21 Ocak 2022 Cuma

Dolap niçin iniler?

Nakşibendî-Hâlidî mürşidi Mehmed Sâmi Efendi, Kırtıloğlu Tekkesi’ndeki bir sohbeti sırasında, kendinden uzakta, kapı eşiğinin neredeyse dışında duran Sâlih Baba’ya seslenir. “Söyle” der. O zamana dek şiirle başının pek de hoş olmadığı bilinen ve ümmi olmasıyla tanınan (Ümmîyem bir zerre denli ilme yoktur tâkatim / gâh olur ilm ile bîpâyân oluram kime ne) Sâlih Baba, irticalen şiir söylemeye başlar. Daha sonra divan olacak kadar şiir söyler. Şimdi burada duralım ve iki meseleyi açalım.

Eğer etrafınızda bir çocuk, deli yahut şair yoksa hakikatin tecellisi sizi epey bekletebilir. “Hakikat denilen şey, bu arayışı kendine olumlu bir faaliyet olarak gören iki insan arasında tecelli edebilir. Yani hakikatin tecellisi için mutlaka iki taraf, daha doğrusu iki insan gerekiyor.” der İsmet Özel. Şairlerin tek başlarına hakikatin tecellisini mümkün kılan bir yanları olduğunun altını çizer ve bunu kendi izahıyla şöyle yapar: Şair bir ip atar, okuyucu da onu ucundan tutar. Hakikat böylece ortaya çıkar. İşte, mürşidinin attığı ipi tutan Sâlih Baba o anda nice sıfatından sıyrılıp hakikat dolabını aralar ve içeri girer: "Kün fekân emriyle döner bir dolâb / öğüdür âlemi misl-i âsiyâb / inceden incedir olunmaz hisâb / çok hikmet var kün fekân’dan içeru”.

Tıpkı “Çıktım erik dalına” gibi “Benim adım dertli dolap” da ilk okuyuşta anlamına ulaşma hususunda zorluk çekilen şiirlerdir. Belki de bu yüzden erenler şiir demek yerine doğuş demeyi tercih etmişlerdir. Şairlerin hem eşyayla hem de tabiatla kurdukları hassas bağ, sufi şairler nezdinde daha da derinleşir. Elimizde sözlükler, kılavuz niteliğinde kitaplar ve şerhler olmadan içinde eşyanın, tabiatın hakikatini barındıran, o hakikati söyleyen şiirlerden lezzet alamayız. Bu sebeple tarih boyunca Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi gönül sultanlıklarını şiirin avazıyla kâinata aşk etmiş yüceler hep bir rehberin eşliğinde okunmuş tekkelerde. Süt çocuğuna bulgur pilavı yedirmemek gerektiğinin bilinciyle elbette. Bu bilince sahip olan kimseler çok büyük bir sorumluluğu elden ele taşıyıp bugünlere getirdiler. Ömrü belli seneleri aşmış olanlar için su dolapları, değirmenler, çarklar ve feleğin çemberinden geçmiş olmak elbette çok şey ifade edebilir. Gençler için artık bu eşyalar bilinir ve görünür değil. Ola ki tasavvufla muhabbetli kimseler elbette talihli. Çünkü tasavvufta Allah-insan-âlem ilişkisi, varlık ağacı, devir nazariyesi, tavâf, semâ, devrân gibi meselelerde daire önemli bir yer tutar. Nitekim Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Allah-âlem ilişkisine dair bir tasvirinde dairelerden yararlanır. Bu dairelerin merkezinde İlahi Hazret yer alırken en dışta yazılı maddeler saat yönünde şöyledir: Ateş, akıl, toprak, tabiat, su, heba, hava, nefis. Hazret, Fütûhât-ı Mekkiyye’de şöyle der ki bir devran zikri yaşamış kimseler için çok büyük anlamı vardır: “Bilmelisin ki Âlem küre şeklinde olduğu için insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Yokluktan varlığa çıkmamız O'nunla gerçekleştiği gibi yine O'na döneriz. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangıca dönen bir dairedir.

Geleneğimizin her biri kıymetli dolaplarını açan, bulduğu ganimetleri yazdığı kitaplar yoluyla meraklılarla paylaşan Türkan Alvan, bu kez Türk edebiyatındaki dolab-nâmeler eşliğinde asırlar boyunca eşyaya verilen kıymeti, tabiata gösterilen hürmeti yeniden hatırlatıyor. Mayıs 2021’de Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Benim Adım Dertli Dolap, evvela su değirmenlerinin, su dolaplarının, Dolab-ı Muhammedî’nin, hacılarla Dolab-ı Muhammedî arasındaki muhabbetin, Pîr Sümbül Sinan’ın su dolabıyla münasebetinin ve saka kuşunun tarihinde geziniyor. Akabinde dolab-nâme türünün kaynaklarına ışık tutuyor. Burası önemli çünkü Kur’an ve sünnette kâinâtın dile gelmesi (Hz. Peygamber, Uhud Dağı, Hannâne), tasavvufun ve Mevlânâ, Âşık Paşa, Ahmedî gibi bilgelerin, şairlerin, mutasavvıfların dolab-nâme türüne etkisi irdeleniyor. Bu bölümü okurken doğaya ve bilhassa suya verdiğimiz özenin hayatımızdan ne kadar çekildiğinin farkına varıyoruz. Değiştiğimizi ve unuttuğumuzu hatırlıyoruz. Bu hatırlayış bize daha çok sancı veriyor, vermeli.

Mevlânâ ilahi aşkı anlatırken suyun duruluğu ve devinimi ile sevgiliye hasreti, sevgiliyi arayışı bağlamında âşığı sık sık suya benzetmiştir. Âşığı “Ben susuzluk hastasıyım, suyun beni öldüreceğini bilsem bile su beni çeker.diye söyleten Mevlânâ’ya göre asıl Cenab-ı Hakk’ın kuluna muhabbeti aşkın kullarında farklı şekillerde tecelli etmesinin sebebidir” diyor Türkan Alvan ve “Hz. Mevlânâ için su dolabı, yapım süreci ile kadere rızayı ve nefs terbiyesini temsil ederken dolabın suyun üstünde durmadan iniltiye benzer sesle dönüşü; âşığın Cenab-ı Hakk’a ve Hz. Muhammed’e hasreti ve aşkının derdiyle gözyaşları içinde ağlamasının sembolüdür. Çünkü su dolabı gibi feleklerin dönüşü akl-ı küll sahibi Hz. Muhammed sayesindedir.” cümleleriyle devam ederek bizi Dîvân-ı Kebîr’e davet ediyor: “Gelin bugün devletle kutlulukla yeni aşka düşenler gibi o sevgilinin çevresinde dönüp dolaşalım… Çok döndük dolaştık şu çorak yerde; biraz da ambarlara sığmayan tohumu araştıralım… Başımız ayağımız yok zerreler gibi havadayız. Ay gibi biz de o görülmemiş eşsiz güneşin çevresinde dönüp duralım. Su dolabı gibi feryatlarla dolduk. Düşünce gibi şikâyetsiz, sözsüz dönüp duralım.

Kaygusuz Abdal’ın Dolab Kasidesi’nde su dolabı insanı sembolize eder. Ebedî olana vurgunun yanı sıra nefs terbiyesi, mücahede ve riyazat gibi konular da kasidede merkezi bir noktadadır. Abdal, “Neden bağrun delükdür gözlerün yaş / sebeb nedür sataşdun bu ‘itâba” sualiyle dolapla dertleşmeye niyet eder. “Karârun yok gice gündüz dönersün / dökersün dertlü gözden hûn-âba” diyerek onun derdini anlamak ister. Âşık Yunus’un çocuklarımızı uyuturken ve kendimizi uyandırırken söylediğimiz “Benüm adım dertli dolap / suyum akar yalap yalap / böyle emr eylemiş Çalap / derdüm vardur inilerim” dizeleri, Rabbinin emriyle dönen dolabın dertli inlemelerini anlamaya bir çağrıdır. Şehzâde Cem’in himayesindeki şairlerden La’lî’nin dolab-nâmesinde ulu bir dağda yaşayan ağacın kesilip, bağrı delinip, çiviler çakılıp sonunda su dolabı yapılmasına tanıklık ederiz. Bilinen en uzun dolab-nâmeye imza atan Şeyh Ahmed Hayâlî-i Gülşenî, Kaygusuz Abdal’a nazire yaptığı şiirinde su dolabını nefsin arzularına uyan günahkâr bir insana benzetir ve Pendnâme tarzında öğütler verir. On beşinci Kırım Hânı olan Gazi Giray II, Safevilere karşı savaşırken esir düşmüş ve Alamut Kalesi’ne hapsedilmiştir. Kahkaha Zindanı’nda elleri ve boynu zincirli olarak geçirdiği yedi yıllık esaretin psikolojisi, “Bükegelmez idi hergîz kemânum / yıkıldum kalmadı tâb u tüvânum / hemân-dem kesdiler kolum budağum / sürtmeg-çün biri deldi ayağum / takup boynuma anda rismânı / ki bildüm kalmadı işret nişânı.” dizeleriyle dolab-nâmesine yansımıştır. Pir Sultan Abdal, su dolabının yanı sıra bülbül, dağ, çam ağacı gibi varlıklarla söyleşir. Tanbur ile söyleşisinde aslî vatanından kopmuş gurbet derdi çeken insanın hâlini anlatır: “Gel benim sarı tanburam / sen ne için inilersin / içim oyuk derdim büyük / ben anun-çün inilerim.

Benim Adım Dertli Dolap; asırlarca eşyanın hakikatini önemsemiş, bu hakikatin aynı zamanda insanın hakikati olduğunu benimsemiş, su içtiği bardağa da başını koyduğu yastığa da kendisine hizmet ettiği için öperek sevgisini göstermiş, ormandaki diğer ağaçlar ürkmesin diye baltasının ucunu mendille gizlemiş bir hassasiyet geçmişimiz olduğunu hatırlatıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 22. sayısında yayınlandı.

Usta dedektifle yeniden tanışıyormuş hissi

Sherlock Holmes ve çırağı Mary Russell’ın Arıcının Çırağı’nda başlayan serüvenleri Kadınlar Alayı’nda devam ediyor. Arıcının Çırağı’nda, emekliliğini ilan etmiş Sherlock Holmes’ün Mary Russell’a karşılaşması, onun zekasının kıvraklığını dikkate değer bulması ve usta-çırak ilişkisinin başlangıcını okumuştuk. Holmes’ün Russell’da sezdiği-gördüğü yetenekleri okur da tek tek onaylamıştı. Kadınlar Alayı’nda hem bu tuhaf usta-çırak ilişkisinin derinleşmesine hem de Russell’ın kendini keşfetme yolculuğuna tanıklık ediyoruz.

Mary Russell, zeki, meraklı bir zihne sahip ve kendine biçilen rollere boyun eğmeyen genç bir kadın. Aynı zamanda inatçı da. Araştırmayı seven yapısı ve meraklı zihni, onu yeni bir mistik hareketin lideri olan Margery Childe ile karşılaştırıyor. Childe’yle tanışması sonrası Russell, onunla ve çevresindeki kadınlarla yakınlaşmaya başlar. Kadın haklarına yaklaşımı, teolojideki farklı yorumları nedeniyle dikkatini çeken bu tarikatın bir üyesi olmaya adım adım yaklaşan Russell’ın şüpheci zihni, ona bambaşka bir bakış açısı sunar. Merak ve araştırma, devamında Russell’ı içinden çıkılmaz bir maceraya sürükler.

Kitap, bir polisiye kitaptan beklenenden daha yavaş bir yapıya sahip; bazı bölümlerde klasik polisiye aksiyonuna yaklaşılsa da hem dilin hem de anlatımın genellikle sakin bir akışta ilerlediği söylenebilir. Kitapta gündelik dili yakalamak güç, kitabın orijinal metnini değerlendirme şansım olmadığı için bunun kitabın yazarından mı çevirmeninden mi kaynaklandığı yönünde görüş bildirmeyi sakıncalı buluyorum. Ancak Kadınlar Alayı’nda klasik Holmes romanları soluksuzluğunu beklememek gerektiğini söyleyebiliriz.

Kadınlar Alayı, Sherlock Holmes’ün ve aslında polisiye türünün erkeklerle örülü dünyasında büyük bir delik açıyor. Sherlock Holmes’ün çırağı olan Mary Russell üzerinden toplumda kadına uygun görülen yer, toplumsal cinsiyet rolleri ve kadın cesaretinin varacağı noktalar ile ilgili okumalar yapmak mümkün. Laurie R. King’in kitapları, sadece heyecan yaratan, kolay polisiye kitaplar değil; King, alt metinleri, toplumsal mesajları ve karakterlerinin seçimiyle söylemek istediklerini romanın içine gizliyor. Bu mesajları bulmak için Sherlock Holmes olmaya gerek yok; dikkatli bir okur olmak yeterli.

Laurie R. King, Holmes’ün klasikleşen ve herkes tarafından bilinen karakterinin sınırlarını silikleştirmiş; King’in kitaplarında usta dedektifle yeniden tanışıyormuş hissi yaşamak mümkün. Sevin Okyay da King’in Holmes yorumuna dikkat çekiyor: “Ama ‘Arıcının Çırağı’nda nihayet Holmes’e farklı gözle bakabilen ve ona layık bir yardımcı bulmuş yazara rastladım. Laurie R. King, büyük dedektifle dağda-bayırda karşılaşan, hatta onun üstüne bakıp ezmesine ramak kalan 15 yaşındaki Mary Russell’da bulmacayı çözmüş.” Okyay’ın da söylediği gibi, Holmes’ün yeniden doğuşu ve kimliğinin yeniden inşasının temelinde Mary Russell’ın bu hikayelere dahil oluşu yatıyor.

Kadınlar Alayı, yalnızca aksiyon beklentisinde olan, kolaycı polisiye okurlarının ilgisini çekmeyebilir. Ancak polisiye okumayı seven, farklı polisiye yazarlarının dünyalarına aşina, kendisine verilenle yetinmeyip alt metinde yazanı araştırmayı seven okurlar için yeni yollar açmaya aday bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Özge Uysal

16 Ocak 2022 Pazar

Müziği anlayan, bütün varlık âlemini anlar

Ülkemizde müzik üzerine düşünenlerin, yazanların sayısı bir elin parmaklarını geçmediği gibi aslında müzikle yaşamayı, müzikle düşünmeyi de meşk kültürünün kaybıyla birlikte unuttuk dersek abartmış olmayız. Fem-i muhsin denen o güzide zincirin ilk halkaları şüphesiz toprak oldular. Fakat onların talebeleri silsileler hâlinde yayıldı, asırlık topraklarımızda şiir, mûsıkî ve mimarî arasında kopmaz bir bağ kurdu. "Bizim medeniyetimiz; Süleymaniye'de kubbe, Itri'de nağme, Baki'de şiirdir" derken Cemil Meriç esasen bunu özetler. Mûsıkîmiz ve fem-i muhsin ağızlarımız, hüznüyle neşesiyle nice nesillerin başvurduğu bitmez bir kaynaktı ve lakin şimdilerde o kaynaktan yararlanılmıyor. Bu da kaynağın kuruduğunu zannetmek gibi geri dönülmez bir hataya sebebiyet veriyor.

Kadim mûsıkî kaynağımızın kuruma sebeplerinin ve canlandırılması düşüncesinin yeniden konuşulması, yazılması, söylenmesi gerekiyor. Ülkemizde müzik üzerine yazdığı düşünce yazılarıyla Yalçın Çetinkaya bu görevi kendince, elinden geldiğince üstleniyor. Öğrencilik hayatında unutulmaz hocalardan eğitim almış olan Yalçın Çetinkaya, yazdığı yazılarla 7'den 70'e aslında gönüllü müzik dersi veriyor. Üstelik bu derste nota yok, meşk var. "Aşk olmadan meşk olmaz" demişler. Emin Işık hocanın da bir kitabının adıydı, aşkı meşk etmek. Dolayısıyla evvela müziği sevmek, sevmek, sevmek... Sonra dinlemek ve düşünmek. Dinlerken düşünmek, düşünürken dinlemek. Müziğimizin, bu ulvî sanatımızın kökleriyle buluşmalıyız. O zaman şiir ve mimarî de bizimle olacak ve aslî vazifelerini ifa edeceklerdir. Bizi daha iyi insan, içindeki anlamı bulmaya çalışan insanlar hâline getireceklerdir. Bu dünyaya neden geldik? İçimizdekini bulmaya. Kendini bilen Rabb'ini bilir denmemiş boşuna...

Prof. Dr. Selâhaddin İçli, İnci Çayırlı, Nîdâ Tüfekçi, Prof. Dr. Nevzat Atlığ, Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Prof. Dr. Bekir Karlığa, Bekir Sıdkı Sezgin, Süleyman Erguner, Cinuçen Tanrıkorur gibi büyük isimlerden çeşitli eğitimler almış olan Yalçın Çetinkaya, dergilerde ve gazetelerde mûsıkî sanatının incelikleriyle dolu nice yazılar yazdı. Yeni Şafak gazetesinde yazdığı yazılar, ona 2015 yılında ESKADER'den "2015 Yılı Müzik Ödülü" kazandırdı. Öte yandan TRT İstanbul Radyosu'nda ve TRT Müzik kanalında hazırladığı programlarla da müziğe hizmet etti, hâlâ da aşkla, şevkle ediyor. Bu aşk ve şevk çoğu zaman Yalçın hocanın yazılarında, halkın göremediği sorunları sık sık vurgulamasına imkân sağlıyor. Günümüzde her peş peşe eser çalınınca fasıl, her gürültüyü müzik, her enstrüman çalanı da müzisyen zannetmemizin sebeplerini birer birer irdeliyor.

Müzik felsefesi, müzik sosyolojisi, müzik estetiği, tasavvuf ve Türk mûsıkîsi ilişkisi, Türk mûsıkîsi tarihi, Batı müziği tarihi, medeniyet ve müzik ilişkisi, müzik üzerinden medeniyet okumaları, din ve müzik, kutsal ve müzik, kadim müzik teorileri, uzak doğu geleneksel müzikleri, yeni müzik biçimleri ve düşünceleri gibi alanlarda dersler veren, araştırmalar yapan Yalçın Çetinkaya'nın Müziği Düşünmek adlı kitabı, Büyüyenay Yayınları tarafından Haziran 2016'da yayımlandı. Kitap, Çetinkaya'nın gazete yazılarını bir araya getiriyor ve böylece hem toplu okuma yapma imkânı sunuyor hem de müzikle düşünme yeteneği kazandırmak için el altında duracak bir yardımcı kitap görevi üstleniyor. Kitap, müziğin sadece belirli bir konu ya da konuları üzerine değil, Batıdan da Doğudan da birçok karşılaştırmayla birlikte tarih, coğrafya, ahenk, estetik, ritim gibi birbiriyle ilgili birçok meseleyi okuyucuya aynı anda verip, tüm kirliliklerin arasından güzel olanı daha kolay seçip alabilmenin bazı yollarını gösteriyor. Müziği Düşünmek, geçmiş yıllardan itibaren ülkemizde yaşanan sanat facialarıyla beraber, sanatçı profillerinin de gözden geçirilmesini sağlıyor, bu özelliğiyle aynı zamanda bir tenkit kitabı olarak da görülebilir.

Çetinkaya, ahenk kelimesi üzerinde ısrarla duruyor ki müzikte olduğu kadar şiirde ve mimarîde de ahenk vazgeçilmez bir yer tutar. Kainatın kusursuz sistemi, doğanın ekolojik sistemi, insanın sindirim sistemi, çiçeklerin fotosentez sistemi, hayvanlardaki üreme sistemi hep bir ahenk üzeredir. Yazar bu konudaki çıkış noktasını "Kâinattaki âheng ve varlığın âhengi ile bu âheng neticesinde çıkan zikrin, -âdeta- bir ilâhî nağme hoşluğunda çıktığını düşünebiliriz. Bu nağmeler de bütün varlık gibi Allah'ın 'Kûn' emrinin neticesidir. Kâinattaki âheng, 'Lâ İlâhe İllallah'ın açık göstergesidir. Müzikteki âheng, Pythagoras'ın dediği gibi kâinattaki âhengin yansımasıdır." diyerek belirliyor ve dolayısıyla müziğin hellalliği-haramlığı hususuna da temas ederek şu yorumu yapıyor: "Müziği gerçek anlamda anlayan, kâinatı ve bütün varlık âlemini anlar. Bunları anlayan da, Allah'ı bilir. Müzik, doğru ve hakkını vererek kullanan için Allah'tan uzaklaştırıcı değil, Allah'a yaklaştırıcı bir vesîle olabilir."

Müziği Düşünmek, tasavvufî geleneğin müzik yorumunu da derinleştiren bir kitap. Şüphesiz ki müzik, müzisyenin içinde var olan aşkın enstrümanıyla ortaya çıktığı, belirli kurallar ve ölçüler içinde dengeli olan bir sistem. Yani aşk, burada olmazsa olmaz bir değeri haiz. Çetinkaya'nın bu konudaki bir yorumu ise şöyle: "Aşk, tasavvuf ehli nazarında önemli bir mertebedir. Tasavvuf ehli, hakikatin peşinde koşan, onu arayan ve bulmaya çalışan kimsedir. Bu aşk, kuşkusuz ilahî aşktır. Bu nevi ilahi aşk, tasavvuf tarihinin bütün devirleriyle ortaya çıkmış ve -Gazalî'nin ifade ettiğine göre- 'bu hali yakalayan, keşif ve ilhamdan nasibini alan her sûfi bu konu üzerinde bir şeyler söylemiştir.' Aşk, nihai hakikat olan Allah'ın mâhiyetinin daha temel bir sıfatıdır. Aşk, Rahmet'ten zuhur eder; Rab, aşktan dolayı besleyip kuvvet verir. Rahîm, aşktan dolayı bağışlar. Gerçekte Rumî'nin ve sûfilerin yaptığı şey, aşkı sadece dine ve ahlâkî hayata mahsus kılmadan, anlamını genişleterek bütün mahlukata ve evrimci bir saik olarak aşka evrensel (cosmic) bir önem vermektir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah kendisinin Rahmân olduğunu ve Rahmân'ın da her şeyi kuşattığını söyler. Aşkı bir de Mevlânâ'dan sormak gerekir ama o da sorana 'ol ki bil' demiştir."

Kadim medeniyetimizde taşların bile sesi olduğu ve bunu duyabilen, dinleyebilen mimarların kalıcı eserler bırakabildiği vurgulanır. Goethe mimari için “Dondurulmuş müziktir” der. Dolayısıyla müziğin aslında o medeniyetin kalitesini, seviyesini, var oluşunu ortaya koyan en önemli sanat olduğunu söyleyebiliriz. Müziği Düşünmek'le birlikte hem Batıdan hem Doğudan bu yönde karşılaştırmalı okumalar yapmak ve el altında birçok bilgiye kavuşmak mümkün oluyor. Batı müziğinin dikey, Doğu müziğinin yatay olduğunu, bu sebeple de Doğu müziğinin insanı sınırlandıran değil özgürleştiren tonlara sahip olduğunu belirten Yalçın Çetinkaya hoca, mûsıkî hareketini şöyle açıklıyor: "Mûsıkînin dairevî hareketi, makamın, icrânın veya nağmenin başladığı yere dönmesi ve orada nihayete ermesi mânâsına gelmektedir. Varlığın ve bilhassa mûsıkînin dairevî hareketi, yani başladığı yere dönüş ve orada bitiş de bize şunu anlatır: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Yani: Hiç şüphesiz Allah'tan geldik ve Allah'a döneceğiz."

Kitapta tüm bunlarla beraber Osmanlı baroku, kilise müziği, dînî-lâdînî mûsıkî, enstrüman ve kadın sesi, Fârâbi ve mûsıkî, gelenek, ezgiler, Itrî, Mevlânâ'da mânâ, Leningrad ekolü, seslerin mimârîsi, hikmet ehlinin mûsıkî tercihi, makamsal yapılar, müzik şehri İstanbul, müzik ve düşünen toplum, müzik ve Türk modernleşmesi, nefs ve sevgiliyi hatırlatan nağmeler, ney ve insan-ı kâmil, Osmanlı İstanbul'unun müziği, Osmanlı mûsıkîsi, sâzende ve virtüoz, sesin varoluş gerçeği, cumhuriyetin müzik devrimi, piyano ve tampere sistem, ud'un ontolojisi ve ud nağmeleri ile tedavi, ulus devletin tek tip kimliği ve tek tip müziği, Urmevî, Zarlino, vahy ve mûsıkî gibi son derece önemli bilgilere ulaşmak mümkün.

Kitaptan, güncele yakın bir tespit ve çözüm önerisi de şöyle: “Bugün kaliteli müzisyen yok. Kimse güzel müzik yapamıyor. Güzel besteler çıkıyor fakat bakıyorsunuz ya içi boş ya taklit. Hâlâ 400 yıl önceki müzikleri dinliyoruz. Bugün hâlâ çıkıp adamın biri allı turnam diye türkü yapıyor. Allı turna çok güzel bir semboldü ama geride kaldı. Biz birçok değeri kaybettik. Müziğimizin ve sanatımızın Kur'an'a ihtiyacı var. Kendimizi yeniden Kur'an'la akort etmeliyiz.

Yalçın Çetinkaya'nın Yenişafak Gazetesi'nde 2009 yılı sonlarından itibaren yaklaşık beş yıl boyunca aralıksız yazdığı yazıları kitap hâline getiren Büyüyenay Yayınları, bu kitapla birlikte kültür dünyamıza kalıcı bir eser daha bırakmış oluyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Ocak 2022 Cumartesi

Geçmiş aşkın romanı

Gatsby, yeşil ışığa, yıldan yıla önümüzden geri çekilen o heyecan verici geleceğe inanıyordu.

Gatsby’nin umudunu temsil eden şey, karşı kıyıdaki aşkı Daisy'nin evinde yanan yeşil ışıktı. Gatsby her akşam o yeşil ışığa doğru bakıyor, her seferinde yeniden umutlanıyordu. Biliyordu ki o ışık sönmediği sürece aşkına kavuşma şansı vardı. Işık sönerse, kalbinin ritimleri onu hayata bağlamaktan vazgeçecekti.

Muhteşem Gatsby, Caz Çağı’nın akıcı üsluplu yazarı Scott Fitzgerald'ın en ışıltılı eseri olarak göze çarpmakta. Öyle ki eseri okurken 1920’lı yılların içinden geçip gitmek mümkün. Eser, Caz Çağı’nın tüm abartılı yaşantısına şahit olup eleştirmemize dahi olanak sağlamakta. Bu abartılı ve ışıltılı yaşantının içinde, eğitimsiz bir aileden gelip kendini bastan yaratan esas karakterimiz Jay Gatsby'nin Daisy'ye duyduğu aşk, olaylardan sıyrılıp masum bir hal alıyor. Her şey ve herkesin içinde göğe yükseliyor, odak noktası oluyor.

Gatsby, askerlik yıllarında Daisy'ye aşık olur, savaş zamanı Daisy ondan haber alamaz, ailesi onu başka biriyle evlendirir. Aradan beş yıl geçmiştir ve Gatsby Daisy'yi unutamamıştır. Servet sahibi olup Daisy'nin şehrine yerleşir, onu kazanmak için bir mücadele içine girer. Daisy’nin de katılması umuduyla tüm şehrin davetiyeye ihtiyaç duymadan katılabileceği lüks partiler verir. Bu partilerde eğlencenin hiçbir sınırı yoktur.

Yaşanan tüm olayları bize anlatan, şehre gelip Gatsby'nin komşusu olan Daisy'nin kuzeni Nick Carraway'dir. Yanındaki eve taşındıktan sonra Gatsby' nin gizemli hali dikkatini çeker, verdiği partilerden birine katılınca onla tanışma fırsatını yakalamış olur. Olaylara fazla müdahale etmeden anlatarak bizi de gözlemci koltuğuna oturtur, onunla birlikte yaşananları izleme fırsatı sunar. Gözlemci olmasına rağmen anlatımının derinliği sayesinde karakterlerin duygularını oldukça hissettirmekte. Nick, orta sınıftan sayılacak biridir ve o dahi aristokrat zümreyi eleştirir. Bu da bize Amerikan Rüyası’nın çöküşünü anlatmakta. Dıştan görünen güzelliğin içine dalınca, abartının gereksizliği gün yüzüne çıkmakta.

Kül Vadisi, New York'tan ayrılan çorak bir topraktır ve işçi sınıfına ev sahipliği yapmaktadır. Lüksün orta yerinde beliren fakir görüntü, Amerika’nın ahlaki çöküşünü anlamamızı sağlıyor. Vadide insanlara bakan bir çift göz resmi olması da her yaptığımız hareketin izlendiğini vurguluyor. Yapılan hiçbir şeyin gizli kalamayacağını, kendimizin bildiği şeylerin dahi sırrımız olamayacağını anlıyoruz.

Tüm bunlar içinde Gatsby'nin aslında mümkün olamayacağı bastan belli bir aşk hikayesinin peşinden sürüklenişi oldukça akıcı bir yönde ilerliyor. Daisy'nin fikir değişimleri ve kararsızlıkları, bir mücadele içine girmek istemediğini belli ediyor. Bazen aşkına kavuşmaya meyilli olurken, bazen tek bir sözün peşinde kararlarını değiştirip o yönde ilerliyor.

Gatsby, en son ana dek umudunu kaybetmiyor. Geçmiş aşkının gölgesini gününe taşıyarak şimdiki aşkın üzerini örtmek istiyor. Bu aşkı, zamanın ve yaşananların eritmiş olma ihtimali düşüncelerini hiç ziyaret etmiyor. Beş yıl öncesinde var olan aşka ait tüm duyguların hala devam ettiğine inanıyor, ortaya çıkarmak adına çabalıyor. Bu durumu Nick şöyle anlatıyor: “Bu düşün çoktan geride kaldığını; şehrin ötesinde, cumhuriyetin kara tarlalarının gecenin içinde serilip uzandığı o engin belirsizlikle kaldığını bilmiyordu.

Evet, bilmiyordu. Gatsby, her şeyin geride kalmış olma ihtimalini düşünmeden durmaksızın o yeşil ışığa bakmaya devam etti. Yeşil ışık, Daisy'ye kavuşma arayışıydı. O ışık, hayalini gittikçe kuvvetlendirdi ve göz önündeki gerçekleri örttü. Eskiye kuşkusuz bağlı kaldı. Ama geçmişin tekrar etmesi mümkün değildi. Geçmiş artık geride kalmıştı ve şimdi yaşananlar, yaşanacak olanlar engellenemez bir güce sahipti.

O yeşil ışık aslında hepimizin içinde var. Her gün başka bir nedenle umut ediyoruz. Her kurduğumuz hayal ile yeşil ışığa daha çok yaklaşıyoruz. Gerçekleşmeyeceğini düşündüğümüz bir hayal dahi olsa, peşinden sürüklenip rüzgarına kapılıyoruz. O ışık bir kez yandı mı, sönmesi mümkün olmaz. Ve inanıyorum ki yaşamımız son bulana dek, yeşil ışık hiç sönmeyecek.

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

14 Ocak 2022 Cuma

Bir soru, bir arayış ve bir bilinmezin toplamı

Urdu edebiyatının en önemli öykü yazarlarından Saadat Hasan Manto’nun öyküleri aracılığıyla, Hindistan’da yaşanan bölünmenin oluşturduğu kimlik sorunlarına uzaktan da olsa tanıklık ediyoruz. Kitaba ismini veren Toba Tek Singh isimli öykü, Hindistan’ın bölünme sürecinde akıl hastanesi sakinlerinin benliklerindeki bölünme ile toplum bölünmesi arasındaki ince çizgiye işaret ederek ilerliyor.

Toba Tek Singh, Urdu Edebiyatının en önemli öykü kitaplarından biri. Zoom Kitap’ın öykü dizisinin ilk kitabı olarak yayımlanan bu kitaptaki öykülerde gerçeklik ve kurgunun sınırını ayırt etmek mümkün değil. Dilin akıcılığı, anlatılanların hararetiyle birleşiyor ve Manto, okumaya ara vermekte zorlanılan bu öyküleri doğuruyor. Dünyada birçok dile çevrilen bu kitabı, Urduca aslından Arzu Çiftsüren’in özenli çevirisiyle okuma şansı yakalıyoruz.

Saadat Hasan Manto gerek anlattıkları gerekse onları anlatma şekliyle sıradan olmayan, farklı bir öykücü. Kitabı okurken, öyküler arasındaki bağın varlığını reddetmek mümkün değil. Öykülerde herkesin hikayesinin sesi duyuluyor; yaşatılan acıların ortaklığı anlatımda kendini belli ediyor. Manto, doğduğu ve hayatına devam ettiği Müslüman toplumun içerisinde, deyim yerindeyse bir ayrık otu gibi: Uyumsuz ve göze batıyor. Öykülerinden müstehcenlik nedeniyle hem Hindistan’da hem Pakistan’da yargılanan Manto, kendisine yöneltilen eleştirilere cesur bir şekilde yanıt veriyor: “Siz bu öykülere tahammül edemiyorsanız demek ki içinde bulunduğumuz bu zaman tahammül edilemezdir. Öykülerimdeki tüm çirkinlikler yaşadığımız bu zamana aittir. Halihazırda zaten çıplakken toplumun, kültürün ve medeniyetin çamaşırını ben neden çıkarayım? İnsanlar bana kara kalem diyorlar. Ben kara tahtaya siyah tebeşirle değil, beyaz tebeşirle yazıyorum ki tahtanın karanlığı iyice belirgin olsun.

Urdu edebiyatının usta kalemi Saadat Hasan Manto, bu öykülerde yaşananlar karşısındaki tanıklığını ve aklına yerleşen soruları okura aktarıyor. Yazarın 1954 yılında kaleme aldığı bu öyküler, Hindistan’nın bölünmesi ve Pakistan’ın kurulması sürecinde yaşananları insan, devlet, kültür ve vicdan gibi birçok önemli kavram çerçevesinde ele alıyor. Yıllarca beraber yaşayan insanların dengeler değiştiğinde neye dönüşebileceğini çarpıcı şekilde aktaran kitabı okurken benzerliklere şaşırmamak elde değil.

Toba Tek Singh bir soru, bir arayış ve bir bilinmezin toplamı olarak öyküde yerini oluyor. Neden yaşandığı bilinmeyen, birilerinin aldığı kararlar sonrası toplumun sürüklendiği bölünmenin akıl-dışılığının simgesidir. Bu köy, hastanedeki akıl hastalarından birinin köyüdür ve ne hastane yönetimi ne de başka biri onun sorusuna yanıt veremez: Toba Tek Singh hangi ülkenin sınırları içerisindedir? Toba Tek Singh, Manto’dur bir bakıma.

"Bütün çabama rağmen Hindistan’ı Pakistan’dan ayrı düşünemiyordum. Sürekli aynı soruyla boğuşuyordum: Pakistan edebiyatı ayrı bir edebiyat mı olacak? Öyleyse neye benzeyecek? Bölünmemiş Hindistan’da şimdiye dek yazılanların yeni sahibi kim olacak? Onlar da mı bölünecek?

Toba Singh Manto, cevaplarına ulaşamayan öykülerden oluşuyor. Kitabın çevirmeni Arzu Çiftsüren’in önsözü ve Ali Çakmak’ın sonsözü, okur için bir karşılama ve uğurlama niteliğinde. Özellikle Çakmak’ın sonsözünü okurken, kitabı yeniden okur gibi hissetmek mümkün. Okuru bol olsun!

Özge Uysal

13 Ocak 2022 Perşembe

Gerçek mûsıkî zihin ve gönül serüveninden ortaya çıkar

Müzik, bir tarafıyla onu meydana getiren medeniyetin temel taşı, diğer tarafıyla ise bir medeniyetin diğer medeniyetlerle makul seviyede münasebet kurmasını sağlayan bir sanat. Öte yandan insanî duyguları tarihî hafızayla birleştiren bir kimlik aracı. Dünyada kendi sistemi olan iki müzik türünden biri olan Türk müziği (diğeri klasik Batı müziği) ise, birçok müzik tavrını bünyesinde toplayıp ona yeni bir şekil kazandırmasıyla apayrı bir yere sahiptir. Anadolu coğrafyasının irfanı ve Türk müziğinin kendine has metotları; Süryani, Ermeni, Rum, Keldani, Kürt, Yahudi müziklerini etkisi altına alarak birbirleriyle dengeli bir ilişki kurmalarına, bu toprakların sesini, ahengini ve estetiğini yansıtıp kıyamete dek kalıcı nitelikte eserlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Müzik ve Kimlik adlı kitabında yirmi üç söyleşiyi bir araya getiren Rıdvan Şentürk de, müziğin toplum üzerindeki birleştirici rolünü tarihî perspektiflerle okuyucuya sunmuş.

Öncelikle Şentürk’ü tanıyalım: Almanya'da sinema ve felsefe alanlarında yüksek lisans yapmış, doktorası ise sinema alanında modern ve postmodern estetik üzerine olan; halen İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı bölümünde öğretim üyeliği yapmakta olan Rıdvan Şentürk, “Almanya’da Türk İzleri”, “Müziğin Gücü”, “Almanya Treni”, “Kafkas İslam Ordusu” gibi belgeseller hazırlamış, dünya ve Türk sineması estetiği üzerine 20’ye yakın seminer sunmuş, "Türkiye’de Film Endüstrisinin Konumu ve Hedefleri" başlıklı projeye danışmanlık yapmıştır. Yazarın daha önce yayımlanan eserlerini de özellikle belirtmek isterim: Terörist (tiyatro oyunu, 2009), Gülme Teorileri (2010), Postmodern Kaos ve Sinema (2011), Eleştirel Teorinin Eleştirisi (2013), Türk Sinemasının Durum Analizi (2014); Heidegger, Düşünmek Ne Demektir? (Almancadan tercüme, 2013).

Küre Yayınları'ndan çıkan 432 sayfalık Müzik ve Kimlik adlı kitabın önemli bir özelliği de sayfalara yerleştirilmiş QR kodlar vasıtasıyla okuyucuya hazırlanan internet sitesi üzerinden örnek eserleri dinletebiliyor olması. Söyleşileriyle kitaba katkıda bulunan değerli isimler ise şöyle: Arda Ardaşes Agoşyan, Celâleddin Çelik, Fransua Yakan, Gabriel Aydın, Gönül Paçacı, Hristos Psomiadis, Karen Gerson Sarhon, Kevork Tavityan, Mehmet Atlı, Miltiadis Papas, Murat İçlinalça, Nişan Çalgıcıyan, Nuri Özcan, Ömer Tuğrul İnançer, Ruhi Ayangil, Sadettin Ökten, Safa Yeprem, Salih Bilgin, Selim Hubeş, Turgay Üçal, Vedat Yıldırım, Yakup Atuğ, Yalçın Çetinkaya.

Rıdvan Şentürk, kitabıyla ilgili bir söyleşisinde, ülkemizde müzik üzerine hiç düşünülmediğini, tartışılmadığını, müziğin diğer sanatlarla (şiir, mimari, hat vb.) ilişkisinin değerlendirilmediğini, toplum kimliğini anlatan taraflarının ele alınmadığını söylemişti. Tüm bunlar Şentürk'e bir sorumluluk yüklemiş, ülkemizde yalnızca yemek masası eğlencesi ve alışveriş mağazası fon müziği gibi 'başka bir şey için yedekte kullanılan' malzeme seviyesine indirgenen bu büyük sanat dalını ehli olan şahıslarla irdelemeye götürmüş. "Mimar Sinan üzerine konuşuyorsak Itrî üzerine de konuşmalıyız, müziği diğer sanat dalları arasından çekip aldığımızda düşünceden şiiri almış gibi oluruz. Müziksiz ve şiirsiz bir mimari, mimari değildir. Müziksiz ve şiirsiz bir toplum kalıcı olamaz, düşünemez." diyen Rıdvan Şentürk, kimlikten bahsederken müziği es geçmenin de mümkün olmadığın belirtiyor.

Kitapta birçok isimle söyleşinin yer aldığını belirtmiştim, ben bu yazıda kalbî rabıtam ve şahsî ilgim münasebetiyle Sadettin Ökten hocamızın görüşlerinden bahsetmek istiyorum.

Sesler dünyasına yapılan bir gezinti, mimari bir yapılanma olarak anlatmaya başlıyor mûsıkîyi Sadettin hoca. Buradaki mimari yapılanmadan kasıt ise şudur: İnsan kulağına tüm sesler hoş gelmez. Belli frekansları haiz olan sesler insan için güzel seslerdir. Dolayısıyla mûsıkî, "güzel seslerin kullanılmasıyla ortaya çıkan bir yapılanma" olarak tanımlanıyor hoca tarafından. Kısa-uzun ses, usul (batıda rhythm) ve güfte, müziği oluşturan üç unsur. Bunların belirli bir ahengi izlemesiyle ortaya müzik çıkıyor. Ahenk olmadığında ise gürültü.

"Mûsıkî insanların iç dünyasını ifade eder; duygularını, düşüncelerini, hissiyatlarını, meyillerini ve coşkularını ifade eder" diyor hoca. Yıllardır üzerinde önemle durduğu medeniyet tasavvuru (dünya görüşü, hayat telakkisi) müzikte de ortaya çıkıyor. Bireyin içinde bulunduğu medeniyetle ilişkisi, bir medeniyet tasavvuruna müntesip olmalarıyla ortaya çıkıyor. Buna medenî münasebet denilebilir. Hoca, dıştan bakıldığında (fizyolojik) insanların bir görülebileceğini fakat içeriden bakıldığında (hayat tercihleri, imkânlarını nasıl kullandıkları gibi) birçok farklılığın ortaya çıktığını vurgularken eski Yunan'dan örnek veriyor. Mimari, heykel sanatı, tragedya ve edebiyat alanlarına bakılarak antik Yunan'ın nasıl bir medeniyet tasavvuruna sahip olduğunu anlayabileceğimizi söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Dünya devam ettikçe, zamanlar geçtikçe, gelen farklı toplulukların farklı medeniyet telakkileri ortaya çıkıyor ki bu telakkilerin dışavurumunda kullandıkları en önemli vasat mûsıkîdir."

Her büyük medeniyet telakkisi kendisini bilim, tefekkür, sanat gibi üç büyük sahada ifade eder. "Mûsıkinin arkasında çok ciddi bir gönül, çok ciddi bir zihin serüveni vardır. Gerçek mûsıkî bu zihin ve gönül serüveninden ortaya çıkan mûsıkîdir." hocaya göre.

Örneğini ise jazz müziğinden veriyor Sadettin Ökten: "Eğer Amerika'daki tarım - sanayi çatışması olmasa, sanayi galip gelip tarımdaki insanlar kuzey memleketlerine gidip oralarda fabrikaların işçisi olmasa, tarımdaki durumlarından çok daha kötü, çok daha gergin bir hayatı yaşamak için mahkum olmasalar, jazz müziği ve onun daha öncesindeki ruhsal müzik, blues ortaya çıkmayacaktı. Şu hâlde her mûsıkî ekolünün, mûsıkî serencamının arkasında bir hayat tecrübesi var. O hayat tecrübesi ise bir medeniyet tasavvuruna dayanıyor. Eğer Amerika'daki bu ezilen kitleleri merhametle, şefkatle insanlar bağırlarına bassalardı, ürettiklerini onlarla paylaşsalardı belki böyle bir mûsıkî, böyle bir şekva müziği çıkmayacaktı. Yahut da daha sonraki zamanlarda, (19)30'lu yıllarda Amerika'nın içinden gelen pragmatik büyük eğilim, bu mûsıkîyi popüler hâle getirip bundan para kazanan insanlar zuhura gelmeyecekti. Böylece bir kanal belki bir başka noktaya doğru akmaya devam edecekti."

Sadettin Ökten’in, söyleşide üzerinde önemle durduğu konulardan biri de halk mûsıkîsi, sanat (saray) mûsıkîsi mevzuu. Hoca bu mevzuya 'sınıfsal' açıdan bakıldığında çok belirgin bir farklılığın net biçimde görünebileceğini ve hatta bu farkta sarayın ezenlerin, halkın da ezilenlerin temsilcisi olarak görünebileceğini belirtiyor. Sınıfsal açının dışına çıkıp işe zengin-fakir, genç-yaşlı veya farklı nesilleri birleştiren medeniyet telakkisi açısından bakıldığında her toplumun belli bir birikime, belli bir tesanüde, belli bir birlikteliğe erişmesi için arkasında çok ciddi bir inanç, duygu, ruh beraberliği olduğu görülür.

Hocaya göre bunları keşfetmek için sorulması yahut izlenmesi gereken yollar ise şöyledir: Hayatı nasıl kullanacağız? İmkânları nasıl sarf edeceğiz? Neye gönülden bağlanacağız? Neyi zihnî planda açıklayacağız, neyi açıklayamayacağız ve ona bir aşk duyacağız? Verilen cevaplar o topluluğun medeniyet telakkisinin yalnız ipuçlarını değil, kökeninde yatan gerçeği, hakikati, temel taşını bizlere söyleyecektir. Tüm bu soruların nihayetinde Osmanlı'yı var eden medeniyet telakkisinin ne olduğu konusunda Sadettin Ökten tek bir nokta üzerinde duruyor: "Burada halk için zengin-fakir, saraylı-köylü ayrımı söz konusu değildir."

Rıdvan Şentürk'ün büyük emek mahsulü kitabı Müzik ve Kimlik, elimizin altında mutlaka bulunması gereken bir tarihsel yolculuk, aynı zamanda da bir sanat keşfi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Modernitenin arka bahçesi

Batı’ya yönelik özelikle tarihi konular aktarılırken Avrupa merkeze alınarak anlatılır. Rönesans, Reform Hareketleri, Aydınlanma başlığı altında bilim ve teknikteki gelişmeler, siyaset, felsefe ve sosyoloji konuları aynı minval üzere değerlendirilir. Batı’nın siyasi, sosyal, dini, ekonomik, kültürel ve en temelde düşünsel evreni içinde olan ama Avrupa dışında kalan bölgeler arka planda yer alır. Bu yöntem on sekizinci yüzyıl öncesi için anlaşılır bir durumdur fakat özellikle bu yüzyılın ikinci yarısında muazzam bir ivme yakalayan Amerika Birleşik Devletleri’nin de aynı muameleye maruz kaldığı görülür. Oysa modernite bağlamında ilk anayasayı uygulamaya koyarak demokratik süreçleri başlamasını ve modern devlet mekanizmasının görünür olduğu ülkedir Amerika. Dahası sıfırdan sanayileşerek büyüyen kentlerin merkezidir. Fakat ilginçtir, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısındaki Bağımsızlık Bildirgesi ve Amerikan Anayasası’na yapılan atıf sonrasında Birinci Dünya Savaşı’na kadar adeta görünmez olur bu koca ülke. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise ipleri tümüyle eline alarak bugün bildiğimiz küresel güç konumuna ulaşır. Arada kalan yaklaşık bir buçuk asırlık sürede kendi içinde mücadele eden uzak ya da başka bir dünya gibidir.

Bugün modernite tarihine yönelik detaylı bir okuma yapıldığında on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl Amerika’sının günümüzün liberal-kapitalist Batı dünyasının şekillenmesinde aldığı rolün ne kadar önemli ve büyük olduğu anlaşılır. Belki de dönemi bu yönüyle açığa çıkaran en önemli isim Alexis de Tocqueville’dir (1805-1859). Lütfi Sunar’ın kaleme aldığı Alexis de Tocqueville adlı biyografik çalışma alışık olduğumuz Batı modernleşmesine farklı bir bakış atmayı mümkün kılıyor. Sözü geçen farklı bakış, Amerika’nın yukarıda değinilen rolüne dikkat çekmesinden kaynaklanıyor. Çalışmanın, bu yönüyle tarihe farklı bakmayı salık veren tüm çalışmalar gibi entelektüel birikim açısından önemli bir boşluğu doldurduğu şüphesiz.

Kitaba verilen Modern Çağın Çelişkileri Karşısında Bir Düşünür şeklindeki alt başlık içeriği net olarak vermemekle birlikte zihni tahrik ediyor. Buradaki çelişkilerin neler olabileceğini konusu Batı düşüncesinin kendi iç dinamikleri açısından tahmin edilebilir diyebiliriz belki fakat daha Önsöz kısmında bağlamın farklı olacağının işareti veriliyor. Lütfi Sunar, özellikle modern düşüncenin önemli düşünürlerinin ‘öteki’ konusuna bakışının çerçevesini çizen anlayışın Batı dışındaki toplumları değerlendirirken ikircikli bir hâl aldığını belirtiyor. Onlardan biri olan Tocqueville’i çözümleyebilmek için de, onun içinde yetiştiği ortamı geçmişiyle birlikte ele almanın gerekliliği üzerinde duruyor. Bu bağlamda anakronizme düşmeden, kişileri ve süreçleri kendi dönemi içinde değerlendirmenin sosyal bilimler açısından ne kadar önemli olduğunun altı çiziliyor diyebiliriz.

Kitabı içerik açısından değerlendirdiğimizde Giriş ve Sonuç hariç sekiz bölümden oluştuğunu görüyoruz. İlk bölümde Tocqueville’in aristokrat olan aile geçmişi, aldığı eğitim, çalışma hayatı ele alınıyor. Bu özellikleri onun düşüncesinin şekillenmesinde önemli etkilere sahip. Takip eden sonraki altı bölümde dönemin gerilimleri içinde oluşan siyasi görüşleri ve seyahatleriyle şekillenen eserleri kapsamlı şekilde değerlendiriliyor. Kitabın bu bölümleri bir yandan Tocqueville’i anlamayı sağlarken bir yandan da hem dönemin Fransa’sının hem de Amerika’sının siyasi, ekonomik ve sosyolojik analizini ortaya koyuyor. Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan gerilimli süreçler, toplumsal dönüşüm, siyasi tartışmalar, sömürgecilik ve köleciliğe bakış gibi temel konuların ele alındığı görülüyor. Çalışmayı önemli hâle getiren şey ise, bu dönemin Amerika’sını aktaran Tocqueville bir anlamda Amerika’yı Fransa ile karşılaştırması ve Amerikan Rüyası’nın arka planını net şekilde ortaya koyması diyebiliriz. Diğer bir deyişle, Tocqueville’in çalışması Amerika’da Avrupa’dakinden farklı biçimde ortaya çıkan demokratik devlet ve toplumun hangi saiklerle oluştuğunu açıklıyor. Sekizinci bölümde ise Tocqueville’in ölümünden sonra bıraktığı düşünsel mirasının etkisi, tarihsel değerlendirmeleri ve bugüne yansımaları üzerinde duruluyor. Bütün bu değerlendirmeler, Tocqueville’in Amerika’ya yaptığı seyahat sonrasında Amerika’da Demokrasi adıyla yazdığı dört ciltlik eser başta olmak üzere diğer seyahatleri akabinde kaleme aldığı yazılar etrafında şekilleniyor. Tocqueville’in analizlerine bakıldığında Amerika gibi İngiltere’ye yaptığı seyahat ile Cezayir’e yaptığı seyahatleri aynı tutarlılıkla değerlendirmediği, oryantalist bir bakış açısıyla Doğu-Batı ayrımı yaptığı ortaya çıkıyor. Tocquevile’in çalışmalarında Batı’nın diğer toplumları uygarlaştırıcı ‘kutsal’ misyonun bir izdüşümü görülüyor.

Lütfi Sunar, uzun bir süreci alan ve yoğun emek verdiği anlaşılan çalışmasında Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi adlı eserini merkeze alarak on sekizinci yüzyılın son yarısı ve on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısının siyasi ve sosyolojik değerlendirmelerini analiz ediyor. Son iki yüz yılın Batı eksenli değişim, dönüşüm ya da gelişiminin izleğini sürebilecek bir metnin ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kitabın benim açımdan ortaya çıkardığı en önemli şeylerden ilki, Batı’nın Batı dışı toplumlar konusundaki ikiyüzlülüğünün hiçbir koşulda değişmediğini göstermesi oldu. Özellikle kölelik, sömürgecilik ve emperyalizm ile ilgili konularda Batı özelinde ele alındığında hümanist ve liberal bir tavır takınan Batı aydını -ki buna farklı bir portre çizen Tocqueville de dâhil- söz konusu Batı dışı toplumlar olduğunda sömürgecilik, kölecilik ve emperyalizmi savunma pozisyonuna geçiyor. Bu bağlamda her türlü şiddeti meşru görerek bu uygulamaları uygarlaşmanın gereği olarak tanımlıyor. Bu tutum Batı’nın ötekileştirici oryantalist anlayışını evrenselleştirerek çelişen söylem ve eylemleri Aydınlanma düşüncesinin doğurduğu akılcılık ve bilimcilik temelli pozitivist ilerleme ideolojisinin bir parçası olmaya mecbur bırakıyor. İkinci önemli nokta ise, Amerikan devleti ve toplumunun yazının başında belirttiğim Batı dünyasındaki etkin rolünü görmemi sağlayarak flu kalan bazı alanları netleştirdi diyebilirim.

Tüm bunların yanında kitapta sıklıkla altı çizilen Tocqueville’in Batı dışı toplumlara yönelik çelişkili değerlendirmeleri, Fransa özelinde Avrupa ve Amerika bağlamında sistemsel sorunlara yönelerek zaman zaman özeleştiri, zaman zaman da uyarı ya da tavsiye boyutuna ulaştığı gerçeğini de görmemiz gerekiyor elbette. Özellikle Batı tipi demokrasinin kendi içinde burjuvanın despotizmine (yumuşak ya da demokratik despotizme) dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtmesi bugünün razılığa dayalı liberal-kapitalist dünyasını özetliyor. Diğer yandan Tocqueville’in gözlemci sosyolojik bakış açısı Amerika devletinin hegemonik yapısını göstermenin yanında, hız ve rekabet odaklı Amerikan toplumunun bugününü açıklayan veriler sunarak, modernite anlatısının geri planda bıraktığı süreci deşifre ediyor. Dolayısıyla dönemin diğer düşünüleri göz önüne alındığında kendine has bir sosyal bilimci profili çizen ama bir türlü kategorize edilemeyen Tocqueville’in hakkının tam olarak teslim edilmediğini görüyoruz. Kitaba yönelik en net eleştirim, farklı bölümlerde (muhtemelen) meselenin bağlamını aktarabilmek ve anlamı güçlendirmek için yapılan tekrarların okuma insicamını bozduğu yönündeki izlenimim diyebilirim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp