12 Ekim 2012 Cuma

Geçmişe dönüp şimdiyi görmek isteyenlere

Bugün 12 Ekim 1934. Kastamonu, İnebolu'da Türk Edebiyatı'nın usta bir kalemi dünyaya geliyor. Okuduğu değerli üniversite ve bölümlerine rağmen o soluğu yazmakta alıyor, yazmakla soluyor. 1972'de "Tutunamayanlar" ile kalbimize dokunuyor, 1973'te "Tehlikeli Oyunlar" ile aklımızla alay ediyor, aynı yıl "Korkuyu Beklerken" ile hikayelerini bir başlık altında toplayıp, "başımıza bunlar da mı gelecek?" dedirtiyor. Gerek gündelik hayatı anlatma derinliği, gerekse kelime zenginliği ile "Korkuyu Beklerken", Oğuz Atay'ın bir hikâye hazinesi oluyor.

"Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır dedim, kendi kendime. İyi şeyler birdenbire olur. Bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz."

Ona "Türkiye'nin Ruhu" demenin yetmeyeceğini düşünüyorum. Belki "Türkiye'nin Kalemi" demek daha yerinde olur. Zira bu kitabındaki karakterlerle ve o karakterlerin düşünceleriyle gerçekten de bu ülkenin tansiyonunu ölçmüş ve raporlamıştır Oğuz Atay. Özellikle "Beyaz Mantolu Adam", belki de hepimizizdir. Tekrar tekrar kendimizi okumamız gerekmektedir.

“Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim. Mektupla doktora yapmalıydım; mektupla doçent, mektupla profesör olmalıydım. Resim bilgimi, genel kültürümü mektupla ilerletmeliydim. Mektupla bir üniversiyete öğretim üyesi olmalıydım; belki bir süre sonra da mektupla üniversitede ders vermeye başlamalıydım. Her şeyden önce konuşmalıydım. Ayağa kalktım. Hemen başlamalıydım, bir şeyler söylemeliydim. Konuşmayı unutmak üzereydim. Kendimi anlatmalıydım. Kendimi göstermeliydim.”

Şimdi sıra bu kitabı henüz okumayanlarda. Korku kapınızda. Yeter artık onu beklediğiniz. Kapıyı, yani kitabın kapağını aralayın. Evet, artık 39 yıl önceden şimdiyi görmek için önünüzde hiçbir engel kalmadı.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

"Dünyanın başlangıcı aşktır" diyenlere

İskender Pala'nın son kitabı, "Benim aşka inancım kalmadı hiç, sorma, sorma" diye tempo tutan tüm "aşksızlara" bir ders niteliğinde. Kitabın her bölümü ayrı bir ödev sunuyor okuyucusuna. Önce "aşk nedir?"den başlıyor, arada tarih sahnesinden güzel hikayeler sunuluyor ve kapanışta artık zihninizde özlem duyacağınız harikulade bir aşk resmediliyor. "Aşka Dair" her şey, İskender Pala'nın diri ve tahrik edici üslubunda saklı.

"Aşkın başlangıcı "görme", sonucu "bakma"dır. İlk görüş anında başlayan ilginin sırasıyla sevgiye, bağlılığa, kalbin erimesine, tutkuya, özleme ve nihayet aşka dönüşmesinin bir tek gayesi vardır; sevilenin yüzüne bakabilmek, o ilk görüş anının lezzetini ve hazzını derece derece artırarak kemale erdirebilmek."

Kitap hakkında çok şey yazmak istemiyorum çünkü konusu aşk olan eserlerde ciddiyetli bir gizem vardır. Bu gizemi bozmamak adına sizi İskender Pala'nın "Aşka Dair"ini okumaya davet ediyorum. Davete icabet etmek iyi bir şeydir.

"Gam, bir âşıkın en kadim ve vefalı dostudur. Kim sadık bir dosttan vazgeçmek ister ki? Yüreğinde bir gam taşıyan âşık, o gamdan güç alır, bir gün bitivermesinden korkar. Çünkü kalpteki gam devamlı sevgiliyi düşünmek demektir. Oysa bir âşık, sevgiliyi düşünmediği vakit nefessiz kalacaktır. Üstelik bur gamın sonunda mükafat vardır: Vuslat!.."

Mevsim sonbahar. Zaman; aşk size daha çok yaklaşmadan, aşka dair bir şeyler, ama önemli şeyler öğrenme zamanıdır. Siz de Adem ile Havva'nın aşkını dünyanın başlangıcı sayıyorsanız, aşkın en derinine inmek için bu kitabı "nefes" olarak kullanabilirsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Hakikât içinde rivayet, rivayet içinde hakikât arayanlara

Ara sıra size de oluyordur; bir kitabı görürsünüz, ilginizi çeker, o an için önceliğiniz farklıdır, o kitapta da aklınız kalmıştır. Aradan birkaç ay geçer, tesadüf eseri kitabı raftan kendinize bakarken görürsünüz, bu sefer merakınıza yenilerek yemişim önceliğini dersiniz ve raftan kitabı alıp yutarcasına okumaya başlarsınız... İşte sevgili Serhat Poyraz’ın Şehristan Rivayetleri kitabı benim hayatıma böyle girdi.

Konstantiniye’de sıradan bir gün. Dilenci çocuk, avare avare gelip geçenlerin yüzlerine bakınmaktadır. Belki azıcık da olsa yardım ederler diye. Derken o çocuğun hayatını sonuna kadar değiştirecek bir el omzundan çeker alır onu ve bir teklifte bulunur.

Teklifte bulunan Kara Agop’tur. Teklifi alan başkişimiz Yavuz Ali’dir. Kimselerin ve hatta devlet erkanının dahi haberi olmayan loncanın adı Mest-i Esved’tir. Çocuğu hocası Penyücek’tir. En yakın arkadaşı Hayri’dir. Yavuz Ali’nin, loncanın yaptığı işleri onaylamadığı için ipten kurtardığı adam Ali Cengiz’dir. Konstantiniye’nin dokunulmazlığı da olan serserisi Macit’tir.

Bu kitap hakkında internetten bulabileceğimiz bütün yazılarda “büyülü” kelimesini kullanmışlar. Ortada büyü falan yok. Özenle seçilmiş karakterler, eski şehrin mahalleleri, gelenekleri, edebi- adabı var; okurunu sayfalardan içeri çekip gizli bir labirente sokan işgüzar bir yazar var; ortada son yılların “en iyi”si olabilecek gerçek bir roman var!

Serhat Poyraz, henüz 19 yaşında yazmaya başladığı romanını 23 yaşındayken bitirmiş. Dört sene sonra da yayımlatabilmiş. Bu kadar genç bir yazarın böylesine usta işi bir roman yazmasına ben akıl da sır da erdiremedim sayın okuyucu. Lâkin, okuduklarım bana “iyi edebiyat”a neden ihtiyacımız olduğunu bir kere hatırlatmaya yetti de arttı bile...

Serhat Poyraz’ın muhteşem ilk romanı “Şehristan Rivayetleri”, Türk Edebiyatına burun kıvıran mahrem yüzlere sille-i osmaniye nakşetmekten de geri kalmayacaktır. Serhat’ın üslûbunu ve yazı dilini çok meşhur başka bir yazarımıza benzetmekten de geri kalmayacak toplumumuz, eminim. Çünkü ve sanırım bu şekilde yazan iki yazarımız vardır Türkiye’de. İsmi ben söylemiyorum, okuyunca anlayacaksınız zaten.

Roman denilen şey böyle bir şey olmalı. Alkışlar Serhat Poyraz’a gelsin.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Ekim 2012 Salı

Ölüm Evi Güzellik Salonu'na hiç de hoş gelmediniz

Mario Bellatin, sadece 43 sayfada bir hastalığı vücudunuza olmasa da beyninize yerleştirebiliyor.

Kısa romanlar bazen uzun romanlardan çok daha zahmetli bir şekilde kurgulanmış oluyor. “Güzellik Salonu”ndaki öykü de aynen böyle.

Mario Bellatin, Perulu bir ailenin oğlu olarak 1960’ta dünyaya gelmiş. İlk kitabı Mujeres de sal 1986 yılında yayımlanmış. Güzellik Salonu ise Bellatin’in Türkçedeki ilk kitabı (2011), İspanyolcadan çeviren de Şevin Aksoy. Bellatin, doğuştan bir nedenle sağ kolunu kullanamıyor. Biraz da dikkat çekmek amacıyla sağ koluna takılı olan protezin kafasına gemi korsanı kancası geçiriyor.

Güzellik Salonu’nu tek cümleyle özetle dese birisi aynen şöyle derim: “Yalnız bir adamın dramı!”.

Kadın kıyafetleri giyerek geceleri eğlenmeye çıkan anlatıcımız, aynı zamanda Güzellik Salonu’nun sahibidir de. Henüz on altı yaşına varmadan evden kaçmış. Aldığı duyumlara göre ülkenin kuzeyinde iyi para varmış. Anlatıcımız bu noktada diyor ki, gördüğüm muamele her ne olursa olsun, yirmi iki yaşımdayken güzellik salonunu açacak kadar çok param olmuştu.

Erkeklerle beraber olan anlatıcımız gayet sıkı bir dille Homokatilleri Çetesi’nden korunmanın yollarından tutun da, güzellik salonunu hastalık kapmış ve kaptığı hastalık çok ilerlemiş olan AIDS’li erkekleri bünyesinde barındıran bir “Ölüm Evi”nin nasıl oluştuğuna kadar anlatıyor.

Güzellik salonunun giriş kapısında kadın erkek herkese hizmet yazsa da , salonun amacı doğrultusunda hizmet verdiği süre boyunca çok az erkek giriyor içeriye. Ancak anlatıcımız salonunu bir güzellik salonu olmaktan çıkarıp, hastanelerin bile kabul etmediği hastaların ölüm gününü bekleyen bir ölüm evine dönüştürdüğünde ise bu sefer sadece erkerk hastalar içeri alınıyor.

Kitabın tanıtımında Albert Camus’nün Veba romanını çağrıştırdığı NY Times reklamı olsa da ben bu fikre katılmıyorum. Olsa olsa bu roman da salgın bir hastalığı metafor olarak kullandığı içindir. Anlatım olarak Bellatin’in Camus’yle pek alâkası olmadığını söylemeliyim.

Sonuç olarak, salonu dahil neredeyse her şeyini belli bir amaç uğruna feda etmesine rağmen, öldüğü zaman kimsenin kendisi için bir damla gözyaşı akıtmayacak olması, bir adamı yalnız bir adam yapar. Anlatıcımız da yalnızlığını paylaşmak için yazmış bu kitabı. Okunmalı.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

3 Ekim 2012 Çarşamba

Şiirle havayı solumak

"Orhan Veli'nin kavgası, edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi. Şiire kasket giydirdi, sivilleştirdi onu. Bugünkü şiir verimleri onun da verimleridir biraz."

Böyle diyor Cemal Süreya onun için. Ece Ayhan ise "bir açıkhava ozanıdır" diyor Orhan Veli'ye. Nitekim hava almayı da, hava atmayı da, havalardan kendine bir pay çıkarmayı da öyle güzel becermiştir ki şair, şiirlerinin kolay ezberlenebilirliğinde belki de bu "doğal" koşullar yatmaktadır.

"Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada âşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti."


Bu kitapta hem Orhan Veli'nin tüm şiirlerini bulabileceksiniz, hem Garip akımının ne olduğunu onu doğuran şairden görebileceksiniz, hem de şairin şiire bakışı hakkında güzel bir giriş makalesi okuyacaksınız.

"Yüz kelimelik bir şiirde yüz tane güzellik arayan insan vardır. Halbuki bin kelimelik bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan terekküp eden bir mimari eseri güzeldir."

Orhan Veli, birçok şiiriyle hem şairlere, hem de şiir yazmak isteyenlere ilham kaynağı olmuştur. Feyz alınması kolay, taklit edilmesi zor bir şair olmuştur. Taklit edilmesinin bu zorluğu, doğallığından kaynaklanır. Doğal olan bir şeyi taklit etmek zordur. Bu minvalde kendisinin beni en çok etkileyen "Rüya" adlı şiirini paylaşmak isterim:

"Annemi ölmüş gördüm rüyamda.
Ağlayarak uyanışım
Hatırlattı bana, bir bayram sabahı

Gökyüzüne kaçırdığım balkonuma bakıp
Ağlayışımı."


Nurullah Ataç, "Ahengin, musikinin de şiirden kaldırılabileceğini anlattı" der Orhan Veli için. Şiiri sivilleştiren şair "bir garip" Orhan Veli'yi baştan sona okuyabileceğiniz bu kitap; havayı şiirle solumanızı sağlayacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Ekim 2012 Pazartesi

Bir şairden öyküler okumak isteyenlere

Orhan Veli için “Şairdir.” deriz hepimiz. Birkaç dizesini de ezberden söyleyebiliriz muhtemelen. Oysa Veli’nin, Veli’nin oğlunun, hikâyeler yazdığından, ardında naif, sıcacık öyküler bıraktığından haberdar mısınız?

Aklınızda, kalbinizde dizelerini taşıdığınız bir şairin öykülerini okumak isterseniz Hoşgör Köftecisi’ni okuyun mutlaka…

Hoşgör Köftecisi’nde Orhan Veli’nin altı öyküsü, bir hikaye çevirisi ve de kendisiyle yapılmış bir söyleşi yer alıyor.

Öyküleri kısa, duru ve öyle akıcı ki… Şiirleri gibi yalın, naif bir dili var hikayelerinde de. Ve dönemine, yaşantısına, edebiyatına dair önemli ipuçları sunuyor öyküleri.

“Acaba hikâye mi yazsam? Hikâyede konunun pek o kadar mühim olmadığını söyleyenler de çıktı. Ama ne olursa olsun, bir vaka lazım. O vakanın bir başı, bir sonu olması lazım. Üstelik vaka da, alışılmış bıkılmış vakalardan olmamalı. Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asil heyecanları gibi gösteren hikâyelerden illallah dedik artık. Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysaki öte yandan milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanı tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine, yuvarlanıp gidiyoruz. Başka cemiyetlerin, başka sınıfların adamı olduğumuzu bile bile. Bizim dertlerimiz, içinde yaşadığımız adamların dertlerine benzemiyor. Ne parada gözümüz var, ne pulda. Geçenlerde bir kadın, “Benim için şiir,” diyordu, “beyaz bir otomobildir.” Biz, en küçük menfaatlerini bile korumaktan aciz zavallılar, nasıl onlarla bir oluruz. Biz, tanımadığımız o büyük sınıfın, o fakir sınıfın adamıyız. Ama tanımadığımız için de onlardan, onların hayatından bahsedemeyiz. Üstelik tehlikeli bir iş o. İnsana sol diyorlar, komünist diyorlar. İyisi mi, bir yazar hep suya sabuna dokunmayan yazılar yazmalı. Ben de öyle yapacağım.”

Sıradan insanlara rastlıyoruz kitapta; kısa anlara, hayata ve sevdaya dair düşüncelere denk geliyoruz.

“...ben bu kambur kızdan hoşlanmışsam, onu sevmişsem neden ona kötü gözle bakmış olayım? Büsbütün tersine, iyi gözle bakmışım ki sevmişim. ‘Sevme’ sözü de geniş bir söz. İnsan bir yemeği seviyor, bir rengi seviyor, bir kadını seviyor. Hele kadını sevmenin türlü bin çeşidi var. Onu da kendimizi de, sadece hayvan olarak gördüğümüz zaman, belki kötü gözle bakmış sayılabiliriz.”

Ve elbette, şu dünyada iz bırakmanın en çok da sanatla, yazıyla, edebiyatla olduğunu hatırlatıyor Orhan Veli, tekrar ve tekrar…

“… Ama bundan yüz sene sonra, Memduh Şevket Esendal adında bir adamın yaşadığını bileceklerse ancak hikayeleriyle bilecekler. Hiç kimsenin bu isimde meşhur bir politikacının yaşadığından haberi olmayacak…"

Altı kısa öykü, bir çeviri ve Bahar Dülger’in 1947’de yaptığı bir söyleşiden oluşan Hoşgör Köftecisi, “Orhan Veli, keşke bu kadar erken gitmeseydi de daha çok hikaye yazsaydı.” Dedirten; hem Orhan Veli severlere hem de bir şairden öyküler okumak isteyenlere iyi gelecek bir kitap…

“O şarkılarda, o seslerde, o hikâyelerde büyük bir dünya vardı. O daracık dükkâna giderken kendimi seyahate hem de büyük bir seyahate çıkan bir adam sanıyordum.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Eylül 2012 Cumartesi

Kendimizi en iyi tanımlayan kelimeleri asla bulamayız

J. L. BorgesRagnarök” adlı öyküsünde (Yaratan, sf 40, 2011, İletişim), sürgünden dönen Tanrıları rüyasında gördüğünü, onları bir amfiteatrın platformuna çıkarıp gözyaşlarıyla alkışladıklarını; ancak onların düzenbaz, cahil, acımasız olduklarını ve kendilerini korumayıp onlara merhamet ederlerse kendilerini yok edeceklerini bildikleri için, rüya bu ya, koca koca revolverlerini çıkarıp keyifle Tanrıları öldürdüklerini yazar.

Jose Saramago’nun Kabil’ini okurken neredeyse her sayfada Borges’ın bu öyküsünü anımsadım. Kabil; Tanrıya savaşın açıldığı, pratik anlamda dünya tarihinin başladığı, Saramago’nun ölmeden hemen önce tamamladığı Hristiyanlığa karşı bir hiciv romanıdır.

Saramago, kitabın 2009’daki basın tanıtımına: “İncil’in Tanrısı güvenilir değil, kötü biri ve öç almaya kararlı. İncil’de acımasızlık, zina, her türlü şiddet ve kan dökme var. Bu inkâr edilemez” demiş.

Saramago Kabil’de öyle bir zaman kurgulamış ki, zamanın içinde hem şimdi var hem de gelecek... Kabil’in, kardeşi Habil’i (romana göre Habil’in küçümsemelerine artık dayanamayarak) öldürdükten sonra, Tanrı, sevgili kulunun ölümüne çok bozulur, Kabil’in alnına da hiç çıkmayacak bir işaret koyarak onu bir anlamda lanetler.

Bu cinayetten sonra Kabil, annesinin ve babasının, yani bildiğimiz adlarıyla Adem ile Havva’nın yanlarından ayrılarak yollara düşer. Lilith’le, oğlunu kurban etmek üzere olan İbrahim’le, Sodom şehrinin yok edilişiyle, tufan öncesi hazırlıklarına devam eden Nuh’la karşılaşır.

Kabil yaşadığı her macerada kendini tanımlamayı, adlandırmayı dener; ancak hepimiz gibi o da doğru kelimeleri bulamaz. Bu maceraları okuduktan sonra artık ne olacak diye merak ederken Kabil, ne Nuh’un ne de Tanrının tahmin edebileceği bir sürpriz yapar. (Tabi bu arada siz ne zaman romanın sonuna geldiğinizi anlamazsınız, kitabın çevirisi orijinalini aratmayacak kadar çarpıcıdır. Bu sayede kitabın çevirmeni Işık Ergüden’e selamlarımızı yollayalım.)

Kabil’in yayımlanmasının ardından bir teolog Saramago için şöyle demiş: “Ciddi biri değil. Bir romancı milyonlarca Hristiyan’a, Yahudi’ye, Protestan’a hakaret edemez. Saramago, İncil ile oynayan bir komedyen.

1998’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan, daha öncesinde de 1991’de yayımlanan “İsa’ya Göre İncil”den sonra ülkesini terk etmek zorunda kalmış olan Jose Saramago, cesareti ve kaleminin keskinliğiyle okunmayı kesinlikle hak ediyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar