“Edebiyat görmek isteyene, yarasını kesinlikle gösterir.”
- Ayfer Tunç
Günümüz edebiyatına dair en popüler sorulardan biri “öykünün yükselişi” meselesi. Ama her öykü kitabı da bunu sordurmuyor. Yalnızca kendine ait bir tavrı olan özgün eserler bir çengel bırakıyor zihnimizde. Elif Genç’in Ketebe Yayınları'ndan kitabı çıkınca gözümden kaçan öykülerinin de okuyucusu oldum. Bu vesileyle tekrar öykü üzerine kafa yormak hâsıl oldu. Öyküyü albenili yapan ne? Öykü neden yükselişte? İşte bunları sordurabilen bir kitap Düşünsene Hızır Bendim.
Vardığım başka bir yargı ise bazı yazarları yazmaya iten şeyin aslında bir teselli aramak olduğu konusu. Hayat karşısındaki savunmasızlığımızla aldığımız yaralara merhem arıyoruz yazarak. Elif Genç’in öykü kahramanlarının da teselliye ihtiyacı var. Öykü kişileri varoluşsal serüvenlerine hep yenik başlayan, kırılma anlarında hep yalnızlıkla sınanan, payına hep acı düşen kişiler. Bazen Hızır bekleyenlerin, bazen de Hızır olmaya çalışanların öyküsü aynı zamanda. Biraz cılız da olsa kendi içinde bir umut ışığını sızdıran öyküler. Ama genel anlamda duygu dünyasındaki yıkımların anlatısı bence.
Mesela bir annenin sokakta gördüğü kimsesiz bir çocuğa sahip çıkma gayretini “her kadının içinde birilerine anne olma ağrısı” diye tanımlıyor anlatıcı.
“İnsanoğlu eğer yalnızlığa alışmışsa, artık kendini aynalarda değil ancak bir insanın yüzünde tanıyabilir” gibi insanı olduğu yere mıhlayan bir girizgâhla açılıyor “Ayna” öyküsü.
Herkesin mutluluktan, başarıdan bahsettiği bir çağda, mutsuzluktan, yenilgiden ve kayıptan bahsediyor Elif Genç. Bu yanıyla daha insani ve okuyucuyu kavrayan bir tavrı var kitabın. Hayal kırıklıkları, yalnızlığa mahkûm edilmiş hayatlar ve içe dönen kahramanların çektiği ıstırabı anlatırken okuyucuyu ortak bir paydada buluşturacak kadar kuvvetli bir duygu aktarımı ustalığı sergiliyor üstelik. En önemli başarısı bu bence. Kendi evrenine okuyucu dâhil eden bir üslup bu. Tüm iyi öykülerde olduğu gibi bu öykülerde de bir dil başarısı görüyoruz demeye getiriyorum aslında.
İnce bir mizahı da içinde barındıran on altı öyküden oluşan Düşünsene Hızır Bendim bir tavrı olan, atmosferi olan öyküleriyle okunup bitirildikten sonra okuyucuda varlığını sürdüren bir his bırakıyor geriye. Yer yer arabesk bir tavra da bürünen üslubuyla anlattığı karakterleri daha canlı bir hale sokuyor ama bazen ayarı kaçıp fazla arabeske düşüyor. Öyküde o sularda gezmenin riski var tabi ama pek de öyle rahatsız edici bir fazlalık değil bu. Son zamanlarda en çok etkilendiğim öykü kitabı olarak kütüphanemdeki yerini aldı bile.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
20 Haziran 2018 Çarşamba
19 Haziran 2018 Salı
Bulanlar arayanlardır
“Müslümanların cenneti bir varış yeri değildir, bir seyahat tarzıdır.”
- Ziyaüddin Serdar
İslam dünyasının durumuna dair muazzam bir literatür bulunuyor. Konuya ilgili olanların malumudur, genelde reaksiyonel tepkiler içeren bu çalışmaların sığ ve üst perdeden gerçekleşen bakış açısı üzerinden oluşturulan çözümler meselenin ciddiyetiyle uyuşmadığı izlenimi veriyor. Sebepler ve çıkış yolları içeren bu eserlerin her birinde döneminin ve/veya yazarının öznel değerlendirmelerini ya da ‘ütopik’ çözüm önerilerini sıralanır. Bireyselmiş gibi görünen bu çabalar çoğunlukla yazarın bağlı olduğu yapının sözcülüğüne evrilerek -güya- kolektiflik imajı oluşturulur. İşin en trajik yanı, bu kolektif ruhun ümmetin tümünü bağlayacak şekilde anlamlandırılmaya çalışılması olsa gerektir. İnsan ve topluma dair azıcık bilgi sahibi olan bir kişi bu anlayışın sorunu bitirmekten ziyade büyüteceğini bilir. Son derece kapsamlı ve bakir bir alan olarak karşımızda duran bu görüntünün dinin ilkeleri çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutulması hayati derecede önem arz ediyor. Aksi durumda Müslümanlar geleceğin dünyasında bugünkünden çok daha ‘aciz’ kalacaktır. Şahsi kanaatim, ortada duran sorun, Müslümanların durmadan geri kaldıkları söylenen epistemolojik alanın ötesinde evvela çözümlenememiş ontolojik sorunun tezahürüdür. Yani en temelde bulunan varlık fenomeninin bilgisi ve mahiyeti konusunda elle tutulur bir anlayış oluşturulmamış ya da oluşturulmuş olsa bile yaygınlaştırılarak opsiyonel bir anlayış haline getirilememiş. Bu durum da Müslüman toplumları oldukça sığ düşünen ve reaksiyonel hareket eden kaotik bir yapı hâline getiriyor.
İngiltere’ye göç etmiş Pakistanlı bir ailede doğan Ziyaüddin Serdar’ın Cenneti Arayan Adam isimli eseri, Müslümanların içinde bulunduğu sığ, reaksiyonel ve kaotik durumu gözler önüne seriyor. Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan dört yüz sayfalık kitabın çevirisi İbrahim Kapaklıkaya’ya ait. Kitaba dair en baştan bir detaya dikkat çekmek ve bir de şerh düşmek gerekiyor diye düşünüyorum. Kitabın künyesinde “Bu kitabın yayınlanması, yazarın ifade ettiği görüş ve fikirlerin yayınevi tarafından paylaşıldığı anlamına gelmez.” şeklinde verilen ifadeyi farklı şekillerde okumak mümkün. Bir süredir takip ettiğimden yayınevinin çizgisini az çok biliyorum. Buradan hareketle, yayınevini bu ifadeyi koymaya sevk eden “Bilginin İslamileştirilmesi” konusuna dair Ziyaüddin Serdar’ın katı eleştirisi midir yoksa içeriğe dair yukarıda değindiğim sığ/reaksiyonel tepkiyle karşılaşılması tehlikesi midir bilemiyorum ama yayıncılık adına ilginç bulduğumu söylemek isterim. Benzer frekanstaki yazar-yayıncı restleşmesinin bulunduğu bir alanda Mahya Yayıncılık içeriğine (tümüyle) katılmadığı bir eseri Türkçeye kazandırıp okura ulaştırmayı seçtiği için bir teşekkürü hak ediyor. Muhtemelen eser içeriğinin entelektüel derinliği ve ele alınan konuların önemi bunda etkili olmuştur. Şerh konusuna gelirsek, kitap ismindeki “Septik Bir Müslümanın Yolculuğu” alt başlığının iman ve kuşkunun bir aradalığı konusunda çelişki olup olmadığıdır. Ayrıca benzer eleştiri eserdeki birçok görüşe getirilebilir (ve belki de yayınevinin hassasiyeti bundan kaynaklanmıştır). Polemik yapmak niyetinde değilim yalnız, eğer kavramın Türkçe karşılığının oluşturulmasında sorun yoksa -ki olduğunu sanmıyorum- Ziyaüddin Serdar sert bir eleştiriyi hak ediyor. Buna zaten kendisi de itiraz etmeyecektir zira kitap boyunca yaptığı iş bu.
Cenneti Arayan Adam on beş bölümden oluşan çok yönlü, çok katmanlı, çok saçaklı bir metin. 1951 doğumlu yazarın gençlik yılarından itibaren 2000’li yıllara kadar geçen süreci ele alıyor diyebiliriz. Bu yanıyla kitap bir anlamda Ziyaüddin Serdar’ın hayatının bir kesitine dair otobiyografik bir çalışma diyebiliriz. Yazar bu süreci sorgulama ve eleştiri içeren bir ‘arayış yolculuğu’ olarak nitelendiriyor. Aranılan şey dinsel bir mekân olan ‘cennet’tir. Farklı İslami grupların cenneti anlamlandırma yöntemlerine ve kazanma motivasyonlarına değiniyor. Bunun yanında İslam dünyasının anlayış sorunlarına yönelik bir farkındalık artırma çabası olarak da görülebilir. Yazar, 1960’lı yıllarda İngiltere’de başlayan ‘yolculuk’ esnasında literal/lafızcı dini yapılardan siyasi yöntemi benimseyen yapılara, şiddet eğilimli oluşumlardan tasavvufi kuruluşlara, gelenekçilerden mezhepçilere ve ulusçulardan laikliği/sekülerliği benimseyenlere kadar çok ve farklı oluşumlarla karşılaşma imkânı yakalamış. Kitap da zaten bu karşılaşmaların karşılaştırılarak değerlendirilmesinden oluşuyor. Metni okurken gelenekçi ve modern algının rekabetini, geri kalmışlığın izlerini, ekonomik işgüzarlığı, siyasi acizliği, çıkar mücadelelerini ve en çok da bilim ve eğitimdeki yetersizliği görüyorsunuz. Ziyaüddin Serdar’ın hemen hemen her gruba dair bir izlenimi bulunuyor lakin onlar hakkındaki asıl kararını birlikte zaman geçirerek vermeyi seçiyor. Bu süreçte hem fikri yapılarını hem de yöntemlerini anlamaya çalışıyor. Sorgulayıcı ve eleştirel tutumu karşılaştığı gruplara koşulsuz dâhil olmasına engel oluyor. Yazarın değerlendirmelerindeki kilit noktayı farklı İslami grupların cennet üzerindeki düşünceleri ve hareket yöntemleri oluşturuyor. Bu açıdan yazarın cennet konusundaki takıntısını anlamak zor diyebiliriz. Örneğin benim aklıma gelen ilk soru, cennet yerine neden adalet ya da akıl gibi temel bir kavram koymayı seçmediği oldu. Belki de dinin, insanın zaaflarına yönelik yaptığı metaforik vaatlerin somut dünyadaki işleyişini göstermeye çalışmıştır bilemiyorum ama cennet mevhumu Müslüman için hangi konumda olmalıdır ya da cenneti kazanma motivasyonunun belirleyiciliğinin niteliği nedir diye sormadan edemedim. Yazarın çalışmasında da görüldüğü üzere sekülerleşerek cenneti dünyada kurmaya çalışanlarla dini fetişleştirerek dünyayı cennete çevirmeye çalışanların aynı yerde buluşması oldukça ilginç bir detay.
Ziyaüddin Serdar cenneti arama yolculuğunda İslam dünyasının neredeyse tamamını geziyor ve farklı İslami anlayışlara yerinde tanıklık ediyor. Kuzey Afrika’dan Uzak Doğu’ya kadar farklı coğrafyadan ve ulustan Müslümanlarla karşılaşıyor. Bu karşılaşmalar sıradan bir seyahat, keyfi bir keşif, alelade bir merak ya da bir arınma arayışı değil. Seyahatlerin bir kısmı o bölgedeki dini anlayışı anlamaya yönelik yapılırken bir kısmı da yazarın farklı ülkelerdeki bağlantıları üzerinden gerçekleşen bilimsel/entelektüel projeler sayesinde oluyor.
Z. Serdar, İngiltere’de eğitim görmüş iyi yetişmiş biri olarak gençliğinden itibaren İslami organizasyonlarda yer alıyor ve özellikle bilimsel/entelektüel alanda faaliyet gösteren Müslümanlarla tanışarak birçoğuyla bağlantı kuruyor. Gidişat onu Müslüman ülkelerin aydınları tarafından bilinen biri haline getiriyor. Serdar’ın gençlik yıllarında ilk karşılaştığı grup, dini şekilciliğe indirgeyerek ibadeti katı şekilde uygulayan ve seçilen bölgelere giderek tebliğ yapmayı yöntem olarak seçenler. Buna tipik misyoner yöntemi diyebiliriz. Onlarla bir süre birlikte zaman geçiriyor ve bu yöntemin İslam dünyası için faydalı olamayacağına kanaat getiriyor. Daha sonra İngiltere’deki karşılaşmalarından tanıdığı sufilere yöneliyor. Tasavvufa gönül veren bu insanlarla etkileşimde bulunmak için Fas’a ve Türkiye’ye seyahatler gerçekeleştiriyor. Tasavvufi yapıların önemli olduğunu vurguluyor fakat aradığı cevapların orada da olmadığını görüyor ve yoluna devam ediyor. Afganistan ve Pakistan’a yaptığı seyahatlerde Müslümanların kurtuluşu için silahlı mücadeleyi seçen gruplarla karşılaşan Serdar, İran’da devrim mücadelesine tanık oluyor. İslam devrimi diye tüm Müslümanları heyecanlandıran şeyin aslında ulusçu-mezhepçi otokratik bir devlet oluşunun altını çiziyor. Irak, Suriye ve Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer devletlerdeki yöneticiler ile yönetilenlerin bambaşka dünyalara sahip olduklarını gözlemleyerek iki tarafta da görülen yozlaşmanın nedenleri üzerinde duruyor. Bu bağlamda dinin araçsallaştırılarak nasıl menfaate dönüştürüldüğü vurgulanıyor. Bu ülkelerde zenginlikle yoksulluğun birbirine değmeden yaşandığı İslami olmayan bir yapı ortaya çıktığı görülüyor. Z. Serdar, Çin’de Müslümanların yaşadığı bölgede insanların içeriğini net olarak bilmedikleri ya da dolduramadıkları bir şeriat istediklerini tespit ediyor ve hemen arkasından bu tespitinin neredeyse İslam dünyasının tamamı için geçerli olduğunu belirtiyor. Malezya’da devlet desteğiyle kapsamlı bir çalışma başlatarak ideal devleti oluşturmaya yönelik yönetici yetiştirmek için çalışmalar yapan bir grupta görev üstleniyor. Model olarak Endülüs’ün alındığı bu eğitim çalışmalarının sonuçları istenilen düzeyde olmuyor. Teorik anlamda İslam dünyasının son elli yılına damga vuran İslami hareketler ve önde gelen temsilcilerine değinen yazar, uygulamada çok daha farklı yönetimlerin ortaya çıktığını belirtiyor. Z. Serdar’a farklı ülkelerden gelen tekliflerle başlayan her süreç yeni bir ümidin ateşi oluyor lakin bir süre sonra başlanılan projeler bir şekilde engelleniyor. Bu engellemelerde mevcut iktidarın yanı sıra statüsünü kaybetmek istemeyen bilim insanlarının da rolü olduğu görülüyor. Yaptığı seyahatlerde işkenceye varacak derecede uygulamalara maruz kalan Serdar’ın yolcuğundan Türkiye de epeyce nasibini almış görünüyor. Türkiye’ye dair izlenimlerini üç başlıkta ele almak mümkün. İlki şekilci din anlayışına sahip sufiler ile Konya’da, ikincisi laik (ya da seküler) bir Cumhuriyet aydını ile İstanbul’da, üçüncüsü ise dindar akademisyenler ile yine İstanbul’da gerçekleşen karşılaşmalar. Türkiye’deki bu seyahatler farklı zamanlarda olmuş olsa da temel nokta dindar-laik çatışması olarak göze çarpıyor. Serdar kitabın bir bölümünde Türkiye’de yürürlükte olan laik/seküler anlayışın İslam dünyası için çözüm olup olamayacağını sorguluyor.
Z. Serdar metnin tamamında çok kültürlülüğe, çoğulculuğa, insan haklarına, demokrasiye, hümanizme atıflar yaparak Müslümanların bu konulardaki kayıtsızlığından dem vuruyor. Seyahat ettiği yerlerdeki toplumsal ve siyasi yapıyı, kültürü, dini anlayışı eleştirel bir gözle ele almaya çalışan yazar, ibadetlerin içeriğinin boşaltılması, kavramlardaki anlam kayması, dinin şekilciliğe indirgemesi, lafızcılık, Kur’an’ı bütüncül yerine parçalı okunması gibi temel sorunların yanında bilim, kültür, eğitim, sanat gibi konularda anlamlı bir projeksiyonu olmayan İslam dünyasının zihin haritasını çıkarıyor. Serdar, yaptığı değerlendirmelerde tarihsel verilerden oldukça faydalanıyor ve neredeyse her bir konuya dair tarihi bir perspektif sunuyor. Bu açıdan metin farklı tarihi dönem ve anlayışların içinde sekerek dolaşıyor diyebiliriz.
İslam dünyasının son yarım yüzyılına dair samimi, yoğun özeleştiri içeren, entelektüel seviyesi yüksek, bilgi dolu bir çalışma olan Cenneti Arayan Adam’da, durmadan yenilgiye uğrayan ama ümidini kaybetmeyen Müslüman bir entelektüelin haykırışlarına tanık oluyoruz. Z. Serdar’ın oldukça önemli tespit, tenkit ve yorumlarının yanında eleştiriden kaçamayacak çok fazla görüşünün olduğunu belirtmek gerekiyor. Çoğunlukla makul görüşlerin olduğu eser kimi zaman oldukça modern hatta laik/seküler bir görüntü çizerken kimi zaman da mistisizmle kol kola giriyor. Konunun ilgisi için ufuk açıcı bir metin olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Kitap hakkında iki konuya daha dikkat çekmek isterim. Birincisi, ilk başta İslam dünyasına yönelik bir eleştiri gibi görülebilir lakin bu tanım eksik kalacaktır. Zira o kadar dolu bir metinle karşı karşıyayız ki aynı zamanda Batı düşüncesine yönelik eleştiri olarak da değerlendirilmeyi hak ediyor. İkincisi ise salt eleştiri içeren bir metin olduğunu söylemek yazara haksızlık olacaktır. Yazar, bir anlamda yaşadıklarını yazarak hem dindaşlarına karşı hem de Batı’ya karşı verdiği mücadeleyi gözler önüne seriyor.
Z. Serdar sonunda nereye varıyor diye bir soru akla gelebilir. Küçük bir cevap olması açısından yazmak gerekirse; Müslümanların cennet anlayışını, “Müslümanların büyük çoğunluğu, cenneti yeterince hayırlı amel biriktirerek satın alabilecekleri bir meta olarak görüyor: Şeriatın modası geçmiş kavramlarını dayatma; bütün sanat, edebiyat ve kültür türlerini yasaklama; İslam namına ölme ve öldürme. Bu sözde zenginliğin biriktirilmesi, kendi içinde bir amaç haline geldi. Böylece Kur’an’daki cennet vizyonu, dünyevi cehennem vizyonuna dönüştür; kan dökme ve bağnazlık, zulüm ve şiddet, sansür ve iğdiş etme cehennemi” şeklinde tanımlayan yazar yaşadığı tüm hayal kırıklıklarına ve zorluklara rağmen “Şimdi ne yapacağız?” diye soran arkadaşına “Her zaman yaptığımızı. Gülümseyecek ve mücadeleye devam edeceğiz. Her zaman olduğu gibi mücadelemizi kitaplar yoluyla yapacağız” diyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Ziyaüddin Serdar
İslam dünyasının durumuna dair muazzam bir literatür bulunuyor. Konuya ilgili olanların malumudur, genelde reaksiyonel tepkiler içeren bu çalışmaların sığ ve üst perdeden gerçekleşen bakış açısı üzerinden oluşturulan çözümler meselenin ciddiyetiyle uyuşmadığı izlenimi veriyor. Sebepler ve çıkış yolları içeren bu eserlerin her birinde döneminin ve/veya yazarının öznel değerlendirmelerini ya da ‘ütopik’ çözüm önerilerini sıralanır. Bireyselmiş gibi görünen bu çabalar çoğunlukla yazarın bağlı olduğu yapının sözcülüğüne evrilerek -güya- kolektiflik imajı oluşturulur. İşin en trajik yanı, bu kolektif ruhun ümmetin tümünü bağlayacak şekilde anlamlandırılmaya çalışılması olsa gerektir. İnsan ve topluma dair azıcık bilgi sahibi olan bir kişi bu anlayışın sorunu bitirmekten ziyade büyüteceğini bilir. Son derece kapsamlı ve bakir bir alan olarak karşımızda duran bu görüntünün dinin ilkeleri çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutulması hayati derecede önem arz ediyor. Aksi durumda Müslümanlar geleceğin dünyasında bugünkünden çok daha ‘aciz’ kalacaktır. Şahsi kanaatim, ortada duran sorun, Müslümanların durmadan geri kaldıkları söylenen epistemolojik alanın ötesinde evvela çözümlenememiş ontolojik sorunun tezahürüdür. Yani en temelde bulunan varlık fenomeninin bilgisi ve mahiyeti konusunda elle tutulur bir anlayış oluşturulmamış ya da oluşturulmuş olsa bile yaygınlaştırılarak opsiyonel bir anlayış haline getirilememiş. Bu durum da Müslüman toplumları oldukça sığ düşünen ve reaksiyonel hareket eden kaotik bir yapı hâline getiriyor.
İngiltere’ye göç etmiş Pakistanlı bir ailede doğan Ziyaüddin Serdar’ın Cenneti Arayan Adam isimli eseri, Müslümanların içinde bulunduğu sığ, reaksiyonel ve kaotik durumu gözler önüne seriyor. Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan dört yüz sayfalık kitabın çevirisi İbrahim Kapaklıkaya’ya ait. Kitaba dair en baştan bir detaya dikkat çekmek ve bir de şerh düşmek gerekiyor diye düşünüyorum. Kitabın künyesinde “Bu kitabın yayınlanması, yazarın ifade ettiği görüş ve fikirlerin yayınevi tarafından paylaşıldığı anlamına gelmez.” şeklinde verilen ifadeyi farklı şekillerde okumak mümkün. Bir süredir takip ettiğimden yayınevinin çizgisini az çok biliyorum. Buradan hareketle, yayınevini bu ifadeyi koymaya sevk eden “Bilginin İslamileştirilmesi” konusuna dair Ziyaüddin Serdar’ın katı eleştirisi midir yoksa içeriğe dair yukarıda değindiğim sığ/reaksiyonel tepkiyle karşılaşılması tehlikesi midir bilemiyorum ama yayıncılık adına ilginç bulduğumu söylemek isterim. Benzer frekanstaki yazar-yayıncı restleşmesinin bulunduğu bir alanda Mahya Yayıncılık içeriğine (tümüyle) katılmadığı bir eseri Türkçeye kazandırıp okura ulaştırmayı seçtiği için bir teşekkürü hak ediyor. Muhtemelen eser içeriğinin entelektüel derinliği ve ele alınan konuların önemi bunda etkili olmuştur. Şerh konusuna gelirsek, kitap ismindeki “Septik Bir Müslümanın Yolculuğu” alt başlığının iman ve kuşkunun bir aradalığı konusunda çelişki olup olmadığıdır. Ayrıca benzer eleştiri eserdeki birçok görüşe getirilebilir (ve belki de yayınevinin hassasiyeti bundan kaynaklanmıştır). Polemik yapmak niyetinde değilim yalnız, eğer kavramın Türkçe karşılığının oluşturulmasında sorun yoksa -ki olduğunu sanmıyorum- Ziyaüddin Serdar sert bir eleştiriyi hak ediyor. Buna zaten kendisi de itiraz etmeyecektir zira kitap boyunca yaptığı iş bu.
Cenneti Arayan Adam on beş bölümden oluşan çok yönlü, çok katmanlı, çok saçaklı bir metin. 1951 doğumlu yazarın gençlik yılarından itibaren 2000’li yıllara kadar geçen süreci ele alıyor diyebiliriz. Bu yanıyla kitap bir anlamda Ziyaüddin Serdar’ın hayatının bir kesitine dair otobiyografik bir çalışma diyebiliriz. Yazar bu süreci sorgulama ve eleştiri içeren bir ‘arayış yolculuğu’ olarak nitelendiriyor. Aranılan şey dinsel bir mekân olan ‘cennet’tir. Farklı İslami grupların cenneti anlamlandırma yöntemlerine ve kazanma motivasyonlarına değiniyor. Bunun yanında İslam dünyasının anlayış sorunlarına yönelik bir farkındalık artırma çabası olarak da görülebilir. Yazar, 1960’lı yıllarda İngiltere’de başlayan ‘yolculuk’ esnasında literal/lafızcı dini yapılardan siyasi yöntemi benimseyen yapılara, şiddet eğilimli oluşumlardan tasavvufi kuruluşlara, gelenekçilerden mezhepçilere ve ulusçulardan laikliği/sekülerliği benimseyenlere kadar çok ve farklı oluşumlarla karşılaşma imkânı yakalamış. Kitap da zaten bu karşılaşmaların karşılaştırılarak değerlendirilmesinden oluşuyor. Metni okurken gelenekçi ve modern algının rekabetini, geri kalmışlığın izlerini, ekonomik işgüzarlığı, siyasi acizliği, çıkar mücadelelerini ve en çok da bilim ve eğitimdeki yetersizliği görüyorsunuz. Ziyaüddin Serdar’ın hemen hemen her gruba dair bir izlenimi bulunuyor lakin onlar hakkındaki asıl kararını birlikte zaman geçirerek vermeyi seçiyor. Bu süreçte hem fikri yapılarını hem de yöntemlerini anlamaya çalışıyor. Sorgulayıcı ve eleştirel tutumu karşılaştığı gruplara koşulsuz dâhil olmasına engel oluyor. Yazarın değerlendirmelerindeki kilit noktayı farklı İslami grupların cennet üzerindeki düşünceleri ve hareket yöntemleri oluşturuyor. Bu açıdan yazarın cennet konusundaki takıntısını anlamak zor diyebiliriz. Örneğin benim aklıma gelen ilk soru, cennet yerine neden adalet ya da akıl gibi temel bir kavram koymayı seçmediği oldu. Belki de dinin, insanın zaaflarına yönelik yaptığı metaforik vaatlerin somut dünyadaki işleyişini göstermeye çalışmıştır bilemiyorum ama cennet mevhumu Müslüman için hangi konumda olmalıdır ya da cenneti kazanma motivasyonunun belirleyiciliğinin niteliği nedir diye sormadan edemedim. Yazarın çalışmasında da görüldüğü üzere sekülerleşerek cenneti dünyada kurmaya çalışanlarla dini fetişleştirerek dünyayı cennete çevirmeye çalışanların aynı yerde buluşması oldukça ilginç bir detay.
Ziyaüddin Serdar cenneti arama yolculuğunda İslam dünyasının neredeyse tamamını geziyor ve farklı İslami anlayışlara yerinde tanıklık ediyor. Kuzey Afrika’dan Uzak Doğu’ya kadar farklı coğrafyadan ve ulustan Müslümanlarla karşılaşıyor. Bu karşılaşmalar sıradan bir seyahat, keyfi bir keşif, alelade bir merak ya da bir arınma arayışı değil. Seyahatlerin bir kısmı o bölgedeki dini anlayışı anlamaya yönelik yapılırken bir kısmı da yazarın farklı ülkelerdeki bağlantıları üzerinden gerçekleşen bilimsel/entelektüel projeler sayesinde oluyor.
Z. Serdar, İngiltere’de eğitim görmüş iyi yetişmiş biri olarak gençliğinden itibaren İslami organizasyonlarda yer alıyor ve özellikle bilimsel/entelektüel alanda faaliyet gösteren Müslümanlarla tanışarak birçoğuyla bağlantı kuruyor. Gidişat onu Müslüman ülkelerin aydınları tarafından bilinen biri haline getiriyor. Serdar’ın gençlik yıllarında ilk karşılaştığı grup, dini şekilciliğe indirgeyerek ibadeti katı şekilde uygulayan ve seçilen bölgelere giderek tebliğ yapmayı yöntem olarak seçenler. Buna tipik misyoner yöntemi diyebiliriz. Onlarla bir süre birlikte zaman geçiriyor ve bu yöntemin İslam dünyası için faydalı olamayacağına kanaat getiriyor. Daha sonra İngiltere’deki karşılaşmalarından tanıdığı sufilere yöneliyor. Tasavvufa gönül veren bu insanlarla etkileşimde bulunmak için Fas’a ve Türkiye’ye seyahatler gerçekeleştiriyor. Tasavvufi yapıların önemli olduğunu vurguluyor fakat aradığı cevapların orada da olmadığını görüyor ve yoluna devam ediyor. Afganistan ve Pakistan’a yaptığı seyahatlerde Müslümanların kurtuluşu için silahlı mücadeleyi seçen gruplarla karşılaşan Serdar, İran’da devrim mücadelesine tanık oluyor. İslam devrimi diye tüm Müslümanları heyecanlandıran şeyin aslında ulusçu-mezhepçi otokratik bir devlet oluşunun altını çiziyor. Irak, Suriye ve Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer devletlerdeki yöneticiler ile yönetilenlerin bambaşka dünyalara sahip olduklarını gözlemleyerek iki tarafta da görülen yozlaşmanın nedenleri üzerinde duruyor. Bu bağlamda dinin araçsallaştırılarak nasıl menfaate dönüştürüldüğü vurgulanıyor. Bu ülkelerde zenginlikle yoksulluğun birbirine değmeden yaşandığı İslami olmayan bir yapı ortaya çıktığı görülüyor. Z. Serdar, Çin’de Müslümanların yaşadığı bölgede insanların içeriğini net olarak bilmedikleri ya da dolduramadıkları bir şeriat istediklerini tespit ediyor ve hemen arkasından bu tespitinin neredeyse İslam dünyasının tamamı için geçerli olduğunu belirtiyor. Malezya’da devlet desteğiyle kapsamlı bir çalışma başlatarak ideal devleti oluşturmaya yönelik yönetici yetiştirmek için çalışmalar yapan bir grupta görev üstleniyor. Model olarak Endülüs’ün alındığı bu eğitim çalışmalarının sonuçları istenilen düzeyde olmuyor. Teorik anlamda İslam dünyasının son elli yılına damga vuran İslami hareketler ve önde gelen temsilcilerine değinen yazar, uygulamada çok daha farklı yönetimlerin ortaya çıktığını belirtiyor. Z. Serdar’a farklı ülkelerden gelen tekliflerle başlayan her süreç yeni bir ümidin ateşi oluyor lakin bir süre sonra başlanılan projeler bir şekilde engelleniyor. Bu engellemelerde mevcut iktidarın yanı sıra statüsünü kaybetmek istemeyen bilim insanlarının da rolü olduğu görülüyor. Yaptığı seyahatlerde işkenceye varacak derecede uygulamalara maruz kalan Serdar’ın yolcuğundan Türkiye de epeyce nasibini almış görünüyor. Türkiye’ye dair izlenimlerini üç başlıkta ele almak mümkün. İlki şekilci din anlayışına sahip sufiler ile Konya’da, ikincisi laik (ya da seküler) bir Cumhuriyet aydını ile İstanbul’da, üçüncüsü ise dindar akademisyenler ile yine İstanbul’da gerçekleşen karşılaşmalar. Türkiye’deki bu seyahatler farklı zamanlarda olmuş olsa da temel nokta dindar-laik çatışması olarak göze çarpıyor. Serdar kitabın bir bölümünde Türkiye’de yürürlükte olan laik/seküler anlayışın İslam dünyası için çözüm olup olamayacağını sorguluyor.
Z. Serdar metnin tamamında çok kültürlülüğe, çoğulculuğa, insan haklarına, demokrasiye, hümanizme atıflar yaparak Müslümanların bu konulardaki kayıtsızlığından dem vuruyor. Seyahat ettiği yerlerdeki toplumsal ve siyasi yapıyı, kültürü, dini anlayışı eleştirel bir gözle ele almaya çalışan yazar, ibadetlerin içeriğinin boşaltılması, kavramlardaki anlam kayması, dinin şekilciliğe indirgemesi, lafızcılık, Kur’an’ı bütüncül yerine parçalı okunması gibi temel sorunların yanında bilim, kültür, eğitim, sanat gibi konularda anlamlı bir projeksiyonu olmayan İslam dünyasının zihin haritasını çıkarıyor. Serdar, yaptığı değerlendirmelerde tarihsel verilerden oldukça faydalanıyor ve neredeyse her bir konuya dair tarihi bir perspektif sunuyor. Bu açıdan metin farklı tarihi dönem ve anlayışların içinde sekerek dolaşıyor diyebiliriz.
İslam dünyasının son yarım yüzyılına dair samimi, yoğun özeleştiri içeren, entelektüel seviyesi yüksek, bilgi dolu bir çalışma olan Cenneti Arayan Adam’da, durmadan yenilgiye uğrayan ama ümidini kaybetmeyen Müslüman bir entelektüelin haykırışlarına tanık oluyoruz. Z. Serdar’ın oldukça önemli tespit, tenkit ve yorumlarının yanında eleştiriden kaçamayacak çok fazla görüşünün olduğunu belirtmek gerekiyor. Çoğunlukla makul görüşlerin olduğu eser kimi zaman oldukça modern hatta laik/seküler bir görüntü çizerken kimi zaman da mistisizmle kol kola giriyor. Konunun ilgisi için ufuk açıcı bir metin olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Kitap hakkında iki konuya daha dikkat çekmek isterim. Birincisi, ilk başta İslam dünyasına yönelik bir eleştiri gibi görülebilir lakin bu tanım eksik kalacaktır. Zira o kadar dolu bir metinle karşı karşıyayız ki aynı zamanda Batı düşüncesine yönelik eleştiri olarak da değerlendirilmeyi hak ediyor. İkincisi ise salt eleştiri içeren bir metin olduğunu söylemek yazara haksızlık olacaktır. Yazar, bir anlamda yaşadıklarını yazarak hem dindaşlarına karşı hem de Batı’ya karşı verdiği mücadeleyi gözler önüne seriyor.
Z. Serdar sonunda nereye varıyor diye bir soru akla gelebilir. Küçük bir cevap olması açısından yazmak gerekirse; Müslümanların cennet anlayışını, “Müslümanların büyük çoğunluğu, cenneti yeterince hayırlı amel biriktirerek satın alabilecekleri bir meta olarak görüyor: Şeriatın modası geçmiş kavramlarını dayatma; bütün sanat, edebiyat ve kültür türlerini yasaklama; İslam namına ölme ve öldürme. Bu sözde zenginliğin biriktirilmesi, kendi içinde bir amaç haline geldi. Böylece Kur’an’daki cennet vizyonu, dünyevi cehennem vizyonuna dönüştür; kan dökme ve bağnazlık, zulüm ve şiddet, sansür ve iğdiş etme cehennemi” şeklinde tanımlayan yazar yaşadığı tüm hayal kırıklıklarına ve zorluklara rağmen “Şimdi ne yapacağız?” diye soran arkadaşına “Her zaman yaptığımızı. Gülümseyecek ve mücadeleye devam edeceğiz. Her zaman olduğu gibi mücadelemizi kitaplar yoluyla yapacağız” diyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
"Gençliğini nerede harcadın?" sorusuna cevaben, gençliği tanımlayan kitabı okumak
İbn Arabî, İslam tarihinde mühim bir yere sahip olan, bana kalırsa okunması -misal Gazali’ye göre- zor olan kıymetli bir mutasavvıf. Fütüvvet kavramını ve çevresinde Fütûhat-ı Mekkiye'yi yazmadan önce, Arabî’yi tanıyarak başlayabiliriz.
Kitapta yer alan bilgilere göre, tam adıyla Ebû Bekir Muhammed b. Ali olan ve İbn Arabî ismiyle tanınan İslam alîmi, Endülüs’ün (İspanya) güneydoğusundaki Mürsiye şehrinde 1165 senesinde doğmuştur. Bazı üyeleri sufi olan, tanınmış ve soylu bir aileden gelmiştir. Dini öğrenimlerini önce Lizbon’da daha sonra Endülüs’teki en büyük tasavvuf merkezlerinden olan İşbiliyye’de tamamlamıştır. Burayı yurt edinmesine rağmen, bilginleri ziyaret etmek ve seyahatte bulunmak için sık sık yolculuk yapmıştır. Kurtuba’ya gittiği vakitlerden birinde o dönem şehrin kadısı olan filozof İbn Rüşd ile karşılaşmıştır. 1201’de ise Endülüs’ten ayrılarak hac görevi için Doğu’ya gitmiş ve geri dönmemiştir. Mısır, Kudüs, Hicaz, Mekke, Bağdat, Malatya ve Konya gibi şehirlerde bulunmuştur. Fütûhat-ı Mekkiye’yi de bu bölgelerde yazmıştır. Daha sonra Şam’a yerleşerek vefat edene kadar orada yaşamıştır. 1240 yılında ise vefat etmiş ve Kasiyun dağına defnedilmiştir.
Ekrem Demirli’nin aktardığı bilgiler doğrultusunda ilerleyerek Arabî’yi tanımaya devam edebiliriz. Kıymetli tasavvufçu, başka alîmlere kıyasla felsefe, kelam yahut herhangi bir bilim dalına sert bir eleştirel tavırla bakmamıştır. Aksine Arabî için hakikat gizli değildir, muhakkak kendisini gösterir. İnsanlık da bundan bihaber değildir. Tasavvufa bu bakış açısıyla eğildiği için de kendisine geniş bir hareket serbestliği sağlanmış olur. Önyargısızdır ve kaynaklarla ilişki kurar. Yine Arabî’nin en mühim katkıları arasında, bağlantısı olmayan farklı konuların fikirlerini bir araya getirmeyi becerebilmesi yer alır.
Ekrem Demirli’nin üzerinde durduğu bir konu da Fütûhat-ı Mekkiyye’yi ulaşılabilir ve güncel tutmaktır. Çünkü, “Pek çok kişi Futûhat-ı Mekkiyye’yi okumadan İslam düşüncesi alanında bir görüş beyan edilemeyeceğini kabul eder.”
Tercümesi ve yayınlanması için 2006 yılında çalışmaya başlanmıştır ve altı yıl süren çalışma sonucunda bitmiştir. 2015 yılında ise Litera Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. Daha anlaşılır olmasını sağlamak adına ve buna da müsait olmasına elverişli olduğu için bölümlere ayrılarak yayımlanmıştır.
Kitap “Takdim”, “Gece Ehlinin Blinmesi”, “Fütüvvet (Gençlik) ve Gençlerin (Fetâların) Bilinmesi”, “Kuşkulu Şeylerden Sakınanların Kutuplarından Bir Grubun Bilinmesi”, “Behlüller (Akıllı Deliler) ve Onların İmamlarının Bilinmesi”, “Erdikten Sonra Geri Dönenin ve Kimin Döndürdüğünün Bilinmesi”, “Az İlmin ve Onu Salihlerden Kimin Elde Ettiğinin Bilinmesi”, “Süfli Menzillerin ve Makamlarının Niteliğinin Sırlarının Bilinmesi”, “’Bu Ancak Şunun İçin Oldu’ İfadesinin Bilinmesi” başlıklı bölümlerden oluşmuştur.
Takdim kısmında kitap için, “Fütuhat-ı Mekkiye’yi bir cümleyle nitelemek isteseydik onu mebde ve mead (başlangıç ve son) arasında insanın serüveni olarak niteleyebilirdik.” cümlesi geçiyor. Buradan da anlaşıldığı üzere Fütüvvet Ehli ve Meczuplar, fütüvvetin nasıl olması gerektiğinin üzerinde yoğun durmak yerine en başından sonuna değin büyük bir İslam çizgisini anlatıyor. Yine aktarıldığı üzere: İbnü’l-Arabî kitabıyla ilişkisini izah ederken bir yerde şöyle der: "Seyr süluk’a bu veya başka bir kitap için girmedik, lakin seyr ü süluk’un bereketi olarak ortaya çıktı kitap!"
İbnü’l-Arabî’nin okunması zor bir mutasavvıf olduğunu tekrarlamak isterim. Tasavvufun yanı sıra kelam, hadis, fıkıh, tefsir, dil bilimleri gibi alanlarla da ilgilenmiştir. Arabî’nin temel amacı açık ve anlaşılır olma çerçevesi içinde vahdet-i vücûd (varlığın birliği) öğretisini anlatmaktır.
Arabî’yi kısaca tanıdıktan sonra fütüvvet kavramının üzerinde durabiliriz. Sözlük anlamı “gençlik, yiğitlik” olan ve feta kelimesinden türeyen fütüvvet, kendinden önce başkalarını düşünme, cömert davranma gibi diğerkgamlık ve başkalarına yük olmamak gibi melamilik kavramları ile de bağdaşır. Fütüvvet, kendi nefsinden önce başkalarını düşünerek onlara hizmeti temel alır. Melamet ise başkalarının kanaatlerine önem vermeden doğru yolda olmayı esas alır. Bu iki kavram birbirinden bağımsız gibi görünse de ortak amaçları; başkalarını kendi nefsinden önce önemseyip fakat onların önyargılarına kulak asmadan, hatta kendini gizleyerek Hak yolunda ilerlemektir. Amaç, insanlığa hizmet ki bunu da Hak için Hakk’ı gözeterek yapmaktır.
Gerek inandığımız dinin buyruğu olarak karşımıza çıkan gerek büyüklerimiz tarafından öğütlenen yiğit ve cömert olmayı, erdem olarak benimsememiz mühimdir. Ekrem Demirli Fütûhat-ı Mekkiyye’ye dair açıklamalarda bulunduğu bölümde, Peygamber efendimizin (s.a.v) bir hadis-i şerifini aktararak bu konunun üstünde durmuştur: “Yiğit Ali’dir kılıç Zülfikar’dır (La Feta illa Ali vela-seyfe illa Zülfikar)” hadis-i şerifinde de belirtildiği gibi örnek alınması gereken kişi Hz. Ali’dir.”
“Fütüvvet, yani yiğitlik, en üstün erdemdir ve bu erdem canını Hz. Peygamber için verebilen ve savaş esnasında bile öfkelendiğinde kendisini zapt edebilen Hz. Ali’de hakiki anlamını kazanmıştır.”
Tasavvufla ilgilenen, dahası İslam’ın buyurduğu şekle ciddi manada dikkat kesilerek, emirlerini yaşamlarına aksettirmek isteyen her insanın okuması gereken bir eser. Kitaptan bazı alıntıları aktararak aklınızın güzel bir köşesinde kalmasını dilerim.
“Ey kardeşim! Şunu öğrenmiş olmalısın: Genç, yaratıklara muamele ederken, imkanı ve kudreti ölüçüsünde gücünü Hakkı razı edecek şekilde harcayan kimsedir.”
"Fütüvvet (gençlik, yiğitlik), çocukluk ve yaşlılık arasındaki bir dönemdir. Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’ İşte bu, fütüvvet halidir ve kişi bu halde Genç (feta, yiğit) diye isimlendirilir. Allah ona herhangi bir zayıflık izafe etmedi. Ardından şöyle buyurur: ‘Güçten sonra zayıflık ve yaşlılık yarattı.’ Buradaki zayıflık, ömrün sonuna kadar olan yaşlılık zayıflığı, yaşlılık ise vakar, yani hareketteki zayıflıktan meydana gelen durağanlık ve ağır başlılıktır. Çünkü vakar, ağırlık anlamına gelen vıkr kelimesinden türetilmiştir. Böylece Allah bu ikinci zayıflık ile vakardan ibaret olan yaşlılığı birleştirdi. Çünkü çocuk, zayıf olsa bile son derece hareketlidir. Ayrıca çocuğun hareketinde görüş ayrılığı vardır: Acaba hareket doğadan mı yoksa ruhtan mıdır?"
“En zayıf kimseye karşı fütüvvetin gereğiyle muamele eden kimse, ziyafet veren birine benzer. Söz konusu kişiye şeyhi sofrayı konuklara yaklaştırmasını emreder. O da sofrada bulunan karınca nedeniyle konuklara sofrayı getirmede ağırdan alır. Fütüvveti gereği, karıncaları sofradan uygun görmez. Fütüvvetin bir gereği de onu hayvanlarda uygulamaktır. Öylece karınca sofradan kendiliğinden ve bu şahsın zorlayıcı bir davranışı olmaksızın çıkıncaya kadar bekler. Çünkü fütüvvet ehli metanetlidir. Onların zorlaması, ancak kendi nefislerine yönelik olabilir. Binaenaleyh gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz. Ağırdan alınca şeyhi kendisine şöyle der: ‘Kuşkusuz iyice tetkik ettin.’”
Rüya Bağ
ruyabag@gmail.com
Kitapta yer alan bilgilere göre, tam adıyla Ebû Bekir Muhammed b. Ali olan ve İbn Arabî ismiyle tanınan İslam alîmi, Endülüs’ün (İspanya) güneydoğusundaki Mürsiye şehrinde 1165 senesinde doğmuştur. Bazı üyeleri sufi olan, tanınmış ve soylu bir aileden gelmiştir. Dini öğrenimlerini önce Lizbon’da daha sonra Endülüs’teki en büyük tasavvuf merkezlerinden olan İşbiliyye’de tamamlamıştır. Burayı yurt edinmesine rağmen, bilginleri ziyaret etmek ve seyahatte bulunmak için sık sık yolculuk yapmıştır. Kurtuba’ya gittiği vakitlerden birinde o dönem şehrin kadısı olan filozof İbn Rüşd ile karşılaşmıştır. 1201’de ise Endülüs’ten ayrılarak hac görevi için Doğu’ya gitmiş ve geri dönmemiştir. Mısır, Kudüs, Hicaz, Mekke, Bağdat, Malatya ve Konya gibi şehirlerde bulunmuştur. Fütûhat-ı Mekkiye’yi de bu bölgelerde yazmıştır. Daha sonra Şam’a yerleşerek vefat edene kadar orada yaşamıştır. 1240 yılında ise vefat etmiş ve Kasiyun dağına defnedilmiştir.
Ekrem Demirli’nin aktardığı bilgiler doğrultusunda ilerleyerek Arabî’yi tanımaya devam edebiliriz. Kıymetli tasavvufçu, başka alîmlere kıyasla felsefe, kelam yahut herhangi bir bilim dalına sert bir eleştirel tavırla bakmamıştır. Aksine Arabî için hakikat gizli değildir, muhakkak kendisini gösterir. İnsanlık da bundan bihaber değildir. Tasavvufa bu bakış açısıyla eğildiği için de kendisine geniş bir hareket serbestliği sağlanmış olur. Önyargısızdır ve kaynaklarla ilişki kurar. Yine Arabî’nin en mühim katkıları arasında, bağlantısı olmayan farklı konuların fikirlerini bir araya getirmeyi becerebilmesi yer alır.
Ekrem Demirli’nin üzerinde durduğu bir konu da Fütûhat-ı Mekkiyye’yi ulaşılabilir ve güncel tutmaktır. Çünkü, “Pek çok kişi Futûhat-ı Mekkiyye’yi okumadan İslam düşüncesi alanında bir görüş beyan edilemeyeceğini kabul eder.”
Tercümesi ve yayınlanması için 2006 yılında çalışmaya başlanmıştır ve altı yıl süren çalışma sonucunda bitmiştir. 2015 yılında ise Litera Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. Daha anlaşılır olmasını sağlamak adına ve buna da müsait olmasına elverişli olduğu için bölümlere ayrılarak yayımlanmıştır.
Kitap “Takdim”, “Gece Ehlinin Blinmesi”, “Fütüvvet (Gençlik) ve Gençlerin (Fetâların) Bilinmesi”, “Kuşkulu Şeylerden Sakınanların Kutuplarından Bir Grubun Bilinmesi”, “Behlüller (Akıllı Deliler) ve Onların İmamlarının Bilinmesi”, “Erdikten Sonra Geri Dönenin ve Kimin Döndürdüğünün Bilinmesi”, “Az İlmin ve Onu Salihlerden Kimin Elde Ettiğinin Bilinmesi”, “Süfli Menzillerin ve Makamlarının Niteliğinin Sırlarının Bilinmesi”, “’Bu Ancak Şunun İçin Oldu’ İfadesinin Bilinmesi” başlıklı bölümlerden oluşmuştur.
Takdim kısmında kitap için, “Fütuhat-ı Mekkiye’yi bir cümleyle nitelemek isteseydik onu mebde ve mead (başlangıç ve son) arasında insanın serüveni olarak niteleyebilirdik.” cümlesi geçiyor. Buradan da anlaşıldığı üzere Fütüvvet Ehli ve Meczuplar, fütüvvetin nasıl olması gerektiğinin üzerinde yoğun durmak yerine en başından sonuna değin büyük bir İslam çizgisini anlatıyor. Yine aktarıldığı üzere: İbnü’l-Arabî kitabıyla ilişkisini izah ederken bir yerde şöyle der: "Seyr süluk’a bu veya başka bir kitap için girmedik, lakin seyr ü süluk’un bereketi olarak ortaya çıktı kitap!"
İbnü’l-Arabî’nin okunması zor bir mutasavvıf olduğunu tekrarlamak isterim. Tasavvufun yanı sıra kelam, hadis, fıkıh, tefsir, dil bilimleri gibi alanlarla da ilgilenmiştir. Arabî’nin temel amacı açık ve anlaşılır olma çerçevesi içinde vahdet-i vücûd (varlığın birliği) öğretisini anlatmaktır.
Arabî’yi kısaca tanıdıktan sonra fütüvvet kavramının üzerinde durabiliriz. Sözlük anlamı “gençlik, yiğitlik” olan ve feta kelimesinden türeyen fütüvvet, kendinden önce başkalarını düşünme, cömert davranma gibi diğerkgamlık ve başkalarına yük olmamak gibi melamilik kavramları ile de bağdaşır. Fütüvvet, kendi nefsinden önce başkalarını düşünerek onlara hizmeti temel alır. Melamet ise başkalarının kanaatlerine önem vermeden doğru yolda olmayı esas alır. Bu iki kavram birbirinden bağımsız gibi görünse de ortak amaçları; başkalarını kendi nefsinden önce önemseyip fakat onların önyargılarına kulak asmadan, hatta kendini gizleyerek Hak yolunda ilerlemektir. Amaç, insanlığa hizmet ki bunu da Hak için Hakk’ı gözeterek yapmaktır.
Gerek inandığımız dinin buyruğu olarak karşımıza çıkan gerek büyüklerimiz tarafından öğütlenen yiğit ve cömert olmayı, erdem olarak benimsememiz mühimdir. Ekrem Demirli Fütûhat-ı Mekkiyye’ye dair açıklamalarda bulunduğu bölümde, Peygamber efendimizin (s.a.v) bir hadis-i şerifini aktararak bu konunun üstünde durmuştur: “Yiğit Ali’dir kılıç Zülfikar’dır (La Feta illa Ali vela-seyfe illa Zülfikar)” hadis-i şerifinde de belirtildiği gibi örnek alınması gereken kişi Hz. Ali’dir.”
“Fütüvvet, yani yiğitlik, en üstün erdemdir ve bu erdem canını Hz. Peygamber için verebilen ve savaş esnasında bile öfkelendiğinde kendisini zapt edebilen Hz. Ali’de hakiki anlamını kazanmıştır.”
Tasavvufla ilgilenen, dahası İslam’ın buyurduğu şekle ciddi manada dikkat kesilerek, emirlerini yaşamlarına aksettirmek isteyen her insanın okuması gereken bir eser. Kitaptan bazı alıntıları aktararak aklınızın güzel bir köşesinde kalmasını dilerim.
“Ey kardeşim! Şunu öğrenmiş olmalısın: Genç, yaratıklara muamele ederken, imkanı ve kudreti ölüçüsünde gücünü Hakkı razı edecek şekilde harcayan kimsedir.”
"Fütüvvet (gençlik, yiğitlik), çocukluk ve yaşlılık arasındaki bir dönemdir. Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’ İşte bu, fütüvvet halidir ve kişi bu halde Genç (feta, yiğit) diye isimlendirilir. Allah ona herhangi bir zayıflık izafe etmedi. Ardından şöyle buyurur: ‘Güçten sonra zayıflık ve yaşlılık yarattı.’ Buradaki zayıflık, ömrün sonuna kadar olan yaşlılık zayıflığı, yaşlılık ise vakar, yani hareketteki zayıflıktan meydana gelen durağanlık ve ağır başlılıktır. Çünkü vakar, ağırlık anlamına gelen vıkr kelimesinden türetilmiştir. Böylece Allah bu ikinci zayıflık ile vakardan ibaret olan yaşlılığı birleştirdi. Çünkü çocuk, zayıf olsa bile son derece hareketlidir. Ayrıca çocuğun hareketinde görüş ayrılığı vardır: Acaba hareket doğadan mı yoksa ruhtan mıdır?"
“En zayıf kimseye karşı fütüvvetin gereğiyle muamele eden kimse, ziyafet veren birine benzer. Söz konusu kişiye şeyhi sofrayı konuklara yaklaştırmasını emreder. O da sofrada bulunan karınca nedeniyle konuklara sofrayı getirmede ağırdan alır. Fütüvveti gereği, karıncaları sofradan uygun görmez. Fütüvvetin bir gereği de onu hayvanlarda uygulamaktır. Öylece karınca sofradan kendiliğinden ve bu şahsın zorlayıcı bir davranışı olmaksızın çıkıncaya kadar bekler. Çünkü fütüvvet ehli metanetlidir. Onların zorlaması, ancak kendi nefislerine yönelik olabilir. Binaenaleyh gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz. Ağırdan alınca şeyhi kendisine şöyle der: ‘Kuşkusuz iyice tetkik ettin.’”
Rüya Bağ
ruyabag@gmail.com
18 Haziran 2018 Pazartesi
Zamanın içinde olmak ne kadar mümkün?
Sapanca'da, ciğerlerimin oksijenden gözlerimin yeşilden bayram ettiği güzel bir yerdeyim. Çekirdek ailemle ilk tatilim. Anne, baba ve çocuk. Annenin varlığı etrafa güven tohumları ekerken, çocuk bir çiçek gibi her şeye hayretle eğiliyor. Baba olarak ben, varlığımın şükrünü yaşıyorum. Zamanın içindeyim, kent hayatının ve bilhassa iş günlerinin tüm o biteviye hâlini üzerimden attığımın farkında bile değilim. Sadece zamanın farkındayım. Saniyeler geçerken aldığım nefesi hissediyorum. Saniye, nefes. Kalp, ruh. Kimi meditasyon der, kimi inziva, kimi de tefekkür. Bense teşekkür ediyorum yaratıldığım için: çok şükür.
Zamanı nasıl hissederiz? Zamanı hangi organ(lar)ımızla ve ne biçimde hissederiz? Fribourg, İsviçre ve Münih üniversitelerinde psikoloji ile felsefe eğitimi görmüş, doktorasını dünyaca ünlü Alman psikolog ve nörolog Ernst Pöppel'in danışmanlığında almış olan Marc Wittmann, eğitim geçmişine yakışır bir çalışma ile bu soruların peşine düşmüş. Hissedilen Zaman ilk kitabı. Metis Yayınları, bilim kitapları içine bu özel eseri dâhil etmekle aslında bize bir şey hatırlatıyor: çağımızın en büyük sorunlarından biri zamanın çok hızlı geçmesinden yakınmamız. Ancak biz de fazlasıyla hızlı yaşamıyor muyuz? Dolayısıyla bu "duble" hız içinde yaşarken, zamanı nasıl deneyimle(yebili)riz? İşte bu 160 sayfalık kitap, içeriğinden notlarına dek geniş bir düşünme eylemine ve yeni okumalar yapmaya kapı açıyor. Wittmann yol boyunca çeşitli pratikler önermekten kaçınmıyor, okuyucuyu böylece kavramlar ve fikirler içinde boğulmuyor. Üslup oldukça zengin.
Wittmann, "biz zamanız" diyerek başlıyor kitabına ve zaman miyobu kavramını ortaya atarak bekleyebilmek üzerine düşüncelerini paylaşıyor evvela. Çocuklara yapılan şekerleme testi neticesinde ulaşıyor bu kavrama. İleride daha büyük bir ödüle kavuşmaktansa hemen sunulan küçük ödülü almayı tercih eden insanlara zaman miyobu diyor: "Zaman miyobu olan kişinin hareketlerini sadece mevcut ânın ufkunun sınırları içindeki seçenekler etkiler. Belli bir zaman ufkunun ötesinde olan şeyler dikkate alınmaz."
İkinci bölüm, beynin ritminin peşine düşüyor. Sten Nadolny'nin Yavaşlığın Keşfi romanını hatırlatıyor evvela Wittmann. Sonrasında saniyelerin ve duyguların birlikteliğinde, beynin gösterdiği tepkilere örnekler veriyor. Bu bölümü, üçüncü bölümle taçlandırıyor ve detaylandırıyor. Ânı yaşarken, üç saniyelik şimdiki zamanın nasıl bir öneme sahip olduğunu okuyucunca şaşırıyor insan. Üç saniyenin şiirden müziğe dek beyinle nasıl bir ilişki kurduğuna, nasıl faydalı ya da zararlı olabileceğine değiniyor. Şiir ve müzik deyince elbette duygu da başrol oyuncusu oluyor. Beethoven'ın Beşinci Senfoni'sinin mesela, mevcut ânı hissetmek yani her an kendinin farkında olabilmek için özel bir deneyim olacağını söylüyor Wittmann. Zamanı yaşarken o zamanın içindeki duyguyu da tam olarak yaşamak bize neler kazandırır sorusunun cevabı ise şöyle: "İnsanın kendi duygularını kabul etmeye daha açık olması kaygıyı ve stresi azaltıp daha güçlü bir içsel huzur hissi yaratır. Kişinin odağında, olan biteni tam bir farkındalıkla algılamak vardır. Tam şu anda önemli olan tek şey şimdi olmakta olandır: bilinçli deneyim."
İçsel saatler, dördüncü bölüm. Zamana neden ihtiyaç duyduğumuzu sorguluyor. Burada Robert Levine imzalı Zamanın Coğrafyası adlı kitabı not etmeliyiz. Çünkü bu kitapta çok net biçimde anlatılıyor ki sanayileşmiş toplumlar az gelişmiş toplumlara kıyasla zamanı hem farklı görüyorlar hem de farklı yönetiyorlar. Büyük şehirlerde zamana, dakikliğe, hıza daha çok önem verilirken kırsal kesimlerde hız oldukça itici görülüyor. Dolayısıyla bir tarafın aceleciliği karşısında diğer tarafında yavaşlığı doğal bir 'kültür farkı' oluşturur. İtalya'da ve Avustralya'da kuzey ve güney şehirleri arasındaki bu 'kriz', Amerika'da doğu ve batı arasında görülebiliyor. Daha büyük bir pencereden bakarsak, Hollywood filmlerinde hep ayakta ve hızlı hızlı çimleri kesen insanlar görürüz. Bir oraya, bir buraya, hiç durmadan. Üstelik bu işi yaparken araya kimsenin de girmesi istenmez; buna komşu ve çocuklar da dâhil. Wittmann burada bir fotoğrafı devreye sokuyor. Hindistan'ın Tamil Nadu eyaletindeki Brihadeeswarar Tapınağı'nda bir bahçıvan. Çimleri yerde oturarak kesiyor. Hemen peşinden Alman şair Christian Morgenstern'in bir şiiri geliyor. Zamanın 'amma da uzun sürdü' veya 'tüh, bitti bile' dedirten iki yönü de var bu şiirde: "Ama dalıp giderseniz düşüncelere / o da koşmaya başlar son süratle / hızlı devekuşunun sırtına binmiş adeta / hiç tereddüt etmeyen sinsi bir puma."
Beşinci bölüm nihai zaman sınırında hayat ve mutluluğu ele alıyor. Genç ve yaşlı insanlarda zaman algısının nasıl oluştuğu, zamanın nasıl yorumlandığı değerlendiriliyor Wittmann tarafından. Duyguların, hatırlamanın ve tecrübelerin ön planda olduğu bir zaman algısıyla karşılaşıyoruz bu bölümde. Kuru kuru geçen zamanın insana tecrübe adına sadece yaşanmışlık katabileceğini, bunun yerine acı ve neşe anlarının zenginliğinin insana gerçek bir tecrübe -geçen zamanı hissetme- yaşatabileceğini öğreniyoruz: "Hayatımızda hatırladığımız olaylar onlarla bağlantılandırdığımız duygusalara bağlıdır. Yaşanan deneyim miktarı -yani hayatımızdaki duygusal renklilik ve çeşitlilik- ne kadar çok olursa hayat öznel olarak o kadar uzun görünür."
Zihinle beden arasındaki irtibatın zamanı algılama ve yaşama anlamında nasıl bir öneme sahip olduğunu altıncı bölümde görüyoruz. Kitabın belki de en çok konsantrasyon gerektiren sayfaları bu bölümde yer alıyor. Gün geçtikçe bilinç konusunun daha fazla konuşuluyor olması hem bilincin ne olduğuna hem de zamanı yaşama konusunda nasıl bir görev üstlendiğine dair önemli bilgiler ediniyoruz bu sayfalarda. Alışkanlıkların ve tekdüze yaşam şekilllerinin insanın zamanı doğru ve gerçekçi bir biçimde yaşamasına nasıl engel olduğunu şöyle bir örnekle anlatıyor yazar: "Sert bir sabah kahvesine alışmış olan kişiler her gün aldıkları dozda kafein almadıklarında sıkıntı çekerler. Hatta bazıları kahve olmadan çalışamayacaklarını söyler. Arzu edilen durumu mevcut durumdan ayıran bir uçurum vardır."
Wittmann, bir kişinin zamanı yoksa, bilhassa kendine ait ayırdığı zaman(lar) yoksa, kendisini de kaybettiğini söylüyor. Zaten gündelik zorunlulukların kapımıza sürekli dayanmış vaziyette olması ve dikkatimizin gün boyunca süren dağınıklığı, kendimizin farkında bir türlü varamamamıza sebeptir. Çılgın bir koşuşturmaca ve panik içinde oradan oraya sürüklenen, devamlı planlar yapan biz büyük kent insanları için tefekkür, düşünce ve inziva oldukça uzak kavramlar olmuştur artık. Burada çok açık ve net biçimde "zaman yoksa benlik de yoktur" diyor Wittmann. Aynı zamanda ikaz olan bu cümlesinin devamında şu basit öneride bulunuyor: "Her gün bir saatliğine tüm dikkatinizi vererek bir şey yapın. Ya da on beş dakika boyunca koltukta oturup hiçbir şey yapmayın: Duruşum nasıl? Herhangi bir yerim ağrıyor mu? Nasıl hissediyorum? Fantazilere dalabilir ve dünyanın tecrübe ettiğimiz hızlanışıyla nasıl uzlaşabileceğimizi gözlemleyebiliriz."
Kitabın son bölümünde zaman duygusunun nasıl ortaya çıktığından bahsediyor yazar. Eğer işleri akışına bırakmaktansa onların kontrolünü üzerimize alabiliyorsak, yani zamanı israf yerine tasarruf söz konusuysa, duygular zamana odaklanıyor ve benlik kendi farkındalığında nefes alıp vermeye başlıyor. Burada Wittmann bazı testlerden de bahsediyor. Bir testte, kendi kalp atışlarını daha isabetli bir şekilde sayan, sayabilen katılımcıların geçen zamana dair süre tahminlerinin daha doğru olduğu görülüyor. Bu testin ve sonuçlarının akabinde nefes, meditasyon, yalnız kalabilme, anı yaşama (popüler anlamında değil, gerçekten anın içinde olma: şimdi ve burada anlamında) gibi konular hakkında da yorumlarda bulunuyor: "Birçok meditasyon türü açıkça bedensel benliğe göndermede bulunur ("Kolunuzun yerde nasıl durduğunu hissedin"). Bu tür talimatlar kişiyi bedeninin münferit kısımlarına odaklanmaya, sıcaklıklarını ve ağırlıklarını hissetmeye sevk eder. Ya da nefesinize odaklanır ve kalp atışlarınızın farkına varırsınız. Bedeni ve süreçlerini bu şekilde algıladığımızda zaman çok yavaş geçer. Bedensel mevcudiyet böylece zaman farkındalığını yaratır."
Tanpınar, "ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında" derken bize ne söylüyordu? Belki de o bize 'şimdi ve burada' olmayı işaret ediyordu, kim bilir? Furuğ ise "eğer aşk varsa zaman ahmakça bir sözdür" demiş, acaba aşkla yaşandığında, aşkla hissedildiğinde mi zamanın zaman olduğuna işaret ediyordu o da? Bilemeyiz ancak şunu görüyoruz ki 'zamanın farkında olanlar' aslında sadece ve sadece ondan bahsediyor: kalpten.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Zamanı nasıl hissederiz? Zamanı hangi organ(lar)ımızla ve ne biçimde hissederiz? Fribourg, İsviçre ve Münih üniversitelerinde psikoloji ile felsefe eğitimi görmüş, doktorasını dünyaca ünlü Alman psikolog ve nörolog Ernst Pöppel'in danışmanlığında almış olan Marc Wittmann, eğitim geçmişine yakışır bir çalışma ile bu soruların peşine düşmüş. Hissedilen Zaman ilk kitabı. Metis Yayınları, bilim kitapları içine bu özel eseri dâhil etmekle aslında bize bir şey hatırlatıyor: çağımızın en büyük sorunlarından biri zamanın çok hızlı geçmesinden yakınmamız. Ancak biz de fazlasıyla hızlı yaşamıyor muyuz? Dolayısıyla bu "duble" hız içinde yaşarken, zamanı nasıl deneyimle(yebili)riz? İşte bu 160 sayfalık kitap, içeriğinden notlarına dek geniş bir düşünme eylemine ve yeni okumalar yapmaya kapı açıyor. Wittmann yol boyunca çeşitli pratikler önermekten kaçınmıyor, okuyucuyu böylece kavramlar ve fikirler içinde boğulmuyor. Üslup oldukça zengin.
Wittmann, "biz zamanız" diyerek başlıyor kitabına ve zaman miyobu kavramını ortaya atarak bekleyebilmek üzerine düşüncelerini paylaşıyor evvela. Çocuklara yapılan şekerleme testi neticesinde ulaşıyor bu kavrama. İleride daha büyük bir ödüle kavuşmaktansa hemen sunulan küçük ödülü almayı tercih eden insanlara zaman miyobu diyor: "Zaman miyobu olan kişinin hareketlerini sadece mevcut ânın ufkunun sınırları içindeki seçenekler etkiler. Belli bir zaman ufkunun ötesinde olan şeyler dikkate alınmaz."
İkinci bölüm, beynin ritminin peşine düşüyor. Sten Nadolny'nin Yavaşlığın Keşfi romanını hatırlatıyor evvela Wittmann. Sonrasında saniyelerin ve duyguların birlikteliğinde, beynin gösterdiği tepkilere örnekler veriyor. Bu bölümü, üçüncü bölümle taçlandırıyor ve detaylandırıyor. Ânı yaşarken, üç saniyelik şimdiki zamanın nasıl bir öneme sahip olduğunu okuyucunca şaşırıyor insan. Üç saniyenin şiirden müziğe dek beyinle nasıl bir ilişki kurduğuna, nasıl faydalı ya da zararlı olabileceğine değiniyor. Şiir ve müzik deyince elbette duygu da başrol oyuncusu oluyor. Beethoven'ın Beşinci Senfoni'sinin mesela, mevcut ânı hissetmek yani her an kendinin farkında olabilmek için özel bir deneyim olacağını söylüyor Wittmann. Zamanı yaşarken o zamanın içindeki duyguyu da tam olarak yaşamak bize neler kazandırır sorusunun cevabı ise şöyle: "İnsanın kendi duygularını kabul etmeye daha açık olması kaygıyı ve stresi azaltıp daha güçlü bir içsel huzur hissi yaratır. Kişinin odağında, olan biteni tam bir farkındalıkla algılamak vardır. Tam şu anda önemli olan tek şey şimdi olmakta olandır: bilinçli deneyim."
İçsel saatler, dördüncü bölüm. Zamana neden ihtiyaç duyduğumuzu sorguluyor. Burada Robert Levine imzalı Zamanın Coğrafyası adlı kitabı not etmeliyiz. Çünkü bu kitapta çok net biçimde anlatılıyor ki sanayileşmiş toplumlar az gelişmiş toplumlara kıyasla zamanı hem farklı görüyorlar hem de farklı yönetiyorlar. Büyük şehirlerde zamana, dakikliğe, hıza daha çok önem verilirken kırsal kesimlerde hız oldukça itici görülüyor. Dolayısıyla bir tarafın aceleciliği karşısında diğer tarafında yavaşlığı doğal bir 'kültür farkı' oluşturur. İtalya'da ve Avustralya'da kuzey ve güney şehirleri arasındaki bu 'kriz', Amerika'da doğu ve batı arasında görülebiliyor. Daha büyük bir pencereden bakarsak, Hollywood filmlerinde hep ayakta ve hızlı hızlı çimleri kesen insanlar görürüz. Bir oraya, bir buraya, hiç durmadan. Üstelik bu işi yaparken araya kimsenin de girmesi istenmez; buna komşu ve çocuklar da dâhil. Wittmann burada bir fotoğrafı devreye sokuyor. Hindistan'ın Tamil Nadu eyaletindeki Brihadeeswarar Tapınağı'nda bir bahçıvan. Çimleri yerde oturarak kesiyor. Hemen peşinden Alman şair Christian Morgenstern'in bir şiiri geliyor. Zamanın 'amma da uzun sürdü' veya 'tüh, bitti bile' dedirten iki yönü de var bu şiirde: "Ama dalıp giderseniz düşüncelere / o da koşmaya başlar son süratle / hızlı devekuşunun sırtına binmiş adeta / hiç tereddüt etmeyen sinsi bir puma."
Beşinci bölüm nihai zaman sınırında hayat ve mutluluğu ele alıyor. Genç ve yaşlı insanlarda zaman algısının nasıl oluştuğu, zamanın nasıl yorumlandığı değerlendiriliyor Wittmann tarafından. Duyguların, hatırlamanın ve tecrübelerin ön planda olduğu bir zaman algısıyla karşılaşıyoruz bu bölümde. Kuru kuru geçen zamanın insana tecrübe adına sadece yaşanmışlık katabileceğini, bunun yerine acı ve neşe anlarının zenginliğinin insana gerçek bir tecrübe -geçen zamanı hissetme- yaşatabileceğini öğreniyoruz: "Hayatımızda hatırladığımız olaylar onlarla bağlantılandırdığımız duygusalara bağlıdır. Yaşanan deneyim miktarı -yani hayatımızdaki duygusal renklilik ve çeşitlilik- ne kadar çok olursa hayat öznel olarak o kadar uzun görünür."
Zihinle beden arasındaki irtibatın zamanı algılama ve yaşama anlamında nasıl bir öneme sahip olduğunu altıncı bölümde görüyoruz. Kitabın belki de en çok konsantrasyon gerektiren sayfaları bu bölümde yer alıyor. Gün geçtikçe bilinç konusunun daha fazla konuşuluyor olması hem bilincin ne olduğuna hem de zamanı yaşama konusunda nasıl bir görev üstlendiğine dair önemli bilgiler ediniyoruz bu sayfalarda. Alışkanlıkların ve tekdüze yaşam şekilllerinin insanın zamanı doğru ve gerçekçi bir biçimde yaşamasına nasıl engel olduğunu şöyle bir örnekle anlatıyor yazar: "Sert bir sabah kahvesine alışmış olan kişiler her gün aldıkları dozda kafein almadıklarında sıkıntı çekerler. Hatta bazıları kahve olmadan çalışamayacaklarını söyler. Arzu edilen durumu mevcut durumdan ayıran bir uçurum vardır."
Wittmann, bir kişinin zamanı yoksa, bilhassa kendine ait ayırdığı zaman(lar) yoksa, kendisini de kaybettiğini söylüyor. Zaten gündelik zorunlulukların kapımıza sürekli dayanmış vaziyette olması ve dikkatimizin gün boyunca süren dağınıklığı, kendimizin farkında bir türlü varamamamıza sebeptir. Çılgın bir koşuşturmaca ve panik içinde oradan oraya sürüklenen, devamlı planlar yapan biz büyük kent insanları için tefekkür, düşünce ve inziva oldukça uzak kavramlar olmuştur artık. Burada çok açık ve net biçimde "zaman yoksa benlik de yoktur" diyor Wittmann. Aynı zamanda ikaz olan bu cümlesinin devamında şu basit öneride bulunuyor: "Her gün bir saatliğine tüm dikkatinizi vererek bir şey yapın. Ya da on beş dakika boyunca koltukta oturup hiçbir şey yapmayın: Duruşum nasıl? Herhangi bir yerim ağrıyor mu? Nasıl hissediyorum? Fantazilere dalabilir ve dünyanın tecrübe ettiğimiz hızlanışıyla nasıl uzlaşabileceğimizi gözlemleyebiliriz."
Kitabın son bölümünde zaman duygusunun nasıl ortaya çıktığından bahsediyor yazar. Eğer işleri akışına bırakmaktansa onların kontrolünü üzerimize alabiliyorsak, yani zamanı israf yerine tasarruf söz konusuysa, duygular zamana odaklanıyor ve benlik kendi farkındalığında nefes alıp vermeye başlıyor. Burada Wittmann bazı testlerden de bahsediyor. Bir testte, kendi kalp atışlarını daha isabetli bir şekilde sayan, sayabilen katılımcıların geçen zamana dair süre tahminlerinin daha doğru olduğu görülüyor. Bu testin ve sonuçlarının akabinde nefes, meditasyon, yalnız kalabilme, anı yaşama (popüler anlamında değil, gerçekten anın içinde olma: şimdi ve burada anlamında) gibi konular hakkında da yorumlarda bulunuyor: "Birçok meditasyon türü açıkça bedensel benliğe göndermede bulunur ("Kolunuzun yerde nasıl durduğunu hissedin"). Bu tür talimatlar kişiyi bedeninin münferit kısımlarına odaklanmaya, sıcaklıklarını ve ağırlıklarını hissetmeye sevk eder. Ya da nefesinize odaklanır ve kalp atışlarınızın farkına varırsınız. Bedeni ve süreçlerini bu şekilde algıladığımızda zaman çok yavaş geçer. Bedensel mevcudiyet böylece zaman farkındalığını yaratır."
Tanpınar, "ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında" derken bize ne söylüyordu? Belki de o bize 'şimdi ve burada' olmayı işaret ediyordu, kim bilir? Furuğ ise "eğer aşk varsa zaman ahmakça bir sözdür" demiş, acaba aşkla yaşandığında, aşkla hissedildiğinde mi zamanın zaman olduğuna işaret ediyordu o da? Bilemeyiz ancak şunu görüyoruz ki 'zamanın farkında olanlar' aslında sadece ve sadece ondan bahsediyor: kalpten.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
14 Haziran 2018 Perşembe
Hakikat peşinde koşan bir dervişin bıraktığı izler
"Ben her fırça darbesinde hayatımı tehlikeye atıyorum."
- Paul Cézanne
Simon Weil ve Simon De Beauvoir. Aynı lisenin iki dâhi çocuğu. İkincisi pek ala biliyoruz. Weil ile ise daha henüz yeni tanışabildik. Haliyle Selahattin Yusuf da soruyor. “Birini kullanıma sokan edebiyat konanı diğerini neden ötekileştirdi. Neden Türkçede göremedik Weil’i?". Cevap Weil’in hayat hikâyesinde saklı. Çünkü Simon Weil bir derviş, bir mistik. Tanrı’yı arayıp duran bir deha. İspanya iç savaşına katılıp öldürmek istemediği için muharip olmayan bir vicdan. 41 yaşında gözlerini hayata yummuş bir erken veda. Uğradığı sükût suikastı bizle sınırlı değil. Hem yaşadığı dönemde hem de halen aynı kaderi yaşıyor. Çünkü kıta Avrupası Allah’tan bahseden bir kadını görmezden gelmeye ayarlı. Metafizik halen geçer akçe değil kapitalizmin hegemonyasında.
Simon Weil türlü izm duraklarından geçtikten sonra tam da 2. Dünya savaşının ortasında maneviyatı keşfetmiş bir akıl. Dünyanın üstünde kara bulutlar dolanırken onun payına düşen de Tanrı fikriyle hemhal olmak. Ve bu fikir yüzünden kenara atılmak, açlık ve hastalıkla sınanmak da payına düşenlerden. Ama ne gam. Tanrıyı arayanların iç huzurunu bilene yeter de artar bu dünya. Bazı insanlar böyle işte. Bir hakikat peşinden koşarken damıttıkları kanlarıyla yazıyorlar fikirlerini.
Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler kitabı Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Bu vesileyle yayın hayatına merhaba diyen Ketebe'ye bereketli bir yayın serüveni diliyorum. Bu eseri Türkçeye kazandırdıkları için de takdiri hak ediyorlar.
Dervişliğinin yanında çok iyi bir yazar olduğunu da bu kitabıyla anlıyorum ve kaybettiğimiz vakte hayıflanıyorum. Parlak bir ifade, teşbih gücü ve derin tefekkürü ilk olarak dikkatimi çekenler. Bahsini ettiği şey Hristiyanlık ve Hz. İsa gibi görünebilir ama esasında daha geniş ve kapsayıcı bir maneviyat onun asıl teması. Derdi bu fikrin tohumunun içimizde saklı olduğu ve bu mucizeyi anlayacak fıtratımıza dönmemiz. Sizi kitaptan bazı pasajlarla baş başa bırakıyorum.
“Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Allah’tan uzak oluşumuzun bir işaretidir. Lakin mesafenin kendisi aşktır ve aşka âşık olunmalıdır. Kötülüğe âşık olamayız ama Allah işte bu kötülükler arasından geçilerek sevilir.”
“Tanrı’ya inanmak sadece bize değil, aşkımızı sahte tanrılardan korumamıza bağlıdır. İlk olarak, geleceğin bütün isteklerimizi içine tıktığımız bir yer olduğuna inanmayı bırakmalı.”
“Bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.”
"Zaman ve mekânın sonsuzluğundan münezzeh olarak, Allah aşkı bizi sonsuzdan daha sonsuz bir biçimde tatmin etmeye gelir. Bizim de bu daveti kabul edip, reddetme irademiz vardır. Biz ona sağır kalmışsak bile, bu hal bize bir dilenci gibi defalarca gelip durur. Ve bir gün yine bir dilenci gibi gelmeyi bırakır. Eğer hissedebilsek, Tanrı bizim için küçük bir tohum bırakıp gitmiştir."
Kitap Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler, Joe Basquet’ye Mektup ve Allah Aşkı ve Mutsuzluk olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Orkun Elmacıgil tarafında çevrilmiş ve başarılı diyebileceğimiz bir çalışma olmuş. Son bölümde Allah aşkından bahsedildiği yerde belki de karşılığı mutsuzluk olan sözcük bizde sanki “hüzün” olarak işleniyor gibime geldi. Allah aşkı vasıtasıyla duyduğumuz fıtratımızda programlı o duygu “mutsuzluk” değil de hüzün diye çevrilmeliydi diye düşünüyorum. Okurken beni duraklatan bir şeydi bu.
Tam da ramazan ayı içerisinde okunup tefekküre yelken açılacak bir kitap fikri olarak aklınızın bir köşesinde dursun derim.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
- Paul Cézanne
Simon Weil ve Simon De Beauvoir. Aynı lisenin iki dâhi çocuğu. İkincisi pek ala biliyoruz. Weil ile ise daha henüz yeni tanışabildik. Haliyle Selahattin Yusuf da soruyor. “Birini kullanıma sokan edebiyat konanı diğerini neden ötekileştirdi. Neden Türkçede göremedik Weil’i?". Cevap Weil’in hayat hikâyesinde saklı. Çünkü Simon Weil bir derviş, bir mistik. Tanrı’yı arayıp duran bir deha. İspanya iç savaşına katılıp öldürmek istemediği için muharip olmayan bir vicdan. 41 yaşında gözlerini hayata yummuş bir erken veda. Uğradığı sükût suikastı bizle sınırlı değil. Hem yaşadığı dönemde hem de halen aynı kaderi yaşıyor. Çünkü kıta Avrupası Allah’tan bahseden bir kadını görmezden gelmeye ayarlı. Metafizik halen geçer akçe değil kapitalizmin hegemonyasında.
Simon Weil türlü izm duraklarından geçtikten sonra tam da 2. Dünya savaşının ortasında maneviyatı keşfetmiş bir akıl. Dünyanın üstünde kara bulutlar dolanırken onun payına düşen de Tanrı fikriyle hemhal olmak. Ve bu fikir yüzünden kenara atılmak, açlık ve hastalıkla sınanmak da payına düşenlerden. Ama ne gam. Tanrıyı arayanların iç huzurunu bilene yeter de artar bu dünya. Bazı insanlar böyle işte. Bir hakikat peşinden koşarken damıttıkları kanlarıyla yazıyorlar fikirlerini.
Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler kitabı Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Bu vesileyle yayın hayatına merhaba diyen Ketebe'ye bereketli bir yayın serüveni diliyorum. Bu eseri Türkçeye kazandırdıkları için de takdiri hak ediyorlar.
Dervişliğinin yanında çok iyi bir yazar olduğunu da bu kitabıyla anlıyorum ve kaybettiğimiz vakte hayıflanıyorum. Parlak bir ifade, teşbih gücü ve derin tefekkürü ilk olarak dikkatimi çekenler. Bahsini ettiği şey Hristiyanlık ve Hz. İsa gibi görünebilir ama esasında daha geniş ve kapsayıcı bir maneviyat onun asıl teması. Derdi bu fikrin tohumunun içimizde saklı olduğu ve bu mucizeyi anlayacak fıtratımıza dönmemiz. Sizi kitaptan bazı pasajlarla baş başa bırakıyorum.
“Dünya üstünde, çeşitli kılıklar içerisinde gördüğümüz kötülük, Allah’tan uzak oluşumuzun bir işaretidir. Lakin mesafenin kendisi aşktır ve aşka âşık olunmalıdır. Kötülüğe âşık olamayız ama Allah işte bu kötülükler arasından geçilerek sevilir.”
“Tanrı’ya inanmak sadece bize değil, aşkımızı sahte tanrılardan korumamıza bağlıdır. İlk olarak, geleceğin bütün isteklerimizi içine tıktığımız bir yer olduğuna inanmayı bırakmalı.”
“Bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.”
"Zaman ve mekânın sonsuzluğundan münezzeh olarak, Allah aşkı bizi sonsuzdan daha sonsuz bir biçimde tatmin etmeye gelir. Bizim de bu daveti kabul edip, reddetme irademiz vardır. Biz ona sağır kalmışsak bile, bu hal bize bir dilenci gibi defalarca gelip durur. Ve bir gün yine bir dilenci gibi gelmeyi bırakır. Eğer hissedebilsek, Tanrı bizim için küçük bir tohum bırakıp gitmiştir."
Kitap Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler, Joe Basquet’ye Mektup ve Allah Aşkı ve Mutsuzluk olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Orkun Elmacıgil tarafında çevrilmiş ve başarılı diyebileceğimiz bir çalışma olmuş. Son bölümde Allah aşkından bahsedildiği yerde belki de karşılığı mutsuzluk olan sözcük bizde sanki “hüzün” olarak işleniyor gibime geldi. Allah aşkı vasıtasıyla duyduğumuz fıtratımızda programlı o duygu “mutsuzluk” değil de hüzün diye çevrilmeliydi diye düşünüyorum. Okurken beni duraklatan bir şeydi bu.
Tam da ramazan ayı içerisinde okunup tefekküre yelken açılacak bir kitap fikri olarak aklınızın bir köşesinde dursun derim.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
8 Haziran 2018 Cuma
Yazarın gölgesinde kalan: okur
“Cenneti her zaman bir çeşit kütüphane gibi hayal etmişimdir.”
- Jorge Luis Borges (1899-1986)
“Okumak geliştirilen bir zanaattır.”
- Friedrich Nietzsche (1844-1900)
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar Orhan Pamuk, Yeni Hayat adlı romanına. Tek bir kitap insanın hayatını ne kadar etkiler ya da değiştirebilir bilemiyorum ama bazı insanların hayatı ömürleri boyunca birden fazla kitap aracılığıyla değişime ve gelişime uğramıştır. Daha önce üzerine yazmış oluğum Giovanni Papini’nin (1881-1956) Bitik Adam’ı bunun hoş bir örneğidir. Benzer bir sürece Ümit Aktaş’a ait Okuma Serüveni’nde de tanık oluruz. Bu iki yazar hayatlarının belirli bir sürecindeki yaptıkları okumaların düşünsel ilerleyişlerine yaptığı etkiyi ele alır. Eserlerde konu edilen dönemin edebi, sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik verilerine ulaşmak mümkündür. Ümit Aktaş’ın eseri hem bu coğrafya ait olması hem de tarihsel olarak yakın bir dönemi ele alması nedeniyle daha bizdendir, çok daha kolay hazmedilir. Bu canlı örnekler gösteriyor ki, okuma uğraşı insanın hayatını gerçek anlamda değiştiren bir eylemdir. Okuma ve hayatı eşsüremli ele alan birçok örnek verilebilir belki ama en tipik olanları sanırım Marcel Proust (1871-1922) ve Alberto Manguel’dir. Zira bu duruma dair hatırı sayılır eserler ortaya koymuşlardır.
Okuma ve okurluk üzerine yazılan metinleri farklı açılardan değerlendirmek mümkün. Kimi, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi yazarın hayatı üzerinden değerlendirilirken kimi meseleyi bilimsel bir alana taşıyarak kuramsal eleştiri içerir. İlgilisi ve alan için önemli olan spesifik ve akademik olanları bir yana Fethi Naci’nin (1927-2008) eserlerini bu açıdan oldukça önemli bulduğumu söyleyebilirim. Konuya dair bazı metinler ise edebi açıdan biraz sönüktür ve salt tanıtım/reklam yazısı olmaktan öteye geçemez. Ulusal bir gazetenin kitap ekinde yayınlanan yazıların toplandığı Taha Akyol’un 101 Kitap’ı onlardandır. Yavan, yüzeysel ve oldubitti havasındadır. Bu bağlamda çok daha zengin içeriğe sahip çalışmaların hak ettiği yerde olmaması üzücü bir gerçek. Onlardan biri diyebileceğim sevgili Yağız Gönüler’in “kırk kitaba anlattırdığı” Yolda Olmak’ını başka bir açıdan farklı bir yere koyuyorum. Kırk rakamı tasavvufi ıstılahta nefsi terbiye ve tezkiye için çekilen sürece (çile) işaret eder. İyi ya da kötü bir şeyi üst üste kırk gün aynı ‘ciddiyetle’ yapmak o şeyi fıtrattan kılar. Buna istinaden (tasavvufa dair rezervlerimi bir kenara bırakarak) kitaba ilk başladığımda kırk gün her bir değerlendirmeyi okumayı düşünmüştüm. Ardışık kırk günde okuma kararıma uyamasam da kitabı her ele alışımda bir değerlendirmeyi devirerek kırk günde (ya da seferde) okumayı başardım diyebilirim. Umutla bağını koparan fakir için avuntu da ekmektir.
Okurluk, okuma ve kitap üzerine örnekleri çoğaltmak mümkün elbette lakin bu konu üzerine yazılan metinlerde benim en çok dikkatimi çekenler popüler kültürle yoğurularak amacının dışına çıkarılanlarla entelektüelliğin sınırlarını zorlayarak okura seviye atlatan analiz ve/veya tenkit eserledir. Mikita Brottman’a ait Okuma İlleti adlı eser ilk gruptan. Popüler kültür değinileri içeren kitabı sosyo-kültürel açıdan okumak ve okuyucu profiliyle örtüştürerek değerlendirmek için ideal bir eser. Hilmi Yavuz’un Okuma Notları ise ikinci gruba girerek entelektüel çabanın önemli bir örnekliğini teşkil ediyor. Okuma Notları neredeyse ele alınan eserleri okuyormuş gibi özenli olmayı gerektirir. Bir de bu iki alan arasında gidip geldiğini düşündüğüm eserler var. Örneğin Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum’u onlardan. Yine onlardan olduğunu düşündüğüm bir başka eser Okuma Sanatı. Damon Young imzalı iki yüz yirmi sayfalık eser kısa süre önce Maya Kitap tarafından yayınlandı. Sekiz bölümden oluşan kitap özgürlük, merak, sabır, cesaret, ölçülülük, adalet, ahlak, hakikat, dürüstlük, onur gibi temel kavramlar etrafında yer yer felsefi yorumlamalarla ele alınıyor. Esra Doğu’nun Türkçeleştirdiği Okuma Sanatı’nda “yazarlığın gölgesinde kaldığı” iddia edilen okurluğun ön plana çıkarılmaya çalışıldığı vurgulanıyor. Yazarın bu konuda başarılı olduğunu söylemek mümkün zira farklı türlere ait kitaplar arayış içindeki ‘aç’ bir okur edasıyla değerlendiriliyor. Süreci çocukluğu ve çocuk kitapları üzerinden değerlendirmeye başlıyor Young. Fantezi, masal, fabl, roman, anı, felsefe, teoloji, çizgi roman türü kitapları kurgu-gerçeklik üzerinden değerlendiren yazar, “yazının okurla buluştuğu anda asıl değerini kazandığını” belirtiyor. Ona göre sözcüklerin hak ettiği anlamı bulması kitabın ulaşması gereken yere gelmesini sağlayacaktır. Bu gerçekleşme okur aracılığıyla mümkün olacaktır. Bu açıdan okurun önemli bir güce sahip olduğunu fakat bu gücün her okuduğuna inanmak yerine şüpheyle bakmaya yönlendirilmesinin okuyucunun faydasına olduğunu belirtiyor yazar. Bir yandan farklı düşünür ve yazarların özellikle okuma ve kitap üzerine düşüncelerinden örneklerin verildiği metin diğer yandan ele alınan düşünür ve yazarların dönemlerinden kesitler sunuyor. Kendi çocukluğu açısından nostaljik bir anlatımda bulunan Young, tarihi şahsiyetler üzerinden de geçmişin sosyo-kültürel bir görüntüsünü ortaya koyuyor.
Damon Young hatalarını ve eksik gördüğü yönlerini açık yüreklilikle söylemekten çekinmeyerek okuma eyleminin nasıl daha nitelikli yapılabileceğini kendi deneyimleri üzerinden anlatmaya çalışıyor. Ona göre kişi, özerk bir alan gerektiren okuma eylemiyle ne kadar erken tanışırsa o kadar faydasını görecektir. Yeniden okumak, (yeni) okumaya tercih edilebilir çünkü yeniden okunan bir şeyin detaylarına hâkim olmak mümkündür. Duyuları hisse dönüştüren okuma yazarın ve okurun özgürlüğünün birleşimidir. Bir teslimiyet gerektiren okuma aktif bir keşif sürecidir. Okurun yaptığı sadece metnin değil yazarın da keşfidir. Bu bağlamda gösterilen emek hakikatin peşinden giden insanın çabasına denk gelmektedir. Mesajı almak veya almamanın yazardan ziyade okurun sorunu olması okumanın niteliği gibi kastını da önemli kılmaktadır. Okumanın kastı okuma erdemini ortaya çıkarır ve fakat okuma erdemi şizofren bir teslimiyet hâline de getirilmemelidir. Okuma genel anlamda bir denge işidir.
Okur olmanın okuryazar olmakla başladığını belirten yazar yaptığı bir alıntıda “ilahi bir müdahale ile okuryazar olmayız, olayı fevkalade hâle getiren kültürel bir müdahale ve bir seçilim sayesinde okuryazar oluruz” diyor. Ona göre okumayı psikolojik açıdan zengin kılan şey çoğu zaman kişiye hastır. Fakat bunun dışında özellikle meselenin yazar kısmında gelişen boyutu bulunmaktadır. Örneğin önemli oranda ısmarlama metin piyasayı vardır. Okurluk ise kurslar, çalıştaylar, merkezler, festivaller aracılığıyla popüler edebiyat endüstrisine dönüştürülmektedir. Bu çalışmalar eşliğinde teknik uzmanlık adı altında ‘satın alma’ dersleri verilmektedir. Young bu durumu “basma kalıp metin ve sabun köpüğü edebiyatı” olarak nitelendiriyor.
“Okumak öğrenmeye çevrilebilen bir aşktır” diyen yazar, entelektüelliği merak ve keyfin iç içe geçmesi olarak tanımlıyor. Entelektüel bir okurun yaptığı, metnin ihtimalleri içinde bir ihtimali seçerek yazarın seçimlerinin keyfini çıkarmaktır. Burada okurun farkında olması gereken şey, ihtimallerin birçoğunun gerçekte var olmayacağının muhtemel oluşudur. Geçen her gün daha fazla okunacak şeyin var olduğunu düşünen okur ümit ettiği okuma listesini hiçbir zaman yetiştiremeyeceğini korkusunu yaşayarak sabrı öğrenir. Okur okunacaklar bitmeden ölmeyi istemese de zaman aşılması mümkün olmayan bir engeldir. Bunun yanında herhangi bir kitabın son sayfalarına ulaşmış olmak sadece sabırla ilgili de değildir. Edebiyatın insanı yumuşatan, incelten, keskinleştiren, acı veren yönleri de vardır. Yazar bu durumu “bazen acı çekeriz çünkü yazar başarısızdır, bazen de acı çekmemizin sebebi yazarın başarmış olmasıdır; sözleriyle bam telimize basıp ıstırap ve öfkeye neden olmuştur” şeklinde açıklıyor. Aslında bu sonuç acıdan ziyade okur adına hem edebi kazanım hem de harcadığı zamanın tazminidir.
Eser boyunca Batı felsefesinin kökenlerine ve gelişimine dair alıntı ve atıflar yapılıyor. Özelikle Yunan felsefesi ve erdem kavramıyla ilişkilendirmelerin hacmi hayli büyük. Benzer atıflar Hıristiyan teolojisi ve teologları üzerinden de gerçekleşiyor. Yapılan alıntı ve atıfların filozof ve yazarlara dair eleştiri içermesi metne ayrı bir zenginlik katıyor. Okur için keşfe açık olsa da eserin en eksik bulduğum yönü buradaki Batı merkezli anlatım diyebilirim. Metni dair aşkın bir okuma gerçekleştirmek gerekirse; sadece bu kitapla sınırlı olmayan bu durumu hayatımızın her alanında derinlemesine yaşıyor olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Tarihten bilime, edebiyattan teknolojiye, eğitimden ekonomiye kadar yaşantımızın her alanı Batı merkezli bir düzlemde gerçekleşiyor. Elbette bu çıkış -bir türlü gerçekleştiremediğimiz- esaslı bir özeleştiri yapmayı mecbur kılıyor.
Metni okurken Damon Young’un doğallığı, yer yer esprili tavrı ve bir yazar olmaktan çok şahsına münhasır okur psikolojisi de eşlik ediyor. Sık sık özeleştiri yapabilmesi, insanın her ne kadar mükemmeliyeti arayan bir varlık olsa da hatalardan münezzeh olmadığını kabulü, eleştirmekten gözünü sakınmaması okuma açısından önemli detaylar diye düşünüyorum. Eserin birçok yerinde polemiklere yer veren Young bu polemiklerin bir kısmını kendi yaparken bir kısmını da yazarlar arasında yaşananlardan seçiyor. Özellikle James Joyce (1882-1941) ve Virginia Woolf (1882-1941) arasında geçenler ilgi çekici. Young, Okuma Sanatı’nda başta edebiyat olmak üzere siyasetten sosyolojiye, dinden tarihe, felsefeden popüler kültüre kadar oldukça geniş bir alanda kalem oynatıyor. Genel olarak anlamak adına metinlere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair ipuçlarını vermeye çalışıyor. Kitap her ne kadar yazarın öznel yaklaşımını ortaya koysa da belirli bir düşünsel zeminin izleri gösteriyor. Oldukça fazla detayın olması okur için satır aralarının keşfe açık hâle getiriyor. Bibliyografya kısmı bilindikten biraz farklı ele alınarak metnin bir parçası hâline getirilmiş. Bu açıdan okuması keyifli bir referans olarak değerlendirilebilir. Okuma Sanatı okumayı boş zaman uğraşısı olarak görmeyen ‘okur’a faydalı bir okuma vaat ediyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Jorge Luis Borges (1899-1986)
“Okumak geliştirilen bir zanaattır.”
- Friedrich Nietzsche (1844-1900)
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar Orhan Pamuk, Yeni Hayat adlı romanına. Tek bir kitap insanın hayatını ne kadar etkiler ya da değiştirebilir bilemiyorum ama bazı insanların hayatı ömürleri boyunca birden fazla kitap aracılığıyla değişime ve gelişime uğramıştır. Daha önce üzerine yazmış oluğum Giovanni Papini’nin (1881-1956) Bitik Adam’ı bunun hoş bir örneğidir. Benzer bir sürece Ümit Aktaş’a ait Okuma Serüveni’nde de tanık oluruz. Bu iki yazar hayatlarının belirli bir sürecindeki yaptıkları okumaların düşünsel ilerleyişlerine yaptığı etkiyi ele alır. Eserlerde konu edilen dönemin edebi, sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik verilerine ulaşmak mümkündür. Ümit Aktaş’ın eseri hem bu coğrafya ait olması hem de tarihsel olarak yakın bir dönemi ele alması nedeniyle daha bizdendir, çok daha kolay hazmedilir. Bu canlı örnekler gösteriyor ki, okuma uğraşı insanın hayatını gerçek anlamda değiştiren bir eylemdir. Okuma ve hayatı eşsüremli ele alan birçok örnek verilebilir belki ama en tipik olanları sanırım Marcel Proust (1871-1922) ve Alberto Manguel’dir. Zira bu duruma dair hatırı sayılır eserler ortaya koymuşlardır.
Okuma ve okurluk üzerine yazılan metinleri farklı açılardan değerlendirmek mümkün. Kimi, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi yazarın hayatı üzerinden değerlendirilirken kimi meseleyi bilimsel bir alana taşıyarak kuramsal eleştiri içerir. İlgilisi ve alan için önemli olan spesifik ve akademik olanları bir yana Fethi Naci’nin (1927-2008) eserlerini bu açıdan oldukça önemli bulduğumu söyleyebilirim. Konuya dair bazı metinler ise edebi açıdan biraz sönüktür ve salt tanıtım/reklam yazısı olmaktan öteye geçemez. Ulusal bir gazetenin kitap ekinde yayınlanan yazıların toplandığı Taha Akyol’un 101 Kitap’ı onlardandır. Yavan, yüzeysel ve oldubitti havasındadır. Bu bağlamda çok daha zengin içeriğe sahip çalışmaların hak ettiği yerde olmaması üzücü bir gerçek. Onlardan biri diyebileceğim sevgili Yağız Gönüler’in “kırk kitaba anlattırdığı” Yolda Olmak’ını başka bir açıdan farklı bir yere koyuyorum. Kırk rakamı tasavvufi ıstılahta nefsi terbiye ve tezkiye için çekilen sürece (çile) işaret eder. İyi ya da kötü bir şeyi üst üste kırk gün aynı ‘ciddiyetle’ yapmak o şeyi fıtrattan kılar. Buna istinaden (tasavvufa dair rezervlerimi bir kenara bırakarak) kitaba ilk başladığımda kırk gün her bir değerlendirmeyi okumayı düşünmüştüm. Ardışık kırk günde okuma kararıma uyamasam da kitabı her ele alışımda bir değerlendirmeyi devirerek kırk günde (ya da seferde) okumayı başardım diyebilirim. Umutla bağını koparan fakir için avuntu da ekmektir.
Okurluk, okuma ve kitap üzerine örnekleri çoğaltmak mümkün elbette lakin bu konu üzerine yazılan metinlerde benim en çok dikkatimi çekenler popüler kültürle yoğurularak amacının dışına çıkarılanlarla entelektüelliğin sınırlarını zorlayarak okura seviye atlatan analiz ve/veya tenkit eserledir. Mikita Brottman’a ait Okuma İlleti adlı eser ilk gruptan. Popüler kültür değinileri içeren kitabı sosyo-kültürel açıdan okumak ve okuyucu profiliyle örtüştürerek değerlendirmek için ideal bir eser. Hilmi Yavuz’un Okuma Notları ise ikinci gruba girerek entelektüel çabanın önemli bir örnekliğini teşkil ediyor. Okuma Notları neredeyse ele alınan eserleri okuyormuş gibi özenli olmayı gerektirir. Bir de bu iki alan arasında gidip geldiğini düşündüğüm eserler var. Örneğin Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum’u onlardan. Yine onlardan olduğunu düşündüğüm bir başka eser Okuma Sanatı. Damon Young imzalı iki yüz yirmi sayfalık eser kısa süre önce Maya Kitap tarafından yayınlandı. Sekiz bölümden oluşan kitap özgürlük, merak, sabır, cesaret, ölçülülük, adalet, ahlak, hakikat, dürüstlük, onur gibi temel kavramlar etrafında yer yer felsefi yorumlamalarla ele alınıyor. Esra Doğu’nun Türkçeleştirdiği Okuma Sanatı’nda “yazarlığın gölgesinde kaldığı” iddia edilen okurluğun ön plana çıkarılmaya çalışıldığı vurgulanıyor. Yazarın bu konuda başarılı olduğunu söylemek mümkün zira farklı türlere ait kitaplar arayış içindeki ‘aç’ bir okur edasıyla değerlendiriliyor. Süreci çocukluğu ve çocuk kitapları üzerinden değerlendirmeye başlıyor Young. Fantezi, masal, fabl, roman, anı, felsefe, teoloji, çizgi roman türü kitapları kurgu-gerçeklik üzerinden değerlendiren yazar, “yazının okurla buluştuğu anda asıl değerini kazandığını” belirtiyor. Ona göre sözcüklerin hak ettiği anlamı bulması kitabın ulaşması gereken yere gelmesini sağlayacaktır. Bu gerçekleşme okur aracılığıyla mümkün olacaktır. Bu açıdan okurun önemli bir güce sahip olduğunu fakat bu gücün her okuduğuna inanmak yerine şüpheyle bakmaya yönlendirilmesinin okuyucunun faydasına olduğunu belirtiyor yazar. Bir yandan farklı düşünür ve yazarların özellikle okuma ve kitap üzerine düşüncelerinden örneklerin verildiği metin diğer yandan ele alınan düşünür ve yazarların dönemlerinden kesitler sunuyor. Kendi çocukluğu açısından nostaljik bir anlatımda bulunan Young, tarihi şahsiyetler üzerinden de geçmişin sosyo-kültürel bir görüntüsünü ortaya koyuyor.
Damon Young hatalarını ve eksik gördüğü yönlerini açık yüreklilikle söylemekten çekinmeyerek okuma eyleminin nasıl daha nitelikli yapılabileceğini kendi deneyimleri üzerinden anlatmaya çalışıyor. Ona göre kişi, özerk bir alan gerektiren okuma eylemiyle ne kadar erken tanışırsa o kadar faydasını görecektir. Yeniden okumak, (yeni) okumaya tercih edilebilir çünkü yeniden okunan bir şeyin detaylarına hâkim olmak mümkündür. Duyuları hisse dönüştüren okuma yazarın ve okurun özgürlüğünün birleşimidir. Bir teslimiyet gerektiren okuma aktif bir keşif sürecidir. Okurun yaptığı sadece metnin değil yazarın da keşfidir. Bu bağlamda gösterilen emek hakikatin peşinden giden insanın çabasına denk gelmektedir. Mesajı almak veya almamanın yazardan ziyade okurun sorunu olması okumanın niteliği gibi kastını da önemli kılmaktadır. Okumanın kastı okuma erdemini ortaya çıkarır ve fakat okuma erdemi şizofren bir teslimiyet hâline de getirilmemelidir. Okuma genel anlamda bir denge işidir.
Okur olmanın okuryazar olmakla başladığını belirten yazar yaptığı bir alıntıda “ilahi bir müdahale ile okuryazar olmayız, olayı fevkalade hâle getiren kültürel bir müdahale ve bir seçilim sayesinde okuryazar oluruz” diyor. Ona göre okumayı psikolojik açıdan zengin kılan şey çoğu zaman kişiye hastır. Fakat bunun dışında özellikle meselenin yazar kısmında gelişen boyutu bulunmaktadır. Örneğin önemli oranda ısmarlama metin piyasayı vardır. Okurluk ise kurslar, çalıştaylar, merkezler, festivaller aracılığıyla popüler edebiyat endüstrisine dönüştürülmektedir. Bu çalışmalar eşliğinde teknik uzmanlık adı altında ‘satın alma’ dersleri verilmektedir. Young bu durumu “basma kalıp metin ve sabun köpüğü edebiyatı” olarak nitelendiriyor.
“Okumak öğrenmeye çevrilebilen bir aşktır” diyen yazar, entelektüelliği merak ve keyfin iç içe geçmesi olarak tanımlıyor. Entelektüel bir okurun yaptığı, metnin ihtimalleri içinde bir ihtimali seçerek yazarın seçimlerinin keyfini çıkarmaktır. Burada okurun farkında olması gereken şey, ihtimallerin birçoğunun gerçekte var olmayacağının muhtemel oluşudur. Geçen her gün daha fazla okunacak şeyin var olduğunu düşünen okur ümit ettiği okuma listesini hiçbir zaman yetiştiremeyeceğini korkusunu yaşayarak sabrı öğrenir. Okur okunacaklar bitmeden ölmeyi istemese de zaman aşılması mümkün olmayan bir engeldir. Bunun yanında herhangi bir kitabın son sayfalarına ulaşmış olmak sadece sabırla ilgili de değildir. Edebiyatın insanı yumuşatan, incelten, keskinleştiren, acı veren yönleri de vardır. Yazar bu durumu “bazen acı çekeriz çünkü yazar başarısızdır, bazen de acı çekmemizin sebebi yazarın başarmış olmasıdır; sözleriyle bam telimize basıp ıstırap ve öfkeye neden olmuştur” şeklinde açıklıyor. Aslında bu sonuç acıdan ziyade okur adına hem edebi kazanım hem de harcadığı zamanın tazminidir.
Eser boyunca Batı felsefesinin kökenlerine ve gelişimine dair alıntı ve atıflar yapılıyor. Özelikle Yunan felsefesi ve erdem kavramıyla ilişkilendirmelerin hacmi hayli büyük. Benzer atıflar Hıristiyan teolojisi ve teologları üzerinden de gerçekleşiyor. Yapılan alıntı ve atıfların filozof ve yazarlara dair eleştiri içermesi metne ayrı bir zenginlik katıyor. Okur için keşfe açık olsa da eserin en eksik bulduğum yönü buradaki Batı merkezli anlatım diyebilirim. Metni dair aşkın bir okuma gerçekleştirmek gerekirse; sadece bu kitapla sınırlı olmayan bu durumu hayatımızın her alanında derinlemesine yaşıyor olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Tarihten bilime, edebiyattan teknolojiye, eğitimden ekonomiye kadar yaşantımızın her alanı Batı merkezli bir düzlemde gerçekleşiyor. Elbette bu çıkış -bir türlü gerçekleştiremediğimiz- esaslı bir özeleştiri yapmayı mecbur kılıyor.
Metni okurken Damon Young’un doğallığı, yer yer esprili tavrı ve bir yazar olmaktan çok şahsına münhasır okur psikolojisi de eşlik ediyor. Sık sık özeleştiri yapabilmesi, insanın her ne kadar mükemmeliyeti arayan bir varlık olsa da hatalardan münezzeh olmadığını kabulü, eleştirmekten gözünü sakınmaması okuma açısından önemli detaylar diye düşünüyorum. Eserin birçok yerinde polemiklere yer veren Young bu polemiklerin bir kısmını kendi yaparken bir kısmını da yazarlar arasında yaşananlardan seçiyor. Özellikle James Joyce (1882-1941) ve Virginia Woolf (1882-1941) arasında geçenler ilgi çekici. Young, Okuma Sanatı’nda başta edebiyat olmak üzere siyasetten sosyolojiye, dinden tarihe, felsefeden popüler kültüre kadar oldukça geniş bir alanda kalem oynatıyor. Genel olarak anlamak adına metinlere nasıl yaklaşılması gerektiğine dair ipuçlarını vermeye çalışıyor. Kitap her ne kadar yazarın öznel yaklaşımını ortaya koysa da belirli bir düşünsel zeminin izleri gösteriyor. Oldukça fazla detayın olması okur için satır aralarının keşfe açık hâle getiriyor. Bibliyografya kısmı bilindikten biraz farklı ele alınarak metnin bir parçası hâline getirilmiş. Bu açıdan okuması keyifli bir referans olarak değerlendirilebilir. Okuma Sanatı okumayı boş zaman uğraşısı olarak görmeyen ‘okur’a faydalı bir okuma vaat ediyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Sözün ve dolayısıyla insanlığın bittiği yer: linç
"İnsana gene insan lazım."
- Vur Ulan Vur: Linç Öyküleri (İletişim Yayınları, Nisan 2016)
Linç, TDK'ya göre: Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi. İngilizceden dilimize, linç hukuku kavramıyla birlikte geçmiş. Peki hikâyesi nedir bu kelimenin? Dört kişiye dayandığı söyleniyor, bu dört kişinin üçü yargıç. Şöyle: "1493'te İrlanda'nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunun mahkûm ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch... Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere'ye sadık kalan "düşmanları" gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch... 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina'da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch... Lincin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19.yüzyıl başlarında Pittysylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam..."
Gün geçtikçe ülkemizde lincin farklı mecralarda yoğun biçimde kullanıldığına tanık olduk. Hem 'eylem' bakımından hem de 'kavram' bakımından. Bir 'ünlü' kilo aldığı için takipçilerinin lincine maruz kalabiliyor, bir kız 'çocuğu' evlenmek istemediği için ailesi ve akrabaları tarafından gerek sözlü gerek fizikî linçle çok zor durumlara düşebiliyor. Bir tweet atarken bile "başıma bir şey gelmeyecekse" demenin aslında mizahi bir tarafı yok, bu en çok hışma uğrama korkusunun dile gelmiş hâli. Çocukluğunda utanç ve yas duygularıyla doğru biçimde bağlantı kuramamış her insan, hele ki korku ve kitle toplumunda yaşıyorsa, elbette 'başına bir şey gelme' psikolojisiyle yaşayacaktır. Keza Tanıl Bora da Türkiye'nin Linç Rejimi adlı bu 'küçük ama etkili' kitabında yas sürecine değinerek çok önemli bir şey yapıyor: "Sağlıklı bir yas tutma deneyimi: insanın sevdiğiyle beraber hayatındaki/hayatıyla bir 'ilişkiyi' kaybettiğini, böylece hayatında esaslı bir değişiklik olduğunu kabul etmesi; bu değişiklikle baş etmeye hazır olması, hazırlanması, yeni bir başlangıç yapmasıdır. Bu acılı deneyim esnasındaki 'kendinden geçiş/kendinden çıkış', kendiyle ve hayatla/dünyayla, başkalarıyla yüzleşmek için ve başkalarının varlığına bağımlılığı fark etmek için bir mesafedir. Dolayısıyla, dünyadaki başka acıları, başkalarının acılarını fark edebilmek, başkalarının kayıplarının, başka acıların da 'değerini bilebilmek' için bir mesafe..."
Edebiyatımızın iki usta kalemi de romanlarında linci bir 'final' kurgusu olarak işlediler kitaplarında. Biri Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı. Diğeri Hasan Ali Toptaş, Heba. İlkinde bir 'linç tecrübesi'nin insanın yakasını hiç bırakmayışı var. İkincisinde lincin insanlık dışı tabiatının insanda oluşturduğu 'yok yahu, birileri muhakkak durdurur bu sürüyü' umudu. "İki edebiyatçının gözlerini lince çevirmesi de bize bir şey anlatıyor olmalıdır" diyor Tanıl Bora. Çünkü bu vahşi ve vicdansız, çünkü bu en doğal ifadeyle şerefsizce eylem, konu edilmeli, yani konuşulmalı. Romanla, filmle ve hatta müzikle.
İlk baskısını Aralık 2008'de yapan bu 112 sayfalık kitap, Mart 2018'e dek 6. baskıya ulaştı. Son baskıda Tanıl Bora'nın bazı eklemeleri ve çıkarmaları var. Kapağı oldukça ağır: 2013 Haziranı’nda Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın uğradığı lincin video kaydından bir görüntü. Elindeki-belindeki coplara ve sopalara 'inanmış' bir güruhun, tek başına 'yakalayıp' köşeye sıkıştırması ve 'hayatî' bölgelere o copları, sopaları indirmesi. İnsan, tek başına yeterince hayatîyken bile. Ancak insandan bahsediyoruz, lincin sınırları içindeki tek insandan. Linç; güruhun, sürünün, hayatını işaretlere, söylevlere, emirlere bahşetmiş ve dolayısıyla putunu inşa etmiş kimselerin eylemi özellikle.
Bir millî refleks oluşturma gayretiyle millî öfke seferber ediliyor Tanıl Bora'ya göre. Bu da bir "gayrınizamî asayiş tedbiri" olarak özellikle seçim öncesi ve 'olağanüstü gelişmeler' dönemlerinde epey iş görüyor. Tedbirle tehditin, tahrikle tacizin iç içe geçtiği bu 'iş görme' durumunda halkın sorunu kendi yöntemleriyle(?) çözebileceği gibi nostaljik bir algı da oluşturuluyor elbette. "Sözün bittiği yerdeyiz", "evlerinde zor tuttuğumuz bir yüzde elli var", "olacaklardan sorumlu değiliz" gibi cümlelerin her biri sözün bittiği yeri işaret ediyor aslında: "Yönetenler, sosyal devletin son kalıntılarının da eridiği, milyonlarca insanın perişanlık içinde yaşadığı, bir "güç" sahibi olmayan kimsenin kendisini reşit insan yerine konuyor hissedemediği bir toplumun kendisini "bir ve beraber" hissetmesini sağlamanın başka bir aracına sahip değildir. Çok övünülen "bayrak selleri", toplumsal ilişkilerdeki çözülmenin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Tabii, soruların da üstünü örtüyor. "Söz bitti" emri, daha başlamamış konuşmayı boğuyor."
Türkiye'nin Linç Rejimi; Razgrad, Vagonli, Hatay, Tan Matbaası ve 6/7 Eylül olayları üzerinden erken cumhuriyet dönemindeki linç disiplinini incelerken linç ortamının nasıl kurulduğunu ve lincin nasıl bir 'faşizm sarkacı' olduğunu anlatıyor kısaca. Mukayeseli linç etüdü için Nazil Almanyası ile bugünün Türkiyesini karşılaştırıyor. Linç açılımını ve linç kültürünü sorguluyor. "Gezi" linçlerini aktardıktan sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi'nin sunduğu verilerle 2002-2013 yılları arasında gerçekleşen linç girişimlerini döküyor masaya.
Tüm bu döküş birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Kavgayı ve inşaatı izlemekten büyük keyif alan halkımız, herhangi bir kavganın yanına bile konamayacak linç denen insanlıktan uzak eylemi izlemekten de keyif alıyor artık. Seyir zevki yüksek, tıklanma oranı yüksek, okunma oranı yüksek. Şöyle diyor Bora: "Lincin skandal olarak karşılanmadığı, linç vakasının insanlık adına bir utanç duygusuyla değil de 'acaba niye yapmışlar?' (zımnen: kim kaşınmış) merakıyla karşılandığı bir toplumsal vasatta, lincin seyirlik olması şaşırtıcı değildir."
Kin, intikam, öfke, nefret ve şiddet duygularının 'hep birlikte' eyleme dönüşmüş hâlidir linç. İnsanlığın bittiği yerdir. Belki de bu yüzden "büyükler" her linç vakasından önce "sözün bittiği yerdeyiz" der. Oysa insanlar konuşa konuşa...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Vur Ulan Vur: Linç Öyküleri (İletişim Yayınları, Nisan 2016)
Linç, TDK'ya göre: Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi. İngilizceden dilimize, linç hukuku kavramıyla birlikte geçmiş. Peki hikâyesi nedir bu kelimenin? Dört kişiye dayandığı söyleniyor, bu dört kişinin üçü yargıç. Şöyle: "1493'te İrlanda'nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunun mahkûm ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan, gaddarlığıyla ünlü yargıç James Lynch... Amerikan bağımsızlık savaşında gerek İngiltere'ye sadık kalan "düşmanları" gerekse her adi suç zanlısını mahkemeye çıkarmadan, çoğunlukla kırbaçlatarak, cezalandırtan yargıç Charles Lynch... 16. yüzyıl sonlarında Kuzey Carolina'da olağanüstü sertliğiyle nam salmış bir yargıç, John Lynch... Lincin isim babası adaylarından yargıç olmayan, yalnızca William Lynch: 18. yüzyıl sonu/19.yüzyıl başlarında Pittysylvania kentinde bir haydut çetesini bizzat cezalandırmak üzere milis örgütleyen bir adam..."
Gün geçtikçe ülkemizde lincin farklı mecralarda yoğun biçimde kullanıldığına tanık olduk. Hem 'eylem' bakımından hem de 'kavram' bakımından. Bir 'ünlü' kilo aldığı için takipçilerinin lincine maruz kalabiliyor, bir kız 'çocuğu' evlenmek istemediği için ailesi ve akrabaları tarafından gerek sözlü gerek fizikî linçle çok zor durumlara düşebiliyor. Bir tweet atarken bile "başıma bir şey gelmeyecekse" demenin aslında mizahi bir tarafı yok, bu en çok hışma uğrama korkusunun dile gelmiş hâli. Çocukluğunda utanç ve yas duygularıyla doğru biçimde bağlantı kuramamış her insan, hele ki korku ve kitle toplumunda yaşıyorsa, elbette 'başına bir şey gelme' psikolojisiyle yaşayacaktır. Keza Tanıl Bora da Türkiye'nin Linç Rejimi adlı bu 'küçük ama etkili' kitabında yas sürecine değinerek çok önemli bir şey yapıyor: "Sağlıklı bir yas tutma deneyimi: insanın sevdiğiyle beraber hayatındaki/hayatıyla bir 'ilişkiyi' kaybettiğini, böylece hayatında esaslı bir değişiklik olduğunu kabul etmesi; bu değişiklikle baş etmeye hazır olması, hazırlanması, yeni bir başlangıç yapmasıdır. Bu acılı deneyim esnasındaki 'kendinden geçiş/kendinden çıkış', kendiyle ve hayatla/dünyayla, başkalarıyla yüzleşmek için ve başkalarının varlığına bağımlılığı fark etmek için bir mesafedir. Dolayısıyla, dünyadaki başka acıları, başkalarının acılarını fark edebilmek, başkalarının kayıplarının, başka acıların da 'değerini bilebilmek' için bir mesafe..."
Edebiyatımızın iki usta kalemi de romanlarında linci bir 'final' kurgusu olarak işlediler kitaplarında. Biri Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı. Diğeri Hasan Ali Toptaş, Heba. İlkinde bir 'linç tecrübesi'nin insanın yakasını hiç bırakmayışı var. İkincisinde lincin insanlık dışı tabiatının insanda oluşturduğu 'yok yahu, birileri muhakkak durdurur bu sürüyü' umudu. "İki edebiyatçının gözlerini lince çevirmesi de bize bir şey anlatıyor olmalıdır" diyor Tanıl Bora. Çünkü bu vahşi ve vicdansız, çünkü bu en doğal ifadeyle şerefsizce eylem, konu edilmeli, yani konuşulmalı. Romanla, filmle ve hatta müzikle.
İlk baskısını Aralık 2008'de yapan bu 112 sayfalık kitap, Mart 2018'e dek 6. baskıya ulaştı. Son baskıda Tanıl Bora'nın bazı eklemeleri ve çıkarmaları var. Kapağı oldukça ağır: 2013 Haziranı’nda Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın uğradığı lincin video kaydından bir görüntü. Elindeki-belindeki coplara ve sopalara 'inanmış' bir güruhun, tek başına 'yakalayıp' köşeye sıkıştırması ve 'hayatî' bölgelere o copları, sopaları indirmesi. İnsan, tek başına yeterince hayatîyken bile. Ancak insandan bahsediyoruz, lincin sınırları içindeki tek insandan. Linç; güruhun, sürünün, hayatını işaretlere, söylevlere, emirlere bahşetmiş ve dolayısıyla putunu inşa etmiş kimselerin eylemi özellikle.
Bir millî refleks oluşturma gayretiyle millî öfke seferber ediliyor Tanıl Bora'ya göre. Bu da bir "gayrınizamî asayiş tedbiri" olarak özellikle seçim öncesi ve 'olağanüstü gelişmeler' dönemlerinde epey iş görüyor. Tedbirle tehditin, tahrikle tacizin iç içe geçtiği bu 'iş görme' durumunda halkın sorunu kendi yöntemleriyle(?) çözebileceği gibi nostaljik bir algı da oluşturuluyor elbette. "Sözün bittiği yerdeyiz", "evlerinde zor tuttuğumuz bir yüzde elli var", "olacaklardan sorumlu değiliz" gibi cümlelerin her biri sözün bittiği yeri işaret ediyor aslında: "Yönetenler, sosyal devletin son kalıntılarının da eridiği, milyonlarca insanın perişanlık içinde yaşadığı, bir "güç" sahibi olmayan kimsenin kendisini reşit insan yerine konuyor hissedemediği bir toplumun kendisini "bir ve beraber" hissetmesini sağlamanın başka bir aracına sahip değildir. Çok övünülen "bayrak selleri", toplumsal ilişkilerdeki çözülmenin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Tabii, soruların da üstünü örtüyor. "Söz bitti" emri, daha başlamamış konuşmayı boğuyor."
Türkiye'nin Linç Rejimi; Razgrad, Vagonli, Hatay, Tan Matbaası ve 6/7 Eylül olayları üzerinden erken cumhuriyet dönemindeki linç disiplinini incelerken linç ortamının nasıl kurulduğunu ve lincin nasıl bir 'faşizm sarkacı' olduğunu anlatıyor kısaca. Mukayeseli linç etüdü için Nazil Almanyası ile bugünün Türkiyesini karşılaştırıyor. Linç açılımını ve linç kültürünü sorguluyor. "Gezi" linçlerini aktardıktan sonra Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dokümantasyon Merkezi'nin sunduğu verilerle 2002-2013 yılları arasında gerçekleşen linç girişimlerini döküyor masaya.
Tüm bu döküş birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Kavgayı ve inşaatı izlemekten büyük keyif alan halkımız, herhangi bir kavganın yanına bile konamayacak linç denen insanlıktan uzak eylemi izlemekten de keyif alıyor artık. Seyir zevki yüksek, tıklanma oranı yüksek, okunma oranı yüksek. Şöyle diyor Bora: "Lincin skandal olarak karşılanmadığı, linç vakasının insanlık adına bir utanç duygusuyla değil de 'acaba niye yapmışlar?' (zımnen: kim kaşınmış) merakıyla karşılandığı bir toplumsal vasatta, lincin seyirlik olması şaşırtıcı değildir."
Kin, intikam, öfke, nefret ve şiddet duygularının 'hep birlikte' eyleme dönüşmüş hâlidir linç. İnsanlığın bittiği yerdir. Belki de bu yüzden "büyükler" her linç vakasından önce "sözün bittiği yerdeyiz" der. Oysa insanlar konuşa konuşa...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)