Özel mülkiyet, yönetim, evlilik kurumu ve insan yaşamına müdahale… Toplumların en büyük sorunlarına ve insanı insan yapan birçok önemli değere batıl inançlar çerçevesinden bakmayı hiç denediniz mi? Ünlü antropolog George James Frazer’ın, "Psişik İşler: Batıl İnançlar Kurumlarımızın Gelişimini Nasıl Etkiledi?", adlı çalışmasında batılın etkisinin hiç de ummadığımız boyutlarda karşımıza çıktığına tanık oluyoruz. Ülkeleri elleri altında tutan ve yönetimlerini başka bir güce, partiye ya da kişiye devretmeyen baskıcı otoriter ve faşist iktidarların, kralların bu güce ulaşabilmelerini sağlayan nedenlerin ve halkın böylesi bir zulme nasıl alkış tuttuğunu, ilkellerin batıl inançlarında arayabileceğimiz bir kapı aralıyor Frazer.
Melanezya yerlilerin şeflerinin otoritelerini sağlamlaştırmalarının ve kabilelerini kendilerine bağlamalarının en önemli yolu, halklarını birtakım sihirli güçlere sahip olduklarına inandırmaktan geçiyor. Örneğin, bir şef hayaletlerle görüşme yeteneğine sahip olduğunu dillendirdiğinde tüm kabile o şefe tanrı gözüyle bakmaya başlıyor. Britanya’nın Doğu Afrikası kabilelerinden Nandi’nin şefi aynı zamanda mistik güçler sayesinde hastaları iyileştiren bir şifacıdır. Yöneticilerine kayıtsız bir şekilde bağlanan halklar, yöneticilerinin de kendileri gibi insanlar olduklarını bilselerdi böylesine bir itaat göstermezlerdi. Özellikle monarşik yapıların iktidarları ellerinde tutmalarının tılsımı halka yaydıkları gizemli korkularda ve doğaüstü güçlerde yatmaktadır.
Özel mülkiyetin bu denli içselleştirilmesi ve ortak mal kavramının yok sayılmasının da önemli bir nedeni ilkellerdeki hırsızlık, özel mülke tecavüz vb. gibi istenmeyen durumların sonucunda karşılaştıkları korkunç büyülerde aranmalıdır. Örneğin; Samoalıların mülk konusundaki tabuları bugün de kimi yasalara ruh vermektedir. Başkasının bahçesinden herhangi bir meyveyi alıp yiyen birisinin başına gelecek felaketler de insanı başkasına ait bir mala bakmaktan dahi alıkoyar. Tabular o denli güçlüdür ki kişi yanlışlıkla bile olsa mülk konusunda yapılmaması gereken bir davranışı gerçekleştirse ölümlerden ölüm beğenmeye başlar. Hatta bu suçun cezası o suçlunun köyünün toptan yok edilmesi, yakılması olabilmektedir. Bu sayede lanet ortadan kaldırılacaktır.
Evlilik kurumuna duyulan sonsuz iman ve evliliğin İlahi dinlerdeki konumu da gücünü ve büyüsünü çok daha eskilerden almaktadır. Burma Karenleri, zina yapan kişinin mutlaka bir domuz kanı akıtmasını şart koşar. Halkı etkileyen büyük bir salgının, doğal felaketin nedeni de toplumun öngörmediği bir evliliğe ya da ensest ilişkiye bağlanmaktadır.
Hayaletlere dair inançların insanları katil olmaktan uzak tuttuğunu savunan Frazer, bu noktada kimi batıl inançların insanlığın gelişimini sağladığını ifade etmektedir. İnsan sürekli evrim geçiren ve yanlış bile olsa kimi özelliklerinin üzerine daha gelişmiş bir özelliğini ekleyen bir varlık olarak düşünülür. Frazer; insanlığın bugününün ve modern devletlerin ilkel görüş ve yaşantılara çok şey borçlu olduğunu amansız bir dille savunur. Batıl inançların siyah ve beyaz tarafları arasındaki farklar ile benzerlikler çalışmada girift durumdadır. Gelişim sürekli düz bir çizgide mi gerçekçekleşmiştir; yoksa Bu konuda John Milton şunları kaydeder: “Bu dünyada iyi ve kötü birbirinden neredeyse ayrılmaz biçimde birlikte gelişir; iyi bilgisi, kötü bilgisiyle öyle kaynaşmış ki ve bunlar fark etmesi o kadar zor ve yanıltıcı benzerlikler gösterirler ki psişenin ayıklamak ve ayırt etmek için aralıksız çaba gösterdiği bu birbirine karışmış tohumlar bundan daha fazla iç içe geçemezdi.”
Coğrafyamızın ve dünyanın son dönemlerde yaşadığı sıkıntıları, savaşları, kıyımları ve baskıcı otoriter devletlerin sayılarındaki artışı düşündüğümüzde Frazer’ın çalışması; bize bugünü kavrama konusunda, onun savunduğundan çok daha farklı bir bakış açısı kazandırmaktadır. Kitap, insanın zihinsel evrimine karşın ruhsal manada çöküntüye uğradığı ve toplumların kendi bünyelerinden günbegün cellat çıkarttığı, batılın yerini yasaların; büyünün yerini ise cezaların aldığı modern dünyanın hangi topraklarda yeşerdiğini ve daha nelere gebe olduğunu görmemiz açısından önemli. Frazer, her ne kadar önsözünde batıl görüşlere bağlı kurumlar yıkılmalıdır tezini savunduğunu ifade etse de insanı ve dünyayı tekil bir bakış açısıyla gözlemleyerek yorumlamıştır. Aykırı bir fikir savunduğunu bilen Frazer’ın, kitabın kapanışını yaparken sarf ettiği sözler ise oldukça etkileyici ve okunası. Suçlunun celladı değil de avukatı olduğunu ifade eden antropolog, Atina’da cinayet davaları gece görülürdü ve bende gecenin gücünden yararlandım diyerek şafak sökmeden evvel müvekkiliyle beraber ortadan kaybolur. Onu, yaptığı büyünün etkisinden çıkarmak ve saklandığı yeri bulmak için Psişik İşler kitabı siz ilgili okuyucularını bekliyor…
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
28 Kasım 2017 Salı
Çocuğu konuşmak insanlığı konuşmaktır
"Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark
Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri."
- Sezai Karakoç
Toplum olarak uzun yıllardır yaşadığımız çözülme, özellikle 2000'li yıllardan sonra oldukça belirginleşti ve bundan hayallerimiz, geleceğimiz, hatta rüyalarımız bile etkilendi. Artık geleceğe dair olumlu bir şeyler düşünmek istediğimizde ama'larımız çoğalıyor hemen. Varlık'ı mağazaların reyonlarındaki çeşitten ibaret zannediyoruz. Yokluk ise en yakınımızda. Çocuktan başlıyor yokluğumuz, çocukluğun kaybından. Geleceğe giden yolun en saf, temiz ve hakiki iklimi olan çocukluğun yok oluşunu her gün, yeniden yaşıyoruz. Bu yaşayışın içine sorularımızı koymadığımız için çözüm yolunda bir gayret sarf etmiyoruz. Belki de çocukluğu önemsiz buluyoruz. "Şimdi bu mu konuşulacak mevzu?" diye sorup geçiştiriyoruz. Oysa çocukluk, geleceğidir hepimizin. Çocukluk bir ülkedir ve herkes orada başlar yaşamaya. Peki çocukluk nerede? Saklanmakla kaybolmak arasında.
Mustafa Ruhi Şirin, ömrünü çocuklara ve çocukluğa vakfetmiş bir isim. 60 yılı geçkin ömrünü el'an bu yolda bereketlendirmeye devam ediyor. 1990 yılında kurduğu Çocuk Vakfı'nın öncülüğünde, onlarla tanış olurken aynı zamanda bizlere de yeniden çocukları ve çocukluğu anlatıyor. İmza attığı sayısız telif eserinde sadece çocuklara değil, onlara dikkat kesilmesi gereken yetişkinlere de sesleniyor. İşte ilk olarak 1996 yılında İz Yayıncılık tarafından neşredilen "Çocuk Yüzlü Yazılar" isimli kitabı da bu yönde çok önemli meseleleri bir araya getiren denemelerinden oluşuyor. Kitap, Ağustos 2017 itibariyle 3. baskısın yaptı. 21 yıl aradan sonra yapılan bir yeni baskı herkes için umut verici olmalı. Aynı zamanda şevk ve ilham verici. Sahi, çocuklar ve onların doya doya yaşaması gereken çocukluk için biz ne yapıyoruz sorusu da burada gündeme geliyor. Biz onları okumuyoruz bile. Bu da dinlememeyi, iletişim kur(a)mamayı beraberinde getiriyor. Peki nasıl olacak çocuk-yetişkin ilişkisi? Kayıplarımız ne durumda ve neleri yeniden kazanma imkânı elimizde? İşte Şirin, 128 sayfalık kitabında bu meselelerin arasında geziniyor.
Altı bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü "Büyüdük Küçüldü Dünya" adını taşıyor. Toprakla çocuk arasındaki 'olması gereken' ilişki, Şirin tarafından yeniden masaya yatırılıyor. Gökyüzüne hasret bir çocukluğun hayal gücüne nasıl ket vuracağı örneklendiriliyor. Çocukluktan ev kurmaya, aile olmaya varan yolun nerelerden nasıl geçtiği çok anlamlı paragraflarla okuyucunun zihnini ışıklandırıyor: "Toprak ilkbaharımızdı. Toprakta oynarken neşelenir, daha çok büyürdük, daha çok. Çamurdan evler yapar, mahalleler kurardık. Önce oyuncak evler yapmayı öğrenirdik. Evlerimizin küçücük olduğunu bilir, yine de oyuncak evler olduklarını kabullenmezdik. Hepsi de sahici evlerimizdi. Dünyanın en şanslı işinin ev yapmak ve aile kurmak olduğunu büyüyünce daha iyi anladık." [sf. 16]
Şirin; çocuğun ve hayatın ne olduğunu anlatırken, aynı zamanda çocuğa yönelmenin anlamını sorguluyor. Dünyanın en zor iki sorusunun "çocuk nedir?" ve "hayat nedir?" olduğunu, bu sorulara verilecek cevapların gelecek kurma noktasında nasıl bir önem taşıdığını vurguluyor: "Çocukluğun tarihini bilmeden çocuk'ta buluşamayız. Hz. Adem'in hikâyesi insanlık tarihinin başlangıcıdır. Aslında çocuğu konuşmak insanlığı konuşmaktır. Bir insanda bütün insanlığı konuşmak. Çocuk insandır. Bir çocukta bütün insanlığı konuşabilir miyiz? Evet. Çocuk üzerine konuşmak insanlığın serüvenini konuşmaktır." [sf. 33]
Üçüncü bölüm, benim gibi ev-şehir-mimari üçgenine meraklı okuyucular için heyecan verici. "Çocukluğun İlk Cenneti" adını taşıyor. Neresidir burası? Elbette evdir. İlk yazı, merhum bilge mimarımız Turgut Cansever'e ithaf edilmiş. Saint-Exupery'nin Küçük Prens'iyle başlıyor ve Behçet Necatigil, Asaf Hâlet Çelebi, Sezai Karakoç gibi büyük şairlerimizin çocuk-ev dizeleri eşliğinde derinleşiyor. Cansever'in, insan hayatının çevresiyle bir bütün olduğunu daima vurgulayan görüşleri evle bütünleşir. Ev, insanın dünyayı güzelleştirme vazifesindeki ilk ve en büyük adımıdır. Burada çocuk, tıpkı hadis-i şerifte olduğu gibi dünyanın süsüdür. Dolayısıyla onsuz bir ev, sokak, şehir de düşünülemez. Peki tüm bu çerçeve, en makul biçimde nasıl oluşturulur? Elbette nispetle. Yani oranla. Bozuk bir terazinin asla düzgün tartamayacağı yahut kötü bir filtrenin güzelle çirkini ayıklamakta zorlanacağı düşünülürse, burada yetişkinlere büyük görev düşüyor. Şirin, "Dünyayı ayakta tutan öz de büyük felsefe de çocuktur" diyor ve meselenin özünü şöyle anlatıyor: "Çocuklarımız da bizimle aynı ortamlarda yaşıyor. Hiçbir "açık bütünlük" imkânı olmayan ve sınırlandırılmış mekânlarda yasak bölgenin içine mahkûm ettiğimiz çocuklarımızdan özür dilemeyi hiç düşündünüz mü? Gittikçe çirkinleşen dünyada çocuklarımızdan çaldığımız mekânlardan dolayı, çelişkiler de çoğalıyor. Güzellik kaynaklarının kuruması umutsuzluğun artmasına neden oluyor." [sf. 50-51]
Güzel aile, güzel ev, güzel çocuk. Dolayısıyla eksiksiz ve geleceği inşa edecek bir çocukluk. Çünkü hayat bir bütünlüktür. Aile ise bu bütünlüğün ifadesi. Burada Şirin uyarıyor: Yaş, cins gibi ayrımları hayatı bölüyor. İnsanlar parçalara ayrılınca da bütün oluşamıyor. Aile bir bütün ol(a)madan çocuğu yetiştiremiyor. Aile odaklı bir duyarlılıktan sürekli uzaklaşmak, çocukluğu önemsizleştiriyor. Peygamber ahlâkından uzaklaşmak, sünnetten uzaklaşmak en önce çocukları vuruyor. Böylece yaşamın her ilerleyişinde çirkinlik, güzelliğe üstün geliyor. Eğer bu biraz önemsenseydi, "Toprak çocukların ilkbaharıdır" hadis-i şerifi doğrultusunda evler inşa edilir, şehirler kurulurdu.
Mustafa Ruhi Şirin'in tam da bugüne vurgu yapan iki kritik paragrafını alıntılayarak yazımı sonlandırıyor, bir an önce tüm yetişkinlerin, anne-babaların, ailelerin Şirin'in kitaplarından istifade etmesini ve hem öğrendiklerini hem de fikirlerini mümkün olduğunca çok kişiyle paylaşmasını diliyorum. Çünkü çocukluğu konuştukça insanlıkta buluşacağız.
"Çocuk yasaklanmış, tehlikelerle dolu mekânları ve alanları kullanmak zorunda kalıyor. Ev'in en küçük odası çocuğa ayrılıyor ve diğer alanları kullanması yasaklanıyor. Oysa çocukta mekân kavramının gelişmesi, Piaget'ye göre iki yaşında başlıyor ve yetkin bir biçime ancak on iki yaşlarında, yani işlemsel düşünmenin yer aldığı somut işlemler dönemine kadar sürüyor. Çocukları, yetişkinlerin katı ve gösterişçi bir anlayışla düzenledikleri mekân kullanma anlayışından kurtarabilir miyiz? Bu soruya vereceğimiz cevap, çocukları bu katı çağdan kurtarmanın ilk şartıdır. Bu şartın yerine gelmesi ise çocuk ve medeniyet okuması yapmayı gerektirir."
"Çocuk için kent niçin bir yasaklar kitabıdır? Çocuk bu karmaşık kitabı nasıl çözecek, nasıl okuyacak? Uzmanlaşmış oyun ve eğlence alanlarına koşarak mı? Oyun oynaması yasaklanmış sokağı işgal ederek mi? Tel örgü ile çevrilmiş çimenlerin ortasında açmış çiçeklere uzaktan bakarak mı? Çocuklar için mi, büyüklerin çocuklaşması için mi yapıldıkları belli olmayan lunaparkların gürültüsüne kapılmakla mı? Yapay serüven alanlarına bile ancak hafta sonlarında gidebilmekle mi? Çiçeklere dokunmanın, ağaçlara tırmanmanın yasak olduğu uyku kutularından oluşan bir kenti çocuk nasıl yaşayabilir? Bu kent, çocuk için kocaman bir hiçtir. Ve bilinç körelten tuzaktan başka çocukluğa hiçbir şey katamaz. Çocukluğu çalan, tüketen kenti, ev'i ve yasaklanmış bütün mekânları çocuk bakışı'na göre yeniden nasıl gerçekleştireceğimizi de bilmiyoruz."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri."
- Sezai Karakoç
Toplum olarak uzun yıllardır yaşadığımız çözülme, özellikle 2000'li yıllardan sonra oldukça belirginleşti ve bundan hayallerimiz, geleceğimiz, hatta rüyalarımız bile etkilendi. Artık geleceğe dair olumlu bir şeyler düşünmek istediğimizde ama'larımız çoğalıyor hemen. Varlık'ı mağazaların reyonlarındaki çeşitten ibaret zannediyoruz. Yokluk ise en yakınımızda. Çocuktan başlıyor yokluğumuz, çocukluğun kaybından. Geleceğe giden yolun en saf, temiz ve hakiki iklimi olan çocukluğun yok oluşunu her gün, yeniden yaşıyoruz. Bu yaşayışın içine sorularımızı koymadığımız için çözüm yolunda bir gayret sarf etmiyoruz. Belki de çocukluğu önemsiz buluyoruz. "Şimdi bu mu konuşulacak mevzu?" diye sorup geçiştiriyoruz. Oysa çocukluk, geleceğidir hepimizin. Çocukluk bir ülkedir ve herkes orada başlar yaşamaya. Peki çocukluk nerede? Saklanmakla kaybolmak arasında.
Mustafa Ruhi Şirin, ömrünü çocuklara ve çocukluğa vakfetmiş bir isim. 60 yılı geçkin ömrünü el'an bu yolda bereketlendirmeye devam ediyor. 1990 yılında kurduğu Çocuk Vakfı'nın öncülüğünde, onlarla tanış olurken aynı zamanda bizlere de yeniden çocukları ve çocukluğu anlatıyor. İmza attığı sayısız telif eserinde sadece çocuklara değil, onlara dikkat kesilmesi gereken yetişkinlere de sesleniyor. İşte ilk olarak 1996 yılında İz Yayıncılık tarafından neşredilen "Çocuk Yüzlü Yazılar" isimli kitabı da bu yönde çok önemli meseleleri bir araya getiren denemelerinden oluşuyor. Kitap, Ağustos 2017 itibariyle 3. baskısın yaptı. 21 yıl aradan sonra yapılan bir yeni baskı herkes için umut verici olmalı. Aynı zamanda şevk ve ilham verici. Sahi, çocuklar ve onların doya doya yaşaması gereken çocukluk için biz ne yapıyoruz sorusu da burada gündeme geliyor. Biz onları okumuyoruz bile. Bu da dinlememeyi, iletişim kur(a)mamayı beraberinde getiriyor. Peki nasıl olacak çocuk-yetişkin ilişkisi? Kayıplarımız ne durumda ve neleri yeniden kazanma imkânı elimizde? İşte Şirin, 128 sayfalık kitabında bu meselelerin arasında geziniyor.
Altı bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü "Büyüdük Küçüldü Dünya" adını taşıyor. Toprakla çocuk arasındaki 'olması gereken' ilişki, Şirin tarafından yeniden masaya yatırılıyor. Gökyüzüne hasret bir çocukluğun hayal gücüne nasıl ket vuracağı örneklendiriliyor. Çocukluktan ev kurmaya, aile olmaya varan yolun nerelerden nasıl geçtiği çok anlamlı paragraflarla okuyucunun zihnini ışıklandırıyor: "Toprak ilkbaharımızdı. Toprakta oynarken neşelenir, daha çok büyürdük, daha çok. Çamurdan evler yapar, mahalleler kurardık. Önce oyuncak evler yapmayı öğrenirdik. Evlerimizin küçücük olduğunu bilir, yine de oyuncak evler olduklarını kabullenmezdik. Hepsi de sahici evlerimizdi. Dünyanın en şanslı işinin ev yapmak ve aile kurmak olduğunu büyüyünce daha iyi anladık." [sf. 16]
Şirin; çocuğun ve hayatın ne olduğunu anlatırken, aynı zamanda çocuğa yönelmenin anlamını sorguluyor. Dünyanın en zor iki sorusunun "çocuk nedir?" ve "hayat nedir?" olduğunu, bu sorulara verilecek cevapların gelecek kurma noktasında nasıl bir önem taşıdığını vurguluyor: "Çocukluğun tarihini bilmeden çocuk'ta buluşamayız. Hz. Adem'in hikâyesi insanlık tarihinin başlangıcıdır. Aslında çocuğu konuşmak insanlığı konuşmaktır. Bir insanda bütün insanlığı konuşmak. Çocuk insandır. Bir çocukta bütün insanlığı konuşabilir miyiz? Evet. Çocuk üzerine konuşmak insanlığın serüvenini konuşmaktır." [sf. 33]
Üçüncü bölüm, benim gibi ev-şehir-mimari üçgenine meraklı okuyucular için heyecan verici. "Çocukluğun İlk Cenneti" adını taşıyor. Neresidir burası? Elbette evdir. İlk yazı, merhum bilge mimarımız Turgut Cansever'e ithaf edilmiş. Saint-Exupery'nin Küçük Prens'iyle başlıyor ve Behçet Necatigil, Asaf Hâlet Çelebi, Sezai Karakoç gibi büyük şairlerimizin çocuk-ev dizeleri eşliğinde derinleşiyor. Cansever'in, insan hayatının çevresiyle bir bütün olduğunu daima vurgulayan görüşleri evle bütünleşir. Ev, insanın dünyayı güzelleştirme vazifesindeki ilk ve en büyük adımıdır. Burada çocuk, tıpkı hadis-i şerifte olduğu gibi dünyanın süsüdür. Dolayısıyla onsuz bir ev, sokak, şehir de düşünülemez. Peki tüm bu çerçeve, en makul biçimde nasıl oluşturulur? Elbette nispetle. Yani oranla. Bozuk bir terazinin asla düzgün tartamayacağı yahut kötü bir filtrenin güzelle çirkini ayıklamakta zorlanacağı düşünülürse, burada yetişkinlere büyük görev düşüyor. Şirin, "Dünyayı ayakta tutan öz de büyük felsefe de çocuktur" diyor ve meselenin özünü şöyle anlatıyor: "Çocuklarımız da bizimle aynı ortamlarda yaşıyor. Hiçbir "açık bütünlük" imkânı olmayan ve sınırlandırılmış mekânlarda yasak bölgenin içine mahkûm ettiğimiz çocuklarımızdan özür dilemeyi hiç düşündünüz mü? Gittikçe çirkinleşen dünyada çocuklarımızdan çaldığımız mekânlardan dolayı, çelişkiler de çoğalıyor. Güzellik kaynaklarının kuruması umutsuzluğun artmasına neden oluyor." [sf. 50-51]
Güzel aile, güzel ev, güzel çocuk. Dolayısıyla eksiksiz ve geleceği inşa edecek bir çocukluk. Çünkü hayat bir bütünlüktür. Aile ise bu bütünlüğün ifadesi. Burada Şirin uyarıyor: Yaş, cins gibi ayrımları hayatı bölüyor. İnsanlar parçalara ayrılınca da bütün oluşamıyor. Aile bir bütün ol(a)madan çocuğu yetiştiremiyor. Aile odaklı bir duyarlılıktan sürekli uzaklaşmak, çocukluğu önemsizleştiriyor. Peygamber ahlâkından uzaklaşmak, sünnetten uzaklaşmak en önce çocukları vuruyor. Böylece yaşamın her ilerleyişinde çirkinlik, güzelliğe üstün geliyor. Eğer bu biraz önemsenseydi, "Toprak çocukların ilkbaharıdır" hadis-i şerifi doğrultusunda evler inşa edilir, şehirler kurulurdu.
Mustafa Ruhi Şirin'in tam da bugüne vurgu yapan iki kritik paragrafını alıntılayarak yazımı sonlandırıyor, bir an önce tüm yetişkinlerin, anne-babaların, ailelerin Şirin'in kitaplarından istifade etmesini ve hem öğrendiklerini hem de fikirlerini mümkün olduğunca çok kişiyle paylaşmasını diliyorum. Çünkü çocukluğu konuştukça insanlıkta buluşacağız.
"Çocuk yasaklanmış, tehlikelerle dolu mekânları ve alanları kullanmak zorunda kalıyor. Ev'in en küçük odası çocuğa ayrılıyor ve diğer alanları kullanması yasaklanıyor. Oysa çocukta mekân kavramının gelişmesi, Piaget'ye göre iki yaşında başlıyor ve yetkin bir biçime ancak on iki yaşlarında, yani işlemsel düşünmenin yer aldığı somut işlemler dönemine kadar sürüyor. Çocukları, yetişkinlerin katı ve gösterişçi bir anlayışla düzenledikleri mekân kullanma anlayışından kurtarabilir miyiz? Bu soruya vereceğimiz cevap, çocukları bu katı çağdan kurtarmanın ilk şartıdır. Bu şartın yerine gelmesi ise çocuk ve medeniyet okuması yapmayı gerektirir."
"Çocuk için kent niçin bir yasaklar kitabıdır? Çocuk bu karmaşık kitabı nasıl çözecek, nasıl okuyacak? Uzmanlaşmış oyun ve eğlence alanlarına koşarak mı? Oyun oynaması yasaklanmış sokağı işgal ederek mi? Tel örgü ile çevrilmiş çimenlerin ortasında açmış çiçeklere uzaktan bakarak mı? Çocuklar için mi, büyüklerin çocuklaşması için mi yapıldıkları belli olmayan lunaparkların gürültüsüne kapılmakla mı? Yapay serüven alanlarına bile ancak hafta sonlarında gidebilmekle mi? Çiçeklere dokunmanın, ağaçlara tırmanmanın yasak olduğu uyku kutularından oluşan bir kenti çocuk nasıl yaşayabilir? Bu kent, çocuk için kocaman bir hiçtir. Ve bilinç körelten tuzaktan başka çocukluğa hiçbir şey katamaz. Çocukluğu çalan, tüketen kenti, ev'i ve yasaklanmış bütün mekânları çocuk bakışı'na göre yeniden nasıl gerçekleştireceğimizi de bilmiyoruz."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Kasım 2017 Çarşamba
Kem gözlerin uzağında nazar kavramı
Özgür Taburoğlu; "Dünyevi ve Kutsal: Modernlerin Maneviyat Arayışları", "Kent Efsaneleri: Zamanımızın Batıl İnançları ve Takıntıları" kitaplarıyla özellikle halk bilim ve mitoloji disiplinlerine önemli veriler sunmuştu. Taburoğlu, “Nazar; Başkası Nasıl Görür?” adlı son çalışmasında da okuyucularına konu ile ilgili farklı bakış açıları yakalama olanağı veriyor. TDK Sözlüğü'ne göre nazar; "göz atma, bakma, bakış, eskimiş bir konuyla ilgili görüş, belli kimselerde, özellikle gözleri mavi olanlarda bulunduğuna inanılan; özellikle çocuklara, insanlara, evcil hayvanlara, mala mülke, hatta cansız nesnelere bile zarar veren, bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç, göz değmesin diye giysinin görünmez bir yerine takılan mavi boncuk, göz boncuğu, eşi benzeri olmayan, tek” anlamlarına gelmektedir.
Ünlü halk bilimci Pertev Naili Boratav’a göre nazar; bazı insanların bakışlarındaki zararlı gücün bir kişiye, bir hayvana ya da bir nesneye; hastalık, sakatlık, hatta ölüm; nesne üzerinde sakatlanma, kırılma gibi olumsuz bir etki meydana getirmesidir. Sadece Türk inanç sisteminde değil, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan insan topluluklarının inançlarında ve dinlerinde de önemli bir yer tutan “nazar” kavramını Taburoğlu; Platon, Lacan, Uexküll, Nietzsche, Scheler ve Sartre gibi önemli birçok filozofun bakış açısıyla da beraber yorumluyor.
Platon’un pharmakon’u gibi nazarın nedeni, hem dert hem de deva işlevi görebilir. Nazarı; sadece yıkıcı ve yok edici özellikleriyle değil insana kattıklarıyla da ele alan Taburoğlu, nazarın yaratıcılığını sorgularken okuyucusuna da farklı inanç perspektifleri dâhilinde düşünebilmelerini sağlıyor. Örneğin; Ortaçağ Avrupası’nda şeytanı kovmaya dönük ikonografyalarla Türk halkının nazara karşı yine taklit ilkesini dikkate alarak birtakım pratikler yarattığını belirtiyor. Kem bakışları kovmak adına kullanılan tütsüler, dumanlar, nazarlıklar, nazar boncukları çalışma içerisinde ele alınan diğer konular arasında yer alıyor. Taburoğlu’nun kitabında en çok dikkat çeken nokta ise nazarın kuruluk-ıslaklık zıtlığı üzerinden ele alınıyor olması. Daha önce Alan Dundes da nazarın temel etkisinin kurutma olduğunu ve su-hayat, kuraklık-ölüm arasındaki ilişkiye bağlı olarak tükürük ve idrar da dâhil olmak üzere suyun kullanıldığını belirtmiştir. Taburoğlu; nazarın kurutan etkisinin, tükürük yoluyla ıslatılarak kırıldığını ve tükürük-nefes arasındaki bağın farklı zaman ve kültürlerde de mevcut olduğunu çeşitli örneklerle okuyucusuna sunuyor. Dünya’nın ıslak, deniz ve okyanus gören coğrafyalarıyla; kurak topraklarında yaşayan halkların nazara bakışları da farklılık göstermektedir. Ortadoğu’nun kuraklığı ya da ülkemizde İç Anadolu’nun susuzluğu insanları nazar değme endişesine daha çok çekiyor olabilir mi? Akan her su; kötü ruhları ve nazara sebep olan bakışları, kıskançlıkları alıp geldikleri dünyalara geri götürebilir mi? Abdestin, vaftizin ya da kırklama banyosunun nazar, kuraklık-ıslaklık temalarıyla olan bağı nedir? Nazar değen ineklerin, loğusa kadınların sütlerinin kesilmesi, akan ırmakların kuruması, insanın yaşam enerjisinin, tazeliğinin yok olması kem bakışın ıslatılmasını mı gerektirmektedir?
İslam’da nazarın çok fazla ve farklı yorumlarla ele alınmış olması konuyu oldukça esnetmektedir. Bu esneklik ise Müslüman dünyasının nazar ile ilgili inanç ve pratiklerinde pagan inançlarıyla bağlantı kurmasına olanak sağlar. İslam dinindeki kimi motiflerin yanı sıra; vadi, ejderha, fırça, mürekkep gibi eski Çin resminde yer alan kimi motifler de çalışmanın içerisinde incelenen konu başlıkları arasında yer alıyor.
Çalışmada yer alan kimi dikkat çekici başlıklar ise şunlardır: Utanç Verici Bakışlar, Metafizik Arzu, Körleşme, Barok ve Haptik Göz, Doğanın Sesi, İmge ve Nazarlık…
Taburoğlu; ben ve öteki arasındaki ilişki içerisinde kem bir göz olarak görülen nazarı, farklı bakışları ayırt etmeye çalışarak onu bir çatışma ve uzlaşma alanı olarak betimliyor. Etnolojik incelemelerin ötesine geçen Taburoğlu, nazarın en çok bilinen anlamlarının yanı sıra felsefesini, ruhbilimsel yönlerini, görüngübilimini ve varlıkbilimini de soruşturuyor. Yaratıcı, üretken; yok edici değil aynı zamanda yapıcı yönleriyle ifadesini bulan nazarı bir kez daha düşünmemize salık veren bu çalışmayı okurken kem gözlerden ırak olmak adına bir “maşallah” çekmeyi ya da odamızı üzerlik ile tütsülemeyi de unutmayalım…
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
Ünlü halk bilimci Pertev Naili Boratav’a göre nazar; bazı insanların bakışlarındaki zararlı gücün bir kişiye, bir hayvana ya da bir nesneye; hastalık, sakatlık, hatta ölüm; nesne üzerinde sakatlanma, kırılma gibi olumsuz bir etki meydana getirmesidir. Sadece Türk inanç sisteminde değil, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan insan topluluklarının inançlarında ve dinlerinde de önemli bir yer tutan “nazar” kavramını Taburoğlu; Platon, Lacan, Uexküll, Nietzsche, Scheler ve Sartre gibi önemli birçok filozofun bakış açısıyla da beraber yorumluyor.
Platon’un pharmakon’u gibi nazarın nedeni, hem dert hem de deva işlevi görebilir. Nazarı; sadece yıkıcı ve yok edici özellikleriyle değil insana kattıklarıyla da ele alan Taburoğlu, nazarın yaratıcılığını sorgularken okuyucusuna da farklı inanç perspektifleri dâhilinde düşünebilmelerini sağlıyor. Örneğin; Ortaçağ Avrupası’nda şeytanı kovmaya dönük ikonografyalarla Türk halkının nazara karşı yine taklit ilkesini dikkate alarak birtakım pratikler yarattığını belirtiyor. Kem bakışları kovmak adına kullanılan tütsüler, dumanlar, nazarlıklar, nazar boncukları çalışma içerisinde ele alınan diğer konular arasında yer alıyor. Taburoğlu’nun kitabında en çok dikkat çeken nokta ise nazarın kuruluk-ıslaklık zıtlığı üzerinden ele alınıyor olması. Daha önce Alan Dundes da nazarın temel etkisinin kurutma olduğunu ve su-hayat, kuraklık-ölüm arasındaki ilişkiye bağlı olarak tükürük ve idrar da dâhil olmak üzere suyun kullanıldığını belirtmiştir. Taburoğlu; nazarın kurutan etkisinin, tükürük yoluyla ıslatılarak kırıldığını ve tükürük-nefes arasındaki bağın farklı zaman ve kültürlerde de mevcut olduğunu çeşitli örneklerle okuyucusuna sunuyor. Dünya’nın ıslak, deniz ve okyanus gören coğrafyalarıyla; kurak topraklarında yaşayan halkların nazara bakışları da farklılık göstermektedir. Ortadoğu’nun kuraklığı ya da ülkemizde İç Anadolu’nun susuzluğu insanları nazar değme endişesine daha çok çekiyor olabilir mi? Akan her su; kötü ruhları ve nazara sebep olan bakışları, kıskançlıkları alıp geldikleri dünyalara geri götürebilir mi? Abdestin, vaftizin ya da kırklama banyosunun nazar, kuraklık-ıslaklık temalarıyla olan bağı nedir? Nazar değen ineklerin, loğusa kadınların sütlerinin kesilmesi, akan ırmakların kuruması, insanın yaşam enerjisinin, tazeliğinin yok olması kem bakışın ıslatılmasını mı gerektirmektedir?
İslam’da nazarın çok fazla ve farklı yorumlarla ele alınmış olması konuyu oldukça esnetmektedir. Bu esneklik ise Müslüman dünyasının nazar ile ilgili inanç ve pratiklerinde pagan inançlarıyla bağlantı kurmasına olanak sağlar. İslam dinindeki kimi motiflerin yanı sıra; vadi, ejderha, fırça, mürekkep gibi eski Çin resminde yer alan kimi motifler de çalışmanın içerisinde incelenen konu başlıkları arasında yer alıyor.
Çalışmada yer alan kimi dikkat çekici başlıklar ise şunlardır: Utanç Verici Bakışlar, Metafizik Arzu, Körleşme, Barok ve Haptik Göz, Doğanın Sesi, İmge ve Nazarlık…
Taburoğlu; ben ve öteki arasındaki ilişki içerisinde kem bir göz olarak görülen nazarı, farklı bakışları ayırt etmeye çalışarak onu bir çatışma ve uzlaşma alanı olarak betimliyor. Etnolojik incelemelerin ötesine geçen Taburoğlu, nazarın en çok bilinen anlamlarının yanı sıra felsefesini, ruhbilimsel yönlerini, görüngübilimini ve varlıkbilimini de soruşturuyor. Yaratıcı, üretken; yok edici değil aynı zamanda yapıcı yönleriyle ifadesini bulan nazarı bir kez daha düşünmemize salık veren bu çalışmayı okurken kem gözlerden ırak olmak adına bir “maşallah” çekmeyi ya da odamızı üzerlik ile tütsülemeyi de unutmayalım…
Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com
21 Kasım 2017 Salı
Şiirle sinema arasında Onur Ünlü'nün endişeleri
"Bir insanın sadece gerçeklerle yetinmesini aklım almıyor."
- Kurt Vonnegut
Gidiyorum Bu'nun ilk baskısını (Sel Yayıncılık, 2005) okuyup bitirdikten sonra tekrar kitabın başına dönmüş ve girişindeki ikazın altını çizmiştim. Ah Muhsin Ünlü mahlasıyla yazılmış ve klasik şiire meraklı bir okuyucu için fazlasıyla 'radikal farklılıkları' olan kitap, ciddi bir zekayı saklıyordu arkasında.
Bu ikaz, bu zekanın gelecek yaşamında neler yapacağını fısıldıyor gibiydi: "22 Haziran 1993 günü akşamı, saat altıya çeyrek kala başladığı şiir çalışmalarına, 4 eylül 1998 sabahı on biri yirmi geçe son verdi. Tekrar şiire başlamak için, uygun koşulların oluşmasını tevekkülle ummak istiyor."
Onur Ünlü'yü kimileri şair kimliğiyle tanıyor, kimileri de yönetmen, senarist. Şiirle 'aşırı' ilgilenen biri için belki de onun yaptığı bir ihanet: kâğıdın yerine beyaz perdenin tercih edilmesi. Sanki aralarında büyük bir fark varmış gibi... Halbuki biraz tanış olunca, karakterin dünyaya ve insana bakışını kavramaya çalışınca yapılacak yorumlar da daha isabetli oluyor. Bunun için de söyleşi kitapları her zaman büyük öneme sahip. Neticede Alper Kırklar, oldukça özel sorular hazırlayıp geçmiş Onur Ünlü'nün karşısına. 237 sayfa boyunca yaşantısı, şiir yolculuğu ve sinemayla buluşması üzerine kritik cevaplar almış ondan. Samimi sorular, samimi cevaplar, dolayısıyla güçlü. Buradan bir "Onur Ünlü sineması" klişesi çıkartanlar olabilir ama kitabın sunduğu mevzu üzerine daha gerçeği belki de şu: "Onur Ünlü felsefesi."
Yazdığı şiirleri kitaplaştırmak için birkaç yayınevine gitmiş Onur Ünlü. Kimi hiç ilgilenmemiş kimi de basmaya "layık" bulamamış olacak ki en sonunda kitabını kendi imkânlarıyla basmış. Elbette yeterince ilgi görememiş ve 2003'te Murat Menteş'le yaptığı röportajda söylediği gibi kitaplar balkonda çürümüş. Burada Menteş bir inisiyatif kullanmış ve kitapları Sel Yayıncılık'a götürmüş, ortaya da Gidiyorum Bu çıkmış. Sonrasında şiire verdiği kıymet ve şiir yazımı üzerine yorumlarda bulunuyor Ünlü. Hoşa gidecek, yani 'ortalama şiir beğenisi'ni hiç umursamadığını, kendi biçimini kurmaya çabaladığını sinema tecrübesini de katarak özetliyor: "Seyirci filmin kendisi için yapıldığını düşünüyor. Filmi senin için yapmıyorum, kendim için yapıyorum. İster seyredersin, ister seyretmezsin. Bunun umurumda olmadığını defalarca söyledim. Ben kendi hoşuma gidecek şeyi yapıyorum. Sinemanın en önemli parçasının seyirci olduğuyla ilgili korkunç bir yanlış anlama var. Gerçekten Van Gogh'un günün birinde falanca müzesinde resimlerine bakan insanlar için mi çizdiğini düşünüyorlar? Böyle bir şey olabilir mi?" [sf. 51]
Bu yorum şüphesiz akıllara Tarkovski'yi getiriyor. Onun, "sanatın her biçimi, Tanrı'ya yapılan bir dua" yorumu Ünlü için de geçerli. Yaşamın tüm saçmalıklarıyla, gerçekçiliğiyle ama fantastik taraflarıyla da perdede kendine yer bulabilmesi. Çünkü insan biriciktir. O biriciklikte tüm bu perdeye yansıyanlar vardır. Ancak bunu farklı biçimde aktarmak esas mesele. Ünlü de "balkondan aşağıya bir panda atmak vardır, bir de pembe panda atmak vardır" örneği veriyor. Buradan da her fikrin neticede insandan çıktığı, dolayısıyla her insanın fikir üzerine fikir inşa etmesinin de doğal olduğu sonucuna varılabiliyor. Şiirde, senaryoda, reklamcılıkta ve hatta terzilikte olduğu gibi. Buna rağmen Ünlü'nün sinemaya inancına dair söyledikleri okuyucuyu şaşırtabilir. Şiirde kendini anlattığını fakat sinemada kendini anlatamadığını, kendini açamadığını, anlattığı şeylerin belki yarısı olduğunu söyleyen biri var karşımızda. "Sinemaya güvenemem, sinemaya o kadar açık konuşamam. Ben o kadar kalbimi açamadım sinemaya." diyor.
Onur Ünlü'nün Polis'ten (2007) Kırık Kalpler Bankası'na (2017) kadar beyaz perdedeki tüm işlerini kurcalıyor Alper Kırklar. Nasıl yazıyor, fikir süreci nasıl işliyor, yazdıklarına karışılmasına müsaade ediyor mu, borç harçla nasıl onca iş çıkıyor, başına gelen aksilikler ve elbette güzellikler neler gibi birçok sorunun cevabını yakalamak mümkün. Burada Kırklar'ın söyleşi kitap alanında soru sorma seviyesini çok yükseklere çıkardığını söylemek gerekiyor. Özellikle karakter analizleri, neyin neden olduğuna yönelik değil de 'hangi kafa'yla ortaya çıktığına dair temel sorular okuyucu için önemli, bilhassa da şiirle ve sinemayla ilgilenenler için. Bazen çok düşünülmüş gibi görünen şeylerin ardında sadeliğin, doğallığın olduğunu görüyoruz böylece. Mesela bu yazının başındaki Kurt Vonnegut epigrafı, Polis filminde kullanılmıştı. Murat Menteş önermiş ve söz gerçekten Vonnegut'a mı ait bilinmiyor. Ünlü burada "umarım beni kandırmamıştır" diyor şakayla karışık. Diğer yandan Beş Kardeş dizisinde gönüllerimizi hoş eden Hangimiz Sevmedik şarkısıyla ilgili de bu doğallık var. "Hiçbir duygusal bağım yok o şarkıyla" diyor Ünlü, aklına gelmiş eklemiş. Aklına gelmek ve neden aklına geldiğiyse oldukça 'metafizik' sorular. Kimsenin aklının eremeyeceği. Mehmet Erdem'in Olur Ya'sı da hatta kendisi de öyle çıkıyor ortaya. Bu şarkıyı biraz daha düşük ritimde duymak ve filmine eklemek istiyor Ünlü. Erdem demo bir kayıt yapıyor, "kim okusun?" diye soruyor. Ünlü de şarkıyı Erdem'e okutuyor. Böylece "Mehmet Erdem belasını Türkiye'nin başına saran benim" demekte haklı oluyor... Onur Ünlü söz konusu olunca siyasetle, iktidarla, devletle ve hatta devlet-insan ilişkisiyle ilgili konuşmamak da olmuyor. Giriş mahiyetinde:
"- Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi'nde eleştirdiğin iktidarla İtirazım Var'daki iktidar aslında özünde aynı. Çürümüş ve kokuşmuş bir şeyler var o alanda.
- Fark etmiyor yani. 28 Şubat öncesi onlar vardı, sonrasında bunlar var. Zalim zalimdir, bir şey değişmiyor. Neticede önce öyle bir film yaptım, sonrasında böyle bir film yaptım. İkisinin de arkasında zalimler var. Ne fark eder ki? Sağcıymış, solcuymuş, namaz kılıyormuş, kılmıyormuş, ne fark eder?" [sf. 133]
Öğrenciliğinden beri hiçbir siyasi, dini organizasyon içinde yer almadığını, daha çok bireyci olduğunu ve bu sebeple toplumsal olaylarda tek tek bireylerin hakkını korumaya çalıştığını belirtiyor Ünlü. Bireyin önemini vurgularken iktisadi paylaşım yapılması gerektiğini söylüyor ve mülkiyet haramdır diyor. Hemen iki soruya verdiği cevabı birleştirerek konuyu derinleştirelim:
"Devletin insanlığın başından şu ana kadarki aşamalarında zorunlu duraklardan birisi, tıpkı bu demokrasi denen saçmalık gibi bir ara durak, zorunlu bir durak olduğunu düşünüyorum ve bundan kurtulunacağını varsayıyorum. Devlet fikri kendisinden kurtulunması gereken bir fikir. Daha önce bir şiirde de yazmıştım, devlet şirktir, devletle Allah aynı tarafta olamaz. Bir Müslüman, devletin tarafında olamaz. Mümkün değil... Bir Müslüman iktidarın tarafında olamaz, iktidarla işi olmaz. Müslüman doğası gereği devrimcidir ve sürekli olarak aktif alan içinde bulunması lazımdır. Dolayısıyla statükoyla Müslüman bir arada duramaz, çünkü sorunlar hayatta hiçbir zaman çözülemeyeceği için nerede bir zulüm varsa Müslüman ona işaret eder ve o zulmün çözülmesi için uğraşır. O zulümler bitmeyeceği için Müslümanın sürekli hareketi bitmez." [sf. 135]
Bu fikirleri, zamanında çok merak duyduğu ve ilgilendiği tasavvufla da arasına mesafe koymuş Onur Ünlü'nün. Tasavvufun günümüzdeki vaziyetini oldukça pasif bir iklim olarak konumlandırıyor. Oysa Müslüman'ın aktif biçimde hayatta rol alması ve daima itiraz etmesi gerektiğini söylüyor. Bu yüzden klasik fıkıh anlayışını -İtirazım Var'daki vaaz sahnesinden anlaşılacağı gibi- reddediyor. Soruyu bir kez daha tekrarlarcasına konuşuyor: "Bu dinin klasik fıkıh anlayışı, yeryüzünün sokaklarında aç gezen bir milyar insan için ne diyor?"
Onur Ünlü birçok dizinin senaryo ekibinde de yer aldığından ve hatta kendi de çektiğinden, izleyiciyi yakından tanıyor. Onların ne istediğini biliyor fakat kendi istediğinden asla vazgeçmiyor. Çekmek istediğini çekiyor, hayalindekini. Ömer Lütfi Akad'ın filmlerinde zoom tekniğini kullanmadığını, bunu izleyiciyi hapsetme ve dolayısıyla edepsizlik olarak gördüğünü okumuştum. Ünlü de flashback'ten yana dertli: "Ben flashback kullanmayı hiç sevmem. Çok kaba ve edepsizce bulurum. Ama yapman gerekiyor. Flashback yapmak zorunda kalıyorsan; bu senarist olarak senin başarısız olduğunu gösterir. Bunun başka bir manası yoktur. Flashback bir senaristin çuvallamasıdır." [sf. 166]
Bu 'ince görme' toplum ve insan ilişkisine dair sürekli düşünmesini sağlamış kendisinin. Ama soruların içinde hapsolmamış. Kendini kavramlara gömmemiş ve 'kim ne der' putuna gömülmemiş. Çıkmazlardan ve açmazlardan kaçmış. Hata kanaatimce bu ikisi arasında yaşadığı varoluşsal sancıyı filmlerine taşımış, endişelerini ve kaygılarını: "Toplum nedir? Onunla nasıl ilişki kurmalıyım? Toplum içindeki yerim nasıl olmalı? Nasıl bir yer edinmeliyim? Yarın öbür gün nasıl bir insan olmalıyım? Ne yaparsam kim beni nasıl kabullenir? Bunları hiç düşünmedim ve hiç ilgilenmedim. Ben sadece kendimle ilgilendim." [sf. 173]
Onur Ünlü'nün karakterlerine verdiği isimlerin bazıları sahabe-i kiramdan, bazıları da Murat Menteş gibi roman yazan arkadaşlarıyla arasındaki sohbetlerden geliyor. Mesela Selman Bulut ismi Selman-ı Farisî'den geliyor. Bu arada İtirazım Var'ın ilk adının Aç Köpek olduğunu da öğreniyoruz. Çok sert bulduğundan değiştiriyor. Filmlerindeki paylaşımcılığı ve mülkiyet karşıtlığını tasavvufun karşısına koyuyor ve Ebuzer Gıfari gibi isimlere temas ediyor. Burada "Bak arkadaş, bu adamın beş tane evi var, bu dört adamın evleri yok. Çok basit bir şekilde o dört tane ev, bu dört kişiye verilmeli" diyor. Tasavvufun buna bir şey diyemediğini düşündüğü için "önce bunu çözmeliyiz, nasıl çözeceğiz?" sorusunu yöneltiyor. Okuyalım: "Niye İbn-i Rüşd diyorum? Çünkü ben tümevarmak istiyorum. Bu daha zor, daha çetrefilli, daha riskli. Bu açlık ne olacak? Bu fakirliğe, bu eşitsizliğe ne yapacağız? Temel sorun bu. Dolayısıyla da şimdi çok daha fazla akla ihtiyacımız var." [sf. 187]
Goethe'nin "Bir tas sıcak çorbayı romantizme tercih ederim" sözünü şiar edinmesi boşuna değil Onur Ünlü'nün. "Senin aklın ermez!" tipi cümlelere karşı gelmesi de bundan. "Neden aklımız ermesin? Gerizekalı mıyız biz?" diye sorması da bundan. Hatta iktidarla koşut düşünmeyi insan olmanın onuruna aykırı bulmasını da buna yormak mümkün. Her zaman karşıt olmak, her zaman muhalif olmak fiziği, ruhu ayrı ayrı yorar. Onur Ünlü de bu yorgunluğu kah senaryo yazarak kah film çekerek atıyor. Sahiden atıyor mu? Bilmiyoruz. Ama attığı kesin. Yani ortaya bir şey atıyor. Üstelik kafadan atıyor, zekice. Mesela İtirazım Var'daki cemaatin namaza durduğu sahneyi hatırlayalım. Hani silah sesinin geldiği. Şimdi de okuyalım: "Silah sesiyle birlikte Selman Bulut dönüp bakıyor. Burada, Selman Bulut'un kendini kapatmış bir adam olmadığını görüyoruz. Rasyonel bir aklın yapacağı şeyi yapıp; silah sesi gelince, namazı bırakıp sesin geldiği yöne bakıyor. Oysa cemaat öldürülen Salih Kalyoncu yere düşene kadar dönüp bakmıyor ne olduğuna. Selman Bulut'un dönüp bakması bu söyleşiler sırasında da sıkça konuştuğumuz aklın öne çıkmasının ifadesi gibi geldi bana. Bu dünyada bir şeyler oluyor ve ben buna gözümü kapatamam hali." [sf. 189]
Bir Sürü Endişe'nin sonuna doğru Onur Ünlü'nün gelecek planlarını okuyabiliyoruz. Mesela İngilizce çalışıp bir kitap çevirmek istediğini. Böylece beslendiği yere bir katkı yapmak istediğini. Çünkü aldığımızın karşılığını az da olsa verebilmek elbette güzel bir duygu. Bunu endişe edinmiş. Neyden korkuyorsun sorusuna "bunun karşılığını verememekten" diyor. Öte yandan bir doygunluğu da var. Kırık Kalpler Bankası çekildikten sonra "gerçekten artık ölebilirim mesela" diyor. Buraya kadar bir okulu bitirdiğini düşünüyor. Ancak hep bir endişe: "Şu anda karmakarışık bir yer burası. Hakikati bulacak, çıkaracaksın, ama bunun için endişe duyman lazım. "Amaan, dünya zaten boş!" Bence senin kafanın içi boş. Dünya boşsa neden kendini yırttın iktidara geleceğim diye? Boşsa bırak uğraşma, biz hallederiz." [sf. 223]
Gidiyorum Bu'dan yıllar sonra Onur Ünlü'yü yeniden okumak umut verici. 'Bu tip kafa'ların yeryüzünde ve ülkemizde yaşıyor oluşu daha da umut verici.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Kurt Vonnegut
Gidiyorum Bu'nun ilk baskısını (Sel Yayıncılık, 2005) okuyup bitirdikten sonra tekrar kitabın başına dönmüş ve girişindeki ikazın altını çizmiştim. Ah Muhsin Ünlü mahlasıyla yazılmış ve klasik şiire meraklı bir okuyucu için fazlasıyla 'radikal farklılıkları' olan kitap, ciddi bir zekayı saklıyordu arkasında.
Bu ikaz, bu zekanın gelecek yaşamında neler yapacağını fısıldıyor gibiydi: "22 Haziran 1993 günü akşamı, saat altıya çeyrek kala başladığı şiir çalışmalarına, 4 eylül 1998 sabahı on biri yirmi geçe son verdi. Tekrar şiire başlamak için, uygun koşulların oluşmasını tevekkülle ummak istiyor."
Onur Ünlü'yü kimileri şair kimliğiyle tanıyor, kimileri de yönetmen, senarist. Şiirle 'aşırı' ilgilenen biri için belki de onun yaptığı bir ihanet: kâğıdın yerine beyaz perdenin tercih edilmesi. Sanki aralarında büyük bir fark varmış gibi... Halbuki biraz tanış olunca, karakterin dünyaya ve insana bakışını kavramaya çalışınca yapılacak yorumlar da daha isabetli oluyor. Bunun için de söyleşi kitapları her zaman büyük öneme sahip. Neticede Alper Kırklar, oldukça özel sorular hazırlayıp geçmiş Onur Ünlü'nün karşısına. 237 sayfa boyunca yaşantısı, şiir yolculuğu ve sinemayla buluşması üzerine kritik cevaplar almış ondan. Samimi sorular, samimi cevaplar, dolayısıyla güçlü. Buradan bir "Onur Ünlü sineması" klişesi çıkartanlar olabilir ama kitabın sunduğu mevzu üzerine daha gerçeği belki de şu: "Onur Ünlü felsefesi."
Yazdığı şiirleri kitaplaştırmak için birkaç yayınevine gitmiş Onur Ünlü. Kimi hiç ilgilenmemiş kimi de basmaya "layık" bulamamış olacak ki en sonunda kitabını kendi imkânlarıyla basmış. Elbette yeterince ilgi görememiş ve 2003'te Murat Menteş'le yaptığı röportajda söylediği gibi kitaplar balkonda çürümüş. Burada Menteş bir inisiyatif kullanmış ve kitapları Sel Yayıncılık'a götürmüş, ortaya da Gidiyorum Bu çıkmış. Sonrasında şiire verdiği kıymet ve şiir yazımı üzerine yorumlarda bulunuyor Ünlü. Hoşa gidecek, yani 'ortalama şiir beğenisi'ni hiç umursamadığını, kendi biçimini kurmaya çabaladığını sinema tecrübesini de katarak özetliyor: "Seyirci filmin kendisi için yapıldığını düşünüyor. Filmi senin için yapmıyorum, kendim için yapıyorum. İster seyredersin, ister seyretmezsin. Bunun umurumda olmadığını defalarca söyledim. Ben kendi hoşuma gidecek şeyi yapıyorum. Sinemanın en önemli parçasının seyirci olduğuyla ilgili korkunç bir yanlış anlama var. Gerçekten Van Gogh'un günün birinde falanca müzesinde resimlerine bakan insanlar için mi çizdiğini düşünüyorlar? Böyle bir şey olabilir mi?" [sf. 51]
Bu yorum şüphesiz akıllara Tarkovski'yi getiriyor. Onun, "sanatın her biçimi, Tanrı'ya yapılan bir dua" yorumu Ünlü için de geçerli. Yaşamın tüm saçmalıklarıyla, gerçekçiliğiyle ama fantastik taraflarıyla da perdede kendine yer bulabilmesi. Çünkü insan biriciktir. O biriciklikte tüm bu perdeye yansıyanlar vardır. Ancak bunu farklı biçimde aktarmak esas mesele. Ünlü de "balkondan aşağıya bir panda atmak vardır, bir de pembe panda atmak vardır" örneği veriyor. Buradan da her fikrin neticede insandan çıktığı, dolayısıyla her insanın fikir üzerine fikir inşa etmesinin de doğal olduğu sonucuna varılabiliyor. Şiirde, senaryoda, reklamcılıkta ve hatta terzilikte olduğu gibi. Buna rağmen Ünlü'nün sinemaya inancına dair söyledikleri okuyucuyu şaşırtabilir. Şiirde kendini anlattığını fakat sinemada kendini anlatamadığını, kendini açamadığını, anlattığı şeylerin belki yarısı olduğunu söyleyen biri var karşımızda. "Sinemaya güvenemem, sinemaya o kadar açık konuşamam. Ben o kadar kalbimi açamadım sinemaya." diyor.
Onur Ünlü'nün Polis'ten (2007) Kırık Kalpler Bankası'na (2017) kadar beyaz perdedeki tüm işlerini kurcalıyor Alper Kırklar. Nasıl yazıyor, fikir süreci nasıl işliyor, yazdıklarına karışılmasına müsaade ediyor mu, borç harçla nasıl onca iş çıkıyor, başına gelen aksilikler ve elbette güzellikler neler gibi birçok sorunun cevabını yakalamak mümkün. Burada Kırklar'ın söyleşi kitap alanında soru sorma seviyesini çok yükseklere çıkardığını söylemek gerekiyor. Özellikle karakter analizleri, neyin neden olduğuna yönelik değil de 'hangi kafa'yla ortaya çıktığına dair temel sorular okuyucu için önemli, bilhassa da şiirle ve sinemayla ilgilenenler için. Bazen çok düşünülmüş gibi görünen şeylerin ardında sadeliğin, doğallığın olduğunu görüyoruz böylece. Mesela bu yazının başındaki Kurt Vonnegut epigrafı, Polis filminde kullanılmıştı. Murat Menteş önermiş ve söz gerçekten Vonnegut'a mı ait bilinmiyor. Ünlü burada "umarım beni kandırmamıştır" diyor şakayla karışık. Diğer yandan Beş Kardeş dizisinde gönüllerimizi hoş eden Hangimiz Sevmedik şarkısıyla ilgili de bu doğallık var. "Hiçbir duygusal bağım yok o şarkıyla" diyor Ünlü, aklına gelmiş eklemiş. Aklına gelmek ve neden aklına geldiğiyse oldukça 'metafizik' sorular. Kimsenin aklının eremeyeceği. Mehmet Erdem'in Olur Ya'sı da hatta kendisi de öyle çıkıyor ortaya. Bu şarkıyı biraz daha düşük ritimde duymak ve filmine eklemek istiyor Ünlü. Erdem demo bir kayıt yapıyor, "kim okusun?" diye soruyor. Ünlü de şarkıyı Erdem'e okutuyor. Böylece "Mehmet Erdem belasını Türkiye'nin başına saran benim" demekte haklı oluyor... Onur Ünlü söz konusu olunca siyasetle, iktidarla, devletle ve hatta devlet-insan ilişkisiyle ilgili konuşmamak da olmuyor. Giriş mahiyetinde:
"- Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi'nde eleştirdiğin iktidarla İtirazım Var'daki iktidar aslında özünde aynı. Çürümüş ve kokuşmuş bir şeyler var o alanda.
- Fark etmiyor yani. 28 Şubat öncesi onlar vardı, sonrasında bunlar var. Zalim zalimdir, bir şey değişmiyor. Neticede önce öyle bir film yaptım, sonrasında böyle bir film yaptım. İkisinin de arkasında zalimler var. Ne fark eder ki? Sağcıymış, solcuymuş, namaz kılıyormuş, kılmıyormuş, ne fark eder?" [sf. 133]
Öğrenciliğinden beri hiçbir siyasi, dini organizasyon içinde yer almadığını, daha çok bireyci olduğunu ve bu sebeple toplumsal olaylarda tek tek bireylerin hakkını korumaya çalıştığını belirtiyor Ünlü. Bireyin önemini vurgularken iktisadi paylaşım yapılması gerektiğini söylüyor ve mülkiyet haramdır diyor. Hemen iki soruya verdiği cevabı birleştirerek konuyu derinleştirelim:
"Devletin insanlığın başından şu ana kadarki aşamalarında zorunlu duraklardan birisi, tıpkı bu demokrasi denen saçmalık gibi bir ara durak, zorunlu bir durak olduğunu düşünüyorum ve bundan kurtulunacağını varsayıyorum. Devlet fikri kendisinden kurtulunması gereken bir fikir. Daha önce bir şiirde de yazmıştım, devlet şirktir, devletle Allah aynı tarafta olamaz. Bir Müslüman, devletin tarafında olamaz. Mümkün değil... Bir Müslüman iktidarın tarafında olamaz, iktidarla işi olmaz. Müslüman doğası gereği devrimcidir ve sürekli olarak aktif alan içinde bulunması lazımdır. Dolayısıyla statükoyla Müslüman bir arada duramaz, çünkü sorunlar hayatta hiçbir zaman çözülemeyeceği için nerede bir zulüm varsa Müslüman ona işaret eder ve o zulmün çözülmesi için uğraşır. O zulümler bitmeyeceği için Müslümanın sürekli hareketi bitmez." [sf. 135]
Bu fikirleri, zamanında çok merak duyduğu ve ilgilendiği tasavvufla da arasına mesafe koymuş Onur Ünlü'nün. Tasavvufun günümüzdeki vaziyetini oldukça pasif bir iklim olarak konumlandırıyor. Oysa Müslüman'ın aktif biçimde hayatta rol alması ve daima itiraz etmesi gerektiğini söylüyor. Bu yüzden klasik fıkıh anlayışını -İtirazım Var'daki vaaz sahnesinden anlaşılacağı gibi- reddediyor. Soruyu bir kez daha tekrarlarcasına konuşuyor: "Bu dinin klasik fıkıh anlayışı, yeryüzünün sokaklarında aç gezen bir milyar insan için ne diyor?"
Onur Ünlü birçok dizinin senaryo ekibinde de yer aldığından ve hatta kendi de çektiğinden, izleyiciyi yakından tanıyor. Onların ne istediğini biliyor fakat kendi istediğinden asla vazgeçmiyor. Çekmek istediğini çekiyor, hayalindekini. Ömer Lütfi Akad'ın filmlerinde zoom tekniğini kullanmadığını, bunu izleyiciyi hapsetme ve dolayısıyla edepsizlik olarak gördüğünü okumuştum. Ünlü de flashback'ten yana dertli: "Ben flashback kullanmayı hiç sevmem. Çok kaba ve edepsizce bulurum. Ama yapman gerekiyor. Flashback yapmak zorunda kalıyorsan; bu senarist olarak senin başarısız olduğunu gösterir. Bunun başka bir manası yoktur. Flashback bir senaristin çuvallamasıdır." [sf. 166]
Bu 'ince görme' toplum ve insan ilişkisine dair sürekli düşünmesini sağlamış kendisinin. Ama soruların içinde hapsolmamış. Kendini kavramlara gömmemiş ve 'kim ne der' putuna gömülmemiş. Çıkmazlardan ve açmazlardan kaçmış. Hata kanaatimce bu ikisi arasında yaşadığı varoluşsal sancıyı filmlerine taşımış, endişelerini ve kaygılarını: "Toplum nedir? Onunla nasıl ilişki kurmalıyım? Toplum içindeki yerim nasıl olmalı? Nasıl bir yer edinmeliyim? Yarın öbür gün nasıl bir insan olmalıyım? Ne yaparsam kim beni nasıl kabullenir? Bunları hiç düşünmedim ve hiç ilgilenmedim. Ben sadece kendimle ilgilendim." [sf. 173]
Onur Ünlü'nün karakterlerine verdiği isimlerin bazıları sahabe-i kiramdan, bazıları da Murat Menteş gibi roman yazan arkadaşlarıyla arasındaki sohbetlerden geliyor. Mesela Selman Bulut ismi Selman-ı Farisî'den geliyor. Bu arada İtirazım Var'ın ilk adının Aç Köpek olduğunu da öğreniyoruz. Çok sert bulduğundan değiştiriyor. Filmlerindeki paylaşımcılığı ve mülkiyet karşıtlığını tasavvufun karşısına koyuyor ve Ebuzer Gıfari gibi isimlere temas ediyor. Burada "Bak arkadaş, bu adamın beş tane evi var, bu dört adamın evleri yok. Çok basit bir şekilde o dört tane ev, bu dört kişiye verilmeli" diyor. Tasavvufun buna bir şey diyemediğini düşündüğü için "önce bunu çözmeliyiz, nasıl çözeceğiz?" sorusunu yöneltiyor. Okuyalım: "Niye İbn-i Rüşd diyorum? Çünkü ben tümevarmak istiyorum. Bu daha zor, daha çetrefilli, daha riskli. Bu açlık ne olacak? Bu fakirliğe, bu eşitsizliğe ne yapacağız? Temel sorun bu. Dolayısıyla da şimdi çok daha fazla akla ihtiyacımız var." [sf. 187]
Goethe'nin "Bir tas sıcak çorbayı romantizme tercih ederim" sözünü şiar edinmesi boşuna değil Onur Ünlü'nün. "Senin aklın ermez!" tipi cümlelere karşı gelmesi de bundan. "Neden aklımız ermesin? Gerizekalı mıyız biz?" diye sorması da bundan. Hatta iktidarla koşut düşünmeyi insan olmanın onuruna aykırı bulmasını da buna yormak mümkün. Her zaman karşıt olmak, her zaman muhalif olmak fiziği, ruhu ayrı ayrı yorar. Onur Ünlü de bu yorgunluğu kah senaryo yazarak kah film çekerek atıyor. Sahiden atıyor mu? Bilmiyoruz. Ama attığı kesin. Yani ortaya bir şey atıyor. Üstelik kafadan atıyor, zekice. Mesela İtirazım Var'daki cemaatin namaza durduğu sahneyi hatırlayalım. Hani silah sesinin geldiği. Şimdi de okuyalım: "Silah sesiyle birlikte Selman Bulut dönüp bakıyor. Burada, Selman Bulut'un kendini kapatmış bir adam olmadığını görüyoruz. Rasyonel bir aklın yapacağı şeyi yapıp; silah sesi gelince, namazı bırakıp sesin geldiği yöne bakıyor. Oysa cemaat öldürülen Salih Kalyoncu yere düşene kadar dönüp bakmıyor ne olduğuna. Selman Bulut'un dönüp bakması bu söyleşiler sırasında da sıkça konuştuğumuz aklın öne çıkmasının ifadesi gibi geldi bana. Bu dünyada bir şeyler oluyor ve ben buna gözümü kapatamam hali." [sf. 189]
Bir Sürü Endişe'nin sonuna doğru Onur Ünlü'nün gelecek planlarını okuyabiliyoruz. Mesela İngilizce çalışıp bir kitap çevirmek istediğini. Böylece beslendiği yere bir katkı yapmak istediğini. Çünkü aldığımızın karşılığını az da olsa verebilmek elbette güzel bir duygu. Bunu endişe edinmiş. Neyden korkuyorsun sorusuna "bunun karşılığını verememekten" diyor. Öte yandan bir doygunluğu da var. Kırık Kalpler Bankası çekildikten sonra "gerçekten artık ölebilirim mesela" diyor. Buraya kadar bir okulu bitirdiğini düşünüyor. Ancak hep bir endişe: "Şu anda karmakarışık bir yer burası. Hakikati bulacak, çıkaracaksın, ama bunun için endişe duyman lazım. "Amaan, dünya zaten boş!" Bence senin kafanın içi boş. Dünya boşsa neden kendini yırttın iktidara geleceğim diye? Boşsa bırak uğraşma, biz hallederiz." [sf. 223]
Gidiyorum Bu'dan yıllar sonra Onur Ünlü'yü yeniden okumak umut verici. 'Bu tip kafa'ların yeryüzünde ve ülkemizde yaşıyor oluşu daha da umut verici.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19 Kasım 2017 Pazar
Kuş dili değil kendi dilimiz
Dergah Yayınları'ndan çıkan Kuş Dili kitabı sadece ismi ile değil kapağı ile de sizi bu kitaba otuz Türk lirası vermenizi sağlıyor. Zaten kitabın içeriğine girdiğinizde hiçbir pişmanlık yaşamadan zevkle okuyorsunuz.
Esasında insanoğlu bu dünyaya geldiği vakitten beri kendini anlamlandırmak amacıyla ağaca, toprağa, taşa, hayvanlara yani kısacası doğaya uzanıyor. Kendini keşfetmek, içindeki hazineyi bulmak için. Böyle bir şeye gerek olmadığı pekala ortada ama neticede insanız işte bir şeyleri anlamlandırmadan, adlandırmadan duramıyoruz. İnsan varlığının bilinmesi için kendinde var olan veya olmasını istediği özellikleri kuşlara yüklemektedir. Hemen hemen her kültürde buna rastlanmaktadır.
Kuş Dili kitabında Şamanizm, Budizm ve İslam dönemlerinde kuşlara atfedilen sembolik değerler incelenmektedir. Kuş; ruh ve kutu, aşkı temsil etmektedir. Kuş aynı zamanda uğursuzluğun ve ölümün de habercisidir. Şamanların Süleyman Peygamberin de kuşların dilini bildiğini kaydedilmekte, şamanların kuş seslerini taklit ettiği görülmektedir.
İslamiyet öncesi dönemde Türklerin eskatalojik (öteki dünya, ölüm sonrası yaşama dair) inanışları arasında kuş ile ruh özdeşleştirilmektedir. Örneğin ‘seni leylekler getirdi’ cümlesini çocuklara sıklıkla kullanırız. Bunun nedeni İslamiyet öncesinde dişi ruhu temsil ettiği düşünülen leylek ve turnaların, hayat veren hayat ağacı ile karşılaştırılması neticesinde leyleklerin bebekleri getirdiğine inanılmaktaymış. Sebk-i Hindi’de kuş tasviri ise hayli ilginçtir. Şaire göre gönül bir kuştur. O yüzden, sevgilinin bakışından hışmından bir kuş gibi korkmaktadır. Şairin vücudu bir kafes, gönlü de o kafesten çıkmak isteyen bir kuştur. Sebk-i Hind’de kuş anlamında “murg” sözcüğü kulllanılmaktadır.
Murg: İnsanın gönlü.
Murg: Avlanması kolay olan kuş.
Murg: Üzüntülü, talihsiz, şikayet eden.
O halde içimize soralım murg insanın gönlünü temsil ediyorsa bir gönlü kazanmak kolay mıdır?
Klasik Türk şiirinde ise rakib (divan şiirinde aşık ve maşuğun yanında yer alır. Aşık ile yarışan ve aşığın nazarında kötü bir kimsedir), deveye, şeytana, köpeğe, tilkiye, eşeğe, akrebe, kargaya, kuzguna, baykuş gibi çirkin/ kötü/ uğursuz kabul edilen hayvanlara benzetilmiştir. Sevgili ise papağana, hümaya, şahbaz gibi güzel kuşlara benzetilmiştir. Örneğin baykuş geceleri kuşları ve yumurtaları onlar uykudayken avlaması (hırsızlık örneği), viranelerde yaşaması pes sesi gibi akla ilk gelen çağrışım olumsuzdur. Ancak Uzak Doğu’da aklı ve bilgeliği temsil ettiği Altay Şamanizim’de Tanrı ile insanlar arasında aracılık eden ve onları kötü ruhlardan koruyan en önemli varlık sayıldığı da bilinir.
Son olarak kitabın belki de en beğendiğim bölümlerinden biri de “Mevlid-i Şerif’te Kuş Adları” başlığıydı. Siz de şaşırdınız değil mi böyle bir bölüm olduğuna. Günlük hayatta sıkça rastladığımız ama rikkat edip tam gönlümüzü açmadığımız için kaçırmış olabiliriz. Neyse o halde bunlar neymiş hep beraber bakalım.
Mevlid-i Şerif’te kuş, bülbül, hüma, keklik, tavus ve tuti olarak geçer. Keklik bir defa Hz. Muhammed (sav.)’in peygamberlik mührünün büyüklüğünü anlatmak için kullanılır:
var-ıdı keklik yumurdasınca ol dahı ezherdi güneşden o resul
[O mühür keklik yumurtası kadar vardı, o peygamber güneşten daha açıktı.] (732)
Bir başka örnek ise Tavus. Tavus kuşu Cebrail’e benzetilmiştir. Hüma kuşu ise Hz. Muhammed (sav.)’e benzetilmiştir.
dünyadan ukbaya hoş saz eyleye
can hüması hakka pervaz eyleye
[Dünyadan ahirete güzelce gitsin, can kuşu Allah’a uçsun.] (807)
İnsan, hayatında eksik ve kusurlar istemez. Oysa hiçbir canlı mükemmel değildir. Ama insanlar sevilmeyen ve istenmeyen kişi ve nesnelere benzetmeler yaparak üzerindeki hasletleri atlatmaya çalışmışlardır. Neticede kötü olarak tasvir edilen kuşlar hiçbir şekilde öyle değillerdir, yaşamlarının gereği davranırlar. Asıl biz de insan olarak yaşamamızın gereğini yerine getirirsek bu alemde huzurla yaşarız.
İnsan olmak umuduyla…
Rumeysa Açıkar
twitter.com/asYemuR000
Esasında insanoğlu bu dünyaya geldiği vakitten beri kendini anlamlandırmak amacıyla ağaca, toprağa, taşa, hayvanlara yani kısacası doğaya uzanıyor. Kendini keşfetmek, içindeki hazineyi bulmak için. Böyle bir şeye gerek olmadığı pekala ortada ama neticede insanız işte bir şeyleri anlamlandırmadan, adlandırmadan duramıyoruz. İnsan varlığının bilinmesi için kendinde var olan veya olmasını istediği özellikleri kuşlara yüklemektedir. Hemen hemen her kültürde buna rastlanmaktadır.
Kuş Dili kitabında Şamanizm, Budizm ve İslam dönemlerinde kuşlara atfedilen sembolik değerler incelenmektedir. Kuş; ruh ve kutu, aşkı temsil etmektedir. Kuş aynı zamanda uğursuzluğun ve ölümün de habercisidir. Şamanların Süleyman Peygamberin de kuşların dilini bildiğini kaydedilmekte, şamanların kuş seslerini taklit ettiği görülmektedir.
İslamiyet öncesi dönemde Türklerin eskatalojik (öteki dünya, ölüm sonrası yaşama dair) inanışları arasında kuş ile ruh özdeşleştirilmektedir. Örneğin ‘seni leylekler getirdi’ cümlesini çocuklara sıklıkla kullanırız. Bunun nedeni İslamiyet öncesinde dişi ruhu temsil ettiği düşünülen leylek ve turnaların, hayat veren hayat ağacı ile karşılaştırılması neticesinde leyleklerin bebekleri getirdiğine inanılmaktaymış. Sebk-i Hindi’de kuş tasviri ise hayli ilginçtir. Şaire göre gönül bir kuştur. O yüzden, sevgilinin bakışından hışmından bir kuş gibi korkmaktadır. Şairin vücudu bir kafes, gönlü de o kafesten çıkmak isteyen bir kuştur. Sebk-i Hind’de kuş anlamında “murg” sözcüğü kulllanılmaktadır.
Murg: İnsanın gönlü.
Murg: Avlanması kolay olan kuş.
Murg: Üzüntülü, talihsiz, şikayet eden.
O halde içimize soralım murg insanın gönlünü temsil ediyorsa bir gönlü kazanmak kolay mıdır?
Klasik Türk şiirinde ise rakib (divan şiirinde aşık ve maşuğun yanında yer alır. Aşık ile yarışan ve aşığın nazarında kötü bir kimsedir), deveye, şeytana, köpeğe, tilkiye, eşeğe, akrebe, kargaya, kuzguna, baykuş gibi çirkin/ kötü/ uğursuz kabul edilen hayvanlara benzetilmiştir. Sevgili ise papağana, hümaya, şahbaz gibi güzel kuşlara benzetilmiştir. Örneğin baykuş geceleri kuşları ve yumurtaları onlar uykudayken avlaması (hırsızlık örneği), viranelerde yaşaması pes sesi gibi akla ilk gelen çağrışım olumsuzdur. Ancak Uzak Doğu’da aklı ve bilgeliği temsil ettiği Altay Şamanizim’de Tanrı ile insanlar arasında aracılık eden ve onları kötü ruhlardan koruyan en önemli varlık sayıldığı da bilinir.
Son olarak kitabın belki de en beğendiğim bölümlerinden biri de “Mevlid-i Şerif’te Kuş Adları” başlığıydı. Siz de şaşırdınız değil mi böyle bir bölüm olduğuna. Günlük hayatta sıkça rastladığımız ama rikkat edip tam gönlümüzü açmadığımız için kaçırmış olabiliriz. Neyse o halde bunlar neymiş hep beraber bakalım.
Mevlid-i Şerif’te kuş, bülbül, hüma, keklik, tavus ve tuti olarak geçer. Keklik bir defa Hz. Muhammed (sav.)’in peygamberlik mührünün büyüklüğünü anlatmak için kullanılır:
var-ıdı keklik yumurdasınca ol dahı ezherdi güneşden o resul
[O mühür keklik yumurtası kadar vardı, o peygamber güneşten daha açıktı.] (732)
Bir başka örnek ise Tavus. Tavus kuşu Cebrail’e benzetilmiştir. Hüma kuşu ise Hz. Muhammed (sav.)’e benzetilmiştir.
dünyadan ukbaya hoş saz eyleye
can hüması hakka pervaz eyleye
[Dünyadan ahirete güzelce gitsin, can kuşu Allah’a uçsun.] (807)
İnsan, hayatında eksik ve kusurlar istemez. Oysa hiçbir canlı mükemmel değildir. Ama insanlar sevilmeyen ve istenmeyen kişi ve nesnelere benzetmeler yaparak üzerindeki hasletleri atlatmaya çalışmışlardır. Neticede kötü olarak tasvir edilen kuşlar hiçbir şekilde öyle değillerdir, yaşamlarının gereği davranırlar. Asıl biz de insan olarak yaşamamızın gereğini yerine getirirsek bu alemde huzurla yaşarız.
İnsan olmak umuduyla…
Rumeysa Açıkar
twitter.com/asYemuR000
Şehri biçimlendirmek dünyayı biçimlendirmektir
"dağlardan dönüyorsun o sağır yamaçlardan
çevik bacaklarını getiriyorsun ne çiçek ne de ninni
boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi
şehre varınca artık meşinler giymelisin
daha esmer
daha kankusturucu
sen o baygın sevgilerin adamı değilsin."
- İsmet Özel, Mazot (1970)
Sanayileşme öncesi devirlerde şehir ile taşra arasına çekilen hat daha çok kültürel alışkanlıklar ve devletin teşkilatlanma noktasındaki ayrımları gösterirse de sanayileşme sonrasında bu ayrım her geçen gün şiddetini artırarak tezahür eden doğanın tahribatı eksenine oturdu. Toplumların yüzyıllar içinde şekillenmiş dünya görüşü, şartların ve köklü arzuların idaresinde meydana getirilen şehirler gitgide yerini kapitalizmin büyüttüğü heva ve hevesin sevkiyle türeyen kentlere bıraktı. Bu dönüşüm yarattığı çeşitli sorunlardan başka, en temelde, bütün oluş ve mevcudiyetiyle kendisine müteveccih olarak varedilmiş doğayı insandan kopararak sürekli nükseden bir iç sıkıntısı üretti.
Kuşkusuz bütün bu olan bitenler zaman içerisinde sanat ve edebiyatın başat meseleleri arasına da girer. Büyük şehirlerde özellikle İstanbul'da kentleşmenin ivme kazanmaya başladığı yıllarda Son Kuşlar (1952) hikayesinin sonunda Sait Faik, gelecekte şehirlerde tabiatın mahvının varacağı boyutlara dair kehanetlerde bulunur. Yaşar Kemal 1978’de okurla buluşan Kuşlar da Gitti eserinde insanda merhamet duygusunun yitimiyle kentleşme arasında bağ kuran bir kurguyla yine benzer bir tahribata dikkat çeker. Mustafa Kutlu’nun 1979 Kasım ayında yayımlanan Yokuşa Akan Sular hikayesindeki şu satırlar kent-taşra ayrımının, günümüzde neredeyse birincil göstergesi haline gelen tabiattan yoksunlaştırılmışlığı etkileyici bir biçimde gözler önüne serer: ‘‘Küçük mavi pembe çiçekler serpilidir. Yeşilin saydam uçları çimenlerde. Su domur domurdur. Çakıllarda eleğimsemalar. Görülmemiş tutulmamış bir güzellik. Kirletilmemiş bir su. Dağlardan ceylanlar iner. Göğün tüllenen kızıllığı laciverde koşarken. Kenarında saygıyla dururlar. Tek dal, tek yaprak kıpırdamaz. Bir ân-ı vahitte kalırlar. Sonra eğilip içerler. Sen bir musluğa eğiliyorsun. Topraktan kopmuş suya. Clor kokuyor elin ayağın. O canım fayanslardan döşüyorsun. Sonra pırıl pırıl sıhhi tesisat armatürleri. Yollar, tarlalar, dağlar aşıyor içine insan sığan borular. Dozerler çalışıyor, türlü kanallar açıyor. Sonra yeni buluşlar, filtreler. Lağım sularından, deniz suyundan yahut o içinde it leşleri yüzen, şişmiş, yumuşamış tüyleri dökülüp pelteleşmiş, karnı deşilip bağırsakları patlamış it leşleri yüzen, beton labirentlerin çöplüklerinden süzülüp gelen su birikintilerinin toplandığı gölcüklerden. Ağır, yağlı üzerinde iri yeşil sineklerin uçuştuğu mülevves gölcüklerden pompalarla basılıp zorla itilen, bir türlü akmayı beceremeyen, “git ak musluklardan” diye kırbaçlanan o maiyi.’’
İtalo Calvino’nun ilk kez 1965 yılında yayımlanan Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler kitabı da safvetini kaybetmemiş vasıfsız bir işçinin gözünden, okurun dikkatini kent üzerine toplayan başka bir eser olarak karşımıza çıkar.
Yirmi öyküden meydana gelen kitapta her bölüm başlık olarak bir mevsimle ve o mevsimde Marcovaldo’nun başından geçen ilginç olayın dokusunu taşıyan bir altbaşlıkla isimlendirilmiştir. Calvino, beş kez yinelenen bir mevsimsel döngüde kent hayatını saf, vasıfsız bir işçi olan Marcovaldo’nun penceresinden resmeder.
“Bu Marcovaldo’nun gözleri kent yaşamına az yatkındı; ilanlar, trafik ışıkları, vitrinler, ışıklı tabelalar, yazılar, dikkat çekmek için tasarlanmış olsalar da sanki bir çölün kumlarını tarayan gözlerine hiç takılmazlardı. Buna karşılık bir dalda sararan yaprak, bir kiremitten sarkan kuş tüyü gözünden hiç kaçmazdı; bir atın sırtındaki sineği, bir masada böceklerin açtığı deliği, bir kaldırımda ezilmiş incir kabuğunu görmediği, mevsim değişikliklerini, içindeki özlemleri, yaşamındaki yoksunlukları duyumsadığında kafa yormadığı olmazdı hiç.”
Marcovaldo’nun mizacı ve yaşadığı kentle kurduğu alaka hakkında okura kuşatıcı bilgiler veren bu satırlar, onun yaşadığı yerle arasındaki ilişkinin uyumsuzluğuna dair kuvvetli ipuçları verir. Marcovaldo’nun yaşadığı kentle uyumsuzluğu, onun bilinç düzeyi ve toplumda yer aldığı statü dolayısıyla asla bir çatışmaya dönüşmeyecektir. O, adeta kente tutulmuş bir ayna gibidir. Ondan yansıyan görüntüler yeni kentlerin hüviyetinin ana çizgilerini taşır.
Kitabın en etkileyici yanlarından biri, Marcovaldo’nun saf mizacı ve yapısıyla öykülerin dili arasında var olan kusursuz bir tutarlılıktır. Sürekli kurulmuş bir makine gibi yaşamayı telkin eden kentte, kendini bu fasit dairenin dışına çıkaracak en küçük his ve tedaisinin bile hesapsızca hemen peşinden giden Marcovaldo’nun, başından geçen sıradışı ve çok kere de gülünç durumlar içten ve muzip diyebileceğimiz bir dille anlatılır.
İnsanın sabah uyanma anı ve bunun biçimi, kent hayatının etkilerinin yoğun olarak gözlemlenebileceği dakikalar arasındadır. Bedenen uzun çalışma saatlerinin yorgunluğu giderilmemişken baskın veren bir çalar saat sesi, paslı bir havaya açılan pencere. Neredeyse tek özelliği “apar topar” olarak vasfedebileceğimiz bir başlangıç.
Her gün böyle bir sabaha gözlerini açan Marcovaldo’nun bir yaz günü, aklına, gece parkta bir bankta uyuyarak sabah gözlerini yaprakların kımıltısına, gökyüzüne açmak, kuş sesleriyle uyanmak eser. Gidip geceyi parkta geçirir. Ama umduğu gibi olmaz. Hem dışmekan olarak kent hem de içmekan olarak ev, müteradif bir huzursuzluğu taşır çünkü.
“…kendi kendine: “Ne olur bir kez de çalar saatin zili, yeni doğan Paolino’nun viyaklaması ya da karım Domitilla’nın öfkeli sesi yerine kuş sesleriyle gözümü açsam,” diyordu ya da: “Basık, havasız bir oda yerine, burada bu canlı yeşilliğin içinde uyuyabilsem, bizimkilerin horlamalarını, sayıklamalarını, sokaktan geçen tramvayın gürültüsünü duymadan, burada sessizlik içinde, sokaktan yansıyan lamba ışığının çizgiler oluşturduğu kapalı perdelerin yapay karanlığı yerine, burada gecenin doğal karanlığı içinde; gözlerimi açtığımda yaprakları, gökyüzünü görebilsem!” Marcovaldo sekiz saatlik –artı fazla çalışma- niteliksiz işçi görevine her sabah bu düşüncelerle başlıyordu.”
Bu düşüncesinin akabinde Marcovaldo geceyi parkta geçirmeye gider. Hiçbir şey düşündüğü gibi gelişmez. Uzandığı bankta uyumaya çalıştığı sırada kendisinin umduklarıyla arasına yine kent girer: “Ne yazık ki, böyle yatınca tam bir doğal dinginlik içinde gözlerinin kapanmasını sağlayacak, yalnızca ağaçlardan, gökyüzünden oluşan bir görüntü düşmüyordu gözlerinn önüne; bir ağaç, anıtın üstündeki bir generalin kılıcı, bir başka ağaç, bir ilan tahtası, üçüncü bir ağaç, sonra biraz daha ötede, trafik ışığının peş peşe sarı sarı olarak yanmayı sürdüren aralıklı yapay ayı, kısa aralarla birbirini izliyordu karşısında.”
Aşırı tüketimin başlı başına bir fenomen olarak insan hayatına dahil olması bir piyasa olarak kentleşmenin yaygınlaşmasına rastlar. İnsanlar ilanlar ve reklamlarla kuşatılmıştır. Bu, kapitalist ekonomiyi diri tutan en temel dinamiktir. Reklamlar aracılığıyla insanlara, aslında ihtiyacı olmadığı şeyler ihtiyacıymış gibi lanse edilir. Görünürde ihtiyaç olmayan şeylerin ihtiyaç olarak kabullenilmesi süreğen bir kıvamda tutulur böylelikle. Marcovaldo’yla süpermarkette bir alış-veriş esnasında karşılaştığımız hikaye, bir piyasa olarak kenti tüketim alışkanlıkları ekseninde ortaya koyar. Kentte çoğunluğu teşkil eden işçilerin ihtiyaçlarını temin etmede yaşadığı güçlük beri tarafta market arabalarını taşarcasına dolduran insanların varlığı arasında kurulan kontrast kentlerin iktisadi ve sosyal hayatının dengeli olmayan yanlarına dikkat çeker.
“Tüketin! Malları elliyor, yerlerine bırakıyor, tekrar alıyor, elleriyle çekiyorlardı; tüketin! Solgun yüzlü tezgahtar kızları tezgahların üstüne çamaşırlar, çamaşırlar yaymak zorunda bırakıyorlardı; tüketin! Renkli sicim çileleri topaç gibi dönüyor, çiçekli kağıt tabakaları kanat çırpar gibi havalanıyor, alınanları her biri fiyonk düğümlü küçük paketler ve küçük paketler, paketler ve paketler, büyük paketler halinde sarmalıyorlardı. (…) artık ellerinden tutulmayan çocuklar kaybolup ağlıyorlardı. Bu akşamlardan birinde Marcovaldo, ailesini dolaşmaya çıkardı. Parasız olduğu için, dolaşma başkalarının alışverişlerine bakmak anlamına geliyordu; para ne kadar çok el değiştirirse, parası olmayanda o kadar çok “Er geç, birazı da benim cebime girecek,” diye umutlanıyordu. Ailesi kalabalık Marcovaldo’nun zaten düşük olan aylığı hemen taksitlere, borçlara gidiyordu. Ama yine de süpermarkette dolaşıp etrafa bakmak güzeldi.”
Marcovaldo’nun kentle uyumsuz haline ve bütün tabiat özlemlerine bakarak taşralı abir bünye taşıdığını söylemek mümkün olmaz. Düpedüz bir kentlidir o. Onun aslında arzu ettiği şey, tabiat dekoru mahvedilmemiş bir kentte, bir ağaç gölgesi ve bir parça gökyüzünün altında veya bir su kenarında soluyabilmenin imkanıdır sadece. Yaşadığı kentten çekip gitmeyi hiç hatırına getirmez, bağlıdır ona. Onun yaşadığı şehre bu bağlılığını, bir ağustos ayında imkanı olanların kenti terk ettiği bir sırada, fırsat bu fırsat deyip şehri daha önce fark etmediği çizgileriyle seyretmeye, bazen de onu görmek istediği gibi tahayyül ederek duyumsamaya çıktığında görürüz.
“Yılın belirli bir noktasında ağustos ayı başlıyordu. Birden genel duygularda bir değişiklik gözleniyordu. Kenti artık hiç kimse sevmiyordu; daha düne kadar onca sevilen gökdelenler, yaya altgeçitleri, otoparkları sevimsiz, itici oluveriyorlardı. İnsanlar bir an önce kentten gitmekten başka bir şey düşünmez oluyorlardı; trenleri dolduruyor, otoyolları tıkıyorlar, ayın 15’inde hepsi gitmiş oluyordu. Bir kişi dışında. Marcovaldo kenti terk etmeyen tek kentliydi. (…) Sabah kent merkezinde dolaşamaya çıktı. (…) şimdi yapabiliyordu istediğini, üstelik kırmızı ışık yanarken karşıya, hem de yanlamasına geçiyor, alanların orta yerinde duruyordu. Ama aldığı keyfin bu kuraldışı davranışları yapmaktan çok, her şeyi bir başka türlü görmekten kaynaklandığını anladı: sokakları vadi tabanı ya da kurumuş ırmak yatağı gibi, evleri sarp dağ dizileri ya da yalıyar yamaçları gibi görüyordu.”
İnsanın yaşadığı şehir dünyada var olan şehirlerden sadece bir şehir veya piyasa olmanın çok ötesinde aslında insanın hayatının tamamını geçirdiği dünyasıdır. Coğrafi küçük ölçüleriyle sınırlılığından öte her gün hayatı yeniden üreteceğimiz bitimsizliğin imkanını taşıyan yegane yer olmalıdır şehir. Bu bakımdan tabiatın mahvıyla ilerleyen bir şehirleşme insanı darlamaktan başka bir bünyeyi intac edemez. Şehri biçimlendirirken aslında bütün bir ömrümüzün bu yerde geçtiği düşünülecek olursa dünyamızı biçimlendirdiğimizi fark ederiz.
Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc
çevik bacaklarını getiriyorsun ne çiçek ne de ninni
boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi
şehre varınca artık meşinler giymelisin
daha esmer
daha kankusturucu
sen o baygın sevgilerin adamı değilsin."
- İsmet Özel, Mazot (1970)
Sanayileşme öncesi devirlerde şehir ile taşra arasına çekilen hat daha çok kültürel alışkanlıklar ve devletin teşkilatlanma noktasındaki ayrımları gösterirse de sanayileşme sonrasında bu ayrım her geçen gün şiddetini artırarak tezahür eden doğanın tahribatı eksenine oturdu. Toplumların yüzyıllar içinde şekillenmiş dünya görüşü, şartların ve köklü arzuların idaresinde meydana getirilen şehirler gitgide yerini kapitalizmin büyüttüğü heva ve hevesin sevkiyle türeyen kentlere bıraktı. Bu dönüşüm yarattığı çeşitli sorunlardan başka, en temelde, bütün oluş ve mevcudiyetiyle kendisine müteveccih olarak varedilmiş doğayı insandan kopararak sürekli nükseden bir iç sıkıntısı üretti.
Kuşkusuz bütün bu olan bitenler zaman içerisinde sanat ve edebiyatın başat meseleleri arasına da girer. Büyük şehirlerde özellikle İstanbul'da kentleşmenin ivme kazanmaya başladığı yıllarda Son Kuşlar (1952) hikayesinin sonunda Sait Faik, gelecekte şehirlerde tabiatın mahvının varacağı boyutlara dair kehanetlerde bulunur. Yaşar Kemal 1978’de okurla buluşan Kuşlar da Gitti eserinde insanda merhamet duygusunun yitimiyle kentleşme arasında bağ kuran bir kurguyla yine benzer bir tahribata dikkat çeker. Mustafa Kutlu’nun 1979 Kasım ayında yayımlanan Yokuşa Akan Sular hikayesindeki şu satırlar kent-taşra ayrımının, günümüzde neredeyse birincil göstergesi haline gelen tabiattan yoksunlaştırılmışlığı etkileyici bir biçimde gözler önüne serer: ‘‘Küçük mavi pembe çiçekler serpilidir. Yeşilin saydam uçları çimenlerde. Su domur domurdur. Çakıllarda eleğimsemalar. Görülmemiş tutulmamış bir güzellik. Kirletilmemiş bir su. Dağlardan ceylanlar iner. Göğün tüllenen kızıllığı laciverde koşarken. Kenarında saygıyla dururlar. Tek dal, tek yaprak kıpırdamaz. Bir ân-ı vahitte kalırlar. Sonra eğilip içerler. Sen bir musluğa eğiliyorsun. Topraktan kopmuş suya. Clor kokuyor elin ayağın. O canım fayanslardan döşüyorsun. Sonra pırıl pırıl sıhhi tesisat armatürleri. Yollar, tarlalar, dağlar aşıyor içine insan sığan borular. Dozerler çalışıyor, türlü kanallar açıyor. Sonra yeni buluşlar, filtreler. Lağım sularından, deniz suyundan yahut o içinde it leşleri yüzen, şişmiş, yumuşamış tüyleri dökülüp pelteleşmiş, karnı deşilip bağırsakları patlamış it leşleri yüzen, beton labirentlerin çöplüklerinden süzülüp gelen su birikintilerinin toplandığı gölcüklerden. Ağır, yağlı üzerinde iri yeşil sineklerin uçuştuğu mülevves gölcüklerden pompalarla basılıp zorla itilen, bir türlü akmayı beceremeyen, “git ak musluklardan” diye kırbaçlanan o maiyi.’’
İtalo Calvino’nun ilk kez 1965 yılında yayımlanan Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler kitabı da safvetini kaybetmemiş vasıfsız bir işçinin gözünden, okurun dikkatini kent üzerine toplayan başka bir eser olarak karşımıza çıkar.
Yirmi öyküden meydana gelen kitapta her bölüm başlık olarak bir mevsimle ve o mevsimde Marcovaldo’nun başından geçen ilginç olayın dokusunu taşıyan bir altbaşlıkla isimlendirilmiştir. Calvino, beş kez yinelenen bir mevsimsel döngüde kent hayatını saf, vasıfsız bir işçi olan Marcovaldo’nun penceresinden resmeder.
“Bu Marcovaldo’nun gözleri kent yaşamına az yatkındı; ilanlar, trafik ışıkları, vitrinler, ışıklı tabelalar, yazılar, dikkat çekmek için tasarlanmış olsalar da sanki bir çölün kumlarını tarayan gözlerine hiç takılmazlardı. Buna karşılık bir dalda sararan yaprak, bir kiremitten sarkan kuş tüyü gözünden hiç kaçmazdı; bir atın sırtındaki sineği, bir masada böceklerin açtığı deliği, bir kaldırımda ezilmiş incir kabuğunu görmediği, mevsim değişikliklerini, içindeki özlemleri, yaşamındaki yoksunlukları duyumsadığında kafa yormadığı olmazdı hiç.”
Marcovaldo’nun mizacı ve yaşadığı kentle kurduğu alaka hakkında okura kuşatıcı bilgiler veren bu satırlar, onun yaşadığı yerle arasındaki ilişkinin uyumsuzluğuna dair kuvvetli ipuçları verir. Marcovaldo’nun yaşadığı kentle uyumsuzluğu, onun bilinç düzeyi ve toplumda yer aldığı statü dolayısıyla asla bir çatışmaya dönüşmeyecektir. O, adeta kente tutulmuş bir ayna gibidir. Ondan yansıyan görüntüler yeni kentlerin hüviyetinin ana çizgilerini taşır.
Kitabın en etkileyici yanlarından biri, Marcovaldo’nun saf mizacı ve yapısıyla öykülerin dili arasında var olan kusursuz bir tutarlılıktır. Sürekli kurulmuş bir makine gibi yaşamayı telkin eden kentte, kendini bu fasit dairenin dışına çıkaracak en küçük his ve tedaisinin bile hesapsızca hemen peşinden giden Marcovaldo’nun, başından geçen sıradışı ve çok kere de gülünç durumlar içten ve muzip diyebileceğimiz bir dille anlatılır.
İnsanın sabah uyanma anı ve bunun biçimi, kent hayatının etkilerinin yoğun olarak gözlemlenebileceği dakikalar arasındadır. Bedenen uzun çalışma saatlerinin yorgunluğu giderilmemişken baskın veren bir çalar saat sesi, paslı bir havaya açılan pencere. Neredeyse tek özelliği “apar topar” olarak vasfedebileceğimiz bir başlangıç.
Her gün böyle bir sabaha gözlerini açan Marcovaldo’nun bir yaz günü, aklına, gece parkta bir bankta uyuyarak sabah gözlerini yaprakların kımıltısına, gökyüzüne açmak, kuş sesleriyle uyanmak eser. Gidip geceyi parkta geçirir. Ama umduğu gibi olmaz. Hem dışmekan olarak kent hem de içmekan olarak ev, müteradif bir huzursuzluğu taşır çünkü.
“…kendi kendine: “Ne olur bir kez de çalar saatin zili, yeni doğan Paolino’nun viyaklaması ya da karım Domitilla’nın öfkeli sesi yerine kuş sesleriyle gözümü açsam,” diyordu ya da: “Basık, havasız bir oda yerine, burada bu canlı yeşilliğin içinde uyuyabilsem, bizimkilerin horlamalarını, sayıklamalarını, sokaktan geçen tramvayın gürültüsünü duymadan, burada sessizlik içinde, sokaktan yansıyan lamba ışığının çizgiler oluşturduğu kapalı perdelerin yapay karanlığı yerine, burada gecenin doğal karanlığı içinde; gözlerimi açtığımda yaprakları, gökyüzünü görebilsem!” Marcovaldo sekiz saatlik –artı fazla çalışma- niteliksiz işçi görevine her sabah bu düşüncelerle başlıyordu.”
Bu düşüncesinin akabinde Marcovaldo geceyi parkta geçirmeye gider. Hiçbir şey düşündüğü gibi gelişmez. Uzandığı bankta uyumaya çalıştığı sırada kendisinin umduklarıyla arasına yine kent girer: “Ne yazık ki, böyle yatınca tam bir doğal dinginlik içinde gözlerinin kapanmasını sağlayacak, yalnızca ağaçlardan, gökyüzünden oluşan bir görüntü düşmüyordu gözlerinn önüne; bir ağaç, anıtın üstündeki bir generalin kılıcı, bir başka ağaç, bir ilan tahtası, üçüncü bir ağaç, sonra biraz daha ötede, trafik ışığının peş peşe sarı sarı olarak yanmayı sürdüren aralıklı yapay ayı, kısa aralarla birbirini izliyordu karşısında.”
Aşırı tüketimin başlı başına bir fenomen olarak insan hayatına dahil olması bir piyasa olarak kentleşmenin yaygınlaşmasına rastlar. İnsanlar ilanlar ve reklamlarla kuşatılmıştır. Bu, kapitalist ekonomiyi diri tutan en temel dinamiktir. Reklamlar aracılığıyla insanlara, aslında ihtiyacı olmadığı şeyler ihtiyacıymış gibi lanse edilir. Görünürde ihtiyaç olmayan şeylerin ihtiyaç olarak kabullenilmesi süreğen bir kıvamda tutulur böylelikle. Marcovaldo’yla süpermarkette bir alış-veriş esnasında karşılaştığımız hikaye, bir piyasa olarak kenti tüketim alışkanlıkları ekseninde ortaya koyar. Kentte çoğunluğu teşkil eden işçilerin ihtiyaçlarını temin etmede yaşadığı güçlük beri tarafta market arabalarını taşarcasına dolduran insanların varlığı arasında kurulan kontrast kentlerin iktisadi ve sosyal hayatının dengeli olmayan yanlarına dikkat çeker.
“Tüketin! Malları elliyor, yerlerine bırakıyor, tekrar alıyor, elleriyle çekiyorlardı; tüketin! Solgun yüzlü tezgahtar kızları tezgahların üstüne çamaşırlar, çamaşırlar yaymak zorunda bırakıyorlardı; tüketin! Renkli sicim çileleri topaç gibi dönüyor, çiçekli kağıt tabakaları kanat çırpar gibi havalanıyor, alınanları her biri fiyonk düğümlü küçük paketler ve küçük paketler, paketler ve paketler, büyük paketler halinde sarmalıyorlardı. (…) artık ellerinden tutulmayan çocuklar kaybolup ağlıyorlardı. Bu akşamlardan birinde Marcovaldo, ailesini dolaşmaya çıkardı. Parasız olduğu için, dolaşma başkalarının alışverişlerine bakmak anlamına geliyordu; para ne kadar çok el değiştirirse, parası olmayanda o kadar çok “Er geç, birazı da benim cebime girecek,” diye umutlanıyordu. Ailesi kalabalık Marcovaldo’nun zaten düşük olan aylığı hemen taksitlere, borçlara gidiyordu. Ama yine de süpermarkette dolaşıp etrafa bakmak güzeldi.”
Marcovaldo’nun kentle uyumsuz haline ve bütün tabiat özlemlerine bakarak taşralı abir bünye taşıdığını söylemek mümkün olmaz. Düpedüz bir kentlidir o. Onun aslında arzu ettiği şey, tabiat dekoru mahvedilmemiş bir kentte, bir ağaç gölgesi ve bir parça gökyüzünün altında veya bir su kenarında soluyabilmenin imkanıdır sadece. Yaşadığı kentten çekip gitmeyi hiç hatırına getirmez, bağlıdır ona. Onun yaşadığı şehre bu bağlılığını, bir ağustos ayında imkanı olanların kenti terk ettiği bir sırada, fırsat bu fırsat deyip şehri daha önce fark etmediği çizgileriyle seyretmeye, bazen de onu görmek istediği gibi tahayyül ederek duyumsamaya çıktığında görürüz.
“Yılın belirli bir noktasında ağustos ayı başlıyordu. Birden genel duygularda bir değişiklik gözleniyordu. Kenti artık hiç kimse sevmiyordu; daha düne kadar onca sevilen gökdelenler, yaya altgeçitleri, otoparkları sevimsiz, itici oluveriyorlardı. İnsanlar bir an önce kentten gitmekten başka bir şey düşünmez oluyorlardı; trenleri dolduruyor, otoyolları tıkıyorlar, ayın 15’inde hepsi gitmiş oluyordu. Bir kişi dışında. Marcovaldo kenti terk etmeyen tek kentliydi. (…) Sabah kent merkezinde dolaşamaya çıktı. (…) şimdi yapabiliyordu istediğini, üstelik kırmızı ışık yanarken karşıya, hem de yanlamasına geçiyor, alanların orta yerinde duruyordu. Ama aldığı keyfin bu kuraldışı davranışları yapmaktan çok, her şeyi bir başka türlü görmekten kaynaklandığını anladı: sokakları vadi tabanı ya da kurumuş ırmak yatağı gibi, evleri sarp dağ dizileri ya da yalıyar yamaçları gibi görüyordu.”
İnsanın yaşadığı şehir dünyada var olan şehirlerden sadece bir şehir veya piyasa olmanın çok ötesinde aslında insanın hayatının tamamını geçirdiği dünyasıdır. Coğrafi küçük ölçüleriyle sınırlılığından öte her gün hayatı yeniden üreteceğimiz bitimsizliğin imkanını taşıyan yegane yer olmalıdır şehir. Bu bakımdan tabiatın mahvıyla ilerleyen bir şehirleşme insanı darlamaktan başka bir bünyeyi intac edemez. Şehri biçimlendirirken aslında bütün bir ömrümüzün bu yerde geçtiği düşünülecek olursa dünyamızı biçimlendirdiğimizi fark ederiz.
Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc
İki usta, çok mektup
ekmeğimin katığıydı sürgünde
her biten akşamdaydı, her başlayan günde;
ulu kurtuluş düşü memleketimin."
- Nazım Hikmet, Niyazalant Sömürgesi
Mektup yazmanın samimiyetine inanıyorum; cıvık, mektup yazma üzerine olan nostaljiye ise inanmıyorum.
Mektupla küçükken tanıştım. Aslında, daha o zamanlarda mektup yazmak diye bir şey kalmamıştı; fakat mektubun verdiği samimiyeti fark edebilmiştim. Ben ki; Selimiye’ye girerken caminin heybetiyle birlikte, bu kapıdan Mimar Sinan da girmişti, diye düşünüp hislenen biriyim. Mektup konusunda da böyle düşünmem normal aslında. Mektup aldığım kişinin, benim önümdeki kâğıda dokunmuş olması, o kâğıtla bir süre de olsa hemhâl olmasıdır bana mektubu sevdiren. Tıpkı Mimar Sinan’la farklı yüzyıllarda da olsa aynı kapıdan geçmek gibi. (Burada; “asıl mesele onlar gibi olmakta”, gibi beylik lafları dikkate almıyorum.)
Yazarların, şairlerin velhasıl sanatçıların birbirleriyle mektuplaşmaları edebiyatımız için büyük bir kazançtır. Konuşulanların hâl-hatır sorma, havadis verme meselelerinden sonra edebi, siyasi ve sosyal meselelere gelmesi biz okurlar için büyük şans. Çünkü, özellikle günümüzde ortalıkta dolanan bilgiler içinden doğruyu seçme gayreti zor bir şey. Yığınlara kapılıp gidersek birçok şeyi kaçırabiliriz; fakat okursak, doğru bilgiyi edinme şansımız oldukça yüksek. Örneğin; Nâzım Hikmet’i hâlâ vatan haini olarak gören, “gomunist” diyerek onu aşağıladığını düşünen eski ve yeni kuşaklara Nâzım’ı anlatmak yerine mektuplarını okutmak (en azından belli kısımları) daha doğru bir değerlendirme yapılmasına olanak sağlayabilir. Tabii ki; Necip Fazıl gerici yobaz, İsmet Özel faşist, Nâzım Hikmet komünist, vatan haini diye direten bazı gözü kapalı, üstelik kendini okuryazar tayfasından gören zevatları işin içine katmıyorum.
Yazarların en iyi şekilde, yazdıklarının bütün hâlinde okunmasıyla tanınabileceğini düşünüyorum ve bunun için de en iyi türün mektup ve hatırat olduğuna inanıyorum. Başlarda dediğim samimiyet bahsi burada devreye giriyor. Bir insanın sürekli devam eden mektuplarında samimi olmayacağına inanmıyorum. (keza hatıratlarında da) Belki hapishanedekiler için istisna bir durum olabilir: Mektupları hapishane yönetimince okunduğu için karşısındakine demek istediklerini daha kapalı anlatabilir; fakat bu bile samimiyet bahsini ortadan kaldırmaz.
Nâzım Hikmet ve Kemal Tahir: Türk Edebiyatı’nın en önemli şair ve yazarlarından olan bu ikilinin Nâzım Hikmet tarafından yazılan mektuplarını, Kemal Tahir yayımladı. Daha önce farklı yayınevlerinden neşredilen kitap en son İthaki Yayınları etiketiyle okura sunuldu. Bu ikiliye edebiyatımız için özellikle önem gösteren benim gibi okurlar için, bu mektuplar bulunmaz bir kaynak. Hayıflanmam, Kemal Tahir’in mektuplarını okuyamadığımıza. Keşke İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nda olduğu gibi, iki taraflı tanık olabilseydik aralarındaki konuşmalara.
“Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar” Nâzım Hikmet’in Bursa cezaevinden Çankırı, Çorum, Malatya ve Nevşehir’deki cezaevlerinde bulunan Kemal Tahir’e gönderdiği, ilki 05.12.1940, sonuncusu 25.04.1950 tarihli 234 adet mektup ve telgraftan oluşuyor. Fakat bunlar, ikili arasında gidip gelen mektuplar olmasına rağmen, mektuplarda Raşid Kemalî (Orhan Kemal) ve Piraye de eksik olmuyor. Orhan Kemal, bir dönem Nâzım’ın yanında kaldığı ve okuryazar kesimden olduğu için (ya da o ortama yeni giriyor olduğu için) Nâzım Hikmet’in dikkatini bolca çekiyor ve Kemal Tahir’e Nâzım Hikmet tarafından sık sık övülüyor. Piraye ise, zaten bilmeyen yoktur, Nâzım’ın büyük aşkı. Fakat ben Piraye ve Kemal Tahir’in de bir dost, bir abla kardeş olduklarını bu mektuplar sayesinde öğrendim. Hatta yine İthaki’den neşredilen “Kemal Tahir’den Piraye’ye Mektuplar” adlı bir kitap olduğunun da farkına vardım.
Mektuplardan, bu ikilinin hâlet-i ruhiyelerini, günlük yaşamlarını, uğraşlarını, kişilik özelliklerini, düşüncelerini öğrendiğimiz gibi, devrin siyasi, içtimai, ekonomik vb. birçok özelliğini, hapishane hayatını, kurumların işleyişlerini, Anadolu insanını da öğrenebiliyoruz. Tabii ki Nâzım Hikmet tarafından daha çok tanıklık etsek de, Nâzım’ın yazdıklarından Kemal Tahir ve fikirleri açısından çıkarım yapmak da pek zor olmuyor. Bunların dışında, bu ikilinin edebi dozu yüksek konuşmaları, birbirlerinin eserleri hakkındaki övgü ve tenkitleri mektupların başından sonuna kadar devam ediyor. Sadece Türk Edebiyatı’ndan değil, dünya edebiyatından da önemli kişilerin bu mektuplarda yer alması birçok durumu kavramamız için bir ışık yakıyor. Kısaca bu mektuplarda; Hikmet Kıvılcımlı, Sait Faik, Maksim Gorki, Tolstoy, bolca Fransız romanı ve romancısı ve birçok yazar, şair ismi de geçiyor.
Kitap, Kemal Tahir’in ön sözüyle başlıyor. Tahir burada, bu mektupları yayımlamaya niçin karar verdiğinden bahsediyor ve okurlara bir öneri veriyor:
“Okumanıza sunduğumuz bu mektuplar, her şeyden önce, bu boşluktaki yerlerini dolduracaklardır. Bugün yayımlanmalarının nedeni de, Moskova’da kurulan ‘Nazım Hikmet Arşivi’nin gerek çevirip yayımlamak, gerekse şairin sanatı üstünde inceleme yapmak isteyenlerin çalışmalarını sağlamak için mektupları fotokopyalarını istemesidir. Böyle bir isteği uzun boylu karşılıksız bırakmak Nâzım Hikmet’in kendisi ve edebiyat tarihimiz için haksızlık olurdu. Öte yandan, bir Türk Şairinin bir Türk romancısına yazdığı mektupların Türkçeden önce, başka bir dilde –bu dil, şairimize büyük dostluk göstermekle edebiyatımıza da değer vermiş hatırnaz bir komşu memleketin diliyle de olsa- yayımlanmasını doğru bulmadım.”
“Mektupları okurken –hele genç kuşaklar- şu noktaları göz önünde tutmalıdır: Bunlar, bir mapushaneden bir başka mapushaneye gönderildi. Yazıldıkları sıra, içerde, tek parti idaresi, dışarda, tarihin örneğini görmediği kanlı bir dünya savaşı, var kıyıcılığıyla sürüyordu.”. Görüldüğü gibi, Moskova’nın böyle bir isteği olmasa, biz belki de bu mektupları hiç okuyamayacaktık.
Nâzım Hikmet’i hiç okumadan onun vatanını, milletini, insanlarını sevmeyen bir şair olduğunu iddia edenler, onun hakkında birçok şeyi aslında şiirlerinde bulabileceklerdir. Şiirlerini okumasalar bile Kemal Tahir’e yazdığı mektupları okumak bile şairin vatan sevgisini anlamaya fazlasıyla yetecektir. Nâzım, kendisinin değil, asıl onu hapishaneye tıkanların vatanını sevmediklerini Kemal Tahir’e her fırsatta yazmıştır. Uyduruk nedenlerle hapse atılan şair, bu hâlde bile vatana hizmet etmekten geri kalmamış, ağır hapishane şartlarında iki büyük romancı -Orhan Kemal ve Kemal Tahir- kazandırmıştır bu topraklara. Üstelik birçok mektubunda, Tahir’i teşvik ederek, destekleyerek, hiçbir zaman çalışma azmini kaybetmemesini öğütlemiş, daima Türk Milleti ve Türkiye için çalışmaları gerektiğini tekrarlamıştır. Ayrıca böyle düşünmeyen münevverleri de eleştirmekten geri durmamıştır:
“Memleketimiz, halkımız, dünyamız ve insanlarımız için en güzel şiirlerimizi en güzel hikâyelerimizi yazacağız… Rahatlığımızdan, şahsi emniyetimizden yüzümüz kızaracak, dehşetli azap duyacağız, fakat Türk halkına ve dünyamızın insanlarına söyleyebileceklerimizin en güzelini söyleyeceğiz.”
“Sayın münevverlerimiz arasında her şeyden önce Türk halkının ve yurdunun sahici menfaatlarını düşünmek ve bu sahici menfaatların mahiyetini tayin etmek bahis mevzuu olduğunu düşünen insanlar parmakla sayılacak kadar azdır.”
Vatanını ve inşalarını çok seven şair, Tahir’e zaman zaman sitem etmekten de geri durmamıştır. Mektuplarında, hapiste olmasını kabul edemediğini söyleyen, bu durumu sık sık eleştiren şair, vatanını seven insanlar olarak, gördükleri muameleyi hazmedemediğini de yazmıştır:
“Sana gayet enteresan bir haber vereyim: Ankara’da biri Alaman, biri Macar iki casus varmış. On beşer yıl ceza giymişler. Ama cezalarını Bahçelievler mahallesinde kiraladıkları bir hususi evde, bir gardiyan ve bir jandarma refakatinde ve çoluk çocukları, ahbap ve arkadaşlarıyla geçiriyorlarmış. Ne âlâ memleket. Casuslar cezalarını bahçeli evlerde çekerler; sonra bizler, yurtlarını ve halklarını en çok seven insanlar hapishane hapishane sürünürüz.”
Nâzım Hikmet, hapishanede olduğu yıllarda, genelde çalışkanlığını sürdürmüştür. Sadece edebî anlamda değil; resimler çizmiş, dokuma makinesini işletmiş, bazı el eşyaları alıp satmış; bunlardan başka, çeviriler yapmış, böylece hem Piraye’ye hem Tahir’e az da olsa, devamlı sayılabilecek şekilde para göndermiştir. Edebî anlamda ise; birçok şiir yazmıştır. Örneğin, o ünlü 21-22 şiirleri bu dönemin ürünüdür. Ayrıca mektuplar boyunca, Nâzım’ın en önemli kitaplarından olan “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabının fikrinin nasıl doğduğunun, nasıl geliştiğinin, nasıl sonlandırılmaya çalışıldığının izleğini sürebiliyoruz. Kemal Tahir açısından da hem “Sağırdere”nin hem de birçok öykünün ne şartlarda yazıldığının tanığı oluyoruz. Fakat bu üretken dönem zaman zaman öfke ve ümitsizliğe de dönmüştür. Nazım Hikmet, bir mektubunda bu durumdan şöyle bahseder Tahir’e:
“Zaman oluyor ki dünyaya tek bir mitralyöz kurşunu olarak gelmediğime kızıyorum. Kurşun olmak, bu gördüğüm heybetli rüya içinde, şair olmaktan çok daha faydalı, hatta ne bileyim beton bir istihkamın bir çivisi olmak ve hiç olmazsa hayata, realiteye böyle cansız fakat hapisteki şairden çok aktif bir madde olarak karışmak, onun üzerinde müessir olmak.”
Edebî mektuplarında çağın sanatının eksiklerini ve yanlışlarını da belirten Nâzım Hikmet, çağdan kopuk bir sanat anlayışını eleştirmiş, bunları söylerken Avrupa’da ortaya çıkan varoluşçuluğa da çatmıştır. Nâzım’a göre sanatçı, bu çağın bütününü ya da bir kısmını eserlerinde aksettirdiği müddetçe vardır.
“Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar” bir dönemin önemli bölümünü anlatması bakımından çok kıymetli. Hem edebî hem sosyal hem de magazinel olarak birçok şeyi öğrenebileceğimiz, Nâzım’ın, Tahir’in, Piraye’nin, Orhan Kemal’in ve daha birçok kişinin hem düşüncelerine hem kişiliklerine tanık olabileceğimiz, zaman zaman II. Dünya Savaşı’nın, çok ayrıntılı olmasa da, izini sürebileceğimiz bir kitap. Örneğin Kemal Tahir’in çok iyi şiirler de yazabildiğinden fakat sürekli yazmadığından N.Hikmet şöyle şikâyet ediyor:
“Kemal, şiirin çok güzeldi. Şiir yazmamakla eşeklik –affedersin- ediyorsun."
Kitabın önemli gördüğüm özelliklerinden biri, nadir de olsa iki ustanın birbirlerine gönderdikleri fotoğraflara yer verilmesinin yanında, imlâ ve noktalamanın Nâzım Hikmet nasıl kullanmışsa o şekilde kitapta yer alıyor olması. Bu sebeple Nâzım’ın dili nasıl kullandığına da tanıklık etmiş oluyoruz. (İpucu vereyim, şair bol bol imlâ ve noktalama hatası yapıyor.)
Yazının başında mektubun öneminden bahsetmeye çalışmıştım. Şu anda mektup belki çok gereksiz görülüyor fakat mektup olmasaydı da böyle bir eser bize ulaşmayacaktı. Evet, ünlü ve büyük yazarlar mektuplaşsınlar demiyorum ama bundan sonra böyle eserler okuyamayacağımızı da kabul ediyorum. Yoksa ileride “A’dan B’ye e-mailler” gibi eserler mi göreceğiz?
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)