"İçinde bulunduğumuz devir belki her şeyden önce mekânın devri olacak. Şu anda eşzamanlılık evresindeyiz: örtüşmenin, yakın ve uzağın, yan yanalığın, dağılmışlığın evresi."
- Michel Foucault
Doğa kavramı dünyanın birçok ülkesinde, özellikle de şehirlerin modernizm etkisiyle kentlere dönüştüğü gelişmiş ülkelerinde yeniden konuşuluyor, tartışılıyor. Kapitalist kentleşmeyle birlikte sermayenin doğa üzerinde kurduğu tahakküm, mekânın üretimi konusunda ciddi kaygıları geleceğe taşıyor. Bu kaygıların en başında adaletsizlik ve yıkıcılık gelse de madalyonun diğer tarafında insanın yaşadıkları var: kaos, nevroz, travma, bunalım ve depresyon. Kısacası gelişim gibi görünen şeyin eşitsiz olması en önce doğayı sonra da insanı geri dönüşü olmayan bir yokoluşa sürüklüyor.
Tüm dünyada kentleşmenin tarihi, vaziyeti ve geleceği hakkında kabul görmüş nadir isimlerden biri olan David Harvey, "insanlık durumunun hayati yönlerini dogmatik olmayan ve geniş kapsamlı bir çerçevede ele alan bir araştırma" olarak tanıtıyor Neil Smith'in Eşitsiz Gelişim'ini. Kitabın deneme şeklinde kaleme alınmasının yanı sıra tarih ve coğrafya arasında ormanlarla fabrikaları 'meydana indirmesi' oldukça dikkat çekici. Smith bunu yaparken ne modernitenin karşısına romantizmi koyuyor, ne de Alfred North Whitehead gibi 'göl şairleri'nin doğanın yanında yer alan tavırlarını aşırı bir romantizm olarak görüyor. Yazarın en ilham verici yorumlarından biri, doğanın yeniden konuşulmaması karşısında çevre kavramının gündeme gelmesine yönelik. Bilindiği gibi çevre, sermaye bekçilerinin ve kapitalist avcıların doğanın karşısına koydukları modernist bir kavram. Doğa ne zaman ki çevreye dönüşür, o zaman kapitalizmin kölesi olmuş demektir. Elbette doğanın bu köleliği de insana doğrudur. İnsan, hakimiyet kurmaktansa teslimiyet göstermesi gereken doğayı baş tacı etmek yerine ayaklar altına almış, gelinen nokta itibariyle yeryüzünde bir maskot hâline düşmüştür. Sermaye sahiplerinin emirlerine iktidar sahipleri arka çıktığında, ortaya çıkan tablo her ne kadar korkunç olsa da yine büyük ve kirli eller tarafından 'olması gereken' gibi gösteriliyor. Nedir peki bu olması gereken(ler?) Kente nefes veren her boş alanın muhakkak bir projeyle 'ihya' edilmesi. Yeni bir mekân üretimi de denebilir buna. Ancak bu mekanda his yok, duygu yok. Dolayısıyla aidiyet de yok. Koca bir varoluşsal boşluk var.
"Sermaye genel olarak mekân üretmekle kalmaz, aynı zamanda eşitsiz gelişime kararlılık kazandıran hakiki mekânsal ölçekler de üretir... Doğa ve toplum arasındaki geçmişten miras alınan ayrıma şiddetle karşı çıkan ve bunu utançla değil gururla yapan kapitalizmin ta kendisidir. Hep daha fazla sosyal zenginliği denetimi altına alma yönündeki dinmeyen dürtüsüyle sermaye tüm dünyanın biçimini değiştirir. Tanrı'nın bağışladığı tek bir taş kalmaz altına bakılmadık, doğa ile kurulmuş hiçbir özgün ilişki aynı bırakılmaz, hiçbir canlı onun etkisinden kurtulamaz. Doğanın, mekânın ve eşitsiz gelişimin problemleri bizzat sermaye tarafından birbirine bağlanır. Eşitsiz gelişim kapitalist düzende doğanın somut üretim süreci ve modelidir." [sf. 25]
Smith, bakir doğanın medeniyetin karşısına antitez olarak konduğunu; çıplak, korkunç ve uğursuz olarak değerlendirildiğini söylüyor. Vahşi insanların bir evi olarak konumlandırılan bakir doğa, 'dolayısıyla' ilerleme ve medeniyet karşısında bir engel, bir düşman olarak 'yeniden' yaratılıyor. Doğa, kıyıma uğradıktan hemen sonra bilim yoluyla teşhir ediliyor, aslında korkulması gereken durum bir büyülenmeye sahne oluyor. Smith'in bu yorumları da akla uzun zamandır ilgiyle takip ettiğim Pawel Kuczynski'nin Virtual Reality çizimini getiriyor.
Frankfurt okulunun sıklıkla üzerinde durduğu doğa üzerindeki tahakküm, Smith'in metinlerinde ciddiyetle vurgulanıyor ve çeşitli bölümlerle irdeleniyor. Doğayı ve mekânı yeniden yorumlarken nostaljiye savrulmaktan da şiddetle uzak duruyor. Sermayenin mekânsal ölçeklerini tanımlarken kent ölçeği, küresel ölçek ve ulus-devlet ölçeği gibi son derece hassas konulara temas ediyor. Ortaya attığı "eşitsiz gelişime ilişkin bir tahterevalli teorisi"nde şunları öne sürüyor: "Sermaye maziden kaçıp gözlerini geleceğe dikerken, mekânsal çözümün alternatif versiyonları olarak mütemadiyen hareketliliğe ya da sabitliğe sarılmaya ayartılır. Bu seçeneklerin hiçbiri işe yaramaz, ama yine de her biri coğrafi peyzajda sırasıyla eşitlenme ve farklılaşma eğilimleri doğurursa, küresel ölçekte daha istikrarlı eşitsizlikte kentsel ölçekte daha akışkan eşitsizlik arasında değişen bir eşitsiz kapitalist gelişme gerçekleşir. Buna hangi sınırlar konulursa konulsun, kapitalizmin eşitsiz gelişimi zıt-yönlü eşitleme ve farklılaştırma eğilimleriyle ve sermayenin bunun sonucunda ortaya çıkan tahterevalli hareketiyle sürdürülecektir." [sf. 217]
Smith, toplumsal nitelikte bir coğrafya üretebilmenin ilk ve en önemli koşulu olarak önceliğin sadece sermayeye verilmesini değil, toplumun siyasi temeline bakılmasını öneriyor. Kapitalizmin mekânı daima kendi suretinde dönüştürmesine engel olabilecek şeyin başında toplumsal bilinç ve dolayısıyla kolektif hafıza geliyor. David Harvey, Umut Mekânları'nda şöyle der: “Kolektif olarak kentlerimizi üretirken, kolektif olarak kendimizi de üretiriz.”
John Berger'in tüm dikkatleri mekânsal "eşzamanlılığa ve kapsamına" çevirmemiz gerektiğine dair yazdıkları, Neil Smith için de ifade açısından en doğrusunu temsil ediyor: “Şimdi kehanet tarihsel değil coğrafi bir tahmin gerektiriyor; sonuçları bizden saklayan şey zaman değil mekândır. Bugün kehanet için zorunlu tek şey erkekleri [ve kadınları] tüm dünyada içinde bulundukları eşitsizlik içinde tanımaktır."
Kapitalizmin esas olarak daima coğrafi bir proje olduğunu belirten Smith, kapitalizme isyanın da önce "coğrafi bir şeyler planlamak" yoluyla şekillenmesi gerektiğini, bunun için ne erken olduğunu ne de geç kalındığını söylüyor. Buradan da "zamanı geldi" vurgusu ortaya çıksa da 'hayal gücü kaybı'nın yoğun olduğunu ve hatta bunun da mekânla doğrudan irtibatlı olduğunu ifade ediyor. Aynı zamanda bir tez olan kitabını Henri Lefebvre’in Mekânın Üretimi’nde bıraktığı yerden kendine özgün -anti romantik- bir tavırla başlatan Smith, bu tavrını kitabın son cümlelerinde de yineliyor: "İçinde bulunduğumuz döneme dair hayret verici şeylerden biri devrimci toplumsal değişim umudunun ve hissiyatının siyasi olabilirlik tahayyülünden ne kadar yoksunlaştığıdır. Devrimci hayal gücünü yeniden cesaretlendirmeye başlamak pek de iyimserlik sayılmayacaktır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
26 Ekim 2017 Perşembe
24 Ekim 2017 Salı
Kederli var oluş sancılarının romanı
Selvigül Kandoğmuş Şahin; öykü, deneme ve roman türünde yazdığı kitaplarıyla tanıdığımız güçlü bir kalem.
2016 yılı Ekim ayında yazdığı son kitabı Kalbin Duası, 15 Temmuz şahlanışına adanmış bir eser. Milli bütünlüğün yıkılmaz olgusunun dirilişi ve Müslüman Coğrafyasının kader olarak görünen kederli var oluş sancılarının ele alındığı bir kitap Kalbin Duası.
Meclise selam ile girilir bizim meşrebimizde. Allah’ın selamı esirgenmez. Sevgili yazarımız da samimi içten selamlamasının ardından, izlerinden yürüdüğümüz değerli isimlere atıf ile ayetlerden kopup gelen inşirah ile kendi yürek örgüsünün ilmikleriyle perçinlediği samimi dualarla selamlıyor okuyucuyu.
Kalbin Duası’ nda 1. Bölüm, ismiyle müsemma bir girizgâh ile başlıyor. Samimi içten duygulu bir dua ile münacat ederek giriş yapılmış Kalbin Duası’ na. Şehadet ayı Şubat’a vurgu yaparken; İskilipli Atıf Hoca, Seyyid Kutup, Metin Yüksel, Ömer Muhtar, “Harlem sokaklarının çılgın delikanlısı, kızıl saçlarındın rüzgârlar esiyor. Bataklığın en dibine vuruyor yüreği, kırgın düşleri. Hidayet, olmadık zamanlarda olmadık mevsimlerde sarar kuşatır ya. İşte öyle hidayet sularının arıtan ırmaklarında yıkanıyor asi delikanlı, dik duruşlu, kavi imanlı şehit” diyerek Malcolm X’i özlü, duyarlı, samimi bir dille anlatıyor yazar.
Bahar muştusu, havaya düşen cemre gibiydi 15 Temmuz kalkışmasında gördüğümüz eşsiz direniş yüklü milli irade. İşte bu destanlaşacak tarihi direnişi yazar; milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerini de mihmandar eyleyerek anlatılıyor eserinde.
Sözler tükenir bazen, yazmak ağırlaşır kelimeler kaçışır us girdaplarında dolaşır kederin. Selvigül Şahin'in dediği gibi: “Yazmak zordur. Zor zamanlarda yazmak, konuşmak, var olma mücadelesi vermek daha bir zordur.”. Fakat tam da bu vakitlerde yazabilmek gerekir. Çünkü yazmak fikirsel sirkülasyonu sağlayan bir bayrak yarışıdır. Selvigül Şahin de kalemini konuşturmuş bu zor zamanlarda, yaşanılan zamandaki acılara adeta şahit eylemiş kalemini, yüreğini ve şerh düşmüş tüm acılara. Sezai Karakoç’tan Fethi Gemuhluoğlu’na bizlere gelen ulvi tasaların yol işaretleriyle aydınlatılmış düşüncelerini ele almış Kalbin Duası ’nda.
Edebiyat bir soluk alış değildir sadece, günlerin yorgunluğundan kaçış değildir. Edebiyat tarihe bireysel, öznel duyarlı bir bakıştır. Her penceresinden farklı manzaralar görülen bir evdir tarih. Edebiyatçılar da o pencerelerin pervazında yuva yapan güvercinler gibi konuşlanır ve çağa dair birikimleri aktarır nesiller boyu. Yolu üzere gittiklerimiz ile anılırız. Çağın mahşeri yolunun yolcuları olarak eli kalem tutan yazma kudreti bahşedilmiş Şahin nasıl geri durabilirdi ki zamanın yansımalarını ele almaktan.
“Vurulduk ey halkım! Tam alnından vuruldu yiğitler. Göğsünden, bacaklarından, bedeninin her yerinden vuruldu gençler, kadınlar, civan delikanlılar. Ama en çok yüreğinden vuruldu bu halk" diyerek 15 Temmuz saldırılarını anlattığı, şahitlik makamında yazarın acının iklimlerinden geçen duyarlı yazıları… Yazarın da anlattığı minval üzere kurşunlar beklemediğimiz anda beklenmedik yerden geldi. Rehavetten sarsıntıyla uyanan bir halkın yeniden dirilişi yeniden imanla ve birlik beraberlikle direnişi var bu kitapta. 15 Temmuz'da köprübaşlarında, metropolün yakan kavuran asfaltlarında, kalabalık bulvarda, tankların altında şaha kalkan milletin şiirsel bir tatla ve hüzünle yazılmış acılı hikâyesi var. Millî irade silkeleyip attı üzerinden habis urları. 16 Temmuz sabahında gördük ki; bir gün evvel öğle saatlerinde tek kaygısı evine maişet götürmek olan yurdum insanının, postalların önünde direnmesiyle nasıl cengâver bir ruha bürünmüş olduğunu. Ardı sıra yaşanan hikâyelerin basına yansımalarıyla haberdar olunan her biri gönüllerde derin izler bırakan nice hikâyeler… Şehitlerimizin gazilerimizin yaşadıkları ebediyen, unutulmaz hal ile yer bulacak ilelebet kalbimizde. Tıpkı Selvigül Şahin’ nin kitabında her bir şehidimizin ve gazimizin isim isim yer bulduğu gibi. Şehadet mevsimidir artık Temmuz. Yılların Boğaz Köprüsü’nün artık Şehitler Köprüsü olduğu gibi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyerek, Selvigül Şahin şehadet ettiği dirilişin destanını tüm yönleriyle yansıtmış eserinde.
Müslüman Coğrafya’nın sancılarıyla kaynayan bir kalbin kalem vesilesiyle kelamda soluk bulması: Kalbin Duası.
Filistin ve Gazze’nin feryadını duymak, Mavi Marmara hadisesinin incelmiş hislerimizi kopma noktasına getirmesi, Mısır’da ve Suriye’de dünyanın gözleri önünde yaşanan nice zulümler sonra…
28 Şubat’ın kavurucu sağundan geçmek var sonra Kalbin Duası’ nda; Dr. Hatice Kanlıtaş’ın tavizsiz, direnç dolu, başarı dolu mücadelesini okurken gördüğümüz üzere...
Yaşanmışlıklar, acıyla yoğrulan coğrafyanın yanık türküler kuşanmış hatırası, dünde kalsa da bu gün gibi hatırlanır. Asla geçmişte kalmaz derin izlerle hep bu günlerimizi kuşatır, anlarımıza her daim akar. Taze haberler gibi... Belki de öyle olması hayrımızadır. İbret alanlardan olmak için. Kalbin Duası’ nda Çanakkale’den bu güne atıflar yapılmasının nedeni belki de bu sebepledir… “Çanakkale şahdamarıdır! Son damardır, adeta kuşatılmış son İslam coğrafyasının muştu kalesidir, kurtuluş kalesidir… Donanmaların saldırılarıyla, kara ve deniz hareketinin sonunda, iman bombasına dönen Mehmetçiğin kanı, adeta dirilten abıhayat suyu gibi akacaktır tüm İslam Coğrafyasının üzerine” diyerek yazar Çanakkale’nin eşsiz mücadelesini ve önemini vurgular… Bu eşsiz kurtuluş mücadelesinin unutulmaması gerektiğini ısrarla anlatma derdindedir yazar…
Batının hiçbir zaman anlamayacağı bir gerçeği de anımsatıyor eser bize; bu apaçık ortada olan ve bizim inandığımız yegâne gerçektir ve yazar hep seslenir satır aralarından büyük bir cesaretle, kararlılıkla: “Zannettiğiniz gibi hiçbir zaman ve hiçbir şartta bizi acılarla zulümlerle bölemeyeceksiniz.”. Anne duyarlılığı ve inceliğiyle mümine kul-birey şuuruyla kaleme alınmış eserde gördüm ki; yüreğimizde sızısını duyduğumuz hiçbir mesele atlanmamış.
“Sırılsıklam acılar içindeyiz… Islanmak ve öylece yetim çocukların gözlerine gözlerimiz değmesin diye, kuytulara kaçma telaşındayız. Hızlı gündemler akıyor, kanlı, katliamlı günlere açıyoruz gözlerimizi. Hep umut, hep ümit dedikçe bir yerlerimize hançerler saplanıyor. Derin yaralar alıyoruz; ama bahar bize durmaksızın gülümsüyor her köşe başında. Ve usul usul dirilten bir aşk yürüyor damarlarımıza” diyerek yazar bizi Savcı Selim Kiraz’ın şehadetine, eşsiz sabır kuşanmış bir Anadolu anasının sabrına, cennetlik bir eşin eşsiz teslimiyet kuşanmış hüznüne, taziye evinin matemine, şehirlerde acımasız terörle patlayan bombaların bıraktığı derin acıya taşıyor.
Sorunları dile getirirken yüzleşmekten de çekinmemiş yazar Selvigül Şahin. Çözümleri göstermekle de cesur davranmış. Doğru, erdemler kuşanmış, kendi öz manevi değerlerimizle sarmalanmış, mutlak hakikate dayalı eğitim ve öğretimle yapılan çalışmalar sonucu, pek çok sorunun çözüleceğine dair yol haritaları sunmuş adeta.
Kitabın 2. bölümü; “Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun” diyerek Üstad Sezai Karakoç’ un anlamlı seslenişiyle başlıyor. ‘Yeni Yılın Ayartan Dünyaları’, lirik, derinlikli bir dille yazılmış bir dönüşüm değişim, toplumsal ve bireysel anlamda inanmanın, manevi dünyanın yansımalarının aktarıldığı sımsıcak bir kuşak öyküsü adeta. Sonraki yazılar, Edebiyat dergilerinin edebiyat dünyasına katkısını anlatırken yazar yine bizi kuşak kuşak yolculuklara, ustaların mektep kıldığı dergilerin kapılarına çağırır gibi. Şule Yüksel Şenler'e, Afet Ilgaz’a, Demirhan Kadıoğlu’na, dair yazılarında Şahin, öykü tadında denemeleri ve şiirsel üslubuyla bir döneme damgasını vurmuş güçlü mezkûr şahsiyetleri farklı yönleriyle sıcak samimi bir dille anlatıyor.
Kalbin Duası’ nın 3. bölümde yazar okuyucuyu daha çok manevi atmosferle yazılmış metafizik ürpertilerin durağına taşırken, sıcak, samimi, içli dua diliyle yazılmış metinlerle buluşturuyor. Ramazan'ın bereket ve aşk kuşanmış feyizli günlerini gecelerini, bayramların cennet esintili sevinçlerini, Muharrem’in eşsiz kardeşlik buluşmasını ve Efendimize şu zorlu çağda, nefes alıp verdiğimiz ahir zamanda nasıl da özlem duyduğumuzu Onun terbiyesine ve ahlakına ne denli muhtaç olduğumuzu anlatma telaşına düşmüş yazar dua makamında…
Kalbin Duası bizi yine dualara taşıyor. Ve Şahin'in içli dokunaklı duasıyla yazımızı bitirelim istiyoruz. Kalbin Duası şifa niyetine tüm yüreklere dokunsun, Kalbin Duası, inşirah olsun, kurtuluş olsun…
“Arındır bizi ya Rabbi! Senin rahmet yağmurlarına öylesine susamışız ki, yangınlar içinde beklemedeyiz… Maneviyatsızlıktan kavrulan metropollere, çölleşen hanelere, dirilten yağmurlarını yüreklerimizin yaralarına merhem, serin dualar gibi gönder Rabbim! Bekliyoruz yardımını, nusretini…
Rabbim, düşmanlara fırsat verme. Kavi yüreğiyle ve duruşuyla dimdik, teslim olmadan, düşmana meydan okumayı nasip eyle bu millete Rabbim…”
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
2016 yılı Ekim ayında yazdığı son kitabı Kalbin Duası, 15 Temmuz şahlanışına adanmış bir eser. Milli bütünlüğün yıkılmaz olgusunun dirilişi ve Müslüman Coğrafyasının kader olarak görünen kederli var oluş sancılarının ele alındığı bir kitap Kalbin Duası.
Meclise selam ile girilir bizim meşrebimizde. Allah’ın selamı esirgenmez. Sevgili yazarımız da samimi içten selamlamasının ardından, izlerinden yürüdüğümüz değerli isimlere atıf ile ayetlerden kopup gelen inşirah ile kendi yürek örgüsünün ilmikleriyle perçinlediği samimi dualarla selamlıyor okuyucuyu.
Kalbin Duası’ nda 1. Bölüm, ismiyle müsemma bir girizgâh ile başlıyor. Samimi içten duygulu bir dua ile münacat ederek giriş yapılmış Kalbin Duası’ na. Şehadet ayı Şubat’a vurgu yaparken; İskilipli Atıf Hoca, Seyyid Kutup, Metin Yüksel, Ömer Muhtar, “Harlem sokaklarının çılgın delikanlısı, kızıl saçlarındın rüzgârlar esiyor. Bataklığın en dibine vuruyor yüreği, kırgın düşleri. Hidayet, olmadık zamanlarda olmadık mevsimlerde sarar kuşatır ya. İşte öyle hidayet sularının arıtan ırmaklarında yıkanıyor asi delikanlı, dik duruşlu, kavi imanlı şehit” diyerek Malcolm X’i özlü, duyarlı, samimi bir dille anlatıyor yazar.
Bahar muştusu, havaya düşen cemre gibiydi 15 Temmuz kalkışmasında gördüğümüz eşsiz direniş yüklü milli irade. İşte bu destanlaşacak tarihi direnişi yazar; milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerini de mihmandar eyleyerek anlatılıyor eserinde.
Sözler tükenir bazen, yazmak ağırlaşır kelimeler kaçışır us girdaplarında dolaşır kederin. Selvigül Şahin'in dediği gibi: “Yazmak zordur. Zor zamanlarda yazmak, konuşmak, var olma mücadelesi vermek daha bir zordur.”. Fakat tam da bu vakitlerde yazabilmek gerekir. Çünkü yazmak fikirsel sirkülasyonu sağlayan bir bayrak yarışıdır. Selvigül Şahin de kalemini konuşturmuş bu zor zamanlarda, yaşanılan zamandaki acılara adeta şahit eylemiş kalemini, yüreğini ve şerh düşmüş tüm acılara. Sezai Karakoç’tan Fethi Gemuhluoğlu’na bizlere gelen ulvi tasaların yol işaretleriyle aydınlatılmış düşüncelerini ele almış Kalbin Duası ’nda.
Edebiyat bir soluk alış değildir sadece, günlerin yorgunluğundan kaçış değildir. Edebiyat tarihe bireysel, öznel duyarlı bir bakıştır. Her penceresinden farklı manzaralar görülen bir evdir tarih. Edebiyatçılar da o pencerelerin pervazında yuva yapan güvercinler gibi konuşlanır ve çağa dair birikimleri aktarır nesiller boyu. Yolu üzere gittiklerimiz ile anılırız. Çağın mahşeri yolunun yolcuları olarak eli kalem tutan yazma kudreti bahşedilmiş Şahin nasıl geri durabilirdi ki zamanın yansımalarını ele almaktan.
“Vurulduk ey halkım! Tam alnından vuruldu yiğitler. Göğsünden, bacaklarından, bedeninin her yerinden vuruldu gençler, kadınlar, civan delikanlılar. Ama en çok yüreğinden vuruldu bu halk" diyerek 15 Temmuz saldırılarını anlattığı, şahitlik makamında yazarın acının iklimlerinden geçen duyarlı yazıları… Yazarın da anlattığı minval üzere kurşunlar beklemediğimiz anda beklenmedik yerden geldi. Rehavetten sarsıntıyla uyanan bir halkın yeniden dirilişi yeniden imanla ve birlik beraberlikle direnişi var bu kitapta. 15 Temmuz'da köprübaşlarında, metropolün yakan kavuran asfaltlarında, kalabalık bulvarda, tankların altında şaha kalkan milletin şiirsel bir tatla ve hüzünle yazılmış acılı hikâyesi var. Millî irade silkeleyip attı üzerinden habis urları. 16 Temmuz sabahında gördük ki; bir gün evvel öğle saatlerinde tek kaygısı evine maişet götürmek olan yurdum insanının, postalların önünde direnmesiyle nasıl cengâver bir ruha bürünmüş olduğunu. Ardı sıra yaşanan hikâyelerin basına yansımalarıyla haberdar olunan her biri gönüllerde derin izler bırakan nice hikâyeler… Şehitlerimizin gazilerimizin yaşadıkları ebediyen, unutulmaz hal ile yer bulacak ilelebet kalbimizde. Tıpkı Selvigül Şahin’ nin kitabında her bir şehidimizin ve gazimizin isim isim yer bulduğu gibi. Şehadet mevsimidir artık Temmuz. Yılların Boğaz Köprüsü’nün artık Şehitler Köprüsü olduğu gibi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyerek, Selvigül Şahin şehadet ettiği dirilişin destanını tüm yönleriyle yansıtmış eserinde.
Müslüman Coğrafya’nın sancılarıyla kaynayan bir kalbin kalem vesilesiyle kelamda soluk bulması: Kalbin Duası.
Filistin ve Gazze’nin feryadını duymak, Mavi Marmara hadisesinin incelmiş hislerimizi kopma noktasına getirmesi, Mısır’da ve Suriye’de dünyanın gözleri önünde yaşanan nice zulümler sonra…
28 Şubat’ın kavurucu sağundan geçmek var sonra Kalbin Duası’ nda; Dr. Hatice Kanlıtaş’ın tavizsiz, direnç dolu, başarı dolu mücadelesini okurken gördüğümüz üzere...
Yaşanmışlıklar, acıyla yoğrulan coğrafyanın yanık türküler kuşanmış hatırası, dünde kalsa da bu gün gibi hatırlanır. Asla geçmişte kalmaz derin izlerle hep bu günlerimizi kuşatır, anlarımıza her daim akar. Taze haberler gibi... Belki de öyle olması hayrımızadır. İbret alanlardan olmak için. Kalbin Duası’ nda Çanakkale’den bu güne atıflar yapılmasının nedeni belki de bu sebepledir… “Çanakkale şahdamarıdır! Son damardır, adeta kuşatılmış son İslam coğrafyasının muştu kalesidir, kurtuluş kalesidir… Donanmaların saldırılarıyla, kara ve deniz hareketinin sonunda, iman bombasına dönen Mehmetçiğin kanı, adeta dirilten abıhayat suyu gibi akacaktır tüm İslam Coğrafyasının üzerine” diyerek yazar Çanakkale’nin eşsiz mücadelesini ve önemini vurgular… Bu eşsiz kurtuluş mücadelesinin unutulmaması gerektiğini ısrarla anlatma derdindedir yazar…
Batının hiçbir zaman anlamayacağı bir gerçeği de anımsatıyor eser bize; bu apaçık ortada olan ve bizim inandığımız yegâne gerçektir ve yazar hep seslenir satır aralarından büyük bir cesaretle, kararlılıkla: “Zannettiğiniz gibi hiçbir zaman ve hiçbir şartta bizi acılarla zulümlerle bölemeyeceksiniz.”. Anne duyarlılığı ve inceliğiyle mümine kul-birey şuuruyla kaleme alınmış eserde gördüm ki; yüreğimizde sızısını duyduğumuz hiçbir mesele atlanmamış.
“Sırılsıklam acılar içindeyiz… Islanmak ve öylece yetim çocukların gözlerine gözlerimiz değmesin diye, kuytulara kaçma telaşındayız. Hızlı gündemler akıyor, kanlı, katliamlı günlere açıyoruz gözlerimizi. Hep umut, hep ümit dedikçe bir yerlerimize hançerler saplanıyor. Derin yaralar alıyoruz; ama bahar bize durmaksızın gülümsüyor her köşe başında. Ve usul usul dirilten bir aşk yürüyor damarlarımıza” diyerek yazar bizi Savcı Selim Kiraz’ın şehadetine, eşsiz sabır kuşanmış bir Anadolu anasının sabrına, cennetlik bir eşin eşsiz teslimiyet kuşanmış hüznüne, taziye evinin matemine, şehirlerde acımasız terörle patlayan bombaların bıraktığı derin acıya taşıyor.
