19 Temmuz 2012 Perşembe

Bazılarımızın hayatının romanı

"Hayatımın romanı" dediğimiz şey aslında iki türlüdür. Kimimiz, yaşadığımızın hayatın bir benzerini görürüz okuduğumuz romanda ve buna "hayatımın romanı" deriz. Kimimizin ise okuduğu kitap, o yaşına kadar okudukları arasında en sevdiğiyse hayatının romanı olur. Ben burada özellikle ikincisinden yanayım.

"Bir zamanlar uyurdum, hatırlıyorum o günleri."

"Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar."

"Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı."


Hakan Günday'ın ilk romanıdır Kinyas ve Kayra. 2000 yılında yayınlanmıştır. Bu sebeple özellikle 1986 doğumluların lise ve üniversite hayatına büyük etkisi olmuş bir kitaptır. İşin ilginç tarafı, Kinyas ve Kayra'yı bir çok Hakan Günday hayranı çok sonraları okumuştur. Ben lise yıllarımda yarısına kadar okuyabilmiş, sonra temelli bırakmış ve aradan 10 yıl sonra yeniden okumuş olma durumumu birçok yakınımda görünce bu yorumu çıkardım. Daha sonraki okumalarımda ve Hakan Günday incelemelerimde gördüm ki bu kitabın çıkışında Oğuz Atay, Hermann Hesse, Albert CamusElias Canetti ve Louis-Ferdinand Celine gibi efsanelerin rolü oldukça fazla. Bunu Hakan Günday bazen söylüyor, bazen de kitaplarında belli ediyor.

"Ne kadar yalnızsan o kadar uzağa gidersin. Ne kadar terk edersen o kadar ölürsün."

"Ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı. Kimsenin onları çözecek kadar tırnakları yok."

"Çok şey gördüm. Beni yüzüstü gömün."


Çok uzatmadan romandan bahsedeyim. Öncelikle kitap, ilerledikçe sizi içine çekecektir. Çünkü ortada var olan savaş, psikolojik bir savaştır. Dolayısıyla kitap, okuyanın yaşamına okuduğu süreç ve sonrasında derin etki edebilecektir. Üç bölüme ayrılan kitapta önce "Kinyas, Kayra ve Hayat" üzerinden yoğun bir beyin istilası gerçekleştiriyor Hakan Günday. Burada hayata dair derin ama sonradan fark edilebilecek çelişkide aforizmaları yakalamak mümkün. Yazarın silahını gözlerimize doğrulttuğu bölüm ise 2.bölüm: "Kayra'nın Yolu". Bu bölümde bir karakterin diğer karakterin üzerinden sarsa sarsa yürümelerine tanıklık ediyoruz. Üçüncü bölümde Hakan Günday bu kez silahını beynimize doğrultuyor: "Kinyas'ın Yolu". Tek atışlık bir final bekliyorsanız unutun. Zira bu kitabın "efsane" olarak görülme sebebi bu. Kitabın son sayfasından sonra yazarın silahı patlamaya başlıyor. Burada hayatının hangi anında o kurşunlara yakalandığınız önemli.

"Çünkü bir saat sonra yaşayacaklarını bilemeyecek kadar insansındır."

"Daha anlayamamıştı. Sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olamazdı. Kimse için."

"Yatağı olmayan insanların birilerini dinleyecek kadar sabrı yoktur."


Kitabı okuduktan sonra vücudunuzda kalan yara izlerini temizlemeye çalışmayın, yeni kitaplar mutlaka işe yarayacaktır. Yazımın başında da söylediğim gibi, ister sizin hayatınızdan kesitler sunsun, ister okuduğunuz en iyi kitap olsun; bu kitap bazılarımızın hayatının romanı. Bu kesin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Temmuz 2012 Salı

Sorununun kişisel olduğunu düşünenlere

Nobel Ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oe’nin ülkemizde en çok bilinen romanıdır “Kişisel Bir Sorun”.

Can Yayınları tarafından artık ülkemizin Japonca çeviri duayeni olan H. Can Erkin çevirisiyle yayımlanan romanda Oe, çarpıcı anlatımıyla okuru sayfalardan içeri çekip “İyi bak, iyi bak bana ve aileme; bunların hepsi senin de başına gelebilirdi” diye tokatlıyor.

Kenzaburo Oe, 1935 yılında Şikoku Adası’nda doğmuştur. Tokyo Üniversitesi’nde Fransız Edebiyatı eğitimi görmüştür. Güçlü toplumsal ve siyasal eleştirileriyle Japon edebiyatında kendine özgü bir yer edinmiştir. 1957’de “Kurbanı Beslemek”, 1964’te “Kişisel Bir Sorun”, 1967’de “Sessiz Çığlık”, 1969’da “Delilikten Kurtar Bizi”, 1983’te “Ayağa Kalk Genç Adam” yayımlanmıştır. 1994 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’yle onurlandırılmıştır.

Kişisel Bir Sorun” Oe’nin gerçek yaşamından hareket edilerek yazılmış bir modern klasiktir. Romanda Bird isimli öğretmenin zihinsel engelli bir oğlu olur ve Bird’le karısının hayatı artık eskisi gibi olamaz. Oe’nin de gerçek yaşamda zihinsel engelli bir oğlu olmuştur. Oğlu Hikari ilk beyin ameliyatını 3 aylıkken geçirmiştir. Doktorlar umutsuztur. Yapılacak hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine öz oğlunun ölmesini ister. Bir saniye sonra ise bu düşüncesinden utanır ve kendi insanlığını sorgulamaya başlar.

Bir ses bandına Oe bin türlü kuş sesi kaydeder. Her gün saatlerce oğluna bunları dinletir. Ve ilk mucize dört yıl sonra gerçekleşir, Hikari ilk cümlesini kurar: “Bu.. bu.. bu.. su.. su.. se.. se.. si”. Oe ve karısı sevinçten çılgına dönerler ve bundan sonra oğullarına klasik müzik dinletmeye başlarlar. Bach, Mozart, Beethoven...

Hikari’nin 20. doğum gününden birkaç önce Japonya’da zihinsel engelli Hikari’nin bestelerinin yer aldığı CD satışa çıkar ve tüm ülkede kapış kapış satılır.

Kişisel Bir Sorun” yaşama inadından yola çıkılarak yazılmış; hepimizin bir şekilde bu hayata tutunabileceğimizi, acizliklerimizden kendi çabalarımız sonucu kurtulabileceğimizi nasihat etmeden, doğru bildiğini söyleyerek dünyaya anlatan, kendi üzerine tekrar tekrar düşündürtten bir yapıttır.

"Ben ve karım, bu bitkisel varlık, bebek kılığına girmiş canavarın yapışıp kaldığı bir ömrü mü tamamlamak zorundayız?’ Bu soru bilincinde güçlenirken, düşünmeyi sürdürdü Bird. ‘Ben ne olursa olsun, o bebek kılığındaki canavardan kaçıp kurtulmak zorundayım. Bunu yapamazsam, Afrika seyahatime ne olur?"

Tuna Bahar
twitter.com/tunabahar

15 Temmuz 2012 Pazar

Hep bekleyenlere

Barış Bıçakçı, son dönemin en güçlü kalemlerinden biri. Yalın anlatımı, kısa cümleleri ve keskin gözlem gücü ile içimizde iz bırakan kitaplar yazıyor. Baharda Yine Geliriz, kısa öykülerinin yer aldığı, şehir hayatına ve insan hallerine bolca yer veren, en etkileyici kitaplarından biri.

Bir Ankara kitabı da denebilir aslında Baharda Yine Geliriz için. Ankara'nın sert soğuğunu, memur hayatını ve naif hallerini öyle yalın ve öyle gerçek anlatıyor ki, sanki şehrin sokaklarında yürüyor, insanlara selam veriyorsunuz okurken. Özellikle Şehir Rehberi bölümlerinde durup tanıdık hayatlara uzaktan bakıyorsunuz.

"Şehrin yüksek binalarından birine çıkıp aşağıya bakıyorum, her şehirde rastlanabilecek bir manzarayla karşılaşıyorum: Yüzlerce insan, bazen birbirlerinin yolunu keserek oradan oraya gidip geliyor… Ölümsüz gibi görünüyorlar. “Nedir bu?” diye soruyorum kendi kendime, anlamlandırmak gerekiyor, “Kabus mu, şenlik mi?” Arka arkaya bir sürü karşıt anlamlı sözcük geçiyor aklımdan. Eksilerle artıların birbirini götürmesi gibi kalabalığın da bir matematiği var. Sıradanlık bu olmalı: Bütün karşıtlar birbirini götürüyor. Başka ne söyleyebilirim ki size?"

Çok şey söylüyor aslında Barış Bıçakçı... Kısa, çarpıcı ve sahici cümleler kuruyor.

"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: "İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Barış Bıçakçı kitaplarını okumak iyi demlenmiş bir bardak çay içmek gibi... İyi geliyor; hem akla hem kalbe...

"Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birdenbire kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın." diyor Barış Bıçakçı. İşte Baharda Yine Geliriz, göğsünüze bastıracak, içinize dokunacak çok fazla cümle içeren bir kitap. Ve güzel kitaplar okuyup, durdukları yerden ayrılamayanlara, hep bekleyenlere, iyi gelecek...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Varlık, insan ve görevlerine dair bir başyapıt

20. yüzyılın en derin şairiyle, mükemmelliyetçi tutumuyla Rimbaud, Valery, Rilke ve Nietzsche'den çeviriler yapan Can Alkor'un buluşması var bu ağıtlarda. Sayfaların solunda Almancası, sağında Türkçesi karşılıyor sizleri. Okurken "bu şiir değil, bazen masal bazen de şarkı oluyor" demeniz mümkün. Rainer Maria Rilke'nin başyapıtı: Duino Ağıtları.

Toplan on yılda (1912-1922) yazılan Duino Ağıtları, Rilke'nin varlık, insanın dünya üzerindeki konumu ve görevleri hakkındaki son sözleri belki de vasiyeti niteliğinde. Kitabın açılışında Mallarmé'nin şu sözlerinin yazılı olduğu bir sayfa karşılıyor sizleri: "Tout, au monde, existe pour aboutir a un livre.". Yani; "Her şey sonunda bir kitaba varmak içindir."

"Oysa ancak içimize dönüştürdüğümüz an
Belli eder kendisini en görünür mutluluk."

"Kim savar,
Kim tutardı içinde aslının ırmaklarını?
Ah sakıntı yoktu uyuyan için; uyurken,
Ama düş görürken, ama hummada: Nasıl bırakırdı kendini."


Toplam on ağıt var Rilke'nin bu eserinde. Her birinde ayrı bir yakarış, ayrı bir felsefe var. An geliyor, derin derin düşünmeye başlarken bir sözle karşılaşıyorsunuz, o söz sizi "okurken mola vermeye" götürüyor:

"Bizler görünmezin arılarıyız."

Ruhuna Kitap'ta Rilke'nin üç şaheserini tanıtmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Lütfen siz de Rilke'nin bu üç şaheserini okuyup, haklı bir gurur yaşayınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

10 Temmuz 2012 Salı

Bir romanı, tam içinde yaşamak isteyenlere

Italo Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin. Kapıyı kapasan iyi olur; öte yanda mutlaka çalışmakta olan bir televizyon vardır. Hemen seslen ötekilere: “Hayır, televizyon seyretmek istemiyorum!”. Sesini yükseltmezsen duyamazlar seni. “Kitap okuyorum. Rahatsız edilmek istemiyorum!”. O gürültü arasında seni işitmemiş olabilirler, daha yüksek sesle söyle, bağır hatta: “Ben, Italo Calvino’nun yeni romanını okumaya başlıyorum!”. Bunu söylemek istemiyorsan, seni huzur içinde bırakmalarını umut edelim.

İşte bu paragrafla açılıyor “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”. Açıkçası daha önce hiçbir romanda görmediğim bir anlatım tekniğiyle yazılmış bu roman beni oldukça heyecanlandırdı.

"Bütün öykülerin vardığı sonuç şudur: İnsan tek bir hayat yaşar, tek bir tane; dokunmuş olduğu ipliklerin seçilemediği keçeleşmiş battaniye misali, hayat tekdüzedir, kendiyle aynıdır."

Italo Calvino, 1923’te Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Calvino iki yaşındayken İtalya, San Remo’ya yerleştiler. Yirmili yaşlarında Einaudi Yayınevi için çalışan antifaşist entelektüellerle, özellikle de Cesare Pavese ile ilişki kurdu. 1972’de İtalya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Feltrinelli Ödülü’nü kazandı. 1985’te beyin kanaması sonucu Siena’da öldü.

Calvino bu eserinde, bir yazarın okurlarına nasıl hitap edeceğinden, öykünün kurgusunu neye göre belirleyeceğine kadar kendi kendine konuşuyor. Bir anlamda bu romanda Calvino, Calvino’yu okuyor. Romanın baş karakteri olan “Erkek Okur” üzerinden hareket ederek tam 10 adet romana giriş yazıyor Calvino. Elbette bu girişleri bizler bölüm bölüm okuyoruz, çünkü erkek ya da kadın okurunu yeni bir romana başlatırken, o romana biz de onlarla birlikte başlıyoruz. Calvino’nun olayları anlattığı bölümler ise “1, 2, ....., 11, 12” diye numaralanmış bölümlerdir.

"...Aslında dikkatle bakıldığında bunun sağlam ve yaygın gerçek bir zenginlik olduğunu anlarsın; öyle ki benim anlatacak tek bir öyküm olsaydı, bütün gürültüyü bu öykünün çevresinden koparırdım, ona tam değerini verebilmek için çabalardım, ama biriktirdiğim sınırsız anlatı malzemem olduğu için bunları telaşsızca ve umursamazca ele alabilirim; hatta bu işten birazdan sıkıldığımı yansıtabilir, ikincil dereceden olaylarla lafı uzatıp anlamsız ayrıntılara girme lüksünü kendime tanıyabilirim.”

Romancılık dünyasının sırlarına değinen, çalışkan yazarla huzursuz yazar karşılaştırması yapan, artık her şeyin sahtesinin çıkabildiği dünyada orijinalitenin nasıl yakalanacağından bahseden, üç beş yıllık yazarların kaleme almayı bırakın, akıllarından dahi geçiremeyecekleri ölümsüz bir romandır bu. Yazıya ve yazı sanatına biraz olsun ilgi gösteren herkesin okuması gereken, her evde olması gereken zaruri ihtiyaçlardan biridir. Romanın adı bile tamamlanmamış bir cümledir. Sırf bu yüzden bile tehlikelidir...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Mistik bir iç dünya keşfetmek isteyenlere

Rilke'nin daha önce "Dua Saatleri Kitabı"nı tanıtmış ve "Şarkı gibi, roman gibi şiirler" barındırdığını belirtmiştim. "Orpheus'a Soneler", çok kısa bir süre içinde yazılmış ve hepsi bir bütün oluşturan şiirlerden meydana geliyor. Okurken Rilke'nin iç dünyasında misafirlik ederken aynı zamanda onun mistik duygularını da tanımış oluyorsunuz.

Yüksel Özoğuz'un yine kitabı ve şairi eksiksiz anlattığı bir giriş yazısından sonra Rilke'nin mistik dünyası kapılarını sizlere açıyor. Sonrasında yine bir şarkı dinler gibi, coşkulu bir seslenişe sahip şiirler arasında yüzüyorsunuz.

"Biz sözcüklerle ya da işaret ederek parmağımızla
El koyarız dünyaya yavaşça,
Belki de en zayıf ve en tehlikeli yanıyla."


Zaman zaman ta o devirlerden modernleşmeye karşı da bir gizli öfkesi vardır Rilke'nin:

"Bak makineye:
Nasıl da gayretli, intikam alıyor,
Biçimsizleştiriyor bizi, zayıflatıyor.

Gücünü aslında bizden alıyor
O tutku nedir bilmeyen
Çalışsın ve hizmet etsin sadece."


Kitap hakkındaki en güzel ve genel yorumu da, çeviren Yüksel Özoğuz'a bırakayım:

"Rilke "Orpheus'a Soneler"i, kısa süre tanıdığı, çok genç yaşta ölen güzel bir dansçı genç kıza ithaf eder. Onu bir anlamda Orpheus'un genç yaşta ölen karısı Eurydike ile özdeşleştirir. Ölümün en çarpıcı biçimi hiç şüphesiz güzel ve genç bir kızın ölümüdür. Orpheus ise şarkıları ile herkesi büyüleyen, insanları olduğu kadar, canlı ve cansız doğayı da buyruğu altına alan efsanevi kişilikteki şarkıcıdır; burada ise şairdir, sanatçıdır, yaratıcıdır ve hatta Tanrı'dır."

