9 Ocak 2019 Çarşamba

Göçmenlik sadece mekân değiştirmek midir?

İkinci Dünya Savaşı’nda insanlık dışı muameleye maruz kalan toplumların başında geliyor Yahudiler. Katliamdan kaçabilenler mülteci konumuna düşmüş, dünyanın farklı coğrafyalarına gitmek zorunda kalmışlardır. Savaş sırasında kamplarda tutulanlardan kurtulanların durumu ise çok daha içler acısıdır. Katliamdan kaçamayan Yahudiler üzerinde yapılan spekülatif söylemler bir yana, kaçabilenlerin gittikleri ülkelere hatırı sayılır katkı sundukları görülüyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri bu konuda inkar edilemez bir birikim elde etmiştir. ABD’ye göç eden (ya da ettirilen) ‘eğitimli’ Yahudiler özellikle bilim ve sanat alanlarında önemli işlere imza atmıştır. Bu madalyonun bir yüzü. Madalyonun diğer yüzünde çok daha başka şeyler bulunuyor. Zoraki göç eden bu insanların hayatları hiç de kolay olmamıştır. Normal şartlarda savaştan sağ çıkmış olsa dahi insan psikolojisi darmadağın olur. Buna bir de kadim Yahudilik travması eklenince, bu insanlar içinden çıkılmaz bir bunalıma girmiştir. Travma o kadar büyüktür ki, kaçmış ya da kurtulmuş olsalar bile yaşananlar mağdurların peşini bırakmaz. Yeni bir topluma, dile, kültüre, coğrafyaya alışmak oldukça zordur. Kısacası başka bir yerde yeni bir hayata başlamak zorunda kalmak travmayı derinleştirmiştir.

Kendisi de göçmen çocuğu olan Cynthia Ozick (1928) Şal isimli eserinde bu konuyu işliyor. Nebula Kitap tarafından yayınlanan seksen sayfalık eserin çevirisi Esra Birkan’a ait. Şal’da, Varşova’da doğmuş ve savaş nedeniyle Amerika’ya göç etmiş bir Yahudi kadının (Rosa Lublin) hem yaşadıkları hem de yaşadıklarının iç dünyasındaki yansımaları anlatılıyor. Rosa, Nazilerden korumaya çalıştığı bebeğini şalına sararak gizlemektedir. Getirildikleri toplama kampında bebeğini trajedik şekilde kaybetmiştir fakat onun ölümünü kabullenememektedir. Savaştan yeğeniyle kurtarılanlar arasındadır. Filistin’e gönderilmek yerine yeğenini de alarak ABD’yi gitmeyi tercih etmiştir. Mecburiyetten geldiği bu yeni ülkeye yeterince uyum sağlayamamıştır. Yaşadıklarını unutamayışı geçmişine takılı kalmasına neden olmaktadır. Amerikalılığı bir şekilde içine sindiren yeğeniyle sürekli tartışma hâlindedir. Yeğeni ona bebeğinin öldüğünü ve bunu kabullenerek hayatını devam ettirmesi gerektiğini söylemektedir. Bu sözlere kulak tıkayan Rosa rahatsızlığının nedeni olarak gördüğü insanlardan kaçarak kendi dünyasında yaşamaya çalışmaktadır. Girdiği bunalım sebebiyle sahibi olduğu antika dükkanını harabeye çevirmesi onu dönülmez bir yola sokmuştur. Yeğeniyle birlikte yaşadığı evden uzaklaşma kararı almasının ardından başka bir kente yerleşmiş ve parası olmadığı için masraflarını yeğeninin karşıladığı bir otelde yaşamaya başlamıştır. Artık daha da yalnızdır fakat düşüncelerinde rahat hareket edebilmenin sakinliği içindedir. Rosa, sağ olduğu ve Amerika’da yaşadığını varsaydığı bebeğine/kızına mektuplar yazmaktadır. Yıllar önce gizlemek için bebeğini sardığı ve yanından ayırmadığı şal onun için çok önemlidir. Geçmişiyle, daha da önemlisi bebeğiyle tek bağı olarak gördüğü şal kutsalı hâline gelmiştir. Yaşadıkları Rosa’nın peşini yeni geldiği kentte de bırakmamıştır.

Gerçeklerden hareketle kurgulanan Şal, hem duygu yoğun hem de psikolojik boyutu oldukça baskın bir metin. Roman karakterinin ruh hâli başarıyla yansıtılmış. Bir olay hikâyesi örneği diyebileceğimiz eserde ‘o’ anlatım tekniği kullanan yazar gereksiz detaylara girmeden yalın bir üslupla ele almış konuyu. Şiirsel dil ve sembolizmin ustalıkla kullanıldığı görülüyor. Betimlemeler ve atıflarlarla zenginleştirilen metin için başarılı bir iş çıkarılmış diyebiliriz. Bu başarının oluşmasında çeviri faktörünü de unutmamak gerekiyor elbette.

Cynthia Ozick’in genel olarak eserlerinde Amerikan Yahudilerinin yaşamını Nazi katliamı ve sonuçları ekseninde ele aldığı görülüyor. Şal özelinde belirtmek gerekirse, esere siyasi boyut eklenmemesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Yazarın konuya tamamıyla insani açıdan yaklaşması metni değerli kılmış. Şal sedece eleştiri değil aynı zamanda bir özeleştiri metni olarak da değerlendirilebilir. Örneğin bilim dünyasının ve üniversitelerin Yahudi göçmenlere bakışını irdeleyen yazar, göçmen Yahudilere insan olarak değil araştırılacak bir ürün ya da denek gibi bakılmasını eleştiriyor. Bir diğer eleştiri noktası ise özgürlükçü Amerikan düşüncesi ve katı Siyonist ideoloji olarak göze çarpıyor. Ozick, gerçeklerin anlatıldığı gibi olmadığı belirtiyor ve az da olsa Amerikan ve Yahudi kültürüne dair detaylara yer veriyor.

Şal, genel olarak ideolojik ve siyasi saplantılara malzeme yapılan bir trajediye insani bir bakış açısıyla bakılabileceğini göstermesi açısından önemli bir eser. Yazarın eserini siyasi ya da ideolojik malzeme yapmamasına binaen ‘unutmadığımız defterleri’ açmamak uygundur sanıyorum. Yalnız, buradan mülhem eklemek istediğim başka bir konu var. Hayatımızın bir parçası hâline gelen ama son günlerde gündemimize olumsuzlaştırılarak sokulan göçmenlik konusunu aklı selim şekilde değerlendirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Göçmenlik mekân değişiminin ötesinde bir olgudur ve gösterilen hassasiyet insanın vicdanıyla doğru orantılıdır. Biz biliriz ki, hepimiz göçmeniz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Ahlak, kişinin kendi kendisiyle olan ilişkisine dayanır

Bir süredir yazamadım ve ne gariptir ki bunun sebebi okuduğum bir kitap. Genellikle tersi olması beklenir. Yazmak için okumak gerektiği bilinir. Ne kadar derinlikli ve ilham verici bir okuma yaparsak o oranda yazma duygumuzun tetiklendiğini, yıllarca içimize attığımız bütün birikimin kendini dışavurmak için üzerimizde baskı kurduğunu hissederiz.

Bütün bir ömür içimizden yaptığımız konuşmaların dile gelmesi için bazen bir kaç güçlü cümle okumaya ihtiyacımız vardır. Okumak yazdırır sözü, oldukça eskidir. Buna en ufak bir şüphe duymadan inanırız. Okumak, zihnimizin gündelik akışını kesintiye uğratır, durmak ve düşünmek zorunda bırakır çünkü. Asıl etkisi belki de edindiğimiz yeni bilgilerden değil bizdeki bilgileri yeniden düşünmek durumunda kalmamızdan kaynaklanır.

O halde nasıl olur da okuduğumuz kitaplar aynı zamanda yazmayı durdurur? Ya da bu süreci kesintiye uğratır, dilimizin ucuna gelen düşüncelerin bir anda geldikleri yere kaçıvermelerine sebep olur?

Bir süreden beri Hannah Arendt’in Sorumluluk ve Yargı’sını okuyorum. Arendt’in düşünme biçimini her zaman kendime yakın bulmuş, onun kitaplarını kütüphanemin baş köşesine koymuşumdur. Onun kitapları, bitirdikten sonra bir türlü yerine koyamadığımız, bizdeki yaşamını sürdürdüğü için hep yanımızda tutmak istediğimiz kitaplardandır. Şiddet Üzerine ya da Kötülüğün Sıradanlığı’nı her okuduğumda yeni ilhamlar almış, benzer konularda yazdıklarımı her defasında gözden geçirip değiştirme ihtiyacı duymuşumdur. Ve genellikle de her okuduğum ve etkisinde kalarak kitabı kapatıp bir süre üzerinde düşünme ihtiyacı hissettiğim cümleden sonra kendi metinlerime dönerek işin heyecanı kaçmadan düşüncelerimi hemen kayda geçirme ihtiyacı duyarım. Bunu hemen yapmazsam uçup gidecek ya da hiçbir zaman aynı heyacanı kelimelere dökemeyecekmişim gibi bir duyguya kapılırım.

Bu defa biraz farklı oldu nedense. Kitapta beni etkileyen ve durup düşünmek zorunda bırakan ama başkaca hiçbir şey yapmama izin vermeyen ne çok cümlenin altını çizip yanlarına soru işaretleri, alıntı parantezleri ve yıldızlar koydum. Kırmızı kurşun kalemim elimden hiç düşmedi. Farketmeden ağzıma o kadar götürdüm ki bir iki kez dudaklarımı yıkamak zorunda kaldım. O kadar ki durup düşünmekten okumakta zorlandım, her cümleden sonra sindirmek için uzaklara dalmak zorunda kaldım, etrafımdaki insanlara anlamsız denebilecek bir gülümsemeyle baktım ve en önemlisi de galiba şu hayatta düşünerek üstesinden gelinemeyecek bir sorun yoktur hissine kapılıp durdum. Çeviri gayet iyi yapılmıştı ama yine de acaba çevirmenin yorumundan geçerken kaybolan anlamlar olmuş mudur diye ve bir de yetersiz kaldığını hissettiğim satırlar nedeniyle kitabın İngilizce’sini de aldım. İşte o çizdiğim satırlardan bazıları:

Dünya ne zaman bize hakiki bir hediye sunsa, bizi aciz bırakan esas minnettarlığı ayrı tutuyorum. Hakiki bir hediye bize durup dururken gelir; Talih güldüğünde, bilinçli ya da yarı bilinçli olarak el üstünde tuttuğumuz amaçlarımızı, beklentilerimizi ya da hedeflerimizi görkemli umursamazlığıyla hiçe sayar” (sf.7). Gerçi ben çevirsem böyle mi çevirirdim diye merak etmedim de değil. Biraz eksik kalmış ve kimi yerlerde çevirmen söyleneni tam olarak anlayamamış gibi geldi. Sonra bu merak artınca ben çevirsem nasıl çevirirdime bakmak istedim. Bu harika cümle aslında bir önceki cümlenin devamı. O nedenle de kendi başına bağımsız bir anlama sahip değil. Ben olsam şöyle derdim: “Bizi tamamen aciz bırakan burada olma minnettarlığımızı saymazsak dünya ne zaman bize hakiki bir hediye, yani gerçek anlamda durup duruken birşey verse, ne zaman talih yüzümüze gülse, bilinçli ya da o kadar bilinçli olmaksızın en başa koyduğumuz amaçlarımızın, beklentilerimizin veya hedeflerimizin ne olduklarına bakmaksızın hiçe sayar.

