Trakya'dan çıkan şairleri ve yazarları sayarken zorlanabiliriz. Hatta "Trakya'dan şair çıkmaz" da denir. Bunda hakikat payı çok olsa da, arada turnanın gözünden vurulduğu -bu ne cinayettir- da oluyor.
1963 Kırklareli doğumlu şairimiz Birhan Keskin, özellikle 1991-2002 yılları arasında yayımlanan 5 şiir kitabıyla takdirleri toplamıştı. Metis Yayınları da bu 5 kitabı bir araya getirerek 2005 yılında "Kim Bağışlayacak Beni" adıyla şiir severlerle buluşturmuştu.
Bu 5 kitap; Delilirikler (1991), Bakarsın Üzgün Dönerim (1994), Cinayet Kışı (1996), Yirmi Lak Tablet (1999) ve Yeryüzü Halleri'nden (2002).
"Kor bir yankıdan başka nedir ki taş?
Dünyada bir heves değil midir insan?
Yokluk ateşiyle tutunduk varlığa
Çatladık, kırıldık
Ağrıdık."
Şairin hakkında araştırma yaparken, bir şiir severin Birhan Keskin'i "Türk şiirinde bir makam" olarak tanımlaması çok hoşuma gitmişti. Şiirleri her ne kadar makam farkı gözetilmeksizin yazılmış olsa da, aslında hissi olarak çok belirgin bir makama sahip. Bazen 3 dizede şiirin lezzetine doyulurken, bazen de koca bir şiir doyuramıyor şiir okuyucusunun doyumsuzluğunu.
"İçimde yeryüzü konuştukça anlıyorum ki
Bölünmüş bir hatırayım ben
Yeryüzüne dağılan."
Birhan Keskin şiirlerinde en çok karşılaştığım kelimeler, aslında şairin derdini -dertlerini- özetliyor. Taş, heves, hatıra, kırılmak, insan, toprak, yokluk, acı, şaşkınlık, ruh, köprü, bu kelimelerden bazıları. Kendi derdiyle karşısındakinin derdi arasında öyle güzel bir köprü kuruyor ki şair, geçiyoruz kendimizle kalarak.
"Geç benden, ben dururum, ben beklerim, geç benden,
Ama nereye geçersin benden ben bilemem.
Dediler ki, olgun bir meyve var sabır perdesinin ardında,
Dünya sana sabrı öğretecek, olgun meyvenin tadını da."
Kitabın 5 ayrı şiir kitabından meydana geldiğini belirtmiştim, bu geçişlerde karşımıza güzel düzyazılar geliyor. Bir nevi, karşılaşacağımız şiirlerin ana düşüncesi. Madem iştahlandırdım bunu diyerek, bu yazılardan birini paylaşmak da şart oldu.
"İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki? Geçmiş; üstümüzü her gece onunla örttüğümüz... uykuların derininde kor yankılarına düşer gibi olduğumuz ve sonra unuttuğumuz.
...
Ve, insan
Sabahın nemi kadar sessiz olmayı isteyecek."
Her şey gayet açık ama bir o kadar da derin Birhan Keskin şiirinde. Tüm şiirlerinin sonunda bir soru var gibi. O da aslında kitabın ismi. Cevabı da kitaptadır belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
29 Nisan 2013 Pazartesi
27 Nisan 2013 Cumartesi
Yakın tarihe, daha yakından bakmak
Çok partili dönem ve 27 Mayıs Askeri Müdahalesi halen daha tarih araştırmacılarının ve tarih okuyucularının yeterli ilgisine mazhar olamamış, karanlıkta kalmış zamanlar olarak önümüzde duruyor. Halbuki günümüzde dahi ateşi her kesimde hissedilen, ülke gündeminden yarım asırdır katiyen düşmeyen “asker-siyasi” çekişmesinin rövanşist duygularının filizlendiği mühim bir dönemden
bahsediyoruz.
1908’de genç bir İttihatçı, 27 Mayıs’ta tutuklu bir cumhurbaşkanı, 12 Eylül’de ise ömrünün son deminde bir kanaat önderi olarak 3 nesil darbeyi tahlil eden Celal Bayar coğrafyamızda gelişen darbeler için “Osmanlı’dan kalma bir gelenek olarak asker-medrese işbirliğinin siyasi güce müdahale etme arzusu” tespitini yapar. Yazarımız H. Emre Oktay’da 27 Mayıs’ın acı hikayesine bu tarihi vurguyu yaparak başlıyor. Öncelikle darbe geleneğinin menşeini ve Osmanlı’nın son dönemindeki benzer askeri müdahaleleri okuyucuya anımsatıyor.
Kendisi de 27 Mayıs’ın mağdur ve merhumlarından Faruk Oktay’ın oğlu olan H. Emre Oktay o dönem yaşadıklarını, yaşayanların ağızlarından birebir kaydettikleri ile harmanlayıp sunuyor. Özellikle 3 dönem boyunca halkın yoğun ilgisine mazhar olmuş ve ezici rakamlar ile iktidara layık görülmüş Adnan Menderes ve arkadaşlarının ne denli soğuk, gayrihukuki ve anti hümanist uygulamalar ile tutsak ve nihayet idam edildiğini etkileyici bir edebi dil ile aktarıyor. Yazar olaya dair fotograflar, vurucu diyaloglar ve betimlemeler ile okuyucularına adeta eş zamanlı bir belgesel, bir dram filmi izletiyor.
Bunun yanında darbe öncesi vaziyet ve İnönü’nün yaklaşımı, Yassıada’da tutukluluk günleri, ordunun tutuklu siyasiler için başlattığı kara propaganda, mahkemeler ve idamlar, darbenin görünen ve görünmeyen sebepleri-sonuçları birer tarihi döküm olarak sunuluyor.
27 Mayıs Askeri Müdahalesi ve Adnan Menderes’in infazı bugünün asker-siyasi çekişmesini kavrayamayanlar için hususiyetle okunması ve idrak edilmesi gereken tarihi süreçlerdir. Bu kitapla beraber malum dönemi özellikle inceleyenler nihayet fark edecektir; iç siyasetimizin son 50 yılı bol miktarda 27 Mayıs hesaplaşması ihtiva etmektedir.
Murat Çınar
twitter.com/muratcnr
1908’de genç bir İttihatçı, 27 Mayıs’ta tutuklu bir cumhurbaşkanı, 12 Eylül’de ise ömrünün son deminde bir kanaat önderi olarak 3 nesil darbeyi tahlil eden Celal Bayar coğrafyamızda gelişen darbeler için “Osmanlı’dan kalma bir gelenek olarak asker-medrese işbirliğinin siyasi güce müdahale etme arzusu” tespitini yapar. Yazarımız H. Emre Oktay’da 27 Mayıs’ın acı hikayesine bu tarihi vurguyu yaparak başlıyor. Öncelikle darbe geleneğinin menşeini ve Osmanlı’nın son dönemindeki benzer askeri müdahaleleri okuyucuya anımsatıyor.
Kendisi de 27 Mayıs’ın mağdur ve merhumlarından Faruk Oktay’ın oğlu olan H. Emre Oktay o dönem yaşadıklarını, yaşayanların ağızlarından birebir kaydettikleri ile harmanlayıp sunuyor. Özellikle 3 dönem boyunca halkın yoğun ilgisine mazhar olmuş ve ezici rakamlar ile iktidara layık görülmüş Adnan Menderes ve arkadaşlarının ne denli soğuk, gayrihukuki ve anti hümanist uygulamalar ile tutsak ve nihayet idam edildiğini etkileyici bir edebi dil ile aktarıyor. Yazar olaya dair fotograflar, vurucu diyaloglar ve betimlemeler ile okuyucularına adeta eş zamanlı bir belgesel, bir dram filmi izletiyor.
Bunun yanında darbe öncesi vaziyet ve İnönü’nün yaklaşımı, Yassıada’da tutukluluk günleri, ordunun tutuklu siyasiler için başlattığı kara propaganda, mahkemeler ve idamlar, darbenin görünen ve görünmeyen sebepleri-sonuçları birer tarihi döküm olarak sunuluyor.
27 Mayıs Askeri Müdahalesi ve Adnan Menderes’in infazı bugünün asker-siyasi çekişmesini kavrayamayanlar için hususiyetle okunması ve idrak edilmesi gereken tarihi süreçlerdir. Bu kitapla beraber malum dönemi özellikle inceleyenler nihayet fark edecektir; iç siyasetimizin son 50 yılı bol miktarda 27 Mayıs hesaplaşması ihtiva etmektedir.
Murat Çınar
twitter.com/muratcnr
24 Nisan 2013 Çarşamba
Kaygı her şeyin başlangıcıdır
"Ruhum ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak."
- Pindaros
Albert Camus okuyanlarımız bilir, 20. Yüzyıl varoluşçu felsefesi onun fısıldadıkları ile yankılanır. Kitap yukarıdaki alıntı ile başlar. Ve ilk giriş cümlesi ile yaşamın varlığı ve yokluğu üzerinde okuyucuyu sorgulamaya sevk eder:
"Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir."
Kitabın yazılma amacı her ne kadar bir yargıya varmak gibi görünse de; felsefeye yanıt bulmak değildir bence. Camus, II. Dünya Savaşı yıllarında, çağının uyumsuz insanını anlatan bir kitap yazmıştır. Çağımızda da bu uyumsuzluk hâlen devam etmektedir. Bir yandan kurulu dünya düzeni: “evet her şeyimiz var, güzel işlerimiz ve eşlerimiz, arkadaşlarımız” öte yandan; içinden çıkamadığımız “insan” ve “düşünce” . Yaşam bir gün sona erecekse, bunu her şeyden iyi biliyorsak neden yaşıyoruz? İşte, absürt ve uyumsuz insanın hikâyesi asıl burada başlıyor.
"Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep."
Kitabın ismi mitolojideki bu öyküden geliyor. Kaderine ve kederine boyun mu eğeceksin, yaşamın tüm değerlerini tadıp, baş mı kaldıracaksın?
Kitabın yazıldığı dönem, II. Dünya Savaşı zamanları; tek başına bunu bile -savaşı gereksiz ve saçma saydığı, intiharın ve ölümlerin çoğaldığı o yıllarda- çağına, yaşananlara, tarihine bir başkaldırı olarak sayabiliriz.
“Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi , çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden?” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. Başlar, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edinimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır."
Uyumsuz insan uyumsuzluğun farkına vardığında başkaldırı başlar ve başladığında ise gerisinde diğer soruları getirir; yani gösterdiğin çaba, meydan okuma ile ne kadar ve nasıl yaşayabileceksin?
"Uyanıklığın egemen olduğu yerde, değerler basamağı gereksiz kalır."
"Sevmekle iş bitseydi, her şey fazlasıyla basit olurdu. İnsan ne kadar çok severse, uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır."
Camus tüm bu saçmalığı ve uyumsuzluğu anlatırken, ölümlü olduğun bu dünyada didinirken yani, kitabın sonunda intiharı haksız çıkartır. “Sisifos’u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün bağlılığı öğretir. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter."
Aslında elimde olsaydı da her satırını yazabilseydim buraya.
Peki, sizce hiçbir şeye sarılıp, sarınmadan yaşayabilir miyiz? Belki yalnızca hiçlikle...
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
- Pindaros
Albert Camus okuyanlarımız bilir, 20. Yüzyıl varoluşçu felsefesi onun fısıldadıkları ile yankılanır. Kitap yukarıdaki alıntı ile başlar. Ve ilk giriş cümlesi ile yaşamın varlığı ve yokluğu üzerinde okuyucuyu sorgulamaya sevk eder:
"Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir."
Kitabın yazılma amacı her ne kadar bir yargıya varmak gibi görünse de; felsefeye yanıt bulmak değildir bence. Camus, II. Dünya Savaşı yıllarında, çağının uyumsuz insanını anlatan bir kitap yazmıştır. Çağımızda da bu uyumsuzluk hâlen devam etmektedir. Bir yandan kurulu dünya düzeni: “evet her şeyimiz var, güzel işlerimiz ve eşlerimiz, arkadaşlarımız” öte yandan; içinden çıkamadığımız “insan” ve “düşünce” . Yaşam bir gün sona erecekse, bunu her şeyden iyi biliyorsak neden yaşıyoruz? İşte, absürt ve uyumsuz insanın hikâyesi asıl burada başlıyor.
"Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi; Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep."
Kitabın ismi mitolojideki bu öyküden geliyor. Kaderine ve kederine boyun mu eğeceksin, yaşamın tüm değerlerini tadıp, baş mı kaldıracaksın?
Kitabın yazıldığı dönem, II. Dünya Savaşı zamanları; tek başına bunu bile -savaşı gereksiz ve saçma saydığı, intiharın ve ölümlerin çoğaldığı o yıllarda- çağına, yaşananlara, tarihine bir başkaldırı olarak sayabiliriz.
“Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi , çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden?” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. Başlar, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edinimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır."
Uyumsuz insan uyumsuzluğun farkına vardığında başkaldırı başlar ve başladığında ise gerisinde diğer soruları getirir; yani gösterdiğin çaba, meydan okuma ile ne kadar ve nasıl yaşayabileceksin?
"Uyanıklığın egemen olduğu yerde, değerler basamağı gereksiz kalır."
"Sevmekle iş bitseydi, her şey fazlasıyla basit olurdu. İnsan ne kadar çok severse, uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır."
Camus tüm bu saçmalığı ve uyumsuzluğu anlatırken, ölümlü olduğun bu dünyada didinirken yani, kitabın sonunda intiharı haksız çıkartır. “Sisifos’u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün bağlılığı öğretir. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter."
Aslında elimde olsaydı da her satırını yazabilseydim buraya.
Peki, sizce hiçbir şeye sarılıp, sarınmadan yaşayabilir miyiz? Belki yalnızca hiçlikle...
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
22 Nisan 2013 Pazartesi
Kaybetmeden önce değer bilenlere
80 yıl önce bugün binlerce genci, fikirdaşı, şiirlerini hayranlıkla okuyan onlarca insanı peşinden koşturacak, cümlelerin altını çizmekten kalemleri aşınacak kitapların sahibi dünyaya gelmiş. Şiirlerinin bazı dizelerini hava soğuk - ev sıcak fiziki denkleminin meydana getirdiği buğulu camlara yazmışlığım var çoğu zaman… Mesela “…insandan insana şükür ki fark var…” yazmıştım bir keresinde.
Eserleri çok başka, çok farklı, çok mest edicidir Sezai Karakoç’un… Gün Doğmadan, Diriliş Neslinin Amentüsü, Monna Rosa, Düşünceler/Kavramlar… Ama bir tanesinin yeri bende çok ayrıdır. Yitik Cennet…
Kitapta Adem, Nuh, İbrahim, Yusuf, Musa, Süleyman, Yahya, İsa ve Son Peygamber'in maddi/manevi hadiselerini zeka ve gönül denklemleriyle harmanlayıp harika bir üslup ile sunmuş. Sezai Karakoç’u diğer yazarlardan ayıran, onu üstün kılan özelliklerden birisi bu üslubu. Tüm şiirleri, tüm kitapları belagat yönünden öyle zengin ki, yazdığı bir cümleyi bazen bütün bir gece boyunca düşündüğüm ve uykuma müdahil olduğu için ona içten içe şükran besleyebiliyorum mesela…
Yitik Cennet’e şu cümleyle başlıyor üstad:
“Adem’le Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışcasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız, Batının soluğu bize gelmeden önce…”
Bir cümleye bir ansiklopedi yazılır mottosunun müsebbibidir Sezai Karakoç ve bu cümle de bunun ispatı nisbetindedir.
Bazen kendimi ifade etmek için uğraş verdiğim, ama bir türlü beceremediğim zamanlarda da Sezai Karakoç’un cümlelerine sığınmışlığım olmuştur. Bence herkes mutlaka şu hissiyatı yaşamıştır hayatında en az bir kez; “Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve yaşamasının anlamını yitiren bir varlığa mı dönüştük?” Düşün düşün, dur! Sonra yine düşün… Ve yine… Sonra bir silkelen ve ömrü boyunca okurlarına anlattığı gibi “diriliş”i yaşa. Yine Yitik Cennet’te “diriliş” için şöyle bir ifade kullanmıştı:
“Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir.”
İşte böyle bir diriliş. Böyle bir küllerinden doğma hali.
Bu düşüşü yaşamaya vesile olan ve baş rolü oynayan şeytanın İslam olmuş bir göz ve akılla nasıl anlatılması gerektiği satır satır okunabiliyor bu kitapta. John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) yazısında, o döneme kadar İsa’yı yücelten anlayışa karşı çıkıp şeytanın da iyi olduğundan, ama Yaratıcı’nın ona kötü rol verdiği için böyle gözüktüğünden bahseder. Yani koca bir filmde kötü adam rolü şeytana verilmiştir. Bu mantık İslam olan hiçbir mantaliteyle uyum sağlamaz. Galiba Sezai Karakoç Yitik Cennet’i bu dogmaları yerden yere vurmak için yazmış… Ne iyi yapmış. Hem formal, hem deruni her türlü zihni ihtiyacı doğrudan karşılıyor Yitik Cennet…
Ve son sözü yine o söylüyor:
“Cenneti bulmak için yitirmek gerekiyordu.”
Hatice Sarı
twitter.com/hatice_sari
Eserleri çok başka, çok farklı, çok mest edicidir Sezai Karakoç’un… Gün Doğmadan, Diriliş Neslinin Amentüsü, Monna Rosa, Düşünceler/Kavramlar… Ama bir tanesinin yeri bende çok ayrıdır. Yitik Cennet…
Kitapta Adem, Nuh, İbrahim, Yusuf, Musa, Süleyman, Yahya, İsa ve Son Peygamber'in maddi/manevi hadiselerini zeka ve gönül denklemleriyle harmanlayıp harika bir üslup ile sunmuş. Sezai Karakoç’u diğer yazarlardan ayıran, onu üstün kılan özelliklerden birisi bu üslubu. Tüm şiirleri, tüm kitapları belagat yönünden öyle zengin ki, yazdığı bir cümleyi bazen bütün bir gece boyunca düşündüğüm ve uykuma müdahil olduğu için ona içten içe şükran besleyebiliyorum mesela…
Yitik Cennet’e şu cümleyle başlıyor üstad:
“Adem’le Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışcasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız, Batının soluğu bize gelmeden önce…”
Bir cümleye bir ansiklopedi yazılır mottosunun müsebbibidir Sezai Karakoç ve bu cümle de bunun ispatı nisbetindedir.
Bazen kendimi ifade etmek için uğraş verdiğim, ama bir türlü beceremediğim zamanlarda da Sezai Karakoç’un cümlelerine sığınmışlığım olmuştur. Bence herkes mutlaka şu hissiyatı yaşamıştır hayatında en az bir kez; “Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve yaşamasının anlamını yitiren bir varlığa mı dönüştük?” Düşün düşün, dur! Sonra yine düşün… Ve yine… Sonra bir silkelen ve ömrü boyunca okurlarına anlattığı gibi “diriliş”i yaşa. Yine Yitik Cennet’te “diriliş” için şöyle bir ifade kullanmıştı:
“Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir.”
İşte böyle bir diriliş. Böyle bir küllerinden doğma hali.
Bu düşüşü yaşamaya vesile olan ve baş rolü oynayan şeytanın İslam olmuş bir göz ve akılla nasıl anlatılması gerektiği satır satır okunabiliyor bu kitapta. John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) yazısında, o döneme kadar İsa’yı yücelten anlayışa karşı çıkıp şeytanın da iyi olduğundan, ama Yaratıcı’nın ona kötü rol verdiği için böyle gözüktüğünden bahseder. Yani koca bir filmde kötü adam rolü şeytana verilmiştir. Bu mantık İslam olan hiçbir mantaliteyle uyum sağlamaz. Galiba Sezai Karakoç Yitik Cennet’i bu dogmaları yerden yere vurmak için yazmış… Ne iyi yapmış. Hem formal, hem deruni her türlü zihni ihtiyacı doğrudan karşılıyor Yitik Cennet…
Ve son sözü yine o söylüyor:
“Cenneti bulmak için yitirmek gerekiyordu.”
Hatice Sarı
twitter.com/hatice_sari
20 Nisan 2013 Cumartesi
Huzursuzuz çok şükür
"İki yakam hiçbir zaman, hiçbir yaşımda bir araya gelmedi. Dünyaya en çok hayretle baktım. Bazen hayret ben oldum ama daha çok seyreden taraftım."
- Bülent Parlak, Dergâh, 276
Sevgili Huzursuzluğum, şair Bülent Parlak'ın Dergâh Dergisi ile başlayan şiir koşusunun ilk etabını tamamladığı, ilk kitabı. Selis Kitaplar tarafından mayıs 2010 itibariyle raflara gönderildi. O günden bugüne tüm huzursuzları daha da huzursuz olmak için çağırıyor. Yangına alevle gitmek de denebilir buna.
"Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım
Çehremde bir sürü göz havari gibi, anons gibi, çarpıntı gibi
Roma yakılırdı yanımda dönüp bakmazdım; ilkçağ, ortaçağ ve sen
Cennetten mi emmiştin sütünü bu güzellik nereden."
72 sayfalık, alman otoyolları gibi kazaya mahal vermeyecek titizlikte hazırlanmış huzursuzluk yolculuğunda, okuyucuyu en çok bekleyen şey yüksek konsantrasyon gerektiren ve ne hikmetse kolay ezberlenemeyen dizeler. Ben buna hayret ettim, ama hayret ederken de bir elimle alkış tutarken diğer elimle yakamı gevşettim. Sonra annem yanıma gelip "alkış cahiliye devri âdetidir" demedi, bu duruma bozuldum ve şöyle dedim Bülent Parlak dizelerinin hepsine: Zaten iyi olan taraf iz bırakmaktır, ezberlenmek değil. Şiir ezbere okunmaz. Şimdi toparlanın, gitmiyoruz.
"Soyunup manşet olsam zarar eden bir gazeteye
Örtülse kırbaçta aylak kalmış vücudum
Aklım çelinse,
Zarif bir şekilde ölsem; ilk iş gününde utangaç bir dilencinin
Sovyetlerden medet umanlar gülümsetecekse sizleri
Analarının kanserlerine alışacaksa evlatlar
Simsarlar kandırmayacaksa evine dönen askeri
Kalkın halay çekelim, ben orada öleceğim."
Kitabın bu ilk şiiri olan "Vakit Tamam Olurken Eksik Kalan Bir Şey"de, tüm huzursuzluğunu tanımlıyor Bülent Parlak: Coğrafyayı, vaziyeti, kendini ve kendi gibi olanları. Aynı ritmle nefes almadan ve aldırmadan dizeler devam ediyor. Şiirlerini bize ayakta okutmaya gayret ediyor. İsmet Özel söylemiştir; İstiklâl Marşı'nda olduğu gibi, şiir adamı ayağa kaldırır, kaldırmalıdır. Bülent Parlak da böyle düşünüyor ve "Dünyanın her köşesinde bütün milletler ve orduların, polislerin ayakta dinlediği tek şey varsa o da şiirdir. İstiklâl Marşı'nı bir düşünsene. Ayakta dinletir kendini bize, çünkü ayakta kalma imkânı imler. Ve biz bütün dünyalılar şiiri ayakta dinleriz" diyor. Haklıdır. En az "Noter Huzurunda Ölüm" adlı şiiri kadar haklıdır:
"Yaşamım
Kaza süsü verilmiş bir cinayete benziyor
Affedin beni
Doğmuş olduğum için affedin"
Aslında dönmezdim gittiğim yoldan
Hüzünlü çıraklara denk gelmeseydim."
Huzursuzluk aynı zamanda bir gülme biçimidir. Bu yüzden şiirlerin bazıları acı acı güldürür. Guiza'yı hatırlayalım. Acı acı gülen ve güldüren bir forvet idi. Kaçırdığı goller Fenerbahçe taraftarının canını çok acıttı, Guiza'nın her topla buluşması onları huzursuz etti. Galatasaraylı olanlar ise bu duruma acı acı güldü. Her neyse, Guiza neticede acı tatlı bir hatıra olarak kaldı.
"Guiza artık gol kaçırma, üvey taraftarıyım tuttuğum takımların
Magazin sayfalarından seçtiğin sevgililer bak başına dert oluyor
Gündüz tarifesinde ev kızı, gece tarifesinde çıyana dönüşen kızlar
Hiç yoksul olmamış, hiç kış geçirmemiş, çekirdek yemeyi bilmeyen kızlar
...
Evlenmek en çok alışveriş listesidir, bir de geç kalmak eve
Bunu sen de bilirsin: Hepimiz yatakta İspanyoluz Guiza."
Okuyucu için en kalıcı hasarlardan biri, kendi fikriyle kaynaşan bir dize okumak olsa gerek. Gazze için oturduğu yerden şiir yazanlara ve elindeki imkânları kullanıp orada burada yayımlayanları anla(ya)mayan ben, "Haritası Kayıp" adlı şiirde şu dizelerle karşılaşıp Bülent Parlak'ı tebrik etmek için elime telefonumu aldım. Numarası yoktu ama şiir çok güzeldi:
"Yani ben Hiroşima'yı duyunca Japon olan ben
Tombul ve yüzü kırışmış kadınları görünce üzülen ben
Kapı pervazlarından geçerken besmeleyi unutunca
Yüzü kızaran köylü adamlardan olmak isteyen ben
Elleri üşüyünce nereye koyacağını bilemeyen ben
Geceleri yatarken kutup ayıları üşümesin diye
Dua eden ben
Dişleri sararmış inşaatçılar yüzünden
Estetik cerrahlarına sarı zarf içinde kınama cezası veren ben
Gazze'ye şiir yazılmaz
Gazze'ye şiir yazılmaz
Gazze'ye şiir yazılmaz."
Neden mi? Şöyle diyor şair Bülent Parlak: "Birileri bombalar altında ölürken, rampalardan atılan füzelerin altında kalırken, akşamları pijamalarımızı giyip çekirdek yiyerek onlara şiir yazmamızı çok doğru bulmuyorum."
Ben de diyecek bir şey bulamıyorum ve tüm huzursuzluğumla susuyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Bülent Parlak, Dergâh, 276
Sevgili Huzursuzluğum, şair Bülent Parlak'ın Dergâh Dergisi ile başlayan şiir koşusunun ilk etabını tamamladığı, ilk kitabı. Selis Kitaplar tarafından mayıs 2010 itibariyle raflara gönderildi. O günden bugüne tüm huzursuzları daha da huzursuz olmak için çağırıyor. Yangına alevle gitmek de denebilir buna.
"Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım
Çehremde bir sürü göz havari gibi, anons gibi, çarpıntı gibi
Roma yakılırdı yanımda dönüp bakmazdım; ilkçağ, ortaçağ ve sen
Cennetten mi emmiştin sütünü bu güzellik nereden."
72 sayfalık, alman otoyolları gibi kazaya mahal vermeyecek titizlikte hazırlanmış huzursuzluk yolculuğunda, okuyucuyu en çok bekleyen şey yüksek konsantrasyon gerektiren ve ne hikmetse kolay ezberlenemeyen dizeler. Ben buna hayret ettim, ama hayret ederken de bir elimle alkış tutarken diğer elimle yakamı gevşettim. Sonra annem yanıma gelip "alkış cahiliye devri âdetidir" demedi, bu duruma bozuldum ve şöyle dedim Bülent Parlak dizelerinin hepsine: Zaten iyi olan taraf iz bırakmaktır, ezberlenmek değil. Şiir ezbere okunmaz. Şimdi toparlanın, gitmiyoruz.
"Soyunup manşet olsam zarar eden bir gazeteye
Örtülse kırbaçta aylak kalmış vücudum
Aklım çelinse,
Zarif bir şekilde ölsem; ilk iş gününde utangaç bir dilencinin
Sovyetlerden medet umanlar gülümsetecekse sizleri
Analarının kanserlerine alışacaksa evlatlar
Simsarlar kandırmayacaksa evine dönen askeri
Kalkın halay çekelim, ben orada öleceğim."
Kitabın bu ilk şiiri olan "Vakit Tamam Olurken Eksik Kalan Bir Şey"de, tüm huzursuzluğunu tanımlıyor Bülent Parlak: Coğrafyayı, vaziyeti, kendini ve kendi gibi olanları. Aynı ritmle nefes almadan ve aldırmadan dizeler devam ediyor. Şiirlerini bize ayakta okutmaya gayret ediyor. İsmet Özel söylemiştir; İstiklâl Marşı'nda olduğu gibi, şiir adamı ayağa kaldırır, kaldırmalıdır. Bülent Parlak da böyle düşünüyor ve "Dünyanın her köşesinde bütün milletler ve orduların, polislerin ayakta dinlediği tek şey varsa o da şiirdir. İstiklâl Marşı'nı bir düşünsene. Ayakta dinletir kendini bize, çünkü ayakta kalma imkânı imler. Ve biz bütün dünyalılar şiiri ayakta dinleriz" diyor. Haklıdır. En az "Noter Huzurunda Ölüm" adlı şiiri kadar haklıdır:
"Yaşamım
Kaza süsü verilmiş bir cinayete benziyor
Affedin beni
Doğmuş olduğum için affedin"
Aslında dönmezdim gittiğim yoldan
Hüzünlü çıraklara denk gelmeseydim."
Huzursuzluk aynı zamanda bir gülme biçimidir. Bu yüzden şiirlerin bazıları acı acı güldürür. Guiza'yı hatırlayalım. Acı acı gülen ve güldüren bir forvet idi. Kaçırdığı goller Fenerbahçe taraftarının canını çok acıttı, Guiza'nın her topla buluşması onları huzursuz etti. Galatasaraylı olanlar ise bu duruma acı acı güldü. Her neyse, Guiza neticede acı tatlı bir hatıra olarak kaldı.
"Guiza artık gol kaçırma, üvey taraftarıyım tuttuğum takımların
Magazin sayfalarından seçtiğin sevgililer bak başına dert oluyor
Gündüz tarifesinde ev kızı, gece tarifesinde çıyana dönüşen kızlar
Hiç yoksul olmamış, hiç kış geçirmemiş, çekirdek yemeyi bilmeyen kızlar
...
Evlenmek en çok alışveriş listesidir, bir de geç kalmak eve
Bunu sen de bilirsin: Hepimiz yatakta İspanyoluz Guiza."
Okuyucu için en kalıcı hasarlardan biri, kendi fikriyle kaynaşan bir dize okumak olsa gerek. Gazze için oturduğu yerden şiir yazanlara ve elindeki imkânları kullanıp orada burada yayımlayanları anla(ya)mayan ben, "Haritası Kayıp" adlı şiirde şu dizelerle karşılaşıp Bülent Parlak'ı tebrik etmek için elime telefonumu aldım. Numarası yoktu ama şiir çok güzeldi:
"Yani ben Hiroşima'yı duyunca Japon olan ben
Tombul ve yüzü kırışmış kadınları görünce üzülen ben
Kapı pervazlarından geçerken besmeleyi unutunca
Yüzü kızaran köylü adamlardan olmak isteyen ben
Elleri üşüyünce nereye koyacağını bilemeyen ben
Geceleri yatarken kutup ayıları üşümesin diye
Dua eden ben
Dişleri sararmış inşaatçılar yüzünden
Estetik cerrahlarına sarı zarf içinde kınama cezası veren ben
Gazze'ye şiir yazılmaz
Gazze'ye şiir yazılmaz
Gazze'ye şiir yazılmaz."
Neden mi? Şöyle diyor şair Bülent Parlak: "Birileri bombalar altında ölürken, rampalardan atılan füzelerin altında kalırken, akşamları pijamalarımızı giyip çekirdek yiyerek onlara şiir yazmamızı çok doğru bulmuyorum."
Ben de diyecek bir şey bulamıyorum ve tüm huzursuzluğumla susuyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
19 Nisan 2013 Cuma
Hayatta her şeyin bir antitezi olmalı, öykünün bile
Kitabı elime ilk aldığımda kitabın arka kapağında yer alan
Faulkner’ın cümlelerini pek ciddiye almamıştım. Şöyle diyor yazar:
“Çılgın Palmiyeler’in ilk bölümünü bitirir bitirmez, bir
şeylerin eksik kaldığını, öykünün pekiştirilmesi, müzikteki kontrpuan benzeri
bir yöntemle güçlendirilmesi gerektiğini gördüm. Bunun üzerine, ‘Çılgın
Palmiyeler’deki öykü yeniden canlanıncaya kadar ‘Irmak Baba’yı yazdım.”
Evet, bu romanda iki farklı öykü var aslında. Biri, Çılgın
Palmiyeler, diğeri Irmak Baba. Ne karakterler ortak, ne yaşamlar. Birinde(Çılgın
Palmiyeler) bir kocanın karısını nasıl kendi eliyle başka bir adama teslim
ettiğini, kadının bu oyunda ne kadar ileri gidip nasıl bir tutkuyla
yaşayabileceğini, aşığının ise girdiği bu zor yükün altında ne kadar
zorlandığını göreceksiniz. Yasak aşk üstüne bugüne kadar çok şey yazılıp
söylendi. Aklımıza bu konuda hiçbir şey gelmese bile Anna Karenina gelir.
Çılgın Palmiyeler’in kahramanı Charlotte, Anna’ya birçok yönden benzese de
ondan daha cesur bir kadın. Bu yüzden de tutkularını, mutluluklarını daha yoğun
yaşıyor. Aşkın ölmeyeceğine, sadece ona layık değilsek bizi bırakıp gideceğine,
ölenin biz olacağımıza inanıyor. Harry’nin
ise Charlotte’u sevmekten ve duruşuna imrenmekten başka yapabileceği bir şey
yok. Hayır, Harry’e korkak demek istemiyorum. Kafası karışık demek daha doğru
olur. Onun düşünceleri sayesinde belki de bir erkek tarafından yazılmış, kadınların yasak aşk yaşamasıyla
ilgili en doğru cümleleri okudum.
“Erkeklerin tersine, kadınlara çekici gelen şey, yasadışı
aşkın büyüsü ya da iki kişinin suçlanıp lanetlenerek toplumdan, Tanrı’dan
sonsuza kadar kopmalarına, dönüşü olmayan bir yalnızlığa gömülmelerine yol açan
ateşli bir tutku değildir; onlara çekici gelen, yasadışı aşkın güçlükleriyle
başa çıkabileceklerini göstermektir.”
Diğer hikâye olan Irmak Baba hakkında söyleyecek çok şeyim
yok aslında. Hamile bir kadınla birlikte en zor şartlarda kürek çekmeye
çalışan, kadının şiş karnına baktıkça midesi bulanan bir mahkûmun hikâyesi
Irmak Baba. Ne bir solukta okudum diyebilirim ne de çok sürükleyici olduğundan
dem vurabilirim. Aksine sonuna yaklaşana kadar sırf bitsin de Çılgın Palmiyeler’in
diğer bölümüne geçeyim diye okuduğum bir öyküydü. Ama sonunda öyle bir yere
getirdi ki beni, sadece getirdiği noktayı değil, dönüp geldiğim yolu da sevdim.
Birbirimizden çok farklı hayatlar yaşamıyoruz aslında. En üstteki
adamla en alttaki adamın yaşamı çok da ayrı değil. Bir mahkûmla bir doktor farklı amaçlar için yaşayıp aynı varışlarda bulabilirler kendilerini. Ve şimdi
kitabın arka kapağı daha anlamlı benim için. Evet, hayatta her şeyin bir
antiteze ihtiyacı vardır. Öykünün bile.
Ümran Kio
18 Nisan 2013 Perşembe
Zamana hak ettiği değeri vermek isteyenlere
Adı bile insandaki mütecessis tarafı ayağa kaldıran bu kitap özelde bir idam mahkûmunun son gününü anlatsa da genelde ölmeyi bekleyen biz insanların kendileri ile yüzleştikleri takdirde ne ile karşılaşabileceklerini gözler önüne seriyor. Hepimiz öleceğiz ve bu konuda mutabık olduğumuz için mutluyum. Yoksa nereye sığacak bunca insan? Aslında öleceğimiz konusunda sahip olduğumuz bilgisizlik işleri yoluna koyuyor. Demek istediğim bir insan öleceği zamanı bilse plansız ve programsız yaşayamazdı. Ya da zamana hak ettiği değeri vereceğim derken zamanı eline yüzüne bulaştırabilirdi. Sakındığı göze çöp batardı. Ölüm günü bilgisinin insana verilmeyişinin hikmeti üzerine söylenecek daha çok söz var. Ancak kısaca şunu belirtmeliyim ki insan öleceği günü bilmeyerek yaşamanın tadına varabiliyor. Ancak bu bilgiye sahip olmamak insanı aynı zamanda kendine karşı kör de edebiliyor. Bu elbette irade ile alâkalı bir durum. Yani iki dinleyip bir konuşan ve aklını kullanmayı bilen bir insansanız gece başınızı yastığa koyduğunuz vakit uyumaktan daha elzem olan vicdan muhasebesine yer ayırır, z raporunuzu alır uyursunuz. İnsan öleceği vakti bilse bile bunu yapar mıydı, işte o konuda emin değilim.
Faruk Erem’in dediği gibi, "suçluyu kazıyın altından insan çıkacaktır.". Mahkûm, her ne kadar öldürülecek kadar ağır bir suç işlemişse de insan oluşunu idamına bir gece kala fark eder. Hugo suçlu ile idamı değil insan ile idamı karşı karşıya getirir ve asırlarca suç ile suçluyu birbirinden ayıran giyotinin o keskin duruşunu devrim sonrası Fransa’da sorgular. Hugo kitapta idamın vahşiliği kadar idamı görsel seyir gibi zevkle izleyen insanların insanîliğinin ne derecek vahim olduğunu da gösterir.
Hugo hepimizin birer insan olduğunu idama mahkûm ve sabaha çıkamayacağı için insan yerine konulmayan bir adam üzerinden anlatır. Suçu suçlunun üzerinden kaldırır ve onu insan olarak ele almamız gerektiğini bize söyler. Bu bakış açısı hukuk fakültelerinde suç teorisi derslerinde öğrencilere kazandırılmaya çalışılır. Çünkü karşımızdaki azılı bir katil de olsa ona bu suçu işleten toplumsal, ekonomik ve sosyal nedenler olabilir. Romanımızdaki mahkûm da çocuklarına yedirecek ekmek bulamadığı için para karşılığı adam öldürmüştür. İdam gecesi mahkûmun "beni açlığa mahkûm eden ve beni suç işlemek zorunda bırakan devleti ve bakanlığı giyotin altına yatırın" diye devam adam bağırışları suçlunun altındaki insanı gösterir. Sinekleri öldürmek yerine bataklığı kurutmak daha çözüm odaklı bir davranış olacaktır. Mahkûmu sinek olarak kabul edersek idamları büyük bir zevkle gerçekleştiren cellatları ve idam anını çocukları ve eşleriyle tiyatro gibi izleyen Fransa halkını ve devletini bataklık olarak kabul edebiliriz. Nitekim Hugo bu romandan sonra yazdığı bir makalede bataklığın yavaş yavaş kuruduğuna işaret eder: "Geçmişin toplumsal yapısı üç sütun üstüne kuruluydu: rahip, kral, cellât. Uzun zaman önce bir ses şöyle demişti: "Tanrılar çekip gitsin!". Son olarak da başka bir ses yükseldi ve şöyle bağırdı: "Krallar çekip gitsin!". Şimdi zamanı artık, üçüncü bir sesin yükselip şöyle demesinin: "Cellâtlar çekip gitsin!". Böylece eski toplum parça parça dökülecek: böylece Tanrı’nın takdiri geçmişin çöküşünü tamamlayacaktır."
Mahkûm öleceği günü biliyor ve son gecesini kendisi ile yüzleşerek geçiriyordu. Yanına gelen rahip onu Tanrı’ya yaklaştırmak istiyor ancak o yalnız kalmak istediğini söyleyerek rahibi yanından kovuyordu. Çünkü sabaha çıkamayacağını bilen bir insan için sığınılacak tek liman rahip değil Tanrı’ydı. Ölümüne saatler kalan bir adamın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Yapması gereken kendi içine dönmek ve orada unuttuğu kimi değerleri son bir kez hatırlamaktır. Ayna aranır ve son kez yüzüne bakmak ister. Mahkûmun kaldığı hücrede sadece giyotine gidecek olanlar kalmıştı. Mahkûm duvarlardaki yazıları okuyor ve kendi kendine her insanın dünyaya bir iz bırakıp gitme isteği olduğunu söylüyordu. Ölümüne bir gece kalan bir insanın dünyaya bırakabileceği tek iz ise hücresinin duvarına mesela aşkını kazımaktı.
"Zaten bu hayatta özlem duyacağım kadar beni üzebilecek ne kaldı ki? Aslında hapishanenin karanlık gündüzü ve kara ekmeği; kürek mahkumlarına çok az miktarda verilen çorbaya benzer yemek, horlandığımı görmem, o kadar eğitim almış birisi olmama rağmen, gardiyanlar ve diğer mahkumlarca aşağılanmak, sohbet edebileceğim ve anlattıklarını dinleyebileceğim özellikte bir insan görememek, yapmış olduğum ve bana yapılacak olan şeylerden dolayı tedirgince ürpermek. İşte celladın elimden alabileceği bütün servetim budur."
Roman yazıldığı dönemde ne gibi yankılar uyandırdı bu konuda bir bilgi edinemedim ancak tahmin ediyorum Hugo romanın sonunda mahkûmu öldürerek bir uyanışa neden oldu. Che Guavera’nın ölmeden evvel dediği gibi, "Vur, korkak herif, sonuçta sadece bir adam öldürmüş olacaksın."
Muhammed Faruk Özcan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)