Kimi zaman okuyucunun kendine seslenişler bulabileceği, kimi zaman bir türkü gibi mırıldanmak isteyeceği, kimi zaman da bir kenara yazıp şaşkınca bakabileceği dizeleri özenle sunuyor Rilke. Okuyunuz ve kendinizi dinlendiriniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Varlığı ve yokluğu bir arada okumak isteyenlere

Lanet Olsun Zaman Nehrine” Norveçli yazar Per Petterson’un son kitabıdır. Bir önceki kitabı “At Çalmaya Gidiyoruz” ülkemizde tıpkı bu kitap gibi Metis tarafından yayımlanmıştır. Zaten yazarımız özellikle “At Çalmaya Gidiyoruz” adlı kitabıyla dünyada ün yapmıştır ve hatta o kitapla Norveç Kitapçılar Ödülü’nü ve Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü’nü almıştır. Bu son romanı ise Kuzey Ülkeleri Konseyi’nin edebiyat ödülüne lâyık görülmüştür.

Tecrübeli yazar ve çevirmen Aslı Biçen tarafından dilimize kazandırılan roman tam anlamıyla “varlık içinde yokluk çekmenin” romanıdır. Çünkü romanın ağzından anlatıldığı karakter Arvid Jansen, kendi hikâyesini çekinmeden ve utanmadan size anlatırken, kuzeylilere özgü bir kabalıkla karşılaşıyorsunuz ister istemez. Bu kabalık size karşı değil, aile içinde bir kabalık elbette. Bizim gibi Akdenizli insanlara tuhaf gelen bir aile ilişkisi...

Arvid, bu hayatta umduğunu bulamamış, 37 yaşında, 2 kız çocuğu sahibi ve karısından boşanmanın eşiğinde bir Norveçlidir. Yıllarca ilgisini çekmeye çalıştığı annesi ise mide kanseridir. Arvid çocukluğunu, ilkgençliğini, diğer 3 kardeşiyle olan ilişkilerini anlatırken, geçmiş sürekli bölük börçük bir hayâl gibi ağzından çıkmaktadır. Romanın bazı sahnelerinde geçmişten çok iyi bildiği insanları tanımayışına tanıklık ettiriyor bize. Fena derecede babasına benzeyen; ancak onun kadar güçlü olmak istemeyen Arvid Jansen, idealleri uğruna üniversiteyi bırakacak kadar, tek başına yaşadığı daireyi gencecik sevgilisiyle paylaşacak kadar, başına bir kötülük gelmeye kalksa hemen güçlü ve yıkılmaz annesinin kendisine kol kanat gereceğini bilecek kadar hayâlperesttir.

Petterson’un bu romanı, edebiyat düşkünlerine tavsiye edilmelidir. Bestseller hastaları asla bitiremezler bu kitabı. Petterson, çok satma kaygısında değil, iyi edebiyat yapma kaygısında bir yazardır (Metis’e de bu yakışır zaten). Sade, gösterişten uzak, insanlara mesafeli, az olan parasını değerlendirmeyi bilen kuzeyli insanların belgeselini izlermişsiniz gibi gözlerinizin önüne serilen bu romanı okumak için, “bir insan, anne ve babası dışında, üç erkek kardeşe daha sahipken, nasıl olur da yalnız kalabilir, nasıl olur da bu kadar varlığın içinde yokluk yaşayabilir?” sorusunu kendinize de sormanız gerekebilir.

"Evden ayrılmadan önce bu yolda çok yürümüşlüğüm vardı ama o zamanlar tam aksi yöne, Oslo’nun dışına doğru yürürdüm çünkü yolun tercih ettiğim tarafında, yani sağında, trafiğin karşımdan gelmesini değil benimle birlikte akmasını isterdim yoksa arabalardaki insanların bana bakacaklarını, hatta camlarını indirip elleriyle beni işaret edeceklerini hissederdim; dünyada hayatında yanlış yolu seçen tek insan benmişim gibi."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar