Unutmayı, ihanet addeden bir zihniyete sahip birinin hikâyesidir bu.
Dünyadaki en büyük suçun ırkçılık olduğunu söyleyen aydının düşüncesine sahip bir adamın kitabı bu.
Ahlâk, utanmayı bilmektir diyebilen bir babanın oğluna aittir bu kitap.
Üç mühim soru soruyor bizlere belleğimizi tazelemek için:
1. Gazze’de kardeşinin biraz önceki patlamadan geriye kalan cansız bedenine bakan küçük kızın kara gözlerindeki acı, bundan sonra hangi toplumsal yaranın merhemi olur ki?
2. Filistin’deki çocuk, babasının onu korumak için siper ettiği gövdesini altından sağ çıkabilseydi eğer, bizim dünyamıza dair ne söyleyip ne yapacaktı kim bilir?
3. İki çocuğunu evde bırakıp işe giden genç annenin geride kalan yavrularının,çıkan yangında kanepenin arkasına sığınmakla kurtulacaklarını zannedip birbirlerine sarılmış halde bulunan cesetleri; hangi ekonomik göstergenin karşılığıdır sizce?
Dünya bizim için bir duraktır, mealinde olan İslam inancımıza göre tek düşüncesi bir ev satın almak için on yıllık ev kredisini alıp on yıl durmadan ev kredisini ödemekle uğraşan insanlara; Sicilyalı köylülerin kaç bin yıllık düsturunu bir kez daha bize göstermiştir bu:
“Yalnızca, öldüğümüz yer bizimdir.”
Suriyeli mültecilere ansızın ve iyi niyetle sorduğu "Size nasıl yardımcı olabilirim,neye ihtiyacınız var sizin” sorusuna ağlamaklı ve bir o kadar da hazin bir cevaba maruz kalan bir adamın hikâyesidir bu kitap: "Bizim, sadece güvene ihtiyacımız var, sadece güvene. Buraya geldiğimizden beri beş kız çocuğumuzu bizden çaldılar."
“Havamız kirli, toprağımız verimsiz, bulutumuz asitli, şelalemiz mahpus, ırmağımız şaşkın, ağacımız kesilmiş, ormanımız yol olmuş.” diyen bir adamın hikâyesidir bu.
Mekân ile yer kavramını doyurucu bir tanımlamayla ayırt eden adamın hikâyesidir bu.
İyi yazının “kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna” inanan naif bir düşünceye sahip bir adamın hikâyesidir bu.
İyi bir filmin “Başka bir dille oynamasının, ondan etkilenmeyeceğimiz” anlamına gelmeyeceğini dile getiren bir olgunluğa sahip adamın hikâyesidir bu.
Kendi yaşam öyküsünden on beş yıl öncesinde anlattığı “seyirci ve edilgen” bir olayı, on beş yıl sonrasında “fail ve etken” olarak anlatmasını ise şu cümlenin anlamına yürekten inandığı için anlatır: “Devrim gibidir bazı başlangıçlar, inanır ve vazgeçmezseniz eğer, mutlaka gerçekleşir.”
Ülkemizde yazmaktan, okumaya vakit ayıramayanlar için şu cümleyi kuran bir adamın hikâyesidir bu: “Okumak, bende yazmak denen eylemi de aynı anda doğurdu.”
Gogol’un Ölü Canlar’ını okuduğu günlerde, kitabın ikinci cildini bir çılgınlık anında şöminede yaktığını öğrendiğinde içinden “ah!” iniltisine benzer bir acı hisseden adamın hikâyesidir bu.
“Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim.” diyen bir adamın hikayesidir bu.
“Rüyalarımızı, kalplerimizden başka soracağımız hiç kimsemiz yok.” diyebilen naif bir ruha sahip bir adamın hikâyesidir bu.
Oyunculuk kariyeri için kendi kendisine içinden şunları geçiren bir adamın hikâyesidir bu: “Sakın rol yapmaya kalkma, rezil olursun.”
Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum diyen bir adamın hikâyesidir bu.
Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya olduğunu belirten bir açık sözlülüğe sahip bir adamın hikâyesidir bu.
Abdulkerim Bülbül
23 Aralık 2017 Cumartesi
21 Aralık 2017 Perşembe
IŞİD zihniyetinin arka planı
Her ne kadar son dönemde etkisi biraz azalsa da geçtiğimiz birkaç yılın en popüler konularından birisi IŞİD idi. IŞİD ve gündeme getirdikleri başta Orta Doğu olmak üzere İslam’dan sekülarizme, siyasetten ekonomiye, tarihten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye, insan haklarından çevreye ve sanattan kültüre kadar oldukça geniş bir alanı ilgilendiren/etkileyen bir ‘gerçekliktir’. Dahası sadece bu coğrafyanın gündemine değil, geçtiğimiz dönemde, dünya siyasetine de damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. IŞİD bağlamında bizi ilgilendiren en önemli durum konunun İslam ile ilgili oluşu. Buradaki İslam kavramı, en yalın anlatımla, Müslümanların hâlihazırda yaşadığı din eksenli kültürel birikim ve İslam’ı konu edinerek bu yaşantıyı gerekçelendiren b/ilim dallarının ortaya koyduğu literal birikim olarak açımlanabilir. Konu bu hâliyle IŞİD’i aşan bir özelliğe bürünüyor ve sağduyulu şekilde derinlemesine bir analiz gerektiriyor. Bu değerlendirmede ele alacağımız kitap, yazarının da belirttiği gibi, “tüm eksiklerine rağmen” tam da bu noktaya tekabül ediyor diyebiliriz.
"Modern Dünyada İslami Yaklaşımlar" alt başlığıyla NotaBene Yayınları’ndan çıkan Peygamber'den IŞİD’e adlı yüz kırk sayfalık çalışmanın yazarı Ali Murat İrat. Yazarı önceki çalışmalarından tanıyanlar benzeri konulara çok uzak olmadığını bilir. Bu çalışma özelinde belirtmek gerekirse, farklı taraflara çekilmemeye gayret edilen konu sağduyulu bir yaklaşımla ele alınmış diyebiliriz.
Meseleyi en baştan analiz etmeye çalışan yazar konuya Selefilik kavramını irdeleyerek başlıyor. Selefilik kavramının ne olduğunu, nasıl ve nereden neşet ettiğini ortaya koymaya çalışıyor. Daha sonra Selefi görüşün günümüz temsilcisi olarak tanımlanan gruplar üzerinden ‘öteki’ Müslümanlar ile bu grupların etkileşimi ve Müslümanların tarihsel süreç içinde akıl ile olan “sorunlu” ilişkileri analiz ediliyor. Yazar ayrıca, Selefi görüşün önde gelen temsilcilerini ele alarak Selefi zihniyetinin zaman içinde geçtiği aşamalara değiniyor. Modernist olarak değerlendirilen Müslüman düşünürleri İslam’ı anlamak üzerinden değerlendiren İrat, itikadi tavrın siyasi açılımlarına, dönüşümlerine değiniyor. İslam ile politikliğin ilişkisi, özgürlük sorunsalı, ayrışmada Araplık-Şiilik gerilimi ve bu gerilimin ortaya çıkardığı şeriat karmaşası kitaptaki diğer konular arasında yer alıyor. Baştaki bölümlere göre daha kısa tutulan son bölümlerin konularını, Türkiye toplumunun İslami anlayışı, Müslümanların zaman algısı, heretik addedilen gruplar ve kitaba dair genel bir değerlendirme şeklinde sayabiliriz. Yazar, tüm bu konular bağlamında kendini dinin tek temsilcisi addeden her bir grubun ortaya koyduğu itikadi olmaktan çok siyasi yorumun “şeriat” olduğuna dair görüşlerin çelişkilerini ortaya koymaya çalışmış. Meseleyi etraflıca analiz etmek için konunun kökenine inme çabasına giren yazar, ele aldığı sorunu Allah Resulü’nün vefatıyla başlatıyor. Buna göre, Müslümanlar tarafından yüceltilse de dört halife devri sorunların başladığı dönemdir. Bu güne kadar geçen süreçte oluşan kırıklar o dönemin çatlaklarının sonuçlarıdır ve değişen zaman ve mekânla birlikte ortaya çıkan ayrışmalar neticesinde oluşan yeni şartlar karşısında Müslümanların ilahi mesajı gündelik yaşam üzerine yorumlamada başarısız olmaları sorunları daha da büyütmüştür. O dönem ortaya çıkan ayrılıkçı tarafların birbirleri hakkındaki tekfirci görüşleri bugünkü tekfirci anlayışın izdüşümüdür. Peygamberden sonra ortaya çıkan ayrılıklar içinde katı nakilciliği benimseyen Selefi anlayışın takipçilerinden olan IŞİD ve benzeri yapılanmaların hem teoride hem de pratikte kayda değer bir geçmişe sahiptir. IŞİD yapılanmasının devletleşme sürecini ele alan yazar, söz konusu yapılanmanın tarihi teolojik kökenlerinin yanında var olan bu alt yapıya konjonktürün eklenmesiyle IŞİD’in devletleşmesini sağladığını belirtiyor. Yazar göre Müslümanların yaşadığı coğrafyaya on yıllardır yapılan saldırı, katliam ve işgaller ilk dönemden beri var olan ama yeterli desteği bulamayan Selefi düşünceyi harekete geçirerek devlet kurmaya kadar götürmüştür.
Söylemek istedikleri göz önüne alındığında, yazar, oldukça kapsamlı bir konuyu başarılı bir özet çalışma hâlinde sunmuş diyebilirim. Genelden daha özele inildiğinde, gerek Türkiye için yaptığı analizlerde gerekse kitabın tamamında Türkiye’yle ilgili değinilerinde Alevilik ve Bektaşiliği konuya dâhil eden yazar, Sünniliğin bir asimilasyon ve/veya bir iktidar aracı olarak kullanılıp kullanılmadığını sorguluyor. Ayrıca, bu sorgulamaya bölgedeki etnik toplumları ekleyerek bu grupların genel kabul tarafından heretik olarak nitelendirilmelerinin nedenleri üzerinde duruyor.
Kitap boyunca epeyce tespit yaparak çözüm önerisi sunmaya çalışan yazar, “okuyucunun kişisel birikimi hiç kuşkusuz bu kitapta bahsedilmemiş birçok farklı konu başlığını da ortaya çıkaracak ve kitabın eksikliğini yüzüne vuracaktır” diyerek okuyucuya anlamlı bir açık kapı bırakıyor. Ali Murat İrat’ın yaptığı tespitlerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Kendi içinde müsamahası olmayan ve sorun üreten bir yapı olarak yekvücut olamayan İslam dünyasının bütüncül bir siyaset üretmesi de mümkün görünmemektedir. İslam’ı siyasal ve siyasal olmayan şekilde ayrıma tabii tutmak hatalı bir yaklaşımdır. Türkiye toplumu Sünnilik de dâhil Alevilik ile sağlıksız bir ilişki içerisindedir. İslam bugün yapıbozumuna uğratılarak şiddet yanlısı ve totaliter bir şekle dönüştürülmektedir. Yazarın yaptığı birçok tespit içinde benim en ilginç bulduğum ise, ‘Marksizm’in düştüğü tuzağa “İslamcılar” da düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarının farkında olmadıkları’ şeklinde özetlenebilecek olanı diyebilirim. Liberallerin toplumu birey eksenli değerlendirmelerine karşı Marksistlerin toplumu sınıf eksenli okumaları modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkmalarına neden olmuştu diyen yazar İslamcıların da aynı şeyi yaparak yani modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkarak Batı’nın istediği gibi davrandığını belirtiyor. Buradaki bir diğer ilginç nokta ise, modernizmin -bir anlamda Batı’nın- dayattığı şeylere karşı çıkışın yine Batı’dan ithal edilen yol ve yöntemlerle yapılmasıdır. Yazar, yaptığı bu tespiti, “İslamcıların her şeyden önce söylemsel bir değişiklik oluşturmaları şarttır. Aksi halde modern Ortodoks solun içinde düştüğü bunalıma düşmek üzeredir ve sözü edilen bunalım onları yok ederken diğer İslami anlayışlara da zararlar verecektir” diyerek çözüm önerisine dönüştürüyor ve belki geç kalınmadığını ama zamanın hızla aleyhte aktığını da belirtiyor. Kitapta hem tarihsel açıdan hem de güncel durum bağlamında yapılan değerli tespitler sunulan çözüm önerilerini gölgede bırakıyor diyebilirim. Gerçi çözüm önerilerini bir kenara bırakırsak İslami camiadan bu kadar rasyonalist ve cesur analizlerin azlığı göz önüne alındığında yapılan tespitlerin önemi daha bir artıyor.
Yukarıda da değindiğim gibi, genel çerçeve ve ana fikir açısından başarılı bulmama rağmen yer yer İslami terminoloji ve literatüre dair eksiklikler olan eser için en bariz eleştirim, yazarın İslam’ın bir paradigmaya sahip “ol(a)maması” şeklinde yaptığı çıkarım. Bunun yanında yazar, İslam ile diğer inançlar/dinler arasında bir değerlendirme yaparken hemen hemen herkesin düştüğü hataya takılmaktan kurtulamıyor maalesef. Öyle ki, iman bağlamında teslis inancını Tevhit inancıyla özdeşleştirebiliyor (sf.73). İslam’a göre Allah’ın insanlara peygamberler aracılığıyla ilettiği tek din İslam’dır ve dolayısıyla farklı zaman dilimlerinde insanlara tebliğ yapmış olan tüm peygamberler ‘aynı’dan ziyade tek bir dinin, Tevhit dininin elçileridir. İlahi dinler, tevhidi dinler, İbrahimi dinler ya da semavi dinler tanımlamasıyla kastedilen şey farklı olsa bile İslam’ın en temel kavramı olan Tevhit kavramı üzerine bu denli aşikâr bilgiye sahip ‘ol(a)mayan’ birisinin ‘İslami paradigma’nın ol(a)mayacağını iddia etmesi basit kalıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
"Modern Dünyada İslami Yaklaşımlar" alt başlığıyla NotaBene Yayınları’ndan çıkan Peygamber'den IŞİD’e adlı yüz kırk sayfalık çalışmanın yazarı Ali Murat İrat. Yazarı önceki çalışmalarından tanıyanlar benzeri konulara çok uzak olmadığını bilir. Bu çalışma özelinde belirtmek gerekirse, farklı taraflara çekilmemeye gayret edilen konu sağduyulu bir yaklaşımla ele alınmış diyebiliriz.
Meseleyi en baştan analiz etmeye çalışan yazar konuya Selefilik kavramını irdeleyerek başlıyor. Selefilik kavramının ne olduğunu, nasıl ve nereden neşet ettiğini ortaya koymaya çalışıyor. Daha sonra Selefi görüşün günümüz temsilcisi olarak tanımlanan gruplar üzerinden ‘öteki’ Müslümanlar ile bu grupların etkileşimi ve Müslümanların tarihsel süreç içinde akıl ile olan “sorunlu” ilişkileri analiz ediliyor. Yazar ayrıca, Selefi görüşün önde gelen temsilcilerini ele alarak Selefi zihniyetinin zaman içinde geçtiği aşamalara değiniyor. Modernist olarak değerlendirilen Müslüman düşünürleri İslam’ı anlamak üzerinden değerlendiren İrat, itikadi tavrın siyasi açılımlarına, dönüşümlerine değiniyor. İslam ile politikliğin ilişkisi, özgürlük sorunsalı, ayrışmada Araplık-Şiilik gerilimi ve bu gerilimin ortaya çıkardığı şeriat karmaşası kitaptaki diğer konular arasında yer alıyor. Baştaki bölümlere göre daha kısa tutulan son bölümlerin konularını, Türkiye toplumunun İslami anlayışı, Müslümanların zaman algısı, heretik addedilen gruplar ve kitaba dair genel bir değerlendirme şeklinde sayabiliriz. Yazar, tüm bu konular bağlamında kendini dinin tek temsilcisi addeden her bir grubun ortaya koyduğu itikadi olmaktan çok siyasi yorumun “şeriat” olduğuna dair görüşlerin çelişkilerini ortaya koymaya çalışmış. Meseleyi etraflıca analiz etmek için konunun kökenine inme çabasına giren yazar, ele aldığı sorunu Allah Resulü’nün vefatıyla başlatıyor. Buna göre, Müslümanlar tarafından yüceltilse de dört halife devri sorunların başladığı dönemdir. Bu güne kadar geçen süreçte oluşan kırıklar o dönemin çatlaklarının sonuçlarıdır ve değişen zaman ve mekânla birlikte ortaya çıkan ayrışmalar neticesinde oluşan yeni şartlar karşısında Müslümanların ilahi mesajı gündelik yaşam üzerine yorumlamada başarısız olmaları sorunları daha da büyütmüştür. O dönem ortaya çıkan ayrılıkçı tarafların birbirleri hakkındaki tekfirci görüşleri bugünkü tekfirci anlayışın izdüşümüdür. Peygamberden sonra ortaya çıkan ayrılıklar içinde katı nakilciliği benimseyen Selefi anlayışın takipçilerinden olan IŞİD ve benzeri yapılanmaların hem teoride hem de pratikte kayda değer bir geçmişe sahiptir. IŞİD yapılanmasının devletleşme sürecini ele alan yazar, söz konusu yapılanmanın tarihi teolojik kökenlerinin yanında var olan bu alt yapıya konjonktürün eklenmesiyle IŞİD’in devletleşmesini sağladığını belirtiyor. Yazar göre Müslümanların yaşadığı coğrafyaya on yıllardır yapılan saldırı, katliam ve işgaller ilk dönemden beri var olan ama yeterli desteği bulamayan Selefi düşünceyi harekete geçirerek devlet kurmaya kadar götürmüştür.
Söylemek istedikleri göz önüne alındığında, yazar, oldukça kapsamlı bir konuyu başarılı bir özet çalışma hâlinde sunmuş diyebilirim. Genelden daha özele inildiğinde, gerek Türkiye için yaptığı analizlerde gerekse kitabın tamamında Türkiye’yle ilgili değinilerinde Alevilik ve Bektaşiliği konuya dâhil eden yazar, Sünniliğin bir asimilasyon ve/veya bir iktidar aracı olarak kullanılıp kullanılmadığını sorguluyor. Ayrıca, bu sorgulamaya bölgedeki etnik toplumları ekleyerek bu grupların genel kabul tarafından heretik olarak nitelendirilmelerinin nedenleri üzerinde duruyor.
Kitap boyunca epeyce tespit yaparak çözüm önerisi sunmaya çalışan yazar, “okuyucunun kişisel birikimi hiç kuşkusuz bu kitapta bahsedilmemiş birçok farklı konu başlığını da ortaya çıkaracak ve kitabın eksikliğini yüzüne vuracaktır” diyerek okuyucuya anlamlı bir açık kapı bırakıyor. Ali Murat İrat’ın yaptığı tespitlerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Kendi içinde müsamahası olmayan ve sorun üreten bir yapı olarak yekvücut olamayan İslam dünyasının bütüncül bir siyaset üretmesi de mümkün görünmemektedir. İslam’ı siyasal ve siyasal olmayan şekilde ayrıma tabii tutmak hatalı bir yaklaşımdır. Türkiye toplumu Sünnilik de dâhil Alevilik ile sağlıksız bir ilişki içerisindedir. İslam bugün yapıbozumuna uğratılarak şiddet yanlısı ve totaliter bir şekle dönüştürülmektedir. Yazarın yaptığı birçok tespit içinde benim en ilginç bulduğum ise, ‘Marksizm’in düştüğü tuzağa “İslamcılar” da düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarının farkında olmadıkları’ şeklinde özetlenebilecek olanı diyebilirim. Liberallerin toplumu birey eksenli değerlendirmelerine karşı Marksistlerin toplumu sınıf eksenli okumaları modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkmalarına neden olmuştu diyen yazar İslamcıların da aynı şeyi yaparak yani modernizmin getirdiği her şeye karşı çıkarak Batı’nın istediği gibi davrandığını belirtiyor. Buradaki bir diğer ilginç nokta ise, modernizmin -bir anlamda Batı’nın- dayattığı şeylere karşı çıkışın yine Batı’dan ithal edilen yol ve yöntemlerle yapılmasıdır. Yazar, yaptığı bu tespiti, “İslamcıların her şeyden önce söylemsel bir değişiklik oluşturmaları şarttır. Aksi halde modern Ortodoks solun içinde düştüğü bunalıma düşmek üzeredir ve sözü edilen bunalım onları yok ederken diğer İslami anlayışlara da zararlar verecektir” diyerek çözüm önerisine dönüştürüyor ve belki geç kalınmadığını ama zamanın hızla aleyhte aktığını da belirtiyor. Kitapta hem tarihsel açıdan hem de güncel durum bağlamında yapılan değerli tespitler sunulan çözüm önerilerini gölgede bırakıyor diyebilirim. Gerçi çözüm önerilerini bir kenara bırakırsak İslami camiadan bu kadar rasyonalist ve cesur analizlerin azlığı göz önüne alındığında yapılan tespitlerin önemi daha bir artıyor.
Yukarıda da değindiğim gibi, genel çerçeve ve ana fikir açısından başarılı bulmama rağmen yer yer İslami terminoloji ve literatüre dair eksiklikler olan eser için en bariz eleştirim, yazarın İslam’ın bir paradigmaya sahip “ol(a)maması” şeklinde yaptığı çıkarım. Bunun yanında yazar, İslam ile diğer inançlar/dinler arasında bir değerlendirme yaparken hemen hemen herkesin düştüğü hataya takılmaktan kurtulamıyor maalesef. Öyle ki, iman bağlamında teslis inancını Tevhit inancıyla özdeşleştirebiliyor (sf.73). İslam’a göre Allah’ın insanlara peygamberler aracılığıyla ilettiği tek din İslam’dır ve dolayısıyla farklı zaman dilimlerinde insanlara tebliğ yapmış olan tüm peygamberler ‘aynı’dan ziyade tek bir dinin, Tevhit dininin elçileridir. İlahi dinler, tevhidi dinler, İbrahimi dinler ya da semavi dinler tanımlamasıyla kastedilen şey farklı olsa bile İslam’ın en temel kavramı olan Tevhit kavramı üzerine bu denli aşikâr bilgiye sahip ‘ol(a)mayan’ birisinin ‘İslami paradigma’nın ol(a)mayacağını iddia etmesi basit kalıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Ses getiren öyküler
Türk edebiyatında yeni öykücüler ve romancılar ile bolca tanıştığımız bir yıl geride kalıyor. Bu isimlerin kimileri genç, yani ilk kitaplarını ortaya koydular. Kimileri ise olgunluk döneminde, dergi kökenli yahut senaryo-film çalışmaları sebebiyle kitaplarını geç yayınlama imkânı buldular. Her ikisi de okuyucu için umut verici, kamçılayıcı. Bize yeni tanışıklıklar lâzım, yeni heyecanlar ve yeni dirilişler. Farklı boyutlardan bakan yeni yüzler, sesler, kelimeler. Ancak elbette bu yeniliğin ardında yazarın özgünlüğünü görmeyi istemek de hakkımız. Bu arayışlarımız bize yaşam gücü katıyor.
Ahmet Kırkavak, "Özgürlük Şarkısı" adlı öyküsünü 2015’te Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor projesi kapsamında Açık Radyo’da seslendirmiş bir isim. Uzun metraj ve kısa metraj film ödülleri var. Yani bilinen bir isim aslında. İthaki Yayınları kitabını Kasım 2017'de neşretti. "Kısa Yazmaya Çalıştığım Öyküler" altbaşlığını taşıyor. "Yazarından Kitabın Müzik Listesi" ile biten kitabın "Ödünçleme ve Teşekkür" bölümü ilginç. Burada yazar, "Başlangıç" ve "Zamanın O Belirsiz Çağrısı" öykülerinde Borges'ten ne derece etkilendiğini açıklığa kavuşturuyor. Takdir elbette okuyucunun.
"Okur hem dünyada hem de hayatta yolculuk eden gezgindir" der Alberto Manguel, Gezgin, Kule ve Kitapkurdu adlı eserinde. Bu gezginlik hâlini yazarın, okuyucuya yansıttığı görsel dünyası zenginleştirir muhakkak. Ama bir de müzik olmalı kimi okuyucu için. Şahsen müzik arıyorum okuduklarımda. Hem cümlelerdeki ahenk anlamında hem de hikâyenin içinde yer almış bir şarkı anlamında. Kırkavak belli ki şarkılarla yaşayan biri ve öykülerinde de bu tip karakterleri kurguluyor. Mesela kitabın ikinci öyküsü olan Aşk'ta hayatı son derece rutin giden bir muhasebecinin kemana olan aşkını görüyoruz. Aslında onu kemana aşık eden de başka bir kemancı. Hatta onun sahnedeki ahengi. Öykü aynı zamanda Mendelssohn, Bach, Paganini, Mozart gibi isimlerin bazı eserlerini hatırlatıyor ve hatta dinleme iştahı veriyor. Öyküdeki karakterin nota öğrenmeyi aklından bile geçirmemesi, kendini tamamen duyduklarına vermesi, özünü keşfetme gayreti gerçek bir sanat aşkını izah ediyor: "Her akşam daha önce hissettiği sorunlu bölümleri çalışıyor ve en sonunda bölümü baştan sona çalıyordu. Ve bir gübn kendisini de tatmin edecek biçimde bölümü baştan sona çaldı. Bitirdiğinde daha önce keman çalışını sürekli gözlemlediği aynanın önünde kendisindeki değişimin farkına vardı. Bir düşten uyanmış gibiydi. Kendi kendine yaşayan muhasebeciden çok daha farklı biriyle karşı karşıya olduğunu görerek kendini inceledi. Evet, tümüyle farklıydı. Çekmeceden yedi yıl önceki konser programını çıkarıp solistin fotoğrafına baktı, gülümsedi." [sf. 18]
Yeşil Panjurlu Ev öyküsünde senaryo konusundaki becerisini konuşturmuş Kırkavak. Bu kısa öykü, biraz nostalji kokan ama cesur, her bölümünde dallanıp budaklanması mümkün bir dizi gibi. Burada Yıldız Tilbe'nin İki Kadın Bir Adam'ına benzer, hikâyesi olan bir şarkı gerekiyordu gibi geldi bana. Güzel bir fon müziği olabilirdi öyküye, yakışırdı. Bu elbette tercih meselesi ama bazen okuyucu bir şey arıyor, tamamlayıcı bir şey. Fotoğraf da olabilir...
Askerlik anıları, ilk sevdalanmalar, yollar... Ahmet Kırkavak'ın öykülerinde müzik kadar yollar da geniş bir yer kaplıyor. Bazen trenleri bazen de rayları konuşturan Kırkavak, Demiryolu Hikâyecisi öyküsüne Oğuz Atay'ı saygı ve sevgiyle anarak, "affına sığınarak" başlıyor. Yine sinematografik bir öykü.
Trenin anlattıklarıdır: "Nedense sevince değil hüzne, kavuşturmaktan çok ayrılığa yakıştırılırız. Sevgililer, asker anaları, gurbete düşenler düşmandır bize. Adımızı "kara tren"e çıkardılar. Çok beddua ve kahır yollanmıştır arkamızdan. Zamanla yavaşlayıp, yavaşlığımızla dile düştüysek bu ilenmelerin de payı vardır." [sf. 84-84]
Lokomotifin de anlatacakları vardır: "Gitmediğim köşe bucak kalmadı bu memlekette. İstasyonlarını, köprülerini, tünellerini, su depolarını, makaslarını üzerlerine sindirdiğim kokudan tanırım. Devamlı yük, yolcu, araba, odun, kömür, kahır, keder, halı-heybe, denk, hayal, hayal kırıklığı, sığır, eşek, bavul, çuval, umut, sevinç, horoz, bohça, maden, sevda, hınç, gaste, kütük, kaçamak bakış, öğrenci, kasket, ihanet, hasret, simit, elma, gurur, sepet, küspe, patates, kiraz taşıdım. Artık yoruldum, takatim kalmadı. İçimde biteviye yanan ateş sönmeye yüz tuttu." [sf. 85]
Kitabın sonundaki müzik listesinden bahsetmeyeceğim, gerçekten özel seçilmiş eserler var. Hani öyle okurken dinleme gibi bir klişeden bahsetmiyorum. Okuduktan sonra dinleyin, dinlenin. Zaten öyküler de öyle; sade, hafif, ahenkli...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Ahmet Kırkavak, "Özgürlük Şarkısı" adlı öyküsünü 2015’te Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor projesi kapsamında Açık Radyo’da seslendirmiş bir isim. Uzun metraj ve kısa metraj film ödülleri var. Yani bilinen bir isim aslında. İthaki Yayınları kitabını Kasım 2017'de neşretti. "Kısa Yazmaya Çalıştığım Öyküler" altbaşlığını taşıyor. "Yazarından Kitabın Müzik Listesi" ile biten kitabın "Ödünçleme ve Teşekkür" bölümü ilginç. Burada yazar, "Başlangıç" ve "Zamanın O Belirsiz Çağrısı" öykülerinde Borges'ten ne derece etkilendiğini açıklığa kavuşturuyor. Takdir elbette okuyucunun.
"Okur hem dünyada hem de hayatta yolculuk eden gezgindir" der Alberto Manguel, Gezgin, Kule ve Kitapkurdu adlı eserinde. Bu gezginlik hâlini yazarın, okuyucuya yansıttığı görsel dünyası zenginleştirir muhakkak. Ama bir de müzik olmalı kimi okuyucu için. Şahsen müzik arıyorum okuduklarımda. Hem cümlelerdeki ahenk anlamında hem de hikâyenin içinde yer almış bir şarkı anlamında. Kırkavak belli ki şarkılarla yaşayan biri ve öykülerinde de bu tip karakterleri kurguluyor. Mesela kitabın ikinci öyküsü olan Aşk'ta hayatı son derece rutin giden bir muhasebecinin kemana olan aşkını görüyoruz. Aslında onu kemana aşık eden de başka bir kemancı. Hatta onun sahnedeki ahengi. Öykü aynı zamanda Mendelssohn, Bach, Paganini, Mozart gibi isimlerin bazı eserlerini hatırlatıyor ve hatta dinleme iştahı veriyor. Öyküdeki karakterin nota öğrenmeyi aklından bile geçirmemesi, kendini tamamen duyduklarına vermesi, özünü keşfetme gayreti gerçek bir sanat aşkını izah ediyor: "Her akşam daha önce hissettiği sorunlu bölümleri çalışıyor ve en sonunda bölümü baştan sona çalıyordu. Ve bir gübn kendisini de tatmin edecek biçimde bölümü baştan sona çaldı. Bitirdiğinde daha önce keman çalışını sürekli gözlemlediği aynanın önünde kendisindeki değişimin farkına vardı. Bir düşten uyanmış gibiydi. Kendi kendine yaşayan muhasebeciden çok daha farklı biriyle karşı karşıya olduğunu görerek kendini inceledi. Evet, tümüyle farklıydı. Çekmeceden yedi yıl önceki konser programını çıkarıp solistin fotoğrafına baktı, gülümsedi." [sf. 18]
Yeşil Panjurlu Ev öyküsünde senaryo konusundaki becerisini konuşturmuş Kırkavak. Bu kısa öykü, biraz nostalji kokan ama cesur, her bölümünde dallanıp budaklanması mümkün bir dizi gibi. Burada Yıldız Tilbe'nin İki Kadın Bir Adam'ına benzer, hikâyesi olan bir şarkı gerekiyordu gibi geldi bana. Güzel bir fon müziği olabilirdi öyküye, yakışırdı. Bu elbette tercih meselesi ama bazen okuyucu bir şey arıyor, tamamlayıcı bir şey. Fotoğraf da olabilir...
Askerlik anıları, ilk sevdalanmalar, yollar... Ahmet Kırkavak'ın öykülerinde müzik kadar yollar da geniş bir yer kaplıyor. Bazen trenleri bazen de rayları konuşturan Kırkavak, Demiryolu Hikâyecisi öyküsüne Oğuz Atay'ı saygı ve sevgiyle anarak, "affına sığınarak" başlıyor. Yine sinematografik bir öykü.
Trenin anlattıklarıdır: "Nedense sevince değil hüzne, kavuşturmaktan çok ayrılığa yakıştırılırız. Sevgililer, asker anaları, gurbete düşenler düşmandır bize. Adımızı "kara tren"e çıkardılar. Çok beddua ve kahır yollanmıştır arkamızdan. Zamanla yavaşlayıp, yavaşlığımızla dile düştüysek bu ilenmelerin de payı vardır." [sf. 84-84]
Lokomotifin de anlatacakları vardır: "Gitmediğim köşe bucak kalmadı bu memlekette. İstasyonlarını, köprülerini, tünellerini, su depolarını, makaslarını üzerlerine sindirdiğim kokudan tanırım. Devamlı yük, yolcu, araba, odun, kömür, kahır, keder, halı-heybe, denk, hayal, hayal kırıklığı, sığır, eşek, bavul, çuval, umut, sevinç, horoz, bohça, maden, sevda, hınç, gaste, kütük, kaçamak bakış, öğrenci, kasket, ihanet, hasret, simit, elma, gurur, sepet, küspe, patates, kiraz taşıdım. Artık yoruldum, takatim kalmadı. İçimde biteviye yanan ateş sönmeye yüz tuttu." [sf. 85]
Kitabın sonundaki müzik listesinden bahsetmeyeceğim, gerçekten özel seçilmiş eserler var. Hani öyle okurken dinleme gibi bir klişeden bahsetmiyorum. Okuduktan sonra dinleyin, dinlenin. Zaten öyküler de öyle; sade, hafif, ahenkli...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Roman krizde mi?
Roman, yaşadığımız yıllarda en çok eleştirisi yapılan ve en çok dedikodusu edilen türlerden biri. Çok okunuyor, çok yazılıyor ve sık sık da öldüğü yahut krizde olduğu ilan ediliyor. Romanla ilgili tanımların çoğalması sebebiyle bir metnin roman olduğunu ispatlamayı neredeyse imkânsız hale getirdi mesela. Yine de bir kriz varsa bunun bir hayat belirtisi olduğunu ve romanın bilinen haliyle ve hatta ismiyle olmasa bile sahip olduğu dönüşüm potansiyeli ile bize pek çok imkân sunduğunu söyleyebiliriz. Ancak öncelikle mevcut durumun tespit edilmesinde fayda var.
Ertan Örgen’in Romanın Krizi adlı çalışması tam bir durum tespit kitabı niteliğinde. Ancak bu noktada ihtar etmem gereken bir şey var. İyi bir tespit kitabı her zaman için tespitten biraz daha fazlasıdır. Çünkü iyi bir tespit için sağlam bir eleştirel perspektife sahip olmak “olmazsa olmaz” bir özelliktir. Aksi doğru olsaydı o eski ansiklopedik telefon rehberlerini aşamamış olurduk. Varolanı listelemek bir tespit yapmak anlamına gelmez. İyi bir durum tespiti için öncelikle varolan kaostan anlaşılabilir bir kozmos inşa etmek gerekir.
Evet, dünyada uzunca bir zamandır romanın krizinden söz ediliyor. Ancak meseleye Türkiye’den bakınca roman bize bir krizin eşliğinde geldiğinden Türk romanının temel meselelerinden biri de hep “kriz” oldu. Batılılaşma maceramızla tanıştığımız (Kemal Tahir notlarında özellikle “batılaşma” imlasıyla yazmayı tercih eder) roman türü, bizim geleneksel anlatı külliyatımızın ve bu külliyatı mümkün kılan gerçeklik algımıza yabancıydı. Zira romanı inşa eden “birey” kavramına yabancıydık. Batılılaşma maceramız askerlikteki yenilgilere çare bulma kaygısıyla başlamış olsa da taşın suya düştüğü noktadan yayınlan halkalar zamanla bütün zihin havuzumuzu etkiledi ve değiştirdi. Ertan Örgen de isabetli bir seçimle Romanın Krizi’ne tam o dalgalardan başlıyor. Bir kimlik krizinin yedeğinde edebiyatımıza giren roman türü, o krizin iniş çıkışlarının izlenebileceği bir sismograf işlevine de sahip. “Türk romanındaki krizin durduğu yer Batı ile temas ve dönüşüm çabalarıdır.” diyen Örgen, kitabında hem yazarların fikirleri hem de eserleri inceleyerek “batılaşma” krizinin romandaki izdüşümlerini analiz ediyor.
Bireyin devreye girmesiyle bir tema olarak “kötülülük” de başka bir mahiyet kazanıyor. Nitekim yakınlarda vefat eden Şerif Mardin de yıllar önce bir yazısında Batı’da şeytanın “özerkliğinden” söz etmiş bunun bireyciliğin şekillenmesindeki rolüne dem vurmuştu. Bizim romanımızda Nahid Sırrı Örik’in bu anlamda neredeyse bir ilk olduğuna işaret eden Örgen ise sosyal yapının değişmesine bağlı olarak edebiyatın da bir dönüşüm yaşadığını vurgular. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Orhan Pamuk üzerinden bu temanın izini sürer.
Modern öznenin doğuşu ile başlayan romanın, modern öznenin tüketilmesine bağlı olarak nihayete erdiğini söyleyen pek çok eleştirmen mevcut. Hatta şu anda romanın bittiğini söyleyen literatürün bir kütüphane dolduracak kadar metne sahip olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen Adorno, romanın da popüler edebiyat tsunamisine yenik düştüğünü vurguluyor. Ertan Örgen ise bir son ilan etmese de mevcut durumun “devam edemez” olduğuna işaret ediyor. “Kriz iddiamızın özü, romanı doğuran birey ve burjuva değerlerinin tüketilmesi ile romanı kuran şartların ortadan kalkışıdır” diyen Örgen, anlatma biçiminin ve öznenin yeni şartlara göre dönüşmesinin şart olduğuna işaret ediyor. “Roman nereye gitmektedir? Tükenecek veya dönüşecek midir? Öncelikle dönüşeceğini söylememiz gerekir. Çünkü anlatma, insan ve ilgileri var oldukça yaşayacaktır.” diyen Örgen’e göre “fantastiğin ve ironinin belirsizleştirdiği bir metafiziğin” çıkış yolu olabileceğini ama türün adının “roman” olarak kalmayabileceğini vurguluyor.
Ertan Örgen’in bu tahmini içinde yaşadığımız zaman diliminde “mümkün” değişimler içinde en “makul” olanlardan biri. Ancak yaşadığımız dönüşümlerin savrulma raddesine vardığı bir hız çağından geçtiğimize göre “makullerimizin” ve “mümkünlerimizin” de aynı kalmama ihtimali her zaman için mevcut. Yine de Örgen’in işaret ettiği bizi başka bir tür adı bulmaya zorlayacak kadar güçlü “dönüşüm” potansiyelini halen iliklerimize kadar hissediyoruz. Hem yeni bir tür ismi devreye girince, o türün tarihini yazanlar da yeni miladı geriye çekmek için birbirleriyle yarışırken şimdi roman olarak bildiğimiz ve okuduğumuz nice metni de o yeni türe dâhil etmekte tereddüt etmeyecektir zaten.
Ertan Örgen’in kaleme aldığı Romanın Krizi adlı çalışma 100 sayfalık hacminin ötesinde bir durum tespit kitabı. Bu kitabın “kısaltılmış” değil “muhtasar” bir eleştiri çalışması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhtasar kelimesi anlam itibariyle özet kelimesi ile karşılanamayacak bir boyuta sahiptir. Bir meramı özünden bir şey kaybetmeksizin en kısa şekilde anlatmayı ifade eder “muhtasar” kitaplar. Nitekim Ertan Örgen de Romanın Krizi kitabını, kimi akademik oyunlarla kolaylıkla 500 sayfalık bir tuğlaya dönüştürebilirdi. Ancak bunun yerine iddiasını ve tezini en yalın haliyle ifade etmekle yetinmiş. Umulur ki bu kitabın bahis açtığı tartışmalar, bu kitabın iki kapağı arasında kalmaz ve hem Ertan Örgen hem de başka yazarların mesaileriyle bir literatür inşa edilmesine önayak olur.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Ertan Örgen’in Romanın Krizi adlı çalışması tam bir durum tespit kitabı niteliğinde. Ancak bu noktada ihtar etmem gereken bir şey var. İyi bir tespit kitabı her zaman için tespitten biraz daha fazlasıdır. Çünkü iyi bir tespit için sağlam bir eleştirel perspektife sahip olmak “olmazsa olmaz” bir özelliktir. Aksi doğru olsaydı o eski ansiklopedik telefon rehberlerini aşamamış olurduk. Varolanı listelemek bir tespit yapmak anlamına gelmez. İyi bir durum tespiti için öncelikle varolan kaostan anlaşılabilir bir kozmos inşa etmek gerekir.
Evet, dünyada uzunca bir zamandır romanın krizinden söz ediliyor. Ancak meseleye Türkiye’den bakınca roman bize bir krizin eşliğinde geldiğinden Türk romanının temel meselelerinden biri de hep “kriz” oldu. Batılılaşma maceramızla tanıştığımız (Kemal Tahir notlarında özellikle “batılaşma” imlasıyla yazmayı tercih eder) roman türü, bizim geleneksel anlatı külliyatımızın ve bu külliyatı mümkün kılan gerçeklik algımıza yabancıydı. Zira romanı inşa eden “birey” kavramına yabancıydık. Batılılaşma maceramız askerlikteki yenilgilere çare bulma kaygısıyla başlamış olsa da taşın suya düştüğü noktadan yayınlan halkalar zamanla bütün zihin havuzumuzu etkiledi ve değiştirdi. Ertan Örgen de isabetli bir seçimle Romanın Krizi’ne tam o dalgalardan başlıyor. Bir kimlik krizinin yedeğinde edebiyatımıza giren roman türü, o krizin iniş çıkışlarının izlenebileceği bir sismograf işlevine de sahip. “Türk romanındaki krizin durduğu yer Batı ile temas ve dönüşüm çabalarıdır.” diyen Örgen, kitabında hem yazarların fikirleri hem de eserleri inceleyerek “batılaşma” krizinin romandaki izdüşümlerini analiz ediyor.
Bireyin devreye girmesiyle bir tema olarak “kötülülük” de başka bir mahiyet kazanıyor. Nitekim yakınlarda vefat eden Şerif Mardin de yıllar önce bir yazısında Batı’da şeytanın “özerkliğinden” söz etmiş bunun bireyciliğin şekillenmesindeki rolüne dem vurmuştu. Bizim romanımızda Nahid Sırrı Örik’in bu anlamda neredeyse bir ilk olduğuna işaret eden Örgen ise sosyal yapının değişmesine bağlı olarak edebiyatın da bir dönüşüm yaşadığını vurgular. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Orhan Pamuk üzerinden bu temanın izini sürer.
Modern öznenin doğuşu ile başlayan romanın, modern öznenin tüketilmesine bağlı olarak nihayete erdiğini söyleyen pek çok eleştirmen mevcut. Hatta şu anda romanın bittiğini söyleyen literatürün bir kütüphane dolduracak kadar metne sahip olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen Adorno, romanın da popüler edebiyat tsunamisine yenik düştüğünü vurguluyor. Ertan Örgen ise bir son ilan etmese de mevcut durumun “devam edemez” olduğuna işaret ediyor. “Kriz iddiamızın özü, romanı doğuran birey ve burjuva değerlerinin tüketilmesi ile romanı kuran şartların ortadan kalkışıdır” diyen Örgen, anlatma biçiminin ve öznenin yeni şartlara göre dönüşmesinin şart olduğuna işaret ediyor. “Roman nereye gitmektedir? Tükenecek veya dönüşecek midir? Öncelikle dönüşeceğini söylememiz gerekir. Çünkü anlatma, insan ve ilgileri var oldukça yaşayacaktır.” diyen Örgen’e göre “fantastiğin ve ironinin belirsizleştirdiği bir metafiziğin” çıkış yolu olabileceğini ama türün adının “roman” olarak kalmayabileceğini vurguluyor.
Ertan Örgen’in bu tahmini içinde yaşadığımız zaman diliminde “mümkün” değişimler içinde en “makul” olanlardan biri. Ancak yaşadığımız dönüşümlerin savrulma raddesine vardığı bir hız çağından geçtiğimize göre “makullerimizin” ve “mümkünlerimizin” de aynı kalmama ihtimali her zaman için mevcut. Yine de Örgen’in işaret ettiği bizi başka bir tür adı bulmaya zorlayacak kadar güçlü “dönüşüm” potansiyelini halen iliklerimize kadar hissediyoruz. Hem yeni bir tür ismi devreye girince, o türün tarihini yazanlar da yeni miladı geriye çekmek için birbirleriyle yarışırken şimdi roman olarak bildiğimiz ve okuduğumuz nice metni de o yeni türe dâhil etmekte tereddüt etmeyecektir zaten.
Ertan Örgen’in kaleme aldığı Romanın Krizi adlı çalışma 100 sayfalık hacminin ötesinde bir durum tespit kitabı. Bu kitabın “kısaltılmış” değil “muhtasar” bir eleştiri çalışması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhtasar kelimesi anlam itibariyle özet kelimesi ile karşılanamayacak bir boyuta sahiptir. Bir meramı özünden bir şey kaybetmeksizin en kısa şekilde anlatmayı ifade eder “muhtasar” kitaplar. Nitekim Ertan Örgen de Romanın Krizi kitabını, kimi akademik oyunlarla kolaylıkla 500 sayfalık bir tuğlaya dönüştürebilirdi. Ancak bunun yerine iddiasını ve tezini en yalın haliyle ifade etmekle yetinmiş. Umulur ki bu kitabın bahis açtığı tartışmalar, bu kitabın iki kapağı arasında kalmaz ve hem Ertan Örgen hem de başka yazarların mesaileriyle bir literatür inşa edilmesine önayak olur.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
17 Aralık 2017 Pazar
Akademik tarihçiliğimiz ne durumda, nereye gidiyor?
Herodot'la birlikte başladığı kabul edilen tarihçilik, hem tarihçiler nezdinde hem de tarih bilimi çerçevesinde birçok farklı yöne evrilmiştir. Sınıfların ve kurumların hâkimiyetinde yön verilmiş olan tarihçilik aydınlanma dönemine kadar bazen hanedanlıkların bazen de hükümdarların kontrolünde devam etmiştir. Zaman zaman bu kontrole dini çevreler de dâhil olmuştur. Fransız İhtilali'ne dek tarihçilik için "kentli entelektüel ve okumuşların çabalarıyla kurumsal bir konum elde etme yoluna girmiştir" diyor Ahmet Şimşek. İhtilalden sonra ise bilhassa ulusçuluk fikrinin etkisiyle Şimşek'e göre "her baskın topluluğun diğer topluluklar üzerinde bir tür egemenlik kurarak gerçekleştirdikleri yeni iktidar/devlet formu, sonrasında bu forma uygun bir ulus inşa etme çabaları" söz konusu olmuştur.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere üniversitelerinin kürsülerinde artık "profesyonel" tarihçiler görünmeye başlamıştır. Oxford ve Sorbonne kürsülerinde tarihin bir anlatı mı yoksa bilimsel bir eylem mi olduğu tartışılmıştır. I. Dünya Savaşı'nda tarihçilerin kendi ülkelerini ve devlet politikalarını objektiflikten oldukça uzak bir konumda savunmaları, tarih ilmine de tarihçilere de tabiri cazise zeval getirmiş, "inandırıcılık" ciddi anlamda sarsılmıştır. II. Dünya Savaşı'nın soğuk savaş iklimi, bir kez daha tarihçilerin kendilerine "çeki düzen" vermelerine imkân sağlamış, 1950'lerden sonra bu "mesleğin" ciddiyeti iyice belirginleşmiştir. 20. yüzyıldaki tarihçilik anlayışını en çok etkileyen ise Annales Okulu olmuştur: "20. yüzyılda tarihçilik alanında etkileri hala devam eden önemli bir çıkış, Annales Okulu olarak anılan dergi merkezli yapılanmadan gelmiştir. Annales Okulu, temelde büyük adamların, kronolojik olgu koleksiyonunun ve siyasi tarihin etkililiğini kökten eleştirmiş, halkın (sıradan insan) sosyo-ekonomik tarihini, genelde nicel verilerle (objektif ) sunmayı teşvik etmiştir. Profesyonel tarihçiliği en fazla etkileyen bu okul, yekpare bir yaklaşımı olmamakla birlikte disiplinler arası tarih çalışmalarını teşvik etmiştir." [sf. 12]
Türkiye'deki tarihçilik tartışmaları gündeme en çok II. Meşrutiyet'in ardından girmiştir. Hüseyin Daniş, Mehmet Akif, Ahmet Naim, Ahmet Mithat Efendi, Efdalüddin, Ahmet Hikmet ve Hamdullah Suphi gibi isimlerin yer aldığı encümenin hazırladığı rapor sonucunda, Darülfunun mektebinde ilk kez bir tarih-coğrafya programı ortaya çıkmıştır. Şimşek'in hatırlattığı gibi I. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’dan gelen Lehmann Haupt (Eskiçağ Tarihi), Mordtmann (Tarih Metodolojisi), E. Unger (Arkeoloji ve Eski Paralar) Türkiye’deki tarihçiliğin gelişmesine akademik katkı sağlamışlardır. Milli mücadele yıllarında ise Darülfünun tarih bölümünden Ahmet Refik, Şemseddin Günaltay, Abdurrahman Şeref Efendi, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi hocalar yeni kurulan Türk devletinin kültür ve eğitim politikalarında birçok projeye destek olmuşlardır. Türkiye'de "milli tarih"in inşa edildiği yeni dönem aynı zamanda romantik dönem olarak da adlandırılır. Bu dönemde Türk milliyetçiliğinin tarihçilik alanında büyük bir etkisi olmuş, zaman zaman muhalif tarihçiler tarafından bu durum şiddetle eleştirilmiştir.
Günümüzde tarihçilik hakkında en çok tartışılan konu "kişisel ikbal" uğruna yürütülen işler, onaylanan tezler ve kolayca hediye edilen unvanlardır. Şimşek şöyle yazıyor: "Türkiye’deki tarihçilere yönelik kamuoyunda gelişen güvensizliğin önemli kaynaklarından birinin son zamanlarda çeşitli TV programlarındaki bazı tarihçilerin konuşma ve iddialarının olduğu ortadadır. Neredeyse her gün arz-ı endam eden, isminin önünde Dr., Doç. ya da Prof. yazan bu akademisyenlerin “kişisel ikbal uğruna” bazı tartışmalı konularda tarih metodolojisinin tamamen dışında bir yaklaşımla, kaba ideolojik tespit ve yorumlarda bulunmaları, kamuoyunda tarihe ve tarihçilere duyulan güveni büyük ölçüde zedelemiş görünmektedir." [sf. 19]
Türkiye'de yürütülmekte olan "her şehre bir üniversite" projesiyle tarih bölümleri ciddi anlamda kalabalıklaşmakta, niceliğin artışıyla niteliğin iyice düştüğü görülmektedir. İlber Ortaylı'nın uzun zamandır uyarılarda bulunduğu bu konu, plansızlığın eğitim alanında ne gibi olumsuzluklara sebep olduğunun da göstergesidir.
Ahmet Şimşek ve Alaattin Aköz'ün editörlüğünde ve Kronik Kitap etiketiyle neşredilen Türkiye'de Akademik Tarihçilik, alanında ciddi emekler vermiş isimlerin önemli metinlerini barındırıyor. Şimşek önsözünde "anlama" merkezli olan bu metinlerle birlikte "umudumuz, tarihyazımı çalıştayları ve ondan neşet bulan bu tarz kitaplarla, Türkiye’deki tarihçiliğe yeni soluklar getirmek, çalışmaların daha nitelikli ve zengin olması için katkı sağlamaktır" diyor. Kitap, Zafer Toprak'ın Türkiye'deki akademik tarihçilik üzerine çıkardığı bilançoyla başlıyor. İlhan Tekeli, akademik tarihçilik üzerine beklentilerden bahsederken, Hakan Kaynar "akademi yeniliğe engel mi?" diye soruyor. Mehmet Ö. Alkan'ın resmi tarih tartışmalarının neresinde olduğumuza dair yaptığı önemli sorgulamadan sonra İbrahim Turan akademik tarih yazımıyla tarih ders kitabı yazımı arasındaki farkları ortaya seriyor. Proje temelli tarih çalışmalarının neden ve nasıl olduğunu Mehmet Yaşar Ertaş, tarihçiler ve TÜBİTAK projelerini ise Arif Bilgin anlatıyor. Son olarak Yunus Koç, defteroloji çalışmaları üzerine bir değerlendirme yapıyor.
Çalıştay bildirilerinin akabinde bazı tarihçilerin yaptığı değerlendirmeler de kitabın sonunda yer alıyor. Toplantıya ilk kez katıldığını belirten Ahmet Yaşar Ocak'ın değerlendirmesindeki şu noktalar çok önemli: "Kültür ve zihniyet tarihçiliği benim için son derece önemli. Ben bunu defalarca da söyledim. Özellikle Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık’ın karizmatik şahsiyetleri ve yaptıkları çalışmaların parlaklığı karşısında Osmanlı tarihçiliği alanında, -epeyce hakikaten başlangıcından bugüne kadar olan neticeleri düşünürsek-, bayağı bir mesafe alındı. Çok büyük hizmetler yapıldı. Fakat Türk tarihçiliğinin, Türkiye tarihçiliğinin, öyle diyelim, bana göre en zayıf noktası, kültür ve zihniyet tarihçiliği noktasıdır."
Türkiye'de Akademik Tarihçilik, bu alanda ihtisas yapmak isteyenlerin yanı sıra tüm tarih meraklılarının da başvurması gereken bir kitap. Çünkü kimler tarihçilik yapıyor ve nasıl yapıyor sorusunun önemli karşılıkları olmalı bizde. Bilhassa bu mesele için kitap önem arz ediyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere üniversitelerinin kürsülerinde artık "profesyonel" tarihçiler görünmeye başlamıştır. Oxford ve Sorbonne kürsülerinde tarihin bir anlatı mı yoksa bilimsel bir eylem mi olduğu tartışılmıştır. I. Dünya Savaşı'nda tarihçilerin kendi ülkelerini ve devlet politikalarını objektiflikten oldukça uzak bir konumda savunmaları, tarih ilmine de tarihçilere de tabiri cazise zeval getirmiş, "inandırıcılık" ciddi anlamda sarsılmıştır. II. Dünya Savaşı'nın soğuk savaş iklimi, bir kez daha tarihçilerin kendilerine "çeki düzen" vermelerine imkân sağlamış, 1950'lerden sonra bu "mesleğin" ciddiyeti iyice belirginleşmiştir. 20. yüzyıldaki tarihçilik anlayışını en çok etkileyen ise Annales Okulu olmuştur: "20. yüzyılda tarihçilik alanında etkileri hala devam eden önemli bir çıkış, Annales Okulu olarak anılan dergi merkezli yapılanmadan gelmiştir. Annales Okulu, temelde büyük adamların, kronolojik olgu koleksiyonunun ve siyasi tarihin etkililiğini kökten eleştirmiş, halkın (sıradan insan) sosyo-ekonomik tarihini, genelde nicel verilerle (objektif ) sunmayı teşvik etmiştir. Profesyonel tarihçiliği en fazla etkileyen bu okul, yekpare bir yaklaşımı olmamakla birlikte disiplinler arası tarih çalışmalarını teşvik etmiştir." [sf. 12]
Türkiye'deki tarihçilik tartışmaları gündeme en çok II. Meşrutiyet'in ardından girmiştir. Hüseyin Daniş, Mehmet Akif, Ahmet Naim, Ahmet Mithat Efendi, Efdalüddin, Ahmet Hikmet ve Hamdullah Suphi gibi isimlerin yer aldığı encümenin hazırladığı rapor sonucunda, Darülfunun mektebinde ilk kez bir tarih-coğrafya programı ortaya çıkmıştır. Şimşek'in hatırlattığı gibi I. Dünya Savaşı yıllarında Almanya’dan gelen Lehmann Haupt (Eskiçağ Tarihi), Mordtmann (Tarih Metodolojisi), E. Unger (Arkeoloji ve Eski Paralar) Türkiye’deki tarihçiliğin gelişmesine akademik katkı sağlamışlardır. Milli mücadele yıllarında ise Darülfünun tarih bölümünden Ahmet Refik, Şemseddin Günaltay, Abdurrahman Şeref Efendi, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura gibi hocalar yeni kurulan Türk devletinin kültür ve eğitim politikalarında birçok projeye destek olmuşlardır. Türkiye'de "milli tarih"in inşa edildiği yeni dönem aynı zamanda romantik dönem olarak da adlandırılır. Bu dönemde Türk milliyetçiliğinin tarihçilik alanında büyük bir etkisi olmuş, zaman zaman muhalif tarihçiler tarafından bu durum şiddetle eleştirilmiştir.
Günümüzde tarihçilik hakkında en çok tartışılan konu "kişisel ikbal" uğruna yürütülen işler, onaylanan tezler ve kolayca hediye edilen unvanlardır. Şimşek şöyle yazıyor: "Türkiye’deki tarihçilere yönelik kamuoyunda gelişen güvensizliğin önemli kaynaklarından birinin son zamanlarda çeşitli TV programlarındaki bazı tarihçilerin konuşma ve iddialarının olduğu ortadadır. Neredeyse her gün arz-ı endam eden, isminin önünde Dr., Doç. ya da Prof. yazan bu akademisyenlerin “kişisel ikbal uğruna” bazı tartışmalı konularda tarih metodolojisinin tamamen dışında bir yaklaşımla, kaba ideolojik tespit ve yorumlarda bulunmaları, kamuoyunda tarihe ve tarihçilere duyulan güveni büyük ölçüde zedelemiş görünmektedir." [sf. 19]
Türkiye'de yürütülmekte olan "her şehre bir üniversite" projesiyle tarih bölümleri ciddi anlamda kalabalıklaşmakta, niceliğin artışıyla niteliğin iyice düştüğü görülmektedir. İlber Ortaylı'nın uzun zamandır uyarılarda bulunduğu bu konu, plansızlığın eğitim alanında ne gibi olumsuzluklara sebep olduğunun da göstergesidir.
Ahmet Şimşek ve Alaattin Aköz'ün editörlüğünde ve Kronik Kitap etiketiyle neşredilen Türkiye'de Akademik Tarihçilik, alanında ciddi emekler vermiş isimlerin önemli metinlerini barındırıyor. Şimşek önsözünde "anlama" merkezli olan bu metinlerle birlikte "umudumuz, tarihyazımı çalıştayları ve ondan neşet bulan bu tarz kitaplarla, Türkiye’deki tarihçiliğe yeni soluklar getirmek, çalışmaların daha nitelikli ve zengin olması için katkı sağlamaktır" diyor. Kitap, Zafer Toprak'ın Türkiye'deki akademik tarihçilik üzerine çıkardığı bilançoyla başlıyor. İlhan Tekeli, akademik tarihçilik üzerine beklentilerden bahsederken, Hakan Kaynar "akademi yeniliğe engel mi?" diye soruyor. Mehmet Ö. Alkan'ın resmi tarih tartışmalarının neresinde olduğumuza dair yaptığı önemli sorgulamadan sonra İbrahim Turan akademik tarih yazımıyla tarih ders kitabı yazımı arasındaki farkları ortaya seriyor. Proje temelli tarih çalışmalarının neden ve nasıl olduğunu Mehmet Yaşar Ertaş, tarihçiler ve TÜBİTAK projelerini ise Arif Bilgin anlatıyor. Son olarak Yunus Koç, defteroloji çalışmaları üzerine bir değerlendirme yapıyor.
Çalıştay bildirilerinin akabinde bazı tarihçilerin yaptığı değerlendirmeler de kitabın sonunda yer alıyor. Toplantıya ilk kez katıldığını belirten Ahmet Yaşar Ocak'ın değerlendirmesindeki şu noktalar çok önemli: "Kültür ve zihniyet tarihçiliği benim için son derece önemli. Ben bunu defalarca da söyledim. Özellikle Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık’ın karizmatik şahsiyetleri ve yaptıkları çalışmaların parlaklığı karşısında Osmanlı tarihçiliği alanında, -epeyce hakikaten başlangıcından bugüne kadar olan neticeleri düşünürsek-, bayağı bir mesafe alındı. Çok büyük hizmetler yapıldı. Fakat Türk tarihçiliğinin, Türkiye tarihçiliğinin, öyle diyelim, bana göre en zayıf noktası, kültür ve zihniyet tarihçiliği noktasıdır."
Türkiye'de Akademik Tarihçilik, bu alanda ihtisas yapmak isteyenlerin yanı sıra tüm tarih meraklılarının da başvurması gereken bir kitap. Çünkü kimler tarihçilik yapıyor ve nasıl yapıyor sorusunun önemli karşılıkları olmalı bizde. Bilhassa bu mesele için kitap önem arz ediyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Çağdaş japon edebiyatının Kobo Abe’si
Geçtiğimiz yaz deniz kenarına tatile gidebilen kitap okurunun -özellikle kadın okurların- sosyal medya hesaplarında ilginç bir kitap fotoğrafı arzı endam etti. Arka planda çoğunlukla kum (sahil) olmak üzere deniz, şezlong ve tabii ki fotoğrafın odak noktası ‘Kumların Kadını’ adlı kitap.
Sanırım en önemli vurgu kadınsı imgelerin de bu fotoğraflarda kendine yer bulmasıydı. Özelikle kadın okuyucuların yaptığı bu paylaşımların nedenini, kitabın ismindeki cazibe ve o an bulundukları yerin zihinlerde tekabül ettiği anlamla mezcedildikten sonra ortaya çıkan imaj ile kendilerini özdeşleştirmelerinden olsa gerek. Bu değerlendirmede konu edindiğim ikinci meseleyi bu durum oluşturuyor. Daha açık söylemek gerekirse, demek istediğim, bir kumsalda Kumların Kadını kitabıyla fotoğraf paylaşanların verdiği mesaj ile kitabın konusunun veya daha ileri gidersek kitabın verdiği mesajın ne kadar örtüştüğü meselesi. Kitaba dair derinlemesine bir okuma gerçekleştirildiğinde, görülen şey ile okuyucunun burada ortaya koyduğu şey arasında uçurum olduğudur. Kitapta sistem eleştirisi olarak ele alabileceğimiz durumu, gerçekte kişinin farklı bir düzlemde ele alarak imaj devşirmeye vardırması olarak göze çarpıyor. Buradaki en önemli nokta, kitabın popülariteye dönüşmesi doğal olarak hikâyesini de tüketim malzemesine dönüştürüyor olmasıdır. Dolayısıyla, yapılan negatif sistem eleştirisi sisteme pozitif bir katkı sunarak sirkülasyonun devam etmesine katkı sağlıyor ve mesaj etkisiz hâle geliyor. Elbette bu kadar ciddi bir okuma gerçekleştirilmesi şart değil. Hikâyeyi oku, eğlen ve geç tarzı bir anlayış da iş görür. Yalnız böyle bir okumada anlatının kendisi boşlukta kalırken finali kesinlikle anlamsızlaşıyor.
Yukarıda değinmeden geçtiğim ilk mesele dönersek, kitapta asıl anlatılanın ne olduğu meselesidir. Aslında bu mevzu kitabı okuma isteğim ile de ilgili diyebilirim. Kumların Kitabı adlı eserin yazarı çağdaş Japon edebiyatının önemli yazarlarından Kobo Abe (1924-1993). İnternet üzerinde kitabı araştırırken daha önce aynı adla Turkuvaz Yayınları’ndan çıkmış olduğunu fark ettim. Fakat benim Kobo Abe’yle tanışmam daha da öncesine dayanıyor. Sanırım iki binli yıllardı ve bir şekilde elime geçen Remzi Kitabevi’nin yayınladığı Kutu Adam adlı eser kendisiyle ilk karşılaşmamdı. Muhtemelen konjonktür ve yaştan dolayı üzerinde çok fazla durmadan okuduğum içerik kadar -muhtemelen yine yaştan dolayı- yazarın ismi de epeyce ilgimi çekmişti diyebilirim. Aklımda bu kadar net kalmasının da bu sebepten olduğunu düşünüyorum. Bugün Kutu Adam’ın baskısı yok ve denk gelirse sahaf fiyatı da biraz fazla. Umarım Kobo Abe’nin bu harika eseri en kısa sürede yayınlar ve keyifle okuruz. Elbette bu kez içeriği didikleyen derinlemesine bir bakış açısıyla.
Yıllar sonra Kobo Abe’yi tekrar görünce Kumların Kadını da acaba -aklımda kaldığı kadarıyla- Kutu Adam gibi sıradışı bir eser mi diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki gerçekten de öyle, sıradışıydı. Yukarıda değindiğim birincil mesele işte bu sıradışılık ile ilgili diyebilirim.
Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz seksen dört sayfalık eserin çevirisi Barış Bayıksel’e ait. Özenli çeviri sayesinde akışta sorun ya da anlam karmaşası olmadan okunuyor. Roman sıradan bir girişle başlamasına rağmen giderek gizemli bir hâl alıp okuyucuyu meraklandırırken modern kent insanının sahip olduğu gerilimi hissettiren anlatım insanı içine çekiyor. Bunun dışında hem yazarın yaşamanı, yaşadığı dönemi ve içinde yaşadığı kültürü dikkate aldığımızda hem de eseri katmanlı bir bakışla okuduğumuzda söz konusu gerilimden kaçışın bugün artık pek değil hiç mümkün olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda, Kumların Kadını’ndaki hikâyeyi salt kurgu veya soyut bir mit olarak ele almanın biraz kolaycılık olacağı düşüncesindeyim. Derinlemesine okuma tercih ve tavsiyemin temel dayanağını da bu kanaat oluşturuyor. Bu kanıya varmamın esas nedeni, başkarakterin (Cumpei Niki) kitabın girişindeki profili ve yaşadığı ruhsal gerilim diyebilirim. İşlenen tarih itibariyle modern bir dönemi ele alan hikâye, günümüz insanın da uzak olmadığı bir hayat akışı ve anlayışı etrafında şekilleniyor. Modern hayattan kopamamakla birlikte modernizmin getirdiği yaşam biçiminden uzaklaşmak isteyenlerin sık sık başvurduğu rahatlama yollarından biri ara ara kendini doğaya ‘salmaktır’. Bu yöntem Cumpei Niki’nin de başvurduğu bir yöntem. Fakat Niki sadece doğaya açılmıyor ayrıca yakaladığı böceklerden koleksiyon yaparak hayatına doğadan bir şeyler taşıyor. Elbette modernizmin yapısına uygun olarak doğal olanın biçimini değiştirip yapay bir formda yapıyor bunu. Roman, yoğun, yorucu ve donuk iş hayatından bulduğu fırsatı bu amaçla değerlendirmek isteyen Cumpei Niki’nin yola çıkışıyla başlıyor. Yabancısı olduğu bir bölgede böcek peşinde iz sürerken farkında olmadan -bir anlamda kaybolduğu- kumlu bir alana gelen ve zamanın bir hayli ilerlediğini fark eden kahramanımız, karşılaştığı bölge insanlarının yanında geceyi geçirdikten sonra yoluna devam etmeyi düşünüyor. Yardımcı olmayı kabul eden insanlar tarafından bir kadının –ki kitaba ismini veren kadın- yaşadığı eve götürülüyor ve böylece Cumpei Niki’nin kumlarla mücadelesi daha doğrusu kumlardan kurtulamamasının hikâyesi başlıyor. Kurtulamaması kısmı ‘spoiler’ olarak ele alınabilir fakat kitabı tümüyle okumadan karar vermemek gerekir. Aksi durum yanıltıcı olabilir.
Cumpei Niki geceyi geçirmek üzere tek başına yaşayan bu kadının olduğu eve getirilmesiyle birlikte kumlarla kaplı bölge hayattan soyutlanıyor ve gerçeklikten kopmaya başlayan hikâye daha çok psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Getirildiği evden, kadından ve kumlardan kurtulmak isteyen Cumpei Niki verdiği savaşında bir türlü başarılı olamıyor. Söz konusu savaş sadece hikâyenin kahramanın değil okuyucunun da savaşı oluyor. Öyle ki, Kumların Kadını’nı okurken insanın ağzında kum geziniyor, zihnine kum doluyor sanki. Kum tanesine dönüşen harfler kelime ve cümlelerle savruluyor. Paragraflar kum öbeği sayfalar kum tepesi olmaya başlıyor ve okunan her bir sayfa üzerinize biriken kum yığını oluyor. Uçsuz bucaksız kum yığını içindeki Cumpei Niki’nin çaresizliği okuyucunun merakını kamçılayarak okumaya mecbur bırakıyor adeta. Okuyucuda yardım etmek için müdahale etme isteği oluşuyor lakin sanki kumlar buna da engel oluyor. İlginç bir çaresizliğin içinde buluyor insan kendini.
Roman son derece akıcı ve kendi içinde gömülen bir yapısı var. Dış dünyadan soyutlamasının yanı sıra kendi içinde giderek derinleşen ve büyüyen bir üslup ve anlatım mevcut. Dolayısıyla kesinlikle bir kumdan kale değil. Gelişen olayları, hikâye ve/veya anlatımdan soyutlayarak tahmini ya da alternatif bir ileriyi okuyuculuk olarak ele almak mümkün olmuyor. Yazarın anlatımına sadık kalmak zorunda bırakılan okuyucu bu anlatış doğrultusunda yol almak zorunda kalıyor. Dolayısıyla okuyucu açısından metne dair sürpriz çıkışlar olamıyor. Teknik olarak okuyucuyu etkisiz bırakan metinde hissedilen tahmin edilemez bir meraktan ibaret. Bu açıdan biraz zorlayıcı bir okuma gerektiriyorsa da psikolojik roman okumayı sevenlerin keyif alacağı kesin. Finalin, okuyucunun alışık olduğu ya da umduğu şekilde bitmemesi insanı burkuyor ama bir yandan da hikâyenin anlamlılığını korumak adına bu bitiş de güzel dedirtiyor.
Olumsuz anlamda en bariz eleştirim, kitabın isimlendirilmesine neden olan karakterin hikâyede çok fazla etkin olmadığı diyebilirim. Daha net ifade etmek gerekirse, Cumpei Niki’nin o an için iç gerilimlerinde önemli bir yeri olmasına karşın çektiği ıstırabın temel nedeninin söz konusu kadın olmadığı görülebiliyor. Zaten gerek hikâye gerekse sonucu açısından kadının net bir belirleyiciliği yok. Cumpei Niki’nin ruhsal yapısının zaten acı çekmeye müsait olduğu en baştan beri ortada olan bir şey. İsim itibariyle, ilk intiba olarak kadın ve/veya aşk eksenli bir anlatım beklentisi oluşabilir lakin ortada ‘başka’ bir hikâye var. Bu bağlamda isim belirlenmesinde kullanılan yan karakter pozisyonundaki kadın karakter fazla öne çekilerek rolü büyütülmüş izlenimi veriyor. Dolayısıyla hikâyenin temelde anlattığı ile kitabın ismi aynı anlam dünyasında buluşamıyor. Bir diğer eleştirim, modern dönemde geçtiği aşikâr olan hikâyedeki bölgenin neden bu denli soyutlandığı. Mekânda yaşayanların dünyayla bir şekilde iletişim kurduğu, ilişki içine girdiği anlatılıyor/anlaşılıyor lakin tecrit edilmemesine rağmen dünyanın Cumpei Niki’nin bulunduğu mekânla etkileşime giremiyor oluşu zorlama bir anlatıma dönüşüyor. Olayın geçtiği 1960’ların Japonya’sında mevcut şartlarda ulaşımın yanı sıra yaşama koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak imkânların neden göz ardı edildiği merak konusu oluyor. Bu haliyle söz konusu yadsıma mantıksal bir gedik olarak tüm okuma boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Daha da net söylemek gerekirse tasvir ve duygu yoğunluğu açısından oldukça başarılı olduğunu düşündüğüm eser kurgu açısından bazı sorunları aşamıyor.
Son olarak, kitaptan bağımsız olmakla birlikte kitabın yazarı Kobo Abe’nin Japon edebiyatının Kafka’sı olarak nitelendirilmesi konusunu değinmek istiyorum. Böyle bir nitelemenin sadece gereksiz değil ayrıca anlamsız olduğu kanaatindeyim. Popüler edebiyat dünyamızdaki iğreti Kafka fetişizmini bir kenara bırakırsak, Kafka’yı Kafka yapan dinamikler ve eserlerindeki anlatım gücü bambaşka özelliklere sahip. Etnik ve dinsel kimliğiyle ‘yaşamak zorunda olduğu’ zaman ve mekânın yanı sıra ailevi, siyasi ve toplumsal meselelere rağmen ‘insani’ kalma çabası bu dinamiklerin en önemlileridir diyebiliriz. Okunmak için değil sadece yazmak için yazmış olan Kafka’nın birçok eserini, yakın dostunun “yazılarımı yok et” vasiyetine uymaması sonucu tanıyoruz. Esasında Kafka’nın eserleri gerçek gücünü de salt okunmak için yazılmamış olmasından alıyor desek yanılmış olmayız. Kafka ne demek istiyorsa onu direkt söyleyen bir yazar ve en önemlisi anlatısında okuyucusuna alan bırakıyor. Kafka okurken çoğunlukla hayıflanıyor ve yeri geldiğinde sevinemeseniz bile haklı bulabiliyorsunuz. Kobo Abe’nin anlatımı ise daha fazla metafor ve belirsizlik içermekle kalmayıp okuyucuya da alan bırakmıyor. Anlatımın tüm açılımlarıyla yazarda olduğu metin okuyucuya yorumlama ihtimali bile taşımıyor. Kafka okuyucuları onun eserlerindeki kahramanlarla yan yana durabiliyor hatta bir yerden sonra okuyucu karakterle özdeşleşebiliyor lakin Kobo Abe’nin kahramanları kendilerinden başka kimse olmayacak özelliğe sahip. Okuyucu Kobo Abe’nin eserlerindeki görüntüyü sadece izlemekle yetiniyor. Tüm bunların yanında muhtemelen üslubundaki (-ki Kutu Adam, Kumların Kadını ve Kanguru Defteri’nde bol miktarda görülen) karamsar anlatım ve hikâyelerindeki metoforik yaklaşım nedeniyle Kobo Abe’ye bu yakıştırma yapılıyor lakin en çok benzerliğin olduğu Dönüşüm’deki metaforik anlatım üzerinden bile böyle bir benzetme ve niteleme çok doğru görünmüyor. Oldukça güçlü bir kalem olan Kobo Abe’yi Kafkalaştırmak sadece Kafka’ya değil Kobo Abe’ye de haksızlık olur diye düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Sanırım en önemli vurgu kadınsı imgelerin de bu fotoğraflarda kendine yer bulmasıydı. Özelikle kadın okuyucuların yaptığı bu paylaşımların nedenini, kitabın ismindeki cazibe ve o an bulundukları yerin zihinlerde tekabül ettiği anlamla mezcedildikten sonra ortaya çıkan imaj ile kendilerini özdeşleştirmelerinden olsa gerek. Bu değerlendirmede konu edindiğim ikinci meseleyi bu durum oluşturuyor. Daha açık söylemek gerekirse, demek istediğim, bir kumsalda Kumların Kadını kitabıyla fotoğraf paylaşanların verdiği mesaj ile kitabın konusunun veya daha ileri gidersek kitabın verdiği mesajın ne kadar örtüştüğü meselesi. Kitaba dair derinlemesine bir okuma gerçekleştirildiğinde, görülen şey ile okuyucunun burada ortaya koyduğu şey arasında uçurum olduğudur. Kitapta sistem eleştirisi olarak ele alabileceğimiz durumu, gerçekte kişinin farklı bir düzlemde ele alarak imaj devşirmeye vardırması olarak göze çarpıyor. Buradaki en önemli nokta, kitabın popülariteye dönüşmesi doğal olarak hikâyesini de tüketim malzemesine dönüştürüyor olmasıdır. Dolayısıyla, yapılan negatif sistem eleştirisi sisteme pozitif bir katkı sunarak sirkülasyonun devam etmesine katkı sağlıyor ve mesaj etkisiz hâle geliyor. Elbette bu kadar ciddi bir okuma gerçekleştirilmesi şart değil. Hikâyeyi oku, eğlen ve geç tarzı bir anlayış da iş görür. Yalnız böyle bir okumada anlatının kendisi boşlukta kalırken finali kesinlikle anlamsızlaşıyor.
Yukarıda değinmeden geçtiğim ilk mesele dönersek, kitapta asıl anlatılanın ne olduğu meselesidir. Aslında bu mevzu kitabı okuma isteğim ile de ilgili diyebilirim. Kumların Kitabı adlı eserin yazarı çağdaş Japon edebiyatının önemli yazarlarından Kobo Abe (1924-1993). İnternet üzerinde kitabı araştırırken daha önce aynı adla Turkuvaz Yayınları’ndan çıkmış olduğunu fark ettim. Fakat benim Kobo Abe’yle tanışmam daha da öncesine dayanıyor. Sanırım iki binli yıllardı ve bir şekilde elime geçen Remzi Kitabevi’nin yayınladığı Kutu Adam adlı eser kendisiyle ilk karşılaşmamdı. Muhtemelen konjonktür ve yaştan dolayı üzerinde çok fazla durmadan okuduğum içerik kadar -muhtemelen yine yaştan dolayı- yazarın ismi de epeyce ilgimi çekmişti diyebilirim. Aklımda bu kadar net kalmasının da bu sebepten olduğunu düşünüyorum. Bugün Kutu Adam’ın baskısı yok ve denk gelirse sahaf fiyatı da biraz fazla. Umarım Kobo Abe’nin bu harika eseri en kısa sürede yayınlar ve keyifle okuruz. Elbette bu kez içeriği didikleyen derinlemesine bir bakış açısıyla.
Yıllar sonra Kobo Abe’yi tekrar görünce Kumların Kadını da acaba -aklımda kaldığı kadarıyla- Kutu Adam gibi sıradışı bir eser mi diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki gerçekten de öyle, sıradışıydı. Yukarıda değindiğim birincil mesele işte bu sıradışılık ile ilgili diyebilirim.
Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz seksen dört sayfalık eserin çevirisi Barış Bayıksel’e ait. Özenli çeviri sayesinde akışta sorun ya da anlam karmaşası olmadan okunuyor. Roman sıradan bir girişle başlamasına rağmen giderek gizemli bir hâl alıp okuyucuyu meraklandırırken modern kent insanının sahip olduğu gerilimi hissettiren anlatım insanı içine çekiyor. Bunun dışında hem yazarın yaşamanı, yaşadığı dönemi ve içinde yaşadığı kültürü dikkate aldığımızda hem de eseri katmanlı bir bakışla okuduğumuzda söz konusu gerilimden kaçışın bugün artık pek değil hiç mümkün olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda, Kumların Kadını’ndaki hikâyeyi salt kurgu veya soyut bir mit olarak ele almanın biraz kolaycılık olacağı düşüncesindeyim. Derinlemesine okuma tercih ve tavsiyemin temel dayanağını da bu kanaat oluşturuyor. Bu kanıya varmamın esas nedeni, başkarakterin (Cumpei Niki) kitabın girişindeki profili ve yaşadığı ruhsal gerilim diyebilirim. İşlenen tarih itibariyle modern bir dönemi ele alan hikâye, günümüz insanın da uzak olmadığı bir hayat akışı ve anlayışı etrafında şekilleniyor. Modern hayattan kopamamakla birlikte modernizmin getirdiği yaşam biçiminden uzaklaşmak isteyenlerin sık sık başvurduğu rahatlama yollarından biri ara ara kendini doğaya ‘salmaktır’. Bu yöntem Cumpei Niki’nin de başvurduğu bir yöntem. Fakat Niki sadece doğaya açılmıyor ayrıca yakaladığı böceklerden koleksiyon yaparak hayatına doğadan bir şeyler taşıyor. Elbette modernizmin yapısına uygun olarak doğal olanın biçimini değiştirip yapay bir formda yapıyor bunu. Roman, yoğun, yorucu ve donuk iş hayatından bulduğu fırsatı bu amaçla değerlendirmek isteyen Cumpei Niki’nin yola çıkışıyla başlıyor. Yabancısı olduğu bir bölgede böcek peşinde iz sürerken farkında olmadan -bir anlamda kaybolduğu- kumlu bir alana gelen ve zamanın bir hayli ilerlediğini fark eden kahramanımız, karşılaştığı bölge insanlarının yanında geceyi geçirdikten sonra yoluna devam etmeyi düşünüyor. Yardımcı olmayı kabul eden insanlar tarafından bir kadının –ki kitaba ismini veren kadın- yaşadığı eve götürülüyor ve böylece Cumpei Niki’nin kumlarla mücadelesi daha doğrusu kumlardan kurtulamamasının hikâyesi başlıyor. Kurtulamaması kısmı ‘spoiler’ olarak ele alınabilir fakat kitabı tümüyle okumadan karar vermemek gerekir. Aksi durum yanıltıcı olabilir.
Cumpei Niki geceyi geçirmek üzere tek başına yaşayan bu kadının olduğu eve getirilmesiyle birlikte kumlarla kaplı bölge hayattan soyutlanıyor ve gerçeklikten kopmaya başlayan hikâye daha çok psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Getirildiği evden, kadından ve kumlardan kurtulmak isteyen Cumpei Niki verdiği savaşında bir türlü başarılı olamıyor. Söz konusu savaş sadece hikâyenin kahramanın değil okuyucunun da savaşı oluyor. Öyle ki, Kumların Kadını’nı okurken insanın ağzında kum geziniyor, zihnine kum doluyor sanki. Kum tanesine dönüşen harfler kelime ve cümlelerle savruluyor. Paragraflar kum öbeği sayfalar kum tepesi olmaya başlıyor ve okunan her bir sayfa üzerinize biriken kum yığını oluyor. Uçsuz bucaksız kum yığını içindeki Cumpei Niki’nin çaresizliği okuyucunun merakını kamçılayarak okumaya mecbur bırakıyor adeta. Okuyucuda yardım etmek için müdahale etme isteği oluşuyor lakin sanki kumlar buna da engel oluyor. İlginç bir çaresizliğin içinde buluyor insan kendini.
Roman son derece akıcı ve kendi içinde gömülen bir yapısı var. Dış dünyadan soyutlamasının yanı sıra kendi içinde giderek derinleşen ve büyüyen bir üslup ve anlatım mevcut. Dolayısıyla kesinlikle bir kumdan kale değil. Gelişen olayları, hikâye ve/veya anlatımdan soyutlayarak tahmini ya da alternatif bir ileriyi okuyuculuk olarak ele almak mümkün olmuyor. Yazarın anlatımına sadık kalmak zorunda bırakılan okuyucu bu anlatış doğrultusunda yol almak zorunda kalıyor. Dolayısıyla okuyucu açısından metne dair sürpriz çıkışlar olamıyor. Teknik olarak okuyucuyu etkisiz bırakan metinde hissedilen tahmin edilemez bir meraktan ibaret. Bu açıdan biraz zorlayıcı bir okuma gerektiriyorsa da psikolojik roman okumayı sevenlerin keyif alacağı kesin. Finalin, okuyucunun alışık olduğu ya da umduğu şekilde bitmemesi insanı burkuyor ama bir yandan da hikâyenin anlamlılığını korumak adına bu bitiş de güzel dedirtiyor.
Olumsuz anlamda en bariz eleştirim, kitabın isimlendirilmesine neden olan karakterin hikâyede çok fazla etkin olmadığı diyebilirim. Daha net ifade etmek gerekirse, Cumpei Niki’nin o an için iç gerilimlerinde önemli bir yeri olmasına karşın çektiği ıstırabın temel nedeninin söz konusu kadın olmadığı görülebiliyor. Zaten gerek hikâye gerekse sonucu açısından kadının net bir belirleyiciliği yok. Cumpei Niki’nin ruhsal yapısının zaten acı çekmeye müsait olduğu en baştan beri ortada olan bir şey. İsim itibariyle, ilk intiba olarak kadın ve/veya aşk eksenli bir anlatım beklentisi oluşabilir lakin ortada ‘başka’ bir hikâye var. Bu bağlamda isim belirlenmesinde kullanılan yan karakter pozisyonundaki kadın karakter fazla öne çekilerek rolü büyütülmüş izlenimi veriyor. Dolayısıyla hikâyenin temelde anlattığı ile kitabın ismi aynı anlam dünyasında buluşamıyor. Bir diğer eleştirim, modern dönemde geçtiği aşikâr olan hikâyedeki bölgenin neden bu denli soyutlandığı. Mekânda yaşayanların dünyayla bir şekilde iletişim kurduğu, ilişki içine girdiği anlatılıyor/anlaşılıyor lakin tecrit edilmemesine rağmen dünyanın Cumpei Niki’nin bulunduğu mekânla etkileşime giremiyor oluşu zorlama bir anlatıma dönüşüyor. Olayın geçtiği 1960’ların Japonya’sında mevcut şartlarda ulaşımın yanı sıra yaşama koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak imkânların neden göz ardı edildiği merak konusu oluyor. Bu haliyle söz konusu yadsıma mantıksal bir gedik olarak tüm okuma boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Daha da net söylemek gerekirse tasvir ve duygu yoğunluğu açısından oldukça başarılı olduğunu düşündüğüm eser kurgu açısından bazı sorunları aşamıyor.
Son olarak, kitaptan bağımsız olmakla birlikte kitabın yazarı Kobo Abe’nin Japon edebiyatının Kafka’sı olarak nitelendirilmesi konusunu değinmek istiyorum. Böyle bir nitelemenin sadece gereksiz değil ayrıca anlamsız olduğu kanaatindeyim. Popüler edebiyat dünyamızdaki iğreti Kafka fetişizmini bir kenara bırakırsak, Kafka’yı Kafka yapan dinamikler ve eserlerindeki anlatım gücü bambaşka özelliklere sahip. Etnik ve dinsel kimliğiyle ‘yaşamak zorunda olduğu’ zaman ve mekânın yanı sıra ailevi, siyasi ve toplumsal meselelere rağmen ‘insani’ kalma çabası bu dinamiklerin en önemlileridir diyebiliriz. Okunmak için değil sadece yazmak için yazmış olan Kafka’nın birçok eserini, yakın dostunun “yazılarımı yok et” vasiyetine uymaması sonucu tanıyoruz. Esasında Kafka’nın eserleri gerçek gücünü de salt okunmak için yazılmamış olmasından alıyor desek yanılmış olmayız. Kafka ne demek istiyorsa onu direkt söyleyen bir yazar ve en önemlisi anlatısında okuyucusuna alan bırakıyor. Kafka okurken çoğunlukla hayıflanıyor ve yeri geldiğinde sevinemeseniz bile haklı bulabiliyorsunuz. Kobo Abe’nin anlatımı ise daha fazla metafor ve belirsizlik içermekle kalmayıp okuyucuya da alan bırakmıyor. Anlatımın tüm açılımlarıyla yazarda olduğu metin okuyucuya yorumlama ihtimali bile taşımıyor. Kafka okuyucuları onun eserlerindeki kahramanlarla yan yana durabiliyor hatta bir yerden sonra okuyucu karakterle özdeşleşebiliyor lakin Kobo Abe’nin kahramanları kendilerinden başka kimse olmayacak özelliğe sahip. Okuyucu Kobo Abe’nin eserlerindeki görüntüyü sadece izlemekle yetiniyor. Tüm bunların yanında muhtemelen üslubundaki (-ki Kutu Adam, Kumların Kadını ve Kanguru Defteri’nde bol miktarda görülen) karamsar anlatım ve hikâyelerindeki metoforik yaklaşım nedeniyle Kobo Abe’ye bu yakıştırma yapılıyor lakin en çok benzerliğin olduğu Dönüşüm’deki metaforik anlatım üzerinden bile böyle bir benzetme ve niteleme çok doğru görünmüyor. Oldukça güçlü bir kalem olan Kobo Abe’yi Kafkalaştırmak sadece Kafka’ya değil Kobo Abe’ye de haksızlık olur diye düşünüyorum.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
13 Aralık 2017 Çarşamba
Kapitalizmin henüz yenemediği tek doğal güç: uyku
"Pek çokları uyumanın gerçeğe sırtını dönmek ya da kendisine sırt çevirmek olduğunu sanırlar. Gerçekte tam tersi olur. Uyumak insanın kendi içindeki en uç noktalara, bilincinin dipsiz kuyularına, insanın bilmek istemediği her şeyi, en çok korktuğu her şeyi, aşırı sevdiği her şeyi gelişigüzel yığdığı, kendi kafasının karanlık mahzenlerine inmektir. Uyumak yaşamın bilinmeyen yanını görmektir."
- H.F. Blanc, Uyku İmparatorluğu
Kesintisi olmayan bir yaşamın tam içindeyiz. Sadece bir şeyle uğraşmıyoruz, 'şimdi ve burada' olamıyoruz, özümseme denen harikulade duygudan uzaklaştıkça geçiciliğin hâkimiyeti karşısında boyun eğiyoruz. Varlığımızı anlamlandıracak her şey; dinlemek, anlamak, okumak, yazmak, seyretmek gibi eylemlerin kaybı bizde çok ciddi bir varoluş sancısına sebep oluyor. Bu sancıdan geriye kaygılar âleminde boğulmak kalıyor. Tam bu sırada imdadımıza yetişmesi gereken uyku, yorgun bedenimizi bir yere sermekten başka bir ifade bulamıyor yaşamlarımızda. Uykuyu sadece uyumak olarak görüyoruz. Oysa uykunun, uyanıklıkla ciddi bir alakası var.
21. yüzyılda zaferi iyice belirginleşen kapitalizm, insanlığın elindeki en doğal savunma aracı olan uykuyu satın aldı. Onun yerine çeşitli aygıtlar koydu. Uyumak için dahi enerji harcamamız gerekiyor. Hatta para vermemiz gerekiyor. Bir şeylerden vazgeçmemiz gerekiyor. Uyumak günü 'son ve mecburi' etkinliği hâline dönüyor. Böylelikle uyanamıyoruz ve türlü bedensel ve ruhsal hastalıklarla boğuşmanın arkasında bunların yattığına inanmıyoruz, inanmak istemiyoruz. Jonathan Crary işte tüm bunları kapitalizm eşliğinde yorumluyor kitabında: 7/24 - Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu. Eylül 2015'te Metis Kitap tarafından neşredilen bu 125 sayfalık kitap bir solukta okunurken insanı her sayfasında öfkelendiriyor. Hatta bu öfke yeniden düşünme imkânına bile fırsat vermiyor. Crary ne kadar yoğun bir saldırı altında olduğumuza çok gerçekçi bir biçimde yaklaşıyor. Okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan, öğüt vermeden birçok hakikati sıralıyor.
"Uyku yoksunluğu insanı aşırı bir âcizlik ve itaate sürükler, böyle bir durumda kurbandan anlamlı bir bilgi almak imkânsızdır, çünkü her suçu üstlenip bir sürü şey uydurabilecek bir haldedir. Uykunun esirgenmesi bir dış kuvvetin benliğe el koyması, bireyin ayrıntılı olarak hesaplanmış biçimde paramparça edilmesidir" diyor Crary. İnsanların sanalla gerçekliği birbirine karıştırmasından en şiddetli biçimde yararlanan kapitalizm, diğer yandan da reklamcılık, pazarlama ve güvenlik stratejileri yoluyla da uykuya, uykulara saldırıyor. Tüm bunlara rağmen Crary'e göre ne yaparlarsa yapsınlar uyku bütün stratejileri geri tepiyor. Uykuya karşı hiçbir saldırı sistemi tam manasıyla işleyemiyor. 'Küresel şimdiki zaman' içinde bir aykırılık ve 'kriz mahalli' olarak nitelendiriyor uykuyu. Bir türlü sömürülemiyor uyku: "Buradaki o müthiş, akıl almaz gerçek, uykudan değer namına bir şeyin elde edilemeyeceğidir."
Uykuya dair düşünürlerin fikirlerinden de bahsediyor Crary. Kimileri uykuyu birçok şey için çok büyük bir engel olarak görürken kimileri de yaşamın anlamına dair bir çok şeye gidilecek yolun uykudan geçtiğini belirtmiş: "Locke için uyku, Tanrının insanlar için amaçladığı öncelikler olan çalışkanlık ve rasyonelliğin kaçınılmaz da olsa acınası bir kesintiye uğrayışıydı. Uyku, Hume'un İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'sinin daha ilk paragrafında, bilgi önündeki engellere örnek olarak humma ve delilikle aynı kefeye konur.... Schopenhauer, bu hiyerarşiyi tersine çevirip insan varoluşunun "hakiki özünü" sadece uykuda bulabildiğimizi ileri süren nadir düşünürlerdendi."
Uykunun satın alınan bir şey hâline gelmesi (ya da düşmesi) insanın uyanık zamanlarına dair de bir şeyler işaret ediyor. Uyanık olduğumuz her an hayatımızı işgal eden türlü donanımlar (başta televizyonlar ve akıllı telefonlar var elbette, onlar yeni uzuvlarımız) uykuya geçiş sürecimize de dâhil oluyor. Dolayısıyla uykularımızdan alıyor. Zamanın değerini hissedilemez kılıyor. Oysa uyku yıkılmaz bir hatırlatıcıdır, durup tekrar düşünmedir: "Uyku bir beklemenin, duraksamanın hayatımızdaki tekerrürüdür. Erteleme zorunluluğunu ve her ne ertelenmişse onun gecikmeli devamının ya da yeniden başlayışının zorunluluğunu bildirir. Uyku bir teskindir, kişinin uyanıkken içine düştüğü ağların "sabit sürekliliği"nden kurtuluştur. Uykunun bir faaliyetsizlik ve faydasızlık durumuna girmesi için ağlardan ve cihazlardan kopmayı gerektiği gayet açıktır. Uyku bizi sahip olduğumuz veya ihtiyaç duyduğumuz söylenen şeylerden başka yerlere götüren bir zaman biçimidir."
Kapitalizmin günümüzdeki en büyük araçlarından biri sağlık. Sağlık sektörü. Bu sektörde haplar, silahlardan çıkan kurşunlar gibi yaralıyor insanı, kimilerini de öldürüyor. Çağın en çok satan haplarının insan psikolojisiyle ilgili olması şaşırtıcı mı? Değil. Buna bir de uyku haplarını ekliyor istatistikler. Uyku hapları birçok insan için hazine konumunda. Onlar olmadan uyku da olmuyor. Peki onlar olunca, sahiden uyunuyor mu yoksa vücut ve zihin, felç geçirtilip sadece bedensel bir dinlenme mi sağlanıyor? Hiç şüphesiz. Uyku hapları, hakiki uykuyla olan irtibatı hepten koparıyor.
"Hepimize kendimizi şekillendirme işi verilmiştir ve biz de görev bilinciyle bu sürekli kendimizi yeniden icat etme ve girift kimliklerimizi yönetme talimatına uyarız" der Crary ve Zygmunt Bauman'ın ifadesini hatırlatır: bu bitip tükenmez işleri geri çevirmek gibi bir seçeneğimiz yoktur. Henüz 18. yüzyılda "Tanrı bizi at gözlüklerinden ve Newton'un uykusundan korusun" demiş William Blake. 20. yüzyılın en şahane kitaplarından Gösteri Toplumu'nun yazarı Guy Debord ise her tür gösterinin, toplumun uyku isteği dışında hiç bir şey ifade etmediğini söyler. Şu hatırlatması da gayet yerindedir ve akıldan hiç çıkarılmaması gerekir: "Eski kitaplar ve eski binaların mirası dışında kültürde ya da doğada, modern endüstrinin araç ve çıkarları doğrultusunda dönüştürülmemiş ya da kirletilmemiş hiçbir şey kalmamıştır."
Kapitalizmden geriye sadece o kaldı. O hala saf dışı bırakıl(a)madı ve insanın bin bir oyununa rağmen yenilmiyor. Doğallığını korurken, insanı da koruyor. Kimilerine dost, kimilerine düşman. Kimilerine göç, kimilerine güç. Uyku...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- H.F. Blanc, Uyku İmparatorluğu
Kesintisi olmayan bir yaşamın tam içindeyiz. Sadece bir şeyle uğraşmıyoruz, 'şimdi ve burada' olamıyoruz, özümseme denen harikulade duygudan uzaklaştıkça geçiciliğin hâkimiyeti karşısında boyun eğiyoruz. Varlığımızı anlamlandıracak her şey; dinlemek, anlamak, okumak, yazmak, seyretmek gibi eylemlerin kaybı bizde çok ciddi bir varoluş sancısına sebep oluyor. Bu sancıdan geriye kaygılar âleminde boğulmak kalıyor. Tam bu sırada imdadımıza yetişmesi gereken uyku, yorgun bedenimizi bir yere sermekten başka bir ifade bulamıyor yaşamlarımızda. Uykuyu sadece uyumak olarak görüyoruz. Oysa uykunun, uyanıklıkla ciddi bir alakası var.
21. yüzyılda zaferi iyice belirginleşen kapitalizm, insanlığın elindeki en doğal savunma aracı olan uykuyu satın aldı. Onun yerine çeşitli aygıtlar koydu. Uyumak için dahi enerji harcamamız gerekiyor. Hatta para vermemiz gerekiyor. Bir şeylerden vazgeçmemiz gerekiyor. Uyumak günü 'son ve mecburi' etkinliği hâline dönüyor. Böylelikle uyanamıyoruz ve türlü bedensel ve ruhsal hastalıklarla boğuşmanın arkasında bunların yattığına inanmıyoruz, inanmak istemiyoruz. Jonathan Crary işte tüm bunları kapitalizm eşliğinde yorumluyor kitabında: 7/24 - Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu. Eylül 2015'te Metis Kitap tarafından neşredilen bu 125 sayfalık kitap bir solukta okunurken insanı her sayfasında öfkelendiriyor. Hatta bu öfke yeniden düşünme imkânına bile fırsat vermiyor. Crary ne kadar yoğun bir saldırı altında olduğumuza çok gerçekçi bir biçimde yaklaşıyor. Okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan, öğüt vermeden birçok hakikati sıralıyor.
"Uyku yoksunluğu insanı aşırı bir âcizlik ve itaate sürükler, böyle bir durumda kurbandan anlamlı bir bilgi almak imkânsızdır, çünkü her suçu üstlenip bir sürü şey uydurabilecek bir haldedir. Uykunun esirgenmesi bir dış kuvvetin benliğe el koyması, bireyin ayrıntılı olarak hesaplanmış biçimde paramparça edilmesidir" diyor Crary. İnsanların sanalla gerçekliği birbirine karıştırmasından en şiddetli biçimde yararlanan kapitalizm, diğer yandan da reklamcılık, pazarlama ve güvenlik stratejileri yoluyla da uykuya, uykulara saldırıyor. Tüm bunlara rağmen Crary'e göre ne yaparlarsa yapsınlar uyku bütün stratejileri geri tepiyor. Uykuya karşı hiçbir saldırı sistemi tam manasıyla işleyemiyor. 'Küresel şimdiki zaman' içinde bir aykırılık ve 'kriz mahalli' olarak nitelendiriyor uykuyu. Bir türlü sömürülemiyor uyku: "Buradaki o müthiş, akıl almaz gerçek, uykudan değer namına bir şeyin elde edilemeyeceğidir."
Uykuya dair düşünürlerin fikirlerinden de bahsediyor Crary. Kimileri uykuyu birçok şey için çok büyük bir engel olarak görürken kimileri de yaşamın anlamına dair bir çok şeye gidilecek yolun uykudan geçtiğini belirtmiş: "Locke için uyku, Tanrının insanlar için amaçladığı öncelikler olan çalışkanlık ve rasyonelliğin kaçınılmaz da olsa acınası bir kesintiye uğrayışıydı. Uyku, Hume'un İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'sinin daha ilk paragrafında, bilgi önündeki engellere örnek olarak humma ve delilikle aynı kefeye konur.... Schopenhauer, bu hiyerarşiyi tersine çevirip insan varoluşunun "hakiki özünü" sadece uykuda bulabildiğimizi ileri süren nadir düşünürlerdendi."
Uykunun satın alınan bir şey hâline gelmesi (ya da düşmesi) insanın uyanık zamanlarına dair de bir şeyler işaret ediyor. Uyanık olduğumuz her an hayatımızı işgal eden türlü donanımlar (başta televizyonlar ve akıllı telefonlar var elbette, onlar yeni uzuvlarımız) uykuya geçiş sürecimize de dâhil oluyor. Dolayısıyla uykularımızdan alıyor. Zamanın değerini hissedilemez kılıyor. Oysa uyku yıkılmaz bir hatırlatıcıdır, durup tekrar düşünmedir: "Uyku bir beklemenin, duraksamanın hayatımızdaki tekerrürüdür. Erteleme zorunluluğunu ve her ne ertelenmişse onun gecikmeli devamının ya da yeniden başlayışının zorunluluğunu bildirir. Uyku bir teskindir, kişinin uyanıkken içine düştüğü ağların "sabit sürekliliği"nden kurtuluştur. Uykunun bir faaliyetsizlik ve faydasızlık durumuna girmesi için ağlardan ve cihazlardan kopmayı gerektiği gayet açıktır. Uyku bizi sahip olduğumuz veya ihtiyaç duyduğumuz söylenen şeylerden başka yerlere götüren bir zaman biçimidir."
Kapitalizmin günümüzdeki en büyük araçlarından biri sağlık. Sağlık sektörü. Bu sektörde haplar, silahlardan çıkan kurşunlar gibi yaralıyor insanı, kimilerini de öldürüyor. Çağın en çok satan haplarının insan psikolojisiyle ilgili olması şaşırtıcı mı? Değil. Buna bir de uyku haplarını ekliyor istatistikler. Uyku hapları birçok insan için hazine konumunda. Onlar olmadan uyku da olmuyor. Peki onlar olunca, sahiden uyunuyor mu yoksa vücut ve zihin, felç geçirtilip sadece bedensel bir dinlenme mi sağlanıyor? Hiç şüphesiz. Uyku hapları, hakiki uykuyla olan irtibatı hepten koparıyor.
"Hepimize kendimizi şekillendirme işi verilmiştir ve biz de görev bilinciyle bu sürekli kendimizi yeniden icat etme ve girift kimliklerimizi yönetme talimatına uyarız" der Crary ve Zygmunt Bauman'ın ifadesini hatırlatır: bu bitip tükenmez işleri geri çevirmek gibi bir seçeneğimiz yoktur. Henüz 18. yüzyılda "Tanrı bizi at gözlüklerinden ve Newton'un uykusundan korusun" demiş William Blake. 20. yüzyılın en şahane kitaplarından Gösteri Toplumu'nun yazarı Guy Debord ise her tür gösterinin, toplumun uyku isteği dışında hiç bir şey ifade etmediğini söyler. Şu hatırlatması da gayet yerindedir ve akıldan hiç çıkarılmaması gerekir: "Eski kitaplar ve eski binaların mirası dışında kültürde ya da doğada, modern endüstrinin araç ve çıkarları doğrultusunda dönüştürülmemiş ya da kirletilmemiş hiçbir şey kalmamıştır."
Kapitalizmden geriye sadece o kaldı. O hala saf dışı bırakıl(a)madı ve insanın bin bir oyununa rağmen yenilmiyor. Doğallığını korurken, insanı da koruyor. Kimilerine dost, kimilerine düşman. Kimilerine göç, kimilerine güç. Uyku...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)