Sorunları dile getirirken yüzleşmekten de çekinmemiş yazar Selvigül Şahin. Çözümleri göstermekle de cesur davranmış. Doğru, erdemler kuşanmış, kendi öz manevi değerlerimizle sarmalanmış, mutlak hakikate dayalı eğitim ve öğretimle yapılan çalışmalar sonucu, pek çok sorunun çözüleceğine dair yol haritaları sunmuş adeta.
Kitabın 2. bölümü; “Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun” diyerek Üstad Sezai Karakoç’ un anlamlı seslenişiyle başlıyor. ‘Yeni Yılın Ayartan Dünyaları’, lirik, derinlikli bir dille yazılmış bir dönüşüm değişim, toplumsal ve bireysel anlamda inanmanın, manevi dünyanın yansımalarının aktarıldığı sımsıcak bir kuşak öyküsü adeta. Sonraki yazılar, Edebiyat dergilerinin edebiyat dünyasına katkısını anlatırken yazar yine bizi kuşak kuşak yolculuklara, ustaların mektep kıldığı dergilerin kapılarına çağırır gibi. Şule Yüksel Şenler'e, Afet Ilgaz’a, Demirhan Kadıoğlu’na, dair yazılarında Şahin, öykü tadında denemeleri ve şiirsel üslubuyla bir döneme damgasını vurmuş güçlü mezkûr şahsiyetleri farklı yönleriyle sıcak samimi bir dille anlatıyor.
Kalbin Duası’ nın 3. bölümde yazar okuyucuyu daha çok manevi atmosferle yazılmış metafizik ürpertilerin durağına taşırken, sıcak, samimi, içli dua diliyle yazılmış metinlerle buluşturuyor. Ramazan'ın bereket ve aşk kuşanmış feyizli günlerini gecelerini, bayramların cennet esintili sevinçlerini, Muharrem’in eşsiz kardeşlik buluşmasını ve Efendimize şu zorlu çağda, nefes alıp verdiğimiz ahir zamanda nasıl da özlem duyduğumuzu Onun terbiyesine ve ahlakına ne denli muhtaç olduğumuzu anlatma telaşına düşmüş yazar dua makamında…
Kalbin Duası bizi yine dualara taşıyor. Ve Şahin'in içli dokunaklı duasıyla yazımızı bitirelim istiyoruz. Kalbin Duası şifa niyetine tüm yüreklere dokunsun, Kalbin Duası, inşirah olsun, kurtuluş olsun…
“Arındır bizi ya Rabbi! Senin rahmet yağmurlarına öylesine susamışız ki, yangınlar içinde beklemedeyiz… Maneviyatsızlıktan kavrulan metropollere, çölleşen hanelere, dirilten yağmurlarını yüreklerimizin yaralarına merhem, serin dualar gibi gönder Rabbim! Bekliyoruz yardımını, nusretini…
Rabbim, düşmanlara fırsat verme. Kavi yüreğiyle ve duruşuyla dimdik, teslim olmadan, düşmana meydan okumayı nasip eyle bu millete Rabbim…”
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
23 Ekim 2017 Pazartesi
Güzel evlerle oluşan sokaklar, mahalleler, beldeler ve ilçeler nasıl inşa edilebilir?
Bilim ve Sanat Vakfı’nda Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin 20 Şubat 2016 tarihinde düzenlediği “Bir Şehir Kurmak ve Yeni Bir Gündem İnşa Etmek” adlı panel, son yıllarda kamuoyunda oldukça konuşulan ‘kentsel dönüşüm’ kavramına dair Cansever’in çalışmalarını ve bakış açısını anlamak açısından mühimdi. Turgut Cansever’le teşrik-i mesai içinde bulunmuş üç önemli ismin Cansever’in ufkuna odaklanması, şehir-insan ilişkisinde mimarinin nerede durduğunu “Ufkî Şehir” başlığıyla tartışıldı. Peki, nedir Ufkî Şehir?
Ufkî Şehir, özellikle 2011 Van Depremi’inden sonra sürekli dillendirilen şehircilik kavramlarından biri ama ne’liğine dair bilginin dolaşımda olmadığı bir kavram setinin mimari araştırmasıdır. Osmanlı’dan günümüze şehri şehir yapan unsurlar hakkında bir fikir yürütme adımı; kentsel dönüşüm, çok katlı yapılar, siteler, toplu konutlar, yatay ve dikey mimari gibi çokça konuşulan ama eylemi hakkında pek de somut olmayan kavramları anlama girişimi olarak okunabilir. Bu başlıkla yayınlanan kitap, mimar Turgut Cansever’in şehir hakkındaki düşünce ve projelerinden ilhamla “Ufkî Şehir” olarak belirlenmiştir. Kitabın editörü Halil İbrahim Düzenli’ye göre aslında Cansever’in doğrudan bu tamlama şeklinde bir kullanımı yoktur. Cansever, çerçevesini kendi kurduğu müstakbel şehirler için “yeni şehirler” gibi daha tarafsız bir ibare kullanmaktadır. Diğer taraftan, farklı yerlerde, bu şehirlerin mülkiyetle ilişkili yatay formunu, hukukî bir tabir olan “ufkî kat mülkiyeti” ya da “yatay kat mülkiyeti” düzenine/esasına referans vererek dillendirmektedir. Kitapta tercih edilen başlık Cansever’in bu iki kullanımından mülhemdir. Her ikisini de mündemiç yeni bir kavram üretimidir. Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden Halil İbrahim Düzenli ve çevresindeki hocaların ve öğrencilerin ardından gittiği soru şu: Bugün yaşadığımız evler ve ileride yaşamak için bir yandan da ürettiğimiz konutlar, gerçekten de insanoğlunun maddi manevi tüm ihtiyaçlarını karşılıyor mu? İnsanın hikmet dairesi içinde yaşayabileceği, aklından kalbine sürekli bir inşa eylemini sürdürebileceği en güzel ev ve evlerle oluşan sokaklar, mahalleler, beldeler ve ilçeler nasıl inşa edilebilir?
Turgut Cansever, akademi yıllarından vefatına kadar (1945-2009) yaklaşık 60 yıllık dönemde, çok güçlü bir gelenekten gelmenin bilinciyle Osmanlı şehirlerini incelerken, aynı zamanda bugünün gecekondudan apartmanlaşmaya, apartmanlaşmadan rezidanslaşmaya ilerleyen süreci çok yakından takip ederek hep bir çıkış yolu aradı. Cansever’in önemi, sadece masa başında proje üreten bir mimar değil, pratik hayatın, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren aksiyon ve eylemi meydana getirebilmenin endişesini sürekli dinç tutabilmesindeydi. 17 Ağustos 1999 depreminin İstanbul üzerinde oluşturduğu olumsuz, yıkıcı tesirlerinden nasıl kurtulabiliriz sorusunun peşine düşüp pilot bir şehir kurma projesi, işte Turgut Cansever’in 2000'li yıllarda ilerleyen yaşına rağmen yaptığı en önemli somut arayışlarından biridir. Nitekim 1999 depremi sonrasında oluşturulan gruplarla ileriye yönelik olarak ne yapabiliriz çerçevesinde oluşturulan periyodik toplantılar ve sonuçlarına dair raporlar, Cansever’in aynı zamanda bir nevi yeni bir şehir inşa etme sürecini de başlatmaktaydı.
İstanbul üzerine yapılan araştırmalarda en riskli bölge Zeytinburnu çıkınca, ilçenin İstanbul yakınlarında daha sağlam bir havzaya taşınması anlamında Başakşehir’in imara ve yeni düzenlemeye açılma sürecini gündeme gelmesi, Turgut Cansever’in mutat toplantılarında analiz edilmiş ve projelendirilmiştir. Her ne kadar Başakşehir’in kurulma niyetindeki saf ve iyi niyet tam olarak gerçekleşmese de, Turgut Cansever krizi fırsata çevirmenin gayretiyle örnek bir şehir kurabilmenin önemini ve ihtiyacını hemen her alandan saha uzmanlarına, akademisyenlere ve iş adamlarına anlatır. Bu ihtiyaç o kadar önemlidir ki, İstanbul’da yaşayanlar olarak şehre dair sorumluluğumuz ne olabilir sorusunu aslında başta İstanbul’da yaşayan herkesin kendine sorması gereklidir; çünkü ihya ve inşa süreci bir toplumun gelişebilmesinin; varolan medeniyet iddiasını sürdürebilmesindeki en büyük adımıdır.
1999 Marmara Depremi’nin sonucu, felaket bu kadar büyükse biz neler yapabiliriz sorusunu herkesin sormasını icap ettirmiştir. Cansever, arayışı süresince “Ne yapılabilir” sorusuna, sağlamlaştırma cevabını alır ama sağlamlaştırma cevabının hem masraflı hem de projenin garantisinin olmadığını da bilincindedir. Bunun üzerine yeni bir lokal oturum alanları kurup en riskli bölgelerin oraya taşınması fikri kabul görür. 2001 yılında yazılan pilot bir şehir uygulama raporu 2002’de basılır. 2002’den vefatına 2009’a kadar da bir milyonluk şehir kurmada 25 milyonluk yerleşkelerin nasıl yapılacağına dair çalışmalar yapar Cansever hoca, kendisini bir nevi ihya ve inşa sürecinin içinde bulur. Cansever’e göre ihya ve inşa sürecinde mimari standartların oluşturulması önceliklidir. Bu standartlar güzel üzerinden yapılmalı ve güzele herkes kolayca ulaşmalıdır. Dolayısıyla şehrin varoşlarının da, orta sınıfının ve üst sınıfının da hep birlikte içinde bulunduğu, mekânsal ayrışmanın yaşanmayacağı, tabir-i caizse fakirin de zenginin de benzer kodlar üzerinden bir yaşam alanında bulunacağı bir tahayyül ön plana çıkar. Böylece tıpkı Osmanlı’daki algı gibi -fetihten sonra alınan şehirlerde başlatılan ihya ve inşa süreçleri gibi- çok dinli, çok kültürlü insanların bir arada güven içinde yaşadığı mülkiyet ve dağılım adaletle sağlanacaktır.
Osmanlı dönemindeki mimarlar, fetihten sonra şehirde tevarüs ve süreklilik üzerine bir inşaya girişir. Kadı ve Subaşı tayininden sonra fethedilen bölgenin, insan, kültür, dini vb. kaynaklarının sayımları yapılır ve tahrir defterlerine kaydedilir. Tevarüs ve sonrasında Osmanlılaştırma Süreci başlar. Osmanlı şehirlerine bakıldığında bu yönüyle bir kademeleştirme düzeni vardır. Popülasyon bir yerde toplanmaz şehre dağıtılır. Bursa üzerinden örneklendirmek istersek: İlk, Kaleiçi ve Orhangazi yerleşime açılırken, akabinde sürece Hüdavendigar bölgesi dâhil edilir. Böylece merkezin yoğunluğu azaltılır. Kademelendirme Turgut Cansever hocanın da önemsediği bir düzenlemedir. Nitekim hayata geçmese de Zeytinburnu yerleşkesini Başakşehir’e taşıyacak projesinde de, Ankara Balışeyh projesinde de bu açıkça görülür.
Cansever, hem teoride hem pratikte arayışlarında yalnız bir mimar olarak kalsa da, hayatı boyunca hep güzel şehrin esaslarını aradı. Güzeli talebin, toplum tarafından olması gerektiğini düşünen Cansever, hayatı boyunca güzelin içindeki nisbeti ve dengeyi şehirlere nasıl tatbik edeceğini araştırdı. Tıpkı Platon’un “İnsanın en büyük hikmeti şehir kurma hikmetidir” ideali gibi… Umarım Cansever’i takip eden bizler, şehir inşa etmenin hikmetini kavrar ve hem kendimiz hem de gelecek kuşaklar için bu güzel ideali gerçekleştirebiliriz.
Yunus Emre Tozal
twitter.com/yunusemretozal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 7. sayısında yayımlanmıştır.
Ufkî Şehir, özellikle 2011 Van Depremi’inden sonra sürekli dillendirilen şehircilik kavramlarından biri ama ne’liğine dair bilginin dolaşımda olmadığı bir kavram setinin mimari araştırmasıdır. Osmanlı’dan günümüze şehri şehir yapan unsurlar hakkında bir fikir yürütme adımı; kentsel dönüşüm, çok katlı yapılar, siteler, toplu konutlar, yatay ve dikey mimari gibi çokça konuşulan ama eylemi hakkında pek de somut olmayan kavramları anlama girişimi olarak okunabilir. Bu başlıkla yayınlanan kitap, mimar Turgut Cansever’in şehir hakkındaki düşünce ve projelerinden ilhamla “Ufkî Şehir” olarak belirlenmiştir. Kitabın editörü Halil İbrahim Düzenli’ye göre aslında Cansever’in doğrudan bu tamlama şeklinde bir kullanımı yoktur. Cansever, çerçevesini kendi kurduğu müstakbel şehirler için “yeni şehirler” gibi daha tarafsız bir ibare kullanmaktadır. Diğer taraftan, farklı yerlerde, bu şehirlerin mülkiyetle ilişkili yatay formunu, hukukî bir tabir olan “ufkî kat mülkiyeti” ya da “yatay kat mülkiyeti” düzenine/esasına referans vererek dillendirmektedir. Kitapta tercih edilen başlık Cansever’in bu iki kullanımından mülhemdir. Her ikisini de mündemiç yeni bir kavram üretimidir. Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden Halil İbrahim Düzenli ve çevresindeki hocaların ve öğrencilerin ardından gittiği soru şu: Bugün yaşadığımız evler ve ileride yaşamak için bir yandan da ürettiğimiz konutlar, gerçekten de insanoğlunun maddi manevi tüm ihtiyaçlarını karşılıyor mu? İnsanın hikmet dairesi içinde yaşayabileceği, aklından kalbine sürekli bir inşa eylemini sürdürebileceği en güzel ev ve evlerle oluşan sokaklar, mahalleler, beldeler ve ilçeler nasıl inşa edilebilir?
Turgut Cansever, akademi yıllarından vefatına kadar (1945-2009) yaklaşık 60 yıllık dönemde, çok güçlü bir gelenekten gelmenin bilinciyle Osmanlı şehirlerini incelerken, aynı zamanda bugünün gecekondudan apartmanlaşmaya, apartmanlaşmadan rezidanslaşmaya ilerleyen süreci çok yakından takip ederek hep bir çıkış yolu aradı. Cansever’in önemi, sadece masa başında proje üreten bir mimar değil, pratik hayatın, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren aksiyon ve eylemi meydana getirebilmenin endişesini sürekli dinç tutabilmesindeydi. 17 Ağustos 1999 depreminin İstanbul üzerinde oluşturduğu olumsuz, yıkıcı tesirlerinden nasıl kurtulabiliriz sorusunun peşine düşüp pilot bir şehir kurma projesi, işte Turgut Cansever’in 2000'li yıllarda ilerleyen yaşına rağmen yaptığı en önemli somut arayışlarından biridir. Nitekim 1999 depremi sonrasında oluşturulan gruplarla ileriye yönelik olarak ne yapabiliriz çerçevesinde oluşturulan periyodik toplantılar ve sonuçlarına dair raporlar, Cansever’in aynı zamanda bir nevi yeni bir şehir inşa etme sürecini de başlatmaktaydı.
İstanbul üzerine yapılan araştırmalarda en riskli bölge Zeytinburnu çıkınca, ilçenin İstanbul yakınlarında daha sağlam bir havzaya taşınması anlamında Başakşehir’in imara ve yeni düzenlemeye açılma sürecini gündeme gelmesi, Turgut Cansever’in mutat toplantılarında analiz edilmiş ve projelendirilmiştir. Her ne kadar Başakşehir’in kurulma niyetindeki saf ve iyi niyet tam olarak gerçekleşmese de, Turgut Cansever krizi fırsata çevirmenin gayretiyle örnek bir şehir kurabilmenin önemini ve ihtiyacını hemen her alandan saha uzmanlarına, akademisyenlere ve iş adamlarına anlatır. Bu ihtiyaç o kadar önemlidir ki, İstanbul’da yaşayanlar olarak şehre dair sorumluluğumuz ne olabilir sorusunu aslında başta İstanbul’da yaşayan herkesin kendine sorması gereklidir; çünkü ihya ve inşa süreci bir toplumun gelişebilmesinin; varolan medeniyet iddiasını sürdürebilmesindeki en büyük adımıdır.
1999 Marmara Depremi’nin sonucu, felaket bu kadar büyükse biz neler yapabiliriz sorusunu herkesin sormasını icap ettirmiştir. Cansever, arayışı süresince “Ne yapılabilir” sorusuna, sağlamlaştırma cevabını alır ama sağlamlaştırma cevabının hem masraflı hem de projenin garantisinin olmadığını da bilincindedir. Bunun üzerine yeni bir lokal oturum alanları kurup en riskli bölgelerin oraya taşınması fikri kabul görür. 2001 yılında yazılan pilot bir şehir uygulama raporu 2002’de basılır. 2002’den vefatına 2009’a kadar da bir milyonluk şehir kurmada 25 milyonluk yerleşkelerin nasıl yapılacağına dair çalışmalar yapar Cansever hoca, kendisini bir nevi ihya ve inşa sürecinin içinde bulur. Cansever’e göre ihya ve inşa sürecinde mimari standartların oluşturulması önceliklidir. Bu standartlar güzel üzerinden yapılmalı ve güzele herkes kolayca ulaşmalıdır. Dolayısıyla şehrin varoşlarının da, orta sınıfının ve üst sınıfının da hep birlikte içinde bulunduğu, mekânsal ayrışmanın yaşanmayacağı, tabir-i caizse fakirin de zenginin de benzer kodlar üzerinden bir yaşam alanında bulunacağı bir tahayyül ön plana çıkar. Böylece tıpkı Osmanlı’daki algı gibi -fetihten sonra alınan şehirlerde başlatılan ihya ve inşa süreçleri gibi- çok dinli, çok kültürlü insanların bir arada güven içinde yaşadığı mülkiyet ve dağılım adaletle sağlanacaktır.
Osmanlı dönemindeki mimarlar, fetihten sonra şehirde tevarüs ve süreklilik üzerine bir inşaya girişir. Kadı ve Subaşı tayininden sonra fethedilen bölgenin, insan, kültür, dini vb. kaynaklarının sayımları yapılır ve tahrir defterlerine kaydedilir. Tevarüs ve sonrasında Osmanlılaştırma Süreci başlar. Osmanlı şehirlerine bakıldığında bu yönüyle bir kademeleştirme düzeni vardır. Popülasyon bir yerde toplanmaz şehre dağıtılır. Bursa üzerinden örneklendirmek istersek: İlk, Kaleiçi ve Orhangazi yerleşime açılırken, akabinde sürece Hüdavendigar bölgesi dâhil edilir. Böylece merkezin yoğunluğu azaltılır. Kademelendirme Turgut Cansever hocanın da önemsediği bir düzenlemedir. Nitekim hayata geçmese de Zeytinburnu yerleşkesini Başakşehir’e taşıyacak projesinde de, Ankara Balışeyh projesinde de bu açıkça görülür.
Cansever, hem teoride hem pratikte arayışlarında yalnız bir mimar olarak kalsa da, hayatı boyunca hep güzel şehrin esaslarını aradı. Güzeli talebin, toplum tarafından olması gerektiğini düşünen Cansever, hayatı boyunca güzelin içindeki nisbeti ve dengeyi şehirlere nasıl tatbik edeceğini araştırdı. Tıpkı Platon’un “İnsanın en büyük hikmeti şehir kurma hikmetidir” ideali gibi… Umarım Cansever’i takip eden bizler, şehir inşa etmenin hikmetini kavrar ve hem kendimiz hem de gelecek kuşaklar için bu güzel ideali gerçekleştirebiliriz.
Yunus Emre Tozal
twitter.com/yunusemretozal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 7. sayısında yayımlanmıştır.
Ruhuna İyi Gelecekler:
Halil İbrahim Düzenli,
Turgut Cansever,
Ufkî Şehir
21 Ekim 2017 Cumartesi
Hayatının anlamıyla tanıştın mı?
Avusturya'nın tanınmış hukukçularından biri hastaneye kaldırılır. Damarlarından biri tıkanmıştır ve bacağının o bölümünde kangrenleşme görüldüğü için kesilmesine karar verilir. Ameliyattan bir süre sonra tek bacakla adım atma çalışmalarına başlar. Yataktan kalkarken çektiği acılar ve tek bacağının üzerinde hoplamaya çalışmasından sonra kendini tutamaz ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar: "Buna dayanamayacağım! Böyle sakat biri olarak yaşamanın hiçbir anlamı yok!"
Hastanede görevli olan ve söz konusu hukukçuyla da ilgilenmesi gereken Viktor Frankl, kasıtlı bir alaycılıkla ve sesini de yükselterek dünyanın en saygın hukukçularından biri olan bu yaşlı adama şöyle söyler: "Söyleyin bay başkan, kariyer yapabilmek için kısa ya da uzun mesafeli bir yarışa mı katılmaya hazırlanıyordunuz?"
Yaşanan kısa bir sessizlikten sonra Frankl'ın yüzüne şaşkın şaşkın bakan adam, yüzüne doğru koşan yeni cümlelerle iyice sarsılır: "Yani ancak bir koşucu olarak kariyer yapmak istiyorsanız sizi ve şu söylediklerinizi anlamakta zorlanmam. Ama işte bu durumda da hayatınızla kumar oynamış olurdunuz. Çünkü tam da bundan sonraki hayatınızın anlamının yerinde yeller esmeye başlardı. Ne kısa ne de uzun mesafeli bir koşucu olarak kim olduğunuza aldırış eden olurdu. Oysa hayatını olabilecek en mümkün şekilde anlamlı yaşamış olan, çalışmış, belli bir uzmanlık alanında etkili olmuş, isim yapmış sizin gibi birinin hayatı bir bacağını kaybettiğiniz için anlamını da mı kaybedecektir?"
Bu sorudan sonra yaşlı adam ağlamayı bırakıp derhal doğrulur ve yüzüne 'anlamlı' bir gülümseme gelir... Frankl için hiçbir hastalık insanın anlamı kaybetmesine, anlam yitimine sebep açamaz, açmamalıdır. İkinci Dünya Savaşı boyunca toplamda dört toplama kampından 'sağ çıkabilmiş' olan Viktor Frankl, logoterapi adını verdiği psikoterapi modelini de işte bunun için geliştirmiştir. Logoterapiye göre bir insanın özgürlüğünü en küçük oranda dahi olsa kısıtlayacak, koşullandıracak hiçbir şey yoktur. Hayatın anlamı insanın önündeki. Mühim olan o anlama ulaşabilecek keşifler yapmasıdır. Frankl, bu keşiflerin şu üç yolla olabileceğini söylüyor:
1. Bir eser veya iş ortaya koyarak.
2. Bir insanla iletişim kurarak ya da bir şey yaşayarak.
3. Acının kaçınılmazlığına, doğrudan bir tavır geliştirerek.
Nevroz her ne kadar korkutucu ve içinden çıkılamayacak bir durummuş gibi gözükse de Frankl için her çağın ayrı bir nevrozu var. Dolayısıyla her çağ, psikoterapiye ihtiyaç duymakta. Günümüzün iki büyük nevrozu ise şöyle: varoluşsal boşluk duygusu, yani anlam kaybı ve nihilizm.
Say Yayınları etiketiyle ilk baskısını 2014 yılında yapan "Hayatın Anlamı ve Psikoterapi", yaptığı çevirilerle çok sayıda ödül kazanmış Veysel Atayman'ın hüneriyle dilimize kazandırılmıştı. Kitap 2016 yılında ikinci baskısını yaptı. Atayman'ın mevzuya hâkimiyeti, kitabı kolay okunabilir kılıyor. Psikoloji ve psikiyatri konulu kitapların dilimize kazandırılması elbette zor. Ancak Türk okuyucusunun bu tip kitaplarla bir an evvel buluşması gerekiyor.
Kitap, Frankl'ın bir otobiyografi denemesiyle başlıyor. "İnsanın Anlam Arayışı" kitabını okuyanlar bilhassa bu bölümü daha önce okuduklarını düşünebilir ancak bu deneme daha farklı, daha içsel. Freud'un düşüncelerine ne noktalarda karşı çıktığını, Adler'in bireysel psikolojisinden ne türde farklılaştığını ve nihayet kendi ekolünü nasıl kurduğunu açık açık anlatıyor. Biyografisini bitirirken kendi hayatının anlamını nasıl bulduğuna temas ediyor. Who Is Who dergisinin "Hayatın anlamı nedir?" soruşturmasına yazdığı cevabı söylemeden, bu soruyu öğrencilerine yöneltir gibi "Sizce cevap olarak ne yazmış olabilirim?" diye soruyor. Berkeley Üniversitesi'nden bir öğrenci yerinden fırlıyor ve "Siz hayatınızın anlamını başkalarına yardım etmekte, hayatınızda bir anlam görmekte buldunuz." diyor. Frankl, dergi soruşturmasına verdiği cevabın bu neredeyse bu cümlenin aynısı olduğunu söylüyor.
Kitabın en geniş bölümü, 1946'da bir Viyana halk yüksekokulunda verilen üç konferans metnini kapsıyor. Çözüm üretme konusunda dünya edebiyatından ve felsefeden sıkça yararlanan isimlerden biri Frankl. İnsanın dünyayı anlamlandırma noktasında en çok yararlanacağı kaynağın bilinç olduğunu vurgularken Nietzsche'nin "Yaşamak için bir niçini, nedeni olan kişi hemen hemen her nasıla katlanır" cümlesini hatırlatıyor. Ölümün bile anlamlı olabileceğine ilişkin yorumunu yaparken ise Rilke'nin "insanın kendi ölümünü ölmesi" tanımını genişletiyor.
Frankl'ın dinleyicilerine ve okuyucularına yönelttiği en önemli soru(n)lardan biri şudur: Bir insanın bütün sorunlarıyla birlikte ayakta kalabilmesi için gereken biricik şansı, neden ortak bir anlam bulup çıkarmak adına ortak bir irade koymak olmasın? Ve bu sorunun hemen ardından verdiği sarsıcı ve tamamlayıcı cevabı şu olur: Günün birinde, toplama kamplarının bulunmadığı bir dünyada yaşamamız için biricik şansımız da bu değil mi?
Şimdi gelin, bu soru ve cevabın tamamen gerçek bir hikâyesini okuyalım: "Theresienstadt Toplama Kampı'nda bine yakın genç insan başka bir yere götürülmek üzere ötekilerden ayrılmıştı; ertesi sabah trenle Auschwitz Toplama Kampı'na doğru yola çıkartılacaklardı. O sabah kampın kitaplığına gizlice girildiği tespit edildi. Ölüme mahkûm genç adamlardan her biri en sevdiği yazarın kitabını, ayrıca bilimsel kitapları da sırt çantasına sokmuştu. Bilinmeyen bir yere yolculuğun öncesinde (iyi ki bilmiyorlardı) yolculuk için yanlarına aldıkları kitaplardı kısacası. Şimdi kimse çıkıp bana "önce gırtla sonra ahlak gelir" demesin." [sf. 155]
İnsanın hangi durumda olursa daima anlam peşinde koştuğunu, bunu çoğu zaman fark etmediğini söylüyor Frankl. Anlamın izlerini bulmak yolundaki en büyük aracın ise vicdan olduğunu belirtiyor. Böylece vicdan, anlamın içine 'yerleştirilmiş' bir 'organ' görevi görüyor: anlam organı. Gerçekliğin arkasındaki anlam imkânlarını aydınlatan bir organ. Gerçekliği anlam imkânı içinde saydamlaştıran bir organ.
Yukarıda, bir eser veya iş ortaya koymanın, logoterapi modelinin bir yöntemi olduğunu yazmıştık. Frankl, 'hayatın anlamla dolması'na dair bazen bir işin veya bir yapıtın ne kadar değerli olabileceğini şöyle anlatıyor: "Georg Moser bundan birkaç yıl evvel devlet üstün hizmet ödülüne layık görülen bir temizlik işçisinden söz etmişti. "Sorumlusu olduğu çöp atıklarının içinden oyuncakları bulup ayıklıyor, akşamları evde onları tamir ediyor, derleyip toparlıyor ve ihtiyacı olan çocuklara armağan ediyordu bunları. Tamir etme, parçaları yerli yerine koyma yeteneği olan bu adam, düzene sokma uğraşının zaten anlamlı olan özelliğine ikinci, bu kez çok daha bir anlam yerleştirmiş oluyordu." [sf. 177]
87 yaşına giren bir insanı düşünelim. Her günün bir armağan olduğunu bilerek gökyüzüne ve parka bakabilmekten haz duyduğunu, ağaçlarla konuşmaktan ve beş çayı için arkadaşlarını ağırlamaktan büyük keyif aldığını. Ama aynı zamanda bu insanın duyma engelli olduğunu da düşünelim. 87 yılın verdiği ağırlıkla yürüyemese de konuşamasa da duyamasa da "olsun, düşünebiliyorum, buna hakikaten çok ama çok müteşekkirim" diyebilen bir insanı. Hayatın(ın) anlamıyla ne kadar muhteşem bir buluşma öyle değil mi? Yaşanan her âna müteşekkir olmak, adeta zamanın her salisesine bir şükür...
18 yaşındayken bir markete alışveriş yapmak için giden bir kadın. Yolda ateşli bir silahla vuruluyor, C4 servikal segment denen hayati bölge hasara uğruyor, dolayısıyla artık kollarını kullanamıyor. 22 yaşına dek tedavi görüyor. Hayatta aradığı anlama nasıl kavuşmuş biliyor musunuz? Dişlerinin arasına sıkıştırdığı bir çubuğun yardımıyla. Herhangi bir insanın sorunlarına, dertlerine ilişkin okuduğu gazete sayfalarını, TV haberlerini not edip, bu insanlara mektuplar yazarak, teselli ve cesaret aşılayarak...
Şunu çok duyarız: geçirdiğim kazadan sonra hayatım değişti, hayatımı değiştirdim... İşte bir vaka: 31 yaşındaki bir işçi geçirdiği yüksek voltaj çarpması sonucu çok özel bir tedavi sonrasında hayatta kalabilmiş. Ancak kangrenden ötürü kolları ve bacakları kesilmiş. Büyük acılar, büyük ağlayışlar, ölmek istemelerle geçmiş tedavisi. Frankl'ın anlattığına göre bu hastayla ilgilenen bir kız psikiyatr, logoterapi uygular ve ona kendi hayatının anlamını buldurabilecek bir kıvılcım arar. Nihayet bir süre sonra kendisine özel donanımlı bir araç temin edilir ve arabayla ailesine Amerika'yı gezdirebileceği söylenir. İşçinin yorumu şöyle: "Başıma gelen kazadan önce ruhum bomboştu. Hep sarhoştum ve can sıkıntısından ölüyordum. İşte artık şimdi gerçekten mutlu olmanın ne demek olduğunu biliyorum."
Hayatın Anlamı ve Psikoterapi'de, Viktor Frankl'ın 10 Mart 1988 tarihinde aldığı Avusturya Bilim ve Sanat Onur Nişanı vesilesiyle Viyana'da verdiği konferansın da metni var. Frankl konferansın sonunda, dünya çapında tanınan ilk psikiyatri profesörlerinden Ernst von Feuchtersleben'in bir sözünü söyler ve bırakır. Naçizane, orada bırakmak isterim: "Sahici düşünür düşüncenin sınırlarını bulmaktan memnundur. Bu sınırı çeken şey, bilgece bir öngörüdür; çünkü insanın, düşüncesinin sınıra dayandığı yerde eyleme başlaması gerekir; çünkü bu amaçla vardır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hastanede görevli olan ve söz konusu hukukçuyla da ilgilenmesi gereken Viktor Frankl, kasıtlı bir alaycılıkla ve sesini de yükselterek dünyanın en saygın hukukçularından biri olan bu yaşlı adama şöyle söyler: "Söyleyin bay başkan, kariyer yapabilmek için kısa ya da uzun mesafeli bir yarışa mı katılmaya hazırlanıyordunuz?"
Yaşanan kısa bir sessizlikten sonra Frankl'ın yüzüne şaşkın şaşkın bakan adam, yüzüne doğru koşan yeni cümlelerle iyice sarsılır: "Yani ancak bir koşucu olarak kariyer yapmak istiyorsanız sizi ve şu söylediklerinizi anlamakta zorlanmam. Ama işte bu durumda da hayatınızla kumar oynamış olurdunuz. Çünkü tam da bundan sonraki hayatınızın anlamının yerinde yeller esmeye başlardı. Ne kısa ne de uzun mesafeli bir koşucu olarak kim olduğunuza aldırış eden olurdu. Oysa hayatını olabilecek en mümkün şekilde anlamlı yaşamış olan, çalışmış, belli bir uzmanlık alanında etkili olmuş, isim yapmış sizin gibi birinin hayatı bir bacağını kaybettiğiniz için anlamını da mı kaybedecektir?"
Bu sorudan sonra yaşlı adam ağlamayı bırakıp derhal doğrulur ve yüzüne 'anlamlı' bir gülümseme gelir... Frankl için hiçbir hastalık insanın anlamı kaybetmesine, anlam yitimine sebep açamaz, açmamalıdır. İkinci Dünya Savaşı boyunca toplamda dört toplama kampından 'sağ çıkabilmiş' olan Viktor Frankl, logoterapi adını verdiği psikoterapi modelini de işte bunun için geliştirmiştir. Logoterapiye göre bir insanın özgürlüğünü en küçük oranda dahi olsa kısıtlayacak, koşullandıracak hiçbir şey yoktur. Hayatın anlamı insanın önündeki. Mühim olan o anlama ulaşabilecek keşifler yapmasıdır. Frankl, bu keşiflerin şu üç yolla olabileceğini söylüyor:
1. Bir eser veya iş ortaya koyarak.
2. Bir insanla iletişim kurarak ya da bir şey yaşayarak.
3. Acının kaçınılmazlığına, doğrudan bir tavır geliştirerek.
Nevroz her ne kadar korkutucu ve içinden çıkılamayacak bir durummuş gibi gözükse de Frankl için her çağın ayrı bir nevrozu var. Dolayısıyla her çağ, psikoterapiye ihtiyaç duymakta. Günümüzün iki büyük nevrozu ise şöyle: varoluşsal boşluk duygusu, yani anlam kaybı ve nihilizm.
Say Yayınları etiketiyle ilk baskısını 2014 yılında yapan "Hayatın Anlamı ve Psikoterapi", yaptığı çevirilerle çok sayıda ödül kazanmış Veysel Atayman'ın hüneriyle dilimize kazandırılmıştı. Kitap 2016 yılında ikinci baskısını yaptı. Atayman'ın mevzuya hâkimiyeti, kitabı kolay okunabilir kılıyor. Psikoloji ve psikiyatri konulu kitapların dilimize kazandırılması elbette zor. Ancak Türk okuyucusunun bu tip kitaplarla bir an evvel buluşması gerekiyor.
Kitap, Frankl'ın bir otobiyografi denemesiyle başlıyor. "İnsanın Anlam Arayışı" kitabını okuyanlar bilhassa bu bölümü daha önce okuduklarını düşünebilir ancak bu deneme daha farklı, daha içsel. Freud'un düşüncelerine ne noktalarda karşı çıktığını, Adler'in bireysel psikolojisinden ne türde farklılaştığını ve nihayet kendi ekolünü nasıl kurduğunu açık açık anlatıyor. Biyografisini bitirirken kendi hayatının anlamını nasıl bulduğuna temas ediyor. Who Is Who dergisinin "Hayatın anlamı nedir?" soruşturmasına yazdığı cevabı söylemeden, bu soruyu öğrencilerine yöneltir gibi "Sizce cevap olarak ne yazmış olabilirim?" diye soruyor. Berkeley Üniversitesi'nden bir öğrenci yerinden fırlıyor ve "Siz hayatınızın anlamını başkalarına yardım etmekte, hayatınızda bir anlam görmekte buldunuz." diyor. Frankl, dergi soruşturmasına verdiği cevabın bu neredeyse bu cümlenin aynısı olduğunu söylüyor.
Kitabın en geniş bölümü, 1946'da bir Viyana halk yüksekokulunda verilen üç konferans metnini kapsıyor. Çözüm üretme konusunda dünya edebiyatından ve felsefeden sıkça yararlanan isimlerden biri Frankl. İnsanın dünyayı anlamlandırma noktasında en çok yararlanacağı kaynağın bilinç olduğunu vurgularken Nietzsche'nin "Yaşamak için bir niçini, nedeni olan kişi hemen hemen her nasıla katlanır" cümlesini hatırlatıyor. Ölümün bile anlamlı olabileceğine ilişkin yorumunu yaparken ise Rilke'nin "insanın kendi ölümünü ölmesi" tanımını genişletiyor.
Frankl'ın dinleyicilerine ve okuyucularına yönelttiği en önemli soru(n)lardan biri şudur: Bir insanın bütün sorunlarıyla birlikte ayakta kalabilmesi için gereken biricik şansı, neden ortak bir anlam bulup çıkarmak adına ortak bir irade koymak olmasın? Ve bu sorunun hemen ardından verdiği sarsıcı ve tamamlayıcı cevabı şu olur: Günün birinde, toplama kamplarının bulunmadığı bir dünyada yaşamamız için biricik şansımız da bu değil mi?
Şimdi gelin, bu soru ve cevabın tamamen gerçek bir hikâyesini okuyalım: "Theresienstadt Toplama Kampı'nda bine yakın genç insan başka bir yere götürülmek üzere ötekilerden ayrılmıştı; ertesi sabah trenle Auschwitz Toplama Kampı'na doğru yola çıkartılacaklardı. O sabah kampın kitaplığına gizlice girildiği tespit edildi. Ölüme mahkûm genç adamlardan her biri en sevdiği yazarın kitabını, ayrıca bilimsel kitapları da sırt çantasına sokmuştu. Bilinmeyen bir yere yolculuğun öncesinde (iyi ki bilmiyorlardı) yolculuk için yanlarına aldıkları kitaplardı kısacası. Şimdi kimse çıkıp bana "önce gırtla sonra ahlak gelir" demesin." [sf. 155]
İnsanın hangi durumda olursa daima anlam peşinde koştuğunu, bunu çoğu zaman fark etmediğini söylüyor Frankl. Anlamın izlerini bulmak yolundaki en büyük aracın ise vicdan olduğunu belirtiyor. Böylece vicdan, anlamın içine 'yerleştirilmiş' bir 'organ' görevi görüyor: anlam organı. Gerçekliğin arkasındaki anlam imkânlarını aydınlatan bir organ. Gerçekliği anlam imkânı içinde saydamlaştıran bir organ.
Yukarıda, bir eser veya iş ortaya koymanın, logoterapi modelinin bir yöntemi olduğunu yazmıştık. Frankl, 'hayatın anlamla dolması'na dair bazen bir işin veya bir yapıtın ne kadar değerli olabileceğini şöyle anlatıyor: "Georg Moser bundan birkaç yıl evvel devlet üstün hizmet ödülüne layık görülen bir temizlik işçisinden söz etmişti. "Sorumlusu olduğu çöp atıklarının içinden oyuncakları bulup ayıklıyor, akşamları evde onları tamir ediyor, derleyip toparlıyor ve ihtiyacı olan çocuklara armağan ediyordu bunları. Tamir etme, parçaları yerli yerine koyma yeteneği olan bu adam, düzene sokma uğraşının zaten anlamlı olan özelliğine ikinci, bu kez çok daha bir anlam yerleştirmiş oluyordu." [sf. 177]
87 yaşına giren bir insanı düşünelim. Her günün bir armağan olduğunu bilerek gökyüzüne ve parka bakabilmekten haz duyduğunu, ağaçlarla konuşmaktan ve beş çayı için arkadaşlarını ağırlamaktan büyük keyif aldığını. Ama aynı zamanda bu insanın duyma engelli olduğunu da düşünelim. 87 yılın verdiği ağırlıkla yürüyemese de konuşamasa da duyamasa da "olsun, düşünebiliyorum, buna hakikaten çok ama çok müteşekkirim" diyebilen bir insanı. Hayatın(ın) anlamıyla ne kadar muhteşem bir buluşma öyle değil mi? Yaşanan her âna müteşekkir olmak, adeta zamanın her salisesine bir şükür...
18 yaşındayken bir markete alışveriş yapmak için giden bir kadın. Yolda ateşli bir silahla vuruluyor, C4 servikal segment denen hayati bölge hasara uğruyor, dolayısıyla artık kollarını kullanamıyor. 22 yaşına dek tedavi görüyor. Hayatta aradığı anlama nasıl kavuşmuş biliyor musunuz? Dişlerinin arasına sıkıştırdığı bir çubuğun yardımıyla. Herhangi bir insanın sorunlarına, dertlerine ilişkin okuduğu gazete sayfalarını, TV haberlerini not edip, bu insanlara mektuplar yazarak, teselli ve cesaret aşılayarak...
Şunu çok duyarız: geçirdiğim kazadan sonra hayatım değişti, hayatımı değiştirdim... İşte bir vaka: 31 yaşındaki bir işçi geçirdiği yüksek voltaj çarpması sonucu çok özel bir tedavi sonrasında hayatta kalabilmiş. Ancak kangrenden ötürü kolları ve bacakları kesilmiş. Büyük acılar, büyük ağlayışlar, ölmek istemelerle geçmiş tedavisi. Frankl'ın anlattığına göre bu hastayla ilgilenen bir kız psikiyatr, logoterapi uygular ve ona kendi hayatının anlamını buldurabilecek bir kıvılcım arar. Nihayet bir süre sonra kendisine özel donanımlı bir araç temin edilir ve arabayla ailesine Amerika'yı gezdirebileceği söylenir. İşçinin yorumu şöyle: "Başıma gelen kazadan önce ruhum bomboştu. Hep sarhoştum ve can sıkıntısından ölüyordum. İşte artık şimdi gerçekten mutlu olmanın ne demek olduğunu biliyorum."
Hayatın Anlamı ve Psikoterapi'de, Viktor Frankl'ın 10 Mart 1988 tarihinde aldığı Avusturya Bilim ve Sanat Onur Nişanı vesilesiyle Viyana'da verdiği konferansın da metni var. Frankl konferansın sonunda, dünya çapında tanınan ilk psikiyatri profesörlerinden Ernst von Feuchtersleben'in bir sözünü söyler ve bırakır. Naçizane, orada bırakmak isterim: "Sahici düşünür düşüncenin sınırlarını bulmaktan memnundur. Bu sınırı çeken şey, bilgece bir öngörüdür; çünkü insanın, düşüncesinin sınıra dayandığı yerde eyleme başlaması gerekir; çünkü bu amaçla vardır."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19 Ekim 2017 Perşembe
Bir ailenin iki dönemi ve dünya hâlleri
"Kuşlar gibi cıvıldar
Tattırdığın acılar."
- Cemal Süreya
Bazı yazarlar vardır, yeni bir kitap yazdığında bizlere çocukça bir mutluluk verir. Mustafa Kutlu benim için o yazarlardan biri. Elimin altında bir Kutlu kitabı olunca, kendimi sığınabilecek bir limana sahipmişim gibi hissediyorum. Yazarla bazı fikirlerimizin uyuşmaması buna engel olmuyor. Kütüphanemde okunmayı bekleyen bir Mustafa Kutlu kitabı, hem kitap okuma şevkimi tazeliyor hem de kitap okuma cesareti veriyor. Fakat tüm kitaplarını okuduğum için, artık bu durumu sadece yazarın yeni bir kitabı çıktığında yaşıyorum. “Tarla Kuşunun Sesi”nde de böyle hissettim; fakat çıktığı gibi almama rağmen daha fazla rafta durmasına gönlüm razı olmadı. Hemen okudum.
Kutlu’nun her kitabı gibi, Dergâh Yayınları’ndan neşredilen “Tarla Kuşunun Sesi”, yazarın en hacimli kitaplarından biri. 224 sayfadan oluşuyor. Kutlu’nun daha önceki kitaplarında karşımıza çok az çıkan, -Ya Tahammül Ya Sefer, Huzursuz Bacak gibi- yazarın dünya görüşünü ve siyasi fikirlerini açıkça yansıtmasına bu kitapta bolca şahit oluyoruz. Aslında yazar her kitabında ne düşündüğünü okura anlatıyor fakat yukarıda adını andığım eserlerde ve “Tarla Kuşunun Sesi”nde bu durumu çok daha fazla görebiliyoruz.
Eser iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde yaşlı, huysuz, sürekli didişen ama birbirini de seven iki ihtiyarın, Molla Murat ve Mustafendi’nin kahvede etrafını çevreleyen kişilere bir destan anlatır gibi, halk hikâyesi anlatır gibi, Molla Murat’ın geçmişini, o anda artık yaşlı bir adam olan Molla’nın çocukluk, gençlik, yetişkinlik zamanlarını anlatışlarına, kısacası Molla’nın hikâyesine tanıklık ediyoruz. Güçlü, kuvvetli, biraz kaba saba, tam bir yörük delikanlısı olan Murat’ın askerlikten sonra nasıl ‘Molla’ olduğunu dinliyoruz. Dinliyoruz diyorum; çünkü yazarın en büyük özelliklerinden biri olan, okuru hikâyenin geçtiği zamana götürme özelliği bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Sanki, bu iki ihtiyar konuşurken o kahvede bir köşede, elimizde kahveci Şerafettin’in yaptığı bol köpüklü kahveyle olaya dâhil oluyoruz.
Molla Murat’ın çocukluğu ve gençliği –yani kitabın ilk bölümü- Sultan Abdülhamit devrinde geçiyor. Siyasi ve sosyal olarak Osmanlı’nın, belki de dünyanın en karışık zamanlarından biri olan İkinci Abdülhamit devrinde birçok olaya tanıklık ediyoruz. Kutlu buralarda Molla’nın hikâyesini anlatırken veya kahramanlarına anlattırırken, kurgusunun içine İkinci Meşrutiyet, Jön Türkler, İttihat ve Terakki gibi kişiler, oluşumlar ve olaylar hakkında da fikirlerini açıklıyor. Bunları zaman zaman günümüzdeki durumla da kıyaslamayı ihmal etmiyor. Özellikle kitabın ilk bölümünde, şimdiki zamanla çok tanıdık sahnelere şahit oluyoruz:
“Vali gönül rahatlığı ile sedire dönüp bir az şekerli kahve söylemiş. ‘Arkadaş bizim valiliğin sonu geldi galiba. Amaan, inceldiği yerden kopsun’ deyivermiş. Bakın o günlerde bir fukara vali dahi devletin temellerine kibrit suyu döküldüğünü seziyor ama harekete geçemiyor. Bu bizde yaygın bir şeydir. Bugün bile böyledir.”
Mustafa Kutlu’nun görüşlerini onu takip edenler bilecektir. Yazar, daima toprağın önemine dikkat çeker ve radikal bir şekilde tarım toplumuna dönersek kurtuluşumuzun başlayacağını söyler. Bu kitapta toprağa daha da önem veriyor. Savaş zamanı zorluklarını anlatırken Molla Murat’ın ne olursa olsun topraklarını satmamasını, çözümü başka yerlerde aramasını yüceltiyor ve toprağın hayat demek olduğunu, asla satılmaması gerektiğini ve topraktan geldiğimizi sık sık vurguluyor. Bunları gerek kurgunun içinde Molla’nın ağzından, gerek kitaplarında sık sık başvurduğu şekilde araya girip direkt kendi fikrini söyleyerek gerçekleştiriyor.
Arka planda bir Murat ile Saliha aşkı görüyoruz. Mustafa Kutlu aşkı öyle ince; bağlılığı, yarım kalmışlığı kadere teslimiyetle harmanlayarak öyle güzel anlatıyor ki, insan bugünlerin birçok ilişkisine baktığında ne diyeceğini bilemiyor:
“Saliha:
-Mutlu musun?
Murat ona kederle baktı:
-Mutluluk ne demek?
-Anlarsın.
--Bilmiyorum, ama çok şükür.
Kız üzerine gitti.
-Mutlu musun Murat?
Murat onun gözlerinin içine baktı. Artık beni anla diyen bir sesle:
-Huzurluyum, dedi.
-Yani.
-Yani yara kanıyor. Varsın kanasın. Ne demiş ulu bir zat: ‘Derdim bana derman imiş’. Yaramızı yalayarak yaşayacağız Saliha. Şikâyete lüzum yok.”
Bu bölümde, Molla Murat ve Mustafendi konuşurken konu ara ara Cumhuriyet devrine, Medine fatihi, çöl kaplanı lakaplı Fahrettin Paşa’ya, Sultan Vahdettin’e, Yunan işgaline, inkılaplara geliyor. Kutlu fikirlerini aralara sırıtmayacak bir şekilde yerleştiriyor ve eleştirilerini de incelikle kitabına aktarıyor. Özellikle harf değişikliği konusundaki kısmın dikkate değer olduğunu düşünüyorum:
“Şöyle: Madem Latin alfabesi isteniyor, tamam. O da gelsin. Ama Arap alfabesi devam etsin. Her iki alfabe ile yazılmış tüm eserler milletin emrine verilsin. Nasıl büyük bir zenginliktir bu.”
Kitabın ikinci bölümü ‘Kayıp Tarih’ adını taşıyor ve bu kısımda Molla’nın torununun çocuklarının hayatı, tek tek, kimisi derinlemesine kimisi daha yüzeysel anlatılıyor. Kutlu burada daha başında bu devrin adını ‘kayıp’ olarak koyuyor ve Molla’nın torunu Hamit’in her oğlunun yaptıklarını, yaşadıklarını dönemin eleştirisiyle birlikte okura sunuyor. Burada bir kuşak karşılaştırmasına, dönem karşılaştırmasına ve değişen dünyayla ilgili fikirlere rastlıyoruz.
Nispeten daha kısa olan bu bölümde Mustafa Kutlu, para hırsının ve iktidar arzusunun kişiyi nasıl insanlıktan çıkardığını, aile ilişkilerinin nasıl kopmayla sonuçlandığını iyice inceliyor ve satır aralarında okurlara ders vermeyi ihmal etmiyor. Bir hikâye kitabı olan “Tarla Kuşunun Sesi” aslında birçok kitaptan daha öğretici bir okumayı okura sunuyor.
Eser, Kutlu’nun en iyi eseri diyemem; fakat yazarın daha az kullandığı bir tarzda olduğu için kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir dönemi hikâye şeklinde okumak da –çok derinlemesine olmasa da- okuru bilgilendirebiliyor. Belki de bu kitapta yarım kalan hayatlar, yazarın ileriki kitaplarında karşımıza çıkacaktır.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Tattırdığın acılar."
- Cemal Süreya
Bazı yazarlar vardır, yeni bir kitap yazdığında bizlere çocukça bir mutluluk verir. Mustafa Kutlu benim için o yazarlardan biri. Elimin altında bir Kutlu kitabı olunca, kendimi sığınabilecek bir limana sahipmişim gibi hissediyorum. Yazarla bazı fikirlerimizin uyuşmaması buna engel olmuyor. Kütüphanemde okunmayı bekleyen bir Mustafa Kutlu kitabı, hem kitap okuma şevkimi tazeliyor hem de kitap okuma cesareti veriyor. Fakat tüm kitaplarını okuduğum için, artık bu durumu sadece yazarın yeni bir kitabı çıktığında yaşıyorum. “Tarla Kuşunun Sesi”nde de böyle hissettim; fakat çıktığı gibi almama rağmen daha fazla rafta durmasına gönlüm razı olmadı. Hemen okudum.
Kutlu’nun her kitabı gibi, Dergâh Yayınları’ndan neşredilen “Tarla Kuşunun Sesi”, yazarın en hacimli kitaplarından biri. 224 sayfadan oluşuyor. Kutlu’nun daha önceki kitaplarında karşımıza çok az çıkan, -Ya Tahammül Ya Sefer, Huzursuz Bacak gibi- yazarın dünya görüşünü ve siyasi fikirlerini açıkça yansıtmasına bu kitapta bolca şahit oluyoruz. Aslında yazar her kitabında ne düşündüğünü okura anlatıyor fakat yukarıda adını andığım eserlerde ve “Tarla Kuşunun Sesi”nde bu durumu çok daha fazla görebiliyoruz.
Eser iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde yaşlı, huysuz, sürekli didişen ama birbirini de seven iki ihtiyarın, Molla Murat ve Mustafendi’nin kahvede etrafını çevreleyen kişilere bir destan anlatır gibi, halk hikâyesi anlatır gibi, Molla Murat’ın geçmişini, o anda artık yaşlı bir adam olan Molla’nın çocukluk, gençlik, yetişkinlik zamanlarını anlatışlarına, kısacası Molla’nın hikâyesine tanıklık ediyoruz. Güçlü, kuvvetli, biraz kaba saba, tam bir yörük delikanlısı olan Murat’ın askerlikten sonra nasıl ‘Molla’ olduğunu dinliyoruz. Dinliyoruz diyorum; çünkü yazarın en büyük özelliklerinden biri olan, okuru hikâyenin geçtiği zamana götürme özelliği bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Sanki, bu iki ihtiyar konuşurken o kahvede bir köşede, elimizde kahveci Şerafettin’in yaptığı bol köpüklü kahveyle olaya dâhil oluyoruz.
Molla Murat’ın çocukluğu ve gençliği –yani kitabın ilk bölümü- Sultan Abdülhamit devrinde geçiyor. Siyasi ve sosyal olarak Osmanlı’nın, belki de dünyanın en karışık zamanlarından biri olan İkinci Abdülhamit devrinde birçok olaya tanıklık ediyoruz. Kutlu buralarda Molla’nın hikâyesini anlatırken veya kahramanlarına anlattırırken, kurgusunun içine İkinci Meşrutiyet, Jön Türkler, İttihat ve Terakki gibi kişiler, oluşumlar ve olaylar hakkında da fikirlerini açıklıyor. Bunları zaman zaman günümüzdeki durumla da kıyaslamayı ihmal etmiyor. Özellikle kitabın ilk bölümünde, şimdiki zamanla çok tanıdık sahnelere şahit oluyoruz:
“Vali gönül rahatlığı ile sedire dönüp bir az şekerli kahve söylemiş. ‘Arkadaş bizim valiliğin sonu geldi galiba. Amaan, inceldiği yerden kopsun’ deyivermiş. Bakın o günlerde bir fukara vali dahi devletin temellerine kibrit suyu döküldüğünü seziyor ama harekete geçemiyor. Bu bizde yaygın bir şeydir. Bugün bile böyledir.”
Mustafa Kutlu’nun görüşlerini onu takip edenler bilecektir. Yazar, daima toprağın önemine dikkat çeker ve radikal bir şekilde tarım toplumuna dönersek kurtuluşumuzun başlayacağını söyler. Bu kitapta toprağa daha da önem veriyor. Savaş zamanı zorluklarını anlatırken Molla Murat’ın ne olursa olsun topraklarını satmamasını, çözümü başka yerlerde aramasını yüceltiyor ve toprağın hayat demek olduğunu, asla satılmaması gerektiğini ve topraktan geldiğimizi sık sık vurguluyor. Bunları gerek kurgunun içinde Molla’nın ağzından, gerek kitaplarında sık sık başvurduğu şekilde araya girip direkt kendi fikrini söyleyerek gerçekleştiriyor.
Arka planda bir Murat ile Saliha aşkı görüyoruz. Mustafa Kutlu aşkı öyle ince; bağlılığı, yarım kalmışlığı kadere teslimiyetle harmanlayarak öyle güzel anlatıyor ki, insan bugünlerin birçok ilişkisine baktığında ne diyeceğini bilemiyor:
“Saliha:
-Mutlu musun?
Murat ona kederle baktı:
-Mutluluk ne demek?
-Anlarsın.
--Bilmiyorum, ama çok şükür.
Kız üzerine gitti.
-Mutlu musun Murat?
Murat onun gözlerinin içine baktı. Artık beni anla diyen bir sesle:
-Huzurluyum, dedi.
-Yani.
-Yani yara kanıyor. Varsın kanasın. Ne demiş ulu bir zat: ‘Derdim bana derman imiş’. Yaramızı yalayarak yaşayacağız Saliha. Şikâyete lüzum yok.”
Bu bölümde, Molla Murat ve Mustafendi konuşurken konu ara ara Cumhuriyet devrine, Medine fatihi, çöl kaplanı lakaplı Fahrettin Paşa’ya, Sultan Vahdettin’e, Yunan işgaline, inkılaplara geliyor. Kutlu fikirlerini aralara sırıtmayacak bir şekilde yerleştiriyor ve eleştirilerini de incelikle kitabına aktarıyor. Özellikle harf değişikliği konusundaki kısmın dikkate değer olduğunu düşünüyorum:
“Şöyle: Madem Latin alfabesi isteniyor, tamam. O da gelsin. Ama Arap alfabesi devam etsin. Her iki alfabe ile yazılmış tüm eserler milletin emrine verilsin. Nasıl büyük bir zenginliktir bu.”
Kitabın ikinci bölümü ‘Kayıp Tarih’ adını taşıyor ve bu kısımda Molla’nın torununun çocuklarının hayatı, tek tek, kimisi derinlemesine kimisi daha yüzeysel anlatılıyor. Kutlu burada daha başında bu devrin adını ‘kayıp’ olarak koyuyor ve Molla’nın torunu Hamit’in her oğlunun yaptıklarını, yaşadıklarını dönemin eleştirisiyle birlikte okura sunuyor. Burada bir kuşak karşılaştırmasına, dönem karşılaştırmasına ve değişen dünyayla ilgili fikirlere rastlıyoruz.
Nispeten daha kısa olan bu bölümde Mustafa Kutlu, para hırsının ve iktidar arzusunun kişiyi nasıl insanlıktan çıkardığını, aile ilişkilerinin nasıl kopmayla sonuçlandığını iyice inceliyor ve satır aralarında okurlara ders vermeyi ihmal etmiyor. Bir hikâye kitabı olan “Tarla Kuşunun Sesi” aslında birçok kitaptan daha öğretici bir okumayı okura sunuyor.
Eser, Kutlu’nun en iyi eseri diyemem; fakat yazarın daha az kullandığı bir tarzda olduğu için kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir dönemi hikâye şeklinde okumak da –çok derinlemesine olmasa da- okuru bilgilendirebiliyor. Belki de bu kitapta yarım kalan hayatlar, yazarın ileriki kitaplarında karşımıza çıkacaktır.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
17 Ekim 2017 Salı
Kendi sesinin gücüne inanmaya çağrı
Sessiz Kalma’nın açılışı hızlı ve çarpıcı: Genç insanlar, akşamın ilerleyen saatlerinde birlikte eğlenmek ve dans etmek için bir partide buluşuyor. Birbiriyle flört edenler, kendini müziğin ritmine bırakanlar, sohbet edenler, ‘Ben neden buradayım?’ diye soranlar; kısacası partide herkes var. Gecenin ilerleyen saatlerinde partide kavga çıkıyor ve silahlar konuşuyor. Parti, siyahilerin yaşadığı, beyazlar tarafından getto olarak adlandırılan mahallelerden birinde. Çete hesaplaşmaları yine geceye damgasını vuruyor.
Starr ve partide karşılaştığı çocukluk arkadaşı Khalil, silahların ortaya çıkmasıyla birlikte partiden ayrılmaya karar veriyorlar. Eski günlerden söz ederek yolda giderlerken, iki beyaz polis aracı tarafından durduruluyorlar ve kısa süre sonra polislerden biri Khalil’i öldürüyor. Starr, arkadaşını öldüren polisin yaka numarasını ezberliyor: Bir-on-beş. Aslında bu, otomatik bir tepki. Siyahi çocuklar, polisle karşı karşıya gelebilecekleri durumlarda ne yapmaları gerektiğiyle ilgili aileleri tarafından eğitiliyorlar.
"Sana söylenen neyse onu yap. Ellerini görünür bir yerde tut. Ani hareketlerde bulunma. Sadece onlar seninle konuştuğunda konuş."
Kurallar basit ancak Khalil’i hayatta tutmaya yetmiyorlar. İronik bir şekilde, Khalil’in sona eren hayatıyla aynı anda Starr için yeni bir hikaye başlıyor. Starr, uzun haftalara yayılan bir içsel sorgulamaya giriyor, bu sorgulama sırasında ona adalet, hak, haksızlık, azınlık, siyahi olmak gibi birçok kavram eşlik ediyor. Khalil’in öldürülmesi sonrası açılan soruşturma sırasındaki gelişmeler, Khalil’e yüklenmeye çalışılan suçlar, Khalil’in ölmeyi hak edecek biri olduğunun düşünülmesi için yayılan yalan haberler; kısaca, çoğunluğun sesi baskın çıkıyor, Starr ise tanıklık ettiği ölümlerden doğan korkuyla sessizliğini koruyor: "Sorun buydu. İnsanların bir şeyler söylemelerine izin veriyorduk ve sonra da o kadar sık söylüyorlardı ki bunları söylemek onlar için sıkıntı yaratmıyor ve bizim için de normal hale geliyordu. Sessiz kalmaman gereken durumlarda sesini çıkarmayacaksan sesinin olmasının faydası ne?"
Gücü elinde bulunduran çoğunluk, gücünün sınırsızlığını, azınlıkta kalmış olanlar üzerinden her fırsatta yeniden meşrulaştırıyor.
Sessiz Kalma’da hikayeye dahil olan tüm karakterler, okura bir şey anlatma sorumluluğunu üstlenmiş durumda. Starr, polis şiddeti karşısındaki korkusu ile öldürülen arkadaşları için bir şey yapma isteği arasında bocalıyor ve bir seçim yapıyor. Starr’ın babası, uzun yıllar siyahi olmanın getirdiği tüm olumsuzluklarını yaşamış, yılmamış ve hem kendisi hem de ailesi için huzurlu bir hayat kurmayı başarmış. Ancak mahallesi için hâlâ bir şeyler yapması gerektiğinin farkında. Starr’ın dayısı, siyahi bir polis. Azınlık arasındaki seçkin çoğunluk taraftarlarından değil, iki tarafa da ait olamamanın izlerini taşıyor. Oprah bir aktivist ve avukat; Starr ile ailesine yol gösteriyor ve cesaret veriyor. Starr’ın arkadaşı Hailey, medyadan duyduklarına ve insanlar tarafından çıkarılan söylentilere inanmayı seçiyor. Karakterlerden ve onların hikayedeki konumlandırmalarından bahsetmemin elbette bir nedeni var: Yazar, okura, yaşananların, çete savaşlarının, haksız ölümlerin, toplumdaki ayrışmanın ve tüm bunların yarattığı her türlü etkinin tüm karakterlere yansımalarını takip etme fırsatı sunuyor. Yaşananlar, gerçek hayatta da olduğu gibi, herkesin aynasına farkı açıyla yansıyor ve olaylar da bu farklı açı nedeniyle birbirinden bambaşka şekillerde yorumlanabiliyor.
Sessiz Kalma’yı okurken, kendi sessiz kaldıklarınız üzerine düşünmek zorunda kalabilirsiniz. Bu hikayede anlatılan tüm detaylar bir yanıyla oldukça gerçekçi; siyahilerin 2017 yılında bile polis şiddetine maruz kaldıklarını biliyoruz. Peki, bizim siyahilerimiz kim? İçinde yaşadığımız dünyanın ve toplumun siyahi ilan ettiklerinin sayısını günden güne artırıyor. Sessiz Kalma, herkesi, kendi sesinin gücüne yeniden inanmaya çağırıyor.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
* Bu yazı daha evvel sabitfikir.com'da yayınlanmıştır.
Starr ve partide karşılaştığı çocukluk arkadaşı Khalil, silahların ortaya çıkmasıyla birlikte partiden ayrılmaya karar veriyorlar. Eski günlerden söz ederek yolda giderlerken, iki beyaz polis aracı tarafından durduruluyorlar ve kısa süre sonra polislerden biri Khalil’i öldürüyor. Starr, arkadaşını öldüren polisin yaka numarasını ezberliyor: Bir-on-beş. Aslında bu, otomatik bir tepki. Siyahi çocuklar, polisle karşı karşıya gelebilecekleri durumlarda ne yapmaları gerektiğiyle ilgili aileleri tarafından eğitiliyorlar.
"Sana söylenen neyse onu yap. Ellerini görünür bir yerde tut. Ani hareketlerde bulunma. Sadece onlar seninle konuştuğunda konuş."
Kurallar basit ancak Khalil’i hayatta tutmaya yetmiyorlar. İronik bir şekilde, Khalil’in sona eren hayatıyla aynı anda Starr için yeni bir hikaye başlıyor. Starr, uzun haftalara yayılan bir içsel sorgulamaya giriyor, bu sorgulama sırasında ona adalet, hak, haksızlık, azınlık, siyahi olmak gibi birçok kavram eşlik ediyor. Khalil’in öldürülmesi sonrası açılan soruşturma sırasındaki gelişmeler, Khalil’e yüklenmeye çalışılan suçlar, Khalil’in ölmeyi hak edecek biri olduğunun düşünülmesi için yayılan yalan haberler; kısaca, çoğunluğun sesi baskın çıkıyor, Starr ise tanıklık ettiği ölümlerden doğan korkuyla sessizliğini koruyor: "Sorun buydu. İnsanların bir şeyler söylemelerine izin veriyorduk ve sonra da o kadar sık söylüyorlardı ki bunları söylemek onlar için sıkıntı yaratmıyor ve bizim için de normal hale geliyordu. Sessiz kalmaman gereken durumlarda sesini çıkarmayacaksan sesinin olmasının faydası ne?"
Gücü elinde bulunduran çoğunluk, gücünün sınırsızlığını, azınlıkta kalmış olanlar üzerinden her fırsatta yeniden meşrulaştırıyor.
Sessiz Kalma’da hikayeye dahil olan tüm karakterler, okura bir şey anlatma sorumluluğunu üstlenmiş durumda. Starr, polis şiddeti karşısındaki korkusu ile öldürülen arkadaşları için bir şey yapma isteği arasında bocalıyor ve bir seçim yapıyor. Starr’ın babası, uzun yıllar siyahi olmanın getirdiği tüm olumsuzluklarını yaşamış, yılmamış ve hem kendisi hem de ailesi için huzurlu bir hayat kurmayı başarmış. Ancak mahallesi için hâlâ bir şeyler yapması gerektiğinin farkında. Starr’ın dayısı, siyahi bir polis. Azınlık arasındaki seçkin çoğunluk taraftarlarından değil, iki tarafa da ait olamamanın izlerini taşıyor. Oprah bir aktivist ve avukat; Starr ile ailesine yol gösteriyor ve cesaret veriyor. Starr’ın arkadaşı Hailey, medyadan duyduklarına ve insanlar tarafından çıkarılan söylentilere inanmayı seçiyor. Karakterlerden ve onların hikayedeki konumlandırmalarından bahsetmemin elbette bir nedeni var: Yazar, okura, yaşananların, çete savaşlarının, haksız ölümlerin, toplumdaki ayrışmanın ve tüm bunların yarattığı her türlü etkinin tüm karakterlere yansımalarını takip etme fırsatı sunuyor. Yaşananlar, gerçek hayatta da olduğu gibi, herkesin aynasına farkı açıyla yansıyor ve olaylar da bu farklı açı nedeniyle birbirinden bambaşka şekillerde yorumlanabiliyor.
Sessiz Kalma’yı okurken, kendi sessiz kaldıklarınız üzerine düşünmek zorunda kalabilirsiniz. Bu hikayede anlatılan tüm detaylar bir yanıyla oldukça gerçekçi; siyahilerin 2017 yılında bile polis şiddetine maruz kaldıklarını biliyoruz. Peki, bizim siyahilerimiz kim? İçinde yaşadığımız dünyanın ve toplumun siyahi ilan ettiklerinin sayısını günden güne artırıyor. Sessiz Kalma, herkesi, kendi sesinin gücüne yeniden inanmaya çağırıyor.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
* Bu yazı daha evvel sabitfikir.com'da yayınlanmıştır.
12 Ekim 2017 Perşembe
Sanal ortamın aşkı/ıstırabı ne kadar gerçek?
Ne onunla ne onsuz dediğimiz kavramlar arasında çabucak yerini alan çağın buluşu tanımı ve çağın vebası benzetmesi arasında gidip geldiğimiz “internet” gerçeği üzerine ortaya konulmuş bir eser Sanal Aşk.
Kemal Sayar psikiyatri ilminin şahsına münhasır bir uzmanı. Mesleki kariyerinde ki yeterliliklerin yanı sıra, sanata yakın duruşu, şiire özel ilgisiyle hepimizin güvenini ve sevgisini kazanmış bir uzman. İnternet çağının getirilerini ve götürülerini bizlere bir kitap altında toplamış. Konferanslarından birinde “Sanal Aşk, gözlemlerimden ve bana gelen soru-sorunlardan yola çıkarak yazılmıştır” şeklinde özetlemişti eserin var oluş serüvenini anlatırken.
“Herkesin önündeki ekrana baktığı bir dünyada kimse kimsenin yüzüne bakmıyor demektir.”
Ailedeki herkesin elinde bir iletişim aracı ve bu aracın sanal mutluluğundaki görünmez pranganın iletişimimizi negatif etkilemesine işaret ediyor.
“Yalnız ve sevilmeye aç ruhların ‘beni sev!’ diye haykırdığı bir ruhlar panayırına dönüyor sosyal medya ağları” diyor ve ekliyor Sn. Kemal Sayar:
“Twitter, Facebook, İnstangram, Whatsapp gibi sayıları her gün artan birçok uygulamaya bizi sanal âlemde daha fazla vakit harcamaya yönlendiriyor. Caddede bir caddeden bir sokaktan diğerine geçer gibi farklı uygulamalara girip çıkıyoruz. Hangi uygulamanın daha çok kullanıldığı hem dönemsel hem de bireysel tercihlere bağlı olarak değişebiliyor. Öyle büyük bir çeşitlilik var ki paylaşımlarda, bir genelleme yapmak neredeyse imkânsız. Ama iki temel motivasyon çok dikkat çekiyor. Birincisi görülme ve beğenilme isteği, diğeri de bir kimlik yaratma çabası.”
Sosyal ağlarda yüz yüze görmediğimiz birine hakiki manada âşık olunabilir mi? Bunun sakıncaları nelerdir? Bu soruların cevabına uzun uzun değiniyor. Sanal aldatma konusunda önemli uyarıları olan uzman, genelde erkekler için bilinen tek eşliliğe sadık olmama rolünün sanal gerçeklikte kadına da geçiş yaptığını aktarıyor.
İnsanların gerçeklik dışı her türlü abartıya ve kendini olduğundan farklı göstermeye müsait olduğu sanal dünyada kişilerin aldatmaya ve aldanmaya açık ve savunmasız olduğunu belirtiyor bize. Kendini ön plana çıkarma doyumunun yanı sıra sosyal yapıdaki insanlar için de bir sığınak olan sanal iletişim tedavi olunması gereken durumların bu ortamda tatmini ve iyileştirmeye yönelik değil derinleşen bir sorun olduğunu belirtiyor. Gittiğimiz her yerde herkese her şeye hâkim olmanın getirdiği kolaylığın herkes tarafından kolayca ulaşılabilme kısmıyla özgürlüğümüzün sınırlandırmasını iki tarafı keskin bıçak olarak nitelendiriyor.
Mahremiyetin kaybolduğu neredeyse kimlik bilgilerine bile bir tuşla ulaşıldığı gerçeğini, bilgisayar oyunlarının vakit hırsızlığının ötesinde kurgulu ve insanı yönlendirmeye dair bir planın parçası olması ve bağımlı haline getirmesinin daha başka sebep-sonuç ilişkilerinden örneklemeler ile bizlere yansıtıyor Sanal Aşk kitabı.
Flörtleşmenin uygun bulunmadığı örf ve dini anlayışta bir seçenek olarak karşımıza çıkan sanal birlikteliklerin toplum ahlakını nasıl yerle bir ettiğini ve beğenilme arzusunun narsizm kokan hastalıklara davetiye çıkardığını vurguluyor ve ekliyor Sn. Sayar: “Teknoloji özel yaşantımızı elimizden aldığı gibi, yalnız kalma yeteneğimizi de elimizden almaktadır… Televizyon can sıkıntısı üretimini nasıl elimizden alıyorsa internet de yalnız kalma üretimini baltalamak açısından o denli güçlüdür. Toplumsal bağlantılar kurma açısından avantajlar sunsa da Facebook sanal arkadaşlıkların bağını gerçek sanılması için arkadaşların ile hatıralarına göz at diye mesajlar gönderiyor zaman zaman.”
Sanal gerçekliğin bizimle yakın ilişki kurmasının altında güven telkin etme -daha çok paylaş daha fazla benimle vakit geçir- komutuyla bağımlılığımızı arttırmayı mı hedefliyor? Gerçekte kim ne kadar beğenmiş kim yorum yapmış derdinde olmanın bile arkadaşlık kavramından uzak bir alışveriş mantığı mı güdüyor? Tatil fotoğraflarının ruh haline göre seçilen profillerin kişiliğimizi elverdiğine dair bir gerçek var mı? Bu soruların yanıtlarını detaylıca veren Sayar, Sosyal ağların bağımlılığını modern kölelik olarak tanımlıyor.
Akışkan tüketim başlığı altında; tüketim hızının ihtiyaçlardan çıkıp müsrifliğe dönüşmesinin, komşuluk akrabalık ilişkilerinin zayıflamasının nedenlerini sosyal ağlar açısından ele alınmış eserde. Özellikle orta yaş üstü olanların aşina olduğu bakkal kültürünün -çeşit yok ürün pahalı- mantığı ile süpermarketlere yönlendirilmesinin gerçek sebep ve sonuçları nedir? Devasa alışveriş merkezlerine asli ihtiyaçlar için gidildiği ve gözümüzün gördüğü hemen her şeyin bir anda nasıl ihtiyaca dönüştüğünün farkında mıyız? Kredi kartı kullanımı neden bu kadar yaygın? Lüksün ihtiyaca dâhil edilmesiyle kadının çalışma ortamına çekilmesi ve ailede ki kimlik bunalımı yaşanıyor mu ailelerde? Kapitalizm zincirindeki halkaları oluşturan bu soruların yanıtlarını faydamıza sunmuş Sn. Kemal Sayar.
Ailede olması gereken paylaşımın karşılıklı güç gösterisine dönüşmesinden en çok da çocukların zararlı çıktığı gerçeği de yine bu anne ve baba rol modelinde ki karmaşaların evliliklerin yapısında ki bozulmaların nedenlerini oluşturabileceğine dair yapılan araştırmaların detaylı aktarımlarına da ulaşabiliriz kitabı edindiğimizde.
“İçselleşmeye olan özlemi ve içsel yolculuğun kendini tanımaktan yola çıkarak birlikte yaşamak durumunda olduğumuz insanlar ile kaynaşmaya ve anlaşmaya doğru bir gelişmedir. Tefekküre dalan ve düş kuran bir ruhta uçsuz bucaksız bir içsellik gelişir. Bu uçsuz bucaksızlık içselliğin fethidir ve içsellik ne kadar derinleşirse büyüklük de o ölçüde gelişir dünyada. Ne kadar paradoksal gelirse gelsin gözlerimizin önüne serilen dünyaya ilişkin bazı ifadelere gerçek anlamını veren işte bu uçsuz bucaksızlıktır.”
İnternet bağımlılığının beynimizin olumsuz yöndeki etkilerini, yapılan araştırmalar ile bize aktaran Kemal Sayar, aynı zamanda dikkat dağınıklığı sebebiyle trafik kazalarında bile olumsuz faktör olarak önümüze çıkması konusunda uyarıyor bizleri. Bağımlılığın bizi kontrol etmesine izin verdiğimiz takdirde doğru hüküm verebilme mantıklı kararlar alabilme yetimizin körelmesi olasılığının varlığından haberdar ediyor okurlarını. Görünen o ki teknolojinin bütün olumsuzluklarına rağmen uzak kalamıyoruz ve kalmayacağız da. Uzmanlarımızın tavsiyelerinden yola çıkarak; eğer ki bu yeniliğin hüsrana ve yıkımlara sebep olmasını istemiyorsak, kontrolü elimizden bırakmamalıyız.
Bu kitabın önemi de burada daha net ortaya çıkıyor. "Bizleri olası faydalar içinde birçok zarar bekliyor bunu bilelim ve tedbir alalım. İnternet ve sosyal ağları ruh ve kişilik sorunlarımıza derman aradığımız bir yer olarak değil, bilgi-haberleşme aracı olarak kullanırken bile temkini elden bırakmayalım!" şeklinde uyarıyor.
Sanal Aşk kitabının incelemesini Kemal Sayar hocanın şu soru cümlesiyle bitirelim:
Kullanan mı yoksa kullanılan mıyız?
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
Kemal Sayar psikiyatri ilminin şahsına münhasır bir uzmanı. Mesleki kariyerinde ki yeterliliklerin yanı sıra, sanata yakın duruşu, şiire özel ilgisiyle hepimizin güvenini ve sevgisini kazanmış bir uzman. İnternet çağının getirilerini ve götürülerini bizlere bir kitap altında toplamış. Konferanslarından birinde “Sanal Aşk, gözlemlerimden ve bana gelen soru-sorunlardan yola çıkarak yazılmıştır” şeklinde özetlemişti eserin var oluş serüvenini anlatırken.
“Herkesin önündeki ekrana baktığı bir dünyada kimse kimsenin yüzüne bakmıyor demektir.”
Ailedeki herkesin elinde bir iletişim aracı ve bu aracın sanal mutluluğundaki görünmez pranganın iletişimimizi negatif etkilemesine işaret ediyor.
“Yalnız ve sevilmeye aç ruhların ‘beni sev!’ diye haykırdığı bir ruhlar panayırına dönüyor sosyal medya ağları” diyor ve ekliyor Sn. Kemal Sayar:
“Twitter, Facebook, İnstangram, Whatsapp gibi sayıları her gün artan birçok uygulamaya bizi sanal âlemde daha fazla vakit harcamaya yönlendiriyor. Caddede bir caddeden bir sokaktan diğerine geçer gibi farklı uygulamalara girip çıkıyoruz. Hangi uygulamanın daha çok kullanıldığı hem dönemsel hem de bireysel tercihlere bağlı olarak değişebiliyor. Öyle büyük bir çeşitlilik var ki paylaşımlarda, bir genelleme yapmak neredeyse imkânsız. Ama iki temel motivasyon çok dikkat çekiyor. Birincisi görülme ve beğenilme isteği, diğeri de bir kimlik yaratma çabası.”
Sosyal ağlarda yüz yüze görmediğimiz birine hakiki manada âşık olunabilir mi? Bunun sakıncaları nelerdir? Bu soruların cevabına uzun uzun değiniyor. Sanal aldatma konusunda önemli uyarıları olan uzman, genelde erkekler için bilinen tek eşliliğe sadık olmama rolünün sanal gerçeklikte kadına da geçiş yaptığını aktarıyor.
İnsanların gerçeklik dışı her türlü abartıya ve kendini olduğundan farklı göstermeye müsait olduğu sanal dünyada kişilerin aldatmaya ve aldanmaya açık ve savunmasız olduğunu belirtiyor bize. Kendini ön plana çıkarma doyumunun yanı sıra sosyal yapıdaki insanlar için de bir sığınak olan sanal iletişim tedavi olunması gereken durumların bu ortamda tatmini ve iyileştirmeye yönelik değil derinleşen bir sorun olduğunu belirtiyor. Gittiğimiz her yerde herkese her şeye hâkim olmanın getirdiği kolaylığın herkes tarafından kolayca ulaşılabilme kısmıyla özgürlüğümüzün sınırlandırmasını iki tarafı keskin bıçak olarak nitelendiriyor.
Mahremiyetin kaybolduğu neredeyse kimlik bilgilerine bile bir tuşla ulaşıldığı gerçeğini, bilgisayar oyunlarının vakit hırsızlığının ötesinde kurgulu ve insanı yönlendirmeye dair bir planın parçası olması ve bağımlı haline getirmesinin daha başka sebep-sonuç ilişkilerinden örneklemeler ile bizlere yansıtıyor Sanal Aşk kitabı.
Flörtleşmenin uygun bulunmadığı örf ve dini anlayışta bir seçenek olarak karşımıza çıkan sanal birlikteliklerin toplum ahlakını nasıl yerle bir ettiğini ve beğenilme arzusunun narsizm kokan hastalıklara davetiye çıkardığını vurguluyor ve ekliyor Sn. Sayar: “Teknoloji özel yaşantımızı elimizden aldığı gibi, yalnız kalma yeteneğimizi de elimizden almaktadır… Televizyon can sıkıntısı üretimini nasıl elimizden alıyorsa internet de yalnız kalma üretimini baltalamak açısından o denli güçlüdür. Toplumsal bağlantılar kurma açısından avantajlar sunsa da Facebook sanal arkadaşlıkların bağını gerçek sanılması için arkadaşların ile hatıralarına göz at diye mesajlar gönderiyor zaman zaman.”
Sanal gerçekliğin bizimle yakın ilişki kurmasının altında güven telkin etme -daha çok paylaş daha fazla benimle vakit geçir- komutuyla bağımlılığımızı arttırmayı mı hedefliyor? Gerçekte kim ne kadar beğenmiş kim yorum yapmış derdinde olmanın bile arkadaşlık kavramından uzak bir alışveriş mantığı mı güdüyor? Tatil fotoğraflarının ruh haline göre seçilen profillerin kişiliğimizi elverdiğine dair bir gerçek var mı? Bu soruların yanıtlarını detaylıca veren Sayar, Sosyal ağların bağımlılığını modern kölelik olarak tanımlıyor.
Akışkan tüketim başlığı altında; tüketim hızının ihtiyaçlardan çıkıp müsrifliğe dönüşmesinin, komşuluk akrabalık ilişkilerinin zayıflamasının nedenlerini sosyal ağlar açısından ele alınmış eserde. Özellikle orta yaş üstü olanların aşina olduğu bakkal kültürünün -çeşit yok ürün pahalı- mantığı ile süpermarketlere yönlendirilmesinin gerçek sebep ve sonuçları nedir? Devasa alışveriş merkezlerine asli ihtiyaçlar için gidildiği ve gözümüzün gördüğü hemen her şeyin bir anda nasıl ihtiyaca dönüştüğünün farkında mıyız? Kredi kartı kullanımı neden bu kadar yaygın? Lüksün ihtiyaca dâhil edilmesiyle kadının çalışma ortamına çekilmesi ve ailede ki kimlik bunalımı yaşanıyor mu ailelerde? Kapitalizm zincirindeki halkaları oluşturan bu soruların yanıtlarını faydamıza sunmuş Sn. Kemal Sayar.
Ailede olması gereken paylaşımın karşılıklı güç gösterisine dönüşmesinden en çok da çocukların zararlı çıktığı gerçeği de yine bu anne ve baba rol modelinde ki karmaşaların evliliklerin yapısında ki bozulmaların nedenlerini oluşturabileceğine dair yapılan araştırmaların detaylı aktarımlarına da ulaşabiliriz kitabı edindiğimizde.
“İçselleşmeye olan özlemi ve içsel yolculuğun kendini tanımaktan yola çıkarak birlikte yaşamak durumunda olduğumuz insanlar ile kaynaşmaya ve anlaşmaya doğru bir gelişmedir. Tefekküre dalan ve düş kuran bir ruhta uçsuz bucaksız bir içsellik gelişir. Bu uçsuz bucaksızlık içselliğin fethidir ve içsellik ne kadar derinleşirse büyüklük de o ölçüde gelişir dünyada. Ne kadar paradoksal gelirse gelsin gözlerimizin önüne serilen dünyaya ilişkin bazı ifadelere gerçek anlamını veren işte bu uçsuz bucaksızlıktır.”
İnternet bağımlılığının beynimizin olumsuz yöndeki etkilerini, yapılan araştırmalar ile bize aktaran Kemal Sayar, aynı zamanda dikkat dağınıklığı sebebiyle trafik kazalarında bile olumsuz faktör olarak önümüze çıkması konusunda uyarıyor bizleri. Bağımlılığın bizi kontrol etmesine izin verdiğimiz takdirde doğru hüküm verebilme mantıklı kararlar alabilme yetimizin körelmesi olasılığının varlığından haberdar ediyor okurlarını. Görünen o ki teknolojinin bütün olumsuzluklarına rağmen uzak kalamıyoruz ve kalmayacağız da. Uzmanlarımızın tavsiyelerinden yola çıkarak; eğer ki bu yeniliğin hüsrana ve yıkımlara sebep olmasını istemiyorsak, kontrolü elimizden bırakmamalıyız.
Bu kitabın önemi de burada daha net ortaya çıkıyor. "Bizleri olası faydalar içinde birçok zarar bekliyor bunu bilelim ve tedbir alalım. İnternet ve sosyal ağları ruh ve kişilik sorunlarımıza derman aradığımız bir yer olarak değil, bilgi-haberleşme aracı olarak kullanırken bile temkini elden bırakmayalım!" şeklinde uyarıyor.
Sanal Aşk kitabının incelemesini Kemal Sayar hocanın şu soru cümlesiyle bitirelim:
Kullanan mı yoksa kullanılan mıyız?
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)