25 Aralık 2017 Pazartesi

Türk romancılığının şair-sosyoloğu Kemal Tahir

Kemal Tahir’in eserlerine duyulan teveccühün bizatihi Türkiye’nin ve Türk toplumunun kendisine duyulan alaka olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü romanlarından notlarına, tefrikalarından polisiyelerine kadar kaleme aldığı her metin, görmek ve göstermek için yanıp tutuştuğu “Türk ruhu”na dokunabilmek adına bazen güçlü bazense çaresiz bir el uzatıştır. Haldun Taner’in ifadesiyle Kemal Tahir, Türk edebiyatının ‘karınca romancısı’dır. Her romanı için yüzlerce sayfa not çıkaran ve mümkün olduğu kadar birincil kaynaklardan istifade ederek eserlerini kaleme alan Kemal Tahir, ne yazık ki kıymeti yeterince takdir edilmemiş yazarlarımızın başında geliyor. Üzerinde tartıştığı ya da kalem oynattığı hiçbir mesele yoktur ki, kendisinin “yanılma payını” baştan teslim etmemiş olsun. Bir romancı olmasına rağmen sergilediği bu tavır, bilimsel çalışma yapanlara örnek olacak mahiyettedir.

Kilis 7 Aralık Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Muhammed Hüküm’ün edebiyat sosyolojisi açısından Kemal Tahir’in bütün kalem işlerini inceleyerek entelektüel biyografisini ortaya çıkardığı "Şair-Sosyolog Kemal Tahir: Sosyolojik Bakışla Kemal Tahir Romanları" 2017 yılında İthaki Yayınları’ndan çıktı. Entelektüel biyografi yazımı pek çok güçlüğü içinde barındıran bir alan. Buna rağmen Muhammed Hüküm’ün Kemal Tahir’in bütün eserlerini sadece konusu icabı değil, onun aradığı ruhun peşine düşerek hazırladığı anlaşılıyor. Bir romancı için bugün bizi yadırgatan bir niteleme olan ‘şair-sosyolog’ aslında Kemal Tahir’in kullandığı bir tanımlama. Muhammed Hüküm’e göre, “yazarın ve şairin dili, yaşamı ve kurguladıkları bir milletin ideolojik tutumundan öte o milletin ruhu hakkında derin ve geniş bilgiler vermeye müsait bir alan oluşturur. Bir romancının bu bağlamda halkının hislerini kendi zihninde ve gönlünde hissetmesi, o romancıyı o halkın ‘şairi’ yapar.

Muhammed Hüküm’ün üç geniş bölüme ayırdığı çalışmasının birinci bölümü Kemal Tahir’in Türk edebiyatındaki yerini, dönemin aydınlarının büyük romancıya karşı acımasız tutumlarını ve onu yok sayma girişimlerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Hatta bu bölümde, Marksist ve sosyalist Türk aydınlarının Kemal Tahir’i ölüme vardıracak derecede nasıl insafsızca yalnızlaştırdıklarına dair ilginç anekdotlar bulunuyor. Kitabın ikinci ve en hacimli kısmı, Kemal Tahir’in romanlarında ele alınan meseleleri ve bunların Türk toplumundaki yansımalarını göstermesi bakımından büyük önem taşıyor. Köylülük, yerlilik, Osmanlı, din, Marksizm, sosyalizm, Batılılaşma, bürokratik yozlaşma, kapitalizm ve emperyalizm gibi meselelere Kemal Tahir’in romanlarında nasıl yer verdiği ve bunların o günkü aydın zümrelerce nasıl değerlendirildiğini görüyoruz. Üçüncü ve son bölümde ise Kemal Tahir’in eserlerinde tercih edilen dil ve üslûp yaklaşımlarının toplumsal karşılığına dair ayrıntılı çözümlemeler mevcut. Kurtuluş Kayalı’nın önsöz yazdığı kitabın sadece Kemal Tahir okurları tarafından değil, ideolojik angajmanları olmayan, hakikati arayan, milletine inanan ve her şeyden önemlisi Türkiye’nin ruhunu görmek isteyen okuyucular tarafından beğenileceğini düşünüyorum.

Kadir Yılmaz
twitter.com/Kadir_Yilmaz_

24 Aralık 2017 Pazar

İşte Kırım ve Kırım Tatarları'nın tarihi budur

Kırım, tarihi boyunca Rusya’nın Karadeniz’e inme ve Güney’de nüfuz sahibi olma politikalarının kilit noktası olmuştur. 1475’te Sultan Mehmet döneminde fethedilmesinden sonra Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Avrupa’daki gelişmeleri kontrol etmesi sağlanmıştır. Biliyoruz ki Yavuz Selim Han şehzadeliği zamanında Kırım Kefe’yi sancak şehzadesi olarak yönetti.1784 yılından itibaren işgal politikalarını uygulamaya geçiren Rusya 19. yüzyıl da dâhil olmak üzere yüzyıllarca süren acılara sebebiyet vermiş ve bölge Müslümanlarını anavatanlarını terk etmek zorunda bırakmıştır. Stalin zamanında bölgede işgal, sürgün, katliam, kültürel asimilasyon politikaları Tatarlarda unutulması imkânsız acılara sebep olmuştur. Şu Mübarek Topraklar kitabı, iktisadi ve siyasi öneme sahip bölge olan Kırım yarımadası ve bölgenin etnik grubu olan Kırım Tatarlarının tarihinin izini sürmektedir. Yapı Kredi Yayınları tarafından neşredilen kitap, Paul Robert Magocsi tarafından kaleme alınmış ve 10 bölümden oluşmaktadır. Kitaba Kırım’ın jeopolitik tanımıyla giriş yapan yazar; “bol güneşli bir memleket. Geniş sahilleri denizlerinin hem bedene hem de ruha deva hafif tuzlu sularıyla yıkanan bir memleket. İşte Kırım budur.”(sf. 9) diye tarif etmektedir.

Stratejik konumu ve verimli arazileriyle dikkat çeken Kırım, Hunlardan Venediklilere, Bizans’tan Osmanlı’ya birçok medeniyete ‘ev sahipliği’ yaptı. MÖ 1100 yılında Ukrayna’ya gelen Kimmerler MÖ 7. Yüzyıl’da Kırım topraklarına ulaştıklarında, hali hazırda orada yaşayan bir halk karşılaşırlar… Tauriler. Kırım’ın ilk yerleşimcileri olarak görülür. (sf. 19)

Kırım bölgesine ilk Türk akınları Hunlarla birlikte başlamıştır. Türkistan coğrafyasında ki olaylar sebebiyle İskitler, Hunların önünden, bu günkü İdil-Ural sahasına gelmişler ve merkez olarak da kendilerine Kırım’ı yurt edinmişler. Yazar Magocsi ise bu durumu “Yunan denizcilerinin ve yerleşimcilerinin Kırım’ın güney kıyılarına ulaştığı dönemde, İskitler Ukrayna bozkırlarına ulaşmış ve Kimmerleri yerlerinden ederek bugün Don nehri’nden Tuna deltasına kadar olan kısma egemen olmuştur.” (sf. 21) diye anlatırken İskitleri İran kökenli olduklarını belirtmiştir. Hazar Devletinin yıkılmasından sonra Peçenekler, Oğuzlar ve Berendiler arasında çatışmalar vukuu bulmuştur. Fakat kalıcı olmayı başaran ise Kıpçakladır. Bizansla ekonomik bağlarını geliştiren Kıpçaklar, Bizans ürünlerin Kırım dağlarının ötesine kadar nakledip Kiev Knezliğine kadar varıyor. (sf. 33) Doğu’dan Moğolların gelmesiyle bu düzen son bulmuştur. Yazar kısa Cengiz Han tarihini anlatırken, ordularının fetihleri sırasında ele geçirdiği Türkî gruplar olduğundan bahsetmektedir. (sf. 35)

Cengiz Han’ın vefatı üzerine Ukranya’dan, Kafkas Dağlarına kadar uzanan geniş bir bölgede Altınorda devleti adını almıştır. Bugün Müslümanların içeresinde bulunduğu durumu 1204 yılında Hristiyanlar kendi içlerinde mezhep savaşı veriyorlardı. Batı Avrupalı Hristiyanlar, bölücü olarak gördükleri, Doğu Ortodoks Hristiyanları ile savaşmaktadır. Bu süreçte 1220’ler tarihinde Selçuklular, Mezhep savaşı içinde ki Hristiyan Bizans elinde ki kıyı bölgeleri ele geçirmiş ve “Altınorda ile sıkı ilişkileri Anadolu’dan Türki (Oğuz) yerleşimcilerin, özellikle de 13. Yüzyılın ikinci yarısında, Kırım bozkırlarına akın etmelerini doğurdu.” (sf. 38)

Altınorda devleti yıkılmadan 1428 yılında, Hacı Giray da, diğer hanlar gibi üzerinde hak iddia ettiği Altınordu tahtını ele geçirmek için, Lehistan Kralı ve Moskova Rus Prensi ile anlaşma yapmaktan çekinmedi. Bu arada, Kefe Cenevizlilerine karşı, Fâtih Sultan Mehmed Han ile de anlaştı. Hacı Giray, yerel Tatar beyleri tarafından Kırım’ı yönetmek üzere davet edilecektir. (sf. 43) Kırım hanı, 1502’de Saray şehrine hücum ederek Altınordu Devleti’nin yıkılmasına sebep olacaktır. Giray hanları mutlakiyetçi hükümdarlar değildi ve ülkeyi Kırım Tatar beylerinin aktif katılımıyla yönetiyorlardı. (sf. 49)

Kırım coğrafyası ticari faaliyetlerin yoğun bir şekilde kullanılan güzergâhtır. Bundan dolayı yıllardır doğu ve batı milletlerden gelenlerin tacirlere ve mallarına ev sahipliği yapmıştır. Kırım’ın ekonomi açısından temeli köle ticaretine dayanmakla (sf. 54) birlikte kürk ticareti de öne çıkmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğunu durumu kötüye gitmesiyle birlikte Kırım hanlarının ve beylerin payına düşen savaş ganimet gelirleri azalmıştır. Bu durum 1783’te II. Katerina döneminde Kırım devletine son vererek işgal etti. (sf. 59)

Rus Çarlığı Kırım’ı işgal ettikten sonra Kırım’ın demografik yapısını değiştirmiştir. Rusya ilk aşamada Kırım’dan Müslüman Tatar nüfusunu göç ettirmiş, göç edenlerin sayısının 10 ile 30 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. (sf. 63) İkinci aşamada ise Kırım’a dışarıdan Rus, Kazak, Alman gibi çeşitli toplulukları getirerek iskân etmiş. Rus Çarlığı tatarların Kırım’ı ilhak ettikten sonra kültürel değerlerini yok etmeye yönelik bir politika izlemiştir. Kırım Hanlığından kalma saraylar, parklar, çeşmeler, camiler bakımsızlıktan çürümeye terk edilmiş ya da bazı durumlarda kent temelli Rus imparatorluk idaresinin ihtiyaç duyduğu projelere yer açmak amacıyla kasten yıkılmıştı. (sf. 66) Kırım’dan Tatar nüfusu göçe zorlayan önemli nedenlerden biri bölgedeki Tatar nüfusun mülkiyet hakkının ellerinden alınması görünmektedir. 1820’lerden itibaren imparatorluk, Rusları Kırım’a yerleştirmekte ve ilerleyen yıllarda ise Kırım sakinlerinin 70 binden fazlasını Ruslar oluşturuyordu. (sf. 70) Takvimler 1863 yılını gösterdiğinde 140 binin üstünde Kırım Tatarının Osmanlı İmparatorluğuna kalıcı olarak göç etmiş ve bunun 784 köy boşaltılmıştır. (sf. 72) Rus İmparatorluğu hükümeti bu nüfus kaybını imparatorluğun diğer bölgelerinden Kırım’a yerleşmek isteyenlere özel parasal ve toplumsal ayrıcalıkla sağlayarak telafi etti. (sf. 74)

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rus İmparatorluk toplumunda devrimci dönüşümlere giden yol hazırlandı. Kırım Tatarları 1919 ve 1920 yıllarında Kırım’da devrim ve iç savaş döneminin aşaması oldu. (sf. 97) 1922 yılında Sovyet yetkilileri Arap alfabesi destekçilerini burjuva milliyetçisi olmakla suçladı. (sf. 113) Kırım Tatarı olan 3.500’e yakın devlet görevlisi, parti yöneticisi tutuklandı. 1931-35 yılları arasında ise yüzlerce camii kapatılması ve yarımadanın Müslüman din adamlarının çoğunun Sibirya’ya sürgüne gönderildi.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman işgalci güçleriyle aktif işbirliği yapmış olmak suçlanıp, 18 mayıs 1944’te Stalin emrni hayata geçirdi ve tüm Kırım Tatar nüfusunu sürmeye başladı (sf. 127) ve Kırımda fiilen etnik temizlik yapılıyordu. Ezici çoğunluğu oluşturan kadın ve çocukların üst üste kamyonlara doldurdular. Ölüm yaşlı, genç, zayıf dinlemiyordu. Susuzluktan ve pis kokudan ölen vardı. Savaş sonrası Sovyet rejimi bu idari değişikliğin yanı sıra Tatarlardan kalan tüm anıları ve Kırım’daki asırlık varlıkların izlerini silmeye girişti. (sf. 135)

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

23 Aralık 2017 Cumartesi

Unutmak ihanettir

Unutmayı, ihanet addeden bir zihniyete sahip birinin hikâyesidir bu.

Dünyadaki en büyük suçun ırkçılık olduğunu söyleyen aydının düşüncesine sahip bir adamın kitabı bu.

Ahlâk, utanmayı bilmektir diyebilen bir babanın oğluna aittir bu kitap.

Üç mühim soru soruyor bizlere belleğimizi tazelemek için:

1. Gazze’de kardeşinin biraz önceki patlamadan geriye kalan cansız bedenine bakan küçük kızın kara gözlerindeki acı, bundan sonra hangi toplumsal yaranın merhemi olur ki?

2. Filistin’deki çocuk, babasının onu korumak için siper ettiği gövdesini altından sağ çıkabilseydi eğer, bizim dünyamıza dair ne söyleyip ne yapacaktı kim bilir?

3. İki çocuğunu evde bırakıp işe giden genç annenin geride kalan yavrularının,çıkan yangında kanepenin arkasına sığınmakla kurtulacaklarını zannedip birbirlerine sarılmış halde bulunan cesetleri; hangi ekonomik göstergenin karşılığıdır sizce?

Dünya bizim için bir duraktır, mealinde olan İslam inancımıza göre tek düşüncesi bir ev satın almak için on yıllık ev kredisini alıp on yıl durmadan ev kredisini ödemekle uğraşan insanlara; Sicilyalı köylülerin kaç bin yıllık düsturunu bir kez daha bize göstermiştir bu:

Yalnızca, öldüğümüz yer bizimdir.

Suriyeli mültecilere ansızın ve iyi niyetle sorduğu "Size nasıl yardımcı olabilirim,neye ihtiyacınız var sizin” sorusuna ağlamaklı ve bir o kadar da hazin bir cevaba maruz kalan bir adamın hikâyesidir bu kitap: "Bizim, sadece güvene ihtiyacımız var, sadece güvene. Buraya geldiğimizden beri beş kız çocuğumuzu bizden çaldılar."

Havamız kirli, toprağımız verimsiz, bulutumuz asitli, şelalemiz mahpus, ırmağımız şaşkın, ağacımız kesilmiş, ormanımız yol olmuş.” diyen bir adamın hikâyesidir bu.

Mekân ile yer kavramını doyurucu bir tanımlamayla ayırt eden adamın hikâyesidir bu.

İyi yazının “kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna” inanan naif bir düşünceye sahip bir adamın hikâyesidir bu.

İyi bir filmin “Başka bir dille oynamasının, ondan etkilenmeyeceğimiz” anlamına gelmeyeceğini dile getiren bir olgunluğa sahip adamın hikâyesidir bu.

Kendi yaşam öyküsünden on beş yıl öncesinde anlattığı “seyirci ve edilgen” bir olayı, on beş yıl sonrasında “fail ve etken” olarak anlatmasını ise şu cümlenin anlamına yürekten inandığı için anlatır: “Devrim gibidir bazı başlangıçlar, inanır ve vazgeçmezseniz eğer, mutlaka gerçekleşir.

Ülkemizde yazmaktan, okumaya vakit ayıramayanlar için şu cümleyi kuran bir adamın hikâyesidir bu: “Okumak, bende yazmak denen eylemi de aynı anda doğurdu.

Gogol’un Ölü Canlar’ını okuduğu günlerde, kitabın ikinci cildini bir çılgınlık anında şöminede yaktığını öğrendiğinde içinden “ah!” iniltisine benzer bir acı hisseden adamın hikâyesidir bu.

Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim.” diyen bir adamın hikayesidir bu.

Rüyalarımızı, kalplerimizden başka soracağımız hiç kimsemiz yok.” diyebilen naif bir ruha sahip bir adamın hikâyesidir bu.

Oyunculuk kariyeri için kendi kendisine içinden şunları geçiren bir adamın hikâyesidir bu: “Sakın rol yapmaya kalkma, rezil olursun.

Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum diyen bir adamın hikâyesidir bu.

Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya olduğunu belirten bir açık sözlülüğe sahip bir adamın hikâyesidir bu.

Abdulkerim Bülbül

21 Aralık 2017 Perşembe

IŞİD zihniyetinin arka planı

Her ne kadar son dönemde etkisi biraz azalsa da geçtiğimiz birkaç yılın en popüler konularından birisi IŞİD idi. IŞİD ve gündeme getirdikleri başta Orta Doğu olmak üzere İslam’dan sekülarizme, siyasetten ekonomiye, tarihten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye, insan haklarından çevreye ve sanattan kültüre kadar oldukça geniş bir alanı ilgilendiren/etkileyen bir ‘gerçekliktir’. Dahası sadece bu coğrafyanın gündemine değil, geçtiğimiz dönemde, dünya siyasetine de damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. IŞİD bağlamında bizi ilgilendiren en önemli durum konunun İslam ile ilgili oluşu. Buradaki İslam kavramı, en yalın anlatımla, Müslümanların hâlihazırda yaşadığı din eksenli kültürel birikim ve İslam’ı konu edinerek bu yaşantıyı gerekçelendiren b/ilim dallarının ortaya koyduğu literal birikim olarak açımlanabilir. Konu bu hâliyle IŞİD’i aşan bir özelliğe bürünüyor ve sağduyulu şekilde derinlemesine bir analiz gerektiriyor. Bu değerlendirmede ele alacağımız kitap, yazarının da belirttiği gibi, “tüm eksiklerine rağmen” tam da bu noktaya tekabül ediyor diyebiliriz.

"Modern Dünyada İslami Yaklaşımlar" alt başlığıyla NotaBene Yayınları’ndan çıkan Peygamber'den IŞİD’e adlı yüz kırk sayfalık çalışmanın yazarı Ali Murat İrat. Yazarı önceki çalışmalarından tanıyanlar benzeri konulara çok uzak olmadığını bilir. Bu çalışma özelinde belirtmek gerekirse, farklı taraflara çekilmemeye gayret edilen konu sağduyulu bir yaklaşımla ele alınmış diyebiliriz.

Meseleyi en baştan analiz etmeye çalışan yazar konuya Selefilik kavramını irdeleyerek başlıyor. Selefilik kavramının ne olduğunu, nasıl ve nereden neşet ettiğini ortaya koymaya çalışıyor. Daha sonra Selefi görüşün günümüz temsilcisi olarak tanımlanan gruplar üzerinden ‘öteki’ Müslümanlar ile bu grupların etkileşimi ve Müslümanların tarihsel süreç içinde akıl ile olan “sorunlu” ilişkileri analiz ediliyor. Yazar ayrıca, Selefi görüşün önde gelen temsilcilerini ele alarak Selefi zihniyetinin zaman içinde geçtiği aşamalara değiniyor. Modernist olarak değerlendirilen Müslüman düşünürleri İslam’ı anlamak üzerinden değerlendiren İrat, itikadi tavrın siyasi açılımlarına, dönüşümlerine değiniyor. İslam ile politikliğin ilişkisi, özgürlük sorunsalı, ayrışmada Araplık-Şiilik gerilimi ve bu gerilimin ortaya çıkardığı şeriat karmaşası kitaptaki diğer konular arasında yer alıyor. Baştaki bölümlere göre daha kısa tutulan son bölümlerin konularını, Türkiye toplumunun İslami anlayışı, Müslümanların zaman algısı, heretik addedilen gruplar ve kitaba dair genel bir değerlendirme şeklinde sayabiliriz. Yazar, tüm bu konular bağlamında kendini dinin tek temsilcisi addeden her bir grubun ortaya koyduğu itikadi olmaktan çok siyasi yorumun “şeriat” olduğuna dair görüşlerin çelişkilerini ortaya koymaya çalışmış. Meseleyi etraflıca analiz etmek için konunun kökenine inme çabasına giren yazar, ele aldığı sorunu Allah Resulü’nün vefatıyla başlatıyor. Buna göre, Müslümanlar tarafından yüceltilse de dört halife devri sorunların başladığı dönemdir. Bu güne kadar geçen süreçte oluşan kırıklar o dönemin çatlaklarının sonuçlarıdır ve değişen zaman ve mekânla birlikte ortaya çıkan ayrışmalar neticesinde oluşan yeni şartlar karşısında Müslümanların ilahi mesajı gündelik yaşam üzerine yorumlamada başarısız olmaları sorunları daha da büyütmüştür. O dönem ortaya çıkan ayrılıkçı tarafların birbirleri hakkındaki tekfirci görüşleri bugünkü tekfirci anlayışın izdüşümüdür. Peygamberden sonra ortaya çıkan ayrılıklar içinde katı nakilciliği benimseyen Selefi anlayışın takipçilerinden olan IŞİD ve benzeri yapılanmaların hem teoride hem de pratikte kayda değer bir geçmişe sahiptir. IŞİD yapılanmasının devletleşme sürecini ele alan yazar, söz konusu yapılanmanın tarihi teolojik kökenlerinin yanında var olan bu alt yapıya konjonktürün eklenmesiyle IŞİD’in devletleşmesini sağladığını belirtiyor. Yazar göre Müslümanların yaşadığı coğrafyaya on yıllardır yapılan saldırı, katliam ve işgaller ilk dönemden beri var olan ama yeterli desteği bulamayan Selefi düşünceyi harekete geçirerek devlet kurmaya kadar götürmüştür.

Söylemek istedikleri göz önüne alındığında, yazar, oldukça kapsamlı bir konuyu başarılı bir özet çalışma hâlinde sunmuş diyebilirim. Genelden daha özele inildiğinde, gerek Türkiye için yaptığı analizlerde gerekse kitabın tamamında Türkiye’yle ilgili değinilerinde Alevilik ve Bektaşiliği konuya dâhil eden yazar, Sünniliğin bir asimilasyon ve/veya bir iktidar aracı olarak kullanılıp kullanılmadığını sorguluyor. Ayrıca, bu sorgulamaya bölgedeki etnik toplumları ekleyerek bu grupların genel kabul tarafından heretik olarak nitelendirilmelerinin nedenleri üzerinde duruyor.

Kitap boyunca epeyce tespit yaparak çözüm önerisi sunmaya çalışan yazar, “okuyucunun kişisel birikimi hiç kuşkusuz bu kitapta bahsedilmemiş birçok farklı konu başlığını da ortaya çıkaracak ve kitabın eksikliğini yüzüne vuracaktır” diyerek okuyucuya anlamlı bir açık kapı bırakıyor. Ali Murat İrat’ın yaptığı tespitlerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Kendi içinde müsamahası olmayan ve sorun üreten bir yapı olarak yekvücut olamayan İslam dünyasının bütüncül bir siyaset üretmesi de mümkün görünmemektedir. İslam’ı siyasal ve siyasal olmayan şekilde ayrıma tabii tutmak hatalı bir yaklaşımdır. Türkiye toplumu Sünnilik de dâhil Alevilik ile sağlıksız bir ilişki içerisindedir. İslam bugün yapıbozumuna uğratılarak şiddet yanlısı ve totaliter bir şekle dönüştürülmektedir. Yazarın yaptığı birçok tespit içinde benim en ilginç bulduğum ise, ‘Marksizm’in düştüğü tuzağa “İslamcılar” da düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarının farkında olmadıkları’ şeklinde özetlenebilecek olanı diyebilirim. Liberallerin toplumu birey eksenli değerlendirmelerine karşı Marksistlerin toplumu sınıf eksenli okumaları modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkmalarına neden olmuştu diyen yazar İslamcıların da aynı şeyi yaparak yani modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkarak Batı’nın istediği gibi davrandığını belirtiyor. Buradaki bir diğer ilginç nokta ise, modernizmin -bir anlamda Batı’nın- dayattığı şeylere karşı çıkışın yine Batı’dan ithal edilen yol ve yöntemlerle yapılmasıdır. Yazar, yaptığı bu tespiti, “İslamcıların her şeyden önce söylemsel bir değişiklik oluşturmaları şarttır. Aksi halde modern Ortodoks solun içinde düştüğü bunalıma düşmek üzeredir ve sözü edilen bunalım onları yok ederken diğer İslami anlayışlara da zararlar verecektir” diyerek çözüm önerisine dönüştürüyor ve belki geç kalınmadığını ama zamanın hızla aleyhte aktığını da belirtiyor. Kitapta hem tarihsel açıdan hem de güncel durum bağlamında yapılan değerli tespitler sunulan çözüm önerilerini gölgede bırakıyor diyebilirim. Gerçi çözüm önerilerini bir kenara bırakırsak İslami camiadan bu kadar rasyonalist ve cesur analizlerin azlığı göz önüne alındığında yapılan tespitlerin önemi daha bir artıyor.

Yukarıda da değindiğim gibi, genel çerçeve ve ana fikir açısından başarılı bulmama rağmen yer yer İslami terminoloji ve literatüre dair eksiklikler olan eser için en bariz eleştirim, yazarın İslam’ın bir paradigmaya sahip “ol(a)maması” şeklinde yaptığı çıkarım. Bunun yanında yazar, İslam ile diğer inançlar/dinler arasında bir değerlendirme yaparken hemen hemen herkesin düştüğü hataya takılmaktan kurtulamıyor maalesef. Öyle ki, iman bağlamında teslis inancını Tevhit inancıyla özdeşleştirebiliyor (sf.73). İslam’a göre Allah’ın insanlara peygamberler aracılığıyla ilettiği tek din İslam’dır ve dolayısıyla farklı zaman dilimlerinde insanlara tebliğ yapmış olan tüm peygamberler ‘aynı’dan ziyade tek bir dinin, Tevhit dininin elçileridir. İlahi dinler, tevhidi dinler, İbrahimi dinler ya da semavi dinler tanımlamasıyla kastedilen şey farklı olsa bile İslam’ın en temel kavramı olan Tevhit kavramı üzerine bu denli aşikâr bilgiye sahip ‘ol(a)mayan’ birisinin ‘İslami paradigma’nın ol(a)mayacağını iddia etmesi basit kalıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Ses getiren öyküler

Türk edebiyatında yeni öykücüler ve romancılar ile bolca tanıştığımız bir yıl geride kalıyor. Bu isimlerin kimileri genç, yani ilk kitaplarını ortaya koydular. Kimileri ise olgunluk döneminde, dergi kökenli yahut senaryo-film çalışmaları sebebiyle kitaplarını geç yayınlama imkânı buldular. Her ikisi de okuyucu için umut verici, kamçılayıcı. Bize yeni tanışıklıklar lâzım, yeni heyecanlar ve yeni dirilişler. Farklı boyutlardan bakan yeni yüzler, sesler, kelimeler. Ancak elbette bu yeniliğin ardında yazarın özgünlüğünü görmeyi istemek de hakkımız. Bu arayışlarımız bize yaşam gücü katıyor.

Ahmet Kırkavak, "Özgürlük Şarkısı" adlı öyküsünü 2015’te Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor projesi kapsamında Açık Radyo’da seslendirmiş bir isim. Uzun metraj ve kısa metraj film ödülleri var. Yani bilinen bir isim aslında. İthaki Yayınları kitabını Kasım 2017'de neşretti. "Kısa Yazmaya Çalıştığım Öyküler" altbaşlığını taşıyor. "Yazarından Kitabın Müzik Listesi" ile biten kitabın "Ödünçleme ve Teşekkür" bölümü ilginç. Burada yazar, "Başlangıç" ve "Zamanın O Belirsiz Çağrısı" öykülerinde Borges'ten ne derece etkilendiğini açıklığa kavuşturuyor. Takdir elbette okuyucunun.

"Okur hem dünyada hem de hayatta yolculuk eden gezgindir" der Alberto ManguelGezgin, Kule ve Kitapkurdu adlı eserinde. Bu gezginlik hâlini yazarın, okuyucuya yansıttığı görsel dünyası zenginleştirir muhakkak. Ama bir de müzik olmalı kimi okuyucu için. Şahsen müzik arıyorum okuduklarımda. Hem cümlelerdeki ahenk anlamında hem de hikâyenin içinde yer almış bir şarkı anlamında. Kırkavak belli ki şarkılarla yaşayan biri ve öykülerinde de bu tip karakterleri kurguluyor. Mesela kitabın ikinci öyküsü olan Aşk'ta hayatı son derece rutin giden bir muhasebecinin kemana olan aşkını görüyoruz. Aslında onu kemana aşık eden de başka bir kemancı. Hatta onun sahnedeki ahengi. Öykü aynı zamanda Mendelssohn, Bach, Paganini, Mozart gibi isimlerin bazı eserlerini hatırlatıyor ve hatta dinleme iştahı veriyor. Öyküdeki karakterin nota öğrenmeyi aklından bile geçirmemesi, kendini tamamen duyduklarına vermesi, özünü keşfetme gayreti gerçek bir sanat aşkını izah ediyor: "Her akşam daha önce hissettiği sorunlu bölümleri çalışıyor ve en sonunda bölümü baştan sona çalıyordu. Ve bir gübn kendisini de tatmin edecek biçimde bölümü baştan sona çaldı. Bitirdiğinde daha önce keman çalışını sürekli gözlemlediği aynanın önünde kendisindeki değişimin farkına vardı. Bir düşten uyanmış gibiydi. Kendi kendine yaşayan muhasebeciden çok daha farklı biriyle karşı karşıya olduğunu görerek kendini inceledi. Evet, tümüyle farklıydı. Çekmeceden yedi yıl önceki konser programını çıkarıp solistin fotoğrafına baktı, gülümsedi." [sf. 18]

Yeşil Panjurlu Ev öyküsünde senaryo konusundaki becerisini konuşturmuş Kırkavak. Bu kısa öykü, biraz nostalji kokan ama cesur, her bölümünde dallanıp budaklanması mümkün bir dizi gibi. Burada Yıldız Tilbe'nin İki Kadın Bir Adam'ına benzer, hikâyesi olan bir şarkı gerekiyordu gibi geldi bana. Güzel bir fon müziği olabilirdi öyküye, yakışırdı. Bu elbette tercih meselesi ama bazen okuyucu bir şey arıyor, tamamlayıcı bir şey. Fotoğraf da olabilir...

Askerlik anıları, ilk sevdalanmalar, yollar... Ahmet Kırkavak'ın öykülerinde müzik kadar yollar da geniş bir yer kaplıyor. Bazen trenleri bazen de rayları konuşturan Kırkavak, Demiryolu Hikâyecisi öyküsüne Oğuz Atay'ı saygı ve sevgiyle anarak, "affına sığınarak" başlıyor. Yine sinematografik bir öykü.

Trenin anlattıklarıdır: "Nedense sevince değil hüzne, kavuşturmaktan çok ayrılığa yakıştırılırız. Sevgililer, asker anaları, gurbete düşenler düşmandır bize. Adımızı "kara tren"e çıkardılar. Çok beddua ve kahır yollanmıştır arkamızdan. Zamanla yavaşlayıp, yavaşlığımızla dile düştüysek bu ilenmelerin de payı vardır." [sf. 84-84]

Lokomotifin de anlatacakları vardır: "Gitmediğim köşe bucak kalmadı bu memlekette. İstasyonlarını, köprülerini, tünellerini, su depolarını, makaslarını üzerlerine sindirdiğim kokudan tanırım. Devamlı yük, yolcu, araba, odun, kömür, kahır, keder, halı-heybe, denk, hayal, hayal kırıklığı, sığır, eşek, bavul, çuval, umut, sevinç, horoz, bohça, maden, sevda, hınç, gaste, kütük, kaçamak bakış, öğrenci, kasket, ihanet, hasret, simit, elma, gurur, sepet, küspe, patates, kiraz taşıdım. Artık yoruldum, takatim kalmadı. İçimde biteviye yanan ateş sönmeye yüz tuttu." [sf. 85]

Kitabın sonundaki müzik listesinden bahsetmeyeceğim, gerçekten özel seçilmiş eserler var. Hani öyle okurken dinleme gibi bir klişeden bahsetmiyorum. Okuduktan sonra dinleyin, dinlenin. Zaten öyküler de öyle; sade, hafif, ahenkli...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Roman krizde mi?

Roman, yaşadığımız yıllarda en çok eleştirisi yapılan ve en çok dedikodusu edilen türlerden biri. Çok okunuyor, çok yazılıyor ve sık sık da öldüğü yahut krizde olduğu ilan ediliyor. Romanla ilgili tanımların çoğalması sebebiyle bir metnin roman olduğunu ispatlamayı neredeyse imkânsız hale getirdi mesela. Yine de bir kriz varsa bunun bir hayat belirtisi olduğunu ve romanın bilinen haliyle ve hatta ismiyle olmasa bile sahip olduğu dönüşüm potansiyeli ile bize pek çok imkân sunduğunu söyleyebiliriz. Ancak öncelikle mevcut durumun tespit edilmesinde fayda var.

Ertan Örgen’in Romanın Krizi adlı çalışması tam bir durum tespit kitabı niteliğinde. Ancak bu noktada ihtar etmem gereken bir şey var. İyi bir tespit kitabı her zaman için tespitten biraz daha fazlasıdır. Çünkü iyi bir tespit için sağlam bir eleştirel perspektife sahip olmak “olmazsa olmaz” bir özelliktir. Aksi doğru olsaydı o eski ansiklopedik telefon rehberlerini aşamamış olurduk. Varolanı listelemek bir tespit yapmak anlamına gelmez. İyi bir durum tespiti için öncelikle varolan kaostan anlaşılabilir bir kozmos inşa etmek gerekir.

Evet, dünyada uzunca bir zamandır romanın krizinden söz ediliyor. Ancak meseleye Türkiye’den bakınca roman bize bir krizin eşliğinde geldiğinden Türk romanının temel meselelerinden biri de hep “kriz” oldu. Batılılaşma maceramızla tanıştığımız (Kemal Tahir notlarında özellikle “batılaşma” imlasıyla yazmayı tercih eder) roman türü, bizim geleneksel anlatı külliyatımızın ve bu külliyatı mümkün kılan gerçeklik algımıza yabancıydı. Zira romanı inşa eden “birey” kavramına yabancıydık. Batılılaşma maceramız askerlikteki yenilgilere çare bulma kaygısıyla başlamış olsa da taşın suya düştüğü noktadan yayınlan halkalar zamanla bütün zihin havuzumuzu etkiledi ve değiştirdi. Ertan Örgen de isabetli bir seçimle Romanın Krizi’ne tam o dalgalardan başlıyor. Bir kimlik krizinin yedeğinde edebiyatımıza giren roman türü, o krizin iniş çıkışlarının izlenebileceği bir sismograf işlevine de sahip. “Türk romanındaki krizin durduğu yer Batı ile temas ve dönüşüm çabalarıdır.” diyen Örgen, kitabında hem yazarların fikirleri hem de eserleri inceleyerek “batılaşma” krizinin romandaki izdüşümlerini analiz ediyor.

Bireyin devreye girmesiyle bir tema olarak “kötülülük” de başka bir mahiyet kazanıyor. Nitekim yakınlarda vefat eden Şerif Mardin de yıllar önce bir yazısında Batı’da şeytanın “özerkliğinden” söz etmiş bunun bireyciliğin şekillenmesindeki rolüne dem vurmuştu. Bizim romanımızda Nahid Sırrı Örik’in bu anlamda neredeyse bir ilk olduğuna işaret eden Örgen ise sosyal yapının değişmesine bağlı olarak edebiyatın da bir dönüşüm yaşadığını vurgular. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Orhan Pamuk üzerinden bu temanın izini sürer.

Modern öznenin doğuşu ile başlayan romanın, modern öznenin tüketilmesine bağlı olarak nihayete erdiğini söyleyen pek çok eleştirmen mevcut. Hatta şu anda romanın bittiğini söyleyen literatürün bir kütüphane dolduracak kadar metne sahip olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen Adorno, romanın da popüler edebiyat tsunamisine yenik düştüğünü vurguluyor. Ertan Örgen ise bir son ilan etmese de mevcut durumun “devam edemez” olduğuna işaret ediyor. “Kriz iddiamızın özü, romanı doğuran birey ve burjuva değerlerinin tüketilmesi ile romanı kuran şartların ortadan kalkışıdır” diyen Örgen, anlatma biçiminin ve öznenin yeni şartlara göre dönüşmesinin şart olduğuna işaret ediyor. “Roman nereye gitmektedir? Tükenecek veya dönüşecek midir? Öncelikle dönüşeceğini söylememiz gerekir. Çünkü anlatma, insan ve ilgileri var oldukça yaşayacaktır.” diyen Örgen’e göre “fantastiğin ve ironinin belirsizleştirdiği bir metafiziğin” çıkış yolu olabileceğini ama türün adının “roman” olarak kalmayabileceğini vurguluyor.

Ertan Örgen’in bu tahmini içinde yaşadığımız zaman diliminde “mümkün” değişimler içinde en “makul” olanlardan biri. Ancak yaşadığımız dönüşümlerin savrulma raddesine vardığı bir hız çağından geçtiğimize göre “makullerimizin” ve “mümkünlerimizin” de aynı kalmama ihtimali her zaman için mevcut. Yine de Örgen’in işaret ettiği bizi başka bir tür adı bulmaya zorlayacak kadar güçlü “dönüşüm” potansiyelini halen iliklerimize kadar hissediyoruz. Hem yeni bir tür ismi devreye girince, o türün tarihini yazanlar da yeni miladı geriye çekmek için birbirleriyle yarışırken şimdi roman olarak bildiğimiz ve okuduğumuz nice metni de o yeni türe dâhil etmekte tereddüt etmeyecektir zaten.

Ertan Örgen’in kaleme aldığı Romanın Krizi adlı çalışma 100 sayfalık hacminin ötesinde bir durum tespit kitabı. Bu kitabın “kısaltılmış” değil “muhtasar” bir eleştiri çalışması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhtasar kelimesi anlam itibariyle özet kelimesi ile karşılanamayacak bir boyuta sahiptir. Bir meramı özünden bir şey kaybetmeksizin en kısa şekilde anlatmayı ifade eder “muhtasar” kitaplar. Nitekim Ertan Örgen de Romanın Krizi kitabını, kimi akademik oyunlarla kolaylıkla 500 sayfalık bir tuğlaya dönüştürebilirdi. Ancak bunun yerine iddiasını ve tezini en yalın haliyle ifade etmekle yetinmiş. Umulur ki bu kitabın bahis açtığı tartışmalar, bu kitabın iki kapağı arasında kalmaz ve hem Ertan Örgen hem de başka yazarların mesaileriyle bir literatür inşa edilmesine önayak olur.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

17 Aralık 2017 Pazar

Akademik tarihçiliğimiz ne durumda, nereye gidiyor?

Herodot'la birlikte başladığı kabul edilen tarihçilik, hem tarihçiler nezdinde hem de tarih bilimi çerçevesinde birçok farklı yöne evrilmiştir. Sınıfların ve kurumların hâkimiyetinde yön verilmiş olan tarihçilik aydınlanma dönemine kadar bazen hanedanlıkların bazen de hükümdarların kontrolünde devam etmiştir. Zaman zaman bu kontrole dini çevreler de dâhil olmuştur. Fransız İhtilali'ne dek tarihçilik için "kentli entelektüel ve okumuşların çabalarıyla kurumsal bir konum elde etme yoluna girmiştir" diyor Ahmet Şimşek. İhtilalden sonra ise bilhassa ulusçuluk fikrinin etkisiyle Şimşek'e göre "her baskın topluluğun diğer topluluklar üzerinde bir tür egemenlik kurarak gerçekleştirdikleri yeni iktidar/devlet formu, sonrasında bu forma uygun bir ulus inşa etme çabaları" söz konusu olmuştur.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere üniversitelerinin kürsülerinde artık "profesyonel" tarihçiler görünmeye başlamıştır. Oxford ve Sorbonne kürsülerinde tarihin bir anlatı mı yoksa bilimsel bir eylem mi olduğu tartışılmıştır. I. Dünya Savaşı'nda tarihçilerin kendi ülkelerini ve devlet politikalarını objektiflikten oldukça uzak bir konumda savunmaları, tarih ilmine de tarihçilere de tabiri cazise zeval getirmiş, "inandırıcılık" ciddi anlamda sarsılmıştır. II. Dünya Savaşı'nın soğuk savaş iklimi, bir kez daha tarihçilerin kendilerine "çeki düzen" vermelerine imkân sağlamış, 1950'lerden sonra bu "mesleğin" ciddiyeti iyice belirginleşmiştir. 20. yüzyıldaki tarihçilik anlayışını en çok etkileyen ise Annales Okulu olmuştur: "20. yüzyılda tarihçilik alanında etkileri hala devam eden önemli bir çıkış, Annales Okulu olarak anılan dergi merkezli yapılanmadan gelmiştir. Annales Okulu, temelde büyük adamların, kronolojik olgu koleksiyonunun ve siyasi tarihin etkililiğini kökten eleştirmiş, halkın (sıradan insan) sosyo-ekonomik tarihini, genelde nicel verilerle (objektif ) sunmayı teşvik etmiştir. Profesyonel tarihçiliği en fazla etkileyen bu okul, yekpare bir yaklaşımı olmamakla birlikte disiplinler arası tarih çalışmalarını teşvik etmiştir." [sf. 12]

Türkiye'deki tarihçilik tartışmaları gündeme en çok II. Meşrutiyet'in ardından girmiştir. Hüseyin Daniş, Mehmet Akif, Ahmet Naim, Ahmet Mithat Efendi, Efdalüddin, Ahmet Hikmet ve Hamdullah Suphi gibi isimlerin yer aldığı encümenin hazırladığı rapor sonucunda, Darülfunun mektebinde ilk kez bir tarih-coğrafya programı ortaya çıkmıştır. Şimşek'in hatırlattığı gibi I. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’dan gelen Lehmann Haupt (Eskiçağ Tarihi), Mordtmann (Tarih Metodolojisi), E. Unger (Arkeoloji ve Eski Paralar) Türkiye’deki tarihçiliğin gelişmesine akademik katkı sağlamışlardır. Milli mücadele yıllarında ise Darülfünun tarih bölümünden Ahmet Refik, Şemseddin Günaltay, Abdurrahman Şeref Efendi, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi hocalar yeni kurulan Türk devletinin kültür ve eğitim politikalarında birçok projeye destek olmuşlardır. Türkiye'de "milli tarih"in inşa edildiği yeni dönem aynı zamanda romantik dönem olarak da adlandırılır. Bu dönemde Türk milliyetçiliğinin tarihçilik alanında büyük bir etkisi olmuş, zaman zaman muhalif tarihçiler tarafından bu durum şiddetle eleştirilmiştir.

Günümüzde tarihçilik hakkında en çok tartışılan konu "kişisel ikbal" uğruna yürütülen işler, onaylanan tezler ve kolayca hediye edilen unvanlardır. Şimşek şöyle yazıyor: "Türkiye’deki tarihçilere yönelik kamuoyunda gelişen güvensizliğin önemli kaynaklarından birinin son zamanlarda çeşitli TV programlarındaki bazı tarihçilerin konuşma ve iddialarının olduğu ortadadır. Neredeyse her gün arz-ı endam eden, isminin önünde Dr., Doç. ya da Prof. yazan bu akademisyenlerin “kişisel ikbal uğruna” bazı tartışmalı konularda tarih metodolojisinin tamamen dışında bir yaklaşımla, kaba ideolojik tespit ve yorumlarda bulunmaları, kamuoyunda tarihe ve tarihçilere duyulan güveni büyük ölçüde zedelemiş görünmektedir." [sf. 19]

Türkiye'de yürütülmekte olan "her şehre bir üniversite" projesiyle tarih bölümleri ciddi anlamda kalabalıklaşmakta, niceliğin artışıyla niteliğin iyice düştüğü görülmektedir. İlber Ortaylı'nın uzun zamandır uyarılarda bulunduğu bu konu, plansızlığın eğitim alanında ne gibi olumsuzluklara sebep olduğunun da göstergesidir.

Ahmet Şimşek ve Alaattin Aköz'ün editörlüğünde ve Kronik Kitap etiketiyle neşredilen Türkiye'de Akademik Tarihçilik, alanında ciddi emekler vermiş isimlerin önemli metinlerini barındırıyor. Şimşek önsözünde "anlama" merkezli olan bu metinlerle birlikte "umudumuz, tarihyazımı çalıştayları ve ondan neşet bulan bu tarz kitaplarla, Türkiye’deki tarihçiliğe yeni soluklar getirmek, çalışmaların daha nitelikli ve zengin olması için katkı sağlamaktır" diyor. Kitap, Zafer Toprak'ın Türkiye'deki akademik tarihçilik üzerine çıkardığı bilançoyla başlıyor. İlhan Tekeli, akademik tarihçilik üzerine beklentilerden bahsederken, Hakan Kaynar "akademi yeniliğe engel mi?" diye soruyor. Mehmet Ö. Alkan'ın resmi tarih tartışmalarının neresinde olduğumuza dair yaptığı önemli sorgulamadan sonra İbrahim Turan akademik tarih yazımıyla tarih ders kitabı yazımı arasındaki farkları ortaya seriyor. Proje temelli tarih çalışmalarının neden ve nasıl olduğunu Mehmet Yaşar Ertaş, tarihçiler ve TÜBİTAK projelerini ise Arif Bilgin anlatıyor. Son olarak Yunus Koç, defteroloji çalışmaları üzerine bir değerlendirme yapıyor.

Çalıştay bildirilerinin akabinde bazı tarihçilerin yaptığı değerlendirmeler de kitabın sonunda yer alıyor. Toplantıya ilk kez katıldığını belirten Ahmet Yaşar Ocak'ın değerlendirmesindeki şu noktalar çok önemli: "Kültür ve zihniyet tarihçiliği benim için son derece önemli. Ben bunu defalarca da söyledim. Özellikle Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık’ın karizmatik şahsiyetleri ve yaptıkları çalışmaların parlaklığı karşısında Osmanlı tarihçiliği alanında, -epeyce hakikaten başlangıcından bugüne kadar olan neticeleri düşünürsek-, bayağı bir mesafe alındı. Çok büyük hizmetler yapıldı. Fakat Türk tarihçiliğinin, Türkiye tarihçiliğinin, öyle diyelim, bana göre en zayıf noktası, kültür ve zihniyet tarihçiliği noktasıdır."

Türkiye'de Akademik Tarihçilik, bu alanda ihtisas yapmak isteyenlerin yanı sıra tüm tarih meraklılarının da başvurması gereken bir kitap. Çünkü kimler tarihçilik yapıyor ve nasıl yapıyor sorusunun önemli karşılıkları olmalı bizde. Bilhassa bu mesele için kitap önem arz ediyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf