15 Mart 2025 Cumartesi

Elhamra'nın gizemlerle dolu tarihi

Elhamra bir saray ama tarihin başköşelerine ismini altın harflerle yazdırmış bir saray. Nereden geliyor büyüsü? Neden hiç unutulmadı? Üzerine halen daha çalışmalar yapılmasının nedeni ne? Granada, İspanya’nın Endülüs bölgesinin başlıca şehirlerinden biri ve bu şehre tepeden bakan yapının adı Elhamra Sarayı.

Öncelikle Orta Çağ’dan günümüze ulaşmış tek Müslüman sarayı Elhamra sarayıdır. İçerisinde kışla, cami, medrese, mesire alanı ve hamam gibi birçok mekânı barındıran bu saray tarih boyunca birden çok saldırıya, tahribata maruz kalsa da varlığını sürdürmüş, ihtişamını korumayı başarmıştır.

İhtişamını ve varlığını korusa da kendi gerçek tarihi (ya da hikâyesi mi demeliyiz?) bir gizem olma özelliğini taşımaktadır. Robert Irwin’in Bir Dünya Harikası Elhamra kitabı işte bu gizemin ardına düşmenin getirdiği meyvedir, sarayı perilerin ve masalların diyarı olarak gören, fantastik bir âlemde ele alan oryantalist bakış açısını eleştirmekte, hakikatin peşine düşmektedir.

James Dickie, düşüşten önce Granada’nın bir cennet olduğunu yazmıştır. Bu bazı açılardan doğru olsa da on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Granada aynı zamanda bir tür cehennemdi ve bu cehennemin en karanlık odalarından bir kısmı Elhamra’da yer alıyordu. Burası cinayet, kölelik, yoksulluk ve korkunun anıtı niteliğindeydi. On dördüncü yüzyılda kölelik bazı yerlerde kalkmış olsa da İspanya’da hala devam ediyordu. Elhamra sarayları acılar ve savaş ganimetleri üzerine inşa edilmişti. Sarayların inşasında Hıristiyan esirler köle olarak çalıştırılıyordu. Elhamra’nın duvarlarına on dördüncü yüzyılda yazılan şu dizeler bu duruma bakışı göstermektedir:

“Esirleri zincire vurdun ve şafak vakti buldu onları
Kapında hizmetkârların olarak saraylarını inşa ederken.”

Bugünden bakıldığında kölelik ve savaş ganimeti kavramları veya olguları zihne ters gelse, rahatsız etse de on dördüncü yüzyılın bir gerçeği ve normaliydi. Savaş ganimeti, her topluluk için savaş hukukunun doğal bir parçasıydı. Kölelerin yapıların inşasında çalıştırılması insanların nezdinde olağan bir durumdu.

Ayrıca bir saray inşa etmek de her devletin ve o devlete mensup milletin gözünde önemli bir mevzuydu. Sarayın görkemli olması devletin görkemli olmasını temsil ediyordu. Görkemli olmayan saray, güçsüz devlet demekti. Hiçbir topluluk da güçsüz bir devletin tebaası olmak veya güçsüz görünen bir devlete mensup olmak istemiyordu.

Bir de mimari sanatla destekleniyordu. Elhamra sarayı sanatsal açıdan oldukça zengindi. Bu zenginlik o topluluğun gelişmişliğini ve devletin topluma nasıl bir hayat tarzı dayattığını gösteriyordu. Dolayısıyla olgular dönemine göre değerlendirilir ve ancak o şekilde doğru sonuca ulaşılır.

Elhamra sarayını okumak bu yüzden önemli. Dönemi ve bugüne gelinen yolları anlamak için. Irwın’in irdeleyerek ortaya koyduğu çalışma müthiş bir panorama çizmekte. Müslümanların tarihi öğrenmek boynumuzun borcu.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

12 Mart 2025 Çarşamba

Kendini Süpermen Sanan Deli Kulübü'ne hoş geldiniz

Timaş İlk Genç'ten çıkan, Nede Hocaoğlu’nun kaleme aldığı, Kemal Baran’ın çizimiyle yer aldığı Renkli Evin Süper Kahramanları kitabını okuduğumda, aklıma ilk gelen bir film oldu. Çünkü sinema ve edebiyat insanın kendini tanımasında yol gösteren sanat dallarının başında gelir. Disney, 1941 yılında Helen Aberson ve Harold Pearl'ün romanından uyarladıkları, Dumbo animasyon filmini, 2019 yılında tekrar fantastik canlı aksiyon türde çekerek, bizlere yeniden hatırlatmıştır. Dumbo filmi bize birçok şeyi hatırlatır. Koca kulakları olan, bu yüzden komik görünen bir fil yavrusunun başından geçen hikâyenin etrafında; sevgiyi, farklılıkların yadırganmaması ve ailenin önemini öğreniriz. Bize değerleri anlatan sıcacık bir müzikaldir. Marks Medici’nin sâhip olduğu sirkin eski yıldızı tek kolunu savaşta kaybedip geldiğinde, ona fillere bakması görevini verir. Sirkin gösterisi ilgi çeken filin bir yavrusu olur, onun büyük bir kusuru vardır. Koca kulakları ve bir de uçabilme yeteneği. Bakıcısının çocukları bunu saklamaya çalışsa da, günün birinde sır ortaya çıkar. Maddi zorluk çeken sirk sâhibi Dumbo sayesinde inanılmaz bir geri dönüş yapar. Ülkenin ne büyük gösteri şirketi Masal Diyarı, Dumbo’yı almak için türlü yolları dener ve başarılı olur. Lakin bakıcısı ve ailesi Masal Diyarı’ndaki karanlık sırları keşfedip küçük dostlarını kurtarmak için mücadele verir. Ve onu kurtarırlar. Film bize sirklerin kirli dünyasını, hayvanlara uygulanan zorlukları da bir yandan yansıtır. Bugün birçok aktivistin karşı geldiği, hayvanların bir oyuncak olmadığını anlatmaya çalıştığı ve kapanması için uğraştığı, Sirk dünyası izleyen için sevimli olsa da, hayvanlar için bir hapishanedir. Tıpkı hayvanat bahçeleri gibi.

Sevimli dostlarımızın yeri, fıtratlarına uygun olan doğal yaşam alanlarıdır. Onlar ne bir oyuncak ne bir eğlence aracıdır. Dünyanın dengesi için her bir varlık elzemdir. Ve bedenleri onlara aittir. Çünkü kâinatın varoluşunun bir parçasıdır. Onlardan daha zeki olmamız, onlara eziyet, doğasından koparma hakkı gibi şeyleri bize vermez. Aksine, onların doğal yapılarını korumak, ekolojik dengeyi bozmamak için gereken tedbirleri almak, bizim vazifemizdir. Dumbo filminde farklı olan sadece yavru fil değildir, bir kolu eksik, rengi farklı insanlar da filmin içinde yer alırlar. Bütün bu farklılıkların bütünleyici olduğunu, kimsenin kimseye üstün olmadığını, üstünlüğün sevgide olduğunu, göstermeye çalışır. Renkli Evin Süper Kahramanları da aynısını yapmaktadır. Nede Hocaoğlu, bir hayvansever. Bu yüzden de toplumda bir farkındalık, bir bilinçlenme için yapılacak en iyi metodu kullanmış. Bir hikâye yazarak, bizi onların dünyasına sokmuş. Farkındalıklarımızı, korkularımızı bize göstermek istemiş. Hedef kitlesi on yaş üstü olan hikâyede, ana tema olarak sosyal kaygı belirlenmiş lâkin yan konu ve bence esas mevzu hayvan haklarıdır. Sirk gibi yapıların iç yüzünü göstermeyi hedeflemiştir.

Kitabın üç ana karakteri de aslında toplumun normlarının dışından seçilmiş. Sosyal kaygıdan muzdarip Selin, hiperaktif yerinde duramayan Yaşar, yürüme engelli Güneş etrafında resmedilmiş. Selin, sakin bir kentteki bahçeli evinden, yeni bir şehir ve apartmana taşınmıştır. Buraya adapte olmakta zorlanmaktadır. Memleketlerine, özellikle renkli, bahçeli evine hasret duymaktadır. Bu, onu içine kapanık hale getirmiştir. Annesi bir araba tamircisi (kadınların her işi yapabileceğinin mesajının verilmesi de kadın haklarına gönderme yapılması çok şık olmuş) babası ise bir gemi kaptanıdır. Okulda, kimsenin fark etmemesi için kabuğuna çekilmiştir. Ona, ilk yaklaşanlar Yaşar ve Güneş olur. Böylece aralarında dostluk bağı kurulur. Okul yolunun üstündeki eski evlerini hatırlatan Renkli Ev ilgisini çeker. Yaşar’ın orada bir canavar olduğunu söylemesi ile daha da ilgi çekici hale gelir. Ama içeri girmeye cesaret edemezler. Bir gün okulda öğretmenleri drama dersinde piyes sahneleyeceklerini söyler. Piyeste Kendini Süpermen Sanan Deli rolünü Seline, dans eden fil rolünü ise Yaşar’a verir. Piyesin konusu sirkte çalışan hayvanlar için mücâdele eden bir kadının hikâyesidir. Dans etmesi için eziyet edilen fili kurtarmak üzere başlatılan mücâdeleyi anlatmaktadır. Hepsi piyeste, kendine ait bir parça bulur.

Renkli evin sahibinin ise, Melih isimli, tiyatrocu eşini kaybetmiş yaşlı biri olduğunu öğrenirler. Canavarlıktan, Melih Dedeliğe yükselen Renkli Evin sâhibi, üç dosta rehber olur. Tiyatrocu eşinden öğrendiklerini onlara aktarır, rollerine hazırlar. Kitap üç arkadaşın kendileriyle olan kavgalarını, korkularını yenmelerinin yollarını söylemektedir. Resimler ince ve uzun çizilmiş, böylece durağanlık vermemiş, renkleri soluk olması ise başka bir bakış açısı getirmiş. Sanki Çocukların elinden çıkmış görüntüler. Onların zihinlerini temsil ediyor demek daha doğru bir söz olabilir. Ayrıca yürüme zorluğu çekenlere kolaylık sağlayacak, yaşam alanlarında unuttuğumuz, rampa gibi şeylere de dikkat çekilmiş.

Renkli Evin Süper Kahramanları kitabının sonunda çok hoş bir bölüm mevcut. Kendini Süpermen Sanan Deli’lerin oluşturduğu topluluğa bütün hayvan sever çocuklar davet ediliyor. Buraya girmenin şartları da yine kitabın içinde yer alıyor. Kulübün adı “Kendini Süpermen Sanan Deli”, amacı ise; iyiliği yayma ve hayvanların doğal yaşam alanlarında özgürce yaşamasına destek olmak. Şartlarından bazıları;

Kuşları ve diğer hayvanları avlamamak, ağaçlara ve çiçeklere zarar vermemek.
Böcek ve karınca gibi küçük dostlarımızı ezmeden yürümeye çalışmak.
Kedi ve köpeklere taş atmamak.

Nede Hacıoğlu kitabın sonunda, ek olarak sirk, hayvanat bahçesi gibi yerlerin hayvanlar üzerindeki olumsuzluklarını madde madde yazmış. KSSDK Üyelik kartınıza kitaptan ulaşabilirsiniz.

Kitabı alıp çocuğunuza rahatlıkla okutun sonra Dumbo’yu açın izleyin…

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

7 Mart 2025 Cuma

Mehmet Kaplan ve yazarak düşünmek

Okuyucuya ulaşmanın daha güzel ve tesir edici yollarını aramak; her yazarın, yazı eylemiyle iç içe geçmiş görevlerinden biridir. Yazar, düşüncelerini derleyip toplarken pek çok usulden faydalanabilir, kendi düşünce âleminden yararlanabilir, sevdiği diğer yazarlara ve düşünürlere başvurabilir. Bunların her biri makul ve çok kullanılan yöntemlerdir hiç şüphesiz. Ancak bir yazarın gönlünde ve zihninde, mutlaka başka bir yazarın diğerlerine göre ayrı bir yeri, daha açık söylemek gerekirse üstünlüğü vardır. Mehmet Kaplan denince de akla gelen yegâne isim bellidir: Alain. Esas adıyla Emile-Auguste Chartier (1868-1952).

Mehmet Kaplan, İstanbul Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında tanışır Alain’in metinleriyle. Hatta onu kendi dilinden okumak için Fransızcasını da geliştirir. Bu bakış ve dil uyuşmasıyla birlikte Alain, artık Mehmet Kaplan’ın düşünce ve yazı hayatında bir yol gösterici olur. Sadece sınıf arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na yazdığı mektuplara bile bakılacak olursa, Alain’in Kaplan’ın hayatında nasıl bir yer kapladığı görülecektir. Zeynep Kerman’ın ifadelerine göre Kaplan, “Mizacına hâkim olan bedbinlikten, sıkılganlıktan, başta Alain olmak üzere, okuduğu büyük yazarlar ve eserler vasıtasıyla elde ettiği irade felsefesi sayesinde kurtulur, başka bir ifadeyle ıztırap verici maddî şartları kültür vasıtasıyla aşar ve şahsiyetini bulur”. Lise yıllarından itibaren okuduğu tasavvuf, psikoloji ve felsefe kitapları ona geniş yollar açmıştır. Ancak her geniş yol, ilerledikçe derinleşir ve giderek karmaşıklaşır. Bunun üstesinden kişinin tek başına gelebilmesi güç olduğu için tasavvufta nasıl bir mürşide ihtiyaç varsa, yazar ve düşünür için de bir üstada, hocaya, rehbere ihtiyaç vardır. Fuad Köprülü’den, Nurettin Topçu’dan, Mümtaz Turhan’dan olabildiğince beslenen, onların ilmi görüşlerinden ve disiplinlerinden yararlanan Kaplan, “Eserlerini ezberlercesine okuduğum Alain ve asistanı olduğum Ahmet Hamdi Tanpınar, bende dengeli bir dünya ve insan görüşü yarattı” der. Burada Yunus Emre ismini de mutlaka zikretmemiz gerekiyor. Zira “hemşerim” dediği Yunus Emre’nin divanı da Kaplan’ın daima masasının üzerinde durur. Nisan 1955’te Türk Yurdu’nda yayınlanan bir yazısında Alain ile Yunus’umuzu cem eder: “Maddi kâinatta hiçbir şey insanın içindeki büyük boşluğu, sonsuz iştiyakı doyurmuyor. Alain'in deyimi ile, büyük ve muhteşem sarayının ortasında kralın canı sıkılıyor. Ve kral gönlünü eğlendirmek için ziyafetler tertib ediyor, sürek avlarına çıkıyor, içiyor, insanları soytarı haline getiriyor. Bunlar da deli gönlünü oyalamazsa harp açıyor. Kahveden kahveye, sinemadan sinemaya, caddeden caddeye, komşudan komşuya, beldeden beldeye dolaşan, bu kâinat sarayının taçsız hükümdarları sizin de canınız sıkılmıyor mu? Siz de içten içe bu madde âleminden nefret etmiyor musunuz? Siz de ebedi sevgiliye ‘Bana seni gerek seni’ diye haykırmıyor musunuz?

Psikolojiyle olan yoğun ilişkisi Freud ve Jung ile derinleştikçe, Mehmet Kaplan insanın içinde bir ‘iç ben’ olduğunun iyice farkına varır. İnsan, ömrünün her deminde ve attığı her adımda bu ‘iç ben’e ulaşmak zorundadır. Yolunu yürürken, kendine dönerken, ilmi ve sevgiyi yanından asla ayırmamalı, bunun için de gayreti ve hayreti zevk edinmelidir. Zaten derdin ve ıstırabın harman olduğu hayatta, yegâne zevk düşüncenin kuyusuna dalıp çıkmaktadır. Rüyalar, sanat eserleri ve fikirler bu kuyuda insanın görünmez arkadaşlarıdır. İnsan; kaderin karşısında seçimleriyle yahut iradesiyle nasıl bir tavır takınabilir? Sartre’ın Bulantı’sındaki Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksinti ve Camus’nün ‘başkaldıran insan’ modeli arasında Mehmet Kaplan için Alain; aksiyon, irade, yaratma kavramlarını yerine oturtan isimdir. Edebiyatımızın İçinden kitabında buna değinir: “Alain zannettiğim gibi büyük adam değilmiş. Çok büyük adammış. Alain’i tesadüfî olarak tanıdım. Benim hastalığımla karşı karşıya geldi ve beni kurtardı. Ben malumat değil, felsefe değil, muharrik istiyordum. O tahrik etmedi, hareket prensibini verdi. Onun bizim evvelce sevdiğimizi sandığımız Gide’le, Bergson’la, insanı ulvî, kör kuvvetlere bağlayan insanlarla zıt olduğunun bugünkü gibi farkında değildim. Onu tekrar tekrar okumakla daha fazla anladım. Hâlâ tükettiğimi sanmıyorum. Daha dün on kere okuduğum bir sahifede harikulade fikirler keşfettim. Alain düşünceyi ‘abuser’ etmeyen, fakat Sokrat gibi bizzat okuyucunun kafasında doğurtan bir muharrir.

Burada Kaplan ‘abuser’ kelimesiyle, yazarların ve düşünürlerin sıkça yaptığı bir hatadan bahseder. İnandıkları düşünceyi okura mutlak doğru gibi kabul ettirme çabaları. Aksine yönelik tüm eleştirilerin ve iddiaların önünü kapatmak istemeleri. Okuru kendilerinden başka bir yazara, kendi fikirlerinden başka düşüncelere götürmemeleri. Oysa yazarın ve düşünürün belki de en büyük başarısı, okurun zihninde yeni fikirlerin doğmasına vesile olmasıdır. Doğan bu fikirlerle beraber okurun bir insan olarak hâlini gözden geçirmesi, yeni eylem planları yapabilmesi, düştüğü çukurda bocalamak yerine bir halat bulabilecek noktaya gözünü dikmesidir. Bu da bir irade meselesidir. Okurun ihtiyacı olan şey kendinde saklı duran o iradenin yeniden farkına varmak, güç bulmak ve bir an önce harekete geçmektir. Bu nedenle Kaplan’ın irade konusundaki tercihi ne Sartre’dır ne de Camus. Sevgi ve İlim kitabında şöyle der: “Alain, Sartre’dan farklı olarak: ‘Biz hiçbir şeyi seçmeyiz. Her şey bizden önce seçilmiştir, fakat bu, bizim hayatımıza çekidüzen vermemize ve mesut olmamıza mâni değildir’ der. Alain’in bu fikri bana Sartre’ınkinden daha doğru gelir. Zira hiç kimse ne doğduğu yeri, ne anne ve babasını, ne konuşacağı dili, ne de içinde yaşadığı sosyal tabaka ve çevreyi seçmiştir. Bunlar bize önceden verilmiştir. Kimse doğuştan getirdiği vücut yapısını değiştiremez. Fakat bu asla bizi kaderci bir hayat felsefesine götürmemelidir. Bize verilen bir ham taştır. Biz ondan bir heykel yapabiliriz. Şahsiyet denilen de zaten bundan başka bir şey değildir.

