Rainer Maria Rilke; hüznün, roman gibi şiirin, derinliklerin şairi. 1898'de Rusya seyahatinden hemen sonra 23 yaşındayken bu kitabı yazmaya başlıyor. Kitap 1905 yılında yayınlanıyor. Türkçe'ye "Dua Saatleri Kitabı" adıyla, 2008 yılında çeviriliyor. "Şiir varlığın kendisidir" diyen Rilke, şiirlerini bazen bir şarkı gibi, bazen de kısa bir roman gibi sunuyor okuyucusuna. Zaten Stefan Zweig, Rilke'nin ölümünden sonra yaptığı veda konuşmasında şöyle demiş: "Bir müzikle geldi Rilke, müziği gidişinden sonra da kalacak.". Hiç şüphesiz ki kaldı, kalmaya da devam edecek.
"Tamamlanmaz hiçbir şey, ben bakmadan,
durur tüm oluşumlar kıpırdamadan."
"Seviyorum benliğimin karanlık saatlerini,
içinde duyularımın derinleşip gittiği;
bulunur orda eski mektuplardaki gibi
günlük yaşamının yaşanıp bitmiş bir hikayesi,
Uzaklaşılmış ve aşılmış bir efsane gibi."
Kitabı Türkçeye kazandıran Yüksel Özoğuz, muazzam da bir giriş yazısı eklemiş. Bu yazıda Rilke'nin hayatını, şiire yaklaşımını, nasıl bir karaktere sahip olduğunu, gezgin ruhunda ona en çok etki eden şeyleri ve aşklarını bulabilirsiniz. Hiç şüphe yok ki bu kitabın ardından Rilke'nin diğer şiir kitapları; "Orpheus'a Soneler" ve "Duino Ağıtları"nı da okumak isteyeceksiniz. Ancak dün yaptığım YKY ziyaretinden sonra duydum ki, "Dua Saatleri Kitabı" dışındaki Rilke kitaplarının baskısı şu anda yok. Yaptığım kısa bir internet araştırması, Cem Yayınevi'nin Rilke'nin bazı şiirlerini bastığını gösterdi. Bilgilerinize.
"İlk defa yalnız kaldım seninle,
sen, duygularım.
Sen bir genç kız gibisin."
"Baba bizim için değil mi geçmişte kalan biri;
geçmiş yıllar, gitgide bize yabancılaşan
eskimiş tavırlar, modası geçmiş giyim,
buruşmuş eller ve rengi uçmuş saçlar?
Aslında kendi zamanı için o bir kahraman,
bir yaprak o, biz büyüyünce kopan."
Çok kısa bir son yapmak istiyorum; ruhunuz için, Rilke okuyunuz.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
1 Temmuz 2012 Pazar
26 Haziran 2012 Salı
Gerçekliğe bir davetiye
"Croisset’nin münzevisi. İlk modern romancı. Gerçekçiliğin babası.
Romantizmin kasabı. Balzac’ı Joyce’a
bağlayan dubalı köprü. Proust’un habercisi. İnindeki ayı. Burjuvalardan korkan
burjuva… Bütün bu unvanlar soyluluk unvanlarına kayıtsız kalan biri tarafından
edinilmiştir. Onurlar onursuzlaştırır, unvanlar insanın değerini düşürür,
görev insanı aptallaştırır."
Gustave
Flaubert üzerine yazılmış bir deneme-roman diyebiliriz “Flaubert’in Papağanı”
için. Aslında biyografinin, kitabın tamamına hakim olduğunu söylemenin mümkün
olması ile beraber kitap, birçok farklı konuyu ve üslubu da içinde
barındırıyor. Usta yazar Flaubert’in yaşamına, düşünce dünyasına ve kitaplarına
dair her şeyi sıra dışı bir üslup ile işlemesinin yanında, farklı zamanlarda
geçen iki hikâye ile de kitaba romansallık katıyor. Normal bir yaşam öyküsünden bu yönüyle çok
farklı olan kitabın, bir diğer yönü ise okuyucuyu pasiflikten kurtararak
kitabın içinde, genelde kitap sonuna saklanan ya da kitabı özümseyerek bir
müddet sonra herkesin kitaptan yapacağı kişisel çıkarımları için okura zaman
tanımayarak, okura her sayfada aktif bir düşünce atmosferi yaratmasıdır.
Yazar adeta Flaubert’e dair her ne varsa
didik etmiştir. Flaubert’in yaşamındaki olayları detaylı olarak işlerken de
Geoffrey Braithwaite’in hikâyesi kitabın farklı bölümlerinde devreye girerek
Flaubet’in yaşamına eklemlenmiş ve ilgi çekici bir yazın ortaya çıkarmıştır. Ayrıca
belirtmek gerekir ki yazar, okuru dev bir sarmaşığa korkarak tırmandırırken,
aşağının yüksekliğini göstermeyerek de okuru yüreklendirmiştir.
Julian Barnes, kitapta iki öykü arasında yer
yer gidip gelmiştir. Aslında ana öykü olan Flaubert’in yaşamı ve birincisine
göre daha az yer teşkil eden emekli doktor ve Flaubert uzmanı Geoffrey
Braithwaite’in hayatta olmayan karısı Ellen’in ilginç yaşam hikayesini
anlatmıştır. Burada ilginç olan nokta: J. Barnes, okuru Ellen’in yaşamı ile
Flaubert’in yaşamı üzerine kafa yormaya zorlayarak, farklı zamanlarda yaşayan,
evli bir kadın olan Ellen ile ünlü bir yazar olan Flaubert’in yaşamı arasında
büyütecimizi gezdirmemizi istiyor gibi duruyor.
Kitabın başından sonuna kadar Geofrey
Braithwaite, Gustave Flaubert’in “Saf Bir Kalp” adlı hikâyesini yazarken
kullandığı ve iki tane olan papağanlardan hangisinin onun gerçek papağanı
olduğunun ve hangisinin sahte olduğunun araştırmasını konu ediniyor. Julian
Barnes burada “gerçeklik” olgusu üzerinde durup bizleri gerçeklik üzerine
düşünmeye davet ediyor.
Ozan Şen
24 Haziran 2012 Pazar
Yazı sanatları dersi almak isteyenlere
Eğer siz de hayatınızda okumak üzere olduğunuz ilk Cortazar kitabı seçiminizi “Ayakizlerinde Adımlar”dan yana kullanırsanız, benim gibi bu yazarın bağımlısı olabilirsiniz.
Cortazar, 1914 Brüksel doğumludur. 1919’da ailesiyle birlikte ülkesi Arjantin’e dönmüştür. 1938’de ilk şiir kitabı Presencia’yı (Varlık) yayımlamıştır. Fransız edebiyatı dersi vermiştir ve Cuyo Üniversitesi’nde John Keats üzerine bir seminer düzenlemiştir. 1945’te üniversitelere faşist müdahalenin başlaması üzerine Buenos Aires’e dönmüştür. 1951’de ilk öykü kitabı Bestiario’yu (Hayvan Hikâyeleri), 1960’ta ilk romanı Los Premios’u (Ödüller) yayımlamıştır. 1963’te bugün en önemli romanı sayılan Rayuela’yı (Seksek) yayımlamıştır.
“Ayakizlerinde Adımlar” Cortazar’ın ince işçilik ürünü olan öykülerinin bir toplamıdır. Bu kitabın özelliği ise Metis Yayınları’nın kendi toplaması olmasıdır. Yani Cortazar’ın aslında böyle bir kitabı yoktur.
Kitaptaki hikâyeler sırasıyla; Yaz, Silvia, Kindberg Diye Bir Yer, Öğle Yemeğinden Sonra, Kızıl Çember İçinde Birleşme (Borges’e ithaf edilmiştir), Işık Değişikliği, Ayakizlerinde Adımlar, Liliana’nın Gözyaşları, Cennetin Kapıları ve Arayış’tır. (Charlie Parker’a adanmıştır).
Cortazar’ın farklı dönemlerinin farklı yapılardaki öyküleri olmaları dikkat çeker. Şahsi fikrimin bu ince hikâyelerin en etkileyicilerinin Yaz ve Silvia olduğudur. Bundan sonra benim için Cortazar demek, Emile Ajar, Borges, Hesse, Fuentes standartlarında bir yazar demektir. Silvia’nın girişinden bir alıntı yapalım ki, Cortazar’ın yazı sanatları dersinden bir hikâyeye nasıl giriş yapılırmış görelim...
"Kimbilir nasıl bitebilirdi başı bile olmayan bir olay, ortalarda başlamıştı ansızın ve belli bir sınırla çevrelenmeden bitiverdi, başka sislerin başladığı bir noktada; her neyse, konuya girmek için şunları söylemek gerekiyor: Pek çok Arjantinli, yazı Luberon vadisinde geçirir, bu bölgenin en eski sakinleri olan bizler onların uzaklarda yankılanan seslerini sık sık duyarız, büyüklerle birlikte çocuklar da gelir, bu da Silvia demektir zaten, çiğnenmiş bahçeler, çatalla et yenilen öğle yemekleri, çocukların al yanakları, korkunç ağlamaları izleyen İtalyanvari bağrışmalar..."
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Cortazar, 1914 Brüksel doğumludur. 1919’da ailesiyle birlikte ülkesi Arjantin’e dönmüştür. 1938’de ilk şiir kitabı Presencia’yı (Varlık) yayımlamıştır. Fransız edebiyatı dersi vermiştir ve Cuyo Üniversitesi’nde John Keats üzerine bir seminer düzenlemiştir. 1945’te üniversitelere faşist müdahalenin başlaması üzerine Buenos Aires’e dönmüştür. 1951’de ilk öykü kitabı Bestiario’yu (Hayvan Hikâyeleri), 1960’ta ilk romanı Los Premios’u (Ödüller) yayımlamıştır. 1963’te bugün en önemli romanı sayılan Rayuela’yı (Seksek) yayımlamıştır.
“Ayakizlerinde Adımlar” Cortazar’ın ince işçilik ürünü olan öykülerinin bir toplamıdır. Bu kitabın özelliği ise Metis Yayınları’nın kendi toplaması olmasıdır. Yani Cortazar’ın aslında böyle bir kitabı yoktur.
Kitaptaki hikâyeler sırasıyla; Yaz, Silvia, Kindberg Diye Bir Yer, Öğle Yemeğinden Sonra, Kızıl Çember İçinde Birleşme (Borges’e ithaf edilmiştir), Işık Değişikliği, Ayakizlerinde Adımlar, Liliana’nın Gözyaşları, Cennetin Kapıları ve Arayış’tır. (Charlie Parker’a adanmıştır).
Cortazar’ın farklı dönemlerinin farklı yapılardaki öyküleri olmaları dikkat çeker. Şahsi fikrimin bu ince hikâyelerin en etkileyicilerinin Yaz ve Silvia olduğudur. Bundan sonra benim için Cortazar demek, Emile Ajar, Borges, Hesse, Fuentes standartlarında bir yazar demektir. Silvia’nın girişinden bir alıntı yapalım ki, Cortazar’ın yazı sanatları dersinden bir hikâyeye nasıl giriş yapılırmış görelim...
"Kimbilir nasıl bitebilirdi başı bile olmayan bir olay, ortalarda başlamıştı ansızın ve belli bir sınırla çevrelenmeden bitiverdi, başka sislerin başladığı bir noktada; her neyse, konuya girmek için şunları söylemek gerekiyor: Pek çok Arjantinli, yazı Luberon vadisinde geçirir, bu bölgenin en eski sakinleri olan bizler onların uzaklarda yankılanan seslerini sık sık duyarız, büyüklerle birlikte çocuklar da gelir, bu da Silvia demektir zaten, çiğnenmiş bahçeler, çatalla et yenilen öğle yemekleri, çocukların al yanakları, korkunç ağlamaları izleyen İtalyanvari bağrışmalar..."
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
23 Haziran 2012 Cumartesi
Yaşam şeklini değiştirmekten çekinenlere
87 yaşında, Alman asıllı olduğu halde Alman tarafını
reddetmiş ünlü bir profesör, 36 yaşında bir kadının hayatını değiştirebilir mi?
Bir aşk uğruna insan neler yapabilir? 60 sene süren bir aşk mümkün mü?
Zülfü Livaneli, Serenad kitabında bu soruların cevabını sunarken bir yandan da yakın Türkiye tarihinden çok da konuşulmayan gerçeklerle kavrıyor okuyucusunu. Hikâye Maya Duran tarafından bir uçak yolculuğu esnasında yazılıyor, başından geçenleri edebî kaygı duymadan olduğu gibi anlatan Maya’nın Profesör Maximilian’ın yaşamına dair söylediği her kelime sizi alıp o zamanların Pera Palas’ına, Beyoğlu sokaklarına, Max’ın umutsuzluğuna götürüyor. Livaneli, iç içe geçmiş hikâyelerle bezediği roman tekniğiyle okuyucuyu adeta kahramanlarının gezdiği sokaklarda yürütüyor.
Nazi Almanyasında tanınan bir profesörken evlendiği Yahudi
karısına duyduğu aşkla ülkeyi terk eden ve umutsuz bir yaşam sürmek zorunda
kalan Max’ın unuttuğu anılara ve acılara dönüş hikâyesi bu. İsimlerini bile
geride bırakmış insanların yaşayacak bir yer bulma hikâyesi. Bir kadının
monoton hayatından zorla çekilip çıkarılma hikâyesi. Yakın tarihte
topraklarımızda yaşanan ölümlerin, ayrılıkların ve değiştirilen yaşamların hikâyesi.
Serenad kitabını yalnızca okuyamazsınız, bir noktada
bir kelime sizi daha fazla araştırmaya, unutup gidilen gerçekleri yeniden
hatırlamaya yönlendirecektir. Sanırım kitabın en güzel tarafı da bu. İşin tarih
kısmıyla ilgilenmiyor olsanız bile Max’ın 60 yıl süren aşkı ve o aşk için her
şeyden vazgeçişine kapılmamanız imkânsız. Sözün kısası, uzun zamandır çok
etkileyici, sarsıcı bir kitap okumadım diyorsanız Serenad sizin için biçilmiş kaftan.
Ümran Kio
twitter.com/umrankio
Hayat endişesini sorun etmeyen bohemlere
Okuma yelpazeminizi geniş tutmak adına kendimizi geliştirmeye devam ediyoruz. Türkiye’de ilk basımı 1988’de, elimizdeki 3. basımı 2012’de Ayrıntı Yayınları tarafından yapılan, Almanca aslından Tevfik Turan tarafından çevrilen kısa ama ağır romanla tanıştırayım sizleri: Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi. Tanıştığınıza memnun olacaksınız.
Bu zamana kadar adını pek duymadığımız yazarımız Peter Handke’dir. 1942 Griffen doğumludur, Graz Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Öğrenciliği sırasında Forum Stadtpark adıyla bir araya gelen genç edebiyatçılar topluluğuna katılmıştır. Üniveristeyi bitirdiği yıl Amerika’ya gitmiştir. Orada “yerleşik” edebiyata yönelttiği eleştirilerle büyük ilgi toplamıştır. İkinci Dünya Savaşı sorası deneysel edebiyat yaklaşımının önemli adlarından biri olmuştur. Dilin yapmacıklığını, insanlar arasında ilişki kurmadaki yetersizliğini ve giderek insana yabancılaşmasını romanlarında sık sık işlemiştir.
Roman “Kaleci topun yuvarlanıp çizgiyi geçişine baktı...” cümlesiyle açılıp tam ters bir eylemle bitmektedir. Burada yazarın derdi kesinlikle “dil”in doğru kullanımıdır. İnsanlar arasındaki bütün iletişimsizliklerin kaynağı da dil olgusu olduğu için, yazar kurguya yer bırakmayacak şekilde “olay”ı anlatmıştır. Bu olayı da eskiden çok tanınmış bir kaleci olan, şimdilerin işsiz güçsüzü, geçimsizi Josef Bloch üzerinden anlatmaktadır.
Handke’ye göre, “Edebiyatın görevi toplumsal koşullandırmayı yıkmak ve kültürün insan ve doğa üstündeki baskısını kaldırmaktır. Ama edebiyatın kendisi de her zaman için kültürün bir parçasıdır ve dolayısıyla kendi içine dönük ve kendine yeniktir. Yazmak, kendi kendini hapsetmek, kendini yaşamdan uzaklaştırmaktır ve bu da bir tür şizofrenidir aslında.”
“Yalnızlık”, “boşluk”, “ilişkisizlik”, “dilin ilişki gücü” gibi temalarla örülü, iyi edebiyatın “zor” metinlerine ilgi duyan okurların büyük zevk alacakları bir yapıt.
Tuna Bahar
Bu zamana kadar adını pek duymadığımız yazarımız Peter Handke’dir. 1942 Griffen doğumludur, Graz Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Öğrenciliği sırasında Forum Stadtpark adıyla bir araya gelen genç edebiyatçılar topluluğuna katılmıştır. Üniveristeyi bitirdiği yıl Amerika’ya gitmiştir. Orada “yerleşik” edebiyata yönelttiği eleştirilerle büyük ilgi toplamıştır. İkinci Dünya Savaşı sorası deneysel edebiyat yaklaşımının önemli adlarından biri olmuştur. Dilin yapmacıklığını, insanlar arasında ilişki kurmadaki yetersizliğini ve giderek insana yabancılaşmasını romanlarında sık sık işlemiştir.
Roman “Kaleci topun yuvarlanıp çizgiyi geçişine baktı...” cümlesiyle açılıp tam ters bir eylemle bitmektedir. Burada yazarın derdi kesinlikle “dil”in doğru kullanımıdır. İnsanlar arasındaki bütün iletişimsizliklerin kaynağı da dil olgusu olduğu için, yazar kurguya yer bırakmayacak şekilde “olay”ı anlatmıştır. Bu olayı da eskiden çok tanınmış bir kaleci olan, şimdilerin işsiz güçsüzü, geçimsizi Josef Bloch üzerinden anlatmaktadır.
Handke’ye göre, “Edebiyatın görevi toplumsal koşullandırmayı yıkmak ve kültürün insan ve doğa üstündeki baskısını kaldırmaktır. Ama edebiyatın kendisi de her zaman için kültürün bir parçasıdır ve dolayısıyla kendi içine dönük ve kendine yeniktir. Yazmak, kendi kendini hapsetmek, kendini yaşamdan uzaklaştırmaktır ve bu da bir tür şizofrenidir aslında.”
“Yalnızlık”, “boşluk”, “ilişkisizlik”, “dilin ilişki gücü” gibi temalarla örülü, iyi edebiyatın “zor” metinlerine ilgi duyan okurların büyük zevk alacakları bir yapıt.
Tuna Bahar
22 Haziran 2012 Cuma
Melankolik bir dost arayanlara
Manik-depresif teşhisi konulduktan sonra hayatının büyük bir
kısmı psikiyatri kliniklerinde geçmiş, her şeye rağmen, onlar gibi olmamak
adına elektroşoklara dayanmış, ölümden korktuğu halde intihara kalkışmış yalnız
bir kadın: Tezer Özlü.
Gerçek kişi ve kuruluşlarla ilgisi olmayan kitaplardan
hoşlanmadığını söyleyen, her kitabında kendi yaşamını anlatan Tezer
Özlü’nün "Kalanlar" kitabı belki de yazarın en mahrem
alanı. Ölümünden sonra kardeşi Sezer Duru tarafından yazarın
evindeki notlar ve günlüğünden derlenip yayınlanmış.
Sürekli gitmek
isteyen, “içine bir kere girilip sonra çıkılan ve geri dönülmeyen” evleri
seven, kalabalık dünyaya çıkmadan yaşamak isteyen, sadece tren raylarında
kendini iyi hisseden bir kadının hikâyesi.
"İşte burada istediğimi yapabiliyorum. Işık var. Kitaplar var. Ben varım. Dünyam var."
Mutsuz olduğunuz zaman etrafınızdaki insanların sizi
teselli etmek için yapabilecekleri pek fazla bir şey yoktur. Onlar
kendilerine düşeni yaptıktan sonra çekilirler ve aslında siz sorunlarınızı hep
kendiniz çözmek zorunda kalırsınız. Bu yalnızlık saatlerinde
melankolinizi paylaşacak sizden daha çok acı çekmiş, daha fazlasına katlanmak
zoruna kalmış bir dosta ihtiyaç duyarsanız Tezer Özlü’nün sizinle paylaşacağı
çok şey olduğundan emin olabilirsiniz.
"Burada ölecek yer yok. Sonra siz beni
yakarsınız. Ya küller arasında uyanıp, gövdemi arayıp, yalnız külleri
görürsem? Oysa toprak içinde bir süre daha kollarım, bacaklarım ve tüm
bedenimle birlikte olabileceğim. Belki ölüme alışana dek. Ölüm içinde
ölümü unutana dek."
Ümran Kio
Karanlık bir aşk hikayesi okumak isteyenlere
“Hep aynı şeyleri okumaktan sıkıldım, hep aynı yazarların kitapları gündeme getiriliyor” diye dert yanıyorsanız sizi böyle alalım. Zira elimizdeki Joseph Incardona kitabı hepimiz için iyi bir seçenek olma özelliğini taşıyor.
Önce yazarı mercek altına alalım: Joseph Incardona, 1969 Lozan doğumlu. Cenevre’ye yerleşmeden önce Paris ve Bordeaux’da yaşadı. Sanat Sosyolojisi profesörü olan Incardona, halen Cenevre Etnografi Müzesi’nde danışmandır ve 2003’ten beri Bordeaux, Paris ve Cenevre’de kurduğu yazı atölyelerinde dersler vermektedir. Oyun ve film senaristliği de yapmaktadır.
Gelelim 220 Volt’a... İlk romanıyla kimsenin ilgisini çekmeyen yazar Ramon Hill, son iki romanıyla meşhur olmuştur. Dolayısıyla onun bu popülaritesi ilk romanının da tekrar gün yüzüne çıkmasının, yeni ve büyük boyutlarda basımının yapılması demektir. Üç romanı olan meşhur yazar iki çocuk sahibidir. 4. romanı için yakın dostu ve menajeri onu sürekli sıkıştırmaktadır ve Ramon’un karısı Margot bu duruma müdahale edecektir. Margot, Ramon’u yanına alarak evlerinden ve iki çocuklarından kilometrelerce uzakta bir çiftlik evinde sessiz sakin 15 gün geçirmeyi amaçlamaktadır. Hem dünya tarihinin en eski ve karmaşık ilişkisi olan kadın – erkek (karı – koca) sorunlarına çözüm arayacaklar, hemde Ramon’un 4. romanını bitirmesini sağlayacaklardır. Ramon gitmemek için her şeyi dener ama sonunda zamanı geldiğinde çok inatçı olabilen karısına boyun eğmek zorunda kalır.
Bu kısa roman arka kapakta dendiği gibi “karanlık bir aşk hikayesi”ni anlatmaktadır. Modern kent hayatında insanların önceliklerinin farklılıklar gösterebilmesini, aynı insandan sıkılıp başka biriyle birlikte olmanın normal karşılanabilmesini, kadın erkek ilişkilerinin gözden geçirilip yoluna sokulabilecek bir durumken iş yüzünden bazen aksamaların yaşanabilmesini ve tüm bunların sonunda klasik bir nevrotik yazar imajının çizilebilmesini salık veriyoruz.
Romandaki ironi de burada yatıyor bence: Modern hayata ait bu olaylar Ramon ve karısı Margot’yu neden kilometrelerce ötedeki bir çiftlik evinde ilgilendirsin ki? İşte Ramon’un yazmaya çalıştığını romanın, karanlık bir aşk hikayesinin, geride iki çocuk olmasının, dakikliğiyle tanınan çiftçi Charlot’un varlığının bilincine varınca, romandaki resmin bütününü yakalamış oluyoruz. Zaten çiftçi Charlot olmasaymış eğer, bu roman eksik kalırmış.
“Hiç mutlu olmazsın, derdi Margot. İster esinlenerek, ister esinlenmeden olsun, yazmak her zaman çözümlenecek bir sorun, ardından gelecek cümleyle telafi edilen bir dengesizlik olarak kalır.”
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Önce yazarı mercek altına alalım: Joseph Incardona, 1969 Lozan doğumlu. Cenevre’ye yerleşmeden önce Paris ve Bordeaux’da yaşadı. Sanat Sosyolojisi profesörü olan Incardona, halen Cenevre Etnografi Müzesi’nde danışmandır ve 2003’ten beri Bordeaux, Paris ve Cenevre’de kurduğu yazı atölyelerinde dersler vermektedir. Oyun ve film senaristliği de yapmaktadır.
Gelelim 220 Volt’a... İlk romanıyla kimsenin ilgisini çekmeyen yazar Ramon Hill, son iki romanıyla meşhur olmuştur. Dolayısıyla onun bu popülaritesi ilk romanının da tekrar gün yüzüne çıkmasının, yeni ve büyük boyutlarda basımının yapılması demektir. Üç romanı olan meşhur yazar iki çocuk sahibidir. 4. romanı için yakın dostu ve menajeri onu sürekli sıkıştırmaktadır ve Ramon’un karısı Margot bu duruma müdahale edecektir. Margot, Ramon’u yanına alarak evlerinden ve iki çocuklarından kilometrelerce uzakta bir çiftlik evinde sessiz sakin 15 gün geçirmeyi amaçlamaktadır. Hem dünya tarihinin en eski ve karmaşık ilişkisi olan kadın – erkek (karı – koca) sorunlarına çözüm arayacaklar, hemde Ramon’un 4. romanını bitirmesini sağlayacaklardır. Ramon gitmemek için her şeyi dener ama sonunda zamanı geldiğinde çok inatçı olabilen karısına boyun eğmek zorunda kalır.
Bu kısa roman arka kapakta dendiği gibi “karanlık bir aşk hikayesi”ni anlatmaktadır. Modern kent hayatında insanların önceliklerinin farklılıklar gösterebilmesini, aynı insandan sıkılıp başka biriyle birlikte olmanın normal karşılanabilmesini, kadın erkek ilişkilerinin gözden geçirilip yoluna sokulabilecek bir durumken iş yüzünden bazen aksamaların yaşanabilmesini ve tüm bunların sonunda klasik bir nevrotik yazar imajının çizilebilmesini salık veriyoruz.
Romandaki ironi de burada yatıyor bence: Modern hayata ait bu olaylar Ramon ve karısı Margot’yu neden kilometrelerce ötedeki bir çiftlik evinde ilgilendirsin ki? İşte Ramon’un yazmaya çalıştığını romanın, karanlık bir aşk hikayesinin, geride iki çocuk olmasının, dakikliğiyle tanınan çiftçi Charlot’un varlığının bilincine varınca, romandaki resmin bütününü yakalamış oluyoruz. Zaten çiftçi Charlot olmasaymış eğer, bu roman eksik kalırmış.
“Hiç mutlu olmazsın, derdi Margot. İster esinlenerek, ister esinlenmeden olsun, yazmak her zaman çözümlenecek bir sorun, ardından gelecek cümleyle telafi edilen bir dengesizlik olarak kalır.”
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)