19 Mayıs 2020 Salı

Bürokrasi labirentinde kaybolan insanların ruh halleri

Yakın zamanda kurulan Vakıfbank Kültür Yayınları, yayın hayatına başlarken seçtiği ilginç ve önemli kitaplarla kısa zamanda adını duyurmayı başardı. Bunlardan biri de Balzac’ın Çalışanın Fizyolojisi adlı, ilk olarak 1841’de yayınlanan ve Türkçe’ye çevrilmesi neredeyse 180 yılı bulan ilginç eseri.

İlginç diyorum çünkü Balzac’ı Balzac yapan eserlerine pek de benzemiyor. Roman deseniz değil, deneme değil, anı değil, kronik değil, kendine özgü bir tür gibi. Sanki Balzac, onca zorluğun ve mücadelenin içinde beş parasız boğuşurken asap bozucu bir biçimde ‘kapağı devlete atıp’ anlamlı hiçbir şey yapmaksızın ‘salla başını al maaşını’ konforunda yaşayan memurların üzerinde oluşturdukları zehirli etkiden kurtulup yoluna devam edebilmek için gerçekte ne olduklarını ifşa etmek ve kaleminin üzerindeki yüklerinden kurtulup esas işine dönebilmek için verdiği bir arada içinde biriken duyguları ifadeye döküyor. Sonuç nasıl olursa öyle bir tür içinde bu insan tipiyle toplumun gözleri önünde hesaplaşmak istiyor.

Her bir memur tipini ayrı ayrı ifşa edip maskesini düşürmek, ‘dünyanın en aydınlanmış ulusu’ dediği Fransa’yı -kendi ifadesiyle- ‘aptal yerine koyan’ bu insanlarla hesaplaşarak bir yazarın en önemli görevini, toplumunu gerekirse kendi kendisine karşı savunma misyonunu yerine getiriyor. Devlet memuru tipi neyi simgeliyor ya da neyi çağrıştırıyorsa Balzac bunun tam karşı kutbunu temsil ediyor çünkü.

Kendisini Balzac’çı olarak tanımlayan biyografi sanatının büyük ismi -kutup yıldızı mı demeli!- Stefan Zweig, ‘Fransız edebiyatının Napoléon’u dediği hukuk fakültesi öğrencisi Balzac’tan, “Yirmi yaşındaki gencin, noter ya da avukat olmak yerine bir yazar, bir edebiyatçı, bağımsızca eserler yaratan bir insan olmak istediğini açıklaması, böyle bir şeyi hiç tahmin etmeyen ailede şok etkisi yaratır.” diye bahseder.

Yazarların en hayalperestlerinden biri olarak kabul edilen Balzac, hukuk gibi, mesleklerin en realistiyle karşılaştığında muhtemelen dayanılmaz acılar çekmiş, bu realist dünya karşısında kendisini fazlasıyla savunmasız ve korunaksız hissetmiştir. Edebiyat, onun için bir seçim değil kor halinde yanan karmaşık ruh dünyasının kurtuluşa ermek için zorunlu olarak kendini attığı bir ateş, ateşin en parlak halindeyken yukarı doğru yaptığı bir atılış haliyle geçtiği yeni bir faz belki de.

Bu geçişin tamamlanabilmesi için Balzac’ın hayatta yapamadığı ya da başarısız olduğu ne varsa ateşe atıp yakması gerekiyordu ve de. Kalemi sertti bu yüzden. Kendini yeniden kurmak ve bağımsızlığa ulaşmak için yakması gereken şeylerin ilk sırasında toplumu aldatan insanlar geliyordu ve memurları da bu insanlar arasında görüyordu. Hukuk fakültesinden birilerini birilerine karşı değil toplumu topluma karşı savunabilmek için ayrılıyor, adaletsizliklerin görüldüğü mahkemeler yerine ortaya çıktığı hayatın diplerine dalıyordu.

Hissettiği tek şey, içinde nereye yönlendireceğini bilmediği bir güç olduğuydu” ve bu güç, ateşin koru arttıkça daha fazla şey yakmaya ihtiyaç duyuyordu. Siyasetin, toplumsal hayatın ve sahte ahlakın çürümüş yanlarını yakarak temizleyebileceğini düşünüyordu.

Balzac, sadece yüreğinde değil davranışlarında da cesur olmak istiyordu. Sadece söyleyerek değil yaparak, karşı çıkarak, acı çekerek yüreğindeki cesareti hissedebiliyordu. İş hayatında ve özel ilişkilerindeki bütün başarısızlıklarından da yazarak değil yakarak kurtuluyordu. Çalışanın Fizyolojisi, tipik bir Balzac kitabı, keskin kaleminden süzülen edebi eser gibi değildir bu yüzden. Yüreğiyle değil beyniyle, ruhuyla değil keskin gözleriyle yazmıştır.

Yazmak için yakmak zorunda olduğu türden, sadece bir kerelik yapılan işlerdendir. Sonraki yıllarda okunması, tekrar tekrar basılması da gerekmemektedir belki. Eserleri arasında önemsenen bir yer işgal etmemektedir. Ama bunu yazan Balzac olduğu için elbetteki değerlidir. Balzac bu kitapçıkla, her şeyi mesele yapan büyük bir yazarın sıradanlığı parçalayıp esas gerçeği gün yüzüne çıkarma ihtiyacını geçici bir zaman için giderir. Tıpkı Eldivenin Geleneksel Tarihi, Süslenmenin Felsefesi, Gastronominin Fizyolojisi, Bir Şampanya Şisesinin Ahlaki Yönden İncelenmesi kitaplarında olduğu gibi ironi dolu eğlenceli metinlerde ele aldığı tipolojiler onu adım adım İnsanlık Komedyası’na götürmüştür.

Balzac bir ifşacıdır. Otuz yaşına geldiklerinde bütün sevgi beklentileri boşa çıkan çaresiz evlilikler içindeki kadınların gerçek hikayesini, zenginliği ve fakirliği, yokluğu ve şatafatı, debdebeyi, paranın ve siyasetin sunduğu yalancı iktidarın insanları ahlaken ne denli çürütebileceğini toplumun bütün tabakalarını içine alacak şekilde ele alır, mesele yapar ve adeta kağıda işler. Satırlarda öfkeli ve zeki bir elin kazmak ya da nakşetmek için gereğinden fazla güç uygulayan darbeleri hissedilir. Bu nedenle, her köşe başında kendine sayısız düşman edinir. Ne var ki eleştirilerden ve düşmanlıklardan etkilenmeyecek kadar büyük, yaşam dolu ve içten gelen bir gücün tesirindedir.

Balzac, “En iyi esinler bana hep en derin korkuları ve çaresizlikleri yaşadığım saatlerde gelir” demiştir ve Çalışanın Fizyolojisi bir bakıma esin gelmeyen zamanlarda yaptığı işlerdendir. Bu sayede çok cesur ve korkusuzca kalemini kılıca dönüştürüyor, bürokrasinin karmaşık labirentlerinde kaybolan insanların ruh hallerini kelimenin tam anlamıyla ifşa ediyordu. “Bir çalışan, doğa tarihi yasalarından bihaber bir haziran böceğinden daha fazla sorumluluk sahibi değildir.” diyordu. “Oğlunuza özel bir gelir ya da toprak bırakamayacaksanız...oğlunuza tüm bu eksiklikleri telafi edecek bir deha da aktaramadıysanız, o barbarca, acımasız, ölümcül ifadeyi asla ve kat’a kullanmayınız: ‘o bir memur olacak!" diyordu.

Sanat ve düşünce insanının devlet memuru kadar değer görmüyor oluşunun hesabını sorması gerekiyordu. Büyük Fransız halkının bu büyüklüğünü kaynağına iade etmesi ve ‘memur zihniyetli’ insanların toplumu teslim almasına karşı çıkıp bir şey söylemesi gerekiyordu. Onlar söylemiyorsa eğer, Balzac bütün bir halkı adına bunu yapabilecek kadar güçlü ve cesur hissediyordu kendisini esin gelmediği zamanlarda.

Heyecansız memurlar için, “Onun için atmosferin durumu koridorların havasıdır, vantilatörsüz odaları dolduran erkek soluğudur, kağıtların ve tüy kalemlerin rayihasıdır; onun toprağı döşeme taşları ya da odacının süzgeçli sulama kabıyla ıslatıp nemlendirdiği, yama yama acayip molozların süslediği parke zeminidir. Gökkubbesi bakıp bakıp esnediği tavan, fiziki çevresi de uçuşan toz zerreleridir.” derken elbette açıkça küçümsüyordu. Bütün memurlar adına havasızlıktan boğulacak gibi oluyor, ayağını toprağa basma ihtiyacı duyuyordu.

Çalışanın Fizyoloji, farklı memur tiplerinin herkesin gözü önünde olduğu halde görünmeyenlerini içeren bir eğlenceli metindir. Benim açımdan fazlasıyla bildik ve tanıdık tipler ve konular bunlar. Genel olarak güncelliğini koruduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat kitapta bir yer var ki hepsinden daha eğlenceli ve şaşırtıcı. Bu, Özel Kalem tipine dair anlattıkları kısım.

Geçmişinde -1 günlüğüne de olsa- Özel Kalem müdürlüğü yapıp, daha fazla acı çekmemek için kendi isteğiyle derhal ayrılmış biri olarak Özel Kalem tipi beni de yakından ilgilendirdiği için belki de en çok ilgimi çeken yer burası oldu.

Bölüme şöyle başlıyor Balzac: “Özel kalem her daim genç bir adamdır. Yetenekleri ve yetileri sadece bakanın kendisine malumdur.” Sonrasında şöyle şeyler söylüyor:

Bakanın şikâyetlerini dinler ve onunla birlikte güler. Bakanın maşası rolünü oynar, gazetelerle, lobilerle, editörlerle tatlı tatlı konuşur. Bakanın çeşitli çıkarlarıyla arasındaki gizemli bağlantıdır. Günah çıkartma hücresindeki bir rahip gibi ağzı sıkıdır: hem bilir hem bilmez; bazen her şeyi bilir, bazen hiçbir şeyden haberi yoktur. Neşeden gözleri pırıl pırıl olmalıdır; bakanın kendisi hakkında diyemediğini o diyebilir. Son olarak, onun refakatindeyken bakan kendisi olmaya cüret edebilir...” (sf.59)

Bu genç adam tam olarak bir devlet adamı değildir, ama siyasetçidir. Arada sırada tek kişilik bir partinin siyasetçiliğini yapar. Neredeyse her daim çok genç olan özel kalem...sadık bir dost rolü oynar, onu pohpohlar ve tavsiyelerde bulunur. Daha iyi danışmanlık verebilmek için dalkavukluğa mecbur olur ya da danışmanlık veriyormuş gibi gözükmek için onu pohpohlar. Bu işi yapan neredeyse tüm genç adamların solgun bir yüzü vardır. Denilen şeyi onayladıklarını ya da onaylamadıkları intibaını uyandırdıkları aralıksız kafa sallama hareketleri, bize kafalarında tuhaf bir şeyin olup bittiğini anlatır. Ne derseniz deyin, ayrım yapmadan onaylar. Özel kalemlerin dağarcıkları, ‘ama’lar, ‘gelgelelim’ler, ‘ne de olsa’lar, ‘ben olsam’lar, ‘sizin yerinizde olsamlar’la (bunu çok kullanırlar) doludur. Yani çelişkilere çıkan tüm ifadelerle.” (sf.59)

Özel kalem tipi, kendine ait olmayan bir güce yaslanan her insanda olduğu gibi dalaverelere bel bağlamak zorundadır. Saygınlık ve prestij için yapamayacağı çok az şey vardır. Gücün her zaman içinde, yanında ve yakınındadır, gerektiğinde kullanım hakkına da sahiptir ama hiçbir zaman gerçek bir iktidar duygusuna sahip değildir. Bu yakıcı hâl, iktidarın asıl kaynağına gün geçtikçe daha fazla bağlanma ve onu yüceltme ihtiyacı doğurur. Bir süre sonra yüceltmelerine devam edebilmek için bu kez kendisini yüceltecek birilerine ihtiyaç duyar. Aksi takdirde, kendinden verdikçe eksildiğini hissederek arası giderek açılan güç karşısında her geçen gün değersizleşiyor ve önemsizleşiyormuş hissine kapılır. Hayatı boyunca kurtulmak istediği bu his hiç olmadığı kadar bütün ruhunu sardıkça bundan kurtulmak için gerçek sahibi olmadığı gücü kendininmiş gibi gören insanlar arar ve bu sayede iktidarla bağ kurma arayışında hazır bekleyenlerin en zayıfları arasından çok geçmeden bulur. Sonrasında her iki taraf da birbirini kullanır ama günün sonunda iki taraf da her güçsüz insanda olduğu gibi güçle temas ettikçe zayıflıklarının esiri haline gelerek büyüklük kompleksine kapılıp her sıradanlıktan kahramanlık çıkarmaya çalışır.

Sonrasındaysa bir Balzac çıkar işte ve bu görkemli rüya acı bir sonla nihayet bulur.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

17 Mayıs 2020 Pazar

Yalnız olmayan yazamaz, yazamayan yalnız olamaz

"Olabildiğince yalnız kalmalıyım. Hayatta başardığım ne varsa yalnızlığıma borçluyum."
- Franz Kafka

"Yalnız yaşayan bir insanın yapacağı tek şey; daha fazla yalnızlaşmaktır."
- E. M. Cioran

Edebi yapıtlarda, en çok işlenen konulardan biridir yalnızlık. ‘Olmak’ maruz kalmaktır der üstat Cioran. Bu kitapta ‘Olmak ’an itibarıyla yalnız kalmaktır. İyi yazılanlar hep iyi bir yalnızlık eseridir. Yalnız olmayan yazamaz, yazamayan yalnız olamaz. Hep bir kendine, yani yalnızlığa kaçıştır yazmak eylemi. En önemli eserlerden; en önemli, kıymetli bir yalnızlık akar. Bunu görmek için de yalnızlığın ne olduğunu bilmek, onu yaşamak, hissetmek, var olduğunun bilincinde olmak şarttır.

Efendim, yazı dünyasına harika eserler kazandırmak için adeta ant içmiş, durmadan, yılmadan, yorulmadan, çalışan bir yayınevi olan Jaguar; yine nefis bir eser sunuyor bizlere. Yukarıda anlaşıldığı üzere yalnızlık, kalabalıklar arasında olan bir yanlıkla; edibin yalnızlığıyla karşı karşıyayız. Büyük yazar, Sergio Chejfec’in dünyası; biz okuyan, yazan, araştıran, merak eden, didinen insanlara yabancı gelmeyecektir. Bu dünya tanıdık, bize yakın, bizimle olan bir dünya. Yazarın kendi dünyası çok farklı olmasa gerek, kitaptan. O zaman Benim İki Dünyam, başta yazarın sonra da hepimiz dünyasıdır. Görebiliyoruz, hissedebiliyoruz, anlayabiliyoruz…

Yazarın yaşı olur mu bilmiyorum. Yazarın yaşı; yazdıkları, okudukları ve hissettikleridir, şüphesiz. Elli yaşında olsun yazarımız, kahramanımız. Bir kitap fuarı için yolu düşer, bir konferans için. Kendini şehirde yürüyerek bulur sürekli. Yeni insanları, parkları, caddeleri, hayvanları keşfetme peşine düşer. Keşfettikçe geriye düşer, geriden gelir. Ne yaptığınız bilemez halde sadece yürür, izler ve gözlemler. İzlemesi yetmez çoğu yerde. Gözlemlemesi de gerekiyor, gidip gelmeler arasında gözlemlemek lazım.

Gözlemek ve yürümek, metafizik kaygılarının odak noktasına yerleşir bir yerden sonra. O zaman iki benliğinin farkına varır yazar. Kendisi yürüyen kişi midir? Hayalinde, geçmiş ile gelecek arasında durmadan beynini kemiren, etrafına anlam yüklemek için; eşyadan, kendinden, insanlardan, ülkeden, dünyadan uzaklaşan ama aslında pek de uzaklaşamayan kişi midir? Yoksa her ikisi mi? Her iki dünya mı veyahut. Kendisinin olduğu ve de olamadığı dünya. Var ile yok arasındaki dünya…

Somut gerçekçiliğin ve soyut varlığın iç içe geçtiği bu kitapta, isimsiz yazar- kahramanımızla yol almak zaman zaman rahatsız edici olduğunu da, yazar-kahramanımızı anlamaktan zorluk çekebileceğimizi de bir yerden sonra anlıyoruz. Bu tespit, yalnızlığınızın ve ona yüklediğiniz anlam ölçüsünde değer kazandığını da özellikle belirtmek istiyorum. Anlamak, empati gerektiriyorsa eğer bunu bu kitapta yaşamadan elde edemeyeceğiniz bir şey olduğunu da söylemem gerekiyor.

Hasan Ali Toptaş bir söyleyişinde “Edebiyatın merkezi dildir” demişti. Benim İki Dünyam'ı okurken kelimenin tam anlamıyla nefis bir dil şöleni ile karşı karşıya olduğunuzu daha ilk sayfada anlıyorsunuz. Tabi ki burada, kitabın çevirmeni Bülent Kale’nin büyük emeğinin katkısı çok çok büyüktür. Bunu söylemeden geçemeyeceğim: Dillin lezzeti, kurgunun iskeletidir. Bunu herkesin anlamasını da bekleyemeyiz, ama bunu doğruluğunu kaleme, yazıya ve en önemlisi de okumaya gönül veren herkesin çok iyi bildiğinin farkındayım.

Fazla söze ne hacet, dillin mükemmelliği, kurgunun nefis ilerleyişi, yalnızlığı somut gerçekliği, gözlemenin verdiği rahatsızlığı, var oluşun metafiziksel sancısı… Sanatta, yazıya, okumaya ve insana dair çoğu şey bu kitapta sizi bekliyor.

Bu kadar kıymetli eserleri yayın dünyasına kazandıran yayınevleri, bu kitapların hakkıyla okuyanlar için ne büyük hizmetler verdiğini her kaliteli çeviri sonrasında bir kere daha anlıyordur. Yazana, çevirene, çevirtene, okuyana selamlar olsun...

Doğan Yalçın
twitter.com/emsar4949

Avarelik görgüsüyle sıra dışı olmak

Onu okurken, sıradan coğrafyaları, sıradan keşfi ile sıra dışı hale getiren gözlem yeteneğine mi; dilinin şiirine mi kulak kesilmeli karar veremeden biten bir anlatıya eşlik edivermişiz bir de baktık ki.

Dikotomiden azade kalmayı becererek bunca çok renge bu ahengi yazma yetisine sahip yazar, “İbn Rüşd’ün Varlık Ve Bilgi Alanlarında İbn Sina’ya Yönelttiği Eleştiriler” üzerinden doktora yaparak, eğitimini felsefeyle mühürlemiş. Öğretmenlik, editörlük, radyoculuk… Bitmedi! Mevcutta halen İbn Haldun Üniversitesi’nde öğretim üyeliği, TRT 2 kanalında bir kültür-edebiyat programı, Nihayet adlı edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliği de bunlara ekleyelim.

Şiir, deneme, araştırma, çeviriler… Derken, Ahmet Kutlu’nun sözün düşüşünü ilk durduracaklar arasından seçtiği kalem. İbrahim Tenekeci’nin görüp geçirmekten çok merak etmekle kazanılmış “meraklı bir bilgelik ve tazelik” olarak tanımladığı şair, çevirmen, editör, radyo ve televizyon programı sunucusu… Tesadüf olamayacak çeşitliliğin ve estetiğin kaynakları ifşa oluyor böylece. Bu estetiğin son meyvesi ise Ahmet Murat Özel’in son kitabı olarak Avarelik Görgüsü adıyla Ketebe’den çıktı.

Söz kemale erince şiir olur demişler. Şiiri söz, sözü şiir bir yazarın, hikayelerden oluşan kitabının içinde egzistansiyalist felsefenin eşsiz serüvenini koklayarak ilerliyoruz. Ne lüzumundan çok melankoli, ne ruhu çekilmiş bir rasyonel! Kıvamlı bir bilgelik. Keyfimiz gıcır.

Yazar, Avarelik Görgüsü sahibi olmak üzerinden hayatı ortalamış. Ortaladığınca da anlatmış. Öyle ortadan hiç ayrılmayanlarla da karıştırmadan demlemek lazım ama okurken. Yedi kat yerin dibinde gezmiş, uzun yedi başlı ejderhalar midesinde. Ardından, yedi kat göğün seyr-ü süluk sefasında demlenmiş kısık ateşte. Ne varoluşsal sancısını acı ile tanımlayıp, delaletlerden erdem devşirdiği çukurlarda kalmış; ne “ötelerden haber” diye yapay bir uhreviyata süzülmüş. Yüzüne değişmeyen tebessümler takan botokslu ideolojilerden de dinlerden de arınmış. Ahmet Murat, “vasat” olanın neden yolların en güzeli olduğunu vasatlığından değil, vasatı seçen dehasından, midesindeki ejderhalardan, gök diye inleyenlerin fazlalarından dökülen sahteden öğrenmiş.

Naçizane bize geçen bu diyelim. Diyelim ki iddiamızdan vurulmayalım yine de dönüp. Buğday çuvallarının ergonomisine de gece uyuyamayanların dehşetli haline de keskin kokuları özlemenin memleket özlemek gibi bir tanıdıklık olduğu hasrete de ettiğimiz şehadetten, bize geçen bu!

Mesela, çocukluğu bir tren istasyonunun çevresinde geçen çocukların dünyanın durak olduğu keşfine yakın olmaları fikri, kitabınızı alıp alıp gittiğiniz kasaba istasyonunu severken, aslında sonsuz olanı sevdiğinizi gösterir size gözleriniz parlaya parlaya. “Aziz Nesin’lik bir hikaye yazılması içten bile değildi” dediğinden akıl önünden koca bir Türk sineması külliyatı geçirir. “Avarelik Görgüsü” denerken size gülenlere gülecek özgüveniniz yine o aynı çocukluğunuzdan çıkıp gelir. Kolonya, hani şu bildiğimiz kolonya, modernleşme ya da modernleşememe hikayemizin tepesine diklemesine bir ünlem gibi dikiliverir. Mushaf içine roman okuyan Hasan, kahramanlarınız arasına girer. Hiç sevmediğiniz bu vaaz dilini daha çok sevmezsiniz Hasan’ların hürmetine.

Orta olanı şah edip şahitlik edenlerin düsturudur bu: Türk dilindeki “h” harfine hırıltı katıp Arapça okunduğu zaman olmayanın, güdük kalanın ne olduğunu bilirler. Bu bilgiden mülhem, ılımlı popüler din dili ve pahalı derviş hırkalarıyla televizyonda süzülenlerde olmayanın da aynı şey olduğunu bilirler. Ne eksiğimizi giderelim dediysek gına getirecek drajede sunan aşırı insanların coğrafyasında bilmenin yükünü bilirler! İşte Ahmet Murat size, bunlara, tek başınıza tahammül etmediğinizin müjdesini verir. Yükünüzü hafifletir. Yüzünüzü gülümsetir.

Gurmelerin yatılılar arasından çıkmasının tesadüf olmayacağı gerçeği ise başlı başına bir yazı sebebidir!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Algı her şeydir! - II

"Algı her şeydir!" başlıklı yazıda Yalın Alpay’ın Yalanın Siyaseti adlı eserini değerlendirirken, kitabın ‘post-truth’ ve safsata olmak üzere iki ana konu üzerine oluşturulduğundan bahsetmiştim. Bu yazı ilişkili olarak safsata konusuyla alakalı olacak.

İki yıl kadar önce bu blogda Taha Selçuk’un Alev Alatlı’ya ait Aklın Yolu da Bir Değildir adındaki eserle ilgili değerlendirmesini okuduğumda kendisiyle kitaba dair yazışmıştık. Mantık ve safsata meselelerini ele alan kitabın baskısı bulunmuyordu. Alatlı’nın kısa süre sonra Everest Yayınları’ndan çıkan ve konusu safsata olan ““Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor” adlı kitabı tevafukun böylesi dedirtmişti. Zira o metin yeni bir isimle yayınlanmıştı.

Aslında kitabın geçmişi internetin ülkemizde ilk kullanıldığı döneme, yani 2000’li yıllara dayanıyor. Sosyal medyanın esamesinin okunmadığı o zamanlar e-mail grupları paylaşım ve tartışma ortamı olarak iş görüyordu. Alev Alatlı, dâhil olduğu bir gruptaki yazışmalara istinaden yazdığı bir mail sonrası harekete geçilerek Safsata Kılavuzu adıyla bir kitapçık ortaya çıkarılıyor. Safsatanın tanımı ve sınıflandırmalarının yapıldığı o kitapçığa bugün internette ulaşmak mümkün fakat sonradan eklenen yazılardan yoksun hâli epeyce cılız kalıyor.

Alatlı’nın çıkış noktası, e-mail grubunda da şahit olduğu üzere, dil kullanımında düşülen mantık hatalarıdır. Alatlı’ya göre dil kullanımında yapılan bu mantık hataları yanlış sonuçlar doğurduğu için gerçek ya da hakikat ortaya çıkamayacaktır. Ayrıca bu durum sistematik düşünmeyi ve tartışmalardaki tutarlılığı engellemektedir.

Safsata Kılavuzu, 2009 yılında Aklın da Yolu Bir Değildir adıyla basılırken metne mantık ile ilgili yeni yazılar ekleniyor. Eklenen yazılarda, kesin ve tekçi bakışı temel alan Batı merkezli mantık (Aristo Mantığı) eleştirilirken yerine alternatif olarak çoklu yapıya sahip Doğu düşüncesi öneriliyor. 2018 yılına gelindiğinde ise kitabın temel omurgası aynı kalırken kısmi değişiklikler yapılarak ve yeni yazılarla zenginleştirilerek “Ben Böyle Düşünüyorum!” Demekle Olmuyor adıyla yeniden yayınlanıyor. Kitabın önceki hâliyle ilgili detaylı değerlendirme Şuur, mantık, dil yoluyla düşünce üzerine düşünmek başlıklı yazıda bulunuyor. Temel söylevi aynı olduğundan tekrara düşmemek adına safsata konusuna değinen başka bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Yalnız ondan önce, sanıyorum bir konuya dikkat çekmek gerekiyor. Eser bilgi ve yorum açısından Alatlı’nın yetkinliğinin bir yansıması ve yazar ufuk açıcı onlarca konuya değiniyor fakat savunulanların tümüne katılmak zor. Nitekim kitabı okurken Alatlı’nın mantık hakkında söyledikleri ve düşünüş tarzıyla ilgili akla takılan birkaç çetin mesele beliriyor. Oradan mülhem Taha Selçuk’un yazının sonuna eklediği notu tekrarlamanın faydalı olduğu kanaatindeyim:

Not: Bir nevi “Aristo mantığının eleştirisinin eleştirisi” olan Caner Çiçekdağı’nın “Aklın Yolu da Bir Değildir… (Alev Alatlı) Üzerine" isimli makalesi ile bu metni birlikte okumak biraz daha fazlasını isteyen okuyucu için tavsiye olunur.

Mantık gibi ilgi ve uzmanlık gerektiren meselelere dair kitapların konuyla profesyonel olarak ilgilenen kişilerin anlayacağı seviyede olması konunun uzmanı olmayan kişiler için kısıtlayıcı bir durum ortaya çıkarıyor. Doğrudan mantık ile ilgili olan safsata da bu durumdan nasibini alıyor elbette. Mantık ve safsata kavramlarını ‘basitleştirerek’ (anlaşılırlık açısından elbette) anlatmaya çalışan Tevfik Uyar’ın Safsatalar isimli eseri bu durumu gidermeye yönelik önemli bir çalışma. Destek Yayınları’ndan çıkan kitap iki yüz elli altı sayfadan oluşuyor. Kitapta hem üst başlık hem de alt başlık kullanılmış. “Aklın Kırk Haramisi” üst başlığıyla kitapta yer verilen kırk safsata çeşidine atıf yapılıyor. Uyar, buradaki safsataların tamamına yakınını literatürde kullanılanlardan almış. Bunun yanında birkaç tane de kendisinin tespit ettiğini söylediği başlık eklemiş. Alt başlığı ise “Günlük hayatta sıklıkla yapılan yanlış akıl yürütmeleri” olarak belirleyen yazar, herkesin her konuda kontrolsüzce konuşmasının yol açtığı anlam sorunlarına işaret ediyor.

Müellif kitaba safsata kelimesinin anlamsal karşılığı ve etimolojik kökenine dair açıklamalarla başlamış. Bu bağlamda Antik Yunan’dan günümüze uzanan süreç kabaca özetlenerek konuyla ilgili küçük bir sözlüğe yer verilmiş. Kitabın belki de benzerlerinden en önemli farkı, konu başlığının tanımı ve açıklamalarının çok kısa tutulup mevzunun örneklendirmelerle anlatılmış olması diyebiliriz. Tevfik Uyar verdiği her örneği detaylı şekilde analiz ederek neden mantıksal açıdan safsata olduğunu izah etmeye çalışmış. Kısacası, doğruymuş gibi gözüken örneklerin dikkatle incelendiğinde mantık ilkeleri çerçevesince yanlışlığı ortaya konuluyor.

Kitapta izlenen yöntemin önemli olduğu düşüncesindeyim. Safsata örnekleri detaylı açıklamalarla birlikte verilerek hemen arkasından söz konusu safsatanın nasıl tespit edileceği ve sınıflandırılılacağına değinilmiş. Bunun yanında, buradaki mantık hatasına düşmemek için de tavsiyeler eklenmiş. Tevfik Uyar bu yöntemi oluşturmada kendisinin safsata konusundaki bilinçlenme sürecinin etkili olduğunu belirtiyor.

Safsatalar, tespiti ve anlaşılması biraz meşakkatli olan safsata olgusunun anlaşılırlığını kolaylaştırmada kılavuz bir kitap. Konunun detayına girdikçe hayatımıza etkisini fark etmek kolaylaşıyor. Fark edilen çok daha önemli bir durum daha var. Safsata bizleri sadece dışarıdan gelecek şekilde etkilemiyor. Bizler de safsatanın birer kullanıcısı olarak sürecin içinde yer alıyoruz. Kitap bu durumu sonlandırmasa bile belki yavaşlatmaya yardımcı olabilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

15 Mayıs 2020 Cuma

İnsan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat

"İnsanoğlu için en büyük mutluluk 
Sadece insanın kendi kişiliğidir!"
- Goethe, Doğu-Batı Divanı

"Bir insanı başkalarından ayıran özellikleri belirlemek, o insanı tanımaktır."
- Hermann Hesse, Narziss ve Goldmund

Düşmesiyle, kalkmasıyla, kaygısıyla, kırılganlığıyla, yarasıyla, yasıyla insan denen varlık için her nefeste bir şeyler olur, bir şeyler biter. Çünkü insan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat. İnsanın yazgısında savrulmak vardır. Kimse her zaman dimdik duramaz, daima dümdüz ilerleyemez, ömrü boyunca dosdoğru yaşayamaz. Savrulmak yaralanmaktır ve insanı evvela kendi yaraları iyileştirir. Hayat, kabuk tutmaktır.

"Paramparça edilmemiş, fırtınalara göğüs germemiş, tel tel dağılmamış, büyük dikişler ve çirkin yara izleriyle, pek nahoş bir halde kendini tekrar bir araya getirmemiş insanlara tahammülüm yok. Ancak böyle olurlarsa bir parıltı görürüm. Ama dışı pırıl pırıl olan şu tipler, şu kıç sallayanlar, doğrusu onlardan hiç hoşlanmam. Hem de hiç." diyor Andrea Dworkin (aktaran: John Berger, Portreler), ne güzel diyor.

Ölene dek taşıdığımız o gizemli kabuğumuzun altında, arka ya da saklı bahçemizde, belleğimizin ve hatıralarımızın karakutusunda ne vardır? Elbette çocukluğumuz vardır. İnsan gelişiminin başlangıç noktası ve hiç bitmeyen o kıldan ince, kılıçtan keskin çizgisi. Öyle bir çizgi ki paçamızı, yakamızı bırakmıyor. Hem omuz verenimiz hem de omuz isteyenimiz oluyor çoğu zaman. Arzularımızın, meraklarımızın, tutkularımızın yakıtı o. Çocukluk yaşlarında merak duyduğumuz, sonradan vazgeçtiğimiz birçok şeye olgunluk çağlarımızda yeniden kavuşmamız bundan.

"Yolları yollara sormayı ve denemeyi sevdim hep. Bir sorma bir denemeydi benim tüm yürüyüşüm." diyor NietzscheBöyle Söyledi Zerdüşt adlı başyapıtında. "Aradığın da seni aramakta..." diyor RumîDîvân-ı Kebîr'inde. Sonra mesela Kafka, "Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefe varabiliriz." diyor. Peki Kişiliğin Gelişimi'nde Carl Gustav Jung, insanın bu asla bitmeyecek arayışlarında, buluşlarında, vazgeçişlerinde ve yoruluşlarında neyin rolünün üstün olduğunu söylüyor? Şöyle: "İç sesin ruhu bizim hem en büyük tehlikemiz hem de vazgeçilemez bir yardımcımızdır."

Duygu Olgaç'ın titiz çevirisiyle Pinhan Yayıncılık tarafından neşredilen Kişiliğin Gelişimi; çocukta psişik çatışmalar, Amerikalı psikolog Frances G. Wickes'in "Analyse Der Kindersele" kitabına dair bir giriş yazısı, çocuk gelişimi ve eğitimi, üç oturum süre analitik psikoloji ve eğitim, doğuştan yetenekli çocuk, bireysel eğitimde bilinçdışının önemi, kişiliğin gelişimi ve psikolojik bir ilişki olarak evlilik başlıklarına ayrılmış. Kitabın çocukluktan başlayıp eğitime, oradan bilinçdışına ve kişiliğe, son olarak da evliliğe doğru bir kronoloji çizmesi etkileyici. İnsanoğlunun hayatındaki en önemli evreler. Diğer yandan evlilik de insan yavrusunun doğumuna bir vesile. Böylece Jung döngüyü tamamlıyor. Her zaman ki gibi daireye işaret ediyor. İnsanın kişiliğinin gelişim sürecinde zaman zaman yaşanan yoğunluğun ve zorlukların yükünün de bir sahibinin olduğunu hatırlatıyor üstelik: "Bitmek bilmeyen kalıp ve alışkanlıklarıyla kitleler halindeki insanlığın ağır yükünü, Tanrıdan başka biri nasıl dengeleyebilir?"

Jung'un; insanın bir amacının, özellikle de ruhani bir amacının olmasına yönelik düşünceleri beni her zaman etkilemiştir. Hemen hemen her kitabında ve makalesinde bu düşünceye yer verir. "Bir erkek için ekmek parasını kazanabilmek ve eğer mümkünse bir aileyi geçindirmek kadar önemli olan bir başka şey, kendi hayatına tam olarak bir anlam verebilecek şeyi elde etmesidir." cümlesi, insanın zihnini uzun bir süre meşgul edebilir örneğin. Dünya edebiyatı sadece işe gelip giden ve böyle bir rutin yüzünden hem kişiliğini hem de ömrünü heba eden, üstelik yakınlarına da hiç bir faydası olmayan karakterleri işleyen romanlarla dolu. Dünya sineması da keza. Jung işi biraz daha öteye taşıyor: "Ruhani bir amaç, ruh sağlığının kesin gerekliliğidir; bu, tek başına dünyayı kaldırmanın mümkün olduğu ve doğal durumu kültürel bir duruma dönüştüren bir Arşimet noktadır."

Birbirinden bağımsız gibi görünen makaleler dikkatle, altını çize çize ve üzerinden düşünülerek okunduğunda, aslında üç önemli meseleyi insanın zihnine çakması gerekiyor:

1. Çocukluk döneminde yaşananlar kişiliğin gelişimine dair çok şey söylüyor. Dolayısıyla bir çocuk problemliyse, çoğu zaman bunun sebebi ebeveyni ve onun geçmişi oluyor.

2. Rüyaların yorumlanması, bilinçdışının bir anlama kavuşturulması ve insanın kendi ruhunun farkında olması; kişiliğin gelişimi konusunda en önemli meseleler.

3. Kişisel kabiliyet önemli, en az ailevi aktarım kadar. Çocuğun bir şekilde sanatla buluşması, dünyaya farklı bir gözle bakmasını sağlayabilir. Dünyaya farklı gözle bakan bir insan, kendisi için anlamlı olanı daha kolay keşfedebilir. "Gönlünün muradını bulmak" diyebiliriz buna.

Kitabın tek başına özeti olabilecek bir cümle: "Her yetişkinin içinde gizlenen bir çocuk vardır; her zaman orada olan, hiçbir zaman tamamlanmayan ve sürekli ilgi, dikkat ve eğitim isteyen ebedi bir çocuk. İnsan kişiliğinin gelişmek ve bir bütün olmak isteyen kısmı bu çocuk kısmıdır."

İnsan, Jung'un da belirttiği gibi bilinmeyenden hem korkar hem de ona derin bir ilgi duyar. İnsan psikolojisi, insanı tanıma yolunda hem korkutucu hem de ilgi çekici bir kuyu. Bu kuyudan çıkamama ihtimali ne kadar ürkütücüyse, su çekebilme imkânı da o kadar etkileyici.

Kişiliğin Gelişimi, daha evvel kullandığım cümlemi bana yeniden hatırlattı: İnsan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Bir kalp kırıklığı tragedyası

Göründükleri gibi olmalıdır insanlar,
Eğer değillerse göründükleri gibi,
İnsan değil, şeytandırlar.

Şimdiye kadar hiç görmedim ben / kulak yoluyla iyileştirildiğini yürek acısının.” diyor Shakespeare, henüz oyunun başlarındayken. Kalbin kırılmasının kolay olduğunu, tamirinin ise emek gerektirdiğini anlatan bundan daha güzel bir cümle okumadım şimdiye dek. Pek çok isim verilebilir ama bir kalp kırıklığı tragedyası da diyebiliriz beş perdelik bu oyuna.

İyi kalpli Desdemona’nın küçücük bir mendil yüzünden kocası Othello tarafından nasıl yargılandığını, ona düpedüz yapılan haksızlığı anlatıyor bu kitap. Üstelik Desdemona “Tanrı bana yanlışlardan yanlış davranmayı değil, yanlışlardan doğru davranmayı göstersin.” diye dua edebilecek kadar da temiz bir kadın. Othello da onu “Ah benim ruhumun sevinci…” diyecek kadar da çok seviyor aslında. Hatta evlenmeden önce, sevgisinin ciddiliğini bize fark ettirecek şu cümleleri kuruyor çok güvendiği çavuşu Iago’ya: “Şunu bil ki Iago, aşık olmasaydım eğer Desdemona’ya / Denizlerin tüm hazinelerini vereceklerini bilsem de / Bekârlığın sultanlığından ayrılıp sokar mıydım başımı sıkıya”.

Zaman o kadar çok şeye gebe ki” geçen zaman içinde bir hata yapıyor Othello, sultanlık olarak nitelediği bekârlığından vazgeçecek kadar çok sevdiği Desdemona’ya. Bazen burnumuzun dibindeki insanları tanıyamıyoruz ya, bu kötülüğü de çok güvendiği çavuşu yapıyor Othello’ya. Bir kuşku düşürüyor aklına. Karısının onu aldattığını ima ediyor Iago konuşmalarıyla. “Gerçi birçok şey yetişir güneş altında / Ama ilk çiçek açanlar / İlk önce olgunlaşan meyvelerdir / Sabredin azcık daha” diye muhteşem cümleler de var kitapta ama Othello sabredemeden varıyor karara. Yazar da şöyle diyor kitapta: “Bir kez fırsat verdin mi kuşkuya / Karara vardın demektir”. Othello da varmıştı zaten karara. Kendi elleriyle kıydı, masum Desdemona’nın canına.

Sonra tüm gerçeği, Desdemona’nın hiçbir suçunun olmadığını, kendisine ihanet etmediğini öğreniyor ama ne fayda. Bu gerçekle yaşayamayacağını anlayınca kendi canına da kıyıyor o anda. “Benim için, akılsızca ama çok seven biri deyin / Kolayca kıskanmayan ama bir kez de kıskandı mı / Kendini kaybeden biri diye söz edin benden” diyerek veda ediyor hayata.

Asıl ihanet eden Desdemona değil, Othello oluyor burada. Hem sevdiğinin canına hem kendi hayatına ve yaşayacakları güzel anılara ihanet ediyor, sevdiği insana inanmamakla. İşte tam da bu yüzden, karara varmamalıyız düşünmeden, olup biteni tam anlamıyla öğrenmeden… Dinlemeliyiz sevdiklerimizi; kırmadan, dökmeden…

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

Beyne’l-havf ve’r-recâ, ümit ve korku arasında

"İman edip de imanlarını zulümle bulaştırmayanlar var ya! İşte korkudan emin olmak onların hakkıdır."
- En’âm Suresi, 82. Ayet

“Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Bilgisizlik kuvvettir... Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.”
- George Orwell, 1984

Stratejiniz derin ve uzun vadeli ise yaptığınız hesaplardan büyük kazanımlar elde edersiniz. Öyle ki, bu şekilde savaşa bile gitmeden zafere ulaşabilirsiniz. Ama stratejiniz sığ ve kısa vadeli ise, yaptığınız hesapların size getirdiği kazanımlar küçük olacaktır. Öyle ki, bu şekilde savaşı daha savaşa gitmeden kaybedebilirsiniz. Büyük stratejiler, her daim küçük stratejilere galip gelir. Stratejisi olmayanlar yenilmeye mahkûmdur. Dolayısıyla, muzaffer savaşçıların ilk önce kazandıkları, sonra savaşa gittikleri; mağlup savaşçıların ise ilk önce savaşa gittiklerini, sonra galip gelmeye çalıştıkları söylenir.

Baylar, yemin ederim, her şeyi anlamak hastalıktır.” diyen Dostoyevski mi haklı yoksa “Her şeyi anlamak, her şeyi affetmektir.” diyen Tolstoy mu? Varoluşu anlamak, bizi içten çürüten bir hastalık mı, yoksa dışımızda filizlendiğini gördüğümüz tohumlar mı? Affetmenin hastalık olduğunu varsayamayacağımıza göre, Dostoyevski-Tolstoy kavgasını tarihin dipnotlarına bırakalım (1) ve yönümüzü ikisinin de üzerine aforizmalar ürettiği “anlamak” mefhumuna dönelim. Bir özü idrâk etmek olarak tanımlayabileceğimiz “anlamak”, aslında “an”da olmak, demektir. Bir nevi, izah edilenin insanda ettiği tezahürdür. Sanat eserini sanatlı yapan şey, sanatçının ona gizlediği tezahürdür esasında. Sanat eseri, hakikatin çeşitli unsurlarının değişik nispetlerdeki titreşimlerini o eseri deneyimleyen insana geçirir. İnsan, ruhu, akleden kalbi, mantığı, duygu ve duyumları ile sanat eserini bir bütün olarak kavrar. Lakin her bakanın bunu göremeyişi, eseri aradan çıkarıp sanatçısını gösterecek tezahürü anlamamasındandır. Bu yüzden bir sanat filmi kimi insanda harikulade bir çağrışım yaparken, kimi insanda uykuya gidecek derin bir esnemeye sebep olur.

Girizgahtaki anlamak mevzuunun bu kadar uzun olmasının sebebi, Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında yaşadığı dünyaya dair yapmış olduğu insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, boyun eğme, başkaldırma ve estetik konularındaki izahatlerin, bugünün insanına da geniş bir anlam sunması ve bunu yalnızca kelimeleri kullanarak yapması. Her sanat biçiminin kullandığı dil araçları, insanın onu kavrayacak çeşitli melekelerini harekete geçirir. Edebiyat kelimelerin oluşturduğu bir dünyada yaşar. Müzik, sesin ve duymanın eşiklerinden kalbe doğru akar. Resim, renkler ve fırça darbeleriyle görmenin derinliklerinden zihnin ve kalbin duvarlarını aşar. Tiyatro, konuşma, jest, mimik ve dekorun araçlarıyla zihne ulaşmaya çalışır. Sinema, edebiyatın kelimelerini ve ve onlarla imal edilen simgesel dilinden kaçış imkanı sağlar. (2)

İlk paragrafta verdiğim sanat filmi örneğine geri dönersem, bir yönetmenin film çekerken kullandığı enstrümanı kameradır ve bununla çok farklı anlamlar yaratabilir. Geniş açıyla mekan ve zaman hakkında bilgi verir, yakın planla karakterin duygu dünyasını yansıtır. Yağmur yağarken çekilen bir sahne bereketi temsil eder, günbatımı ise ölümü. Bana göre Savaş ve Barış’ı akıcı ve okunaklı kılan da Tolstoy’un kelimeleri bir enstrüman gibi kullanıp yeri geldiğinde karakterin duygu dünyasına eğilmesi, yeri geldiğinde de anlattığı hikayeye tepeden bakıp geniş bir perspektif sunabilmesi. Yani romanı okurken anlamak için bir çaba sarf etmemiz gerekmiyor. Çünkü eser, tarihçilerin anlattığı gerçeklerin aslında bir yanılsama olduğu gayet akla yatkın bir şekilde okuyucuya sunuyor. Bu sayede 1800 sayfalık kitap kendisini okutuyor.

Roman, 18. Yüzyıl başında Avrupa’yı kasıp kavuran Fransız İmparatoru Napolyon Bonapart’ın 1805 yılında Fransız Devrim Savaşları’ndan sonra giriştiği Rusya’yı işgal girişimine ışık tutuyor. Tarihte Napolyon Savaşları olarak bilinen ve 1815 yılına dek süren bu savaşların sonunda Fransız ordusu, başta Austerlitz Muharebesi’nde Ruslara ve müttefiklerine karşı büyük bir üstünlük kurmasına, hatta 1812 yılında yapılan Borodino Savaşı’nda galip gelmesine rağmen ordunun yağmacılığa ve birliklerin dağılmasına engel olamıyor ve kasım ayıyla birlikte sertleşen iklim koşullarına uyum sağlayamayıp geri çekilmek durumunda kalıyor. Rus Generali Mikhail Kutuzov’un ordusunun yok olacağını öngörüp, bir savaş taktiği yaparak Moskova’yı düşmana bırakma hamlesi sayesinde, kaybedilmiş savaş olan Borodino Muharebesi büyük bir Rus zaferi olarak tanımlanıyor. Kitapta, bu savaşlarda alınan kararların tarihçilerin zannettiği gibi büyük bir ustalık ya da yanılgı sonucu alınmadığını, bir kararı alırken bunu tetikleyen belki onlarca sebebin olduğunu, tesadüf ve dehâ kavramlarının birbirinden ayrılamayacağı naif ve akıcı bir dille ifade ediliyor. Bu sayede roman, tarihçilerin takındığı didaktik tutumdan ziyade lirik bir anlatıyla savaşın kronolojisine ışık tutuyor. (3)

Kısa ve çok az 'spoiler' vererek özetlemek gerekirse, kitap şu şekilde başlıyor:

Ölüm döşeğinde olan Bezuhovların aile reisinin imzaladığı vasiyetname, Moskova sosyetesi için büyük merak olmuştur. Görünürde mirasın varisi, babası öldükten aile reisliğini üstlenecek olan Prens Vasili Kuragin’dir ancak ihtiyar kontun hasta yatağında imzaladığı vasiyetnameden, kendi aleyhine bir sürpriz açıklanmasından şüphelenen Kuragin, kızkardeşiyle bir olup vasiyetnameyi yok etmeye çalışır ancak başarılı olamaz. Miras yaşlı kontun gayrımeşru çocuğu olan Piyer Bezuhov’a kalmıştır. Nikahsız bir annenin çocuğu olduğu için Moskova aristokratlarının gözünde itibarı olmayan Piyer Bezuhov, başına konan talih kuşu sayesinde artık sosyetenin gözde simaları arasında yer almaya başlamıştır. Ancak ürkek yapısı yüzünden bu yeni hayata uyum sağlaması zaman alacaktır.

Otoriter bir baba olan Prens Nikolai Andreiviç Bolkonski, orduda başkomutanlık yapmış, disiplinli, emekli bir askerdir. Kızı Marya ile Smolensk’te bir malikanede yaşar. Oğlu Andrey Nikolayeviç Bolkonski ise Nataşa Rostov’un kuzeni olan Liza ile mutsuz bir evlilik sürdürmektedir. Bu yüzden hamile eşini babasının yanına bırakır ve 1805 yılında ilan edilen seferberlik ilanı sonrası orduya katılır.

Bu esnada Napolyon Ordusu, Rusya’nın içine doğru kat etmeye başlamıştır. Prens Andrey ile birlikte Rus aristokrat tabakasından pek çok genç de orduya dahil olmuştur. Fransızlar başta püskürtülse de Austerlitz’e kadar ilerlemeyi başarırlar. Muharebe meydanında Rus komutanların kendi içlerinde yaşadığı koordinasyon problemleri yüzünden ordu ağır kayıplar verir, İmparator yaralanır, başkomutan vurulur. Savaş meydanınday aralan Prens Andrey de, elinde sancağıyla yerde kalır ve gözlerini açtıktan sonra gökyüzünü görür. Gökyüzü sayesinde her şeyin boş ve yalan olduğu gerçeğiyle yüzleşen Andrey, düşüncelerini şöyle dile getirir:

Ama nasıl oluyor da bu gökyüzünü daha önce hiç görmedim? Sonunda var olduğunu öğrendiğim için ne kadar mutluyum. Evet, her şey boş! Her şey yalan! Bu uçsuz bucaksız gökten başka her şey. Ondan başka hiçbir şey yok, hiçbir şey. Ama.. hayır o bile yok, hiçbir şey yok, sessizlikten, teselli veren sükunetten başka…

Düştüğü yerden Napolyon ordusunun esiri olarak kalkan Prens Andrey’in öldüğüne dair belli belirsiz havadisler Bolkonskilerin evine kadar ulaşır ve romanın ilerleyen bölümlerinde bu muammalar bir dizi felakete sebep olur.

Burada bir parantez açmak gerekir, çünkü Tolstoy bu girişimin başladığı zamanlardan yaklaşık 20 yıl sonra doğmuş, romanı da kırklı yaşlarında kaleme almıştır. Yazar olarak marifeti de aslında burada başlıyor. Kendisinden iki nesil öncesinde yaşanmış olan savaşlara geniş bir projeksiyon tutabilmek için, dönemin karakterlerine ait mektupları, anekdotları, günlükleri okuyarak romanına hem gerçeğe uygun bir mizansen katıyor hem de olay anlatısını tarihçilerin düştüğü neden-sonuç ilişkilerinden bağımsız olarak günlük hayatın olağan akışına indirmeyi başarıyor. Yeri geldiğinde tarihçilerin düştüğü yanılgıları da okuyucuyu ikna eden bir üslupla eleştiriyor. Bu sayede roman sıkıcı bir tarih anlatısı olmaktan çıkıp akıcı bir dile kavuşuyor.

Savaş ve Barış temelinde, savaş, sosyoekonomik ve politik değişimler ve ruhsal karmaşalar nedeniyle hayatları alt üst olmuş, tutunacak bir yer arayan insanları anlatıyor aslında. Ancak bir baş kahramanı yok, yaklaşık 600 yan ve 10 ana karakteri var. Yine de Piyer Bezuhov, Andrey Bolkonski ve Nikolay Rostov’un yaşadıklarına dair çokça detaya yer verilmesi ve sonuç bölümünde bu kişiliklere dair panoramalar sunulması sebebiyle baş kahramanlar olarak gösterilmesi mümkün. (Kitabın özellikle ilk 150-200 sayfası bu karakterlerin kim olduğunu anlamakla geçiyor, bunun için aşağıda yer alan karakter ağacından faydalandım). Bunların arasında Napolyon da var, Rus Çarı da, ve kim bilir kaç romana ve filme ilham olmuş toy Natasha ve kayıp Pierre de. Ve hiçbiri “iyi” ya da “kötü” değil aslında, ki bu da hepsini bu denli gerçek, bu denli insan yapıyor. Üstelik bu karakterin bazılarının büyüyüşüne bile şahit oluyor, gerçekçi bir bağ kuruyorsunuz. Romanın uzun yıllara yayılması sayesinde onlarca insanın hayatının nasıl geliştiğini ve değiştiğini izliyorsunuz. Muhtemelen normal yaşamınızda tecrübe etmeye imkan bulamayacağınız sayıda ve ilginçlikte hayatları. Bu karakterler sizi her duyguyla yeniden tanıştırıyor: aşk, hırs, ihanet, şehvet, kıskançlık, tutku, öfke. İnsana mahsus her duyguyla. Ve Tolstoy’un karakterlerinin varoluşsal kaygıları, tümüyle biz 21. yüzyıl insanlarıyla benzerlik gösterdiği için hem size hem de çevrenize ışık tutarak başka hiçbir romanın yaşatamayacağı deneyimi yaşatıyor. (4)

Bizler dünyanın kendi etrafımızda döndüğünü sanıp, zamanın lineer bir şekilde aktığı yanılgısına kapılıyoruz. Yaşadığımız yanılsamada sürekli olarak geçmişten bir şeyleri alıp, geleceğe atılımlar yapıyoruz. Dahası, anılarımızı da olagelenden aykırı hatırlayıp, zamanı kendimize göre kırıyoruz. Oysa zaman dediğimiz şey bir illüzyon, hayat öyküyü dışlıyor. Aslında hayat, zannettiğimiz gibi bir timeline üzerinde akmıyor. Bu hiçliğin üzerine biz bir anlatı inşa ediyoruz ama sayısız sebep olduğu için bu anlatı da sonsuz olasılığa sahip. Hissedilen ve hissedilmeyen gerçeklik birbirinden apayrı ve birbirine yapışık iki olgu. Yani her şey “an”da algıladığımızdan ibaret, bir “an”ı yaşamak için bir hayatı biriktiriyoruz.

Hepimiz, savaş ve barış gibi, dünyayı pek çok açıdan ikiye ayıracak tanımlamalar bulabiliriz: iyi-kötü, güzel-çirkin, siyah-beyaz, tembel-çalışkan, zengin-fakir, öyle-böyle. Bu kavramları kullanarak kolayca birini diğerine ötekileştirip çatışma yaratabiliriz, ki, günümüz siyasileri de ötekileştirme argümanlarını bir araç olarak kullanıyor. Ancak ben dünya üzerinde süregelen dört büyük çatışmadan bahsetmek istiyorum. Var olan diğer tüm çatışmalar, muhakkak bu dördünden birisinin türevidir.

İlki, insanın bedeniyle ruhu arasındaki çatışma. Allah’a dönmek isteyen kalbim ve dünyadan bir şeyler arzulayan kalbim. Ruhsal susuzluk ve maddesel susuzluk. Cennetin güzelliğine arzu vardır ve dünyanın güzelliğine arzu. Onu bulamazsın, ordadır. Ve bu ikisi arasında bir savaş vardır.

İkincisi, erkekle kadın arasında. Erkekle kadın birlikte yaşamak zorundadır, ama aynı zamanda birbirinden nefret ederler. Aşk ve nefret ilişkisi vardır, sürekli bir çatışma. Erkeğin tarafından bakarsak hakları nedir, kadının hakkı nedir? Kadına bırakırsak, kadın hakları nelerdir? Sonunda erkekleri ezecektir. Erkeklere bırakırsak eğer, sonunda kadını ezecektir. Bu da devamlı bir çatışma.

Üçüncüsü, sermaye ile işgücü arasındaki çatışma; patronla işçi arasındaki çatışma. Patron der ki; “Daha çok çalışmalısın, daha az ücret almalısın.”. İşçi der ki; “Daha az çalışmalıyım, daha çok ücret almalıyım.”. Birbirine zıt şeyleri isterler. Patron der ki; “Daha çok vaktini işe, daha az vaktini dışarda harcamalısın.”.  Çalışan der ki; “İşte daha az vakit harcamalıyım, dışarda daha çok.”. İşçi haklarının, asgari ücretin, sendikaların olmasının nedeni budur.

Dördüncü ve son, hükümet ve halk arasındaki çatışma. Dünyanın neresinde olursanız olun yönetim daha çok vergi isteyecek, daha çok hakimiyet isteyecek, daha çok kontrol isteyecek. Ve insanlar daha çok özgürlük isteyecek. Eğer bütün kararı yönetime bırakırsak diktatörlüğe dönüşecek. Eğer bütün söz halkın olursa kaosa dönüşecek. Bir denge olmalı. Bu dengeyi bulabilmek, adalet için mücadele etmek dediğimiz şeydir. (5)

Savaş ve Barış’ı harikulade yapan şey de, bu dört çatışmaya da çok doğru bir şekilde yer vermiş olması. Piyer Bezuhov karakteriyle, kendi gözleri önünde savrulup giden ömrüne bir bakış atıyor, sonra trende rast geldiği Hür Masonlar Derneği üyesi sayesinde başladığı ihtida yolculuğunu ele alıyor. Birey-Tanrı ilişkisini el aldığı bu bölümlerde, birinci çatışmaya ilişkin gözlemlerde bulunuyor ve kişinin Tanrı inancını sorgulatıyor. Prens Andrey ve Nataşa Rostov üzerinden yürüttüğü ikinci çatışmada; aşkın yarattığı manyetik çekim sebebiyle, kadın ve erkek arasındaki gözetilmesi zor olan denge halini sorgulatıyor. Toprak sahipleri ve mujikler üzerinden ilerleyen üçüncü çatışmada ise, sermayenin ne kadar iyi niyetli olsa da işgücünün inadını kıramayacağına, üst elden olmasa bile işgücünü sömürecek ustabaşıların her bereketli toprak üzerinde parsayı toplayacağına dair çok güzel izahatte bulunuyor. Son çatışma olan hükumet-halk çatışmasına ise Fransız İmparatoru Napolyon ile Rus İmparatoru Aleksandr’ın uluslarına olan muamelesini irdeliyor, sunduğu anlatılarla birlikte tüm bu çatışmaları birbirine çok güzel işliyor.

İnsan aklı hareketin mutlak sürekliliğini kavrayamaz. İnsan herhangi bir hareketin yasalarını ancak o hareketin rastgele seçtiği öğelerini incelediği zaman anlayabilir. Bununla birlikte, insanın yaptığı hataların büyük bir kısmı, sürekli hareketin sürekli olmayan öğelere rastgele bölünmesinin sonucudur.” diyor Tolstoy. Kitaptaki en güzel alıntılardan birini yazının son paragrafına almamın sebebi de, onun kastettiği farkındalığı fark etmiş olmam. Bizler bir kitap okuyunca, film izleyince, sokakta bir kazaya rast gelince hayatımızın değiştiği yanılgısına kapılırız. Geriye bakınca hatırladığımız şey o “an” hissettiklerimiz olur. Halbuki geride bıraktığımız eylem, geçmişte kalan herhangi bir zamandan farklı değildir. Yalnızca algımız değişmiştir. Bir kitap okuyunca hayatımız değişmez, yalnızca hayata dair algımız değişir. Yoksa zaman, bir fark etsek de etmesek de, kendi aleminde sürüp gitmektedir.

Karantinada okuduğum bu pek kalın kitap sayesinde algımın genişlediğine inanıyor ve içinde bulunduğum tüm çatışmalardan dengeyi tutturacak bir ömür yaşayabilmeyi diliyorum.

Hepimizin kendi ruhuyla bedenini çatışmaya sokacak bir Allah ağrısı var.

(1) Tolstoy mu? Dostoyevski mi? Bir Anlaşmazlığın Hikayesi, Karen Haddad-Wotling
https://oggito.com/icerikler/tolstoy-mu-dostoyevski-mi-bir-anlasmazligin-hikayesi/25705
(2) Suret Yasağı Meselesi ve Gelenek Arayışındaki Türk Sineması, Enver Gülşen
https://www.timeturk.com/tr/2013/02/22/suret-yasagi-meselesi-ve-sinema-3-islam-sanatindan-hareketle.html
(3) Napolyon Savaşları, Wikipedia
https://tr.wikipedia.org/wiki/Napolyon_Sava%C5%9Flar%C4%B1
(4) Savaş ve Barış’ı Niçin Okumalısınız?, Deniz Gürcü
https://oggito.com/icerikler/savas-ve-baris-i-nicin-okumalisiniz/31404
(5) Fatiha Suresi Tefsiri, Nouman Ali Khan
https://www.youtube.com/watch?v=3CKsVgX4q2Y

Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com