Mehmet Kaplan, Âli Ölmezoğlu’na yazdığı pek çok mektubunda Alain’den bahseder. Her bahsedişinde aynı coşkuya sahip olması, hem mektubun muhatabına hem de bizlere bir ses gibidir. Sesi takip ettiğimizde Kaplan’ın Alain’de ne bulduğunu yakalayabiliyoruz: “Etrafın derme çatma düşüncelerinden, hatta hadiselerin hırpalamalarından ona sığınıyorum. İnanır mısın, ne zaman ona döndümse, beni rahatça barındırdı. Onda, insanlığın perişanlığını vâhiliğini, kendimi ve bunun kurtuluş çarelerini buluyorum. O bana hakikat görünüyor. Beni yaşamaya, sevmeğe, çalışmağa, uyumağa ve bütün insanlıkla beraber olmaya teşvik ediyor. Sen bir zamanlar yalnız ona saplanmamamı söylüyordun. İlkin ona saplanıyordum. Onu anlayıp hazmedinceye, mağlup edinceye kadar onunla beraber kalacağım. Fakat Âli, Alain bana yalnız gelmiyor, bana dünyayı, fikir ve edebiyat adamlarını getiriyor. Daha doğrusu beni oralara gitmeğe teşvik ediyor. Alain’e bağlanışım serbest bir dine benziyor. Bu bağlanış ve bu serbestlik beni kurtarıyor. Alain bana sırların sırrını, bağlanmayı öğretiyor.

İnsanoğlu için düşünmek, yeni düşünceler üretmek hayati olsa da, tek başına düşünerek geçitler açması mümkün değildir. O geçitlerden ilerlemek için fikirlerle eylemi cem etmek gerekir. Realite bunun için önemlidir. Bütün düşler, düşünceler, hevesler ve planlar; gerçekle uyumlu oldukları müddetçe değerlidir. Çünkü düşünce ancak bu şekilde bir yaşam alanı bulabilir. Alain, Kaplan’a bulutları oradan oraya götürenin rüzgâr olduğunu, yani hiçbir şeyin gelişigüzel yaşamadığını göstermiştir. İnsanın kendisini bir şeylere bırakması, teslim etmesi, şahsiyetine karşı bir hareket, hatta hakarettir bu yüzden. Kendi deyimiyle taşradan çekingen, içe dönük bir tip olarak İstanbul’a gelen Mehmet Kaplan, ‘hayatın anlaşılmaz bir trajedi olarak etrafında uğuldadığı’ o sancılı zamanlarda Alain ile istikamet bulmuştur. Kendi içine doğru bir yürüyüşe çıkar. Artık bütün dağınıklığı toplama zamanıdır. İnsanın kendi içinden alacağı kuvvet mutlaka dışarıya yansıyacaktır. Elbette mizacı doğrultusunda. Neden mizaç? Çünkü insanın kendi içinden çekip çıkaracağı kuvvet, o ‘iç kale’, mizaca göre serpilip gelişecektir. Yeryüzünden geçip gitmiş insan nefesleri adedince mesleğin ve meşgalenin olması bundan dolayı hiç şüphesiz. Herkes kendi zevkine göre değil, mizacına göre hareket ediyor, düşünüyor, çabalıyor, rüya ya da kâbus görüyor. Kaplan, Alain ile bunları keşfediyor.

Talebeleri tarafından az konuşan, az tepki veren, ölümü abartmayan, olayları büyütmeyen, hemen hemen her şeye aynı biçimde reaksiyon gösteren Mehmet Kaplan -psikanaliz bunların her birine ne hastalıklar uydurur, affedersiniz bulurdu kim bilir?- için sükûnet her şeydir, huzur her şeydir. Hayatı boyunca da bunları aramıştır, üstelik her türlü maddî zorluğa rağmen. Durmadan okuması ve durmadan yazması bundandır. O hiç durmadan, merak ettiği her konuya dair okumuş ve yazmıştır. Üstelik talebelerine, hatta talebelerinin talebelerine de bunu aşılamıştır. Bir yazarın, bir düşünürün sadece belirli konular etrafında dönüp durması onu zihnen, fikren öldürecektir mutlaka. Yolun sonunda zaten ölüm varken, yaşamın içinde pek çok gizem, öğrenilecek yığınla şey varken, bu aklın ve ruhun, kalbin, öğrenebilme ve kendini geliştirebilme kapasitesinin mutlaka hakkını vermek gerekir. Yaşam, canla başla çalışmaktan başka bir şey değildir. Alain’in ‘yazarak düşünmek’ fikri de Mehmet Kaplan’da işte böylesi bir disiplin hâline gelmiştir. Kaplan, zihninde uçuşan fikirleri Alain’in ‘propos’ (sohbet tipi metinler) metoduna benzer denemelerle kaleme almış, okurlara sunmuştur. İyi bir fikir üretebilmek ve bunu yazıya geçirebilmek için tıpkı Alain’in vurguladığı gibi durmak, düşünmek gerekir. Yani sükûnet, iç huzuru şarttır. Yine, Âli Ölmezoğlu'na yazılmış mektuplardan 18.12.1940 tarihli olanından bir bölüm, Kaplan’daki bu arayışın izlerini de bizim için belirginleştirir: “Yanımda horuldayanı uyandırmaya cesaret edemediğimi bilirsin. Başkasının horuldamaya hakkı olup da, benim uyandırmaya olmadığını sanıyorum. Bu horultuyu hayatın her sahasına tatbik edebilirsin; kendime karşı yüze gülerek, hile ile veya alenen yapılan haksızlıklara çıkışmak kabiliyeti bende neden eksik? Dünyada hiçbir düşmanım olmadığını ve olmayacağını zannediyorum. Bu iyi bir şey değil. Fakat kırmak, müdahale etmek elimden gelmiyor, daha doğrusu beni üzen hareketlerden ancak kaçabiliyorum; o da mümkün olursa. Bu karakterimi herhâlde bilirsin. Bütün bunlarla pek sevdiğim sükûnete, rahatlığa, huzura çok ihtiyacım olduğunu anlatmak istiyorum.

Sivrihisar’da doğmuş Mehmet Kaplan’ı batıdan Alain, doğudan Yunus Emre beslemiş, böylece edebiyat tarihimizde ‘her dem yeniden doğan’ bir kalem ortaya çıkmıştır. Bu kalem, bugün hâlâ okurlar, araştırmacılar, deneme, tahlil gibi metotlara ilgi duyanlar için hocalığını, rehberliğini sürdürmektedir. O, Sivas'ta halı ören bir kızdan işittiği “Her yanlış bir nakış" sözünü, Alain’in yazılarında sık sık dile getirdiği bir fikrin Türkçesiyle bağdaştırır: Şahsiyet hatayı meziyet haline getirir. Usta denemecilerin meziyeti de buradadır: Havadaki fikri yere kondurmak, yerdeyken de okura yaklaştırmak. Okurun yakınlaştığı bu fikri benimseme süreci ise ‘iç ben’iyle ve daha önce değindiğimiz mizacıyla ilgili hiç şüphesiz. Nesillerin Ruhu’ndan bir paragrafla yazımı sonlandırmak isterim: “Gençliğimden beri benimsediğim bir düşünme metodu vardır: Kafamı işgal eden bir konu üzerinde açık ve seçik fikirlere ulaşmak için onları yazarım, Alain'in deyimi ve tavsiyesi ile yazarak düşünürüm. Hiçbir mesele benim için kapanmış, son şeklini almış değildir. Muayyen bir konuda daha önce yazdıklarımı unutur, eğer beni yeniden alakadar ediyorsa tekrar kaleme sarılırım.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

5 Mart 2025 Çarşamba

Yalan olmayan bir yaşam mümkün mü?

Adına hayat dediğimiz bu muammalarla dolu döngünün sırrı, acaba her gün geride bıraktığımız tortularda mı saklı? Daha doğrusu, o tortuları birer tecrübe olarak kabul edersek, yeniden yüzleşme sınavı mıdır hayat daima? Şimdi bu cümleleri elimin aracılığıyla dökerken zihnim, tortuyla tecrübe kelimelerini bir araya neden getirdiğimi düşündüm. Uzun sürmedi ama, hemen hatırladım. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Siz tecrübe kelimesinin hakiki manasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir.” diyordu Tanpınar. Bazı sözlerin zihnimize attığı kıymık, bir başka kitabın derdini, hikâyesini anlamamıza imkân sağlıyor kimi zaman. Buna edebiyatın tesellisi diyoruz, demeliyiz. O zaman tepsiyi toparlayalım: tortu, tecrübe, teselli.

Selçuk Baran’ın Tortu’su, birbirine halat uzatmış beş öyküden oluşuyor. Romanın anlatıcısı ve başkahramanı olan Halim, ilk öyküde bize ablasını anlatıyor. Burada, insanın büyüdükçe masumiyetinden ve samimiyetinden neler kaybettiğine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Halim, henüz duygularını yerine oturtmakla meşguldür. Ben, öteki, bağlanma, kopma konusunda tecrübesiz; ama ablasının her an yanında oluşu, onu her an dinleyişi karşısında da yüreği geniş bir çocuktur. Büyüyecektir ama, hatta büyüdüğünün de farkındadır. Ablası odasına eskisi gibi sık gelmemeye başlar, o koyu sohbetler yerini sessizliğe bırakmaya teşnedir artık. “Dediğim gibi konuşacak sözümüz de yoktu. Büyümek bize yaramamıştı. Birden hüzünlü insanlar oluvermiştik.” derken Halim, hem ailesiyle hem de yaşadığı kasabayla olan bağını açıklar. Bu bir mecburiyet gibidir ona göre, alınyazısı, kader. Abla, gördüklerinin bilincine varmış, kasabada huzuru bulamayacağının bilincinde, kalbini harekete geçirecek düşüncelerin ve duyguların süzgecini taşımak ister hep elinde. Hayatı öyle damıtmak ister, öyle demlemek. Oya işlemeyi bırakmak ister, gitmek, kaybolmak, kendince yaşamak. Kimsenin doğrusuna yanlışına bakmadan, oluruna olmazına aldanmadan. Halim ona oya işlemeyi bırakmasan daha iyiydi derken, biriktirdiklerini ortaya döküverir: “Yok, yok… Dayanamazdım sonra. Sözgelimi çayır-çimen işliyorsun. Oyanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Elinde koyu yeşil iplik, açık yeşil boncuklar… Oh, ne güzel çayırlık, çimenlik diyorsun. Çıplak ayaklarla otlara basmak… koşmak koşmak… Ama oya bitiyor, hiçbir şey olmuyor, ötekine başlıyorsun. Gene bir şey olmuyor. Bütün çevre bitiyor sonra. Sen yalnız istediğinde kalıyorsun. Hem nerde çayır, nerde çimen? Hani nerde? Oya işlemezsen aklıma ne çayırlar ne al güller ne de yüzümü bile kızartmayan o ayıp şeyler gelir… Bir gün yağmur yağsa diyorum… Tam ben sokaktayken. Etime kadar ıslansam… Eve öyle dönsem. Kimseler görmeden odama çıksam… Yatağıma uzansam. Üstümü filan çıkartmadan, öylece ıslak ıslak…

Ablasının tavrı ve akabinde hayatına verdiği yeni yön, Halim’in başka hayatları görmesine, başka duyguları bilmesine imkân sağlar. Abla, üç çocuklu ve boşanamayan bir çiftçiye kaçar. O hayattan memnun, koşuşturmalar ve dinlenmeler eşliğinde ruhu daha dingindir. Halim bunu fark eder. Bu, aynı zamanda, “Başka bir hayat mümkünmüş” fikrini de yaşatır ona. İkinci öyküde, Arif Hikmet Bey gerçeğiyle karşılaşır ve o da başka bir hayatın içine çekiliverir. Artık çalışmak, para kazanmak, patronun ve büyüklerin gözüne girmek, birikim yapmak, güçlenmek, kendini tanımak, heveslerini sezmek derdindedir. O da artık memleketten ayrılanlar sınıfına yazılır. Zaten askerden dönmüş, canı da sıkkındır. Ablasına olan sevgisi ve özlemi diridir ama hayatın yakıcılığını da sezmiştir artık: “Gidenler, geride bıraktıklarına her zaman para gönderirlerdi. Onlar gelmezlerdi ama para hep gelirdi. Gurbette ölecek olsalar bile gelirdi. Geride kalanların geçimlerini sağlayan ya da geçimlerine katkıda bulunan bu para her şeyden önemliydi. Hayatta kalabilmek için para gerekliydi insanlara. Oğul, kardeş, amca sevgisiyle yaşanmaz, ekmekle yaşanırdı çünkü. Geride kalanlar zamanla bu duruma alışır, özlemlerini unuturlardı. Sevgi unutuluyor, gereksinilir bir şey olmaktan çıkıyor demek kimi durumlarda.

Acaba sahiden öyle mi? Üçüncü öyküde Halim’in içine girdiği konak hayatını seyrediyoruz. Arif Hikmet Bey’in kurduğu fabrika imparatorluğunda çalışmanın da ahlakın da nizamı bizzat kendisi tarafından çizilmiş. Öncelik daima hemşerilerinde. Ne kadar güven kazanıp ne kadar işine ve emirlere saygılı olursan o kadar kazanıyorsun, geleceğin o kadar garanti altına alınıyor. Böylece fabrika mabede dönüşüyor. Arka bahçesi olan ve herkes tarafından merak edilen, önemsenen konaksa Halim için insanları tanıyıp bilme laboratuvarına dönüşüyor. Ablasıyla mektuplaşmayı sürdürüyor. Onun soruları ve sorgulamaları, Halim için bir düşünce atlası aynı zamanda: Hayatlarımızı farklı kılan şeyler neler? Parasızlık büyük bir sorun mu? İnsanın yaşamını asırlık töreler ve birileri tarafından kontrol mekanizması haline getirmiş ahlak kaideleri mi belirliyor? İnsanlar çocuklarına gülmeyi öğretememekten korkmuyorlar mı? Gülmek ayıp mı? Herhangi bir gün, olasıya yorulmadan geçemez mi? Geleceği güven altına almak, bir yanılgı olamaz mı? Ve nihayet: “Ama başka türlü bir hayat vardır elbette. Gerçek hayatı anlat bana. Herkesin her şeyi bildiği dünyada hayat nasıldır? Buralarda yaşlılar hayat bir düştür, dünya yalandır, derler. Yalan olmayan bir dünya buldun mu orada? Düş olmayan, gerçek olan bir hayat… Anlatsana…

Halim için bir gerçek hayat, sahiden yeni bir hayat varsa onun adı, aynı zamanda dördüncü öykünün adı olan Zekiye’dir. Fişe takılı gibi yaşayan bu insanlar arasında aşk ve sevgi, Halim’in göğsüne hem yangınıyla hem de gölgesiyle geliverir. Evvela Zekiye’nin Arif Hikmet Bey, çevresi, fabrika, konak ve hayat üzerine, etrafının tam zıddı yaklaşımları şaşırtmıştır Halim’i. Bunca sert nizamın, katı kuralın içinde Zekiye nasıl bu kadar “dik başlar, erkek haykırışlar” edasıyla yaşar, konuşur ve hatta susar? Böylece ablasının merak edip sorduğu başka bir hayat, Zekiye’nin bakışlarında, tavırlarında açılıverir Halim’e. Zekiye’nin ona ilk “sen” deyişi, Halim’e artık öteki’yle gönülden bağlantı kurmak adına da bir seyir defteridir. Bu seyirde, Furuğ’un “Ve yalnızlık, içinde çürümekte olan bir şeye ulaşmaktır” dizesinin meramını bulabiliriz belki de. Halim, Zekiye’nin coşkun kavanozunda duran ve neredeyse tanımadan kaybedeceği aşk denen bala parmağını daldırıverir artık. Yalnızlığı, ona yaşamın en kıymetli süsünü takdim eder. Birlikte düşecekleri kuyudan, şaşırtıcı bir beraberlikle çıkıverirler. Halim için hayat, aslında şimdi başlar: “Gücümü ölçebiliyordum. Kime, nasıl ve ne kadar karşı çıkabileceğimi seziyordum hiç değilse. Geleceğimiz elbette bulanıktı ama parlak düşlerle, başkaldırma masallarıyla ya da bizim olmayan ve hiçbir zaman bize verilmeyecek olan bir yaşam görüntüsüyle renklendirilmemişti hiç değilse.

Tortu, son öykü. Buraya kadar sıcak bir iklimde okuduğumuz kitap, Tortu’yla birlikte buzlaşır. Anlatıcı artık Halim midir? Bahsedilen bu yeni ama soluk, kimliksiz, dışlanmış, tutkusuz hayat onun hayatı mıdır? Zekiye yanında mıdır? “Adsızın biriyim ben beyim. Hiç kimseyim. O ‘garson’ diye çağrılan ve belli bir saygınlığı hak etmiş kişilerden bile değilim.” diyerek, cesaret ve umutla çıktığı yolda, en başa mı dönmüştür yoksa? Ona bu hayatı yaşatanları bağışlamış mıdır peki? Hem cevap, hem son söz: “Ama ben savaşamam. Çünkü nefret etmesini bilmem. Bağışlar dururum. (…) Ben bağışlarım. Geriye hüzün kalır.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Rüyayla gerçeğin arasında bir bulmaca roman

İyi bir yazar, okuruna zekâsını hissettirebilendir. Kurmaca hayatı anlatır ama farklı bir formda gerçekleştirir bunu. İyi bir kurmacada okur kendini yazarın karşısında yenik hisseder: Yazar, okurun yazamayacağı şekilde yazabilmiştir.

Milorad Paviç tam olarak böyle bir yazardır. Büyülü gerçekçiliğin balkan temsilcisidir. Onun romanını okurken daha önce hiç karşılaşmadığınız bir evrenle, dille, eserle karşılaşmışsınızdır ve bir daha da asla karşılaşmayacağınızı bilirsiniz. Üstelik Paviç bu ustalı her eserinde sergiler. Hazar Sözlüğü ile Eşsiz Parça / Mavi Kitap birbirinden apayrı deha gösterisidir. Şimdi de Çayla Boyanmış Manzara çıktı, üstelik Kadir Daniş’in eşsiz çevirisiyle. Çayla Boyanmış Manzara yine eşine rastlanılmayacak türde bir eser. Bulmaca roman özelliği taşımakta ve bulmacayı okur çözmek zorunda! Yani Paviç okumak için iyi ve dikkatli bir okur olmak yetmemekte, onun dehasına dokunabilmeyi de başarmak zorunda her okur!

Belgrad’dan İstanbul’a, Aynaroz keşişlerinden Osmanlı padişahlarına, Nazilerden Sovyetlere hiç hız kesmeden ve soluk almadan yapılan bir yolculuk ve mekân ise rüyayla gerçeğin ara formu, muğlâk ve girmeden bilinemeyecek bir âlem.

Kurmaca gerçeği, kendi gerçekliğinde var ederek aktarır, hatta gösterir. Fakat kurmacanın gerçekliği, zahiri gerçeklikten daha zengindir veya imkân olarak daha geniş bir havzada yer alır. Gizem, gerçeküstü, rüyalar alemi, hayal dünyası, fantastik vb birçok öğe kurmacanın gerçekliğinde bizatihi gerçek olarak yer alır. Gerisi yazarın dehasına, özgünlüğüne kalmıştır. Yazar dehasını konuşturamazsa veya doğrudan dahi değilse, o zaman ortaya çıkardığı evren gerçeklik kazanamaz, bilakis öylesine yapay kalır ki iyi bir metin hüviyeti elde edemez. Paviç gibi yazarlar ise kelimenin tam anlamıyla dahi olduklarından kendi var ettikleri gerçek, okurun gerçekliği ve gerçek kavramını yeni baştan ele almasını sağlayabilir, gerçeğe karşı bakışını değiştirebilir.

Oyun içeren metin sayısı epey çoktur ama Paviç metinleri okurun da metne tam anlamıyla dahil olmasını, okurun da metnin içine girmesini ve yazarla birlikte devam ettirmesini ister. Paviç’in romanını mutlak manada okumuş olmak için okurun bulmacayı çözmesi gerekir. Çözemezse? Okuduğu yine de onu büyülemeye yeter. Ama bu özelliği esere bir özellik kazandırır: Eser iki kapak arasında başlayıp biten bir metin değildir.

Paviç’in romanını okuyan okur, roman bittikten sonra dahi romanı zihninde okumayı sürdürür. Düşündükçe yeni noktalar keşfeder, roman kendini açmaya devam eder, belki bir tur da zihninden okutur kendini. Okur romana eğildikçe yeni bir yönünü daha fark eder. Paviç romanı okur tarafından okunmaz, idrak edilir!

Çayla Boyanmış Manzara’da da bulmacanın zenginliği göz kamaştırır, görünen her metnin ardında bir de görünmeyen mana kısmı vardır, metnin alt metni de bir o kadar zengindir ve okur dikkatini en ufak derecede kaybetse alt metin de kaybolacaktır. Alt metin kaybolduğunda da metin zenginliğini sürdürmektedir, bu da dehanın göstergesidir. Aynı zamanda okurluk okuludur doğal olarak, her romanında okur kurmaca okuma seviyesini geliştirmektedir.

Çayla Boyanmış Manzara kesintisiz akan bir nehir ama çağıltıyı duymak için kulaklarınızı dış dünyaya kapatmak zorundasınız!

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

Küçük yalanlar dev olur

Zanib Mian, ülkemizde Planet Ömer serisiyle tanınıyor, Gülce Timaş İlk Genç bu sefer yazarın, “İkiz Dedektifler: Yalanlar, Gerçekler ve Kurabiyeler” kitabını Türk okurlarıyla buluşturdu. Yazarımız İngiltere’nin ramazan havasını, geleneksel Hint sofrasının vazgeçilmezi Samosa’ların eşliğinde, heyecanlı bir maceranın içine sokuyor. Ele avuca gelmeyen Nisa Malik ve kardeşi Musa Malik ile birlikte kırılan kurabiyelerin peşinde koşuyoruz. Onlara, ipuçları peşinde koşarken, bir duvar ötesinde oturan sevgili dostları Norman da ekleniyor.

On bir ayın sultanını heyecanla bekleyen İngiltere’de yaşayan Müslümanlar ayın görünmesiyle birlikte oruç tutmaya başlıyorlar, Kur’an kursunda ise hummalı bir çalışma vardır, çocuklar kendi tasarladıkları kurabiyeleri sergileyeceklerdir ve en güzel kurabiye en yüksek fiyata satılacaktır. Gecelerini gündüzlerini katarak tasarladıkları kurabiyeleri, sergilemek üzere mescitlerine götürürler. Orada iftar odasında sabahı olmasını bekleyen kurabiyelerin başına bir haller gelir ve sabah hepsi kırılmış bulunur. Yerde bulunan bir şal ise en büyük ipucudur. Nisa ve diğer cemaat de çok üzülür, kimin yaptığını merak ederler ama bir iz yoktur. Kim caminin içinde ki kurabiyelere zarar vermek istemiş olabilir?

Galler gezisi için bütün umudunu buna bağlayan Nisa Malik ve kardeşi bu işin peşini bırakmaz ve suçlunun peşine düşerler. Onun için bir ölüm kalım meselesidir. Tabii ki olay sâdece bundan ibaret değildir, küçük haylaz Nisa Malik, izin verilmeyen Galler gezisi ile ilgili, arkadaşlarının alay konusu olmaması için küçük bir yalan söyler. Ama bu yalanın kocaman bir deve dönüşüp başını belaya sokacağını elbette bilemez. Kendisi ile ilgili söylediği “her zaman uslu olmaya çalışan ama başına talihsiz şeyler gelen birine söylenecek en kötü şey bu!” dediği şey ise uslu olmaktır. Ona en büyük desteği veren ise kardeşi Musa’dır. Sınıfta hayal kurarken yakalanmasında, sınıf arkadaşı Selma’nın yüzüne fırlayan solucanlar (solucan kutusunu açmaya çalışan Selma dengesini kaybettiği için fırlamıştır, Nisa’nın suçu yoktur) ve Hz. Nuh yerine balık demesinde olsun, ona destek olan kardeşi Musa’dır. Bu kadar olayın neticesinde çok istediği Galler gezisine gidememesi tamamen talihsizliktir. Kim bilir ikisi bu durum için bir çare düşünmüştür? İşte bu sebeple kurabiyeleri parçalayanı bulmak onlar için mühimdir, bir de şu kontrolden çıkan yalanının açtığı sorun var, onun da çözümünü bulmak zorundalardır.

Evet, bu kadar olayın içinde yazar bize, ramazanın güzelliğini, sahurun kıymetini, dürüstlüğü, yardımseverliği, dostluğu anlatmayı ihmal etmiyor. Meraklı Norman, Ramazan ile ilgili birçok şeyi bilmek istiyor, arkadaşları ile birlikte teravih namazı kılıyor, iftar yapıyor. Onunla birlikte biz de birçok şeyi öğreniyoruz. Misal abdesti ne bozabilir? Günde kaç namaz var? Teravih nedir? Sahur nedir, iftar nedir?

Bugün annemin içi içine sığmıyordu, çok heyecanlıydı. Çünkü ay, hilal şeklinde göründüğünde Ramazan başlar. O da ya bu gece ya da yarın Ramazan başlıyor demek oluyor.

Önümüzde kutsal bir ay var. Dualarla, güzel bir şekilde başlayalım bu ata” dedi annem saçımı okşayarak.

Olayların arka planında ramazan ayı ele alınıyor, çocuklara; eğlenerek okurken, güzel dinimizin birçok şeyi de aktarmış oluyor. Bu anlamda, yan komşunun Müslüman olmayan bir çocuğun seçilmiş olması dikkat çekici olmuş. Birbirini anlayan, düşman olmayan bir dostluk içinde, hoşgörüyü hikâyenin içine sarılmış. Ama asıl mesaj; güzellikle dostlukla Müslümanlığı anlatılacağını bizlere iletiyor olmasıdır. Ayrıca Urduca ve Hind izlerini de takip edebiliyoruz.

Dedelerinin yerel kıyafetinde taktığı, komşularının arkaya attığı şal, yerel yemek Samosa, Urduca baba demek olan Abu’nun kullanılması, yazarın kendi kimliğine sahip çıktığını ve aktarmayı hedeflediğini de göstermektedir.

En azından evdeki ramazan havası günlerimi renklendiriyordu. İftira geri sayım, birlikte namaz kılmak ve hepsinden iyisi samosalar…

Yazar, Zyaan Kocagöbek karakteri ile bize hayata pozitif bakmamızı, kimsenin hakkımızdaki negatif düşüncelere takılmamızı anlatmayı başarmış. Bu karakterin kendisi ile olan barışık halleriyle, bize alay edilmemek gibi şeyler için yalana dolana sarılmamız gerektiğini aktarmış. İnsanların kusur görmek isterse cennette bile göreceği sözünü akla getiren bir karakter olmuş.

Hey Nisa, duydum ki arkadaşların seninle alay etmesin diye bir söylenti uydurmuşsun. Soyadımdan öğrendiğim bir şey varsa o da insanlar daima alay edecek bir şeyler bulur. Bu yaşamın bir parçası. Önemli olan bunlara aldırmaman. Sen aldırmazsan seninle alay etmelerinin hiçbir önemi kalmaz. Bu yüzden fazla ciddiye alma.

Ramazanın affediciliği, kibarlığı, nezaketi, komşu ilişkilerini işlerken bir Müslümanın nasıl bir karakterde olması gerektiğinin altını çizmiştir. Kyan Cheng, basit sade kafa karıştırıcı olmayan direkt mesajı veren çizgilere sâhip resimlerle kitaba ayrı bir hava vermiş, onu daha ilgi çekici hâle getirmiş. ‘Bu kadar güzel kitabın bir eksik yönü var mı?’ sualini soracak olursak. Sözümüze şöyle başlamak doğru olacaktır.

Belki zamanın getirisi ile belki kendi milletlerinde bunun bir önemi olmaması sebebiyle olsa gerek Cami ve Kâbe şeklinde kurabiyeler yapılması, çocuklarının adlarını peygamberin adı diye anarken ayağını düzelten, Kâbe’den yüksek minare dikmeyi edep dışı bulan Türk irfanının yapısına uzak olduğunu ilâve etmek gerekir. On bir ayın sultanına sayılı günler kala çıkan İkiz Dedektifler, orucun güzelliğini dostluğu, dürüstlüğü, önyargıyı düşünmeden inanmamayı anlatan sıcacık bir kitap olmayı başarmış. Okuyanı bol olsun. Ramazan şerif hayırlar getirsin.

Hoş geldin Ya Şehri Ramazan diyelim yeniden…

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

27 Şubat 2025 Perşembe

Filistin meselesinin kökleri

Filistin işgalden ve soykırımdan kurtulana ve özgürleşene dek her zaman gündemimizde en ön sırada yer tutmaya devam edecek. Bir Müslüman esaret altındaysa tüm Müslümanlar esaret altındadır. Bir Müslümana kaldırılmış tokat bütün Müslümanlara kaldırılmıştır.

Ve savaş çok cepheli bir savaştır. Bazıları cephede savaşır, cephede olmayan işgali dillendirir, boykot eder, her zaman gündemde tutmaya çalışır. Yazarlar, edipler ise işgali kitaplaştırarak dünya tarihinde unutulmamasını, yer tutmasını sağlarlar. Kitap kalıcılığı ile bir zulmü ileriki nesillere taşır ve böylece Müslümanlar her zaman diri kalır, unutmayarak yarınını hazırlar, geleceğin taşlarını tecrübelerle örer.

Ömer Rıza Doğrul’un Filistin Meselesi adlı kitabı 1947 Arap-İsrail savaşının cereyan ettiği dönemlerde yazılmış olması itibarıyla ayrı bir önem taşımakta. Doğrudan devrin izlerinden, gözlemlerinden beslenmiş olması bugünden bakıp da dünü anlamaya yönelik bir izlek. “Ufak büyük ciddi her meselenin, sükûnetle incelenip temelinden bilinip kavranarak, gerekli tedbirlerin yıllar öncesinden ve fazlasıyla alınmadıkça, çaresinin bulunmayacağına kesin olarak eminim.” Ömer Rıza Doğrul’un kitabın önsözünde belirttiği bu düşüncesi bizim söylemeye çalıştıklarımızın özeti mahiyetinde ve kitabın neden önemli olduğunun da birinci ağızdan aktarımı.

Büyük mücahid Şeyh Şamil’in torunu merhum Said Şamil Bey’in 1960’lı yıllarda Medine’de dile getirdiği şu sözleri de meseleyi derinden kavramanın önemini ortaya sermektedir: “Yahudi bir beladır. Onunla harbe girerseniz, arkasındaki büyük devletlerle savaşırsınız. Haydi üç beş günde savaş bitti diyelim. Fakat sulh müzakereleri üç sene, beş sene bitmez. Yetmiş bin tane yalan söyler. Her gün yeni bir şart koşar. Uzata uzata karşısındakini o hale getirir ki, ‘Allah belasını versin, ne olacaksa olsun da şu işten kurtulalım!’ dedirtir. Müzakerelerin başında topunu birden reddettiğiniz şartları kabul etmek zorunda kalırsınız. Müzakereden çekilemezsiniz ama devam da edemezsiniz. Öyle bir beladır. ‘Amerika’ya da ne oluyor? Neden bu kadar İsrail’e destek çıkıyor?’ diyorsunuz. Bunda şaşacak bir şey yoktur. Daha önce de söyledim. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in bir vilayetidir! Geçen asrın baş belası İngiltere, onun emrinde idi; bu asırda da Amerika’yı kendilerine hizmetçi yaptılar.

Ömer Rıza Doğrul’un da “Siyonistlik baştanbaşa tecavüzdür” cümlesini hemen sonuna ilave edelim. Bugün yaşadığımız, tanık olduğumuz gelişmeler bu meselenin yeni olmadığını, eskiye dayandığını ve bir devamlılık sonucu gerçekleştiğini zaten göstermişti. Mesele bu devamlılığın nasıl ilerlediği, olayların başlangıç noktasına giderek bugünlere nasıl gelindiği meselesidir.

Toplam 57 yazıdan oluşan eser Filistin meselesinin nasıl başladığını, neler yaşandığını ayrıntılarıyla ve okuru boğacak ayrıntılara girmeyerek sunuyor. Modern dünyanın Müslümanlara biçtiği akıbeti aşikâr ediyor ve okuru adeta tokatlıyor.

Filistin hepimizin meselesidir. Mescid-i Aksa esir tutulduğu müddetçe hiçbir Müslüman özgür değildir. Dolayısıyla bu konuya dair yazılmış her kitap başucu mahiyeti taşır. Okumak, okutmak, yaymak ve önermek de vazifedir.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler