İslam ve sosyal bilimler söz konusu olduğunda ilk akla gelen isim İbn Haldun (1332-1406) ve ünlü eseri Mukaddime oluyor. Orijinal ve kapsamlı fikirleri bu haklı önceliği ona kazandırıyor. Bugün İbn Haldun’un değerini anlatmak için bir çok başlık sayılabilir. Bunlardan en önemlisi entelektüel birikiminin ve görüşlerinin evrensel nitelik taşıması diyebiliriz.
Öyle ki, İbn Haldun’un sadece İslam dünyası ya da kendi dönemiyle sınırlı bir düşünür olmadığı yadsınamayacak bir gerçektir. Eserleri incelendiğinde modern Batı düşüncesinin öncülü sayılabilecek çok fazla açılım yaptığı görülür. Elbette epistemolojik derinlik ve kategorik çeşitleme bağlamında eksiktir fakat eserlerinde Aydınlanma sonrası ortaya çıkan bilimsel disiplinlerin birçoğuyla ilgili malumat bulmak mümkündür. Tarihi kutsamadan, retoriğe kapılmadan, hamasete bulaşmadan yapılan incelemeler bu gerçeğin altını çiziyor. Ozan Sağsöz’ün kaleme aldığı İbn Haldun’un Mukaddimesi’nde Maişet Yolları adlı kitap bunun son örneklerinden. Sağsöz’ün yüksek lisans tez çalışması olan yüz yetmiş iki sayfalık eser Vakıfbank Kültür Yayınları etiketini taşıyor. Vakıfbank Kültür Yayınları demişken, kısa süre önce faaliyete geçen yayınevinin kitaplarının dağıtımını/satışını tek kurumla sınırlandırmasının anlaşılır bir yanı yok. Sanırım yayınevinin takındığı bu aldırmazlığın ve tuzu kuruluğun sebebi bir kamu bankasının yayın ayağı olmasından kaynaklanıyor. Oysa kamusal sorumluluk ve kültür yayıncılığı bu değil. Ek olarak, yayınladığı eserlerde alışılmışın dışında tasarlanan içindekiler ve kaynakça kısımlarını hem estetik hem de kullanışlı bulmadım.
İbn Haldun’un Mukaddimesi’nde Maişet Yolları üç bölümden oluşuyor. İbn Haldun’da Tarih ve Umran Bilimi adlı birinci bölümde İbn Haldun’un zihin dünyasını şekillendiren ilmi ve entelektüel ortamın nasıl oluştuğunu ele alan Sağsöz, Antik Yunan ve Roma düşüncesinin etkilerini gösteriyor. Bu bağlamda İslam düşüncesi ile kesişen Antik Yunan ve Roma felsefesi onun düşüncelerinin arka planını oluşturmaktadır. Yazar, İbn Haldun’un kurucusu olduğu umran biliminin özelliklerini yine onun çalışmaları üzerinden aktarıyor. İbn Haldun’un özellikle tarih konusunda akılcı ve eleştirel bir metodoloji geliştirdiği görülüyor. Ona göre mevcut tarih anlayışının retoriğe dayalı yapısı gerçeklerle örtüşmemektedir. Bu durum yanlış ve niteliksiz bir tarih içeriğinin oluşmasına neden olmaktadır. Ozan Sağsöz ilk bölümde çalışmasının anlamsal karşılığını oluşturabilmek için ön hazırlık yapıyor diyebiliriz. Bu bağlamda İbn Haldun’un oldukça meşakkatli geçen hayatını yaşadığı sosyo-kültürel ve politik yapı üzerinden değerlendiriyor. Ayrıca Antik Yunan’dan itibaren gelişen tarih ve tarihçilik anlayışına değinerek İbn Haldun’un görüşlerinin farklılığını ve/veya özgünlüğünü göstermeye çalışıyor.
Eserde evvela umran biliminde kullanılan kavramlara değiniliyor. Buna göre ‘bedevi’, ‘hadari’ ve ‘asabiyet’ kavramları umran biliminin temel dinamikleridir. Umran bilimi ilkel ve göçebe bir yaşam tarzı olan bedevi umrandan yerleşik, devletli, imar edilmiş şehirli bir yaşam tarzı olan hadari umrana (ya da tam tersinin) geçiş aşamalarını açıklamayı amaçlamaktadır. Bu geçiş sonucunda sanat ve estetiği içeren yapı ortaya (hadari umran) çıkmaktadır. Diğer yandan hadari umranın sağladığı imkanların sağladığı konfor ve lüks toplumu rehavete sokarak savaşma/direnme gücünü kırmaktadır. Hadari toplumun sonu bedevi toplum eliyle çöküştür. İbn Haldun tarihi bedevilik ve hadarilik arasındaki diyalektik dönüşümle açıklıyor.
Ozan Sağsöz, birinci bölümde çalışmasının kavramsal çerçevesini oluşturduktan sonra ikinci bölümde asıl konusuna; İbn Haldun’un görüşünün iktisadi yönüne odaklanıyor. İbn Haldun’da İktisadî Vaziyetler isimli ikinci bölümde toplumların zenginlikleri, emek, kazanç, mülkiyet ve ticaret konularının Mukaddime’deki izlerini sürüyor. İbn Haldun’a göre kazanç emek ve çalışma ile elde edilebilir. Emek ve kazanç için insanı diğer yaratılmışlardan ayıran özellik “fikir ve el” (iş yapabilme) birlikteliği gerekmektedir. Emek vermeden ve çalışmadan kazanç elde etmek isteyenler iş yapmaktan aciz olan kişilerdir. Definecilik bu uğraşa bir örnektir.
Tümdengelimci Aristo (MÖ 384-322) felsefesinin (zoon politikon) takipçisi olan İbn Haldun’a göre insan toplumsal bir varlıktır ve bir arada yaşamanın bazı gerekleri vardır. Örneğin iş bölümü ve uzmanlaşma bu gereklerdendir ve kolektif yapının normal bir tezahürüdür. Yalnız iş bölümü ve uzmanlaşma bedevi ve hadari toplumlarda farklılıklar gösterir. Bedevi toplumda üründe uzmanlaşan kişi hadari toplumda ürünün aşamalarında uzmanlaşmaktadır. İbn Haldun’un emek, kazanç, iş bölümü ve uzmanlaşma hakkındaki görüşleri modern toplumu tanımlıyor gibidir. O ayrıca insanın hayatını idame ettirmek için ihtiyaç duyduğu şeyleri ‘zarurî’, ‘hacî’ ve ‘kemalî’ olarak kategorize etmiştir. Bu yöntem yirminci yüzyılda ortaya atılan ‘İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin ilk versiyonu olarak tanımlanabilir. Eserin bu bölümü Mukaddime’nin iktisadi açıdan genel bir değerlendirmesini içeriyor diyebiliriz.
Ozan Sağsöz, İbn Haldun’a Göre Geçim Yolları başlıklı üçüncü ve son bölümde konunun kapsamını daha da daraltarak çalışmasının özüne odaklanıyor. Geçim yollarının farklılıkları toplumsal yapılardan kaynaklanmaktadır. Toplumsal yapıyı belirleyen ise üretim şekilleridir. İbn Haldun geçim yollarını tabiî ve tabiî olmayan geçim yolları olarak ikiye ayırmaktadır. Bu ayrıma ek olarak zarurî ve konusu itibariyle şerefli meslekler şeklinde hiyerarşik bir sınıflandırma da yapmıştır. Bedevi ve hadari toplumların yapısına göre kategorize edilen bu yollar (meslekler) toplumların sosyo-kültürel yapılarında ve yönetim organizasyonunda farklı yansımaktadır. Burada İbn Haldun’un halk, devlet ve yönetici unsurlarının iktisadi yapı içindeki durumlarını değerlendirdiği görülüyor. Onun bu değerlendirmeleri daha sonra ortaya çıkacak iktisat teorilerinin adeta habercisidir.
Genel olarak baktığımızda, ele aldığı konuları akılcı bir bakış açısıyla değerlendiren İbn Haldun’un İslami ilimlerden de faydalandığı görülüyor. Özellikle ticaret ve siyaset ile ilgili dini ve ahlâki bir çerçeve çizdiği söylenebilir. Diğer yandan akılcı, sorgulayıcı, eleştirel bakması geleneği görmezden gelmesine engel olmuyor. Ona göre bedevi ve hadari unsurlar birbirinin zıttı değil tamamlayıcısıdır ve tarih bu iki yapının diyalektiğinin üretimidir. Ozan Sağsöz’ün örneklerle belirttiği gibi, İbn Haldun modern Batı felsefesinin birçok düşünürünün öncülü sayılabilecek görüşleriyle çağını aşan bir anlayışa sahiptir. Bu anlamda onun görüşleri İslam düşünce geleneğinin özgün bir parçası olmasının yanında İslami paradigmanın tıkandığı noktaları saptamada kullanılabilir. Dolayısıyla Ozan Sağsöz, İbn Haldun özelinde sadece “maişet yolları” hakkında bilgi sunmuyor. Daha genel bir çerçeve çizerek hem Mukaddime’yi analiz ediyor hem de onun yazıldığı dönemin sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-politik yapısının mütevazı bir analizini yapıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
5 Şubat 2019 Salı
4 Şubat 2019 Pazartesi
Said Halim Paşa'nın gözünden tarihimizin kritik yılları
Çemberlitaş'taki Sultan II. Mahmud Türbesi'ne girdiğinizde, devletin her kademesinden insanın kabriyle karşılaşmanız mümkündür. Burada yatan zatlardan biri de Osmanlı İmparatorluğu'nun en kritik döneminde sadrazamlık makamında bulunmuş olan Said Halim Paşa'dır. Hayatına baktığımızda sözünü sakınmayan, imparatorluğun ve yöneticilerin krizlerini yazmaktan ve çözümler üretmekten kaçınmayan bir münevver profili görürüz.
1863'te Kahire'de doğan paşa, Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunlarındandır. İsviçre'de siyaset bilimi okumuş ve beş dil öğrenmiştir. Bu yazıda bahsedeceğimiz eserin orijinali de Fransızcadır. Yani paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girişini ve o günkü vaziyetini Fransızca olarak yazmıştır. II. Abdülhamid döneminde Şûrá-yı Devlet'e tayin olunsa da İttihatçılarla olan münasebetinden dolayı takip altına alınınca vatanından ayrılmak durumunda kalmıştır. Uzun yıllar Avrupa'da ve Mısır'da yaşamış, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Türkiye'ye geri dönmüştür. İttihatçıların arzusu üzerine 1913'te sadrazam olmuştur. Yani I. Dünya Savaşı esnasında memleketin başbakanıdır. 1917'de sadrazamlıktan istifa ettikten sonra 1919'da savaş suçluları arasında yer aldığından Malta'ya sürülmüştür. İki yıl boyunca bir İngiliz esir kampında kalan paşa, sonrasında Roma'ya yerleşmiş, 1921 yılında bir Ermeni komitacı tarafından burada şehit edilmiştir.
Said Halim Paşa, dönemin 'İslâmcı' aydınlarındandır. İmparatorluğun gerileme sebeplerinden en önemlisi olarak Batı düşünce sistemindeki kalıpların olduğu gibi alınmasını ve bunun halk tabanında hiçbir karşılık almaması olarak görür. Başta "Buhranlarımız" olmak üzere yazdığı birçok makalede düşüncelerini aktarırken imparatorluğun krizleri sert bir dille eleştirmiştir. Anayasa, onun en sert eleştirdiği meseleyi oluşturur. Anayasa için "ülkenin sosyal ve siyasal durumuyla, ruh haliyle, inançlarıyla ve gelenekleriyle asla uyuşmayan bu anayasa, millî varlığımız için ciddî bir tehlike hâlini almıştır" dese de başbakan olmuştur. Said Halim Paşa'ya dair özgün ve kuvvetli bir metin okumak isteyenler İsmail Kara'nın Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi isimli eserinin birinci cildine bakabilirler. Burada Kara'nın üzerinde dürdüğü en hassas konu paşanın anayasa üzerine yorumlarıdır. Bu yorumlar arasından bir kelimeyi çekip çıkarmak gerekirse, o kelime de imparatorluk yöneticilerinin anayasa konusundaki "aldanmış" hâlleri olacaktır.
Ocak 2019'da Kronik Kitap tarafından ve Fatih Yücel'in çevirisiyle neşredilen Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı, Said Halim Paşa'nın Fransızca yazdığı bir eser. Dönemin tam da içinden olan paşanın tanıklıklarıyla şu konulara doğrudan cevap bulunabiliyor: Türkiye, Dünya Savaşı'na nasıl girdi ve niçin katıldı? Karadeniz hadisesinde neler oldu? Savaş sonrasında Bab-ı Âli'nin iflası nasıl gerçekleşti? Mustafa Kemal Paşa'nın stratejisi doğrultusunda İngiltere ve Fransa düşmanlığı arasındaki farklar nelerdi? İngilizlerin Yakın Doğu siyasetinde Türkiye'de hangi faaliyetler planlandı ve gerçekleştirildi? İngiliz siyasetinin hataları neler oldu? Türkiye ve halifelik meselesi nasıl yorumlanmalı?
"Türkiye, içinde bulunduğu tecrit yüzünden, neredeyse tüm Avrupa’yı temsil eden iki tarafın dışında kalmış bir ülke olarak; adaletsizlik ve istismarın her türlüsüne katlanmayı sürdürmekteydi. Bu dayanılması zor duruma son verebilmek için, Türkiye’nin söz konusu taraflardan birine katılması gerekmekteydi. Rusya’nın mevcudiyeti sebebiyle Üçlü İtilaf ’a katılma imkânı yoktu. Geriye kalan tek ihtimal olan Üçlü İttifak’a dahil hususunda ise bir mâni bulunmamaktaydı." diyerek, Türkiye'nin o dönemki vaziyetini gayet net biçimde anlatıyor. Akıbeti için ise şu yorumu getiriyor: "Almanya’nın Türkiye’ye ittifak teklif ettiği esnada, Saraybosna Cinayeti çoktan vuku bulmuştu ve Üçlü İttifak ile Üçlü İtilaf arasındaki ilişkiler gergin bir hâle gelmişti. Yine de hiç kimse, bu gerginliğin Avrupa halklarının tamamının çok korktuğu ve ne pahasına olursa olsun kaçınma yollarını aradığı umumî savaşa yol açacağını tasavvur edemezdi. Almanya’nın yaptığı ittifak teklifini Arşidük Ferdinand Suikastı’nın yol açtığı vaziyet nedeniyle reddetmek, netice itibariyle Türkiye için can sıkıcı ve aynı zamanda da tamiri imkânsız bir hata olurdu."
Tarih kitaplarında çok basit bir meseleymiş gibi aktarılan Goeben ve Breslau meselesi ise paşanın yorumlarıyla oldukça ciddi bir boyut kazanıyor. Almanların ve elbette İttihatçıların türlü manevralarla yürüttükleri bu mesele, gerçekten de bir savaşa giriş stratejisi olarak görünüyor satırlarda. Almanya ile Avusturya-Macaristan büyükelçilerinin Türkiye'den Rusya’ya savaş ilanı istemeleri karşılığında paşa "Memleketin topraklarının genişliğinden ve ulaşım zorluklarından bahsederek, seferberliğin tamamlanabilmesi için uzun bir zaman gerektiğini ve netice itibariyle Osmanlı Hükûmeti’nin o zamana kadar tarafsızlığını kesinlikle korumaya mecbur olduğunu" izah etse de durum değişmemiş, bir emr-i vaki söz konusu olmuştu.
Savaşa katılma noktasındaki tarafsız kalma baskısına dair "tarafsızlığa katlanmak, Türkiye için, yalnızlığa ve tamamen hareketsiz kalmaya mahkûm olmak ve sonuç itibariyle de, sadece kendi imkânlarıyla gerçekleştirmede yetersiz kaldığı millî müdafaasını düzene sokmak için mutlaka ihtiyaç duyduğu yardım ve destekten mahrum kalmak demekti" yorumunu yapan paşa, savaşın nihayetine dair oldukça önemli ifadelerde bulunuyor: "Türkiye’yi mütarekeden sonra silahlanmaya zorlayan sebepler onu dünya savaşına katılmaya mecbur eden sebeplerin aynısıdır. Ne o zaman ne de bugün üzerine düşenleri yerine getirmeseydi de kaderi değişmeyecek ve millî varlığının her hâlükârda sona erdiğini görecekti. Türkiye, bugün Allah’ın lütfu ve evlatlarının hayran olunacak sadakati sayesinde varlığını korumak için hâlâ mücadele edebiliyorsa, bağımsız, hür ve müreffeh bir istikbali güvence altına almayı da bilecektir. Bunun sebebi de, 1914’te görevini kavrayarak harekete geçmesi ve savaştığı korkunç kuvvete yılmadan karşı koyma cesaretini göstermesidir."
Kitabın en sarsıcı tarafı halifelik ve Mustafa Kemal Paşa üzerine olan sayfalarda gizli. Şunu net biçimde söyleyebilirim ki Said Halim Paşa'nın hem dönemin Müslüman aydınlarının hem de Mustafa Kemal Paşa'nın şahsına dair şaşırtıcı derece (fizikî özelliklerinden özel yaşantısına kadar) fikirleri son derece kritik bir öneme sahip. Günümüz 'İslamcı' köşe yazarlarının her fırsatta 'İslamcılığı' sebebiyle övdükleri paşanın özellikle de Sultan Vahdeddin'e dair yaptığı yorumların ciddiyetle üzerinde durulması gerekiyor. "Vahdeddin, savaşın ve mağlubiyetin getirdiği tüm felaketlerin kaynağı olup ülkesine en büyük iyiliği yapabilecekken, en büyük kötülüğü yapmıştır." diyen paşanın devam eden sayfalardaki şu cümleleri de buraya almak elzem:
"Alçakça ve saçma sapan şahsî hesaplara boyun eğip, gizlice İngiltere’yle anlaşmış ve Osmanlıcılığın en azılı düşmanı ve Türk aleyhtarı ittifakın önderi olmuştur. Mutlak iktidar ihtirasıyla gözleri dönmüş ve vezinsiz beyinde zulüm illeti şeklini almış itimatsızlıktan doğan şahsiyet zaaflarına maruz kalmış, Osman’ın tahtının hâlihazırdaki aşağılık sahibi, kendini Millî Teşkilat’ın en azılı rakibi olarak görmekteydi. Hakikatte ise, Teşkilat’ın İtilaf Kuvvetleri’ne gösterdiği tepki, Sultan’ın despotluk temayülleri aleyhinde zuhur eden bir karşıtlıkla beraber kendini göstermekteydi. Fakat bununla o sadece Sultan’ın otoritesini anayasa sınırları içerisinde tutmaya çalışmaktaydı. Aslında Vahdeddin sadece ağabeyi Abdülhamid’in zulüm taraftarı politikalarını devam ettirmek için tahta çıkmış gibi gözükmekteydi, bunun haricinde o ağabeyinin kötü bir kopyasından ibaretti. Abdülhamid’in entrika kabiliyetine sahipse de, Allah’ın bir lütfu olarak, onun zekâsından nasibini alamamıştı. O da, ağabeyi gibi “Benden sonra fırtına,” demekteydi. Millî Teşkilat’a her türlü saltanat aleyhtarı niyetleri atfederek, Vahdeddin İngiltere ile ittifak kurmuştu; fakat bunu yaparak bir despot olarak yönetmek istediği İmparatorluğun parçalanmasına ve köleleştirilmesine yardım etmekte olduğunu bilmemekteydi."
Said Halim Paşa'nın Mustafa Kemal Paşa'ya dair yaptığı yorumlardan şu satırları da devamını merak ettirme gayesiyle buraya alıyorum:
"Mustafa Kemal gırtlağına kadar sefalete batmış olmakla suçlanmaktadır. Bu doğru değildir. Belki sefa meraklısı olabilir. Ancak millî davada kendine düşen vazifeyi yerine getirmiştir ve kötü alışkanlıklarından feragat etmiştir, bu da göz ardı edilebilecek bir davranış değildir. Onun hayatı bugün son derece namuslu ve muntazamdır (...) O ne olursa olsun, iyiyle kötünün, zaaf ve kuvvetin, fazilet ve zaafların bir karışımı dahi olsa, Türkiye ona sadece hayranlık ve takdirini arz edebilir. Yine de ne yaparsa yapsın onun hakkını ödeyemez. Hayatta kalışını ve diğer milletlerin nezdindeki itibarını tekrar kazanışını ona borçludur. Yine de bu muazzam başarısında milletin payının onunkinden daha büyük olduğunu eklemeyi ihmal etmeyelim. Millet ona sonuna kadar kullanması için bitmek tükenmez bir kahramanlık ve coşku zemini hazırlamıştır. Eğer o bir zanaatkâr ise, millet de elindeki âletidir, tevazuu sebebiyle eşsiz niteliğinin farkında olmayan bir âlettir. İşi aslına bakılırsa, Türkiye’nin kurtuluşu ve onu sönüp kaybolan parıltısıyla hâlihazırda son iki yüz yıllın acı ve mahcubiyetlerinde kurtaracak talihine doğru yönelişi milletin ve tabiatın mümtaz kıldığı evladının vasıflarının bir araya gelmesi neticesinde gerçekleşmiştir."
Kitabın konu başlıkları eşliğinde net biçimde cevapladığı soruların dışında ekler bölümünde de oldukça önemli sayfalar var. İlki Türkiye ve Düvel-i Muazzama (1856-1914) meselesine dair. İkincisi Said Halim ve Mehmet Talat paşalar kabinelerinin Divan-ı Âli'ye sevkleri üzerine tutulan tutanaklar. Dönemin gerilimi tam manasıyla bu tutanaklarda. Üçüncü ek ise "Türkiya'nın Harb-i Umumi'ye İştirakindeki Sebepler" başlığını taşıyor. Kitap ne kadar önemli bir kaynaksa, bu ekler de o derece önemli birer kaynak.
Kitabı dilimize kazandıran Fatih Yücel, takdim yazısında "Said Halim Paşa bu kitabı, bilhassa Milli Mücadele ile alakalı kısımlarını, 13 Eylül 1921’de zaferle neticelenen Sakarya Meydan Muharebesi’nden, -savaş esnasında Şark vilayetlerindeki olaylardan mesul tutularak gönderildiği- sürgün yeri Malta’dan ayrılarak Roma’ya gidişinden sonra yazmıştır. Kitabının müsveddesini muhtemelen, 30 Aralık 1921’de Ermeni bir çeteci tarafından katledilmesinden çok kısa bir süre önce tamamlamıştır." diyerek bizi tarihimizin en kritik yıllarına dair birinci ağızdan yapacağımız tanıklığa hazırlıyor. Her yönüyle akıcı, süratle okunabilen, sarsıcı bir kitap Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı. Önce paşanın bu eserinde yer alan fikirleri tartılmalı, özümsenmeli. Ondan sonra da üzerinde dura dura yorumlanmalı. Şahsına ve siyasî duruşuna dayanma faslı bu kitapla bitmeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
1863'te Kahire'de doğan paşa, Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunlarındandır. İsviçre'de siyaset bilimi okumuş ve beş dil öğrenmiştir. Bu yazıda bahsedeceğimiz eserin orijinali de Fransızcadır. Yani paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girişini ve o günkü vaziyetini Fransızca olarak yazmıştır. II. Abdülhamid döneminde Şûrá-yı Devlet'e tayin olunsa da İttihatçılarla olan münasebetinden dolayı takip altına alınınca vatanından ayrılmak durumunda kalmıştır. Uzun yıllar Avrupa'da ve Mısır'da yaşamış, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Türkiye'ye geri dönmüştür. İttihatçıların arzusu üzerine 1913'te sadrazam olmuştur. Yani I. Dünya Savaşı esnasında memleketin başbakanıdır. 1917'de sadrazamlıktan istifa ettikten sonra 1919'da savaş suçluları arasında yer aldığından Malta'ya sürülmüştür. İki yıl boyunca bir İngiliz esir kampında kalan paşa, sonrasında Roma'ya yerleşmiş, 1921 yılında bir Ermeni komitacı tarafından burada şehit edilmiştir.
Said Halim Paşa, dönemin 'İslâmcı' aydınlarındandır. İmparatorluğun gerileme sebeplerinden en önemlisi olarak Batı düşünce sistemindeki kalıpların olduğu gibi alınmasını ve bunun halk tabanında hiçbir karşılık almaması olarak görür. Başta "Buhranlarımız" olmak üzere yazdığı birçok makalede düşüncelerini aktarırken imparatorluğun krizleri sert bir dille eleştirmiştir. Anayasa, onun en sert eleştirdiği meseleyi oluşturur. Anayasa için "ülkenin sosyal ve siyasal durumuyla, ruh haliyle, inançlarıyla ve gelenekleriyle asla uyuşmayan bu anayasa, millî varlığımız için ciddî bir tehlike hâlini almıştır" dese de başbakan olmuştur. Said Halim Paşa'ya dair özgün ve kuvvetli bir metin okumak isteyenler İsmail Kara'nın Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi isimli eserinin birinci cildine bakabilirler. Burada Kara'nın üzerinde dürdüğü en hassas konu paşanın anayasa üzerine yorumlarıdır. Bu yorumlar arasından bir kelimeyi çekip çıkarmak gerekirse, o kelime de imparatorluk yöneticilerinin anayasa konusundaki "aldanmış" hâlleri olacaktır.
Ocak 2019'da Kronik Kitap tarafından ve Fatih Yücel'in çevirisiyle neşredilen Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı, Said Halim Paşa'nın Fransızca yazdığı bir eser. Dönemin tam da içinden olan paşanın tanıklıklarıyla şu konulara doğrudan cevap bulunabiliyor: Türkiye, Dünya Savaşı'na nasıl girdi ve niçin katıldı? Karadeniz hadisesinde neler oldu? Savaş sonrasında Bab-ı Âli'nin iflası nasıl gerçekleşti? Mustafa Kemal Paşa'nın stratejisi doğrultusunda İngiltere ve Fransa düşmanlığı arasındaki farklar nelerdi? İngilizlerin Yakın Doğu siyasetinde Türkiye'de hangi faaliyetler planlandı ve gerçekleştirildi? İngiliz siyasetinin hataları neler oldu? Türkiye ve halifelik meselesi nasıl yorumlanmalı?
"Türkiye, içinde bulunduğu tecrit yüzünden, neredeyse tüm Avrupa’yı temsil eden iki tarafın dışında kalmış bir ülke olarak; adaletsizlik ve istismarın her türlüsüne katlanmayı sürdürmekteydi. Bu dayanılması zor duruma son verebilmek için, Türkiye’nin söz konusu taraflardan birine katılması gerekmekteydi. Rusya’nın mevcudiyeti sebebiyle Üçlü İtilaf ’a katılma imkânı yoktu. Geriye kalan tek ihtimal olan Üçlü İttifak’a dahil hususunda ise bir mâni bulunmamaktaydı." diyerek, Türkiye'nin o dönemki vaziyetini gayet net biçimde anlatıyor. Akıbeti için ise şu yorumu getiriyor: "Almanya’nın Türkiye’ye ittifak teklif ettiği esnada, Saraybosna Cinayeti çoktan vuku bulmuştu ve Üçlü İttifak ile Üçlü İtilaf arasındaki ilişkiler gergin bir hâle gelmişti. Yine de hiç kimse, bu gerginliğin Avrupa halklarının tamamının çok korktuğu ve ne pahasına olursa olsun kaçınma yollarını aradığı umumî savaşa yol açacağını tasavvur edemezdi. Almanya’nın yaptığı ittifak teklifini Arşidük Ferdinand Suikastı’nın yol açtığı vaziyet nedeniyle reddetmek, netice itibariyle Türkiye için can sıkıcı ve aynı zamanda da tamiri imkânsız bir hata olurdu."
Tarih kitaplarında çok basit bir meseleymiş gibi aktarılan Goeben ve Breslau meselesi ise paşanın yorumlarıyla oldukça ciddi bir boyut kazanıyor. Almanların ve elbette İttihatçıların türlü manevralarla yürüttükleri bu mesele, gerçekten de bir savaşa giriş stratejisi olarak görünüyor satırlarda. Almanya ile Avusturya-Macaristan büyükelçilerinin Türkiye'den Rusya’ya savaş ilanı istemeleri karşılığında paşa "Memleketin topraklarının genişliğinden ve ulaşım zorluklarından bahsederek, seferberliğin tamamlanabilmesi için uzun bir zaman gerektiğini ve netice itibariyle Osmanlı Hükûmeti’nin o zamana kadar tarafsızlığını kesinlikle korumaya mecbur olduğunu" izah etse de durum değişmemiş, bir emr-i vaki söz konusu olmuştu.
Savaşa katılma noktasındaki tarafsız kalma baskısına dair "tarafsızlığa katlanmak, Türkiye için, yalnızlığa ve tamamen hareketsiz kalmaya mahkûm olmak ve sonuç itibariyle de, sadece kendi imkânlarıyla gerçekleştirmede yetersiz kaldığı millî müdafaasını düzene sokmak için mutlaka ihtiyaç duyduğu yardım ve destekten mahrum kalmak demekti" yorumunu yapan paşa, savaşın nihayetine dair oldukça önemli ifadelerde bulunuyor: "Türkiye’yi mütarekeden sonra silahlanmaya zorlayan sebepler onu dünya savaşına katılmaya mecbur eden sebeplerin aynısıdır. Ne o zaman ne de bugün üzerine düşenleri yerine getirmeseydi de kaderi değişmeyecek ve millî varlığının her hâlükârda sona erdiğini görecekti. Türkiye, bugün Allah’ın lütfu ve evlatlarının hayran olunacak sadakati sayesinde varlığını korumak için hâlâ mücadele edebiliyorsa, bağımsız, hür ve müreffeh bir istikbali güvence altına almayı da bilecektir. Bunun sebebi de, 1914’te görevini kavrayarak harekete geçmesi ve savaştığı korkunç kuvvete yılmadan karşı koyma cesaretini göstermesidir."
Kitabın en sarsıcı tarafı halifelik ve Mustafa Kemal Paşa üzerine olan sayfalarda gizli. Şunu net biçimde söyleyebilirim ki Said Halim Paşa'nın hem dönemin Müslüman aydınlarının hem de Mustafa Kemal Paşa'nın şahsına dair şaşırtıcı derece (fizikî özelliklerinden özel yaşantısına kadar) fikirleri son derece kritik bir öneme sahip. Günümüz 'İslamcı' köşe yazarlarının her fırsatta 'İslamcılığı' sebebiyle övdükleri paşanın özellikle de Sultan Vahdeddin'e dair yaptığı yorumların ciddiyetle üzerinde durulması gerekiyor. "Vahdeddin, savaşın ve mağlubiyetin getirdiği tüm felaketlerin kaynağı olup ülkesine en büyük iyiliği yapabilecekken, en büyük kötülüğü yapmıştır." diyen paşanın devam eden sayfalardaki şu cümleleri de buraya almak elzem:
"Alçakça ve saçma sapan şahsî hesaplara boyun eğip, gizlice İngiltere’yle anlaşmış ve Osmanlıcılığın en azılı düşmanı ve Türk aleyhtarı ittifakın önderi olmuştur. Mutlak iktidar ihtirasıyla gözleri dönmüş ve vezinsiz beyinde zulüm illeti şeklini almış itimatsızlıktan doğan şahsiyet zaaflarına maruz kalmış, Osman’ın tahtının hâlihazırdaki aşağılık sahibi, kendini Millî Teşkilat’ın en azılı rakibi olarak görmekteydi. Hakikatte ise, Teşkilat’ın İtilaf Kuvvetleri’ne gösterdiği tepki, Sultan’ın despotluk temayülleri aleyhinde zuhur eden bir karşıtlıkla beraber kendini göstermekteydi. Fakat bununla o sadece Sultan’ın otoritesini anayasa sınırları içerisinde tutmaya çalışmaktaydı. Aslında Vahdeddin sadece ağabeyi Abdülhamid’in zulüm taraftarı politikalarını devam ettirmek için tahta çıkmış gibi gözükmekteydi, bunun haricinde o ağabeyinin kötü bir kopyasından ibaretti. Abdülhamid’in entrika kabiliyetine sahipse de, Allah’ın bir lütfu olarak, onun zekâsından nasibini alamamıştı. O da, ağabeyi gibi “Benden sonra fırtına,” demekteydi. Millî Teşkilat’a her türlü saltanat aleyhtarı niyetleri atfederek, Vahdeddin İngiltere ile ittifak kurmuştu; fakat bunu yaparak bir despot olarak yönetmek istediği İmparatorluğun parçalanmasına ve köleleştirilmesine yardım etmekte olduğunu bilmemekteydi."
Said Halim Paşa'nın Mustafa Kemal Paşa'ya dair yaptığı yorumlardan şu satırları da devamını merak ettirme gayesiyle buraya alıyorum:
"Mustafa Kemal gırtlağına kadar sefalete batmış olmakla suçlanmaktadır. Bu doğru değildir. Belki sefa meraklısı olabilir. Ancak millî davada kendine düşen vazifeyi yerine getirmiştir ve kötü alışkanlıklarından feragat etmiştir, bu da göz ardı edilebilecek bir davranış değildir. Onun hayatı bugün son derece namuslu ve muntazamdır (...) O ne olursa olsun, iyiyle kötünün, zaaf ve kuvvetin, fazilet ve zaafların bir karışımı dahi olsa, Türkiye ona sadece hayranlık ve takdirini arz edebilir. Yine de ne yaparsa yapsın onun hakkını ödeyemez. Hayatta kalışını ve diğer milletlerin nezdindeki itibarını tekrar kazanışını ona borçludur. Yine de bu muazzam başarısında milletin payının onunkinden daha büyük olduğunu eklemeyi ihmal etmeyelim. Millet ona sonuna kadar kullanması için bitmek tükenmez bir kahramanlık ve coşku zemini hazırlamıştır. Eğer o bir zanaatkâr ise, millet de elindeki âletidir, tevazuu sebebiyle eşsiz niteliğinin farkında olmayan bir âlettir. İşi aslına bakılırsa, Türkiye’nin kurtuluşu ve onu sönüp kaybolan parıltısıyla hâlihazırda son iki yüz yıllın acı ve mahcubiyetlerinde kurtaracak talihine doğru yönelişi milletin ve tabiatın mümtaz kıldığı evladının vasıflarının bir araya gelmesi neticesinde gerçekleşmiştir."
Kitabın konu başlıkları eşliğinde net biçimde cevapladığı soruların dışında ekler bölümünde de oldukça önemli sayfalar var. İlki Türkiye ve Düvel-i Muazzama (1856-1914) meselesine dair. İkincisi Said Halim ve Mehmet Talat paşalar kabinelerinin Divan-ı Âli'ye sevkleri üzerine tutulan tutanaklar. Dönemin gerilimi tam manasıyla bu tutanaklarda. Üçüncü ek ise "Türkiya'nın Harb-i Umumi'ye İştirakindeki Sebepler" başlığını taşıyor. Kitap ne kadar önemli bir kaynaksa, bu ekler de o derece önemli birer kaynak.
Kitabı dilimize kazandıran Fatih Yücel, takdim yazısında "Said Halim Paşa bu kitabı, bilhassa Milli Mücadele ile alakalı kısımlarını, 13 Eylül 1921’de zaferle neticelenen Sakarya Meydan Muharebesi’nden, -savaş esnasında Şark vilayetlerindeki olaylardan mesul tutularak gönderildiği- sürgün yeri Malta’dan ayrılarak Roma’ya gidişinden sonra yazmıştır. Kitabının müsveddesini muhtemelen, 30 Aralık 1921’de Ermeni bir çeteci tarafından katledilmesinden çok kısa bir süre önce tamamlamıştır." diyerek bizi tarihimizin en kritik yıllarına dair birinci ağızdan yapacağımız tanıklığa hazırlıyor. Her yönüyle akıcı, süratle okunabilen, sarsıcı bir kitap Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı. Önce paşanın bu eserinde yer alan fikirleri tartılmalı, özümsenmeli. Ondan sonra da üzerinde dura dura yorumlanmalı. Şahsına ve siyasî duruşuna dayanma faslı bu kitapla bitmeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Ocak 2019 Salı
İki kişinin huzurlu olduğu yerdedir aşk
Aşk üzerine yapılmış röportajlar serisinden oluşan Aşka Övgü’nün son sayfasına gelindiğinde, Alain Badiou tarafından, aşkın, dünyayı İki’nin penceresinden görebilme kabiliyeti olarak tanımlanması ile okuyucu kendisini uzunca bir kahve molası ihtiyacı içinde buluyor. Mümkünse denize nazır.
“Aşk beni göklere çıkarmaz, aşağı da çekmez. Varoluşsal bir öneridir o: Salt sağ kalma itkimden ya da iyice benimsenmiş çıkarımdan farklı bir yöne kayan bir bakış açısıyla, bir dünya kurmanın önerisidir. Burada “kurma” sözcüğünü “deneyim”in karşıtı olarak kullanıyorum. Sevdiğim kadının omzuna yaslanıp, örneğin dağlık bir bölgede akşamın dinginliğini, sarılı yeşilli çayırı, ağaçların gölgesini, çitlerin ardında kımıldamadan duran kara somaklı koyunları ve kayalıkların arkasında yiten güneşi görüyorsam ve onun yüzü aracılığıyla değil de şu haliyle, dünyanın içinde sevdiğim kadının da aynı dünyayı gördüğünü, bu özdeşliğin dünyanın parçası olduğunu ve aşkın tam o anda özdeş bir farkın çelişkisi olduğunu biliyorsam, işte o zaman aşk vardır ve daha da var olacağına ilişkin umut verir. Bunun nedeni sevgilimle benim o tek Özne’ye, aşkın Öznesi’ne katılmamızdır; bu özne o dünyanın yalnızca benim kişisel bakışımı dolduran şey olmaktansa meydana geleceği, doğacağı şekilde, dünyanın açılımını farkımızın prizmasından işler. Aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanıklık etme olasılığıdır. Kaldı ki bir çocuğun doğuşu da, aşkta gerçekleştiyse, bu olasılığın örneklerinden biridir.”
Daha ziyade aşkın ne olmadığı üzerinden ilerleyen Badiou’nun öncelikli eleştirisi; zihni mistisizme pek prim vermeyen, dinin şiarında da bu ihtiyacı bulamayanlar için oldukça keyifli okumalar verir.
De dahi; “Tanrı’ya ulaşmak” için ısrarla “aşk acısı”na gark olmuş farkındalığı ön şart görmenin, psikolojik bir inceleme olduğunu düşünenler; Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’undan mülhem oluşmuş kültürel hafızasına rağmen, aşkın şekil değiştirme halini, komik bir masal gibi dinlemeye başlayanlar için de yalnızlık gidericidir.
Çünkü Badiou’nun, Hristiyanlık üzerinden eleştirdiği; iki kişiyi aşan bir “bambaşka”ya, Tanrı’ya ulaşmanın aracı aşk, ancak ötekinin idealize edilmesiyle gerçekleşebilen bir şeydir, bu ise aşkın değil başka bir konunun öznesidir.
Keza Romeo ve Juliet gibi trajik sonlarla aşkı ölüme götüren, hastalıklı bir ısrarla “hüzün” ve “acı” bağımlılığını da ayaklar altına alır Badiou. Rimbaund’nun “aşkı yeniden yaratmalıyız” sözü izleğidir ve aşkı “İki’nin Sahnesi” diye isimlendirdiği düzlüğe çeker önce. Aşk; iki kişi arasındaki farkın motivasyonudur ona göre. Yoğunluğu ise muhtemel sonlu dünyanın içinde aranan sonsuz duyguların beden üzerindeki alaşımlarıdır. Mistik ve metafizik olmasının saçma olması bir yana, ateistik duruş sergiler. Çünkü Badiou’nun aşkı bir’in iki’ye mağlubiyetidir.
Bir diğer eleştiri; erkeğin, milyonlarca sperminin, kadının bir yumurtası ile eşleşme derdinden yola çıkmasından, etiği yerleşmiş bir zihnin kabul edemeyeceği yerlere varan Schopenhaure ve türevlerinedir.
Badiou için “Aşk cinsel arzunun basit bir süsü, türün üremesi için var olan karmaşık ve düşsel bir oyun olamaz.”
Schopenhauer, “Ne kadar aşk, o kadar kusursuz çocuklar” iddiasını melankolik bir temelde değil; matematiğini kurarak anlatsa da; kısa olanın uzun olana, aptalın akıllıya aşık oluşundaki ortalamaya ulaşma ve mükemmel çocuk ihtimalini arttırma isteğinden ibaret aşk tanımını reddeder Badiou. Koca kitaplar aşıp gelen aşk; güzel çocuk yapabilme gayretinde son bulmamalıdır. Aksi halde vahşi doğadaki bir antiloptan çok da farkımız kalmayacaktır. Bu onun için bir zavallılıktır. Aksi halde efendisi olmamız gerek “hormon” efendimiz olur. Onun için “arzu”, aşk için, tıpkı Tanrı’ya ulaşma yöntemi olması kadar uzak ve “aşka ihanet” olarak nitelendirilebilecek bir tanımlamadır.
“Aşk özellikle de süre içinde arkadaşlığın tüm olumlu özelliklerini kazanır (…) “Hayır! O anda işleyen şey yalnızca arzudur!” diyeceklerdir. Bence, ilân edilen aşk öğesinde, doğrudan arzuyu olmasa da, arzunun etkilerini yaratan şey hâlâ gizli olsa bile o ilandır. Aşk, kanıtının arzuyu sarıp sarmalamasını ister (…) Ama sevgililer en şiddetli coşkunlukta bile, sabah, uyanışta, aşk ilanını duyan bedenlerin üstüne bir huzur çöktüğünde, aşkın koruyucu bir melek gibi yanlarında olduğunu bilirler. İşte bu yüzden aşk cinsel arzunun basit bir süsü, türün üremesi için var olan karmaşık ve düşsel bir oyun olamaz, sanırım onun yok olmasına çalışan ideologlar dışında da kimse onu öyle görmez.”
Hülasa;
“Aşk bir düşüncedir.” oldukça saygın bir içeriktir.
Sabah uyandığında yüzüne çöken gülümseme, huzur…
Bir bakış bir jest ile şekillenebilen an…
Mutluluğu, öteki ile birlikte olmanın kaynağı yapan…
Kaygılarından arınmış, dingin bir “seni seviyorum”…
“Sen farklarınla dünyamı tamamlayanımsın” diyebildiğindedir.
Bu yüzden Badiou için aşk; bir olmak değil, iki ile huzurlu olabildiğin yerdedir.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
“Aşk beni göklere çıkarmaz, aşağı da çekmez. Varoluşsal bir öneridir o: Salt sağ kalma itkimden ya da iyice benimsenmiş çıkarımdan farklı bir yöne kayan bir bakış açısıyla, bir dünya kurmanın önerisidir. Burada “kurma” sözcüğünü “deneyim”in karşıtı olarak kullanıyorum. Sevdiğim kadının omzuna yaslanıp, örneğin dağlık bir bölgede akşamın dinginliğini, sarılı yeşilli çayırı, ağaçların gölgesini, çitlerin ardında kımıldamadan duran kara somaklı koyunları ve kayalıkların arkasında yiten güneşi görüyorsam ve onun yüzü aracılığıyla değil de şu haliyle, dünyanın içinde sevdiğim kadının da aynı dünyayı gördüğünü, bu özdeşliğin dünyanın parçası olduğunu ve aşkın tam o anda özdeş bir farkın çelişkisi olduğunu biliyorsam, işte o zaman aşk vardır ve daha da var olacağına ilişkin umut verir. Bunun nedeni sevgilimle benim o tek Özne’ye, aşkın Öznesi’ne katılmamızdır; bu özne o dünyanın yalnızca benim kişisel bakışımı dolduran şey olmaktansa meydana geleceği, doğacağı şekilde, dünyanın açılımını farkımızın prizmasından işler. Aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanıklık etme olasılığıdır. Kaldı ki bir çocuğun doğuşu da, aşkta gerçekleştiyse, bu olasılığın örneklerinden biridir.”
Daha ziyade aşkın ne olmadığı üzerinden ilerleyen Badiou’nun öncelikli eleştirisi; zihni mistisizme pek prim vermeyen, dinin şiarında da bu ihtiyacı bulamayanlar için oldukça keyifli okumalar verir.
De dahi; “Tanrı’ya ulaşmak” için ısrarla “aşk acısı”na gark olmuş farkındalığı ön şart görmenin, psikolojik bir inceleme olduğunu düşünenler; Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’undan mülhem oluşmuş kültürel hafızasına rağmen, aşkın şekil değiştirme halini, komik bir masal gibi dinlemeye başlayanlar için de yalnızlık gidericidir.
Çünkü Badiou’nun, Hristiyanlık üzerinden eleştirdiği; iki kişiyi aşan bir “bambaşka”ya, Tanrı’ya ulaşmanın aracı aşk, ancak ötekinin idealize edilmesiyle gerçekleşebilen bir şeydir, bu ise aşkın değil başka bir konunun öznesidir.
Keza Romeo ve Juliet gibi trajik sonlarla aşkı ölüme götüren, hastalıklı bir ısrarla “hüzün” ve “acı” bağımlılığını da ayaklar altına alır Badiou. Rimbaund’nun “aşkı yeniden yaratmalıyız” sözü izleğidir ve aşkı “İki’nin Sahnesi” diye isimlendirdiği düzlüğe çeker önce. Aşk; iki kişi arasındaki farkın motivasyonudur ona göre. Yoğunluğu ise muhtemel sonlu dünyanın içinde aranan sonsuz duyguların beden üzerindeki alaşımlarıdır. Mistik ve metafizik olmasının saçma olması bir yana, ateistik duruş sergiler. Çünkü Badiou’nun aşkı bir’in iki’ye mağlubiyetidir.
Bir diğer eleştiri; erkeğin, milyonlarca sperminin, kadının bir yumurtası ile eşleşme derdinden yola çıkmasından, etiği yerleşmiş bir zihnin kabul edemeyeceği yerlere varan Schopenhaure ve türevlerinedir.
Badiou için “Aşk cinsel arzunun basit bir süsü, türün üremesi için var olan karmaşık ve düşsel bir oyun olamaz.”
Schopenhauer, “Ne kadar aşk, o kadar kusursuz çocuklar” iddiasını melankolik bir temelde değil; matematiğini kurarak anlatsa da; kısa olanın uzun olana, aptalın akıllıya aşık oluşundaki ortalamaya ulaşma ve mükemmel çocuk ihtimalini arttırma isteğinden ibaret aşk tanımını reddeder Badiou. Koca kitaplar aşıp gelen aşk; güzel çocuk yapabilme gayretinde son bulmamalıdır. Aksi halde vahşi doğadaki bir antiloptan çok da farkımız kalmayacaktır. Bu onun için bir zavallılıktır. Aksi halde efendisi olmamız gerek “hormon” efendimiz olur. Onun için “arzu”, aşk için, tıpkı Tanrı’ya ulaşma yöntemi olması kadar uzak ve “aşka ihanet” olarak nitelendirilebilecek bir tanımlamadır.
“Aşk özellikle de süre içinde arkadaşlığın tüm olumlu özelliklerini kazanır (…) “Hayır! O anda işleyen şey yalnızca arzudur!” diyeceklerdir. Bence, ilân edilen aşk öğesinde, doğrudan arzuyu olmasa da, arzunun etkilerini yaratan şey hâlâ gizli olsa bile o ilandır. Aşk, kanıtının arzuyu sarıp sarmalamasını ister (…) Ama sevgililer en şiddetli coşkunlukta bile, sabah, uyanışta, aşk ilanını duyan bedenlerin üstüne bir huzur çöktüğünde, aşkın koruyucu bir melek gibi yanlarında olduğunu bilirler. İşte bu yüzden aşk cinsel arzunun basit bir süsü, türün üremesi için var olan karmaşık ve düşsel bir oyun olamaz, sanırım onun yok olmasına çalışan ideologlar dışında da kimse onu öyle görmez.”
Hülasa;
“Aşk bir düşüncedir.” oldukça saygın bir içeriktir.
Sabah uyandığında yüzüne çöken gülümseme, huzur…
Bir bakış bir jest ile şekillenebilen an…
Mutluluğu, öteki ile birlikte olmanın kaynağı yapan…
Kaygılarından arınmış, dingin bir “seni seviyorum”…
“Sen farklarınla dünyamı tamamlayanımsın” diyebildiğindedir.
Bu yüzden Badiou için aşk; bir olmak değil, iki ile huzurlu olabildiğin yerdedir.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
21 Ocak 2019 Pazartesi
Tasavvufa bilimsel bakmak
İnsanlar tasavvuf veya tarikata en baştan mı meyleder yoksa arayış hâlindeyken mi merak salar bilemiyorum. Şahsen her iki konuya dair malumatımı teolojiye olan ilgime borçluyum diyebilirim. Tasavvuf ve/veya tarikat bugün dinin bir parçası ya da bir dindarlık modeli olarak kabul görmüş durumda. Peki, işin aslı da böyle mi? Bugün bildiğimiz manadaki tasavvuf ve tarikat olgusu nerede ve nasıl başlamıştır? Ortaya çıkma saikleri, iç dinamikleri, tesir ve etkileşim alanları nelerdir? Farkındayım, inanç alanına giren ve kişinin meşrebince cevaplayacağı sorular bunlar. Açıkçası bu saatten sonra benim bu konuda ilgilendiğim tek şey, meseleye bilimsel yaklaşabilmenin mümkünlüğü olur. Gerisi laf-ı güzaftır.
Kitaplarla hemhâl olmaya başladığımdan beri tasavvufla ilgili onlarca eser elimden geçmiş, bir çoğu zihnimde derin izler bırakmıştır. Fakat konunun çerçevesini rahmetli Ercümend Özkan’ın (1938-1995) Tasavvuf ve İslam adlı eserinin çizdiğini söyleyebilirim. Ayrıca İbrahim Sarmış’ın Tasavvuf ve İslam adlı hacimli çalışmasını da burada anmam gerekir. Konuya ‘sorgulayıcı’ pencereden bakmak isteyenler müracaat edebilir. Toplumumuzda pek itibar edilmez ya, yine de belirteyim; bir şeyin ‘anti’si olmakla o şey olmamak aynı şey değildir. Bu bağlamda meseleye ‘anti-tasavvuf’ (bu isimde bir yayınevi bulunuyor!) düzleminden bakmadığım gibi tasavvuf ya da tarikat uygulamaları ile İslam arasındaki uyuşmazlıkların görmezden gelinmesini artık garipsemiyorum. Malzeme insan, din taklit, kültür toplama ve felsefe de sığ olunca şaşırmaya şaşırmak gerekiyor.
Tasavvuf demişken, çocukken iki şeye anlam veremezdim. İlki, Batılıların Celaleddin Rumi’ye (1207-1273) gösterdikleri aşırı ilgi ve övgüydü. Diğeri ise Müslümanların onun için kullandığı ‘İslam âlimi’ tanımlamasıydı. Doğu’ya dair müspet algısı, düşüncesi, uygulaması olmayan Batı nasıl oluyordu da bir ‘İslam değerini’ yüceltiyordu? Öte yandan Celaleddin Rumi İslam alimi idiyse, o kıstasta rahatlıkla sayılabilecek onlarca ‘şair’ en az onun kadar İslam âlimi olmalıydı. Kısacası, Celaleddin Rumi şiirle iştigal eden bir mutasavvıftı ve öyle tanımlanmalıydı. Onunla ilgili zihnimdeki ilk çentiği tesadüfen elime geçen İsmet Zeki Eyüboğlu’nun (1925-2003) Bütün Yönleriyle Mevlana adlı kitabı atmıştır. Eyüboğlu, Celaleddin Rumi’nin şiirindeki panteist vurgulara, gayri İslami detaylara ve vahdet-i vücut olgusuna dikkat çekiyordu. Sonra hasbelkader Mikail Bayram’ın araştırmalarına denk gelmem zihnimdeki eksik parçaları tamamlamıştı. Belirtmem gerekir ki, konu elbette Celaleddin Rumi’nin şahsı değil; eserleri ve fikir dünyasıdır. Burada mevzu edilmesi tasavvuf denildiğinde ilk akla gelenlerden birisi oluşundandır.
Bugün için tasavvufa dair kanaatim netleşip o defteri kapatalı epey zaman olmuş olsa da, arada konuya dair ilgimi çeken (kaliteli) çalışmaları gözardı edemiyorum. Ahmet T. Karamustafa’nın kıymetli çalışması Tasavvufun Oluşumu bu minvalde değerlendirdiğim kitaplardan. Tasavvuf olgusuna bilimsel tutarlılık, akademik ciddiyet ve sakince bakmak isteyenler kesinlikle dikkate almalı. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından neşredilen çalışma iki yüz kırk sekiz sayfadan (nedense internetteki tanıtımlarda ‘iki yüz atmış’ yazıyor) oluşuyor. Amerika’da yaşayan akademisyen Ahmet T. Karamustafa’nın İngilizce olarak kaleme aldığı eserin çevirisi Nagihan Doğan’a ait. Özenli baskı ve çevirinin de oldukça başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bol dipnot ve zengin kaynakçaya sahip kitap altı bölümden oluşuyor. Bölümler sırasıyla Bağdat Sufileri, Bağdat Dışındaki Mistikler, Bağdat Sufiliğinin Yayılması, Tasavvuf Yazınının Doğuşu, Sufi Cemaatlerin Doğuşu ve Erenlerin Zaferi başlıklarını taşıyor.
Ahmet T. Karamustafa tasavvufu bilimsel açıdan ele alarak İslam tarihindeki çıkış noktasını ve sosyo-kültürel arka planını tespit etmeye çalışıyor. Bu hâliyle, ortaya çıkan tablonun günümüz tasavvuf anlayışından bir takım farklılıklar taşıdığı görülüyor. Zamanla tasavvufa evrilecek yapının ilk örnekleri, dinin bireysel ve toplumsal pratiklerinin bozulduğunu ve/veya yanlış uygulandığını düşünerek hassasiyet gösteren bazı kişilerin ortaya çıkarmış olduğu bir ‘züht hareketi’ şeklinde beliriyor. Dönem olarak 3./9. yüzyıldır ve bu dönemde geniş çapta bir örgütlenme ve sistematik bir oluşumdan söz edilemez. Bu çaba cami ve evlerde buluşup ibadet eden küçük grupların dini hassasiyetlerinin bir yansıması olarak da görülebilir. Kitapta bu oluşumların sonraki süreçte uğradığı dönüşümün hem coğrafik hem de felsefi haritası çıkarılıyor. İlk olarak Bağdat ve Basra bölgelerinde görülen tasavvufi hareketler kısa zamanda Maveraünnehir, Horasan ve Kuzey İran taraflarına yayılmıştır. Bu aşamada Müslümanların geneli için henüz yeterince kabul gören bir yapı arzetmemektedir. Zira sufilerin çoğunluğu toplumsal kabule ve dini uygulamalara aykırı bir anlayışla hareket etmektedir. Bu dönemde pasif ve uyumlu tutum geliştiren sufiler toplumun diğer katmanlarıyla bir arada yaşamayı başarmışlardır. Hallac-ı Mansur gibi gibi bazı uç örnekler çıkmıştır ve fakat bu tür aşırılıklar sufi zümreler tarafından da eleştirilmekte hatta reddedilmektedir.
Müellif, ayrı bölgelerdeki sufi oluşumların farklı eğilimler taşımalarına rağmen birbiriyle etkileşim içinde olduklarını belirtiyor. Bu bağlamda Irak ve Basra sufiliği öncü olması açısından belirleyici bir rol üstlenmiştir fakat Maveraünnehir ve Horasan sufiliği bir süre sonra kendi yatağını bulmuştur. Netice itibariyle sufi oluşumlar arasındaki fark bazı teknik detaylarla sınırlı kalmıştır. Sufi yapılanmaların en temel özelliği seçkinci anlayışın yön verdiği asetik (çileci) ve ezoterik (gizemli) hareket biçimidir. Onlar, Allah tarafından seçilmiş ve görevlendirilmiş ‘özel’ kişilerdir. Bu durum daha sonraları enbiya-evliya sorunsalını doğurmuştur. Peygamberleri evliyaya üstün görenlerin yanında velileri nebilerden üstün gören sufiler de bulunmaktadır. Sufi gelenekte genel olarak şekilci bir anlayış gelişmiştir ve giyim kuşamdan ibadet biçimlerine kadar dışarıdan bakıldığında kendini belli eden uygulamalar oluşturulmuştur. Zamanla gelişen tekke kültürü bu uygulamaları kurallar dizgesi hâline getirmiştir. Yün ve yamalı hırka giymek, ibadet, zikir ve vird ile meşgul olmak, evlenmemek, et yememek, çalışmamak, inzivaya çekilmek gibi temel ilkelerin yanında gün boyu nasıl hareket edileceğine dair kurallar belirlenmiştir. Mürşit-mürit ilişkisini de belirleyen bu kurallar şeyhin otoritesini tesis ederek gizemli bir hiyerarşi sistemi oluşturmuştur. İlk başlarda makul çizgide olan Melamilik belki de bu anlayışın dışında kalan tek sufi gelenektir. Onlar, kendilerini toplumda farklı gösterecek şeylerin (şekilciliğin) nefsi tahrik edeceğinden kibri arttıracağını ve böylelikle züht düşüncesinin oluşmayacağını belirtmişlerdir. Melamilerin bu görüşte aşırıya kaçarak dinin yasakladığı şeyleri yapmaya başlaması sapkın olarak nitelenmelerine neden olmuştur. Toparlamak gerekirse, sufi gelenekte nefse yaklaşma yöntemi ekollerin ayrışmasında önemli bir belirleyicidir fakat zamanla bu teknik farklılıklar gelenek içinde erimiştir.
Züht hareketi olarak ortaya çıkan sufilik 4./10. yüzyıldan itibaren kendine has bir dindarlık ve takva anlayışı hâline gelmiştir. Taşradan kente doğru bir seyir izleyen sufi anlayış, Mutezile gibi akılcı hareketlere karşı hadisçilerle ittifak kurmuştur. Oysa gelenek eleştirisiyle kendini gösteren öncü sufiler ilk ortaya çıktıklarında hadisçilerle çatışma hâlindedirler. Bu süreçte günümüz Müslüman düşüncesine de etki eden ekzoterik/akli/zahiri bilgi ile ezoterik/nakli/batıni bilgi karşı karşıya gelmiştir. Gelinen noktada sufi ekolleri birbirinden ayıran en önemli etmen mezheplerdir denilebilir. Farklı bölgelerdeki sufi ekoller arasındaki etkileşim ve sentezlerin ayrışma noktası Hanefi ve Maliki mezhepleridir. Bu açıdan Suriye de dâhil Arabistan yarımadası ve Mısır’dan Tunus’a kadar olan bölgede Eşari/Maliki eğilimli Bağdat sufiliği etkisi görülürken, İran üzerinden Anadolu’ya uzanan bölge Maturidi/Hanefi ve yer yer Eşari/Şafii eğilimli Horasan sufiliğinin etkilerini taşımaktadır. Mezheplerle birlikte anılmaya başlayan sufi anlayış artık önemli bir güç kazanmıştır.
Sufi yapıların bir kaç kuşaklık birikime sahip olmasıyla birlikte tasavvufi bir literatür oluşmuştur. Bu dönemde sufi yapılanmayı ön plana çıkaran en önemli faaliyet tasavvufun Sünnilik ile uyumlu hâle getirilmesidir. Mutasavvıflar ve tasavvufa olumlu bakan muhaddis, fakih, kelamcılar tarafından ‘aşırılıkları törpülenen sufi eğilimler’ Ehl-i Sünnet çerçevesine oturtulmuştur. Böylelikle normatif bir görünüm kazandırılan tasavvuf İslami ilimler arasına sokulmuştur. 4./10. ve 5./11. yüzyılda hız kazanan bu süreç dini literatür ile sufi literatürün uzlaştırma çabalarının ‘başarılı’ bir senteziyle sonuçlanmıştır. Nihayetinde sufi anlayış dinin bir parçası ve/veya bir dindarlık biçimi olmuş ve cemaatleşme imkânı yakalamıştır. Meşruiyetini pekiştirmek ve gücünü arttırmak isteyen tasavvuf ekolleri sahabeye uzanan birer silsile/zincir meydana getirmiştir. Sufi oluşumlar artık İslamiyetin çıkışıyla birlikte anılacağından sonradan ‘türemekle’ itham edilemeyecektir. Dolayısıyla bidat ve şirk olmaktan beridirler. Mutasavvıflar kendilerine has bir itaat kültürü ve dokunulamayan soyut bir otorite oluşturmuştur. Dini değerler üzerinden devşirilen güç ve etki ayet, hadis ve menkıbelerle desteklenerek perçinlenmiştir. Tasavvufa kazandırılan ilmi hüviyet şeyh-mürit ilişkisini üstat-tilmiz durumuna dönüştürmüştür. Bu sayede toplumsal kabul sağlanarak tekke ve medreselerde kurumsallaşmanın yolu açılmıştır. Cemaatleşen sufi yapılar popüler veli olgusunu da ortaya çıkarmıştır. Popüler veliler halkın beklenti içinde olduğu figürlerdir. Aynı dönemde ‘hagiografik’ yazın denilen veli, ermiş, aziz gibi dinsel kimlikli ‘büyüklerin’ hayatlarını konu edinen bir saha oluşmuştur. Velayet teorisi, ziyaret ve bereket olgusu teşekkül etmiştir. Dünyasını ve ahiretini bereketlendirmek isteyen kişi Allah’ın seçtiklerinden oluşan evliyayı ya da kabrini ibadet aşkıyla ziyaret etmeli, tazim ve duada bulunmalıdır. Söz konusu anlayış tasavvuf mekanizmasının bir rant aracına dönüştürmüştür. Bu mekanizma toplum üzerindeki etkisi nedeniyle siyasi yapılar tarafından da çıkar amaçlı kullanılmıştır. Zira her sufi ekolün hem manevi hem de coğrafi bir mıntıka alanı oluşmuştur. Gelişmelerin sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yansımaları tasavvufun etkisini gözler önüne sermektedir.
Sonuç itibariyle, bir züht hareketi olarak ilk defa Irak’ta başlayan sufi anlayış tasavvuf adı altında kurumsallaşmış ve Sünniliğe eklemlenerek dinin ana akımlarından biri hâline gelmiştir. İlk sufiler görünür olmaktan, ekonomik ve politik ilişkiler kurmaktan kaçınırken sonrakiler bu ilişkilerin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Geleneği eleştiri ve yenilenme hareketi olarak ortaya çıkan anlayış bir süre sonra gelenekçi ve statükocu bir görünüm kazanmıştır.
Zaman zaman doğru bilinen yanlışlara da dikkat çeken eserin satır aralarındaki detaylar İslam tarihi açısından ilginç bilgiler barındırıyor. Örneğin Hallac’ın “Ene-l Hakk” dediği için değil aşırı tutumlarından dolayı ev hapsine çarptırılmasından sonra avluya yaptığı Kabe maketini tavaf ettiği için idam edilmesi; akılcı diye Ehl-i Hadis âlimleri ve sufilerce eleştirilen/zemmedilen Ebu Hanife’nin tasavvuf konusunda müspet görüşlerinin olması; Horasan bölgesindeki Hanefi mezhebine bağlı sufi oluşumların Şii kaynaklardan beslenmesi; siyasi otorite ve sufilerin zıt görüşlere sahip olsalar bile birbirini meşrulaştıran dirsek teması bu detaylardan bir kaçı.
Ahmet T. Karamustafa, bir yandan kişisel bir mistik deneyim şeklinde değerlendirilebilecek tasavvufu kültürel ve sosyolojik yönden açıklarken bir yandan da sufi geleneğin dini, politik ve ekonomik izdüşümünü gözler önüne seriyor. Bu açıdan Tasavvufun Oluşumu çok yönlü ve saçaklı yapısına rağmen çerçevesi başarıyla çizilmiş ve ustalıkla kotarılmış bir metin. Sonuç bölümüne gelinceye kadar bir eksiklik olarak düşündüğüm ‘dış etki’ meselesinin ise müellifin bilinçli bir seçimi olduğu görülüyor. Bu bağlamda yazar tasavvufun İslam tarihinde ilk görünmeye başlamasından sonraki bir kaç asırlık sürecini ‘iç etki’ (Müslümanlar arasındaki etkileşim) temelinde değerlendiriyor. Çalışmanın farklı din ve kültürlerin muhtemel etkilerine yönelik bir analize yer vermemesi sebebiyle tasavvufun oluşum sürecini ve dinamiklarini tümüyle yansıtmadığını söyleyebiliriz. Onun haricinde içkin bir analiz diyebileceğimiz Tasavvufun Oluşumu günümüz tasavvufi yapılanmaları anlamak ve yorumlamak açısından önemli bir referans özelliği taşıyor. Yazar olabildiğince nesnel davranarak yazdıklarını mutlaka bir kaynağa dayandırıyor ve yorumlamayı okuyucuya bırakıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Kitaplarla hemhâl olmaya başladığımdan beri tasavvufla ilgili onlarca eser elimden geçmiş, bir çoğu zihnimde derin izler bırakmıştır. Fakat konunun çerçevesini rahmetli Ercümend Özkan’ın (1938-1995) Tasavvuf ve İslam adlı eserinin çizdiğini söyleyebilirim. Ayrıca İbrahim Sarmış’ın Tasavvuf ve İslam adlı hacimli çalışmasını da burada anmam gerekir. Konuya ‘sorgulayıcı’ pencereden bakmak isteyenler müracaat edebilir. Toplumumuzda pek itibar edilmez ya, yine de belirteyim; bir şeyin ‘anti’si olmakla o şey olmamak aynı şey değildir. Bu bağlamda meseleye ‘anti-tasavvuf’ (bu isimde bir yayınevi bulunuyor!) düzleminden bakmadığım gibi tasavvuf ya da tarikat uygulamaları ile İslam arasındaki uyuşmazlıkların görmezden gelinmesini artık garipsemiyorum. Malzeme insan, din taklit, kültür toplama ve felsefe de sığ olunca şaşırmaya şaşırmak gerekiyor.
Tasavvuf demişken, çocukken iki şeye anlam veremezdim. İlki, Batılıların Celaleddin Rumi’ye (1207-1273) gösterdikleri aşırı ilgi ve övgüydü. Diğeri ise Müslümanların onun için kullandığı ‘İslam âlimi’ tanımlamasıydı. Doğu’ya dair müspet algısı, düşüncesi, uygulaması olmayan Batı nasıl oluyordu da bir ‘İslam değerini’ yüceltiyordu? Öte yandan Celaleddin Rumi İslam alimi idiyse, o kıstasta rahatlıkla sayılabilecek onlarca ‘şair’ en az onun kadar İslam âlimi olmalıydı. Kısacası, Celaleddin Rumi şiirle iştigal eden bir mutasavvıftı ve öyle tanımlanmalıydı. Onunla ilgili zihnimdeki ilk çentiği tesadüfen elime geçen İsmet Zeki Eyüboğlu’nun (1925-2003) Bütün Yönleriyle Mevlana adlı kitabı atmıştır. Eyüboğlu, Celaleddin Rumi’nin şiirindeki panteist vurgulara, gayri İslami detaylara ve vahdet-i vücut olgusuna dikkat çekiyordu. Sonra hasbelkader Mikail Bayram’ın araştırmalarına denk gelmem zihnimdeki eksik parçaları tamamlamıştı. Belirtmem gerekir ki, konu elbette Celaleddin Rumi’nin şahsı değil; eserleri ve fikir dünyasıdır. Burada mevzu edilmesi tasavvuf denildiğinde ilk akla gelenlerden birisi oluşundandır.
Bugün için tasavvufa dair kanaatim netleşip o defteri kapatalı epey zaman olmuş olsa da, arada konuya dair ilgimi çeken (kaliteli) çalışmaları gözardı edemiyorum. Ahmet T. Karamustafa’nın kıymetli çalışması Tasavvufun Oluşumu bu minvalde değerlendirdiğim kitaplardan. Tasavvuf olgusuna bilimsel tutarlılık, akademik ciddiyet ve sakince bakmak isteyenler kesinlikle dikkate almalı. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından neşredilen çalışma iki yüz kırk sekiz sayfadan (nedense internetteki tanıtımlarda ‘iki yüz atmış’ yazıyor) oluşuyor. Amerika’da yaşayan akademisyen Ahmet T. Karamustafa’nın İngilizce olarak kaleme aldığı eserin çevirisi Nagihan Doğan’a ait. Özenli baskı ve çevirinin de oldukça başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bol dipnot ve zengin kaynakçaya sahip kitap altı bölümden oluşuyor. Bölümler sırasıyla Bağdat Sufileri, Bağdat Dışındaki Mistikler, Bağdat Sufiliğinin Yayılması, Tasavvuf Yazınının Doğuşu, Sufi Cemaatlerin Doğuşu ve Erenlerin Zaferi başlıklarını taşıyor.
Ahmet T. Karamustafa tasavvufu bilimsel açıdan ele alarak İslam tarihindeki çıkış noktasını ve sosyo-kültürel arka planını tespit etmeye çalışıyor. Bu hâliyle, ortaya çıkan tablonun günümüz tasavvuf anlayışından bir takım farklılıklar taşıdığı görülüyor. Zamanla tasavvufa evrilecek yapının ilk örnekleri, dinin bireysel ve toplumsal pratiklerinin bozulduğunu ve/veya yanlış uygulandığını düşünerek hassasiyet gösteren bazı kişilerin ortaya çıkarmış olduğu bir ‘züht hareketi’ şeklinde beliriyor. Dönem olarak 3./9. yüzyıldır ve bu dönemde geniş çapta bir örgütlenme ve sistematik bir oluşumdan söz edilemez. Bu çaba cami ve evlerde buluşup ibadet eden küçük grupların dini hassasiyetlerinin bir yansıması olarak da görülebilir. Kitapta bu oluşumların sonraki süreçte uğradığı dönüşümün hem coğrafik hem de felsefi haritası çıkarılıyor. İlk olarak Bağdat ve Basra bölgelerinde görülen tasavvufi hareketler kısa zamanda Maveraünnehir, Horasan ve Kuzey İran taraflarına yayılmıştır. Bu aşamada Müslümanların geneli için henüz yeterince kabul gören bir yapı arzetmemektedir. Zira sufilerin çoğunluğu toplumsal kabule ve dini uygulamalara aykırı bir anlayışla hareket etmektedir. Bu dönemde pasif ve uyumlu tutum geliştiren sufiler toplumun diğer katmanlarıyla bir arada yaşamayı başarmışlardır. Hallac-ı Mansur gibi gibi bazı uç örnekler çıkmıştır ve fakat bu tür aşırılıklar sufi zümreler tarafından da eleştirilmekte hatta reddedilmektedir.
Müellif, ayrı bölgelerdeki sufi oluşumların farklı eğilimler taşımalarına rağmen birbiriyle etkileşim içinde olduklarını belirtiyor. Bu bağlamda Irak ve Basra sufiliği öncü olması açısından belirleyici bir rol üstlenmiştir fakat Maveraünnehir ve Horasan sufiliği bir süre sonra kendi yatağını bulmuştur. Netice itibariyle sufi oluşumlar arasındaki fark bazı teknik detaylarla sınırlı kalmıştır. Sufi yapılanmaların en temel özelliği seçkinci anlayışın yön verdiği asetik (çileci) ve ezoterik (gizemli) hareket biçimidir. Onlar, Allah tarafından seçilmiş ve görevlendirilmiş ‘özel’ kişilerdir. Bu durum daha sonraları enbiya-evliya sorunsalını doğurmuştur. Peygamberleri evliyaya üstün görenlerin yanında velileri nebilerden üstün gören sufiler de bulunmaktadır. Sufi gelenekte genel olarak şekilci bir anlayış gelişmiştir ve giyim kuşamdan ibadet biçimlerine kadar dışarıdan bakıldığında kendini belli eden uygulamalar oluşturulmuştur. Zamanla gelişen tekke kültürü bu uygulamaları kurallar dizgesi hâline getirmiştir. Yün ve yamalı hırka giymek, ibadet, zikir ve vird ile meşgul olmak, evlenmemek, et yememek, çalışmamak, inzivaya çekilmek gibi temel ilkelerin yanında gün boyu nasıl hareket edileceğine dair kurallar belirlenmiştir. Mürşit-mürit ilişkisini de belirleyen bu kurallar şeyhin otoritesini tesis ederek gizemli bir hiyerarşi sistemi oluşturmuştur. İlk başlarda makul çizgide olan Melamilik belki de bu anlayışın dışında kalan tek sufi gelenektir. Onlar, kendilerini toplumda farklı gösterecek şeylerin (şekilciliğin) nefsi tahrik edeceğinden kibri arttıracağını ve böylelikle züht düşüncesinin oluşmayacağını belirtmişlerdir. Melamilerin bu görüşte aşırıya kaçarak dinin yasakladığı şeyleri yapmaya başlaması sapkın olarak nitelenmelerine neden olmuştur. Toparlamak gerekirse, sufi gelenekte nefse yaklaşma yöntemi ekollerin ayrışmasında önemli bir belirleyicidir fakat zamanla bu teknik farklılıklar gelenek içinde erimiştir.
Züht hareketi olarak ortaya çıkan sufilik 4./10. yüzyıldan itibaren kendine has bir dindarlık ve takva anlayışı hâline gelmiştir. Taşradan kente doğru bir seyir izleyen sufi anlayış, Mutezile gibi akılcı hareketlere karşı hadisçilerle ittifak kurmuştur. Oysa gelenek eleştirisiyle kendini gösteren öncü sufiler ilk ortaya çıktıklarında hadisçilerle çatışma hâlindedirler. Bu süreçte günümüz Müslüman düşüncesine de etki eden ekzoterik/akli/zahiri bilgi ile ezoterik/nakli/batıni bilgi karşı karşıya gelmiştir. Gelinen noktada sufi ekolleri birbirinden ayıran en önemli etmen mezheplerdir denilebilir. Farklı bölgelerdeki sufi ekoller arasındaki etkileşim ve sentezlerin ayrışma noktası Hanefi ve Maliki mezhepleridir. Bu açıdan Suriye de dâhil Arabistan yarımadası ve Mısır’dan Tunus’a kadar olan bölgede Eşari/Maliki eğilimli Bağdat sufiliği etkisi görülürken, İran üzerinden Anadolu’ya uzanan bölge Maturidi/Hanefi ve yer yer Eşari/Şafii eğilimli Horasan sufiliğinin etkilerini taşımaktadır. Mezheplerle birlikte anılmaya başlayan sufi anlayış artık önemli bir güç kazanmıştır.
Sufi yapıların bir kaç kuşaklık birikime sahip olmasıyla birlikte tasavvufi bir literatür oluşmuştur. Bu dönemde sufi yapılanmayı ön plana çıkaran en önemli faaliyet tasavvufun Sünnilik ile uyumlu hâle getirilmesidir. Mutasavvıflar ve tasavvufa olumlu bakan muhaddis, fakih, kelamcılar tarafından ‘aşırılıkları törpülenen sufi eğilimler’ Ehl-i Sünnet çerçevesine oturtulmuştur. Böylelikle normatif bir görünüm kazandırılan tasavvuf İslami ilimler arasına sokulmuştur. 4./10. ve 5./11. yüzyılda hız kazanan bu süreç dini literatür ile sufi literatürün uzlaştırma çabalarının ‘başarılı’ bir senteziyle sonuçlanmıştır. Nihayetinde sufi anlayış dinin bir parçası ve/veya bir dindarlık biçimi olmuş ve cemaatleşme imkânı yakalamıştır. Meşruiyetini pekiştirmek ve gücünü arttırmak isteyen tasavvuf ekolleri sahabeye uzanan birer silsile/zincir meydana getirmiştir. Sufi oluşumlar artık İslamiyetin çıkışıyla birlikte anılacağından sonradan ‘türemekle’ itham edilemeyecektir. Dolayısıyla bidat ve şirk olmaktan beridirler. Mutasavvıflar kendilerine has bir itaat kültürü ve dokunulamayan soyut bir otorite oluşturmuştur. Dini değerler üzerinden devşirilen güç ve etki ayet, hadis ve menkıbelerle desteklenerek perçinlenmiştir. Tasavvufa kazandırılan ilmi hüviyet şeyh-mürit ilişkisini üstat-tilmiz durumuna dönüştürmüştür. Bu sayede toplumsal kabul sağlanarak tekke ve medreselerde kurumsallaşmanın yolu açılmıştır. Cemaatleşen sufi yapılar popüler veli olgusunu da ortaya çıkarmıştır. Popüler veliler halkın beklenti içinde olduğu figürlerdir. Aynı dönemde ‘hagiografik’ yazın denilen veli, ermiş, aziz gibi dinsel kimlikli ‘büyüklerin’ hayatlarını konu edinen bir saha oluşmuştur. Velayet teorisi, ziyaret ve bereket olgusu teşekkül etmiştir. Dünyasını ve ahiretini bereketlendirmek isteyen kişi Allah’ın seçtiklerinden oluşan evliyayı ya da kabrini ibadet aşkıyla ziyaret etmeli, tazim ve duada bulunmalıdır. Söz konusu anlayış tasavvuf mekanizmasının bir rant aracına dönüştürmüştür. Bu mekanizma toplum üzerindeki etkisi nedeniyle siyasi yapılar tarafından da çıkar amaçlı kullanılmıştır. Zira her sufi ekolün hem manevi hem de coğrafi bir mıntıka alanı oluşmuştur. Gelişmelerin sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yansımaları tasavvufun etkisini gözler önüne sermektedir.
Sonuç itibariyle, bir züht hareketi olarak ilk defa Irak’ta başlayan sufi anlayış tasavvuf adı altında kurumsallaşmış ve Sünniliğe eklemlenerek dinin ana akımlarından biri hâline gelmiştir. İlk sufiler görünür olmaktan, ekonomik ve politik ilişkiler kurmaktan kaçınırken sonrakiler bu ilişkilerin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Geleneği eleştiri ve yenilenme hareketi olarak ortaya çıkan anlayış bir süre sonra gelenekçi ve statükocu bir görünüm kazanmıştır.
Zaman zaman doğru bilinen yanlışlara da dikkat çeken eserin satır aralarındaki detaylar İslam tarihi açısından ilginç bilgiler barındırıyor. Örneğin Hallac’ın “Ene-l Hakk” dediği için değil aşırı tutumlarından dolayı ev hapsine çarptırılmasından sonra avluya yaptığı Kabe maketini tavaf ettiği için idam edilmesi; akılcı diye Ehl-i Hadis âlimleri ve sufilerce eleştirilen/zemmedilen Ebu Hanife’nin tasavvuf konusunda müspet görüşlerinin olması; Horasan bölgesindeki Hanefi mezhebine bağlı sufi oluşumların Şii kaynaklardan beslenmesi; siyasi otorite ve sufilerin zıt görüşlere sahip olsalar bile birbirini meşrulaştıran dirsek teması bu detaylardan bir kaçı.
Ahmet T. Karamustafa, bir yandan kişisel bir mistik deneyim şeklinde değerlendirilebilecek tasavvufu kültürel ve sosyolojik yönden açıklarken bir yandan da sufi geleneğin dini, politik ve ekonomik izdüşümünü gözler önüne seriyor. Bu açıdan Tasavvufun Oluşumu çok yönlü ve saçaklı yapısına rağmen çerçevesi başarıyla çizilmiş ve ustalıkla kotarılmış bir metin. Sonuç bölümüne gelinceye kadar bir eksiklik olarak düşündüğüm ‘dış etki’ meselesinin ise müellifin bilinçli bir seçimi olduğu görülüyor. Bu bağlamda yazar tasavvufun İslam tarihinde ilk görünmeye başlamasından sonraki bir kaç asırlık sürecini ‘iç etki’ (Müslümanlar arasındaki etkileşim) temelinde değerlendiriyor. Çalışmanın farklı din ve kültürlerin muhtemel etkilerine yönelik bir analize yer vermemesi sebebiyle tasavvufun oluşum sürecini ve dinamiklarini tümüyle yansıtmadığını söyleyebiliriz. Onun haricinde içkin bir analiz diyebileceğimiz Tasavvufun Oluşumu günümüz tasavvufi yapılanmaları anlamak ve yorumlamak açısından önemli bir referans özelliği taşıyor. Yazar olabildiğince nesnel davranarak yazdıklarını mutlaka bir kaynağa dayandırıyor ve yorumlamayı okuyucuya bırakıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
18 Ocak 2019 Cuma
Baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten
"Yaşamının ilk yıllarında çocuğun babayla çok az ilişkisi vardır. Bu ilk evrede babanın çocuk için taşıdığı önem anneninkiyle kıyaslanamaz. Baba doğal dünyayı temsil etmese de insan varlığının diğer kutbudur: Düşünceler dünyasını, insanlar tarafından yaratılan şeylerin dünyasını, yasayı, düzen ve disiplini, gezi ve macera dünyasını ifade eder. Çocuğa bir şeyler öğreten, ona dünyaya açılan yolu gösteren, babadır."
- Erich Fromm, Sevme Sanatı
Bazı insanların kapanmamış hesapları vardır. Bu tür hesaplar hayatîdir. Hayatın bütününü kapsadığı gibi hâl ve hareketlerin, davranış ve duyguların hepsine de farklı biçimlerde sirayet eder. Hesap her ne kadar 'kapanmak üzere' gibi bir kelime olarak görünse de öyle olmayabilir. Bazı hesaplar kapanmaz. Çünkü açıldığı yer, açılır açılmaz derinleşmiş bir yerdir. Çevrenizde 'kocakarı imanlı' kimseler varsa görmüşsünüzdür, henüz hayattayken mezarlarına Fatiha gönderirler. İşte onlar kendi hesaplarını kendi görenlerdir aslında, tövbenin yamacında kendi kendine yetişenler, hudayinabit gibi. Ne demek hudayinabit? İnsan eliyle ekilmeden doğada kendi kendine yetişen bitki ve/veya eğitim, öğrenim görmemiş ama kendi kendini yetiştirmiş (kimse). Hesaplar, tıpkı yaralar gibi insanı yetiştirir. Düşe kalka yetiştirir, kah döverek kah severek gösterir boyunun ölçüsünü.
Baba-oğul hesaplaşmaları, bu tür hesaplaşmaların belki de en mühim örneğidir. Ne romanlar, ne şiirler yazılmıştır bu hesaplaşmalar uğruna. İşte Kemal Varol da hem şiirlerinde hem romanlarında bu kadim savaşın vakanüvisi olmuştur. Tarihte bazı vakanüvislerin daima abarttığını, bazılarının da bu esaslı işi öylesine yaptıklarını görmüşüzdür. Kemal Varol sırtlandığı bu yükün her yönüyle hakkını vermiş, hakkını vermeye de devam eden bir isimdir. Türk edebiyatındaki yeri şahsına münhasırdır. Günün birinde kendi hesap defteriyle yüzleşmek isteyen ve kişisel tarihinin peşine düşen her samimi okurun yolu muhakkak onun satırlarından geçmelidir. Şiirle başlamıştır edebiyatına Varol, dolayısıyla yazdığı satırların altı çizilirken bir şiirin dizeleri arasında gezinme lezzeti verir. Bu lezzeti daha yoğun yaşamak isteyenler için kendisinin şiir kitaplarının Bakiye adıyla toplu şiirler olarak sunulduğunu da (Edebi Şeyler, 2017) belirtelim. Sonrasında o güzel roman ve hikâyeleri: Jar (2011), Haw (2014), Ucunda Ölüm Var (2016), Sahiden Hikâye (2017). Derken çıkageldi Âşıklar Bayramı. Şimdiye dek yazarın tuttuğu 'hesaplaşma defterleri'nin belki de en ağırı, duygulusu, vicdanlısı.
Diyarbakır'da avukatlık yapan Yusuf, bir gece ansızın kapısının çalmasıyla tansiyonu yüksek dakikalar yaşar. Gelen kimdir? Hırsız mıdır, komşu mudur, polis midir, geçmişte başına aldığı belalardan biri midir? Nefesini tutup kapının gözünden bakar, gelen babasıdır. Yirmi beş yıldır görmediği babası, saz ve söz ustası bir âşık; Heves Ali.
Yusuf'un ansızın hayatına giriveren Heves Ali, ömrünün son demlerine vardığını anlamış olacak ki hesap defterini hiç çaktırmadan, kimseye göstermeden koltuğunun altına alıvermiş, helalleşmek için başlamış yolculuğuna. İlk durak da oğlu Yusuf olmuş. Ali'nin hem yaşı hem hastalıkları onu ezip büzmüş, bunların yanına uzun yıllardır açık kalan hesapları görecek olmasının heyecanı da eklenince ruhu da sessizliği, yılgınlığı ve fevriliği bir hâl olarak kabullenmiş. Tıpkı oğlu kapıyı açtığında ona yönelttiği "Konuk kabul ediyor musun?" sorusu gibi yaşar olmuş. Bir baba tek gecelik konuk olunca, oğlu onu yatırır yatırmaz ceketinin ceplerine bir bakınmak ister elbette. Dönüş bileti alınmış mı, parası var mı, hastalığıyla ilgili bir belge, rapor... Hepsine cevap bulur Yusuf. Babası sahiden de bir gece kalmak için gelmiştir ve ertesi gün dönecektir. Diyarbakır'dan Kars'a doğru gidecektir, Âşıklar Bayramı'na katılmaya. Tüm saz ve söz âşıklarının toplaşıp meşk ettikleri bayrama. Ancak bu hâliyle nasıl gidecektir, oraya gidene kadar bir yerlere uğrayacak mıdır? Yusuf bu soruların cevabını, otogara babasını bıraktıktan sonra vicdanı vasıtasıyla öğrenir. Babasını otobüsten çekip çıkarır, arabasına alır, yollara düşer onunla birlikte. Hem babasının hastalığı hem de onun uğrama isteği nedeniyle durdukları her köyde bir hesap kapanır. Elbette bu hesapları daha önce Yusuf bilmemiştir, görmemiştir. Sonradan da öğrenmemiştir. Öğrenmesine sebep babasının bir gecelik konukluğu olmuştur. Bu bir gecelik konukluk, üç günlük hikâyeye her türlü duyguyu eklemek için işaret taşı görevi görür. Acıların, hasretlerin, aşkların, sevinçlerin ve yorgunlukların her birini yaşar yol boyunca Yusuf. Elbette babası da. Bir daha bir daha...
Yolculuk hikâye bazında maziyi taşırken Kemal Varol romancılığındaki maziyi de getiriyor önümüze. Arkanya, Varol'un daha önceki romanlarından bildiğimiz bir yer. İnsanıyla, havasıyla-suyuyla zihnimizde oluşmuş bir memleket gibi. İşte Arkanya bir kez daha çıkıyor okuyucunun karşısına. Heves Ali'nin de Ucunda Ölüm Var'da tanıştığımız son ağıtçı olduğunu söylersek, tam anlamıyla bir hesap kapatma romanı olduğu söylenebilir Âşıklar Bayramı'nın. Ancak romanın hemen başındaki şu cümleleri de hiç akıldan çıkarmamak lâzım: "Bazen bir toprak yığının altındaki geçmişimi aralayıp orada neler bulacağımı merak ediyor, kazdıkça kazıyor, kazdıkça kazıyor; çok geçmeden de bulduklarımdan hoşnut kalmamış gibi, elimde eski bir kürek, kazdığım çukura yeniden toprak dolduruyordum. Yine de her oğul gibi, ne kadar direnirsem direneyim daha en başından babama karşı yeniktim."
Heves Ali, belki bilerek belki bilmeyerek önce yoldaşını bulur, sonra da yola koyulur. Oğlu Yusuf'u yoldaş olarak seçtiğini elbette düşünmüyorum. O evvela 'yol' diyerek herkesten önce oğluna gitmiş ve oğlu da hem vicdanının sesini dinleyerek hem de kafasında yirmi beş yıl boyunca biriktirdiği sorulara belki bir cevap bulma niyetine girerek babasını bırakmamıştır. Bırakmak istediği de olmuştur. O kendi hâlinde giden, aşk kırıntılarıyla ve iş yorgunluklarıyla akan hayatına geri dönmek ister zaman zaman. Babasının hastalığından ve kapattığı hesaplarda karşılaştığı kimselere dair hiçbir şey bilmemekten bıktığı olur. Burada geçmişten gelen öfkesi devreye girer. Ne zaman ki öfkeden sevgiye geçer duyguları, işte o zaman babasının yanından asla ayrılmaması ve onu muhakkak Âşıklar Bayramı'na 'yetiştirmesi' gerektiğini hisseder. Böyle de yapar zaten. Sık sık duygusal inişler çıkışlar yaşamak da onun sınavıdır. Bilhassa babasının yolculuk esnasında gösterdiği fevri davranışlar büyük sınav olur Yusuf'a: "Yaptığı şeyler için hiçbir zaman esaslı bir gerekçesi olmadı zaten. Hayat sanki onun için, istediğinde esen istediğinde duran, yerle gök arasında bir yerde salınan tuhaf bir rüzgârdan ibaretti. Kendini o rüzgâra kaptırıp dağ bayır dolaşır, sırtını o ağaçtan u ağaca dayar, çeşme başında durup arkasına bakar ve geride bıraktığı hiçbir şey için pişmanlık duymazdı, ne bir açıklama ne özür."
Bu romandan sonra bir kez daha anladım ki baba-oğul çatışması hem kişinin varlığını tamamlaması
anlamında çok gerekli hem de kırılıp kırgın bir insana dönüşmemesi için çok hassas. Çünkü anne-oğul ilişkisi gürültülü bir ilişki. Baba-oğul ilişkisi ise sanılanın aksinde oldukça sessiz bir ilişki. Bir oğlan annesine kaç gün küsebilir? En fazla kızdığı zamanda bile belki birkaç gün. Peki bir oğlan babasıyla ne kadar küs kalabilir? Aylarca, yıllarca bile kalabilir. Çevremizde sık gördüğümüz bu kronik hikâye, hepimizin hikâyesi. Roman bunu da kurgusunun dışında hatırlatıyor sürekli. Sessiz bir ilişkide gerilim, dram, hüzün ve hatta neşe bile sessiz yaşanıyor. İçeriye doğru yaşanıyor. İnsan sürekli kendini kırıyor, eziyor, büzüyor. Dolayısıyla varlığı zarar görüyor. Herkese dönük olan yüzündeki incinme, er ya da geç bir yerde geçmişten hikâyeler okuyor. Bundan olsa gerek Kemal Varol o harika şiiri Küfran'da "Fermandır: babayla bozgun her çocuk / hoyrattır elbet aşklarına" diyor. Çünkü babasıyla iletişimi bozuksa bir çocuğun, herkesle bozuktur yahut her an bozulmaya elverişlidir. Merhum bilge psikiyatr Engin Geçtan, "Bir insanın ilişkileri ana-babasıyla başlar" diyor. Murat Menteş de Korkma Ben Varım'da "Bildiğim bir şey varsa, bir erkek, babasıyla nasıl konuşacağını ölünceye kadar öğrenemez. Hangisi ölünceye kadar? İşte onu bilmiyorum henüz." cümlelerini yazmıştı. Dayanamayıp bir alıntı daha aktarmak isterim. Mahir Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik'te şöyle der: "Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey..."
İşte Yusuf, babasıyla çıktığı yolculukta soruları tam tersinden sormayı da keşfeder. Yıldız ve Aylın arasında yaşadığı aşk ilişkilerini yeniden sorgular. En çok bunaldığı zamanlarda yaşadığı ilişki (Yıldız) yerine eski, ölmüş ilişkisini (Aylın) diriltmeye yönelir, bir zaman önce e-posta klasörlerinde taslak olarak kaydettiği metinleri gönderir. Cevap bekler, gelmeyen cevaplara anlam yükler, kendine kızar, kendiyle kavga eder. Bu yaşadığı kavga karşılığında babası Heves Ali'nin geçmişte iz bıraktığı tüm gönüllerle helalleşmesine çok şaşırıp zaman zaman tuhaf karşılasa da kendine bundan pay çıkarır. Babası bir sevgi yolu inşa etmiştir kendince. Sevabıyla günahıyla bu yolu yeniden yürümeyi göze almıştır, her istasyonda durup el sallamıştır sevdiklerine, sevildiklerine. Demek ki aşk, şair İsmet Özel'in söylediği gibi "hayatın mazereti" olabilirmiş. Yusuf, yol boyunca babasına olan sevgisini-kırgınlığını "demedim dilimin ucuna gelen her ne ise" tavrıyla içine içine bastırsa da ona, hâline, yolun sonuna gelişine baktıkça "ölümle paslanmış buldum sesimi" dizelerini hatırlatır okuyucuya. Yirmi beş yıl aradan sonra gelen 'konuk' baba, kahvaltı sofrasından iki lokma bir şeyler yiyip kalkmış, çayı bile -ocağı açmaya tenezzül etmemekten- içmemiş, 'ölüyor gibi yaşamak' denen hâli kendine hâl olarak seçmiş. Seçtiği gibi de çok şeyden vazgeçmiş. Adına-şanına yakışır bir vazgeçiş bu: kendinden, ben'den vazgeçiş.
Âşıklardan bahseden bir romanda olmazsa olmaz şey türkülerdir. Kemal Varol, bilenlerin bildiği ama bilmeyenlerin de dinler dinlemez seveceği türküleri ağırlamış romanında. Ansızın çıkıveriyor sesler, sözler. Âşıkların dillerinden, sazlarından dökülüyor okuyanın kalbine. Şöyle bir türkü listesi var kitabın: Tükendi Nakd-i Ömrüm, Bülbül Ne Yatarsın Bahar Erişti, Muhabbet Bağında, Bu Dağlar Kömürdendir, Çıktım Yücesine Seyran Eyledim, Evleri Uçta Yârim, Gele Gele Geldim Bu Kara Taşa, Esti Seher Yeli, Pirlere Niyaz Ederiz, Ezme ile Süzme İle Yâr Bulunmaz Gezme İle, Sultan Suyu, Ben Gidersem Sazım Sen Kal Dünyada.
Türkü demişken, kitapta Yusuf'un Aylın'a gönderdiği mektuplardan birinde 'çaktırmadan' Kemal Varol'un sevdiği şiir kitaplarını da tanıma fırsatı buluyoruz: Birhan Keskin'den Yeryüzü Halleri, Şükrü Erbaş'tan Üç Nokta Beş Harf, Akif Kurtuluş'tan Tören Provası, Mahmut Temizyürek'ten Yeryüzünü Gezen Atlı... Yine kitabın bir bölümünde yer alan mektupta (belki mektup değil de iç dökmedir, gerçi her mektup bir iç dökmedir) yazarın dinlemeyi sevdiği isimleri toplu olarak görüyoruz: Kâni Karaca, Çekiç Ali, Tenekeci Mahmut, Âşık Ruhsatî, Feqiye Teyran, Evdale Zeynike, Egide Cımo, Şakiro, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Hafız Kemâl, Neşet Ertaş, Âşık Mahzunî Şerif, Âşık Sümmânî, Pir Sultan Abdal, Karac'oğlan, Kul Nesimî, Yunus Emre...
Ot dergisinin 68. sayısında (Ekim 2018) yayınlanan bir Kemal Varol şiiri vardı: Kanadında Taş Türküsü. Bu şiirle Âşıklar Bayramı'nda yeniden karşılaşmak pek güzel oldu. Şöyle der şair: "Dünya hayli yoruldu dönüp durmaktan / yarım ayda, zemheride, derin uçurumda / bir gün gittiğin bir yolda / göğnün yorulduğunda beni hatırla."
Bir tek sigaranın pakladığı, bazen bir arkadaşa susmak için bile ihtiyaç duyulacağı zamanlara varır Yusuf. İmdadına Kul Yakup yetişir. Babasının hastaneye götürülüşünden oradan Kars'a yola çıkışına dek Yusuf'a ses olur, soluk olur: "Sessizce başımı öne eğip bir sigara da onunla birlikte içtim ama konuşmaya çabalamanın boşuna olduğunu hissettim. Dostlar, arkadaşlar bazen bir suskunluk için bile yeterliydi sanırım."
Bir tahta bavul, bir bağlama. Heves Ali dünyalığı bu kadar. Oğlu Yusuf, onun sekiz köşeli kasketinde taşıdığı bir can. Ama o can, orada kalmış. Söze düşmemiş. Ne Ali oğluna "Oğlum" demiş, ne Yusuf babasına "Baba". Söze varmamış ilgi, alaka. Yürek hep bastırmış içten geleni. Birinin kasketinde taşıdığını öteki yüreğinde taşımış. Her şeyin tükendiği yerde yine Kul Yakup yetişmiş iki kelam etmeye. "Kendini zorlama evlat" demiş Yusuf'a, "baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten".
Romanın bittiği yer, yıllar önce Yusuf'un hemen önünde el ele yürüyen o babayla küçük oğulun olduğu Arkanya çarşıdır. Orayı hatırlar Yusuf. Hatıralar mı birleştirir babalarla oğullarını? Ona da Kemal Varol'un bir cevabı vardır romanda: "Bir babanın kendisiyle değil, hatırasıyla kavga etmek her zaman daha kolaydı, belki de daha zor, kim bilir."
Âşıklar Bayramı'yla birlikte, hayatımda okuduğum en güzel romanlar arasına bir yenisi eklendi. Boğazda taş, göğüste ağrı, evin kuytu köşesinde sessiz sessiz okunan içli bir türkü gibi. Gönlüne sağlık Kemal Varol...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Erich Fromm, Sevme Sanatı
Bazı insanların kapanmamış hesapları vardır. Bu tür hesaplar hayatîdir. Hayatın bütününü kapsadığı gibi hâl ve hareketlerin, davranış ve duyguların hepsine de farklı biçimlerde sirayet eder. Hesap her ne kadar 'kapanmak üzere' gibi bir kelime olarak görünse de öyle olmayabilir. Bazı hesaplar kapanmaz. Çünkü açıldığı yer, açılır açılmaz derinleşmiş bir yerdir. Çevrenizde 'kocakarı imanlı' kimseler varsa görmüşsünüzdür, henüz hayattayken mezarlarına Fatiha gönderirler. İşte onlar kendi hesaplarını kendi görenlerdir aslında, tövbenin yamacında kendi kendine yetişenler, hudayinabit gibi. Ne demek hudayinabit? İnsan eliyle ekilmeden doğada kendi kendine yetişen bitki ve/veya eğitim, öğrenim görmemiş ama kendi kendini yetiştirmiş (kimse). Hesaplar, tıpkı yaralar gibi insanı yetiştirir. Düşe kalka yetiştirir, kah döverek kah severek gösterir boyunun ölçüsünü.
Baba-oğul hesaplaşmaları, bu tür hesaplaşmaların belki de en mühim örneğidir. Ne romanlar, ne şiirler yazılmıştır bu hesaplaşmalar uğruna. İşte Kemal Varol da hem şiirlerinde hem romanlarında bu kadim savaşın vakanüvisi olmuştur. Tarihte bazı vakanüvislerin daima abarttığını, bazılarının da bu esaslı işi öylesine yaptıklarını görmüşüzdür. Kemal Varol sırtlandığı bu yükün her yönüyle hakkını vermiş, hakkını vermeye de devam eden bir isimdir. Türk edebiyatındaki yeri şahsına münhasırdır. Günün birinde kendi hesap defteriyle yüzleşmek isteyen ve kişisel tarihinin peşine düşen her samimi okurun yolu muhakkak onun satırlarından geçmelidir. Şiirle başlamıştır edebiyatına Varol, dolayısıyla yazdığı satırların altı çizilirken bir şiirin dizeleri arasında gezinme lezzeti verir. Bu lezzeti daha yoğun yaşamak isteyenler için kendisinin şiir kitaplarının Bakiye adıyla toplu şiirler olarak sunulduğunu da (Edebi Şeyler, 2017) belirtelim. Sonrasında o güzel roman ve hikâyeleri: Jar (2011), Haw (2014), Ucunda Ölüm Var (2016), Sahiden Hikâye (2017). Derken çıkageldi Âşıklar Bayramı. Şimdiye dek yazarın tuttuğu 'hesaplaşma defterleri'nin belki de en ağırı, duygulusu, vicdanlısı.
Diyarbakır'da avukatlık yapan Yusuf, bir gece ansızın kapısının çalmasıyla tansiyonu yüksek dakikalar yaşar. Gelen kimdir? Hırsız mıdır, komşu mudur, polis midir, geçmişte başına aldığı belalardan biri midir? Nefesini tutup kapının gözünden bakar, gelen babasıdır. Yirmi beş yıldır görmediği babası, saz ve söz ustası bir âşık; Heves Ali.
Yusuf'un ansızın hayatına giriveren Heves Ali, ömrünün son demlerine vardığını anlamış olacak ki hesap defterini hiç çaktırmadan, kimseye göstermeden koltuğunun altına alıvermiş, helalleşmek için başlamış yolculuğuna. İlk durak da oğlu Yusuf olmuş. Ali'nin hem yaşı hem hastalıkları onu ezip büzmüş, bunların yanına uzun yıllardır açık kalan hesapları görecek olmasının heyecanı da eklenince ruhu da sessizliği, yılgınlığı ve fevriliği bir hâl olarak kabullenmiş. Tıpkı oğlu kapıyı açtığında ona yönelttiği "Konuk kabul ediyor musun?" sorusu gibi yaşar olmuş. Bir baba tek gecelik konuk olunca, oğlu onu yatırır yatırmaz ceketinin ceplerine bir bakınmak ister elbette. Dönüş bileti alınmış mı, parası var mı, hastalığıyla ilgili bir belge, rapor... Hepsine cevap bulur Yusuf. Babası sahiden de bir gece kalmak için gelmiştir ve ertesi gün dönecektir. Diyarbakır'dan Kars'a doğru gidecektir, Âşıklar Bayramı'na katılmaya. Tüm saz ve söz âşıklarının toplaşıp meşk ettikleri bayrama. Ancak bu hâliyle nasıl gidecektir, oraya gidene kadar bir yerlere uğrayacak mıdır? Yusuf bu soruların cevabını, otogara babasını bıraktıktan sonra vicdanı vasıtasıyla öğrenir. Babasını otobüsten çekip çıkarır, arabasına alır, yollara düşer onunla birlikte. Hem babasının hastalığı hem de onun uğrama isteği nedeniyle durdukları her köyde bir hesap kapanır. Elbette bu hesapları daha önce Yusuf bilmemiştir, görmemiştir. Sonradan da öğrenmemiştir. Öğrenmesine sebep babasının bir gecelik konukluğu olmuştur. Bu bir gecelik konukluk, üç günlük hikâyeye her türlü duyguyu eklemek için işaret taşı görevi görür. Acıların, hasretlerin, aşkların, sevinçlerin ve yorgunlukların her birini yaşar yol boyunca Yusuf. Elbette babası da. Bir daha bir daha...
Yolculuk hikâye bazında maziyi taşırken Kemal Varol romancılığındaki maziyi de getiriyor önümüze. Arkanya, Varol'un daha önceki romanlarından bildiğimiz bir yer. İnsanıyla, havasıyla-suyuyla zihnimizde oluşmuş bir memleket gibi. İşte Arkanya bir kez daha çıkıyor okuyucunun karşısına. Heves Ali'nin de Ucunda Ölüm Var'da tanıştığımız son ağıtçı olduğunu söylersek, tam anlamıyla bir hesap kapatma romanı olduğu söylenebilir Âşıklar Bayramı'nın. Ancak romanın hemen başındaki şu cümleleri de hiç akıldan çıkarmamak lâzım: "Bazen bir toprak yığının altındaki geçmişimi aralayıp orada neler bulacağımı merak ediyor, kazdıkça kazıyor, kazdıkça kazıyor; çok geçmeden de bulduklarımdan hoşnut kalmamış gibi, elimde eski bir kürek, kazdığım çukura yeniden toprak dolduruyordum. Yine de her oğul gibi, ne kadar direnirsem direneyim daha en başından babama karşı yeniktim."
Heves Ali, belki bilerek belki bilmeyerek önce yoldaşını bulur, sonra da yola koyulur. Oğlu Yusuf'u yoldaş olarak seçtiğini elbette düşünmüyorum. O evvela 'yol' diyerek herkesten önce oğluna gitmiş ve oğlu da hem vicdanının sesini dinleyerek hem de kafasında yirmi beş yıl boyunca biriktirdiği sorulara belki bir cevap bulma niyetine girerek babasını bırakmamıştır. Bırakmak istediği de olmuştur. O kendi hâlinde giden, aşk kırıntılarıyla ve iş yorgunluklarıyla akan hayatına geri dönmek ister zaman zaman. Babasının hastalığından ve kapattığı hesaplarda karşılaştığı kimselere dair hiçbir şey bilmemekten bıktığı olur. Burada geçmişten gelen öfkesi devreye girer. Ne zaman ki öfkeden sevgiye geçer duyguları, işte o zaman babasının yanından asla ayrılmaması ve onu muhakkak Âşıklar Bayramı'na 'yetiştirmesi' gerektiğini hisseder. Böyle de yapar zaten. Sık sık duygusal inişler çıkışlar yaşamak da onun sınavıdır. Bilhassa babasının yolculuk esnasında gösterdiği fevri davranışlar büyük sınav olur Yusuf'a: "Yaptığı şeyler için hiçbir zaman esaslı bir gerekçesi olmadı zaten. Hayat sanki onun için, istediğinde esen istediğinde duran, yerle gök arasında bir yerde salınan tuhaf bir rüzgârdan ibaretti. Kendini o rüzgâra kaptırıp dağ bayır dolaşır, sırtını o ağaçtan u ağaca dayar, çeşme başında durup arkasına bakar ve geride bıraktığı hiçbir şey için pişmanlık duymazdı, ne bir açıklama ne özür."
Bu romandan sonra bir kez daha anladım ki baba-oğul çatışması hem kişinin varlığını tamamlaması
anlamında çok gerekli hem de kırılıp kırgın bir insana dönüşmemesi için çok hassas. Çünkü anne-oğul ilişkisi gürültülü bir ilişki. Baba-oğul ilişkisi ise sanılanın aksinde oldukça sessiz bir ilişki. Bir oğlan annesine kaç gün küsebilir? En fazla kızdığı zamanda bile belki birkaç gün. Peki bir oğlan babasıyla ne kadar küs kalabilir? Aylarca, yıllarca bile kalabilir. Çevremizde sık gördüğümüz bu kronik hikâye, hepimizin hikâyesi. Roman bunu da kurgusunun dışında hatırlatıyor sürekli. Sessiz bir ilişkide gerilim, dram, hüzün ve hatta neşe bile sessiz yaşanıyor. İçeriye doğru yaşanıyor. İnsan sürekli kendini kırıyor, eziyor, büzüyor. Dolayısıyla varlığı zarar görüyor. Herkese dönük olan yüzündeki incinme, er ya da geç bir yerde geçmişten hikâyeler okuyor. Bundan olsa gerek Kemal Varol o harika şiiri Küfran'da "Fermandır: babayla bozgun her çocuk / hoyrattır elbet aşklarına" diyor. Çünkü babasıyla iletişimi bozuksa bir çocuğun, herkesle bozuktur yahut her an bozulmaya elverişlidir. Merhum bilge psikiyatr Engin Geçtan, "Bir insanın ilişkileri ana-babasıyla başlar" diyor. Murat Menteş de Korkma Ben Varım'da "Bildiğim bir şey varsa, bir erkek, babasıyla nasıl konuşacağını ölünceye kadar öğrenemez. Hangisi ölünceye kadar? İşte onu bilmiyorum henüz." cümlelerini yazmıştı. Dayanamayıp bir alıntı daha aktarmak isterim. Mahir Ünsal Eriş, Olduğu Kadar Güzeldik'te şöyle der: "Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey..."
İşte Yusuf, babasıyla çıktığı yolculukta soruları tam tersinden sormayı da keşfeder. Yıldız ve Aylın arasında yaşadığı aşk ilişkilerini yeniden sorgular. En çok bunaldığı zamanlarda yaşadığı ilişki (Yıldız) yerine eski, ölmüş ilişkisini (Aylın) diriltmeye yönelir, bir zaman önce e-posta klasörlerinde taslak olarak kaydettiği metinleri gönderir. Cevap bekler, gelmeyen cevaplara anlam yükler, kendine kızar, kendiyle kavga eder. Bu yaşadığı kavga karşılığında babası Heves Ali'nin geçmişte iz bıraktığı tüm gönüllerle helalleşmesine çok şaşırıp zaman zaman tuhaf karşılasa da kendine bundan pay çıkarır. Babası bir sevgi yolu inşa etmiştir kendince. Sevabıyla günahıyla bu yolu yeniden yürümeyi göze almıştır, her istasyonda durup el sallamıştır sevdiklerine, sevildiklerine. Demek ki aşk, şair İsmet Özel'in söylediği gibi "hayatın mazereti" olabilirmiş. Yusuf, yol boyunca babasına olan sevgisini-kırgınlığını "demedim dilimin ucuna gelen her ne ise" tavrıyla içine içine bastırsa da ona, hâline, yolun sonuna gelişine baktıkça "ölümle paslanmış buldum sesimi" dizelerini hatırlatır okuyucuya. Yirmi beş yıl aradan sonra gelen 'konuk' baba, kahvaltı sofrasından iki lokma bir şeyler yiyip kalkmış, çayı bile -ocağı açmaya tenezzül etmemekten- içmemiş, 'ölüyor gibi yaşamak' denen hâli kendine hâl olarak seçmiş. Seçtiği gibi de çok şeyden vazgeçmiş. Adına-şanına yakışır bir vazgeçiş bu: kendinden, ben'den vazgeçiş.
Âşıklardan bahseden bir romanda olmazsa olmaz şey türkülerdir. Kemal Varol, bilenlerin bildiği ama bilmeyenlerin de dinler dinlemez seveceği türküleri ağırlamış romanında. Ansızın çıkıveriyor sesler, sözler. Âşıkların dillerinden, sazlarından dökülüyor okuyanın kalbine. Şöyle bir türkü listesi var kitabın: Tükendi Nakd-i Ömrüm, Bülbül Ne Yatarsın Bahar Erişti, Muhabbet Bağında, Bu Dağlar Kömürdendir, Çıktım Yücesine Seyran Eyledim, Evleri Uçta Yârim, Gele Gele Geldim Bu Kara Taşa, Esti Seher Yeli, Pirlere Niyaz Ederiz, Ezme ile Süzme İle Yâr Bulunmaz Gezme İle, Sultan Suyu, Ben Gidersem Sazım Sen Kal Dünyada.
Türkü demişken, kitapta Yusuf'un Aylın'a gönderdiği mektuplardan birinde 'çaktırmadan' Kemal Varol'un sevdiği şiir kitaplarını da tanıma fırsatı buluyoruz: Birhan Keskin'den Yeryüzü Halleri, Şükrü Erbaş'tan Üç Nokta Beş Harf, Akif Kurtuluş'tan Tören Provası, Mahmut Temizyürek'ten Yeryüzünü Gezen Atlı... Yine kitabın bir bölümünde yer alan mektupta (belki mektup değil de iç dökmedir, gerçi her mektup bir iç dökmedir) yazarın dinlemeyi sevdiği isimleri toplu olarak görüyoruz: Kâni Karaca, Çekiç Ali, Tenekeci Mahmut, Âşık Ruhsatî, Feqiye Teyran, Evdale Zeynike, Egide Cımo, Şakiro, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Hafız Kemâl, Neşet Ertaş, Âşık Mahzunî Şerif, Âşık Sümmânî, Pir Sultan Abdal, Karac'oğlan, Kul Nesimî, Yunus Emre...
Ot dergisinin 68. sayısında (Ekim 2018) yayınlanan bir Kemal Varol şiiri vardı: Kanadında Taş Türküsü. Bu şiirle Âşıklar Bayramı'nda yeniden karşılaşmak pek güzel oldu. Şöyle der şair: "Dünya hayli yoruldu dönüp durmaktan / yarım ayda, zemheride, derin uçurumda / bir gün gittiğin bir yolda / göğnün yorulduğunda beni hatırla."
Bir tek sigaranın pakladığı, bazen bir arkadaşa susmak için bile ihtiyaç duyulacağı zamanlara varır Yusuf. İmdadına Kul Yakup yetişir. Babasının hastaneye götürülüşünden oradan Kars'a yola çıkışına dek Yusuf'a ses olur, soluk olur: "Sessizce başımı öne eğip bir sigara da onunla birlikte içtim ama konuşmaya çabalamanın boşuna olduğunu hissettim. Dostlar, arkadaşlar bazen bir suskunluk için bile yeterliydi sanırım."
Bir tahta bavul, bir bağlama. Heves Ali dünyalığı bu kadar. Oğlu Yusuf, onun sekiz köşeli kasketinde taşıdığı bir can. Ama o can, orada kalmış. Söze düşmemiş. Ne Ali oğluna "Oğlum" demiş, ne Yusuf babasına "Baba". Söze varmamış ilgi, alaka. Yürek hep bastırmış içten geleni. Birinin kasketinde taşıdığını öteki yüreğinde taşımış. Her şeyin tükendiği yerde yine Kul Yakup yetişmiş iki kelam etmeye. "Kendini zorlama evlat" demiş Yusuf'a, "baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten".
Romanın bittiği yer, yıllar önce Yusuf'un hemen önünde el ele yürüyen o babayla küçük oğulun olduğu Arkanya çarşıdır. Orayı hatırlar Yusuf. Hatıralar mı birleştirir babalarla oğullarını? Ona da Kemal Varol'un bir cevabı vardır romanda: "Bir babanın kendisiyle değil, hatırasıyla kavga etmek her zaman daha kolaydı, belki de daha zor, kim bilir."
Âşıklar Bayramı'yla birlikte, hayatımda okuduğum en güzel romanlar arasına bir yenisi eklendi. Boğazda taş, göğüste ağrı, evin kuytu köşesinde sessiz sessiz okunan içli bir türkü gibi. Gönlüne sağlık Kemal Varol...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Savaşın cephe gerisinde açtığı yaralar
“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıktan yiyen, kemiren yaralar…”
- Sâdık Hidâyet
İkinci Dünya Savaşı, dünya tarihinin gördüğü en büyük savaşlardan biridir. Belki de en büyüğü diyebiliriz. Sadece toplumları değil; romanları, şiirleri kısaca bütün edebi türleri etkilemiş ve her şeye şekil vermiştir. Dünya edebiyatında da İkinci Dünya Savaşı’nı konu edinen birçok eser vardır. Bunların bir kısmı, direkt olarak cepheden, cephenin içinden aktarır bize savaşı. Bazılarında ise cephe gerisini görürüz, savaşın etkilerini, yıkımlarını, götürdüklerini… Örneğin Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok bize savaşın içinden bir bakış sunarken, büyük yazar Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana'sı savaşın etkilerinin işlendiği bir romandır. Ayaz Ğıylecev’in Yara adlı kitabını da Toprak Ana grubuna dâhil edebiliriz.
Ayaz Ğıylecev, Tataristan’ın ve Tatar Milleti’nin en büyük yazarıdır diyebiliriz. Fatih Kutlu’nun oldukça başarılı çevirisiyle, Palto Yayınevi’nden geçtiğimiz şubat ayında bizlere sunulan Yara, yazarın dilimizdeki ilk kitabı değildir aslında. Daha önce de Bir Avuç Toprak ve Cuma Günü, Akşam kitapları yayımlansa da şu anda kitapçılarda ve kitap satış sitelerinde bulmak pek mümkün değil. Sahaflarda aramak lazım. Yara ise hâlâ satışta okurlarını bekliyor.
160 sayfadan oluşan roman on bölümden oluşuyor. Bu on bölümde Ğıylecev, kitaptaki olaylara bölümün adını verdiği ismin gözüyle bakıyor. Şekûr, Mahmut, Süleyman, Züleyha, Zeytüne kitabın bölüm isimlerinden bazıları. Yazar aynı olaya farklı bakış açıları sunmuyor. Olayları bazen geriden başlatsa da kronolojiyi bozmuyor, devam ettiriyor, ancak her bölümde farklı karakterin bakışıyla.
Devir, İkinci Dünya Savaşı devridir. Kitap için 1941-1947 yıllarını kapsıyor diyebiliriz. Rus-Alman harbinde pek tabii Tatar Milleti de oğullarını feda ediyor Ruslar adına. Bunlardan biri de Yukarı Baş Köyü’nden Süleyman İhtiyar’la Zeliha’nın oğulları Ğabdullah. Savaşa gidiyor ve bir daha haber alınamıyor Ğabdullah’tan. Roman, Ğabdullah’tan haber bekleyen ailesinin umuduyla umutsuzluğu arasında mekik dokuyor.
Yeşilçam’dan acıklı bir film seyreder gibi okuyoruz Yara'yı. Daha isminden tebessüm edemeyeceğimizi haber veriyor kitap. Çocuklarından yana pek şansı olmayan bir ailenin umut ile umutsuzluk arasında gidip gelmesini takip ediyoruz satırlarda. Bekleyiş, umut, umutsuzluk, tekrar umut… Bu duygular arasında okuyoruz romanı. Gidenler dönüyor fakat Ğabdullah dönmüyor. Baba Süleyman, pek ibadet etmese de Müslüman biri fakat eski Şaman adetlerine bile sığınıyor, bir çare bulabilmek için. Zaman zaman sitemkâr olsa da seccadesini yayıp Yumru Taş’a dua etmeye devam ediyor Süleyman:
“Hurafelere, boş inançlara inanmayan, iki defa yalvardığı halde Yumru Taş’tan umduğunu bulamayan dürüst Süleyman neden yeniden oraya gidiyordu? Yalvarmaya mı? Yoksa sitemle Yumru Taş’a lanet etmeye mi niyetliydi?”
Duasını hiçbir zaman eksik etmeyen Süleyman, yeri geliyor seccadesinin üzerinde Allah’a dua ediyor, yeri geliyor Pınar Ana’sına dua ediyor; fakat oğlu dönmüyor.
Cengiz Aytmatov’un eseri Selvi Boylum Al Yazmalım'ın sinemaya uyarlandığını herkes bilir ve birçok kişi de bu filmi seyretmiştir. Zeytüne; köyün en güzel kızlarından biri, savaşa gitmeden önce Ğabdullah’la birbirlerine söz veriyorlar dönüşte kavuşmak için. Türkan Şoray’ın filmde kocasını beklediği gibi o da Ğabdullah’ı bekliyor. Zeytüne’nin bekleyişinin satırlarını okuduğumda aklıma bu film geldi bir anda. Yazar da kitabın en başarılı bekleyiş cümlelerini Zeytüne için yazmış zaten:
“Ğabdullah’ı mı bekliyordu? Beklemedi değil, bekledi. Ağlamadı. Mahzun dolaşmadı. Sızlanmadı. İçini ele açmadı. Gönlünün iniltilerini kimselere duyurmadı. Hüznünü, hicranını kimseyle paylaşmadı. Ser verip sır vermedi. İçin için yandı. Yalnız yaşanan hicran acısı hem daha derin hem daha kıymetlidir. Yalnız yanabilen yürekler, değerlerini daha iyi bilirler. Yalnız yaşanan acı, dağılıp küçülmez, kolay kolay unutulmaz."
Arka planda bir ailenin yaşam serüvenini, ilk planda yaşanmamış bir aşkı ve aynı zamanda savaşın götürdüklerini oldukça etkileyici anlatmış Ğıylecev. Karakterleri çok sahici, zamanı ve mekânı işlemesi çok başarılı ve en önemlisi okur her anlamda kitabın içine giriyor. Öyle inandırıcı.
Kitapta sürpriz bir son var fakat bu sonu bazı okurlar tahmin edebilir. Tatar Milleti’nin adetlerinin, gelenek ve göreneklerinin bol bol yer aldığı kitapta yazar bir de konuyla bağlantılı bir deneme sıkıştırıyor araya; fakat bu durum hiç sırıtmıyor. Ğıylecev’in nasıl usta bir yazar olduğunu daha net anlayabiliriz bu bölümle. Okura soluk aldırıyor aynı zamanda.
Yara, son zamanlarda okuduğum en başarılı romanlardan biri. Diğer kitaplarının da bir an önce okurla buluşması dileğiyle…
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Sâdık Hidâyet
İkinci Dünya Savaşı, dünya tarihinin gördüğü en büyük savaşlardan biridir. Belki de en büyüğü diyebiliriz. Sadece toplumları değil; romanları, şiirleri kısaca bütün edebi türleri etkilemiş ve her şeye şekil vermiştir. Dünya edebiyatında da İkinci Dünya Savaşı’nı konu edinen birçok eser vardır. Bunların bir kısmı, direkt olarak cepheden, cephenin içinden aktarır bize savaşı. Bazılarında ise cephe gerisini görürüz, savaşın etkilerini, yıkımlarını, götürdüklerini… Örneğin Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok bize savaşın içinden bir bakış sunarken, büyük yazar Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana'sı savaşın etkilerinin işlendiği bir romandır. Ayaz Ğıylecev’in Yara adlı kitabını da Toprak Ana grubuna dâhil edebiliriz.
Ayaz Ğıylecev, Tataristan’ın ve Tatar Milleti’nin en büyük yazarıdır diyebiliriz. Fatih Kutlu’nun oldukça başarılı çevirisiyle, Palto Yayınevi’nden geçtiğimiz şubat ayında bizlere sunulan Yara, yazarın dilimizdeki ilk kitabı değildir aslında. Daha önce de Bir Avuç Toprak ve Cuma Günü, Akşam kitapları yayımlansa da şu anda kitapçılarda ve kitap satış sitelerinde bulmak pek mümkün değil. Sahaflarda aramak lazım. Yara ise hâlâ satışta okurlarını bekliyor.
160 sayfadan oluşan roman on bölümden oluşuyor. Bu on bölümde Ğıylecev, kitaptaki olaylara bölümün adını verdiği ismin gözüyle bakıyor. Şekûr, Mahmut, Süleyman, Züleyha, Zeytüne kitabın bölüm isimlerinden bazıları. Yazar aynı olaya farklı bakış açıları sunmuyor. Olayları bazen geriden başlatsa da kronolojiyi bozmuyor, devam ettiriyor, ancak her bölümde farklı karakterin bakışıyla.
Devir, İkinci Dünya Savaşı devridir. Kitap için 1941-1947 yıllarını kapsıyor diyebiliriz. Rus-Alman harbinde pek tabii Tatar Milleti de oğullarını feda ediyor Ruslar adına. Bunlardan biri de Yukarı Baş Köyü’nden Süleyman İhtiyar’la Zeliha’nın oğulları Ğabdullah. Savaşa gidiyor ve bir daha haber alınamıyor Ğabdullah’tan. Roman, Ğabdullah’tan haber bekleyen ailesinin umuduyla umutsuzluğu arasında mekik dokuyor.
Yeşilçam’dan acıklı bir film seyreder gibi okuyoruz Yara'yı. Daha isminden tebessüm edemeyeceğimizi haber veriyor kitap. Çocuklarından yana pek şansı olmayan bir ailenin umut ile umutsuzluk arasında gidip gelmesini takip ediyoruz satırlarda. Bekleyiş, umut, umutsuzluk, tekrar umut… Bu duygular arasında okuyoruz romanı. Gidenler dönüyor fakat Ğabdullah dönmüyor. Baba Süleyman, pek ibadet etmese de Müslüman biri fakat eski Şaman adetlerine bile sığınıyor, bir çare bulabilmek için. Zaman zaman sitemkâr olsa da seccadesini yayıp Yumru Taş’a dua etmeye devam ediyor Süleyman:
“Hurafelere, boş inançlara inanmayan, iki defa yalvardığı halde Yumru Taş’tan umduğunu bulamayan dürüst Süleyman neden yeniden oraya gidiyordu? Yalvarmaya mı? Yoksa sitemle Yumru Taş’a lanet etmeye mi niyetliydi?”
Duasını hiçbir zaman eksik etmeyen Süleyman, yeri geliyor seccadesinin üzerinde Allah’a dua ediyor, yeri geliyor Pınar Ana’sına dua ediyor; fakat oğlu dönmüyor.
Cengiz Aytmatov’un eseri Selvi Boylum Al Yazmalım'ın sinemaya uyarlandığını herkes bilir ve birçok kişi de bu filmi seyretmiştir. Zeytüne; köyün en güzel kızlarından biri, savaşa gitmeden önce Ğabdullah’la birbirlerine söz veriyorlar dönüşte kavuşmak için. Türkan Şoray’ın filmde kocasını beklediği gibi o da Ğabdullah’ı bekliyor. Zeytüne’nin bekleyişinin satırlarını okuduğumda aklıma bu film geldi bir anda. Yazar da kitabın en başarılı bekleyiş cümlelerini Zeytüne için yazmış zaten:
“Ğabdullah’ı mı bekliyordu? Beklemedi değil, bekledi. Ağlamadı. Mahzun dolaşmadı. Sızlanmadı. İçini ele açmadı. Gönlünün iniltilerini kimselere duyurmadı. Hüznünü, hicranını kimseyle paylaşmadı. Ser verip sır vermedi. İçin için yandı. Yalnız yaşanan hicran acısı hem daha derin hem daha kıymetlidir. Yalnız yanabilen yürekler, değerlerini daha iyi bilirler. Yalnız yaşanan acı, dağılıp küçülmez, kolay kolay unutulmaz."
Arka planda bir ailenin yaşam serüvenini, ilk planda yaşanmamış bir aşkı ve aynı zamanda savaşın götürdüklerini oldukça etkileyici anlatmış Ğıylecev. Karakterleri çok sahici, zamanı ve mekânı işlemesi çok başarılı ve en önemlisi okur her anlamda kitabın içine giriyor. Öyle inandırıcı.
Kitapta sürpriz bir son var fakat bu sonu bazı okurlar tahmin edebilir. Tatar Milleti’nin adetlerinin, gelenek ve göreneklerinin bol bol yer aldığı kitapta yazar bir de konuyla bağlantılı bir deneme sıkıştırıyor araya; fakat bu durum hiç sırıtmıyor. Ğıylecev’in nasıl usta bir yazar olduğunu daha net anlayabiliriz bu bölümle. Okura soluk aldırıyor aynı zamanda.
Yara, son zamanlarda okuduğum en başarılı romanlardan biri. Diğer kitaplarının da bir an önce okurla buluşması dileğiyle…
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
16 Ocak 2019 Çarşamba
En büyük kötülükler en büyük iyilikler adına yapılır
Kötülük hiçbir zaman gücünü kendinden almaz. Her zaman için bir iyi’ye ihtiyaç duyar. İnsan, kötülüğü kötülük olarak yapamaz. İstese de yapamaz. Kötülük, kendi başına bir güç kaynağı değildir. Bir iyiye dayanmak zorundadır çünkü gerçek anlamda gücün kaynağı her zaman iyiliktir. İnsan kötülük yapmak istediğinde aklında mutlaka iyi bir nedeninin olması gerekir.
Bu yüzden, en büyük kötülükler aslında en büyük iyilikler adına, vatanı milleti kurtarma heyecanıyla, bir davaya hizmet etme aşkıyla ya da insanlık adına yapılır. Birine kötülük yapmak isteyen biri aklına getirmese de bunu bir iyi nedene mutlaka bağlamak zorundadır.
1960 yılında Arjantin’de yakalanarak Kudüs’te yargılanan Nazi savaş suçlusu Otto Adolf Eichmann, bilindiği gibi geçtiğimiz yüzyılın en önemli kötülük sembollerinden biridir. Avrupa’nın her yerinden toplama kamplarına getirilen Yahudilerin nakledilmesinin baş sorumlusudur. İnsanlık tarihinin en karanlık sayfalarının altında imzası olan adamdır.
Mahkeme’de buna uygun olarak sayısız korkunç iddialar dile getirilir aleyhinde ama Eichmann bütün bu iddialara, insan aklının alamayacağı bir kendi halindelikle, oldukça duygusuz bir acziyet içerisinde ama söylediklerinden oldukça da emin bir şekilde tek bir cevap verir.
“Sadece yasalara uygun olarak görevimi yerine getirdim.” der (Ne kadar tanıdık bir cümle!) Devletine sonuna kadar bağlı bir devlet memurudur o ve işinin gereği olarak yasalar ne diyorsa “sadece” onu yapmıştır. Mahkeme ve bütün Yahudi toplumu doğal olarak bu sıradanlığa isyan eder. Eichmann’ın koca bir yalancı olduğunu söyler ve günün gazeteleri onu insanlık dışı bir canavar olarak resmeder. Oysa mahkemeyi bir Amerikan gazetesi adına izlemeye gelen bir kişi böyle düşünmemektedir. Kendisi de Alman Yahudisi olan ve Nazi zulmünden kaçarak Amerika’ya sığınan ünlü düşünür Hannah Arendt’tir bu kişi.
Arendt başına gelecekleri çok çok iyi bilmekle birlikte herkesten farklı olarak ona inanmaktadır. Gerçekten de Eichmann’ı dikkatle dinler, halini tavrını olanca soğukkanlılığıyla izler, inceler ve ona inanır. Eichmann, “Bürokratik, sığ ve basmakalıp bir cümle kurmaktan öteye geçemeyen aciz bir insan”, eleştirel düşünme yeteneğini bürokratik labirentlerin arasında çoktan kaybetmiş bir zavallıdır. Gözlerini kapayıp vazifesini yaparak ürettiği korkunç sonucun sorumluluğunu almak onun için devletine ve milletine olan bağlılığından vazgeçmek anlamı taşımaktadır ve bu sığ iyilik korkunç kötülüklere kapı aralamıştır. Denebilir ki kötülüğün kaynağı olan iyiliğin sığlığı ya da derinliği, ortaya çıkacak sonucun yalnızca niceliksel farklılaşmasına etki edicidir. Kötülük, niteliksel düşünmeyi yok etmiştir. İnsan, sayılardan ibaret hale gelmiştir.
Arendt, bilindiği gibi buradan hareketle “kötülüğün sıradanlığı” görüşünü oluşturur. Hangi işi yaparsak yapalım kesin inanca dayalı kör itaat ve düşünce kaybı gündelik hayatın içinde sayısız insanın hayatını kolaylıkla karartabilir ve bunu yapan insanlar gerçekten de inanarak yalnızca yasalara uygun olarak görevlerini yerine getirdiğini düşünebilirler. Kötülük yalnızca bir iyiye ihtiyaç duymaz, o iyinin nasıl hayata geçirileceği konusunda düşünmekten çok inanmaktan kaynaklı bir kesinliğe de ihtiyaç duyar. Sıradanlığın sığlığı güçlü bir kesin inançla birleştiğinde bu kişiler ellerindeki gücü ve yetkiyi iyilik adına kullanırken yarattıkları kötülükler karşısında vicdani bir rahatsızlık duymakla kaynağındaki iyiye daha güçlü bir bağlılık göstermek arasında kısa bir git-gel yaşar ama günün sonunda çok daha maliyetsiz olan ikincisinde karar kılarlar. Kötülük, vicdani bir tepkiye yol açtığında iyiyle olan bağı kopar çünkü ve bu bağ koptuğunda kişi yalnızca yaptığı o kötülük için değil bütün hayatı temelden bir sarsıntıya uğrar.
Eichmann’ın tam karşı kutbunda sıradan suçlular vardır. Zaman zaman gazetelere ya da televizyonlara yansıyan suçların nasıl olup da işlenebildiğini normal bir insanın anlaması neredeyse imkansızdır. Nasıl olur da 30’lu yaşlarında genç bir insan, tek başına yaşayan kimsesiz yaşlı bir kadının evine girer, bütün mal varlığı olan altınlarını çalar ve hatta öldürmekten bile geri kalmayabilir? Çünkü pek çok suçlu kişi esasında dünyanın en yalnız ve en kendi başına yaşayan insanıdır. Toplumsal normların ve ahlaki kodların bütünüyle geçersiz olduğu bir dünyanın vatandaşıdır. Özellikle suç anı, her şeyden ve hatta evrenden tam bir yalıtılmışlık anıdır ve böyle bir kişinin yaptığı bütün kötülükler, kötülükle bağlantısını yitiren bir yanılsama yaratır. İnsanlar, adaletsiz bir düzene karşı genellikle iki şekilde tepki verirler; ya, onunla sonuna kadar mücadele edip bütün siyasal enerjileriyle karşı koymayı yeğler veya bütün bağlantılarını koparıp o toplumsal normların geçersiz olduğu kendi küçük vatanlarını yaratarak intikam almayı seçerler. Sıradan kriminaller her zaman zannettiğimiz kadar sıradan olmayabilirler bu yüzden. Çoğu kez iyiliği kötülükte bulan bir savrulmuşluk içindedirler. Yalnızca yasaların dediğini yerine getiren düşünselliğini yitirmiş acziyet burada yalnızca yasaların dediğini yerine getirmeyen düşünselliğini yitirmeye evrilir. Altındaki karakterler, detaylara inildiğinde birbirine benzer.
Üçüncü bir karakter daha vardır. Bu üçüncü karakter, düşünselliğini yitirmemiştir, yaptıklarının başını ve sonunu öngörebilme yetisine sahiptir. Sıradan bir suçlu gibi toplumsal düzene onunla bağlantısızlaşarak karşı çıkmak gibi bir uca savrulma ihtimali de oldukça düşüktür. Fakat bunda kötülük kökündeki bir iyilikten kaynaklanmaz. Onu, iyiye ulaşmak için gerekli görür. Kötülüğün iyiyle olan bağlantısında öncül ve ardıl yer değiştirmiştir. İyiye iyi yoldan gidilemeyeceğine inanmış, başımıza ne gelirse iyilikten geldiğini karine haline getirmiştir. Bu yüzden, kötülüğün iyilikle bağlantısını koparmaz ama direkt bir ilişki de her zaman kurmaz. Bunu hayatın her alanında çeşitli hilelerle, hinliklerle ve kurnazlıklarla yapar. Bu yolla ne yaparsa yapsın kendisini iyi göstereceğini zanneder. Yaptığı kötülüklerin sonuna kadar bilincinde olduğundan bütün bunların açığa çıkmaması için harcadığı enerji, yaptığı kurnazlıkların dozu oranında artar. İyiyle olan kutsal köken bağı giderek incelir ve bir noktadan sonra taşınmaz hale gelerek kopar. Bu yine de çiğ bir kötülüktür. Bu tür kötülüklerle ne yapsanız Eichmann olamazsınız. Bunun için daha aptal ve daha inançlı olmalısınızdır.
Ama eğer ne aptal ne de inançlıysanız; kötülüklerin ancak iyilikten kaynaklanan nedenlerle güçlü olabileceğini bilemeyecek kadar derin bir kompleksli geçmişten geliyorsanız; eğer hileyle ve kurnazlıkla her türlü yasayı ve hukuku iğdiş ederek saf dışı ettiğiniz insanların gücünü kendinize devşirerek bu sayede adam yerine konacağınızı zannediyorsanız; eğer, karanlık bir geçmişten geliyorsanız; eğer, her türlü kirli yolun sonunda ne yapıp edip kendinizi aklayabilecek kadar mahir olduğunuz zannı ve hileli yollarla elde ettiğiniz sahte güç zehirlenmesi tıpkı kriminal tipte olduğu gibi sizi her türlü toplum -ve de hukuk- normunun dışına çıkarabiliyorsa; ve eğer kötülüğün sıradanlığı size yetmiyorsa iyilik karşısında çaresizsiniz demektir. Ve ilginç olan şu ki iyiliğin karşıtı kötülük değil çaresizliktir. Hiçbir kriminal yakalanma ihtimalini daha yüksek görmez, en büyük açıkları da bu yüzden verir. Hiçbir kriminal bu tip kadar çaresiz değildir. Ve kötülük bir kez kendi başına bir güç olduğunu zannetti mi iyi olan ne varsa bunu suça dönüştüren bir mekanizmayı işletir. Bu insanlara yapılacak en büyük iyilik -ya da kötülük!- kimden ya da neden, hangi iyi ya da iyilikten güç aldıklarını bulup ortaya çıkarmak ve bu bağlantıları tek tek kesip atmaktır.
Eichmann, Arendt’in iddia ettiği kadar zavallı biri mi bilinmez ama ahlakını kötülük üzerine kuran düzenbazın zavallı olduğu su götürmez bir gerçektir. Kötülük hiçbir zaman gücünü kendinden almaz ve daha kötüsü -ve ne iyi ki- yok etmeye çalıştığı insanlardan da alamaz.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.
Bu yüzden, en büyük kötülükler aslında en büyük iyilikler adına, vatanı milleti kurtarma heyecanıyla, bir davaya hizmet etme aşkıyla ya da insanlık adına yapılır. Birine kötülük yapmak isteyen biri aklına getirmese de bunu bir iyi nedene mutlaka bağlamak zorundadır.
1960 yılında Arjantin’de yakalanarak Kudüs’te yargılanan Nazi savaş suçlusu Otto Adolf Eichmann, bilindiği gibi geçtiğimiz yüzyılın en önemli kötülük sembollerinden biridir. Avrupa’nın her yerinden toplama kamplarına getirilen Yahudilerin nakledilmesinin baş sorumlusudur. İnsanlık tarihinin en karanlık sayfalarının altında imzası olan adamdır.
Mahkeme’de buna uygun olarak sayısız korkunç iddialar dile getirilir aleyhinde ama Eichmann bütün bu iddialara, insan aklının alamayacağı bir kendi halindelikle, oldukça duygusuz bir acziyet içerisinde ama söylediklerinden oldukça da emin bir şekilde tek bir cevap verir.
“Sadece yasalara uygun olarak görevimi yerine getirdim.” der (Ne kadar tanıdık bir cümle!) Devletine sonuna kadar bağlı bir devlet memurudur o ve işinin gereği olarak yasalar ne diyorsa “sadece” onu yapmıştır. Mahkeme ve bütün Yahudi toplumu doğal olarak bu sıradanlığa isyan eder. Eichmann’ın koca bir yalancı olduğunu söyler ve günün gazeteleri onu insanlık dışı bir canavar olarak resmeder. Oysa mahkemeyi bir Amerikan gazetesi adına izlemeye gelen bir kişi böyle düşünmemektedir. Kendisi de Alman Yahudisi olan ve Nazi zulmünden kaçarak Amerika’ya sığınan ünlü düşünür Hannah Arendt’tir bu kişi.
Arendt başına gelecekleri çok çok iyi bilmekle birlikte herkesten farklı olarak ona inanmaktadır. Gerçekten de Eichmann’ı dikkatle dinler, halini tavrını olanca soğukkanlılığıyla izler, inceler ve ona inanır. Eichmann, “Bürokratik, sığ ve basmakalıp bir cümle kurmaktan öteye geçemeyen aciz bir insan”, eleştirel düşünme yeteneğini bürokratik labirentlerin arasında çoktan kaybetmiş bir zavallıdır. Gözlerini kapayıp vazifesini yaparak ürettiği korkunç sonucun sorumluluğunu almak onun için devletine ve milletine olan bağlılığından vazgeçmek anlamı taşımaktadır ve bu sığ iyilik korkunç kötülüklere kapı aralamıştır. Denebilir ki kötülüğün kaynağı olan iyiliğin sığlığı ya da derinliği, ortaya çıkacak sonucun yalnızca niceliksel farklılaşmasına etki edicidir. Kötülük, niteliksel düşünmeyi yok etmiştir. İnsan, sayılardan ibaret hale gelmiştir.
Arendt, bilindiği gibi buradan hareketle “kötülüğün sıradanlığı” görüşünü oluşturur. Hangi işi yaparsak yapalım kesin inanca dayalı kör itaat ve düşünce kaybı gündelik hayatın içinde sayısız insanın hayatını kolaylıkla karartabilir ve bunu yapan insanlar gerçekten de inanarak yalnızca yasalara uygun olarak görevlerini yerine getirdiğini düşünebilirler. Kötülük yalnızca bir iyiye ihtiyaç duymaz, o iyinin nasıl hayata geçirileceği konusunda düşünmekten çok inanmaktan kaynaklı bir kesinliğe de ihtiyaç duyar. Sıradanlığın sığlığı güçlü bir kesin inançla birleştiğinde bu kişiler ellerindeki gücü ve yetkiyi iyilik adına kullanırken yarattıkları kötülükler karşısında vicdani bir rahatsızlık duymakla kaynağındaki iyiye daha güçlü bir bağlılık göstermek arasında kısa bir git-gel yaşar ama günün sonunda çok daha maliyetsiz olan ikincisinde karar kılarlar. Kötülük, vicdani bir tepkiye yol açtığında iyiyle olan bağı kopar çünkü ve bu bağ koptuğunda kişi yalnızca yaptığı o kötülük için değil bütün hayatı temelden bir sarsıntıya uğrar.
Eichmann’ın tam karşı kutbunda sıradan suçlular vardır. Zaman zaman gazetelere ya da televizyonlara yansıyan suçların nasıl olup da işlenebildiğini normal bir insanın anlaması neredeyse imkansızdır. Nasıl olur da 30’lu yaşlarında genç bir insan, tek başına yaşayan kimsesiz yaşlı bir kadının evine girer, bütün mal varlığı olan altınlarını çalar ve hatta öldürmekten bile geri kalmayabilir? Çünkü pek çok suçlu kişi esasında dünyanın en yalnız ve en kendi başına yaşayan insanıdır. Toplumsal normların ve ahlaki kodların bütünüyle geçersiz olduğu bir dünyanın vatandaşıdır. Özellikle suç anı, her şeyden ve hatta evrenden tam bir yalıtılmışlık anıdır ve böyle bir kişinin yaptığı bütün kötülükler, kötülükle bağlantısını yitiren bir yanılsama yaratır. İnsanlar, adaletsiz bir düzene karşı genellikle iki şekilde tepki verirler; ya, onunla sonuna kadar mücadele edip bütün siyasal enerjileriyle karşı koymayı yeğler veya bütün bağlantılarını koparıp o toplumsal normların geçersiz olduğu kendi küçük vatanlarını yaratarak intikam almayı seçerler. Sıradan kriminaller her zaman zannettiğimiz kadar sıradan olmayabilirler bu yüzden. Çoğu kez iyiliği kötülükte bulan bir savrulmuşluk içindedirler. Yalnızca yasaların dediğini yerine getiren düşünselliğini yitirmiş acziyet burada yalnızca yasaların dediğini yerine getirmeyen düşünselliğini yitirmeye evrilir. Altındaki karakterler, detaylara inildiğinde birbirine benzer.
Üçüncü bir karakter daha vardır. Bu üçüncü karakter, düşünselliğini yitirmemiştir, yaptıklarının başını ve sonunu öngörebilme yetisine sahiptir. Sıradan bir suçlu gibi toplumsal düzene onunla bağlantısızlaşarak karşı çıkmak gibi bir uca savrulma ihtimali de oldukça düşüktür. Fakat bunda kötülük kökündeki bir iyilikten kaynaklanmaz. Onu, iyiye ulaşmak için gerekli görür. Kötülüğün iyiyle olan bağlantısında öncül ve ardıl yer değiştirmiştir. İyiye iyi yoldan gidilemeyeceğine inanmış, başımıza ne gelirse iyilikten geldiğini karine haline getirmiştir. Bu yüzden, kötülüğün iyilikle bağlantısını koparmaz ama direkt bir ilişki de her zaman kurmaz. Bunu hayatın her alanında çeşitli hilelerle, hinliklerle ve kurnazlıklarla yapar. Bu yolla ne yaparsa yapsın kendisini iyi göstereceğini zanneder. Yaptığı kötülüklerin sonuna kadar bilincinde olduğundan bütün bunların açığa çıkmaması için harcadığı enerji, yaptığı kurnazlıkların dozu oranında artar. İyiyle olan kutsal köken bağı giderek incelir ve bir noktadan sonra taşınmaz hale gelerek kopar. Bu yine de çiğ bir kötülüktür. Bu tür kötülüklerle ne yapsanız Eichmann olamazsınız. Bunun için daha aptal ve daha inançlı olmalısınızdır.
Ama eğer ne aptal ne de inançlıysanız; kötülüklerin ancak iyilikten kaynaklanan nedenlerle güçlü olabileceğini bilemeyecek kadar derin bir kompleksli geçmişten geliyorsanız; eğer hileyle ve kurnazlıkla her türlü yasayı ve hukuku iğdiş ederek saf dışı ettiğiniz insanların gücünü kendinize devşirerek bu sayede adam yerine konacağınızı zannediyorsanız; eğer, karanlık bir geçmişten geliyorsanız; eğer, her türlü kirli yolun sonunda ne yapıp edip kendinizi aklayabilecek kadar mahir olduğunuz zannı ve hileli yollarla elde ettiğiniz sahte güç zehirlenmesi tıpkı kriminal tipte olduğu gibi sizi her türlü toplum -ve de hukuk- normunun dışına çıkarabiliyorsa; ve eğer kötülüğün sıradanlığı size yetmiyorsa iyilik karşısında çaresizsiniz demektir. Ve ilginç olan şu ki iyiliğin karşıtı kötülük değil çaresizliktir. Hiçbir kriminal yakalanma ihtimalini daha yüksek görmez, en büyük açıkları da bu yüzden verir. Hiçbir kriminal bu tip kadar çaresiz değildir. Ve kötülük bir kez kendi başına bir güç olduğunu zannetti mi iyi olan ne varsa bunu suça dönüştüren bir mekanizmayı işletir. Bu insanlara yapılacak en büyük iyilik -ya da kötülük!- kimden ya da neden, hangi iyi ya da iyilikten güç aldıklarını bulup ortaya çıkarmak ve bu bağlantıları tek tek kesip atmaktır.
Eichmann, Arendt’in iddia ettiği kadar zavallı biri mi bilinmez ama ahlakını kötülük üzerine kuran düzenbazın zavallı olduğu su götürmez bir gerçektir. Kötülük hiçbir zaman gücünü kendinden almaz ve daha kötüsü -ve ne iyi ki- yok etmeye çalıştığı insanlardan da alamaz.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel serbestiyet.com'da yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)