Alıntılarla devam edelim:

Teori ve kavrayış gerektiren meselelerde, olayların dışındakilerin ve basit seyircilerin, önlerinde ya da çevrelerinde meydana gelmekte olanların gerçek anlamına daha keskin ve derin bir sezgiyle nüfuz etmeleri az rastlanır bir şey değildir. Tüm dikkatlerini, gerektiği gibi, parçası oldukları olaylara veren asıl failler ve katılımcılar aynı ölçüde yetkin olmayabilir.” (sf.11)

Ahlaki yönden değerlendirildiğinde, bir kişinin somut bir şey yapmadığı halde suçlu hissetmesi, gerçekten sorumlu olduğu bir suç bulunduğu halde biraz olsun suçluluk duymaması kadar yanlıştır.” (sf.29).

Kolektif suç ya da kolektif masumiyet diye bir şey yoktur; suç ve masumiyet ancak bireylere atfedildiği takdirde anlam ifade eder.” (sf.30).

Bunun gibi sayısız cümle... Ünlü sözü, “Tehlikeli düşünce diye birşey yoktur, düşünmenin kendisi bizatihi tehlikelidir.” de yine bu kitapta. Bununla tam olarak ne demek istediğini de gayet etkileyici bir biçimde anlatmış Arendt.

Bütün bunlarla birlikte kitapta beni en çok etkileyen yerlerden biri, Nazi döneminde az sayıdaki bir grup insanın rejime başkaldırıp isyan edememiş olsalar da, toplumun hiçbir kesimiyle işbirliği yapmamış ve kamusal yaşama katılmayı reddetmiş olmalarının esas nedeninin sorgulandığı kısımdı.

Nazi rejiminden önceki rejime ve ahlaki değerlere de aynı güçlü bağlarla bağlı sayısız insan -ve de entelektüel!- bir anda değişen yeni düzene ve yeni ahlaki normlara tereddütsüz bir şekilde uyum sağlamış, eskiden nasıllarsa yine öyle bir kendinden eminlikle şüpheye yer bırakmayan bir dünya görüşü oluşturmuşlardı. Bu insanlar, rejim kendilerinden ne istediyse hepsini yerine getirmekte bir yanlışlık görmemişlerdi. İşin garibi, bu insanlar birer cani, kötücül ruhlu ya da insanlıktan nasipsiz kimseler de değillerdi. Sadece güçlü bir bağlılıkla düzene ve yeni düzenin kodlarına inanıyor, herkesçe doğru kabul edilene itaat etmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Karşı çıkmaksa gerçekten de çok zordu. Arendt bu noktada da çok ilginç bir tespitle şöyle der:

Dünyaya karşı sorumluluğumuzu –ki bu esasen politik bir sorumluluktur- yerine getirmemizi olanaksız kılan olağanüstü durumlar vardır, çünkü politik sorumluluk en azından bir ölçüde politik güce dayanmalıdır. Benim görüşüme göre, güçsüzlük veya mutlak iktidarsızlık geçerli bir mazerettir.” (sf.45).

Fakat, işbirliği yapmak ve sorgusuzca itaat etmek öyle değildir. İtaat, rızadan farklı olarak çocukla ebeveyn ilişkisi gibidir. İtaat ettiğimizde, itaat ettiğimiz emrin ya da düşüncenin doğruluğunu ya da yanlışlığını bilemeyeceğimizi kabul eder, istemesek de boyun eğmemizin en doğru yol olduğunu düşünürüz. Yetişkin insanların birbirleriyle, hukukla ya da politik sistemle ilişkisi ise itaate değil rızaya dayanır. Doğru olmadığını düşündüğümüz bir yasa maddesine ya da emre uymamız zorunlu olsa bile rıza göstermek zorunda değilizdir çünkü onu değiştirme gücünü ve yetkisini kendimizde görmekteyizdir. Aksini savunmak için demokrasi dışı bir yerden düşünmek ve insanların kendi kendilerini yönetme taleplerini ayrı bir yönetici zümreye devretmek gerekir. Arendt’in örneğiyle, bir çocuk yuvasında itaat etmeyen çocuklar çaresiz durumda kalacaklardır. Oysa yöneten yönetilen ilişkisinde bunun tam tersi geçerlidir.

Dolayısıyla, Nazi rejiminde itaat edenler ile karşı çıkmak için gerekli politik güce sahip olmadığı için itaat etmek yerine işbirliğini ve kamusal yaşama katılmayı reddeden insanların bunu neden yaptıklarını anlamak oldukça önemlidir. Bu kişiler kimlerdi peki?

Düzene katılmayanlar ve dolayısıyla çoğunluk tarafından sorumsuz addedilenler kendi başlarına karara varma cüretini gösteren kişilerdi ve bunu daha iyi bir değerler sistemine sahip olmalarına ya da doğrunun ve yanlışın önceki ölçütlerinin zihinlerinde ve vicdanlarında çok güçlü bir yer edinmelerine borçlu değillerdi. Bilakis tanıklık ettiğimiz her şey, Nazi döneminin ilk yıllarındaki entelektüel ve ahlaki yozlaşmadan etkilenmemiş kesimin, yani saygın zümrenin herkesten önce teslim olduğunu göstermektedir. Onlar, bir değerler sistemini bir diğeriyle değiştirmekte hiç zorlanmamışlardır. Dolayısıyla, rejime iştirak etmeyenlerin, değerlerin bu değişimi içinde vicdanları istemsiz çalışmayan, yani otomatikleşmeyen kişiler olduklarını öne sürüyorum. Diğer bir deyişle, onlar tikel bir vakaya, ortaya çıkarken uygulanacak, dolayısıyla da yeni bir deneyime ya da duruma peşinen hükmedilmesini, öğrenilmiş ve sahiplenilmiş bilgilere göre muamele edilmesini sağlayacak doğal ya da öğrenilmiş ilkeler ve kurallar bütününün var olduğu kabülüyle davranmamışlardı.” (sf.44-45).

Bu tür bir karara varmalarının önkoşulu ne iyi gelişmiş bir zeka ne de üstün bir ahlak anlayışıdır: “daha ziyade, insanın kendisiyle samimiyet içinde yaşamaya, kendisiyle ilişki kurmaya, yani kendisiyle sessiz bir diyalog içine girmeye yatkındılar; diğer bir deyişle, Sokrates ve Platon’dan beri düşünme olarak adlandırdığımız şeydir. Felsefi düşüncenin temelinde yatmasına rağmen, bu tür bir düşünme tarzı ne teknik bir iştir ne de teorik problemlerle ilgilenir. Kendi başlarına düşünmek ve dolayısıyla karara varmak isteyenleri diğerlerinden ayıran çizgi, tüm sosyal ve kültürel farklılıkları boydan boya kateder.” (sf.44).

Bunu dedikten sonra şu muazzam yargıya varır:

Bu açıdan, Hitler rejimi sırasında, saygın toplumun topyekün bir ahlaki çöküntüye uğraması, değerleri el üstünde tutanlara ve hem ahlaki normlara hem de standartlara sıkı sıkıya bağlı olan insanlara bu gibi koşullar altında güvenilmeyeceğini bize öğretir.” (sf.44).

Kısacası bu insanlar, ne itaat etmişler ne de rıza göstermişlerdi ama bunun nedeni bu kişilerin diğerlerinden daha yüksek bir ahlaka sahip oluşları ya da düşünsel olarak daha gelişmiş insanlar olmaları değildi. Oldukça sıradandılar yani. Dışarıdan bakıldığında sorgusuzca itaat edenlerden çok bir farkları varmış gibi gözükmüyordu. Ama çok önemli bir meziyete sahiptiler. Ahlakları dışarıda bir yerlerde, yazılı metinlerde ya da kanaat önderlerinin düşüncelerinde değil kendi içlerindeydi. Ve kriterleri farklıydı. “Kendilerine bazı cürümleri işlemeleri halinde iç huzurlarını koruyup koruyamayacaklarını sormuşlar ve hiçbir şey yapmamanın daha yerinde olduğuna karar vermişlerdi, sayelerinde dünyanın daha iyi bir yer olacağını düşündükleri için değil, kendileriyle barışık yaşamayı sürdürmeleri bu şarta bağlı olduğu için böyle davranmışlardı.” (sf.44).

Kitabın sonunda en fazla bende kalan şeyler neydi derseniz? Şöyle özetleyeyim:

Ahlak, sanılanın aksine kişinin başkalarıyla değil kendi kendisiyle olan ilişkisine dayanır. Vicdan istemsiz ve kendiliğinden devreye giren otomatik bir uyarıcı değildir. Ahlak, ancak insanın kendisiyle samimi bir ilişkiyi kurabilmesi ve çelişkilere itaat etmeyerek en değerli yetisi olan düşünmeyi sürdürebilmesiyle mümkündür. Ahlak dediğimiz şey, basit bir bilinenleri uygulama işi olmayıp, düşünmenin başka türlü bir görünümüdür ve her düşünce kendi ahlakını yaratır. Onun ahlak yasalarına ya da politik düzenin doğrularına itaatle de hiç ilgisi yoktur. Ahlakı, normlar ve kabul edilen, sıkı sıkıya sarılıp korumak için savaş verilen değerler olmaktan çıkarmadıkça her yeni düzenin kendi ahlaksızlarını yaratması kaçınılmazdır. Ahlak, hiçbir dönemde ve düzende yok olmaz sadece insanların kendileriyle kurdukları ilişki kesintiye uğrar, şekil değiştirir ve kamusal yaşam bütün içsel varlığımızı teslim alıp eline geçirir. Kısacası, her şeyi normalleştiren insanların tam zıttına bir şekilde ahlak hiçbir zaman normal birşey değildir çünkü o, bir kelimeyle, düşünebilmektir. Düşünebilmek içinse sadece insan olmak yetmez, insanlığını her koşulda korumayabilmeyi bilmek gerekir. Vicdan bunun bilgisine sahiptir. Akılsa bizi buraya götürebilir. Dönemler ve düzenler hep değişmiş her zaman da değişmeye devam edecektir ve buna karşı değişmeyen öz, ahlak ya da ahlak yasaları değil ahlaklı olmanın işleyiş biçimidir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.

8 Ocak 2019 Salı

Kendi gerçeğinin peşine düşmek

"Bir gerçeğe bel bağladım erenler 
Aldı benliğimi bitirdi beni 
Damla idim bir ırmağa karıştım 
Denizden denize götürdü beni."
- Âşık Daimî

Gerçek kelimesi, TDK'da yalan olmayan, doğru olan şey, hakikat olarak tanımlanıyor. Gerek sözlü gerek yazılı olarak bir gerçekten bahsettiğimizde yalandan uzak bir yerde olduğumuzu beyan etmiş oluruz. Gerçek, doğru olandır çünkü. Doğru ve düzgün olmak, olmaya çalışmak, insanın 'gerçek'ten yaşamasını sağlar, gerçek bir insan olunur bu oluş hâlinde. Her oluş için de bir yola ihtiyaç vardır. Her yol, insana varlığını hissettiren, varoluşunu yeniden keşfetmesini sağlayan bir süreçtir diyebiliriz.

Yola, tasavvufî manada tarikat denir. Yolcu çıkar yola. Bazen aşkla, bazen kederle. Bakar ki o yol tek başına yürünebilecek bir yol değil. Bu yüzden "önce yoldaş sonra yol" dendiğini anlar. Önce yoldaşı bulmak lâzımdır ki gerçek manada yola çıkılsın, yolda olunsun. Bunun için yolcu, gerçekten 'yolun yolcusu' olmak istediğini beyan eder. Kime? Yolun büyüğüne, mürşide. Mürşid onu kabul ederse artık yolcu mürit olur, yola girenlerden olur. Şah Hatayî "Ârif isen bir gün seni seslerler / bülbül deyü gülistanda beslerler" diyor gerçekten yola girenlere. Girmiş gibi yapanlara, daha yola çıkmadan bulduğunu zannedenlere de "Bir gün seni rehberinden isterler / kimin izni ile girdin yola sen" ikazını yapıyor. Çünkü rehberin yoksa yolun yol değildir, bir oyalanmadır o. Evet yine 'ol'ursun, ama şeytanın maskarası olursun...

Sadık Yalsızuçanlar, tüm kitaplarında 'bir gerçeği' işaret eden yazarlarımızdan biri, nadirattan. Gerçeğin hikâyelerini, gerçeğin rehberlerini, gerçeğin taliplerini yazıyor, anlatıyor. Cam ve Elmas, yine bir gerçeğe ulaşma hikâyesi, bir rehberle bir talibin buluşma serüveni. Hemen başında bir rüyaya tanık oluyoruz. Tasavvuf okullarında, yani tarikatlarda rüya son derece önemli. Rüya vesilesiyle bir kapıya varmak için yola koyulan, bir rüyadaki işaretle bir insanın peşine düşen çok kimseler vardır herkesin malumu. Yalsızuçanlar da kısa bir rüya anlatımıyla bunu hatırlatıyor önce. Sonra da 'dünya'ya dönüyor. Bir kameramanın, belgesel çekmek maksadıyla ekiple birlikte Kars'a doğru yola çıkışına. Böylece roman iki türlü yola çıkış hikâyesi anlatarak başlıyor. Dünya ve ukba arasındaki insanı tarif eder gibi. Havf ve reca arasındaki kulu tarif eder gibi. Yalnızca ariflere tarif gerekmez, ama düşe kalka yürüyenlerin hem tarife hem de bir arife ihtiyaçları vardır der gibi. Tariflerin en hakikatlisini arifler yaparlar keza. Zaten rüyadan sonraki fasılda şöyle diyor yola koyulan kameraman: "Benim öyküm böyle başlamadı. Beni dünyaya temiz getirmiştin, onu koruyamadım, Sana kirlenmiş halde dönüyorum."

Dönüş kimedir? O'nadır. O'nun sevdiklerine doğru yola koyulmak da O'nunla buluşmaya vesiledir, aracıdır. Her şey, başka bir şeyin hatırlatıcısıdır. İnsan eğer yüreğiyle o hatırlatmayı yakalayabilirse buluşma için en büyük adım da atılmış olur. Başlangıç adımı, bebeklerin için deniyor ya hani, ilk adım diye, tam da öyle. Bebek demişken, merhum gönül erlerinden Lütfi Filiz bir şiirinde "Yalnız gidenin hâli harap, ömrü hederdir / yol göstereni olmayanın zevki kederdir" der. Bu dizeleri 20. asrın büyük mürşidlerinden Muzaffer Ozak'ın sözlerine tutunarak açalım: "İki türlü baba vardır. Biri, insanın dünyâya gelmesine sebeb olan, diğeri de insanı kemâle eriştiren yani ma'nen 'urûc ettiren babadır. Birincisine sulb babası ya da döl babası, ikincisine ise yol babası denir."

Romanın kahramanı, yani kameraman, yalnız Kars'ın değil Anadolu'nun manevi büyüklerinden Ebu'l Hasan Harakânî'nin dergâhına vardığında yaşadığı çeşitli manevi hâller ve manevi değişiklikler neticesinde kendi hikâyesiyle yeniden yüzleşir. Buralara gelmesinin sebebi yalnız bir belgesel çekimi değil, bambaşka bir şey olmalıdır. İşte bununla yüzleşir. Yani vaziyeti anlamlandırır. Hüznü azık edinir: "Gönlünüz hüzünlenince bunu ganimet bilin, insanlar sıkıntının bereketiyle bir yere varırlar. Azığın hüzün olsun diyorsun hep. Ne zaman senden bir öğüt istesem böyle söylüyorsun."

Dergâhın şeyhiyle her karşılaşmasında tarifi mümkün olmayan şeyler hisseder. Bunların hiçbirini çevresindekilere ifşa etmez. Zaman zaman dalgınlaşır, uykuları ağırlaşır, işini savsaklamak belki denmez ama o kameranın ardında olmasının, hele ki Kars'ta olmasının sebebi onu düşüncelerden düşüncelere sevk eder. Madde ile mana arasındaki savaşta o da rolünü üstlenir. "Nerede niyaz varsa amaç O'dur, nerde kavga varsa amaç insanlardır." sözü gibi nice Harakânî sözü, ona rehber olur. Elbette her yolcu gibi işin içinden çıkamadığı zamanlarla karşılaşır. "Bana hazineleri açman için ne yapabilirim?" diye sorarken cevabı öğütlerden çıkarır: "Gönül denizdir, dil kıyı; deniz dalgalanınca içindekileri sahile atar."

Bâyezid-i Bistâmî, Dehistan'da şehitlerin mezarlarının bulunduğu tepeyi yılda bir kez ziyaret edermiş. Harakan'dan geçerken dururmuş, havayı koklayıp soluklanırmış. Dervişleri (yoldaşları) "Efendim, neden burada durup böyle yapıyorsunuz?" diye merak edince "Ben bu vurguncuların kasabasından bir erin kokusunu alıyorum. Adı Ali, künyesi Ebu Hasan'dır, benden üç basamak yukarıdadır. Aile yükü çekiyor, çiftçilik yapıyor ve ağaç dikiyor" der. Haber verir yani, Kars'tan Anadolu'ya, oradan cihana yayılacak o ulu eri. Çünkü aşk bir kaba sığmaz. O ağaç gibidir, kökü topraktadır. O kök o kadar sağlamdır ki tüm cihanı kaplar, kapsar, kavrar. Bundan sebep "Sevgiyi ağaçtan öğrenerek dönüyorum" der hikâyenin kahramanı. Camı ve elması anlar artık, bilir, görür. Kendi hikâyesinin nerede ve kimle başladığını öğrenir.

Bundan sonra ne mi olur? Bir büyüğüm, "Bırak kalbin uçsun, nasılsa konacağı yeri buldu" demişti. Herhalde yolcunun kalbi de bunu yaşar. Uçar ve konar... Gerçekle başlamıştık gerçekle bitirelim. İnsanın yolculuğunun gerçek bir yolculuk olması için, Harakan dergahının şeyhi ne buyuruyorsa onu küpe etmeliyiz kulağımıza: "Nefsin ölmedikçe asla hayat giysisi giyemezsin. Bir gezgine hangi seyahatinin çetin olduğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: Nefsimden sefer edişim."

Bazen insan cam gördüğünü zanneder de gördüğü elmastır, dokunduğu ve duyduğu elmastır. Bu ayrımı yapabilmek, yani sahiden görebilmek için bazen bir roman bile kılavuz olabilir. Yola çıkarmak ve o yolu gerçek kılabilmek için. Cam ve Elmas böyle bir roman...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Ocak 2019 Cuma

Pürüzsüzlük çağımızın alametidir

Byung-Chul Han’ın kitapları dilimize bir bir çevrilmeye devam ediyor. Bunlardan en sonuncusu İnsan Sanat Yayınları’ndan neşredilen Güzeli Kurtarmak. Çoğu Han kitabı gibi ince, fakat yoğun bir kitap olan Güzeli Kurtarmak, 87 sayfadan ve 14 bölümden oluşuyor.

Güzel veya estetik kavramı üzerine kafa yoran birçok filozof veya yazar var olageldi dünya üzerinde. Antik çağlardan modern çağlara kadar, düşünceler değişse de ya da ifade ediliş şekilleri değişse de bu kavramlar genel bir çerçeve içine sokulabilir. Kore asıllı Alman filozof Han da bu kavrama geçmiş düşüncelerin ışığında yeni bir bakış açısı getirmek için, bu konudaki denemelerini Güzeli Kurtarmak’ta toplayarak, bu alana bir katkı sunuyor.

Pürüzsüzlük çağımızın alametidir diyerek ilk denemesine başlıyor Han. Daha önceki kitaplarında incelediği konuları bu kez estetik ve sanat başlığı altında, bu kavramlarla ve bu alandan örnekler vererek değerlendiriyor. Modern dünyanın geldiği/getirildiği noktada, mükemmel olma zorunluluğunun tahakküm kurduğu toplumlarda ‘güzellik’ olgusunu, ilk denemesinde pürüzsüzlük üzerinden ele alıyor. Televizyon reklamlarından sınav sistemlerine kadar dayatılan, her yerde pürüzsüzlüğe/mükemmelliğe ulaşmaya çalıştığımız bu zamanda Han’ın sözleri bize destek olmanın da ötesinde bir bakış açısı sunuyor. Pürüzsüzlüğü pozitif toplumun buyruğu olarak yorumluyor Han. Bunu daha önceki kitaplarında da hem pozitiflik hem de olumluluk adı altında incelemişti. Bu sefer yaptığı ise, bu kavramları ‘güzel’ başlığına taşımak olmuş. Yazar, pürüzsüzlüğü bir nevi hareketsizlik kavramıyla bağdaştırıyor. Olumlu veya olumsuz, iyi veya kötü hiçbir yaşam belirtisi göstermeme hâli, yani tepkisizlik durumu. Bunu da Jeff Koons ve Andy Warhol’un eserleri üzerinden inceliyor. Han’a göre, iki sanatçı da sanat perspektifinden baktığımızda son derece önemli kişiler. Fakat Koons’un eserlerinde bir pürüzsüzlük görüyor yazar. Uysallık ve dirençsizlik kelimeleriyle tanımlıyor bu pürüzsüzlük halini. Bu durumu bağladığı yer ise Roland Barthes’ten mülhem, görme ve dokunma arasındaki karşıtlık. Han, görme haliyle pürüzlü olma halini eş değer sayarken dokunma işin içine girdiğinde bir pürüzsüzlük, negatifliğin ortadan kaldırılma çabası, sekülerleşme gibi kavramların tahakkümüne girildiğini belirtiyor.

İlk deneme ‘Pürüzsüz’ kitabın en uzun denemesi. Bu yüzden daha çok örnekle konuyu genişletmiş yazar. Verdiği örnekler de somut, düşüncede rahatça yer bulacak şeyler. Anlattıklarını birkaç cümleyle özetlediği ara duraklarla da yazıyı daha okunaklı hale getiriyor:

Günümüzde sadece güzel değil, çirkin de pürüzsüz hâle geldi. Çirkin de şeytani, tekinsiz veya dehşetli olanın negatifliğini kaybetti ve tüketim-eğlence kalıpları için pürüzsüzleştirildi. Her şeyi dondurabilen korkutucu ve dehşet verici Medusa bakışından tamamiyle yoksundur.

‘Pürüzsüz Beden’de fotoğraf, daha doğrusu yüz fotoğrafı üzerinden insanların ‘boşluk’ta, manasız bir hayat içinde sürüklendiklerini ele alan yazar, yüz fotoğraflarını selfie’yle bağdaştırıyor ve ‘Selfie bağımlılığı Ben’in iç boşluğuna işaret eder’ diyor. Burada Han’ın değindiği ilginç nokta, selfie’yi narsisizmin sonucu değil, iç boşluğun ürettiği bir şey olarak görmesidir. Fotoğraf sanatı üzerinden ‘güzel’e değinmeye çalışan Han, paragraflar arasında bazen bağlantı kurmakta zorlansa da konuyu toparlamayı başarmış.

Yüce ve güzel kavramları üzerinden Platon ve Edmund Burke’nin bu kavramlar için yaptıkları tanımlara değinen Han, aslında bu iki kavramın ayrılmaması gerektiğini, güzeli yüceliğe irca ettirmemiz gerektiğini belirtir. Platon’da bu kavramlar ayrılmamıştır fakat Burke’de ‘yüce’ saf dışı bırakılmıştır. Çünkü yüce pürüzlüdür, marazidir. Güzel ise pürüzsüzdür. Yüce negatiftir güzel ise pozitiftir. Bununla birlikte örtme kavramı üzerinden de bilgi ve enformasyon kavramlarına değinen Han, aslında aynı olan, daha doğrusu eş anlamlı kelimeler kabul edilen bu iki kavramla ilgili farklı bir bakış sunar. Han’a göre enformasyon örtük olamaz. Çünkü örtük olan, yazara göre güzeldir. Örtüsüz olan ise pornografiktir. Enformasyon, bilgiye göre her türlü metaforu, örtücü elbiseyi geri çevirir. Bilgi ise kendisini sırra geri çekebilir. Güzel, bilgi, görünmekten tereddüt eder. Han, bu durumu sanat eserlerinde Walter Benjamin’in fikirlerini baz alarak savunur:

Gerçek bir sanat eseri, kendisini kaçınılmaz şekilde bir sır olarak temsil etmesinden başka bir şey olarak hiçbir zaman kavranamaz. Son kertede, örtünün asli bir unsur olduğu bu nesne başka türlü tanımlanamaz.

Yaralanmaya görmenin hakikat anı denilebilir diyen Han, ‘Yaralanmanın Estetiği’ bölümünde bizi iki kavramla karşılıyor: studium ve punctum. Bu kavramları çok fazla kullanıyor yazar. Hem bu kitabında hem de diğer kitaplarında bu tür ikili kelimelerle bir zıtlık oluşturuyor ve anlatısını/fikirlerini seçtiği iki kavram üzerinden genişletiyor. Hakikat ve yaralanma arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, ‘aynı’nın olduğu yerde sanat olamayacağını, kazasız hiçbir şiir yazılamayacağını, ‘negatiflik’ olmadan düşünme dahi olamayacağını savunan yazar, bu konuda Roland Barthes’in fotoğraf teorisini baz alarak düşüncelerini ilerletiyor. Studium’u, ‘kaygısız arzuları amaçsız ilgilerin, tutarsız tatların’ alanı olarak gören yazar, punctum’u ise izleyiciyi yaralayıp sarsan bir unsur olarak tanımlıyor. Tıpkı diğer yazı ve kitaplarındaki gibi ‘olumluluk’, ‘pozitiflik’, ‘tekdüzelik’, kısacası ‘aynı’nın istikametinden, düşündüğü konuların izinden ilerliyor.

Yazar birçok denemede güzel kavramıyla başka bir kavramı yan yana getirerek metnini oluşturuyor. Bunlardan biri de politika. Kitabın ilgi çeken denemelerinden biri ‘Güzelin Politikası’. Adalet-etik-güzel üçgeninde ve Platon ve Aristoteles’in fikirleriyle genişleyen bu yazıda Han, günümüzün politik düzenini ‘güzel’le olan ilgisizliği düzeyinde inceliyor. Güzellik eyleminin her türlü kısıtlamadan azade olduğunu savunan yazar, buradan, günümüzün politikasının sistematik kısıtlamalara tâbi olduğu ve güzel olamayacağı sonucuna varıyor. Günümüzün politikasını özgür bir insan olarak değil bir köle olarak tanımlıyor:

Aristoteles’in edamonik (mutluluk) etiği, kendine özgü iyi-güzel anlamına gelen kalokagathia kavramını ortaya çıkarır. İyi, burada güzele tâbidir veya ikincilleştirilmiştir. İyi olan, güzelin ihtişamıyla tamamlanır. İdeal politika, güzelin politikasıdır.

Çağımızda güzelin politikası mümkün değildir çünkü günümüzün politiği tamamen sistematik kısıtlamalara tâbidir. Günümüzün politiği özgür bir alana bile sahip değildir. Güzelin politikası, özgürlüğün politikasıdır. Günümüzün politiğinin boyunduruğu altında çalışan alternatifsizlik, sahici bir politik eylemi imkânsız kılmaktadır. Politika eylememekte, fakat çalışmaktadır. Politika bir alternatif, gerçek bir seçim sunmalıdır. Yoksa bir diktatörlüğe dönüşerek çöker. Sistemin yardakçısı olarak politikacı, Aristotelesçi anlamıyla özgür bir insan değildir, daha ziyade bir köledir.

Kitapta tekrarlar oldukça mevcut, Han’ın bütün kitaplarında olduğu gibi. Yazar birkaç denemeyle anlatacağı şeyleri 14 denemeye çıkartmış. Bölüm başlarında incelediği, Kant’ın, Hegel’in veya başka filozofların estetik ve güzel hakkındaki fikirleri farklı fikirler; fakat sonunda kendi düşünceleriyle vardığı nokta aynı. Denemelerin sonunda sık sık aynı anlamlara gelen, aforizma tarzı cümleler okuyoruz. Örneğin “Tüketim ve güzellik birbirini dışlar. Güzel kendisini reklam etmez” veya “Sanatın özgürlüğü, sermayenin özgürlüğüne boyun eğmektedir” gibi. Evet, kendi kendiyle çelişmez Han, tespitleri muazzamdır, yerindedir fakat bir çözüm yolu da sunmaz okura. Şahsen çözüm yolu için okumuyorum Han’ı; ancak bunun için okuyacaklar için doğru adres olduğunu düşünmüyorum.

Hakikat Olarak Güzel” kitabın en ağır denemesi belki de. Çünkü Hegel’in estetik anlayışından yola çıkarak ‘güzel’i inceleyen Han, burada felsefenin dilsel anlamda sınırlarını zorlamış. Aslında bu kitap, Türkçeye çevrilmiş bütün Han kitapları içinde (Şiddetin Topolojisi hariç, onu okumadım) en ağır dille yazılmış olanı. Felsefi terimler, konuların buralardan çıkış yolu alması ve dilin o noktaya evrilmesi okuru oldukça zorluyor.

Yazar, kitabın ismindeki gibi aslında güzeli kurtarmaya çabalıyor metinlerinde. Güzelin; tüketim toplumunun, kapitalist toplumun nesnesi haline geldiğini ve buradan çıkması gerektiğini birçok filozofu karşısına alarak veya kendine destekçi yaparak anlatmaya çabalıyor. Fakat hissi olarak fark ediliyor ki bir karamsarlığı da mevcut. Yine de böyle bir kitabı yazmak bile yazar için atılmış olumlu bir adım bence:

Radikal olumsallığın karşısında, bağlayıcı olana özlem duymak gündelik olanın ötesine uyanmaktır. Bugün güzelin pürüzsüzleşerek beğeni, like objelerine, keyfî ve rahatlatıcı şeylere dönüşmesi sonucunda güzelin krizi ile karşı karşıyayız. Güzeli kurtarmak bağlayıcı olanı kurtarmaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur

“Yeryüzünde sayısız kapı dururken araladığınız kapının Düş Yiyiciler Sirki’ne açılmasından daha talihsiz bir hikâye yoktur.”
- Memed Osman, Düş Yiyiciler Sirki

Kitap yukarıdaki alıntıyla başlıyor. Yapılan ironi okuyucuyu içine çeken bir anafora dönüşüyor adeta. Sonra direkt meseleye giriyor yazar. Kaçışı, göçüşü yok. Bu kapıdan girdiyseniz, çarkların arasındaki yerinizi, yani ezilmeyi göze almalısınız demeye getiriyor. Yaşamak öyle değil midir zaten.

Ve Yayınevi’nin en başta söylenmesi gereken ilginç bir özelliği var. Yayınladığı eserleri numaralandırarak ‘ilgilisine’ koleksiyonluk bir ‘eser’ sunuyor. Yayınevinin yayın listesini genel olarak şiir kitabı oluşturuyorsa da araya roman serpiştirmeyi ihmal etmiyor. O romanlardan biri de Düş Yiyiciler Sirki. Memed Osman (asıl adı bu değil ama buna yakın) imzasını taşıyan eser seksen sayfadan oluşuyor. Öyle seksen sayfa olduğuna bakmayın. Düş Yiyiciler Sirki son derece yoğun bir metin. Duygu yoğun, dil yoğun, tepki yoğun, düş yoğun… Ne derseniz artık. Ya da ne dilerseniz…

Düş Yiyiciler Sirki benim gibi karamsar mizaçlı ve depresif ruhlu okurlar için birebir. Bizler, “Beni bu güzel havalar mahvetti,” mısrasının içinde biteviye yankılandığı kişileriz. Herkesin Güzel Havalar’ı başkadır sanıyorum. Örneğin benim için güzel hava güneşsiz havadır. Soğuk, rüzgârlı, yağışlı havaları güvenli belleyenlerdenim. Düş Yiyiciler Sirki beni böylesi bir diyarda dolaştırdı. Kasvetli bir dünya… Tıpkı gerçeği gibi. Güneşli havaları gerçekçi bulmam. Kitabı okurken çok keyif aldığımı söylemeliyim.

Hikâyenin başkahramanı Na!, hayatını kabuslarının işgâlinden kurtarmak için hunharca çare arayanlardan. Kendisi ilaç mümessilliğinden emekli. Hangi ilaç neye iyi gelir, biraz biliyor. ‘Kötü’ yaşıyor. Rehabilitasyona ihtiyacı var. Çocukluğuna iniyor. İçinden çıkmak ne mümkün! Geçmişiyle hesaplaşıyor; borçlu çıkıyor. Alternatif iyileşme yöntemleri deniyor. Çaydanlığa bitki atıp ocağa koyuyor. Hayatı su kaynatıyor. Nafile çabalar. Durmadan aynı kabusu görüyor ve uyanıyor. Kabusu gün gibi hatırlıyor. Hatırlamasa da önemli değil. İçine uyandığı hayat zaten kabusun devamı niteliğinde. Na!, kalabalıktan kaçan yalnız bir adam. Ayrıca o sık sık ölümle burun buruna gelen bir panik ataklı. Bilen bilir.

Düş Yiyiciler Sirki’nin masalsı bir üslubunun olduğunu görüyoruz. Yazar, ‘ben’ ve ‘o’ anlatıcı tekniğini dönüşümlü olarak kullanıyor. Na!’nın ‘kuralları’ ve “yaşamak intikam almaktır” söylemi eserdeki leitmotive örneği diyebiliriz. Romandaki bol imgelemli dil metne melankolik bir şiirsellik katıyor. Öte yandan mitik ve fantastik ögeler havada uçuşuyor. Gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışı birbirine giriyor. Toplumsal gerçeklik absürdizmle yoğrularak işi çığırından çıkarıyor. Sonra aniden sıradışı akış gündelik hayatın basit bir görünümüyle duraklıyor. Her şey normale dönüyor sanıyorsunuz ama boşa heveslenmeyin. Dil açısından muhayyileyi zorlayacak dercede zengin bir metinle karşı karşıya kalıyor okuyucu. Yazar yazmaktan ziyade kelimelerle bir görsel oluşturuyor. Okuyucu izlemekle yetiniyor. Tıpkı bir sirk izleyicisi gibi.

Memed Osman, hayatın, düş yenilerek tüketilen bir yer olduğuna dikkat çekiyor. İnsanlar birbirinin düşlerini yiyerek duyarsızlaşmaktadır. Dolayısıyla ortaya tekdüze, programlanmış, duygusuz bir yaşam biçimi çıkmaktadır. Bu yönüyle eser modern dönem eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Geçmişe yapılan atıfta, uygarlar tarafından ilkel diye tabir edilen anlayışın manipüle edilişi gösterilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, ilkel ile gerçek arasındaki uyum, modern ile gerçek arasındaki uyumdan çok daha ileridedir. Yazar, insanların gösteri izlerken kendinden geçtiği sirkin bir eğlence yeri olup olmadığını soruyor. Hayatı sirk analojisiyle açımlayan alt metinde ise insanın sığlığının iktidarı sorgulanıyor. Düş Yiyiciler Sirki psikolojik yönü ağır bir metin. Na!, günümüz insanının gerçeklerden soyutlanarak gizlenen aciz tarafı olarak değerlendirilebilir. Ya da soft bir sistem eleştirisi.

Düş Yiyiciler Sirki, gerçek ile düşün (gerçeküstü ve/veya gerçek dışının) diyalektik çözümlemesini içeren bir roman. Fantastik bir modern zamanlar sorgulaması da diyebiliriz. Az da olsa Michael Ende’nin (1929-1995) Momo’sunu hatırlattı bana. Sanırım bu kadar kasvet yeter. Hayat her ne kadar ‘düşlerin yenilerek tüketildiği bir sirk’ olsa da romanın son cümlesi insanın var olduğu yerde ümidin tükenmeyeceğini vurguluyor: “Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur.

Düşmesini bilene…

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Bir yolculuktur aşk ve bir yolcudur insan

Dün gece 11 saat 347 sayfalık, Antep'ten Samsun'a doğru, binlerce yıl öncesinden günümüze uzanan şiir gibi bir yolculuk yaptım. Sayfaların arasında kâh bir şiir kâh bir masal kâh bir efsane selamladı beni. Binlerce yıldır şiirlere, masallara, destanlara konu olan aşk bu defa bütün çıplaklığıyla bir romanın kahramanı olarak çıktı karşıma. Evet, romanın asıl kahramanı aşk. Bu açıdan Şeyh Galip'in Hüsn-ü Aşk'ını akla getiriyor.

İlk olarak diliyle dikkat çekiyor roman. Kahramanların şair olması ve şiirin roman kurgusu içinde önemli bir yere sahip olması nedeniyle âdeta uzun bir gazel şerhi gibi okunabiliyor roman. Geleneksel Doğu anlatıları olan masal halk hikayeleri ve mesnevilerle modern anlatı türü olan romanın hoş bir birleşimi izlenimi veriyor kitap. Teknik unsurlar itibariyle roman görüntüsünde olsa da anlatıcının bakış açısı ve zihniyet itibariyle bir halk hikayesi özelliği taşıyor roman.

Olayın yaşandığı mekanlara dair kullanılan isimler masalsı bir gerçeklikle verilmiş. Okuyucu tıpkı masallarda olduğu gibi zihninde kendi mekanını oluşturabiliyor. Bununla birlikte metin içinde mekan geçişleri oldukça başarılı bir biçimde işlenmiş. Olay örgüsü içinde kahramanların mekan değişiklikleri ve mekanların tasviri gerçekçi ve güçlü.

Olayın yaşandığı zamanla ilgili olarak da benzer bir durum söz konusu. Olayın yaşandığı geniş zamanı net bir biçimde ortaya koyamıyoruz. Yalnızca metin içindeki İslâmî unsurlardan hareketle bir zaman fikri oluşturulsa da olay örgüsü içinde verilen 'şehri şairlerin yönetmesi' gibi ayrıntılar zamanı gerçekliğin bir parça dışına itiyor. Ancak yine mekan için söylediğimiz gibi dış zaman ne kadar belirsiz ise olay örgüsü içindeki zaman akışı o kadar belirgin ve gerçekçi.

Kahramanların ele alınışları da iki türün ve aslında iki zihniyetin birleşimi gibi duruyor. Abadan ve Siyendi başta olmak üzere Sabar, Bilgin Bayar, Mingan Hatun gibi kişiler birer tip olarak masal kahramanı gibi görünürken Çağruk, Bahadır, Begüm gibi kişiler birer karakter olarak roman kişisi özelliği gösteriyor.

Olayların birbirine bağlanışı akılcı olmaktan ziyade sırlı bir özellik gösteriyor. Kahramanların olay örgüsü içindeki davranışlarını akıl ve mantıktan ziyade aşk ve manevî bağlılıkla izah etmek daha doğru oluyor. Romanın asıl kahramanı ise aşk demiştik. Aşk, insana ve kadere karşı bir mücadele sürdürüyor roman boyunca ve geçtiği her durakta galibiyetini pekiştiriyor. Önce Sabar ve Başak, ardından Mingan Hatun ve Şair Eytemiş ve son olarak yaşlı Mengi ve oğlu kavuşuyor. Ayrıca Garuça ve Elgay'da aşk ve bilgelik, zorbalık karşısında galip geliyor.

Yazar bildiğimiz halk hikayeciliğini de ters yüz etmiş. Bir anlamda erkek egemen bir görüntüye sahip olan aşk anlatıcılığına Siyendi'nin dirayetli aşkıyla itiraz ediyor. Aşk'ta kadını bir obje olmanın ötesine taşıyor. Kadına şiir olmakla yetinmeyip şair olmayı sakık veriyor böylece.

Romanda aşk, ilahî, beşeri, toplumsal vb. farklı yönleriyle ele alınmış. Esasen evrenin yaratılış sırrı, kaderin cilvesi, insanın kayıp mirası olarak işlenmiş. Bir romancının yaşadığı coğrafyaya ne denli tanık olabileceğinin güzel bir örneği.

Çoğu kez bir roman okuduğunuz hissinden uzaklaşıp kendinizi bir 'masalcı ana' karşısında buluyorsunuz. Bu nedenle olay akışı içerisinde metnin sonunu hesaplamak yerine hayalden hayale uzanıyorsunuz.

Romanın içinde Hafız ve Bakî gibi kudretli divan şairlerinin yani sıra Erol Karahan'a ait iki de gazel bulunuyor. Gazeller hem birer şiir olarak hem de kurgu içine yerleştirilişbiçimleri itibariyleoldukça başarılı.

Bir yolculuktur hayat, bir yolculuktur aşk, bir yolcudur insan ve yolun aşk olduğunu anlayan aşk hırkasını tereddüt etmeden giyer, sonrası aşk olur zaten. Otobüs terminale yaklaştı. Romanı bitirme ve kendi aşkımıza kandığımız yerden devam etme vakti. Hepimize hayırlı yolculuklar...

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

28 Aralık 2018 Cuma

Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanlara

Kadınların tamamını kendine ayıran, büyüyen oğlunu ihraç eden babayı toplanıp öldüren oğlanlar cesedi yemiş. Bu metaforik tüketme ile gücünü ve kimliğini de edinmiş. Ölümünden sonra özlem, sevgi, pişmanlık zamana yayıldıkça aşırı övgülere dönüşmüş. Kör ölmüş şehla olmuş. Tanrı doğmuş. “Temelde,” diye bağlar Sigmund Freud, “Tanrı yüceltilmiş bir babadan başka bir şey değildir.

Tanrı’nın psikolojik ihtiyacı karşılamak için insan tarafından yaratılması durumu yine aynı ihtiyacı temel alan ters bir okumada; bunun, psikolojik ihtiyacı insan fıtratı ile beraber yaratan tarafından içimize üflenene karşılık geldiğini de ispatlar pek tabi.

Ama derdimiz Freud’u çürütmek değil ondan faydalanmak olmalı! Ve inancın kökenine ilişkin ilk kapsamlı bilgiyi ortaya koyan Sigmund Freud’un 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu adlı bu eserini de daha çok antropolojik bir inceleme olarak değerlendirmeliyiz.

Zira, “kitle” okuması yapıp, ışığından aydınlanabileceğimiz satırları almadan, “sapık” ya da “dinsiz” gibi bir yargı ile ötelenemeyecek kadar kıymetlidir Freud.

Ayrıca kitabı antropoloji tarihi içinde değerlendirirken, kültürel antropoloji kıyaslamasına girmek, 1913’te yazılmış bir kitap için kronolojik bir cehalet olur. Kendisine kadar olan saha çalışmaları ile değerlendirilmeli ki kendisine kadar olan antropologların görüşlerini karşı argümanları ile beraber kendi fikrini dikte etmeden bilimsel bir tavır ile kullanmıştır. Morgan, Westermarek, Spencer, Darwin, bunlardan bazılarıdır.

"Totemizmin teorik açıklanışı konusunda fikir ayrılıkları bulunduğu gibi, bunu meydana getiren olayları (…) genel hükümler halinde ifade etmenin asla mümkün olmadığı da söylenebilir. Hiç bir yorum yoktur ki, bir takım istisnalara ve itirazlara yol açmasın. Ama şunu unutmamak gerekir ki, en ilkel ve en tutucu kavimler bile, belli bir anlamda, eski ve arkalarında uzun bir geçmiş bulunan kavimlerdir ve bu uzun geçmiş esnasında, onlarda ilkel olan şey büyük ölçüde gelişmeye ve bozulmaya uğramıştır. Nitekim bugün bile kendilerinde totemizme rastladığımız kavimlerde, bu totemizm son derece çeşitli bir dağılış, parçalanış ve başka sosyal ve dinsel kurumlara geçiş halinde bulunur ya da durağan şekiller altında bulunsa bile, ilkel halinden büyük ölçüde ayrılmış durumdadır. Bu nedenle, şimdiki durum içinde neyin canlı bir geçmişin sadık bir imajını temsil edip, neyin bu geçmişin ikincil bir deformasyonundan ibaret olduğunu söylemek kolay bir iş değildir." diyebilmek için zihin platolarında ferahlık şarttır…

Pek tabii totem, tabu, ensest, egzogami, büyü, sihir gibi konuları barındıran eser bir psikanaliste ait değilmiş gibi geliyor. Fakat burada "büyü/sihir/cin gibi kavramların ya da bir topluluktaki ‘krala dokunmama tabusu’ gibi tabu davranışların, aslen zihinde kurulan ilişkilere gerçek muamelesi etmekten ileri geldiğini; hayal edilen ilişkilenmelere gerçeklik atfetmekten ibaret olduğunu" dert edinirken asıl aydınlatmak istediği; hala bu özellikleri barındırarak yaşayan insan topluluklarına dikkat çekmektir. İlkel insanı anlamak için 1900’lerin başında Afrika’ya bakmayı tavsiye eder. Yaşayan bir örneklem sunar.

Bu konuya eğiliminde şunu bilerek ilerlemek gerekir ki; kimsenin totemi büyüsü derdinde değil Freud.

Bir bilim insanı bakışı ile yetişkin insanın ilkel formu olan çocukla; uygarlığın ilkel formu olan ilkel topluluklar arasında enfes bir analoji kuruyor.

Çocuktaki anlamsız inançları, ilkel toplulukların inançlarına benzetiyor.

Nevroz, büyüyememiş bir çocuk!

Nevrozdaki akıl yanılsamaları ilkel insanın tabuları oluyor böylece.

Ama!

Ama çocuk büyürken yok olan totemlere karşılık; klandaki, sebebi açıklanamayan ensest yasağının modern topluluklarda da sürdüğünü fark ettiğinde, cinselliği, nevroz yanılgıların başrol oyuncusu yapıyor. Bugün ensest konusunda şairlerin yüzyıllardır biriken özlem ve övgüleri de belki bu değişmeyen yasağa verilmiş tepki olarak algılanmalıdır.

Bu geçiş ve sebep-sonuç ilişkisi çok değerli bir izlektir!

Freud, Nietzsche'nin Platon'dan bu yana gelen felsefedeki ahlakçı putları yıkması gibi; cinsellik mefhumunun etrafındaki putları yıkmış ve onu bir araştırma nesnesi haline getirebilmiştir.

Totem ve Tabu, fikir belirtmez. Nietzsche'nin “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” eserinde ahlakı kökenbilim araştırmasına tabi tutması gibi; cinselliğin, kökenbilim araştırmasına tabi tutulduğu, bu konuda milat sayılabilecek eserdir.

Bu yüzden, "Freud bu, işi gücü cinsellik” deyip, okudukları üç yazar ile bilim tarihini çürütmeye çalışanlara şunu hatırlatmakta da fayda var; Freud'un libido kuramını cinsellik üzerinden temellendirdiği doğrudur. Fakat canı öyle istediği için bunu yapmamıştır, görüldüğü üzere kaçınılmaz sonuçlar onu kuramını bu şekilde biçimlendirmeye itmiştir. Yani “insan ırkının işi gücü” her ne ise ortaya çıkan odur. Mesnevi’de de bulursunuz bunu, Kuran’da da, Tevrat’ta da, Das Capital’de de, “aşk”ta da… Görülen o ki; kutsalınız her ne olursa olsun, alanı “insan”ı içeriyorsa, “üremek” motivasyonu bu içeriğin yön oklarını oluşturmaktadır.

Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanların pek seveceğini düşündüğüm bu kitabı geride bırakıp, Freud çağından Jung’a yükselmek gibi bir özlemim benim de var! Ama bu; “bir, iki, üç, zıpla!” demekle olmuyor maalesef! Mesela, Nakşî Şeyh’i olan, 86’da ABD’nin uzaya yolladığı Challenger uzay mekiğinin cıvatalarını gevşettiklerini iddia eden adam(lar) tımarhaneye atılmazken; totemi kutsanıp, tabusu makbul görülürken; eğitim bakanının Ziya Selçuk olması ile isminden mülhem aydınlanacağız zannedenlerin beklentileri, üzülerek söylüyorum ki beyhudedir!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

Tanzimat'tan II. Meşrutiyet'e taşradaki Osmanlı

Kemal Tahir’in külliyatına baktığımızda birçok iki veya üç kitaptan oluşmuş seriler görmek mümkündür. Bunların en önemlisi elbette Esir Şehir Üçlemesi dediğimiz Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı’dır. Fakat bu üç kitaba baktığımızda hepsinin kendi başına kült birer eser olduğunu görebiliriz. Yani tek tek de bu eserleri okusak, birçok şey alabiliriz bu kitaplardan. Özellikle Yol Ayrımı tek başına, çok partili hayata geçiş denemelerini anlama açısından önemlidir ve serinin ilk iki cildini okumadan da bu kitap okunabilir. Fakat Yediçınar Yaylası, serinin diğer kitaplarını okumadan tek başına çok da bir anlam ifade etmez. Daha doğrusu mânâsı eksik kalır. Köyün Kamburu ve Büyük Mal ile beraber okuyup tek bir değerlendirme yapmak daha doğru olabilirdi ancak ayrı ayrı değerlendirmeyi tercih ettim.

1958 yılında ilk baskısını yapan Yediçınar Yaylası Tanzimat Fermanı’ndan II. Meşrutiyet’in ilanından üç yıl sonrasına uzanıyor. Bu üçleme ise Atatürk’ün ölümüne kadar uzanıyor. Fakat 1911 yılında sonlanan Yediçınar Yaylası’yla devam etmek bu değerlendirmeyi biraz daha kapsamlı hâle getirecektir.

Mülkiyet kavramının yanlış yönü, toprak ağalığı, eşkıyalık gibi toplumsal sorunlar işleniyor Yediçınar Yaylası’nda. Kemal Tahir, nasıl ki mütareke dönemi romanlarında içinde bulunulan sosyal ve siyasal hayatı şehir içinden şehirli karakterlerle okura yansıttıysa, Yediçınar Yaylası’nda Osmanlı Devleti’nin son zamanlarını, bazı kritik olayları (Tanzimat Fermanı’nın ilânı, İkinci Meşrutiyet’in ilânı vb.) Çorum ilinden ve dolaylarından ve orada yaşayan karakterlerin gözünden okura yansıtıyor. Yani kırsaldan payitahta bakıyor.

Toplam beş bölümden oluşur Yediçınar Yaylası. “Başlangıç” bölümüyle okur için ön bir okuma sunan Kemal Tahir, birinci bölümün ismini “Ağalık Vermekle…”, ikinci bölümün ismini “…yiğitlik vurmakla…” koymuş. Üçüncü ve dördüncü bölümleri isimsiz bırakmış. Zaten son iki bölüm oldukça kısa. En uzun bölümü ise ikinci bölüm oluşturuyor. Başlangıç bölümü, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihlerde başlar. En kestirmeden gidecek olursak, Başıbozuk Ağası, Çorum Âyanı Dilâver Ağa ile Çakır Kâhyaların Hüseyin Efendi arasındaki çekişmeleri konu ediyor demek mümkündür. Uzun sayılabilecek bir zaman diliminde geçen Başlangıç bölümünde, dikkat çeken bir diğer karakter Kambur Kadı’dır. Kitabın sadece bu bölümünde bulunan Kambur Kadı’nın kitabın ilerleyişine etkisi vardır. Dilâver Ağa’nın nasıl âyan olduğundan, Hüseyin Efendi’nin bunu içine sindirememesinden ve aralarındaki düşmanlığın boyutlarından bahsedilir bu bölümde. Çakır Kâhyalar bu bölümden sonra da kitapta ana karakterlerin bulunduğu ailedir. Önce Hüseyin Ağa’nın oğlu Ömer, daha sonra da Ömer Ağa’nın oğlu Kenan kitaptaki asli karakterleri oluşturur.

Evet, vaktin birinde, Çakır Kâhyalardan Halil Efendi’nin Ömer oğlan, Başıbozuk paşası Dilâver Ağa’yı katiyen adam hesabına almayıp, herifin kahpesini güpegündüz atına hoplatarak Yediçınar Yaylası’na çıkarmıştı da, dünyanın yüzüne ‘yiğit-erkek’ diye nam salmıştı.” şeklinde başlayan roman aslında geriye yönelik bir süreci takip eder. Yani, Ömer’in, Dilâver Ağa’nın Cemile’sini kaçırmasına hangi olaylar sonucu varıldığı anlatılır. Bir köy kahvesinde etrafına topladığı insanlara halk hikâyesi anlatır şeklinde yazılmıştır bu bölüm. Kemal Tahir bu olaydan yola çıkarak birçok olayın iç yüzünü anlatmayı sürdürür. Âyanlık müessesi, Kambur Kadı’nın alicengiz oyunları, Çorum ve çevre insanlarının sosyal hayatı bu süreçte işlenirken aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemleri de satırlara yansıtılır. Tanzimat Fermanı’nın ilanına Çorum ahalisi şöyle bakar örneğin:

…Durmaya kalmadı, koca Sultan Mahmut bu işleri kibrine yediremedi de dertlenip öldü. Yerine büyük oğlu, Sultan Mecit geçip oturdu. Aklı erenler, ‘Eh, belki bunda bir uğur vardır,’ dediler.

Millet soluğunu kesip beklerken, yeni padişahın, gündüz gözüne ortaya çıkıp bir ferman okuduğu duyuldu. Bu fermana göre, bildiğimiz gâvur tayfası hâşa sümme hâşa Müslümanla bir oluyor. Sanki âhir zaman peygamberi hiç gelmemiş de Müslümanlık bunca zamandır dünyayı tutmamış gibisine…

Hey oğul! ‘Gayrı, gâvura domuz gâvur, Yahudiye, rezil çıfıt, Ermeniye din düşmanı diye bağırmak yok! diyeyim de sen anla!

Kişileri başarılı ve net işlemiştir Kemal Tahir. Kim kimdir, kitap kimin üzerinden dönecek, fark edilir. Örneğin Dilâver Ağa kötüdür. Biraz da İnce Memed’deki Abdi Ağa’yı anımsatır bize. Fark şudur; Tahir, somut bir zulüm göstermez okura Dilâver Ağa tarafından gerçekleştirilen. Fakat Çorum halkına âyanlığının verdiği güçle bir tahakküm kurduğunu da hissettirir. Dilâver Ağa’nın ölüp Ömer’in soluğunu Cemile’nin yanında almasıyla başlangıç bölümü sona erer. Ağalık, mülkiyet, eşkıyalık, Osmanlı son dönem siyasi ve sosyal düzeni kısa kısa işlenir kitapta. Adı gibi kitaba bir başlangıç olmuştur.

Birinci ve ikinci bölümleri, yani asıl hikâyeyi tütün kaçakçısı Gâvur Ali’nin, Avukat Celal ve Cöntürk sürgünü Seyfettin’e, Celal’in bahçesindeki anlatımından takip ediyoruz. (Cöntürk sürgünü Seyfettin bu bölümde aktif değildir ancak kitabın sonlarına doğru, yani İkinci Meşrutiyet ilan edilince aktif bir kahraman hâline gelir fakat ilk kitabın sonuna gelinmiştir.)

Gâvur Ali’nin sofrada Avukat Celal’e ve Cöntürk sürgünü Seyfettin Bey’e geçmişi anlattığı zaman, meşrutiyetten iki ay öncesine dayanır. Fakat anlattığı tarihler yaklaşık 1898, 1900 yıllarıdır. Çoban Abuzer (daha sonra Abuzer Ağa olacak) üzerinden anlatılır bu bölüm. Ana karakterler Çakır Kâhyaların Ömer, oğlu Kenan, Abuzer ve genç karısı Emey’dir. Özellikle Emey ve Kenan ön plana çıkar bu bölümde. Öncesinde Abuzer’in ailesiyle birlikte Çorum’a nasıl geldiği, insanları dil bilmediği gerekçesiyle nasıl aldatma planları yaptığı, birinci karısı Fati ile birlikte Emey’i kullanarak nasıl güç ve para elde etmeye çalıştıkları işlenir. Bu bölümde diyaloglar çok fazladır. Yazarın hapishane romanlarını okuyanlar bu bölümün diyaloglarına yabancı kalmayacaktır; çünkü Tahir’in hapishane romanları da bu çevrelerde geçer. (Namuscular, Kelleci Memet, Karılar Koğuşu).

Birinci ve ikinci bölümde Çorum çevresinden çok uzaklaşmamış yazar, yani Osmanlı’ya ve son dönemlerine çok değinmemiş. Fakat Çorumlu olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın adı arada karakterler tarafından kullanılır. Tıpkı şimdiki gibi, devlet kademesinde bir hemşehrileri olduğu için her zaman gurur duyar Çorumlular. (Ve devlette önemli bir tanıdıkları olduğu için de devlet Çorum’a pek karışmaz.)

Birinci ve ikinci bölümlerde Kemal Tahir cinselliği çok fazla ön plana çıkarır. Hatta okurken bir ara düşündüm, siyasi olaylara ne zaman değinecek diye. Kemal Tahir asıl işlemesi gereken konuları kitabın sonlarına bırakır ve bize ikinci kitabı da merak ettirir. Fakat Kenan ve Emey üzerinden, daha doğrusu Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi ve bütün Çorumlu erkeklerin Emey hakkındaki düşünceleri üzerinden cinselliğin bu kadar öne çıkarılmasını gereksiz buldum. Çünkü bende beklenti farklıydı. Evet, sürükleyiciydi fakat taşradan Osmanlı’yı görmek istediğim için bu bölümler bana ‘nereye bağlanacak acaba’ sorusunu sordurdu. Ancak Kemal Tahir gerçekten önemli bir yere bağladı.

Üçüncü bölümde de anlatılan yıl ve olayın gerçekleştiği yıl, birinci ve ikinci bölümlerle aynı fakat mekân farklıdır: Çorum Zaptiye Dairesi. Gâvur Ali’nin burada gerçek görevi ortaya çıkar ve okur bir ters köşe olur. Dördüncü bölümde ise artık İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir ve zaman olarak da 1911 yılına gelinmiştir. Biraz hızlı bir geçiş olduğunu söylemek lazım.

Kemal Tahir tıpkı hapishane romanlarındaki gibi ahlâk kavramını detaylı bir şekilde ancak okurun gözüne sokmadan işlemiştir. Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi üzerinden ahlâki hassasiyetin nerelere kadar düşeceğini Kenan’ın dilinden ve düşüncelerinden net şekilde ortaya koyar Kemal Tahir:

’Herifin karısına gideceğiz. Hacı Hasan Paşa gibi sopayı çekip bizi kötületir mi?’ Tabancasını yokladı. ‘Karnına dayarım da gümletirim! Yabanın dil bilmez garibi kendi evimizde kafamızı mı ezecek?’ Silah sesine bütün Çorum’un toplanacağı aklına geldi. ‘Kısrağa hırsız geldi sandım da körlemeden korkutmaya çıktım’, derim! diye dişlerini göstererek sırtardı.

Yediçınar Yaylası bize bir serinin ilk kitabı olduğunu çok net şekilde gösteriyor. Kemal Tahir bence bu seriyi zaten baştan planlamış çünkü hem ikinci kitap hemen bir sonraki yıl basılıyor hem de bu kitabın bir devamı olacak şekilde bazı olaylar ayrıntılı inceleniyor. İnsanların acımasızlığı, taşranın sosyal hayatı, kadın-erkek ilişkileri kitabın büyük bölümünü oluştururken, Tahir olayları Osmanlı’nın yıkılışına yaklaştırarak romanı tamamlıyor. Üçlemenin ilk ayağının olması hasebiyle önemli bir yer edinir kitap, Türk Edebiyatı’nda.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

27 Aralık 2018 Perşembe

Bu coğrafyanın fırçası ve şefkati bol psikoloji kitabı

Uzun bir alıntıyla başlamam gerekiyor. Müsaadenizle: "Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli. İnsan, bilinmeyen yerlerdeki yolları, beklenmedik rastlantıları ve uzun zamandır yaklaşmakta olduğunu sezdiği ayrılıkları düşünebilmeli, hâlâ anlaşılmamış çocukluk günlerini; sevindirici bir şey söylediklerinde anlamayıp kırdığımız anne babaları; o kadar çok, derin ve ağır değişimlerle garip, tuhaf başlayan çocukluk hastalıklarını; sessiz ve kapanık odalarda geçen günleri; deniz kıyısındaki sabahları; denizi, denizleri; yukarılarda çağıldayan, yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini düşünebilmeli."

Rainer Maria Rilke, dillere destan kitabı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda yazmış bu satırları. Her bir cümlesi ne kadar anlamlı. Görmeyi, tanımayı, hissetmeyi, bilmeyi, düşünmeyi ve önemsemeyi yeniden hatırlatıyor. Diğer yandan da rastlantıları, ayrılıkları, çocukluk günlerini, anne ve babaları, çocukluk hastalıklarını, geçen günleri, sabahları, geceleri anımsatıyor. Rilke sakin bu cümlelerinde, her şeyin çocuklukta başladığını ve çocuklukta sürdüğünü dile getirmek istemiş gibi. Bir şeye dikkat çekmek istiyor ama bunu bir telkinle değil de yeniden düşündürerek yapma peşinde. Şairdir, hatırlatma görevi evvela ondadır. Kabul etmeli. Zaten bu uzun alıntının hemen öncesinde yazdığı "Mısralar sanıldığı gibi duyguların değil, yaşamış olmanın verimidir." cümlesi de vardır ki her şeyi daha da anlamlandırır. Yaşamış olmanın, tam manasıyla yaşadım diyebilmenin kökünde çocukluk vardır, çocukluğun hatıraları, çocuk olmanın acıları, sancıları, neşeleri, yaraları. Nietzsche'nin şu sözü damarlarımızdan kalplerimize ulaşmalı: "Hayatımızın dramı bir zamanlar çocuk olamamızda yatar."

Kendini "Ben iki çocuğu, anası babası, iki kardeşi, sahici dostları, sevdiği adamı olan bir kadınım. Terapistim... Yıllardır kadife bir koltukta oturup, dinliyorum. Bazen çok, bazen az konuşurum." diye tanıtıyor bizlere Gülcan Özer. Ne kadar iyi bir dinleyici olduğunu, yazılarıyla belli ediyor. Kitap boyunca, insan ilişkilerinin en çok konuşulması gereken ama en çok kaçınılan konularına el atıyor. Bunu bir bilgiçlikle değil, bilgin gibi yapıyor. Çünkü ilişkilerden, aşklardan, evliliklerden bahsetmek için bilmek ne kadar mühimse onu yukarıdan değil tam da insanın kalbine dokunacak o yerden söylemek de o kadar mühim.

Son yıllarda gittikçe artan 'aile hikâyesi' meselesi kitapta fazla 'köpürtülmeden' yer ediniyor. Burada hassas bir damar var. Çünkü bu hikâyeye fazla kaptırmak neticede 'benim kaderim bu' miskinliğine kapı aralıyor. Oysa takip ettiğimiz izi iyi yakalamamız lâzım. Ciddi bir yüzleşme, hikâyedeki döngüyü kırmak için önemli bir adım olabilir: "Kendi tarihimiz iyi okumaya çalışmalıyız, hayat tercihlerimiz için de hayat öykümüzün tamamı için de bu çok kıymetlidir... Hepimiz ailemizin izlerini taşıyoruz, bu bazen arkada bırakacağımız yük bazen ise yolumuzu aydınlatan ışık oluyor. Hayal kırıklıklarımız, kırgınlıklarımız, güçlü yanlarımız var. Kendimizi tanımaya, evrilmeye, hayat öykümüzü tekrar ve tekrar yazaya muhtacız. Yoksa kendi hayatımızın esas oyuncusu olmanın özel ve biricik yanını kaçırırız."

Dr. Gülcan Özer'in en çok üzerinde durduğu konu samimiyet. Yani bir şeyi yapmış olmak için yapmamak. Gerçekten, gönülden geldiği için yapmak. Mecburiyetten ya da zorunluluktan değil. Çünkü kalpten çıkmayınca bir şey stratejiye dönüşüyor. Stratejide söz sahibi yalnız akıl oluyor. Kalp devre dışı kalıyor. Oysa bir insanın kendinden başlaması için kalbinden başlaması gerekiyor: "Önce, en önce kendimizle iletişmeyi, dünyayla iletişebileceğimize itimat etmeyi ve fakat iletişim becerilerimizin evrilmesine müsaade etmeyi, dinlemeyi, söz sırası gelme hevesi olmadan da sahici dinlemeyi, ikna olmayı-olmamayı, itiraz etmeyi, anlamayı, anlayışlı olmayı, istemenin derinliğini ve önemini, kendini yok sayanın iflah olmayacağını, insanın insana iyi geldiğini fark etmemizi dilerim."

Evliliğin tüm krizleri için tecrübelerinden ve danışanlarından yararlanarak yorumlar sunuyor Gülcan Özer. "Almak istediğinizi alın, işinize gelmeyeni almayın" diyor gayet net biçimde. Neler var konular arasında? Evliliğe hazır olup olmama, eş seçimi, kimliğini evliliğe satma, mutlu evlilik nedir ne değildir, evlilik aşkı öldürür mü, insan neden aldatır, boşanmanın öncesi ve sonrası, çocuklu boşanmanın ne derece zor olduğu... En kilit mevzu evliliğin bir 'puzzle' olduğunu bilmek. Bin parçalı puzzle. Bazı parçalar arızalanabilir, hangileri kim tarafından arızalanmış belli olabilir. Kişinin yapabileceği ilk şey kendi parçalarını tamir etmek, elden geçirmektir. Finalde "evliliğe verebileceklerim bunlardır" denir. Sonrası: "Cebindeki malzemeyi iyi kullanmış, mücadele etmiş, kendini elden geçirmiş insanın iyi hissedişidir. Evliliğiniz devam eder yahut etmez, ancak siz sağlam çıkarsınız, kederli ancak sağlam."

Kişisel gelişimin tipik bir pazarlama etiketi olduğundan bahsediyor. Esas olanın tekamül olduğunu söylüyor. İnsanın fıtratında tekamül varken, kişisel gelişimden büyük umutlar bekleyip depresyondan melankoliye, hüzünden kedere koşturan nice insan olduğunu hatırlatıyor. Her yandan dayatılan "geliş, geride kalma, koş, acele et, kaçırma!" talimatlarına karşın "biz öyle, sıradan insanlarız, sıradan kalasımız var diyebilme konforu" diliyor. Bir mola hakkı, bir aylaklık hakkı, Kant'ın hayatın güçlüklerine karşı teklif ettiği üç hediye olan ümit etme, uyuma ve gülme hakkı daima çıkınımızda olmalı. Her istenen anda kullanılmalı. Aksi hâlde kişisel gelişimciler eşliğinde bol illüzyonlu bir yaşama merhaba denir ve bu merhabanın vedası genellikle çok geç olur. Özer'in şu cümlesi de cebimizde dursun: "Ömür dediğimiz, kendinden insan yaratma macerasıdır ve samimiyetsizlik sevmez."

Anne ve baba olmak üzerine çok kritik noktalara temas ediyor Gülcan Özer. Özellikle coğrafyamızda geçmişten gelen bazı davranışların ne derece tehlikeli olabildiğine dair örnekler veriyor. Tek çocukluk tamam ama 'anasının oğlu' olmak fena. Özellikle erkek çocuklar bunun yükünü taşırken çok zorlanıyor. Annesi, özellikle belirli bir yaştan sonra iyice ona sarılıyor fakat çocuk vakti geldiğinde evden ayrılıyor, evleniyor ve hatta baba oluyor. Ama annesi yine kontrolünü onda tutmak istiyor. Olmadığını fark ettiğinde bunalım kapıda. Sonraki süreçteyse elbette kayınvalide-gelin stresi, yani asırlık gerilim. Özer bu sonuca varılınca oğlanın önünde iki seçenek kalacağını söylüyor. Biri taraf olup kimliğini kaybetmek, diğeriyse herkese eyvallahsız bir adam tadında dolaşmak. Burada oğlana çok mühim tavsiyeler var: "Hikâyeyi doğru okuyacak, kırmadan dökmeden yeni hikâye yazacak, ne anasını ne karısını heba edecek, hakkaniyetli olacak ve iki kadının arasından çekilecek, ötesi yoktur."

"Babalar, evin yalnız adamları" kitabın en hassas konusu olabilir. Bir kadın terapistin gözünden bu kadar gerçekçi okuyabileceğimi zannetmiyordum bu problemi. Zira öyle ya da böyle kadınlar bu meseleye yeterince hassas yaklaşmıyor, geçmişi iyi okuyamıyor ve şimdiyi o planda sorgulayamıyor diye düşünüyordum. Okur okumaz da nakavt oldum. Zaten Gülcan Özer'i ayrı bir yere koyma sebebim de bu oldu. İlmini doğup büyüdüğü coğrafyanın gerçekleriyle, gelenekleriyle, hikâyesiyle öyle güzel harmanlamış ki hiçbir yorumu hayalperest ya da ütopik durmuyor. Tam tersine, ciğere saplanıyor. Babalık herkesin malumu, öğrenilen bir şey. Anne evlat tarafında mutlak iktidar. Burada terazi doğru biçimde kurulmazsa babalar ürkek, kızgın ve yalnız bir adam olarak kalıyor evde. Hâliyle sürekli daha da kızgınlaşıyor. Halbuki çocuğun 2-3 yaşlarına geldikten sonra anneden ufak ufak ayrılmasıyla birlikte babanın görevi tam manasıyla ortaya çıkıyor. Bu süreçte evden uzaklaşmak, çocuktan uzaklaşmak hem ev için hem çocuk için geri dönülmez boşluklara kapı aralıyor. Özer'in önerisi şöyle: "Pek sevgili babalar, çocuklar siz olmadan tamamlanamıyor, lütfen bunu aklınızdan ve gönlünüzden çıkarmayın. Çokça sevip kucaklamak, arkasından değil yüzüne övgü aktarmak, iktidar alanından vakti gelince geri çekilmek mühimdir. Muhabbeti yaşamak için dedeliği beklemeyin. Ve pek sevgili anneler, söylemeden geçilmez, babaların çocuklarıyla kurdukları ilişkiden elinizi eteğinizi çekin lütfen."

Neden babalık çok önemli? Bu konu hakkında çok önemli bir paragraf var ki es geçmek olmaz: "Babalık dış dünyayı, iktidarı, koruyup kollamayı temsil eder ve kıymetlidir. Babaları tarafından sakatlanmış çocuklar üzgün olur, kızgın olur ama en çok ve neredeyse daima endişeli olur. Bitmeyen ve niye olduğu anlaşılmayan endişe, elbise gibi giyilir ve her an kötü bir şey olabilir tonlamasında yaşanır."

Herkes Kendi Hayatının Kahramanı, Haziran 2016'da Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Okumak 2018'de kısmet oldu. Doğru zamanda okumak, bu tip konularda her şeyden önemli. Dolayısıyla kitap, bu yıl içinde okuduğum en önemli kitaplardan biri oldu. Bir baba, bir eş, bir erkek olarak çokça satırın altını çizdim, üzerinde düşündüm, kendime dersler çıkardım ve elbette bazı yükleri de attım. Tekamüle yeniden inandım. Kitabı özellikle gerçek bir psikoloji kitabı arayanlara öneriyorum. Her şeyi olduğu gibi konuşan, zaman zaman acıyla sarsan, zaman zaman şefkatle kucaklayan bir kitap arayanlara. Hayalden çok gerçeğe odaklananlara.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Borges hafiye olursa

“Her zaman hakikati hatırlamak için yazarız. Hakikati tam olarak hatırlayabilmek içinse uydururuz.”
- Luis Fernando Verissimo, Borges ve Sonsuz Orangutanlar

Monokl Yayınları’nın bir solukta okunan incecik kitapları var. Dıştan incecik görünen fakat içerikte edebi incelik yüklü bu kitaplar gerçek bir okuma şöleni sunuyor. Luis Fernando Verissimo’nun (1936) kaleminden çıkan Borges ve Sonsuz Orangutanlar onlardan biri. Yasemin Ertuğrul tarafından çevrilen eser yüz dört sayfadan oluşuyor. Latin Amerika edebiyatı içinde özgün bir yere konumlandırabileceğimiz kitap kendine has kurgusuyla dikkat çekiyor. Eserde, ‘ben’, ‘sen’ ve yer yer ‘o’ anlatıcı tekniğini bir arada kullanmış yazar. Dolayısıyla alışılmışın dışında bir anlatıma sahip. Bu yapısıyla kurguda iki ana karaktere yer verilmiş diyebiliriz. Metinde ‘ben’ anlatıcı kişi çevirmenlik ve yazarlık yapan Vogelstein karakteriyle, ‘sen’ anlatıcı kişi ise Jorge Luis Borges (1899-1986) üzerinden oluşturulan karakterle işlenmiş. Vogelstein, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’dan ‘kaçabilen’ Yahudiler’dendir. Babası bir Alman’dır ve koruyacağını söylediği annesi onun yanında, Nazi Almanyası’nda kalmıştır. İki teyzesiyle birlikte Latin Amerika’ya geldiklerinde henüz çocuktur. Vogelstein teyzelerinden biriyle Porto Alegre’de (Brezilya) kalmış, diğer teyzesi Buenos Aires’e (Arjantin) gitmiştir.

Batı menşeili ‘kurgu’ eserlerde (mağdur) Yahudi vurgusuyla çok fazla karşılaşırız. Bu vurguyu Yahudi olsun ya da olmasın bir çok yazar yapar. Benzer durumlarla her karşılaşmamda Holokost Endüstrisi adlı kitabı hatırlarım. Holokost Endüstrisi, ebeveynleri II. Dünya Savaşı’nın bütün acımasızlığını yaşamış olan Yahudi kökenli Norman Finkelstein’a (1953) ait bir kitap. Finkelstein eserinde “Yahudilerin savaşta yaşadığı acıların sermayeye çevrilmesine yaptığı itirazı” dillendirir. Edebi açıdan nitelikli olmasına rağmen ne yazık ki Borges ve Sonsuz Orangutanlar da bu acılardan kotarılan eserlerden.

Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da anlatılan hikâyeye baktığımızda, sene 1985’i göstermektedir ve olay Arjantin’de geçmektedir. İsrafil Cemiyeti adlı gizli bir yapılanma Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’yu (1809-1849) anmak ve anlamak için bir dizi kongre düzenlemektedir. Kongreye Poe’nun eserleri üzerine entelektüel çalışmalar yapan uzmanlar davet edilmektedir. İlk üç kongre kuzey yarım kürede yer alan Stockholm, Prag ve Baltimore’da düzenlenmiştir. Dördüncüsünün güney yarım kürede düzenlenmesi kararlaştırılmış ve yer olarak Buenos Aires seçilmiştir. Vogelstein ile birlikte Borges da davetliler arasındadır. Davetlilerden biri otel odasında ölü olarak bulunmuştur. Maktulle daha önce sorun yaşayan üç kişi de davetliler arasındadır ve aynı otelde kalmaktadır. Katilin kim olduğu saptanamamıştır. Entelektüel hikâye orta yerinden bir polisiyeye dönüşmüştür. Borges ve Vogelstein eldeki verilerden yola çıkarak cinayeti çözmeye girişmişlerdir. Onlara Poe uzmanı ve kriminolog olan Cuervo eşlik etmektedir.

Gizemli dil, kelime oyunları, gösterişli cümleler, alegoriler, alıntılar, atıflar… Buna Borges’ın (ya da yazarın) parlak zekası da eklenince keyifli bir metin çıkmış ortaya. Açıkçası entelektüel tartışma metni, polisiye romanı derken okuru bambaşka bir âlemde dolaştırıyor yazar. Metnin çok yönlü, çok katmanlı ve çok çağrışımlı yapısında kaybolup gidiyorsunuz.

Eserde fantastik öğelere oldukça fazla yer verilmiş fakat fantastik öğelerin hayatın soyut bir uzamı olarak ele alınması eseri gerçeklikten koparmamış. Metnin tamamına keder yayan kaderci bir bakış hâkim olmakla birlikte hikâyenin kendine has ‘matrak’ bir havası da var. Ara ara vurgulanan ve metindeki kederi unutturmayan “coğrafya kaderdir” ibaresi ‘leitmotive’ olarak değerlendirilebilir. Coğrafya demişken, eserin zaman ve mekân düzeyi ayrıca tarih ve coğrafya şeklinde de yorumlanabilir. Dahası, işaret edilen coğrafik bölgeler arasında ezoterik/metafizik bir bağ kurulmaya çalışılmış. Kuzey-Güney karşıtlığı ve/veya gerilimi manyetizmanın ötesine geçerek metafizik bağlamda değerlendirilmiş.

Borges ve Sonsuz Orangutanlar için tam anlamıyla evrensel bir atıflar kitabı diyebiliriz. Kötücül düşüncenin faaliyetlerini metafizik bir düzeyde metne taşıyan yazar şeytani bir gücün hayata yaptığı etkiye dikkat çekiyor. Bu bağlamda Avrupa’daki tarihsel ve gizli kabalistik yapılanmaya değiniyor. Yapılan atıflarda ağır İngiliz etkisi görülen işgalci Amerikan düşüncesinin yanında Antik Mısır ve Antik Yunan felsefesi de nasibini alıyor. Fiziki işgalin ötesinde kültürel işgale göndermeler bulunuyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık teolojisinden aralarındaki çatışmaya, yerel inançlardan mitolojiye, ezoterizmden okültizme, mistisizmden kabalaya, antik toplumlardan modern toplumlara, siyaset ve sanata kadar çok geniş bir değini evreni var. Hatta İslam’dan izler bile görülüyor. Başka yazarlar ve eserlere yapılan atıflar da cabası… Bütün bu ‘karmaşaya’ Borges ve Vogelstein’ın bir cinayeti çözümleyen zeka gösterisi eşlik ediyor. Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da entelektüel bir atmosferde gerçekleşen gecikmiş bir ‘hesaplaşmaya’ tanık oluyor okuyucu.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp