Bir şairin dilinden ve gönlünden bir mutasavvıfı okumak elbette ki heyecan vericidir. Ancak Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî ve Sezai Karakoç isimlerini yan yana yazınca, heyecanımız daha da muhabbetli oluyor. Teferruat denizinde boğulmadan, ilm-i ledün’ün teknik kavramları içinde çırpınmadan, şairin “bence” demeden ve dolayısıyla benliğini ortadan çekip çıkartarak yazmış olduğu, baştan sona muhabbet kokan bir kitap: Mevlâna. Sayfalar boyunca inci gibi dizilmiş hakikatler; bilenler için ayrı, bilmeyenler için ayrı tütüyor. Şairin kanaatleriyle dolu değil bu kitap, gönlünden akanlar karşımızda. Bazı sayfalar bir çırpıda (cezbe) yazılmış gibi, bazı sayfalar can havliyle (gayret), bazı sayfalarsa derin bir iç çekişle (muhabbet). Bu üç tasavvufî zor mesele, Sezai Karakoç’un şairliğinde öyle sarsıcı biçimde okunuyor ki onu hayal dünyamızda bambaşka bir yere yerleştirebiliyoruz: Kubbe-i Hadrâ’da, başında Mevlevî sikkesiyle, pîre teveccüh kılmış bir Sezai Karakoç. Koca bir insanlık için, geçmiş ve gelecek için, çocuklar ve kalbi kırıklar için dualar ediyor. Kendisi hiç, başkaları hep. Hakiki bir derviş gibi.
“
Ölümü düğün gecesi (şeb-i ârûs) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır? O güçlü, yenilmez insan, Mevlâna’dır. Ölüme ve hayata, zamana ve tarihe yenilmeyen insan. Ölümünün üstünden 700 yıldan artık zaman geçti. Ama o yaşıyor, anılıyor. İnsanlık, onun önünde saygıyla eğiliyor. Dünyada ne kadar değişme olursa olsun, bundan böyle de, anılacak. İnsanlar hep önünde saygıyla eğilecek.” sözleriyle açılıyor kitap. Böyle açılarak, bazı şeylerin asla ıskalanmaması gerektiği de ortaya çıkmış oluyor: Eski zaman bilgelerinden -
böyle yazınca pek havalı oluyormuş- yani evliyaullahtan bahsederken “
şöyle bir zât idi”, “
böyle bir zât idi” dememek lâzım. “
Şöyle bir zâttır”, “
böyle bir zâttır” demek lâzım. Terk-i diyar etmiş değiller, bizi bırakmış değiller, kaybolmuş hiç değiller. Evet âlem-i gayb’ın içindeler, yani büyük gönül âleminin. Orada aşklarıyla, muhabbetleriyle, sevgileriyle ve tasarruflarıyla “
çekim yasasını” işletmeyi sürdürüyorlar. Nedir bu çekim yasası? İşte bugün, hâlâ yana yakıla onlardan bahsediyoruz, onlara dair sohbet ediyor, yazılar yazıyoruz. Neden? Bizi sevdikleri için. Muhabbet elbette ki yukarıdan aşağıya doğrudur. Onlar bizleri sevmeseydi ne biz onlardan haberdar olabilirdik ne de onları sevebilirdik. Lutfettiler ve bir avcı gibi gönüllerimize fırlattıkları muhabbet oklarıyla bizi kendilerine çektiler. Huzur bulduk, buluyoruz, şükrünü eda etmekten aciziz. Burası böyle. Diğer yandan, bugün her ne kadar “
moda” gibi görünüyor olsa da, hakiki âşıkları, dervişleri, sâdıkları taklit etmenin bile insanın terbiye ettiğini bilenler bilir. Bilmeyenler de bilir inşallah, diyelim. İnsan, kendini gözlediğinde, sadece taklit ederek geldiği seviyeyi kavrayabilir. Bundan sonrasıysa yetinmemektir. Aşkın da ilmin de sonu olmadığından, muhabbeti sınırında -yani sınırsızlığında- yürümek gerekir. Yoldan bahsetmiyoruz bile zira yeryüzünde yolsuz insan yoktur. Buyurun, “
Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın”, Sure-i Hûd’un 56. Ayetidir, pek büyük bir müjdedir.
Sezai Karakoç, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin hayatına bakarken bu müjdeyi görüyor, bizim de görmemizi istiyor. Yeryüzüne böyle bir kâmil insan gelmiş, üstelik bizim Konya’mıza gelmiş, onun Anadolu’da açtığı irfan mektebi dört bir yanı aşkıyla yakmış, bu büyük nasip dünyanın dört bir yanını sarmış, bunu yeniden hatırlamamızı istiyor şair. Bugün dünyada en çok satılan kitapların başında geliyor Mesnevî ve dünyada hakkında en çok eser yazılan insanların başında geliyor Mevlâna sultan. Üniversiteler Hz. Pîr’in adına özel çalışmalar yapıyor, daha önceki tercümeler herkesin anlayabilmesi için yeniden gözden geçiriliyor, insanlık âlemine ve kâinata sunuluyor. Neticede herkes, kendi kabına göre anlıyor, anlamaya çalışıyor. Bir bilenle karşılaştığında, daha fazla bilmek istediğini görüyor. Çekim yasası, muhabbetin yüzeyde kalmasına razı gelmiyor, derinleşme istiyor. Tabiri caizse, “
Benim aldığım izinden haberin var mı? Bu izinin geldiği kaynağa seni de götüreyim istemez misin?” diye soruyor. Şairden okuyalım: “
Bir izin gereklidir. İçten gelen izin bile yetmez buna. Horasan ellerinden, Doğudan, ata yurdundan (o yurt ki sahabenin oraya gidişiyle Mekke ve Medine’nin uzantısı olmuş, yüzyıllar içinde mânevi ilimler ve yaşantılarla yoğrulmuş, taşı ve toprağıyla keramet ve hikmet yuvasına dönüşmüştü) bir esinti, bir teşvik, bir ilham, bir izin gelmelidir ki, insanın içi içine sığmaz olsun, kalkıp ilâhî neşenin âhengiyle semâ yapsın, kulağında öteden gelen ney sesleri, muştunun ve umudun nağmeleri olsun. Bir kıvılcım gerek ki, güneşte âdeta pişmiş olan bu ruh kömürü ateş alsın, alev alsın. O zamana kadar, alınanlar, verilenler, baba ve halifelerinden alınanlar da dahil, bir nevi ruhun kendi iç monoloğudur. Bir diyalog gerekli ki, taş taşa, demir demire sürtünsün ve ondan ilâhî kıvılcım çıksın. O kıvılcım da bütün ruhları sarsın ve alevlendirsin.”
İşte şairin fevkalade bir önemle dile getirdiği o olması gereken diyalogun sahibi de
Şems-i Tebrizî’dir. Onun gelişiyle ilâhî kıvılcım çıkmış, yanan sadece Mevlâna’nın kendisi değil, henüz küçük yaşta aldığı müjdedeki gibi yeryüzündeki bütün âşıklar da yanmıştır. Sezai Karakoç, bugün pek çok tasavvuf araştırmacısının ve hatta akademisyenin yapamadığını yaparak, Şems-i Tebrizî’nin Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’de neyi gerçekleştirdiğini harikulade ifade etmiştir. Esasında,
Hızırla Kırk Saat’te yazdığı “
Şems Bir Soruydu, Bir Cevaptı Mevlâna” dizesini bu kitabında şerh ediyor şair. Önce, hepimizin karşılaşması, belki bakıp görmesi, keşfetmesi gereken Şems’i fısıldıyor, “
Şems-i Tebrizî... Kimi zaman nefsimizi sarsan ruhtur o. Kimi zaman bir aynadır ki, bize bütün eksikliklerimizi, kusurlarımızı, çirkinliklerimizi haykırır. Ama biz ne yaparız, kusurlarımızı, eksikliklerimizi düzelteceğimize, kızar, tutar aynayı kırarız.” diyor. Sonra; gelişi ayrı gidişi ayrı sırlı olan ve nereye konulacağı noktasında hâlâ şaşılan Şems-i Tebrizî’nin hakikatte ne olduğunu “görmek istemeyenlere” gösteriyor şair. O, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhidir. Sohbetin tasavvufta nasıl bir önemi olduğu, Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasındaki ilişkide gözlemlenebilir. Onlar, ikiyken bir olmuş değillerdir, benlik duvarından kerpiç kopara kopara birliklerini aşikar etmişlerdir: “
Şems-i Tebrizî’nin gelişiyle, fünye ateş aldı ve birikip sıkışmış bomba infilâk etti. Mâneviyat dünyası, Konya Okulu’nu kazandı. Doğu ve batı birleşti. Leylâ ve Mecnun ateşi, bir şimşek gibi yandı ve muratlar hasıl oldu. Anadolu ruhunun yüksek fırınlarından biri ateş aldı. Yüksek fırın, geç ısınır, geç ateş alır, fakat sonunda ateş aldı mı o artık kolay kolay sönmez. Uzun ömürlü olan ateştir o. Demiri eriten, ateşe çeviren, istenilen şekli vereceğiniz bir uysallığa erdiren büyük ateş ocağıdır o. Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silâhını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.”
Üç büyük insan vardır ki Sezai Karakoç için medeniyet dairemizde hayati bir öneme sahiptir. İmam Gazzâlî; medeniyet katına yükselmiş İslâm düşüncesini sapmalardan, materyalizm ya da sahte spiritüalizm yönlerine kaymalardan kurtarıp hakikatine, yani sırat-ı müstakim’e oturtmuştur.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî; hakikatlerin özüne indi, nice ayetin sırrını açıkladı, maddenin gölge ve ruhun asıl olduğunu haykırdı. Böylece
Gazzâlî “
akıl” dünyasının, İbnü’l-Arabî de “
ruh” dünyasının pîri oldu. Sonra Mevlâna (
aşk) geldi, cümle eksikler tamam oldu. “
O, aklın, idrâkini aşan facialar karşısında sustuğu, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu kendine inananlara ve güvenenlere. Ârif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı kapıydı O’nun gözünde… İslâm düşünce dünyasının büyük üçgeni ya da sacayağı da diyebilirsiniz bu üç büyüğe. İmânın tehlikeye düştüğü noktalarda beliren ışıklardır bunlar. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin mucize ışıklarının devam edişi. Pencerelerden pencerelere, şehirlerden şehirlere, ülkelerden ülkelere, yüzyıllardan yüzyıllara vuran ölmez ve sönmez hakikat ışıkları…”
İşte, Sezai Karakoç böyle “
arif bir şairdi”, değil; böyle arif bir şair…
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf