saramago’yu hâlâ okumamış olmanın utancı içerisinde gittim üç kitabını aldım. Okuyanlar hatırlayacaklardır, “Kabil”in yazısını daha önce yazmıştım. Şimdi ikinci kitap “Bütün İsimler”le baş başayız.
Don Jose, Nüfus Kayıt Merkez Arşivi’nde 25 yıldır çalışan bir yazıcıdır. Günleri, sağ olanların ve ölenlerin belgelerini düzenlemekle geçmektedir. Münzevi bir hayat yaşamaktadır. Sessiz, sakin, dikkat çekmeyen, bekâr ve yalnız... Ancak Don Jose’nin kimsenin bilmediği bir özelliği de vardır: Ünlü kişilerin gazetelerde çıkan haberlerini biriktirmek. Don Jose bu yüzden, o kişilerle ilgili bir koleksiyon yapar ve bu koleksiyonu için Nüfus Kayıt Arşivi’ndeki bilgileri gizlice alıp, dosyasına eklemekten çekinmez.
Bir gün yine ünlü birinin dosyasını alırken başka bir dosya da almak istediği dosyaya yapışır. Yanlışlıkla aldığı dosyada bir kadının adının yazdığını görür. Bu rastlantısallık içerisinde o kadının kim olduğunun, şu an nerede ne yaptığının peşine düşer kahramanımız.
Bu peşine düşme hâli Don Jose’nin 50 yıllık hayatında, hiç yaşamadığı olayları yaşamasına ve başına türlü işler açmasına da yol açacaktır. Artık o kadının kim olduğu ve neden dosyasının yanlışlıkla da olsa eline geçtiği Don Jose için çözülmesi gereken bir düğümdür. Kahramanımız araştırmasını sürdürürken hem kadınla ilgili hem de kendisiyle ilgili çarpıcı gerçekleri öğrenecektir.
Don Jose’nin adımlarını bilen, izleyen, takip eden gizli Don Jose hayranını ise kitabın sonuna kadar öğrenemiyoruz. Öğrendiğimizde de tam anlamıyla şok oluyoruz.
Tekrar edelim öyleyse; Saramago, söylememize gerek yok çok büyük bir yazar. Kelimelere istediği gibi hükmedebilen bir dil dâhisi. O istediği zaman üzülüyor, sinirleniyor, hüzünleniyor, geriliyoruz… Yani o ne isterse onu yaşıyoruz. “Bütün İsimler” de tekinsiz, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir yazarın ellerine kendini emanet etmek isteyenlere çok iyi geliyor.
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
21 Ocak 2013 Pazartesi
20 Ocak 2013 Pazar
Evde ayak altında dolaşmasın diye sokağa salınan çocukların öyküleri
Sokakların, çocukların ve bu ikisinin belki kaçınılmaz sonucu olan hoyrat duyguların belki küfürlü belki ayıp ama bir o kadar samimi ve içten sözcüsüdür Emrah Serbes. Bu kitabında eğer bir başlık altında toplamak gerekirse, "evde ayak altında dolaşmasın diye sokağa salınan çocukların öyküleri"ni anlatıyor.
Toplam sekiz öyküden oluşan kitapta vurgu erkek çocuklarının üzerinde de olsa, bu erkeklerin mahallenin güzel kızlarıyla hatta kadınlarıyla ilişkileri öykülere hem erkekler hem kadınlar açısından bakabilme yetisi kazandırıyor. Hepimizin ucundan kıyısından belki de tam ortasından geçtiği yolları görebiliyoruz, ben "Erken Kaybedenler"i bir cümle ile tanımlayacak olsam ilk öyküdeki şu cümleyi kullanırdım: "Münakaşa edemeyecek kadar kırılmıştı kalbim."
Kızmaktan korkan, tartışmaktan çekinen, sevdiği kızı motosikletli bir delikanlıya kaptıran, ve buna sadece hayıflanabilen 13-14 yaşındaki çocuklar, erken kaybedenlerdir.
Bir başka öyküsündeki şu cümleler ilk gençliğine henüz ulaşmış bu çocukların neden kaybettiklerine dair birer ipucu:
"Silgisini ısırıp ikiye bölmüş, yarısını bana vermişti. Ben de ona aşık olmaya karar vermiştim."
"Niye yalan söylesin ki?"
"Kadınlar böyledir"
"Kadınlar daha fazla zevk alıyorsa neden isteyen taraf hep biziz?"
Gündemimizle ilintili olan "Üst Kattaki Terörist" öyküsü bir yandan gözlerinizi nemlendirirken diğer yandan yüzünüzü gülümsetecek ama en önemlisi içinde bulunduğumuz duruma çok farklı ve bir o kadar hakkaniyetli bir bakış açısı sağlayacaktır.
Son öykü erken kaybeden çocukların anne ve babalarıyla ilişkilerini inceliyor diyebiliriz, erken kaybeden çocuğun kendisi ve babasını anlatan şu cümlesi ise oldukça manidar.
"Bizim aile böyle, güzel kadınlar karşısında elleri ayaklarına dolaşan adamlar yardımlaşma ve dayanışma derneği."
Belki de şark kültürünün getirdiği duyguları gizleme hastalığı çocuk ve babası arasında acı bir şekilde tezahür ediyor.
"Babama sarıldım, yıllar sonra."
Yazarın emeğine haksızlık olmayacak olsa bütün tatil boyunca tek tek sayfalarını bilgisayara girip herkes okusun diye paylaşıma açabileceğim kadar güzel bir kitap, şiddetle tavsiye edilir.
Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas
17 Ocak 2013 Perşembe
Bıkmadan mücadele edenlere
Ruhuna Kitap'ta yazmaya başladığımdan beri hep aklımda olan kitaplar var. Ancak ben biraz da günceli yakalamak ve sıcağı sıcağına aktarmak adına yeni okuduklarımı yazdım çoğu zaman. Evin kitapların kapladığı bölümünde ne zaman bir kitap aramaya kalksam “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” hep kucağıma, kafama, omzuma, ayaklarımın önüne düşerdi. Sanırım bu kitabın zamanı geldi...
Geldi de bu kitabı asla nesnel bir açıyla okuyamam, okuyabilsem da yazamam. Bende anısı çoktur. Bırakığı izler hâlâ yüzümde duruyordur. Belki de bu kitabı okuyanlar yakalayabilirler o izleri, bilemiyorum.
Lisedeydik, 2003 – 2004 yılları... Şans eseri kültürlü arkadaşlarım vardı. Birbimize kitap, film, müzik tavsiyelerinde bulunuyorduk. Bir gün içimizden biri bir kitap keşfetmişti. Hangi arkadaşımdı hatırlamıyorum, ancak yorum yapmayacağını, bizim okumamızı bekleyeceğini söylemişti sanırım. Tabi yorum yapmamasından ve gözlerinin uzaklara bir yerlere dalmasından bu kitaptan çok etkilendiğini biz çoktan anlamıştık.
Bunun için “Bir Türk Ailesinin Öyküsü”nün o zamanlar Ana Yayıncılık’tan çıkan yeşil kapaklı edisyonu hepimizin masasından geçmiştir. Lise yılları boyunca etkilendiğimiz birkaç sanatsal olaydan biri buydu. İrfan Orga’nın, Türkiye’deki anılarını İngiltere’ye yerleştikten sonra güzel ve akıcı bir İngilizce kullanarak yazdığını öğrenince epey şaşırdığımı hatırlıyorum. Kitabı ilk elime aldığımda “Çeviren: Arın Bayraktaroğlu” yazısı beni nasıl şaşkına çevirmişse artık, hâlâ unutamıyorum.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, Cumhuriyet’in ilk 25 yılı diyebileceğim bir zamanda geçiyor bu anılar. Bu anılardan hangi birini yazsam buraya yetmeyecek, biliyorum. Lisede bu kitabı okuyan arkadaş grubumuzda şöyle bir hava oluşmuştu, hepimiz bu anılardan bir bölümünü kendi hayatlarımızda da yaşamıştık. Hepimiz bu anıların bir kısmını fazlasıyla benimsemiştik. Orga’nın yaşamındaki bazı şeyleri biz yaşamışız gibi sahiplenmiştik. Hepimizin kitaptan unutamadığı favori bir sahnesi vardı mutlaka. Mesela benimkisi, İrfan Bey’in annesiyle vedalaş(ama)masını içeren sahneydi. Çok acı bir gidişti, o sahneyi asla unutamam...
Fazla uzatmak istemiyorum da, söz konusu kitap “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” olunca saatlerce konuşabilirim. Everest Yayınları 2009’dan beri bu kitabı yeniden basıyor. Hatta Ocak 2011’de cep boyda da basmaya başladı. Bu kitabın her edisyonunu alan biri olarak cep boydaki ilk baskısını da aldım ben. Ne yapalım, benim de kusurum bu sanırım.
İngiltere’deki ilk baskısı 1950’de yapılmış, kısa zamanda İngiltere ve Amerika’da yeniden baskılarla o zamanki Batı gazetelerinde övgü dolu eleştiriler almış bu kitap. Türkçeye ilk çevrilmesi ise 1994 yılına denk geliyor. Dileğim, daha geç olmadan henüz okumayanların bu kitabı keşfetmesidir. Bu kitaptaki anılar o kadar bize ait ki, sahiplenmeden yapamayacaksınız.
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Geldi de bu kitabı asla nesnel bir açıyla okuyamam, okuyabilsem da yazamam. Bende anısı çoktur. Bırakığı izler hâlâ yüzümde duruyordur. Belki de bu kitabı okuyanlar yakalayabilirler o izleri, bilemiyorum.
Lisedeydik, 2003 – 2004 yılları... Şans eseri kültürlü arkadaşlarım vardı. Birbimize kitap, film, müzik tavsiyelerinde bulunuyorduk. Bir gün içimizden biri bir kitap keşfetmişti. Hangi arkadaşımdı hatırlamıyorum, ancak yorum yapmayacağını, bizim okumamızı bekleyeceğini söylemişti sanırım. Tabi yorum yapmamasından ve gözlerinin uzaklara bir yerlere dalmasından bu kitaptan çok etkilendiğini biz çoktan anlamıştık.
Bunun için “Bir Türk Ailesinin Öyküsü”nün o zamanlar Ana Yayıncılık’tan çıkan yeşil kapaklı edisyonu hepimizin masasından geçmiştir. Lise yılları boyunca etkilendiğimiz birkaç sanatsal olaydan biri buydu. İrfan Orga’nın, Türkiye’deki anılarını İngiltere’ye yerleştikten sonra güzel ve akıcı bir İngilizce kullanarak yazdığını öğrenince epey şaşırdığımı hatırlıyorum. Kitabı ilk elime aldığımda “Çeviren: Arın Bayraktaroğlu” yazısı beni nasıl şaşkına çevirmişse artık, hâlâ unutamıyorum.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, Cumhuriyet’in ilk 25 yılı diyebileceğim bir zamanda geçiyor bu anılar. Bu anılardan hangi birini yazsam buraya yetmeyecek, biliyorum. Lisede bu kitabı okuyan arkadaş grubumuzda şöyle bir hava oluşmuştu, hepimiz bu anılardan bir bölümünü kendi hayatlarımızda da yaşamıştık. Hepimiz bu anıların bir kısmını fazlasıyla benimsemiştik. Orga’nın yaşamındaki bazı şeyleri biz yaşamışız gibi sahiplenmiştik. Hepimizin kitaptan unutamadığı favori bir sahnesi vardı mutlaka. Mesela benimkisi, İrfan Bey’in annesiyle vedalaş(ama)masını içeren sahneydi. Çok acı bir gidişti, o sahneyi asla unutamam...
Fazla uzatmak istemiyorum da, söz konusu kitap “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” olunca saatlerce konuşabilirim. Everest Yayınları 2009’dan beri bu kitabı yeniden basıyor. Hatta Ocak 2011’de cep boyda da basmaya başladı. Bu kitabın her edisyonunu alan biri olarak cep boydaki ilk baskısını da aldım ben. Ne yapalım, benim de kusurum bu sanırım.
İngiltere’deki ilk baskısı 1950’de yapılmış, kısa zamanda İngiltere ve Amerika’da yeniden baskılarla o zamanki Batı gazetelerinde övgü dolu eleştiriler almış bu kitap. Türkçeye ilk çevrilmesi ise 1994 yılına denk geliyor. Dileğim, daha geç olmadan henüz okumayanların bu kitabı keşfetmesidir. Bu kitaptaki anılar o kadar bize ait ki, sahiplenmeden yapamayacaksınız.
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Söylenenle yapılan bir olmayınca, yalpalanır
Anadolu Yakası, Mustafa Kutlu'nun Dergah Yayınları'ndan çıkan son kitabı. Mayıs 2012 itibariyle okuyucuyla buluştu ve her Kutlu kitabı gibi teveccüh gördü. Kitap hem bir Nehir Söyleşi gibi, hem de değil gibi. Önce Nehir Söyleşi'nin ne olduğundan kısaca bahsetmek gerekir. Bir çeşit sözlü tarih çalışması diyebiliriz, daha da açmak gerekirse; söyleşiyi yapanın kabiliyeti ile söyleşi yapılanın hoş sohbetinin harmanlanmasından ortaya çıkar. Akıp gider. Hikâye tadı vermeye başladığında zirveye ulaşır. İşte Mustafa Kutlu da bunu yapıyor, bir Nehir Söyleşi'den hikâye oluşturuyor. Yazımın sonunda birkaç Nehir Söyleşi önerisi de vereceğim, bu yüzden "bir çay alayım" bahanesiyle okumaya ara verip daha sonra da kaytarmanıza hiç gerek yok.
- Evet, dönüp geldim. Doğru mezarlığa. İri meşelerden birine sırtımı dayadım. Dualar ettim. Meşe yapraklarının kurumuş olanları, esen yelle ağır ağır mezarlar üzerine dökülüyor. Yaprak da fâni, insan da.
- Ama yaprak baharda yeniden çıkıyor be abi.
- O yaprak eski yaprak değil. Bir babanın oğlu gibi. Baba toprağa karışıyor, oğlan hayatı sürdürüyor, Cenab-ı Hakk'ın kanunu bu.
Bizim memlekette dedikoduya verilen önem ne biyografilere ne de otobiyografilere verilir. Peki ya söyleşi? Magazin üzerine olursa, belki. Söyleşi illa ki bize bir fikir vermek zorunda değildir, merakımızı kapatsa da yetebilir, keyifli vakit geçirmemize yardımcı olursa da kendisini kitaplığımıza hoş anılarla uğurlarız. Ancak söz konusu yazar Mustafa Kutlu ve onun hayal gücünden çıkan bir Nehir Söyleşi olunca meraklanmamak mümkün değil. Bir fikirle başlayan ve birçok fikir veren bu söyleşi okudukça daha keyifli, aynı zamanda da şaşkınlık dolu bir hikâye olup çıkıyor.
- Beyaz Mendil diye bir filim de vardır. Lütfü Bey'in mi, Atıf Yılmaz'ın mı?
- Hatırlayamadım ama mendil mühim. Eskiden vapurun, tirenin ardından insanlar gidenler için gözyaşı döker, mendil sallardı. Bitti bunlar.
- Tıpkı mektup gibi.
- Evet mektup. Bak onu da unuttuk. Teknoloji hayatımızı yönetiyor. Televizyon çıkınca radyonunu pabucu dama atıldı. Meraklıları vardır o başka.
Mustafa Kutlu, Anadolu Yakası'ndaki kahramanını bu kez söyleşerek konuşturur, sözü hiç yormadan derdini anlattırır, bir insanın hayatında söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılığın önemini vurgular ve gittikçe daha da modernleşen yaşamın getirip götürdükleriyle sona ulaştırır. Gazeteci Muzo'nun sorup televizyoncu Erol'un cevap verdiği bu söyleşide gerçekler, en yalın haliyle gözünüzün ucundan akıyor. 207 sayfalık kitabı saatler içinde, keyifle bitiriyorsunuz.
"Hepimiz cinselliğin hayvanî bataklığında çırpınıyoruz. Bırak hareketi bir müstehcen söz duyduğunda yüzü kızaran ne kız kaldı ne oğlan. Ahlakın emaresi yüzün kızarmasıdır. Ar duygusudur. Biz tam tersine yüzü kızaranlarla alay ediyoruz. Ar damarımız çatlamış."
Kitabın vurguladıklarını sıralayacak olursak; para kazanma hırsı, ideolojiler, teslimiyet, iş ve inancın birbirine girmesi, yoksulluk, kurnazlık ve ardından gelen yükselmenin serüveni... Kısacası ülkemizin hikâyesidir aslında Anadolu Yakası. Söylenilenlerle yapılanlar bir olmayınca, yalpalanır. Denizle haşır neşir olanlar iyi bilirler, bir sandal yalpalarken iskeleye yanaşması çok zordur. Yardım gerekebilir. Yardımın nereden geleceği de oldukça önemlidir.
"Hafıza deyince dijital malzeme depolama kapasitesinin akla geldiği bir zamanın insanlarıyız biz. Çünkü hatırlanacak pek bir şey yaşamıyoruz. Hiç hayat bulamıyoruz yaşadıklarımızdan ve hiç başlamadığımızdan sona da eremiyoruz bir yerlerde."
Başlarken, yazımın sonunda Nehir Söyleşi önerileri vereceğimi söylemiştim. Söz namustur, tutalım. Bu alanda İş Bankası Kültür Yayınları'nın da hakkını verelim. O kadar çok Nehir Söyleşi kitabı yayınladılar ki, okuduklarım arasında en beğendiklerimi önerebilirim: Tarihçilerin Kutbu - Halil İnalcık Kitabı, Zaman Kaybolmaz - İlber Ortaylı Kitabı ve Bir Koltukta Kaç Karpuz - Halit Kıvanç Kitabı.
Anadolu Yakası, yalpaladığını düşünenlere -ki bunu düşünmek bile önemlidir- kendilerini daha iyi görebilmelerini sağlayacaktır. Bir "ben nerede yanlış yaptım?" kitabı da olabilir, "kimseye etmem şikâyet" kitabı da. Karar, okuyucu vicdanının...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Evet, dönüp geldim. Doğru mezarlığa. İri meşelerden birine sırtımı dayadım. Dualar ettim. Meşe yapraklarının kurumuş olanları, esen yelle ağır ağır mezarlar üzerine dökülüyor. Yaprak da fâni, insan da.
- Ama yaprak baharda yeniden çıkıyor be abi.
- O yaprak eski yaprak değil. Bir babanın oğlu gibi. Baba toprağa karışıyor, oğlan hayatı sürdürüyor, Cenab-ı Hakk'ın kanunu bu.
Bizim memlekette dedikoduya verilen önem ne biyografilere ne de otobiyografilere verilir. Peki ya söyleşi? Magazin üzerine olursa, belki. Söyleşi illa ki bize bir fikir vermek zorunda değildir, merakımızı kapatsa da yetebilir, keyifli vakit geçirmemize yardımcı olursa da kendisini kitaplığımıza hoş anılarla uğurlarız. Ancak söz konusu yazar Mustafa Kutlu ve onun hayal gücünden çıkan bir Nehir Söyleşi olunca meraklanmamak mümkün değil. Bir fikirle başlayan ve birçok fikir veren bu söyleşi okudukça daha keyifli, aynı zamanda da şaşkınlık dolu bir hikâye olup çıkıyor.
- Beyaz Mendil diye bir filim de vardır. Lütfü Bey'in mi, Atıf Yılmaz'ın mı?
- Hatırlayamadım ama mendil mühim. Eskiden vapurun, tirenin ardından insanlar gidenler için gözyaşı döker, mendil sallardı. Bitti bunlar.
- Tıpkı mektup gibi.
- Evet mektup. Bak onu da unuttuk. Teknoloji hayatımızı yönetiyor. Televizyon çıkınca radyonunu pabucu dama atıldı. Meraklıları vardır o başka.
Mustafa Kutlu, Anadolu Yakası'ndaki kahramanını bu kez söyleşerek konuşturur, sözü hiç yormadan derdini anlattırır, bir insanın hayatında söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılığın önemini vurgular ve gittikçe daha da modernleşen yaşamın getirip götürdükleriyle sona ulaştırır. Gazeteci Muzo'nun sorup televizyoncu Erol'un cevap verdiği bu söyleşide gerçekler, en yalın haliyle gözünüzün ucundan akıyor. 207 sayfalık kitabı saatler içinde, keyifle bitiriyorsunuz.
"Hepimiz cinselliğin hayvanî bataklığında çırpınıyoruz. Bırak hareketi bir müstehcen söz duyduğunda yüzü kızaran ne kız kaldı ne oğlan. Ahlakın emaresi yüzün kızarmasıdır. Ar duygusudur. Biz tam tersine yüzü kızaranlarla alay ediyoruz. Ar damarımız çatlamış."
Kitabın vurguladıklarını sıralayacak olursak; para kazanma hırsı, ideolojiler, teslimiyet, iş ve inancın birbirine girmesi, yoksulluk, kurnazlık ve ardından gelen yükselmenin serüveni... Kısacası ülkemizin hikâyesidir aslında Anadolu Yakası. Söylenilenlerle yapılanlar bir olmayınca, yalpalanır. Denizle haşır neşir olanlar iyi bilirler, bir sandal yalpalarken iskeleye yanaşması çok zordur. Yardım gerekebilir. Yardımın nereden geleceği de oldukça önemlidir.
"Hafıza deyince dijital malzeme depolama kapasitesinin akla geldiği bir zamanın insanlarıyız biz. Çünkü hatırlanacak pek bir şey yaşamıyoruz. Hiç hayat bulamıyoruz yaşadıklarımızdan ve hiç başlamadığımızdan sona da eremiyoruz bir yerlerde."
Başlarken, yazımın sonunda Nehir Söyleşi önerileri vereceğimi söylemiştim. Söz namustur, tutalım. Bu alanda İş Bankası Kültür Yayınları'nın da hakkını verelim. O kadar çok Nehir Söyleşi kitabı yayınladılar ki, okuduklarım arasında en beğendiklerimi önerebilirim: Tarihçilerin Kutbu - Halil İnalcık Kitabı, Zaman Kaybolmaz - İlber Ortaylı Kitabı ve Bir Koltukta Kaç Karpuz - Halit Kıvanç Kitabı.
Anadolu Yakası, yalpaladığını düşünenlere -ki bunu düşünmek bile önemlidir- kendilerini daha iyi görebilmelerini sağlayacaktır. Bir "ben nerede yanlış yaptım?" kitabı da olabilir, "kimseye etmem şikâyet" kitabı da. Karar, okuyucu vicdanının...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
14 Ocak 2013 Pazartesi
Yahudi mi olmayalım, yahut baca temizleyicisi mi olmalıyız?
"Meyva vermeyen bir ağaç kadar
faydasız olsun bu yazdıklarım.
Dallarını meyvasına tamâ edip
kimse taşa tutmasın.
Bu yazdıklarım çok budaklı, çok bükümlü
bir ağaç kadar faydasız olsun.
O zaman marangozlar
kesip biçmeye değer bulmaz böyle bir ağacı.
Dokusu gevşek, gözenekleri geniş, reçinesiz
bir ağaç gibi faydasız olsun bu yazdıklarım.
Odun olmaz bu ağaçtan desinler,
yakmasınlar.
Faydasız olsun, yine de
bir ağaç gibi olsun bu yazdıklarım:
Kökü toprakta;
başı gökyüzüne dönük.
Belki kimse bahçesine dikmez,
şehrin bulvarlarına da sokmazlar onu.
Ama
uzak, kıraç bir ıssızlıkta
bunalmış bir yolcu
dibinde oturacağı,
sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye
ferahlarsa
bu yeter."
(Chuang Tzu'nun peşinden)
Of Not Being A Jew yahut Dela Frayeur D'être Plombier Borgne. Sözü, sözün karşılığına bırakalım:
"Kitabın kapağında İngilizce bir söz var. Arka kapakta da Fransızca bir söz var. İngilizce sözü Türkçeye tercüme etmeye çabalarsak "Yahudi Olmamak Hakkında" diye bir karşılık bulabiliriz Arka kapaktaki Fransızca "De La Frayeur D’etre Plombier Borgne" sözünü Türkçeye tercüme etmeye yeltenirsek orada da şöyle bir şey diyeceğiz: "Şaşı Bir Tesisatçı Olmanın Dehşeti Hakkında".Yani benim kitabımdaki şiirler -iki kapak bahis konusu olunca- "Yahudi Olmamak Hakkında” ile “Şaşı Bir Tesisatçı Olmanın Dehşeti Hakkında” arasına sıkıştırılmış."
Of Not Being A Jew'i yazmak ile ağır bir işin altına girdiğimin farkındayım. 21. yüzyıl dünyasında; yeni düzen, işbirliği, komplo, para, terör, korku gibi kelimelerle düşüp kalkan yahudi dünyasından olmamak ve ölümleri yahut istihdam fazlalığı olarak hurdaya çıkmaları eğilip kalkışlarından olacak olan, sulu, paslı ve şaşı adamların dehşetinden kaçınmak.
Tesisatçı olmak suya, Yahudi olmak ise sabuna dayanmayı bilmekten geçer. Yahudiler bir zamanlar sabun yapılıyordu. Şu an ise kana buladıkları dünyayı sadece sahibi oldukları kozmetik firmalarının ürettiği fondötenler ile bile düzeltebilirler. Hitler'in Yahudilere ''ben size sabun olamazsınız demedim, sabun üretemezsiniz dedim'' demiş olma olasılığı üzerine düşünmek istiyorum.
Şaşı bir tesisatçıyı dehşet olarak önümüze serdiği için "Suya", Yahudi olmamak diyerek ise "Sabuna" dokunmaktan imtina etmiş bir İsmet Özel bekliyorsanız kitabın daha ikinci şiirinden itibaren yanılmaya başlayabilirsiniz. (Birinci şiirin de altta kalır yanı yok.)
"Ben Türk Dediysem Eğer
Türkler dediğimde göndermelerim
Süprüntüleri şırfıntıları hamamoğlanlarını
Kapsadı kapsayacak
Sanıyorsan yanılırsın
Türklük şiir
Türkün eni Türkün boyu
Müslümanlığı kadar
Baksan bulacak mısın
Koskoca İstanbul'da
Nef'î diye bir semt
Ama Bayram Paşa var."
Nef'î ki yerdiğini yermesini bilen, övdüğünü ise gökkubbeye değdiren bir şairdir. Bayram Paşa ile aralarındaki kontrolsüz ilişkiyi anlatacak değilim. İsmet Özel'in bir tarafı, Nef'î'nin bir tarafı olabilir mi? Nef'î'nin bir tarafı diyorum çünkü zannımca İsmet Özel'in, kendisini öve öve göklere çıkarabilecek kimse olmadığı gibi, öve öve göklere çıkarabileceği bir şey olduğunu -en azından- düşünmüyorum. Rüyamda böyle bir şey olduğunu görsem inanabilirim. Nef'î Divan Edebiyatı şairiydi, sözüm ona "sanat için sanat" yapıyordu. Nef'î zaten Bayram Paşa'yı sanat için yeriyordu(!). Yoksa hükümdarın lafını balla bölmek gibi bir derdi yoktu. Bayram Paşa'nın Nef'î'yi astırıp astırmadığı konusunda tarihçilerin mutabık olup olmaması beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Nef’î "konjonktür"e ayak uyduramayan bir adamdı. Ayak uyduramadığı için ayağını kaydırdılar. İsmet Özel de konjonktür ile problemleri olan bir adamdır. Acaba bu yüzden mi, "Türkiye’de siyasî üstünlüğünü kafirin ihsanına bağlamayan tek kuruluş İstiklâl Marşı Derneği’dir. Bunun dışında hiçbir resmî yahut gayri resmî kuruluş yoktur" der?
"Yahudi değilsem bile
bende Yahudalık da mı yok-
Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan?"
- Of Not Being A Jew
Nef'î ile Bayram Paşa arasındaki ilişkinin kavranamamasını veya Nef'î'nin astırılıp astırılmadığı konusunda mutabık olunamamasını İsmet Özel'in dediği gibi "Türkiye'de şiir ile toplumun hali arasında ciddi bir irtibat var. Bu irtibatı fark ederek yaşamış insanlar olmadığınızı biliyorum. Türkiye'de şiirle bu milletin hayatiyeti arasında çok doğrudan, sıkı bir bağ var ama büyük sayıda insan bu bağdan habersiz olarak, bu bağa bigâne kalarak ve hatta bu bağı reddederek yaşıyor."
"Bayram Paşa Nef'î'yi, hicvi kaldıramadığı için astırdı" diyerek halk ile şiir arasındaki bu bağı "san'at içi san'at üstâdım" diyerek örselemek isteyenleri yormak istiyorum.
"Evet, ilmektir boynumdaki ama ben
kimsenin kölesi değilim
tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya
tarantulaymış benim adım diyecek değilim
tam düşecekken tutunduğum tuğlayı
kendime rabb bellemiyeceğim
razı değilim beni tanımayan tarihe
beni sinesine sarmayan
tabiattan rıza dilenmeyeceğim."
- Of Not Being A Jew
Durmuş Küçükşakalak'ın Milâdî takvim hakkında söylediklerini ben de İsmet Özel için söyleyebilirim:
"Bizim takvimimiz gavurların takviminden 10 gün daha hızlıdır. Biz kendi takvimimize dönersek gavurların bizi yakalaması imkânsızdır."
"Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!"
- Of Not Being A Jew
Eve/şarkıya/kalbimize dönersek gavurlar bizi yakalayamayacaktır. Gavurların bizi yakalamaması için kendimize ve geçmişimize sarkıntılık etmemiz gerekecek. İnsanlar, duyduklarını/okuduklarını/öğrendiklerini daha kalıcı kılmak için beyinlerinin içinde oluşturdukları çekmecelerden yardım alırlar. İsmet Özel'i hangi sınıfa dahil edeceksiniz bilemiyorum ama ben onu çekmecemin üzerine koydum. İsmet Özel'i düşürmemek için çekmeceleri daha az açıp kapatıyorum. Diyeceğim o ki kulvar kabul etmeyen insanlara olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor. Kapatın çekmecelerinizi, bırakın kafanızın içi dağınık kalsın.
"Bilemem Yahudi değilim
gizli bir yerde genizam yok
bilemem insan nerenin yerlisidir
ömrüm burada
bütün Yahudiler gibi
raflara doğru, çekmecelere
sahanlıklara doğru geçti."
- Of Not Being A Jew
Yahudi olmamak (of not being a jew) için çekmecelerinizi bir kenara bırakın. Albatrosu Baudelaire'den, Yves Bonnefoy'dan semenderi öğrendiğimiz gibi İsmet Özel'den de şiiri öğrenebiliriz. (Dinlemek için: youtube.com/watch?v=rF7YXAWNXmA)
Muhammet Faruk Özcan
faydasız olsun bu yazdıklarım.
Dallarını meyvasına tamâ edip
kimse taşa tutmasın.
Bu yazdıklarım çok budaklı, çok bükümlü
bir ağaç kadar faydasız olsun.
O zaman marangozlar
kesip biçmeye değer bulmaz böyle bir ağacı.
Dokusu gevşek, gözenekleri geniş, reçinesiz
bir ağaç gibi faydasız olsun bu yazdıklarım.
Odun olmaz bu ağaçtan desinler,
yakmasınlar.
Faydasız olsun, yine de
bir ağaç gibi olsun bu yazdıklarım:
Kökü toprakta;
başı gökyüzüne dönük.
Belki kimse bahçesine dikmez,
şehrin bulvarlarına da sokmazlar onu.
Ama
uzak, kıraç bir ıssızlıkta
bunalmış bir yolcu
dibinde oturacağı,
sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye
ferahlarsa
bu yeter."
(Chuang Tzu'nun peşinden)
Of Not Being A Jew yahut Dela Frayeur D'être Plombier Borgne. Sözü, sözün karşılığına bırakalım:
"Kitabın kapağında İngilizce bir söz var. Arka kapakta da Fransızca bir söz var. İngilizce sözü Türkçeye tercüme etmeye çabalarsak "Yahudi Olmamak Hakkında" diye bir karşılık bulabiliriz Arka kapaktaki Fransızca "De La Frayeur D’etre Plombier Borgne" sözünü Türkçeye tercüme etmeye yeltenirsek orada da şöyle bir şey diyeceğiz: "Şaşı Bir Tesisatçı Olmanın Dehşeti Hakkında".Yani benim kitabımdaki şiirler -iki kapak bahis konusu olunca- "Yahudi Olmamak Hakkında” ile “Şaşı Bir Tesisatçı Olmanın Dehşeti Hakkında” arasına sıkıştırılmış."
Of Not Being A Jew'i yazmak ile ağır bir işin altına girdiğimin farkındayım. 21. yüzyıl dünyasında; yeni düzen, işbirliği, komplo, para, terör, korku gibi kelimelerle düşüp kalkan yahudi dünyasından olmamak ve ölümleri yahut istihdam fazlalığı olarak hurdaya çıkmaları eğilip kalkışlarından olacak olan, sulu, paslı ve şaşı adamların dehşetinden kaçınmak.
Tesisatçı olmak suya, Yahudi olmak ise sabuna dayanmayı bilmekten geçer. Yahudiler bir zamanlar sabun yapılıyordu. Şu an ise kana buladıkları dünyayı sadece sahibi oldukları kozmetik firmalarının ürettiği fondötenler ile bile düzeltebilirler. Hitler'in Yahudilere ''ben size sabun olamazsınız demedim, sabun üretemezsiniz dedim'' demiş olma olasılığı üzerine düşünmek istiyorum.
Şaşı bir tesisatçıyı dehşet olarak önümüze serdiği için "Suya", Yahudi olmamak diyerek ise "Sabuna" dokunmaktan imtina etmiş bir İsmet Özel bekliyorsanız kitabın daha ikinci şiirinden itibaren yanılmaya başlayabilirsiniz. (Birinci şiirin de altta kalır yanı yok.)
"Ben Türk Dediysem Eğer
Türkler dediğimde göndermelerim
Süprüntüleri şırfıntıları hamamoğlanlarını
Kapsadı kapsayacak
Sanıyorsan yanılırsın
Türklük şiir
Türkün eni Türkün boyu
Müslümanlığı kadar
Baksan bulacak mısın
Koskoca İstanbul'da
Nef'î diye bir semt
Ama Bayram Paşa var."
Nef'î ki yerdiğini yermesini bilen, övdüğünü ise gökkubbeye değdiren bir şairdir. Bayram Paşa ile aralarındaki kontrolsüz ilişkiyi anlatacak değilim. İsmet Özel'in bir tarafı, Nef'î'nin bir tarafı olabilir mi? Nef'î'nin bir tarafı diyorum çünkü zannımca İsmet Özel'in, kendisini öve öve göklere çıkarabilecek kimse olmadığı gibi, öve öve göklere çıkarabileceği bir şey olduğunu -en azından- düşünmüyorum. Rüyamda böyle bir şey olduğunu görsem inanabilirim. Nef'î Divan Edebiyatı şairiydi, sözüm ona "sanat için sanat" yapıyordu. Nef'î zaten Bayram Paşa'yı sanat için yeriyordu(!). Yoksa hükümdarın lafını balla bölmek gibi bir derdi yoktu. Bayram Paşa'nın Nef'î'yi astırıp astırmadığı konusunda tarihçilerin mutabık olup olmaması beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Nef’î "konjonktür"e ayak uyduramayan bir adamdı. Ayak uyduramadığı için ayağını kaydırdılar. İsmet Özel de konjonktür ile problemleri olan bir adamdır. Acaba bu yüzden mi, "Türkiye’de siyasî üstünlüğünü kafirin ihsanına bağlamayan tek kuruluş İstiklâl Marşı Derneği’dir. Bunun dışında hiçbir resmî yahut gayri resmî kuruluş yoktur" der?
"Yahudi değilsem bile
bende Yahudalık da mı yok-
Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan?"
- Of Not Being A Jew
Nef'î ile Bayram Paşa arasındaki ilişkinin kavranamamasını veya Nef'î'nin astırılıp astırılmadığı konusunda mutabık olunamamasını İsmet Özel'in dediği gibi "Türkiye'de şiir ile toplumun hali arasında ciddi bir irtibat var. Bu irtibatı fark ederek yaşamış insanlar olmadığınızı biliyorum. Türkiye'de şiirle bu milletin hayatiyeti arasında çok doğrudan, sıkı bir bağ var ama büyük sayıda insan bu bağdan habersiz olarak, bu bağa bigâne kalarak ve hatta bu bağı reddederek yaşıyor."
"Bayram Paşa Nef'î'yi, hicvi kaldıramadığı için astırdı" diyerek halk ile şiir arasındaki bu bağı "san'at içi san'at üstâdım" diyerek örselemek isteyenleri yormak istiyorum.
"Evet, ilmektir boynumdaki ama ben
kimsenin kölesi değilim
tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya
tarantulaymış benim adım diyecek değilim
tam düşecekken tutunduğum tuğlayı
kendime rabb bellemiyeceğim
razı değilim beni tanımayan tarihe
beni sinesine sarmayan
tabiattan rıza dilenmeyeceğim."
- Of Not Being A Jew
Durmuş Küçükşakalak'ın Milâdî takvim hakkında söylediklerini ben de İsmet Özel için söyleyebilirim:
"Bizim takvimimiz gavurların takviminden 10 gün daha hızlıdır. Biz kendi takvimimize dönersek gavurların bizi yakalaması imkânsızdır."
"Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!"
- Of Not Being A Jew
Eve/şarkıya/kalbimize dönersek gavurlar bizi yakalayamayacaktır. Gavurların bizi yakalamaması için kendimize ve geçmişimize sarkıntılık etmemiz gerekecek. İnsanlar, duyduklarını/okuduklarını/öğrendiklerini daha kalıcı kılmak için beyinlerinin içinde oluşturdukları çekmecelerden yardım alırlar. İsmet Özel'i hangi sınıfa dahil edeceksiniz bilemiyorum ama ben onu çekmecemin üzerine koydum. İsmet Özel'i düşürmemek için çekmeceleri daha az açıp kapatıyorum. Diyeceğim o ki kulvar kabul etmeyen insanlara olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor. Kapatın çekmecelerinizi, bırakın kafanızın içi dağınık kalsın.
"Bilemem Yahudi değilim
gizli bir yerde genizam yok
bilemem insan nerenin yerlisidir
ömrüm burada
bütün Yahudiler gibi
raflara doğru, çekmecelere
sahanlıklara doğru geçti."
- Of Not Being A Jew
Yahudi olmamak (of not being a jew) için çekmecelerinizi bir kenara bırakın. Albatrosu Baudelaire'den, Yves Bonnefoy'dan semenderi öğrendiğimiz gibi İsmet Özel'den de şiiri öğrenebiliriz. (Dinlemek için: youtube.com/watch?v=rF7YXAWNXmA)
Muhammet Faruk Özcan
Kediler korkuları kadar yaşar
"Korku örtmeye en yakın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur."
Gözlerinizi kapattınız ve işte bahçenizdesiniz, burası sizin bahçeniz; terk ettiğiniz, terk edildiğiniz, gittiğiniz, gidemediğiniz, tekrar döndüğünüz, artık çok uzaklarda olduğunuz, oturup soluklandığınız, bazen korkudan aylarca uğramadığınız, duvarlar ördüğünüz o duvarları bir gecede yıktığınız, ölüp dirildiğiniz, bir türlü ölemediğiniz, hâyâl ve gerçeklerle sıkışıp kaldığınız yer, işte orası.
Bilge Karasu, masal tadında 13 tane öykü sunuyor ve 12’sinde değindiği tema ve imgeleri 13. öyküsünde birleştiriyor kitabında. Kitap başlar başlamaz içinizdeki asansörün düğmesine basıyor ve siz inmeye başlıyorsunuz, evinizin tüm katlarında dolaşıyorsunuz, her odada yaşadıklarınız, yaşayamadıklarınız ve korkularınızla yüzleşiyorsunuz.
"İnsanın düş dünyası ne kadar derin olabilir, düşler gerçeğe ne kadar yakındır?" sorularını sorup duruyorsunuz okurken çünkü düşlerden yaşama o kadar keskin geçişler yapıyor ki kitap, bazen geriye dönüp tekrar tekrar okuyorsunuz. Bana kalırsa kesinlikle birkaç kez okunmayı hak eden kitaplardan ki altını çizdiğiniz yerleri bir zaman sonra tekrar okuduğunuzda hissettirdiklerini görünce hak vereceksiniz.
"Herkesin,
kim bilir, belki de ancak -çoğu insanın- demeli ya,
giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada,
insanların,
arkasını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile,
kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede
soyunmaktan başka bir şey dilemeyen bir adamın masalı bu.
...
İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir. Ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. Yanılır da sırası geldi diyerek, olmayacak yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız."
Kelimeleri insanın gözün sokmadan anlatan cümleleri seviyorum. Bilge Karasu öyle bir dil zenginliği ile anlatıyor ki; "Türkçe" anadili olduğu için insan mutlu oluyor.
Ölmek nedir? Sadece ölenin toprak olması mı, kalana ne olur peki?
"Kentin sinliğinde, üzerine toprak dökülürken, "ben hangimizim, gömülen hangimiz?” diye sordum kendime, alçak duvarın üstünden o demir rengi denize bakmadan. Sorunun yanıtını bulamadım daha. Kollarımda can verdi. Şimdi ardından yaşayıp gitmek neye yarar."
Gözleriniz bulutlara takılıp kalmışken kaç kez gözden yitirdiniz sizin için uçan uçurtmayı?
"...ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun."
Bahçelerindeki her şeyle ya da hiçbir şeyi ile yüzleşmeye hazır olanların hikâyeleri.
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
Gözlerinizi kapattınız ve işte bahçenizdesiniz, burası sizin bahçeniz; terk ettiğiniz, terk edildiğiniz, gittiğiniz, gidemediğiniz, tekrar döndüğünüz, artık çok uzaklarda olduğunuz, oturup soluklandığınız, bazen korkudan aylarca uğramadığınız, duvarlar ördüğünüz o duvarları bir gecede yıktığınız, ölüp dirildiğiniz, bir türlü ölemediğiniz, hâyâl ve gerçeklerle sıkışıp kaldığınız yer, işte orası.
Bilge Karasu, masal tadında 13 tane öykü sunuyor ve 12’sinde değindiği tema ve imgeleri 13. öyküsünde birleştiriyor kitabında. Kitap başlar başlamaz içinizdeki asansörün düğmesine basıyor ve siz inmeye başlıyorsunuz, evinizin tüm katlarında dolaşıyorsunuz, her odada yaşadıklarınız, yaşayamadıklarınız ve korkularınızla yüzleşiyorsunuz.
"İnsanın düş dünyası ne kadar derin olabilir, düşler gerçeğe ne kadar yakındır?" sorularını sorup duruyorsunuz okurken çünkü düşlerden yaşama o kadar keskin geçişler yapıyor ki kitap, bazen geriye dönüp tekrar tekrar okuyorsunuz. Bana kalırsa kesinlikle birkaç kez okunmayı hak eden kitaplardan ki altını çizdiğiniz yerleri bir zaman sonra tekrar okuduğunuzda hissettirdiklerini görünce hak vereceksiniz.
"Herkesin,
kim bilir, belki de ancak -çoğu insanın- demeli ya,
giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada,
insanların,
arkasını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile,
kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede
soyunmaktan başka bir şey dilemeyen bir adamın masalı bu.
...
İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir. Ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. Yanılır da sırası geldi diyerek, olmayacak yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız."
Kelimeleri insanın gözün sokmadan anlatan cümleleri seviyorum. Bilge Karasu öyle bir dil zenginliği ile anlatıyor ki; "Türkçe" anadili olduğu için insan mutlu oluyor.
Ölmek nedir? Sadece ölenin toprak olması mı, kalana ne olur peki?
"Kentin sinliğinde, üzerine toprak dökülürken, "ben hangimizim, gömülen hangimiz?” diye sordum kendime, alçak duvarın üstünden o demir rengi denize bakmadan. Sorunun yanıtını bulamadım daha. Kollarımda can verdi. Şimdi ardından yaşayıp gitmek neye yarar."
Gözleriniz bulutlara takılıp kalmışken kaç kez gözden yitirdiniz sizin için uçan uçurtmayı?
"...ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun."
Bahçelerindeki her şeyle ya da hiçbir şeyi ile yüzleşmeye hazır olanların hikâyeleri.
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
13 Ocak 2013 Pazar
Görülen geçmiş zamanın aşırı uçları
"Ben sadece iyi bir insan olmak istedim Muhittin.
Sadece iyi bir insan."
- Takva, 2005
Dava nedir, dava arkadaşlığı nedir? Medrese nedir, ocak nedir? Tedavülden kalkan değerlere dair sorulara cevap vermeyi de tedavülden kaldırabilir miyiz peki? Kaldıramayız. Hepimizin bir davası mutlaka vardır. Kimimiz bir kalem açmayı dava edinebilir, kimimizse masa başında bir ülkeyi kurtarmayı. Gayet mütevazı ve sade bir yaşam, şaşaalı bir hayata dönüştüğünde sürüklenme de beraberinde gelebilir. Manevi bir sürüklenmedir bu. Vicdan buna ya tahammül eder, ya da sefere çıkar.
"Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz."
Mustafa Kutlu'nun Dergâh Yayınevi'nden ilk baskısını Ekim 1983'te yapan bu önemli eseri Ağustos 2012 itibariyle 14. baskısına ulaşmış, Boşnakçaya çevrilmiş. Yazarın yabancı dile çevrilen ilk eseri. Her ne kadar "Mustafa Kutlu üslubu" olan sadelik yazarın her kitabında ortada olsa da, bu eserde "mesele"yi anlamak için tecrübeli bir okur gerekiyor. Zira uzak olduğumuz yahut yaşa(ya)madığımız bir mesele bu. Anlamak için çırpınmak da gerekebilir, yeniden ve yeniden okumak da.
"Bir kere taviz verildi mi, asla çiğnenmemesi gereken unsurlar bir kere gözden çıkarıldı mı, kalbin aynası bir yerinden çizildi mi, kefareti büyük oluyor."
Asım Bey, Kerim, İlhan, Murat, Fetanet Hanım, Nalan, Cevat, Yunus Bey ve diğerleri... Derinlikli hikâyelerin derdi, okuyucu her zaman çarpıyor. Burada mühim olan ciddi bir okuyucu gözü. Çünkü sade bir dilin arkasında her zaman şatafatlı bir dert yatabiliyor. Mustafa Kutlu eserleri, konusu ne olursa olsun süratle okunabiliyor.
Kitabı "yaşam tecrübesi"ne göre önermek daha doğru olabilir. Derin bir of çekenler, parasız yatılı günlerini hatırlayanlar, gençliğinde "dava" peşinde koşanlar, tüm bunların içinde ve dışında olanlar. "Ya Tahammül Ya Sefer" aslında birçok davanın acı neticesini içeriyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Sadece iyi bir insan."
- Takva, 2005
Dava nedir, dava arkadaşlığı nedir? Medrese nedir, ocak nedir? Tedavülden kalkan değerlere dair sorulara cevap vermeyi de tedavülden kaldırabilir miyiz peki? Kaldıramayız. Hepimizin bir davası mutlaka vardır. Kimimiz bir kalem açmayı dava edinebilir, kimimizse masa başında bir ülkeyi kurtarmayı. Gayet mütevazı ve sade bir yaşam, şaşaalı bir hayata dönüştüğünde sürüklenme de beraberinde gelebilir. Manevi bir sürüklenmedir bu. Vicdan buna ya tahammül eder, ya da sefere çıkar.
"Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz."
Mustafa Kutlu'nun Dergâh Yayınevi'nden ilk baskısını Ekim 1983'te yapan bu önemli eseri Ağustos 2012 itibariyle 14. baskısına ulaşmış, Boşnakçaya çevrilmiş. Yazarın yabancı dile çevrilen ilk eseri. Her ne kadar "Mustafa Kutlu üslubu" olan sadelik yazarın her kitabında ortada olsa da, bu eserde "mesele"yi anlamak için tecrübeli bir okur gerekiyor. Zira uzak olduğumuz yahut yaşa(ya)madığımız bir mesele bu. Anlamak için çırpınmak da gerekebilir, yeniden ve yeniden okumak da.
"Bir kere taviz verildi mi, asla çiğnenmemesi gereken unsurlar bir kere gözden çıkarıldı mı, kalbin aynası bir yerinden çizildi mi, kefareti büyük oluyor."
Asım Bey, Kerim, İlhan, Murat, Fetanet Hanım, Nalan, Cevat, Yunus Bey ve diğerleri... Derinlikli hikâyelerin derdi, okuyucu her zaman çarpıyor. Burada mühim olan ciddi bir okuyucu gözü. Çünkü sade bir dilin arkasında her zaman şatafatlı bir dert yatabiliyor. Mustafa Kutlu eserleri, konusu ne olursa olsun süratle okunabiliyor.
Kitabı "yaşam tecrübesi"ne göre önermek daha doğru olabilir. Derin bir of çekenler, parasız yatılı günlerini hatırlayanlar, gençliğinde "dava" peşinde koşanlar, tüm bunların içinde ve dışında olanlar. "Ya Tahammül Ya Sefer" aslında birçok davanın acı neticesini içeriyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)