14 Temmuz 2017 Cuma

Neydik, ne olduk, hâlimiz nicedir?

"Anadolu'nun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta soyumuz boy versin diye… Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere..."
- Yaşar Kemâl, Binboğalar Efsanesi

Yeryüzünde incelenmeye en açık ve her sayfasında bambaşka iklimlerin, ruhların, duyguların barındığı bir karakter: Türkler. Ve şüphesiz Türklerin doğudan batıya, kuzeyden güneye atlarıyla tozu dumana kattıkları dev coğrafyalar. "Türklük suret-i kat’iyyede coğrafyayla sınırlandırılması mümkün bir kimlik değildir" der mesela Türklerin Altın Çağı kitabında, İlber Ortaylı... İşte bu ikisi birleştiğinde, psikoloji biliminin bile yetemeyeceği birçok soru ortaya çıkıyor: Türklerin psikolojisinde neler saklı? Geçmişten bugüne ne gibi âdetleri, gelenekleri yaşıyor? Savaşın ve barışın Türklerde bıraktıkları neler? Her Türk gerçekten asker mi doğar? Türk göçebe midir?

Bu soruları sonsuza doğru çoğaltmak mümkün. Belirli bir metodoloji ya da bilimsel disiplin kullanılarak cevapları aramamız gerekiyor. Bu durumda bir bilene, hem de çok iyi bilen birine, ayaklarının toprağından ayrı tutmamış ve dolayısıyla eleştirilerini daha iyiye ve güzele olan inancıyla yazmış bir bilim adamına danışmak kalıyor. Son dönemde geçmiş kitapları Kapı Yayınları'nın titizliğiyle ve yazarın güncellenmiş metinleriyle yeniden neşredilen Erol Göka, tarihin Türkler üzerinde bıraktığı iyi-kötü izleri daha evvel Türk Grup Davranışı kitabıyla bizlere anlatmıştı. Bu kitabın, yazarına hem Türkiye Yazarlar Birliği - Yılın Fikir Adamı Ödülü (2006) hem de Türk Ocakları Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü (2008) kazandırdığını belirtmem gerekiyor. Göka, gerek YeniŞafak'taki köşe yazılarıyla, gerek dergi röportajlarıyla, gerekse kitaplarıyla daima Türk insanının, insanlığa her zaman doğruyu bir katkı olarak sunması gerektiğini anlatıyor aslında. Adaletiyle, merhametiyle cesaretiyle ve diğer asırlık erdemleriyle... Fakat bu anlatımı yaparken aşırı bir duygusallık, geçmişe dönük bir romantizm, sürekli 'yaptıklarımızı' pohpohlayan bir tavır, eleştirisiz ve dolayısıyla geleceğe katkısız bir ifade ve disiplin kullanmıyor. Onun düşünce biçimi, gayreti de hayreti de ortaya döküyor. Günahlarıyla ve sevaplarıyla tartışıyor Türk'ü ve Türk'ün psikolojisini.

Türklerin Psikolojisi, Haziran 2017'de Kapı Yayınları tarafından yeniden neşredildi. Genişletilmiş bu yeni edisyonda, önsözüyle, sonsözüyle derdini kuvvetli biçimde izah eden metinlerle karşılaşıyoruz. Göka, "Oldukça iddialı ama bir o kadar da mütevazı bir kitap" diyor eseri için. İddialı olması, insanlık tarihinin en büyük ve güçlü topluluklarından birisini ele almasından geliyor. Mütevazı olması ise yazarın aynı konuda daha evvelki akademik eserinden (İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler ve Türk Grup Davranışı) daha farklı, daha deneme tadında ve her türden okuyucu için daha anlaşılır olmasından kaynaklanıyor. 310 sayfalık kitap beş bölüme ayrılıyor: Türk Etnik ve Ulusal Kimliği, Göçebeliğin Ruhumuzda Bıraktığı İzler, Türklerin Psikolojisi Sözlü Potlaç Kültürüne Dayalıdır, Türk'ün Savaşçı Ruhu ve Kardeş Kavgası, Eski Türk İnançlarının Ruhumuzdaki Etkileri.

Söze kimlik meselesinden başlıyor Göka. "Kimlik duygusu güçlü olmayanların hayatta işleri çok ama çok zordur" diyerek, aslında bugün yaşanan aydın/entelektüel krizine de değinmiş oluyor. İnşa ettiğimiz ilk yuvamız olarak kimliğimizi gören Göka'ya göre kimliğin doğru tanıtımı, hem geçmişle aramızdaki mesafeyi kapatacak hem de kendimizi daha iyi tanıyabilmemizi sağlayacak. Yazar, Türk tanıtımını "Türkçe konuşma"ya yerleştiriyor. Bu yüzden "kimliğimizin evi Türkçe" diyor. Dilimiz, geçmişimizi yaşattığı gibi geleceği anlamlandırma noktasında da bizlerin en büyük gücü hiç şüphe yok ki.

Kitapta Türklerin göçebe geçmişinin Anadolu'nun yurtlaşma dönemi ve Osmanlı dönemi üzerine değerlendirilmesi oldukça çarpıcı. Burada yazarın istifade ettiği kişiler/kaynaklar da önemli. Fuad Köprülü'den Ahmet Yaşar Ocak'a, Pertev Naili Boratav'dan Ziya Gökalp'e kadar birçok Türkiyatçı, din tarihçisi, halkbilimci ve sosyolog Göka'nın 'derin köklerimizi' irdelerken yoldaşı olmuş. Özellikle Jean-Paul Roux'a ait "Orta Asya'dan henüz gelmişler gibi davranıyorlar" sözünün sahiciliğini, kendisinin de içinde doğup büyüdüğü Yörük kültüründe çok görmüş. "Mesela köyden birisi Almanya'ya gittiğinde ve bir teyp getirdiğinde bütün köy halkı, yeni bir aygıtın etrafında yeni bir davranış geliştirebiliyorlar" diyor Göka. Türklerin Psikolojisi'de en ilgi çekici bölüm olan göçebelikten şu paragrafı birlikte okuyalım: "Göçebenin dünyasında duvarlar yoktur, evren onun gözünün görebildiği ufuklarda sonlanır. Bu nedenle kendisini evrenin merkezinde hisseder. Göçebe yüce gök ile yağız yer arasındadır, ayakları yerdedir ama sürekli hareket hâlindedir, gök ise üzerinde sonsuz bir kubbe gibi uzanır. Var oluşu mekâna kayıtlı değildir, sürekli hareket eder, gider görür. Varlığını mekânda değil sözde gerçekleştirir. Göçebelerde muhkem olan mekân değil sözdür; yerleşikler nasıl kendilerine görkemli yapılar inşa ediyorlarsa göçebeler de sözün görkemine yaslanırlar. Sürekli hareket hâlinde olmanın gerilimini kalıp ifade ve vecizelerle, sözü sabitleyerek, sınırlandırarak aşmaya çalışırlar. Göçebenin bu hâli, güvenli olarak ancak sözün içinde hareket etme imkânına sahip olan yerleşik insanın tam aksidir." [sf. 113-114]

Göçebenin dünyalığı umursamayan tavrından artık çok uzağız. Gösteriş, şatafat, mala mülke düşkünlük son yıllarda iyice zirveye çıktı. Kendimizi bu dünyaya bağlamak ve dünya oyunlarıyla oyalanmak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. "Türk grup davranışı" diyor Göka, potlaç kültürünün gösteriş ve şatafat düşkünlüğünü taşıyor. Esasen geçmişimizde de her fırsatta "el âleme güç gösterisi yapmak" mevcut. Şehzadelerin sünnet merasimleri, beylik yöneticilerinin düğün alayları çok uzak değil. Artık teravihe ciple gitmek ya da havuzlu villada oturmayı Müslüman hassasiyetiymiş gibi göstermek geçer akçe. Özellikle şu 'araba manyaklığı'mız dillere destan. Kitaptan okuyalım: "Ekonomik krizlere ve sık sık gelen benzin zamlarına rağmen yollardaki araç sayısının azalmaması; park yeri bulma uğruna saatlerce yapılan didişme ve çekişmelere rağmen otomobil kullanmaktan vazgeçmememiz; büyük şehirlerimizde nüfus açısından benzer birçok Avrupa kentine göre trafiğe kayıtlı araç sayısı oldukça düşük olsa da trafikte bulunan araç sayısının kabarıklığı, bunların hepsi, arabalarımızla hava atmaya bayıldığımızdan oluyor. Bu yüzden trafikte eza cefa çeksek de yaya hakları için, toplu taşıma için, raylı sistemler için sivil bir hareket oluşturamıyoruz. Bir bakıma alan razı satan razı..." [sf. 168]

İtaate ve teşkilatlanmaya olan aşırı düşkünlüğümüz, günümüzde sık görülen sosyopati örneklerinin kaynağını oluşturuyor. 'Ben çalmasam başkası çalacaktı' ile 'Devlet malı deniz, yemeyen domuz' sözleri ardına gizlenip suç işleyenlerin, bu suçlarını meşrulaştırması ayrı bir felaket. "Bizde çok var onlardan" diyor Erol Göka. Bu çokluk noktasına ulaştık maalesef. Bunca modernleşme, yenilenme ve değişme çabamız bizi kültürel filtrelerimizden, estetik ve ahlâk terazimizden, dayanışma ve millet bilincimizden uzaklaştırdı. Sadece uzaklaştırmakla da kalmadı: "Önceki yaşama kültürümüzün referanslarını da büyük oranda yitirmiş durumdayız. Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluş yıllarını andırıyoruz. Sosyopati, her yere korku salıyor; her yerden çeteler çıktıkça, toplum giderek içine kapanıyor, kendisini değişik ruhsal düzeneklerle korumaya çalışıyor." [sf. 216]

Türklerin İslâmiyet'i kabulünden önceki dönemlerle, sonraki dönemleri arası siyah-beyaz gibidir demek hiç bilimsel bir açıklama değil Göka'ya göre. Eskiden çubuklarla ve oklarla, aşık kemiği ve zarlarla yahut kitap açarak, bağırsaklara bakarak ve hatta kürekkemiği yorumlanarak 'çıkarılan' kehanetler şimdi de devam ediyor. Her yer falcı, rüya tabircisi kaynıyor. Hocanın buradaki bir hatırlatması oldukça önemli: "Kutadgu Bilig'in, toplumsal katmanların doruğuna Hazreti Muhammed'in soyundan gelenleri, sonra bilginleri, üçüncü sıraya hekimleri, sonra düş yorumcularını, ardından müneccimleri, şairleri, köylüleri, tüccarları... koyması, Türklerde kehanetin yüksek bir mevki işgal ettiğini ve bunu uygulayanların el üstünde tutulduğunu gösteriyor." [sf. 264]

Eski inançlarla modern hurafeler üzerine yorum yaparken hoca, her Türk'ün piknik sever olduğuna da değiniyor, su ile olan maceramıza da. Günümüz Türkiye'sindeki şamanlar bahsi oldukça ilginç. Hocanın Hızır denemelerini okurken Yunus'un "Mekteb-i irfana girip almayan ders ü sebak / hızır ile ab-ı hayata varmayan derviş midir?" dizelerini hatırlamamak mümkün değil. Ardından Lokman Hekim'in eski âdetlerimizdeki yeri ve Türklerin felek ile bir türlü yenişememeleri gibi konularla kitap bitiyor. Tam buradaysa Âşık Özlemî'den geliyor: "Lokman Hekim gelse sarmaz yarayı / hilebaz dostunan açtık arayı / ne köşkümü koydu ne de sarayı / baykuşlar tünedi dalıma benim / değme felek değme telime benim."

Nihayet Erol Göka hoca, araştırılmaya muhtaç mevzularımızın derinliğini yeniden gündeme getirerek, Türk psikoloji tarihine bilimsel katkılar sunmaya devam ediyor. Yakın zaman zarfında okuyucuyla buluşan İnternet ve Psikolojimiz ile Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları adlı kitapların da yine bu minvalde yoğun ve düşündürücü etkiye sahip olduğunu hatırlatmam gerekiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Yeni kentler bize güzel bir şey söylüyor mu?

On yıllardır ülkemizin irili ufaklı bütün yerleşim birimlerinin adeta bir şantiye alanına döndüğünü görüyoruz. Nereye giderseniz gidin sizi ilk karşılayacak olan şey göğe doğru yükselen inşaatlar, betondan dağlar… İmar planları, inşaatlar fiziki anlamda yerleşim birimlerinin çehresini hızla değiştiriyor. Bu değişimin, dönüşümün hızına ayak uydurmak neredeyse imkânsız. Fiziki anlamdaki bu değişimlerin bilimsel, düşünsel, kültürel, geleneksel arka planlarının olup olmadığı konusu ne yazık ki çok fazla tartışılmıyor. Kentin değişimi, şehri yeniden inşası bir medeniyet tasavvuru etrafında şekillenmiyor. Böyle bir tasavvurun olmadığını ne yazık ki inşa edilen binalardan görebiliyoruz. Son zamanlarda herkesin gündemini işgal eden kentsel dönüşüm sadece binaların dönüşümüne evrilmiş durumda. Dönüşen kent değil, evler. Gecekondular yıkılıyor, eski evler ortadan kaldırılıyor yerine koca koca binalar dikiliyor. Büyük umut bağlanan kentsel dönüşümler geleneksel yaşam alanlarını yok ediyor. Dönüşümün gerçekleştiği yerler yaşam kalitesi açısından iddia edildiği gibi yüksek standartlar getirmiyor. Yüksek olan sadece binalar. Beton silolara dönüşen apartmanlarda komşuluk, tanışıklık gibi değerlere rastlanmıyor.

Alev Erkilet yakın zamanlarda yayınlanan “Kenti Dinlemek” adlı kitabında yukarıda değindiğimiz sıkıntıları bir sosyolog gözüyle ele alıyor. Yaşanan sıkıntıların üzerini örtmek yerine bu sıkıntıları üzerine gidiyor. Başta yöneticiler olmak üzere hepimizi uyarıyor. Son dönemlerdeki kent sosyolojisi ile ilgili araştırmaların tarihi kent merkezlerinin dışında kalan dönüşüm alanlarını ve kapalı, güvenlikli siteleri kapsadığını belirtiyor. Kenti koruma ve yenileme amaçlı araştırmaların yapılmadığını vurguluyor. “Kenti Dinlemek” kitabındaki yazıların bu olgunun aksine kentsel koruma ve yenileme bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor okuyucuya. Hepimizin tanık olduğu gibi ülkemizde ne anlama geldiğini kimsenin bilmediği bir “Yeni” trendi var. Yeni Siyaset, Yeni Şehir, Yeni Türkiye, Yeni Yaşam, Yeni Anlayış, Yeni Düşünce, Yeni Felsefe… Dünyanın neresine giderseniz gidin muhafazakârlık ve muhafazakârlar yeniliğe karşı kuşkuludurlar. Geleneksel yaşam biçimini, kadim ilişki şekillerini, şehirleri, mahalleleri korumak isterler. Türkiye’de ise tam tersine muhafazakârlar ve muhafazakâr siyaset yukarıda dile getirdiğimiz “Yeni” kavramını adeta kutsallaştırmış durumda. Var olanı muhafaza etmek, korumak, geliştirmek yerine habire yıkıyoruz. Bütün anlayış yıkmak üzerine kurulu. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki bu hıza ayak uydurmak olası değil. Alev Hanım’ın da derin bir kaygıyla altını çizdiği gibi kentsel değişim ve dönüşümün topluma etkileri sosyolojik açıdan detaylı bir biçimde ele alınmıyor. Kentlerin sosyal dokusunu değiştirmenin maliyeti ne yazık ki hiç gündeme bile gelmiyor. Kentsel dönüşüm gibi cilalı bir kavramla gölgelenen travmalar şimdilik ilgi çekmiyor. Evine, arsasına el konulup yıllardır yaşadığı yerlerden koparılan insanların feryatları makes bulmuyor.

Kenti Dinlemek” kent sosyolojisi ile ilgili teorik bir metin değil. Yazarın İstanbul’da bizzat katıldığı projelerde özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait BİMTAŞ’ın Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi çerçevesindeki gördükleri, tecrübeleri yansıtılıyor. Erkilet özellikle mahallelerin, konutların, sokakların fiziki ve mimari özelliklerinin göz önüne alınarak yapılacak her türlü değerlendirmenin eksik kalacağını ve buraların salt fiziksel bakımdan ele alınacak olgular olmadığını belirtiyor. Şehrin bir ruhu var. Bir geçmişi, yılların imbiğinden süzülen ilişki biçimi var. Buralara dışarıdan yapılacak her türlü müdahalenin bu ruhu, ilişki biçimini göz önüne alması gerekir. Yoksa hem birlik parçalanır hem de zaman içinde daha büyük sıkıntılar meydana gelir. Mahalle sadece konutlardan, sitelerden oluşmaz!

Erkilet kitabında 'kentsel ayrışım'dan bahsediyor. Paraya, sosyal statüye, makam mevkie dayalı bir ayrışım… Kapitalizmin ve tüketimin emrinde bir sınıflaşma. Artık yaşadığımız mekânlar yalnızca paranın egemenliğine dayalı bir anlayışla inşa ediliyor. Paranız varsa her şey var… Erkilet, hepimizin çok övündüğümüz ama bir türlü anlamak istemediğimiz Osmanlı yerleşim sisteminde çok sert bir şekilde sınıf ve statü bakımından birbirinden ayrıştırılmayan farklı sosyo/kültürel sınıfların günümüzde çok keskin ayrışmalara tabi tutulduğunu belirtiyor. Bir nevi kast sisteminin işlerlik kazanması. Ekonomik durumlar kastları belirliyor. Tüketim de bu kastları görünür kılıyor. Aynı havayı soluyan, aynı topraklarda yaşayanlar birbirlerinden kalın çizgilerle, surlarla, duvarlarla ayrılıyor. Prestij konut alanları, bahçe şehirler, siteler, güvenlikli ve surlarla çevrilmiş konutlar içinde oturanlarla dışarıda kalanların birbirlerini tanımadıkları dünyalar. Sosyal kontağın, iletişimin olmadığı mekânlar. Evet, bu mekânları oluşturan sistem korku kavramına yaslanarak siteler, prestij konutlar inşa ediyor. “Korku Mimarisi”…

Korku, kentin mahallerini birer prestij konut alanına dönüştürerek, kapalı yerleşmeleri kentin kalbinde yani açıklığın, karşılıklı etkileşimin, dayanışmanın, çok sınıflılığın ve aslında çok etnikliğin beşiği olan yerde yeniden üretmenin meşrulaştırıcısı olarak iş görmektedir.

Kenti Dinlemek”, İstanbul’un tarihi ve sosyal yaşantısı ile ilgili bilgiler de veriyor. Bekâr Odaları olarak bildiğimiz gerçeğin taa Fatih Sultan Mehmet döneminden beri süregeldiğini öğreniyoruz. O zamanlarda insanlar eşini, çocuğunu, anasını, babasını memleketinde bırakarak İstanbul’a çalışmaya gelirmiş. Burada daha fazla para biriktirmek gayesi var. Bekâr Uşaklığı denen müessese bugün Bekâr Odaları adını alıyor. Bu insanlar gerçekten bekâr değiller. Hepsinin ailesi var. Ailelerini sılada bırakıp geliyorlar. Osmanlı zamanında bu kurum çok sıkı denetleniyor. Kurallar çok iyi uygulanıyor. Erkilet Bekâr Odaları ile ilgili hepimizin ezberi haline gelmiş olan bir yanlışı düzeltiyor. Genelde buralarda kalanların asayişi bozduğu, mahallelerin huzuru kaçırdığı gibi bir düşünce söz konusu. Alev Hanım bekâr odalarının bulunduğu semtlerde yaptığı gözlemlerde, mahalle muhtarlarıyla yaptığı konuşmalarda bu insanların düzeni, intizamı, güvenliği sağlamak için çabaladıklarını, söylendiği gibi suça iştirak etmediklerini belirtiyor. Burada bu insanların buralardan atılarak bu yerlerin kentsel dönüşüme açılma, siteler yapma ve satma düşüncesi egemen. Bekâr Odası mensupları birer günah keçisi olarak görülüyor.

Kitapta bir başka ilgi çekici nokta da tarihi ve turistik yerlerdeki küçük işletmelerin, atölyelerin yerlerinde bırakılması, onlara dokunulmaması… Bu işletmelerin hem yüzlerce insana ekmek kapısı olduğu hem de bulundukları yerlerin güvenliğini sağladıkları belirtiliyor. Özellikle Gedikpaşa ve Vefa’daki küçük işletmelerden örnekler veriliyor. Genel manada şehre bakışın mekânı metalaştırma paradigması etrafında olduğu, bunun da birçok sıkıntı yaratacağı söyleniyor.

İstanbul gibi kadim bir kent geleneksel dokusundan arındırılarak mekanikleştiriliyor. Kültürün, medeniyetin olmadığı bir turistik meta olarak algılanıyor. Alev Erkilet’in de vurguladığı gibi şehircilik uygulamaları kapitalizme eklemlenen kentler, kentte yaşayanları banka ve finans kurumlarına bağımlı yapan, mahalleyi yok eden, iş ve üretim alanlarını ortadan kaldırarak küçük atölye ve işletmeleri küresel kapitalist canavarların olmayan vicdanına terk eden bir durum meydana getiriyor. Yoksul kesimler, kentin çeperlerinde yaşamaya zorlanıyor. Yok olan bakkalların yerine insanları kredi kartına mahkûm eden marketler zinciri doluyor. Aslında abartılmış güvenlik sistemi insanları paranoyaklaştırıyor. Hırsızlığa karşı sert önlemler aldığını söyleyen modern kapitalist işleyiş zincirinin bir halkası alış veriş merkezleri çalıştırdığı insanların emeğini, terini çalıyor.

Evet, doğayı, şehri, mekânı metalaştırmayan, mekânın da ruhunun olduğunun farkında olan yeni anlayışlar geliştirmek zorundayız. Yoksa işimiz zor!..

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

11 Temmuz 2017 Salı

Kaçma ve hep gitme isteği olan öyküler

Çiyil Kurtuluş, "Kasırga ve Yabanmersinleri" kitabıyla ilk kez okuyucu karşısına çıktı. 2017 yılında Dedalus Yayınları’ndan neşredilen öykü türündeki bu kitap, 135 sayfadan oluşuyor ve toplam 19 öykü barındırıyor.

1968 doğumlu bir yazar Çiyil Kurtuluş. Yani ilk kitap için biraz geç bir zaman olsa da, bu tür yazarlar okurların ilgisini çekebiliyor. Örneğin, geçtiğimiz aylarda Kamil Erdem yıllar sonra bir kitap çıkarmıştı ve oldukça da iyi bir kitaptı. Çiyil Kurtuluş için de, az olsun ama öz olsun felsefesini kullanabiliriz. Zaten öykülerinin daha önce Sarnıç Öykü ve Notos'ta yayımlanması, bize yazarın başarısı hakkında bir öngörü veriyor.

Etrafımda fazla laf dolaşsın istemem. Sıkılırım, evli, çocuklu, konulu komşulu, dedikodulu, yorulurum. Onlar kalabalıklarına çekilirken bana bıraktıkları yalnızlığım da çoğalsın istemem. İnsan, azken öz yaşamalı. Büyük aileler bana göre değil. Ya da ben, ‘değil’e göreyim. Bir odada yalnız kalmayı pek beceremez onlar. Dünyalarımız farklı. Birçoğunun eylemlerini çeşitlendiren nedenlere ihtiyacı var. Benimse düşüncelerimi çeşitlendiren nedenlere. Yalnızca iki üç dostum var benim. Eledim, elendim, onlar kaldı geriye.

Yıllar önce bir arkadaş, acıyan gözlerle reçete uzattı bana, ‘Dışarı çık, hayatını yaşa. Bir ömür evde böyle geçer mi?’ insanlarla daha sık birlikte olmalıymışım. ‘Belki yeni bir koca…’ Yırtıverdim reçetesini oracıkta. Bir şeyi atlamıştı. Yalnızlığın türleri olduğunu. Benim yalnızlığım kalabalıklarla tedavi edilemezdi. Üstelik ortada hastalık mı vardı. Bu doktorculuk oynayan arkadaş, neye hastalık denir, onu bile bilmiyordu. Eledim gitti.

Kitapta karakter olarak anlaşamayan karı kocadan liseli âşıklara, iki arkadaştan bir avcının hayatının bir noktasına kadar her kesimden insanları görebiliyoruz. Hikâyeler genelde insan ilişkileri ve yalnızlık üzerine kurulmuş. Çiyil Kurtuluş, bunu yaparken abartıya kaçmıyor ve anlatımını arabeskin kollarına bırakmıyor; fakat bireyin toplum içindeki yalnızlığını anlattığı kesimlerde bu anlatımını yoğunlaştıramadığı yerler de yok değil. Yukarı aldığım paragraf ise kitaptaki iyi anlatımından bir kesit sunuyor okura.

Yazar, hikâyelerini diyalog üzerine kuruyor ve bu diyalogları oldukça kısa tutuyor. Sanki konuşmak istemiyor ama mecburen konuşması gerekiyor gibi bir hâl oluşuyor karakterlerde. Bu da Kurtuluş’un vermek istediği mesajı aslında bize hissettiriyor. Hayattan yorulmuş hatta bezmiş insanların ruh durumlarını anlatmakta uzun diyaloglar kullanmasındansa, bunları kısa tutması anlatımla konunun bütünlüğüne olumlu bir katkı sağlamış.

Yazarın durum öyküsü yazdığını söyleyebiliriz. Sıradan insanların hayatlarından ve genelde mutsuzluklarından bir kesit sunuyor yazar okura. Aynı zamanda toplum içinde yabancılaşma ve yalnızlaşmayı da sahici bir şekilde yansıttığı yerler çoğunlukta: “Dünya bu masaydı şimdi ve biz birbirimize olabildiğince uzaktık. İstemezsek, kocam ve ben başımızı o tarafa çevirmez, görmezdik onları. Biz de öyle yaptık. Ya zihinleri köretmek, o zordu işte. Ferda çatalının ucunu kemirirken kocası iri dişleriyle fındığına gülümsüyor olmalıydı. Bir sonraki hareketleri ezberimdeydi. Bir önceki, bir sonraki, hiç fak etmez, yıllar sonra uyandığımda gördüklerim zihnimde sürekli tekrar ederken bu upuzun masa artık kıpırtılarıyla bozamayacakları bir resimdi.

Çiyil Kurtuluş, kitabında hem somut hem soyut anlatımı tercih etmiş ve bunda anlatım yönünden belli bir başarı sağlamış diyebilirim. Bu konuda eleştirim bazı hikâyelerin konu bakımından çok yüzeysel kalması. Bazı hikâyelerde biraz daha derine inebilseydi kitapta ‘kült’ diyebileceğimiz birkaç tane hikâye olurdu. Ancak derine inemese bile klişe anlatım ve tabirlere yönelmemesini ve özgün kalabilmesini olumlu bir özellik olarak görüyorum. Anlatım olarak da, anlattığı karakterlerin diline ve davranışlarına yönelebilmesi yazardaki gözlem yeteneğinin yüksek olduğunu bize gösteriyor.

Kitapta betimleyici ve açıklayıcı anlatım bolca kullanılmış ve geri dönüş tekniğiyle karakterlerin psikolojik durumuna katkı sağlanmış. Fakat yer yer anlatımın dağınıklığı ve ‘anlatmaktan ziyade hissettirmesi’ okur nezdinde bazen yorucu bir okumaya dönebiliyor. Bu konuda kitabın en derli toplu hikâyesinin "Gizlendiğim Yerde" adlı hikâye olduğunu söyleyebilirim. Dil konusundaki akıcılık ve kullanılan gündelik dil ise, bizim için bazen yorucu olabilen okumayı kolaya döndürebilen en önemli artı diye düşünüyorum.

Yazar, hikâyelerinde hem ilahi bakış açısını hem de birinci tekil kişi bakış açısını kullanmış. İki anlatımda da başarılı olduğunu görebiliriz ancak ‘ben’ diliyle anlattığında derinliği daha iyi kavrayabildiğini söyleyebilirim. Bu tür anlatımın olduğu hikâyelerde okur da öykünün içine daha rahat girebiliyor.

Ayrıca kitapta bol bol ‘ağaç-orman’ ve ‘okyanus’ kavramları da somut olarak kendine yer buluyor. Sanki bir kaçma ve hep gitme isteği gibi. Öykülerin ruhuna da son derece uygun.

En uzun hikâyesinin kitaba adını veren "Kasırga ve Yabanmersinleri" olduğu ve genelde 6-8 sayfalık hikâyelerden oluşan bu kitabı okurken, okurun sıkılacağını tahmin etmiyorum. Bir oturuşta da bitirilebilir ancak sonrasında uzun uzun olmasa bile, öyküler hakkında bir süre düşünüp, hissettirdiklerini anlamaya çalışmak yaralı olacaktır.

Konuları biraz daha derinlemesine incelerse çok daha iyi kitaplar gelecektir Çiyil Kurtuluş’tan.

Kitaptan bazı alıntılar:
- Ben ve kocam biliriz, bir bulutun taşıyamayacağı kadar ağırdır dünya.
- Fazladan bir sorunun cevabı, sorana hep eksik gelirdi zaten.
- Karşındaki susuyorsa daha fazlasını duyuyor demektir.
- Ne kolay değil mi, anlamıyor olmak. Anlayınca, duramıyorsun.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Her şeye rağmen çocuk kalabilme cesareti

"Her çocuk gördüğü ilk adaletsiz muamelede bundan etkilenir. Çocuğun senle ilgili olarak ve kendini sana emanet ederken inandığı tek hak vardır: Adil muamele görmek. Ona adaletsizce davrandığınızda yine sizi sevmeye devam edecek ama artık asla aynı çocuk olmayacaktır. Kimse karşılaştığı ilk adaletsizliği atlatamaz."
- J. M. Barrie, Peter Pan

Utanç duygusu, içinde çocukluğu yaşatanlara mahsustur. İçindeki çocuğu öldürmeyen, çocukla çocuk olmayı bilenler ve çocukları her koşulda sevenler utanmayı da bilirler, utandıranları pişman etmeyi de. Çünkü çocukluk aynı zamanda keskin bir zeka, beklenmedik anda beklenmedik şeyi yapma hâli, hayatın gizlerini ve meraklarını hayret makamının tam içinde besleme donanımıyla muazzam bir dönemdir. Dolayısıyla bugün, dünyamızda en büyük eksiklik çocukların dört duvar arasına kapanması ve diyalogdan uzak tutulmalarıdır, yani "adam yerine" konulmamaları...

Yanlış anlaşılmasın, bir çocukluk kitabından falan bahsetmeyeceğim, sadece Susan Neiman'ın Türkçeye çevrilen ilk kitabı Ahlâki Açıklık'daki utanç bahsi beni çok etkilemişti. Bir yetişkin ve çocuk arasındaki ahlâki farkındalık üzerine çok düşündürmüştü. "Yetişkin İdealistler İçin Bir Kılavuz" alt başlığı seçilen o kitaptan bir paragraf: "İyilik ve kötülük dili, sömürülmeye açıktır zira sahip olduğumuz en güçlü dil odur. Bu dili bilemeli, inceltmeli ve keskinleştirmeliyiz. O olmadan hareket etmeye kalktığımızda kendimizi sakatlamış oluruz. Bu noktada en etkili ahlâki silahımız utanç dilidir."

Nagehan Tokdoğan'ın çevirdiği ikinci kitap olan "Niçin Büyüyelim?"de alt başlık şöyle: Çocuksu Bir Çağ İçin Altüst Edici Düşünceler. İlk kitabın içeriği oldukça genişti, 500 küsur sayfa. Yine İletişim Yayınları'nca neşredilen ikinci kitabında daha kısa bir yol izlemiş Neiman fakat 208 sayfaya sığdırdığı şeyler oldukça iddialı. Kitap dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde "Tarihsel Kaynaklar" üst başlığıyla aydınlanma tarihinin efsanesi Rousseau'nun adımları takip ediliyor. Rousseau bu metinlerle neredeyse yeniden yorumlanmış oluyor. "Bebeklik, Çocukluk, Ergenlik" başlıklı ikinci bölümde Arendt'in doğuş, dünyaya geliş fikirleri yazara yoldaşlık etmiş. Üçüncü bölümde "Yetişkin Olmak" bahsine değiniyor Neiman. Burada eğitim, seyahat ve iş hayatında, kitabın önsözündeki şu sorusunu Kant'ın yardımıyla açıyor ve açıklıyor: "Acaba felsefe bize olgunlaşmanın teslim olmakla, tevekkülle eşdeğer görülmediği bir model bulmakta yardımcı olabilir mi?"

Son bölüm "Niçin Büyüyelim?" sorusunun cevabını barındırıyor. Belki de barındırmıyordur. Yazar burada biraz da okuyucuyu yoruyor haklı olarak. Çünkü öyle bir yolla bu bölüme ulaşıyor ki o zihin yolculuğundan sonra bir neticeye varmak okuyucuya kalıyor. Eh, bir zahmet kalsın... Evvela, Neiman için büyümek neye denir, nasıl yorumlanmalıdır ve en temel vasfı nedir gibi soruların bir cevabı olarak kitabın hemen başından şu alıntıyı aktarmalıyım:

"Büyümek, bilmekten ziyade cesaret etmekle ilgili bir meseledir: Dünyaya ilişkin tüm bilgiler bir araya gelse, yargıda bulunma yürekliliğini ikâme edemezler. Yargıda bulunmak, öğrenilebilir bir şeydir -genellikle bu işi iyi yapanları gözlemleyerek öğrenilir- fakat öğretilemez. Bu husus önemlidir zira bizi sahiden harekete geçiren soruların hiçbirinin cevabını bir kurala bağlı kalarak bulamayız. Cesaret yalnızca kendi yargınıza güvenmeyi öğrenme meselesi değil, devletinizin, komşunuzun ya da en sevdiğiniz film yıldızının yargılarına güvenmeme meselesidir de. (Elbette devletiniz, komşunuz ya da en sevdiğiniz film yıldızı bazen haklı da olabilir ve iyi bir yargıda bulunma yetisi, sizin bunu da teslim etmenizi gerektirir.) Daha da mühimi, cesaret hayatımızın içinden geçen yarıklarla birlikte yaşamayı da gerektirir. Bu yarıklar ne denli büyük olursa olsun, aklın idealleri bize dünyanın nasıl bir yer olması gerektiğini; deneyim ise dünyanın olması gerektiği gibi bir yer olmadığını söyler durur. İşte büyümek -ikisinden de vazgeçmeden- bu ikisi arasındaki uçurumla yüzleşmeyi gerektirir." [sf. 14-15]

Neiman ilk bölüm boyunca, Rousseau'nun bir çocuğun nasıl büyüdüğünü toplumsal bazda ele aldığı Emile adlı eserini tetkik ederek konuşuyor. "Birer yetişkin olmak için yaratıldık, fakat yasalar ve toplum bizi çocukluğa geri yolladı." diyen Rousseau'ya, adalet arayışının önemini de ekleyerek destek çıkıyor yazar. Şu pasaja çok dikkat: "Oğlum on bir on iki yaşlarındayken okuldan eve gelip bir öğretmenin kendisine adaletsiz davrandığını söyledi, olayın ayrıntılarını dinlediğimde ona hak verdim ve şöyle söyledim: Bu, senin üzerinde iktidara sahip olan birinden göreceğin yegâne adaletsiz tavır olmayacak. Karşındaki kişi kendini tehdit altında hissediyor olabilir, seni kıskanmış olabilir ya da basitçe yorgun olabilir. Ona dalkavukluk eden ya da karşısında iki büklüm duran bir çocuğu ya da çalışanı tercih edebilir. Okulda öğrenmen gerekenler sadece okumak, yazmak ve toplama-çıkarma yapmak değil, bu deneyimlerle -kendini kaybetmeden- nasıl baş edeceğindir. Kurduğum denge doğru muydu acaba? Adaletsizlikle bunca karşılaşmanın ardından, onun yaşadığı öfkeyi paylaşamıyordum tabii. Ama çocuklarımızın adaletsizlik karşısında farkındalıklarının gelişmesini isteriz, perişan olmalarını değil." [sf. 73-74]

Ezilen ülkelerin tamamında bir çocuğun yüzüne baktığınızda duygulanıyorsanız bunun sebebi o çocuğun size daha dokunaklı gelmesidir der, De Beauvoir. Böyle çocuklar bizde dünyaya ayak diremenin, umudun, bir gelecek tasavvurunun adı ve adımı olur. Öyle değil mi? Bugün bebeklerin mucizevi bir varlık olduğunu düşünmeyen var mıdır? Yoktur kanaatimce. Çünkü onun önünde geniş bir zaman vardır ve ömrünüz yettiğince bu zamana eşlik edip varlığını nasıl anlamlandırdığına, nasıl yorumladığına tanıklık ederiz. Arendt bu durumu çok güzel anlatır. Bebek için ve hatta belli bir yaşına kadar çocuk için, dünyanın her parçası muazzam bir merak alanıdır. Şaşırmanın, üzülmenin, merak etmenin, gülmenin ve ağlamanın en dolu zamanlarına sahiptir bebeklik ve çocukluk. Neiman, bazı şeylerin kuru ve bazı şeylerin ıslak olmasının bizim için ne kadar doğal olduğunu hatırlatırken, bu doğallığı en doğal duygularla yaşamayaşımızın çocukluğun da ölümü olduğunu söyler. Haklıdır. Biz bu "rutinleşmiş doğallığı" terk edip onun yerine bebeğin ve çocuğun duygularına eşlik etsek, hiç değilse karşılık versek, güven kavramının gelişiminde hem aktif bir rol oynamış hem de iyiliğin-kötülüğün ne olduğuna dair somut örnekler vermiş oluruz. Bu konuda psikolog Erik Erikson'u hatırlatıyor Neiman: "En mutlu bebeklerin bile yaşamaktan kaçınamadıkları bir travma olan diş çıkarmadan bahseden Erikson, buna bebeğin dünyasına iyilik ve kötülüğün girdiği ilk olay olarak dikkat çeker. Bebeğin dişi, tam da onun için bir haz kaynağı olan ağzının içinde patlak verir. Daha da kötüsü, diş çıkarırken yaşadığı acı yalnızca bir şeyleri ısırmaya çalıştığında yatışır -ki bu da annenin emzirirken geri çekilmesinden başka bir sonuç doğurmaz." [sf. 83]

Kader bizleri yöneticilere biat ederek bunun sonuçlarına da katlandığımız bir zaman sürükledi, demiş Thrasymachus. Ne zaman? Milattan önce 400'lü yılların ortalarında. "Ve şimdi konuşmak zorundayız" diye de devam etmiş. Buradaki konuşmanın, ama sağlıklı konuşmanın en büyük yardımcısı da hiç şüphesiz kuşku. Kant bu yüzden kuşkuculuğu "zorunlu bir istirahatgâh" olarak gösteriyor. Kant için kuşkucu kişi; dogmatik akıl yürütenlerin, kavrayış ve akıl hususunda sağlıklı bir eleştiri geliştirmeleri yönünde onları zorlayan bir amirdir. Neiman şöyle diyor: "Mutluluğun bir hak olduğu fikri, boş bir hayal değil aklın bir talebidir, sonuçları ise devrim niteliğinde olabilir. Walter Benjamin, Kant sonrası dönemde ortaya çıkan Hegel gibi düşünürlerin akıl ve doğayı, olanla olması gerekeni bütünleştirme çabalarına bakarak "son anda ikiciliğin dürüstlüğünden kendini kurtarmak isteyen" bir bilinçten söz ederken, başka şeylerin yanı sıra bunu kastediyordu. Böylesi bir dürüstlük cesaret gerektirir zira akıl ile doğayı bir araya getirmenin olanaksızlığı, gerçekten bilmeyen isteyeceğimiz bir hakikat değildir." [sf. 118-119]

Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi adlı kült eserinin Neiman'ı nasıl etkilediği kitabın sonlarındaki paragraflarda sık sık kendini belli ediyor. Özellikle hayatı ve düşünce dünyasını yargılamak, kuşkuyla yargılamak. Böylece hayatın zorluklarına en azından mütevazı çözümler bulabilmek. Kendince ve özgürce. Bunun için de çocuk yürekliliğini daima tutmak gerekiyor ruhta. Neiman hatırlatıyor; The Who adlı rock grubu "Yaşlanmadan ölmeyi umut ediyorum" sözü basit ve kendi nesillerine ait bir yaşam anlayışı değil. Kadim bir duygu. Zira bu sözün ilk hâli milattan önce 2500 yılında Mısır'da yaşamış olan filozof-şair Plathotep'e ait imiş.

Çocuk kalabilme cesareti belki de çağın en büyük erdemi. Kitap nasıl başladıysa öyle bitiyor, ama güzel bir soruyla: "Cesaret, rüşt kazanmamızı engelleyecek bütün güçlere karşı koymak için gereklidir zira gerçek yetişkinler ekmek ve sirkle pek de uzun süre oyalanamazlar. İncik boncukla ilgimizin dağıtılmasına izin vermeyecek yahut deneyimsizlikten dolayı cesareti kırılmayacak durumdaysak, etrafta olan biteni daha iyi görebilir ve dile getirebiliriz. Bizler derken hepimizi kastediyorum, bu kitabın yazarı da dahil. Bu, daimi bir devrim sürecidir. Kim toplayacak bunun için cesaretini?" [sf. 204]

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var

“Sana ruh hakkında soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir."
- İsrâ / 85

“Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu ândan ibaret."
- Sezen Aksu

Klasikler deyince çoğu insanın aklına kalın, ciltli, kiloya vurduğumuzda epeyce ağır kitaplar gelir. İçinde gizli bir sürü cevher yattığını biliriz ama okumak gözümüzde büyür. İçinde bulunduğumuz çağda iletişim çok hızlıdır ancak bunun yanında ruhla benlik arasındaki ilişki de şiddetli bir erozyona uğramaktadır. Zira çağın insanı özü aramaktan uzaktadır. Tanpınar’ın deyişiyle ölümden korkmakta ama günlerinin de hızlı bir şekilde geçirmek arzusundadır. Sonsuzluğa erişmek için avans olarak verilen zamanı hebâ ederek boşluk sarmalına dolanıp kalmıştır. Boşluğa dolanmıştır çünkü bedenen varlığı külfet verir insana. Teklif edilen emaneti reddeden göklere, yere ve dağlara aldırış etmeden yüklenen insanın dünya yükü ağırdır. Bu yükü taşımaya başladığı andan itibaren yaşamak zûl gelir çünkü sonu olan bir dünyada sonsuzluğu aramak, insanın yaratılış amacıdır. Dostoyevski’nin değişiyle: “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.

Bâb-ı Aziz’in anlattığı hikayeye göre; yaratılan ruhlar kadar Allah’a ulaşan yollar vardır. İntiharı reddedip bu yükü taşımaya gönüllü olan insan, bu yol üzerinde denk geldiklerine muhabbet duyar. Dostoyevski’nin, Rilke’nin, Kazancakis’in, Tarkovski’nin, Bergman’ın, Kieslowski’nin eserlerinin bu kadar evrensel bir niteliğe bürünmesi de bundandır. Çünkü onlar hakikatin ayrı yüzlerini keşfetmişler ve bu keşiflerini ruhun dirilişine sebep olacak eserlere dönüştürmeyi başarabilmişlerdir. Kendi iç dünyasında aradığı Tanrı’yı bu eserlerin altyazılarında bulan okuyucu için bu eserler, hem aşılacak yeni bir merhale hem de atlanacak yeni bir paye olmuştur. Zaman tükenmeye mahkumdur, ruhun dirilişi yoksunluk ve yalnızlıkla keşfe kadirdir. Yani insan acziyetini keşfettiği ölçüde Tanrı’ya yakınlaşmış olur. Andre Gide'in Dostoyevski için yazdığı kitabından öğrendiğimize göre, yazar öldüğü yıl, ilk kez mektup yazdığı Mlle N.’ye şöyle demiştir: “Yazar olarak, pek çok kusurum bulunduğunu biliyorum, çünkü ilkin ben kendim, hiç hoşnut değilim kendimden. Kendi kendimi tarttığım bazı anlarda, çoğu kez, sözcüğün tam anlamıyla, anlatmak istediğimin ancak yirmide birini anlattığımı ve belki de hiç anlatamadığımı saptadığıma inanabilirsiniz. Beni kurtaran şey, Tanrı’nın bir gün bana o kadar güç ve esin göndereceği ve benim de kendimi daha noksansız olarak anlatabileceğim, kısacası yüreğimdeki ve hayal gücümdeki her şeyi ortaya koyacağım konusunda beslediğim alışılmış umut’dur."

İyi yazar için her okurun kendine has bir tanımı vardır, zira okumak şifadır. Dolayısıyla okuyucu kendine iyi gelen üslubu okur. Bana göre iyi yazar, okuyucuyla eserini baş başa bırakan, kendini aradan çıkarmayı başaran yazardır. Öğretici ya da didaktik bir üslupla değil; kişide kendi kendine konuşuyormuş hissini uyandıran yazar, kelimelerle okuyucunun röntgenini çeker. İçini açar, onu kendisiyle baş başa bırakır.

İş Bankası Yayınları'ndan çıkan Suç ve Ceza'nın önsözünde Dostoyevski için şu ifadeler yer alır: "Rus edebiyatının büyük yazarlarından olan Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da dünyaya gelir. Orta sınıf bir aileden gelen yazarın babası, yoksullar hastanesinde bir cerrahtır. Dostoyevski ilk eğitimini ailesinden alır. Romanlarının hepsinde ailesinin çektiği sıkıntıların ve tanık olduğu yoksulluğun etkisi görülür. 20 yaşında askeri öğrenci olarak okuduğu Petersburg mühendislik okulunu bitirir, ancak bir yıl askeri mühendis olarak çalıştıktan sonra istifa eder. Hemen sonra edebiyata atılır ve 1846 yılında İnsancıklar kitabı yayımlanır, kitap büyük ilgi toplar. Daha sonra Suç ve Ceza’da daha parlak biçimde dile gelecek olan, yazarın yoksul, umarsız insanlara ve hayatın trajik yanlarına karşı duyduğu büyük ilgi ve duyarlılık, daha ilk yapıtlarında kendini göstermiştir. 1847 yılında yazar, ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubuna girer. Ancak 1849 yılında Dostoyevski ve grup üyeleri çarın emriyle tutuklanırlar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonucu idama mahkûm edilirler. 22 Aralık 1849 günü kurşuna dizilmek üzere direklere bağlanırken, cezalarının bağışlandığı ve dört yıl kürek, beş yıl sürgüne çevrildiği haberi gelir." Bu anda yaşadığı ıstırabı yazar, Budala romanının başkahramanı Prens Mışkin’in ağzından şöyle anlatır:

Bakın ne diyeceğim? Siz de aynı şeyi düşündünüz, herkes öyle düşünüyor… Giyotin denen makine de bunun için icat edilmiş. O zaman bir fikir gelmişti aklıma: Ya böylesi daha kötüyse? Komik geliyordur bu size, tuhafınıza gidiyordur. Ama bazen böyle şeyler geliyor insanın aklına işte. Düşünsenize: Ya işkence etseler? O zaman acı çekersin, yara bere içinde kalırsın, bedenin acıyla kıvranır. Ama bütün bunlar ruhsal ıstıraptan uzaklaştırır seni. Ölünceye kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. Ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. En önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukardan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun… İşte saniyenin o dörtte biri olan o süre en korkuncudur… Biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. Çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? Buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncelerimi. Cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. Mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar kadar korkunçtur. Haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Son ana kadar kaçıp veya yalvarıp kurtulabileceğini umar. Oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. Bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. İçinde korkunç bir ıstırabın bulunduğu bir karar. Savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı yere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının, buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra “Hadi git, bağışlandın.” denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu… Bu acıyı da, dehşeti de İsa anlatmıştır. Hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!"

Dostoyevski, Budala’yı 1868 yılında, Suç ve Ceza ile Karamazov Kardeşler’in arasında yazmıştır. Yani Raskolnikov’un, kendince biri suçlu diğeri suçsuz iki kadını öldürmesinden sonra, İvan Karamazov’un da ahlak yoksunu olan babasının cinayetini planlamasından önce, yani iki cinayet arasına yazmıştır. Burada Raskolnikov’un iki farklı yanına atıfta bulunulabilir: biri, iki insanı baltayla kafalarına vurup öldüren câni yanı, diğeri ise masum bir çocuğu yangından kurtarmak için alevlerin içine atlayan merhametli yanı. Aslında her insan kendi muhtevasında böyle çelişkiler barındırır. Dostoyevski’nin ustalığı ise bu iki zıt kutup arasında nakış dokuması ve okuyucuyu psikolojik gözlemlerle kendi iç dünyasına ışık tutmak zorunda bırakmasıdır. Yeryüzünde 4 ayrı çatışma vardır, diğer tüm çatışmalar bunların türevidir. Birincisi; kalple akıl arasında, ikincisi; kadınla erkek arasında, üçüncüsü; işçiyle iş veren arasında, dördüncüsü ise vatandaşla hükümet arasında. İki taraf da kendi hakkını kollamak ve daha çok yetkiye sahip olmak ister. Bunu gerçekleştirmek için suç işler. Bu durum, Durkheim’ın “Suç, toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır.” tanımını desteklemektedir. Ancak Raskolnikov, suç tanımına başka bir yorum getirmiştir ve bunu cinayetten önce yazdığı bir makalede insanların iki gruba ayrıldığını söylemiştir. Birinci grubun alelade bir çoğunluk olduğunu ve hiçbir fevkaladeliğinin bulunmadığını ancak ikinci grubun deha olmaları sebebiyle dünyayı değiştirmek uğruna işledikleri suçların günahının olmadığı beyan etmiştir. Onlar için, iyi şeyler uğruna, şimdinin yıkılması için suç işlemek bir gereklilikse, bunu vicdan rahatlığıyla yerine getirebilirler. Newton ya da Kepler’in buluşlarının ortaya çıkmasına engel olan, bunların önünü tıkayan, insanlığa ulaşabilmesi için mani olan bir, on, yüz ya da daha çok kişiyi ortadan kaldırmasına hakkı vardı, hatta bu onlar için bir zorunluluktu. Yani suç işlemek için asil bir sebebi olanlar, suç işlemekte özgürdürler. Cahit Zarifoğlu bu tanıma ithafen Raskolnikov için “Şiddetli bir allah ağrısı çekmektedir.” demiştir. Bu kitaptan iki yıl sonra yazdığı Budala romanında ise, bu zeki ve kafa tutan karakterin tam tersi bir kahramanla karşı karşıya kalırız. Budala sözlük anlamıyla; zekâ yönünden geri, aptal demektir.

Burada budala sözcüğüyle kastedilen, Prens Mışkin’in zeka yönünden geri olması değildir. Toplum tarafından, alışılmadık derecede dürüst, inançlı ve iyi yürekli olması sebebiyle garip karşılanan bir karakterdir, yani gerektiğinde suç işlemeyi revâ gören Raskolnikov karakterinin tam zıttı bir karakter. Bir tarafta ifrat, bir tarafta tefrit. Dostoyevski bir nevi Suç ve Ceza’yı yazarak içindeki bir cinayeti ortaya çıkarmış, Genç Werther’in Acıları’nı yazmakla binlerce genci intihara sürükleyen ancak kendisini intihardan kurtaran Goethe’nin izinden gitmiştir, denilebilir. Burada Dostoyevski’nin romanı yazdığı yıllardaki sosyal durumuna değinmek gerekir. Suç ve Ceza’yı yazdıktan bir yıl sonra, yani 1867’de, 46 yaşındayken Snitkina’yla evlenir ve hem alacaklılarından hem de yardım isteyen aile efradından kurtulmak üzere karısıyla yurtdışına çıkar. Rusya’dan uzakta geçirdiği dört yıl, sefalet ve yoksulluk içinde ülkeden ülkeye dolaşmıştır. Tüm bu zorluklara, sara nöbetlerine, saplantı haline gelen kumar tutkusuna, ilk çocuklarının trajik ölümüne katlanan genç karısı, ona olan bağlılığını yitirmeden aşkın sorumluluklarını yerine getirir. Romanın kahramanı Prens Mışkin de, tedavi gördüğü İsviçre’den, elinde sadece bir giysi çıkınıyla Petersburg’daki uzak akrabası Lizaveta Prokofyevna ve general olan eşini görmek üzere Yepançinlerin malikanesine giden bir sara hastasıdır; hikaye böyle başlar. Kitap aslında bir aşk romanıdır, yazar başkahraman olarak seçtiği sara hastasıyla toplumun iki yüzlülüğünü gözler önüne sermekte, böyle bir toplumda dürüst olmanın “budala”lık olduğunu belirtmektedir. Yani Dostoyevski romana kendi kaderinden detaylar vermiş, aynı zamanda geçirdiği sara nöbetlerini de dile getirerek benliğini keşfettiği anları kelimelere dökebilmiştir. Nöbetlerin başladığı anlar, bilinçle bilinçaltı arasında bağlantı kurduğu zamanlardır ve o anki coşkunluğu kitapta şöyle yer verir:

O anda aklına gelen şeylerden biri de sara bunalımlarıydı. Eğer sara nöbeti uyanıkken gelmişse, nöbetin başlamasından biraz önce, içini kaplayan sıkıntının, tedirginliğin, bunaltının arasında zihni bir anlık silkinmelerle canlanır, içinde büyük bir yaşama isteği belirirdi. Bir şimşek gibi parlayıp sönen bu kısacık sürede yaşadığını hissetmesi var olduğunun bilincine ermesi on kat artardı. Bütün benliği pırıl pırıl aydınlanırken heyecanı, kuşkuları, tedirginliği yatışır; içini sevinç dolu bir huzur kaplardı. O anda umutlarla dolup taşar, içinde her şeyin en doğrusunu yapmış olmanın dinginliği yer alırdı. Fakat bu anlar, bu coşkunluk, sara nöbetinden önceki son saniyenin (hiç bir zaman bir saniyeden fazla sürmezdi), sadece bir önsezisi gibiydi. Ama dayanılmaz bir saniyeydi bu.

Sonra kendine gelip de bu saniyeyi düşündüğü zaman şöyle söylerdi: ‘Çevremdekilerin ve kendimin bilincine varmadaki bu netlik, aydınlık, yani ‘başımın göklerde oluşu’ bir hastalıktan, normalin çarpıtılmasından başka bir şey olamaz. Öyleyse bu durum yaşamın doruğu değil, belki de uçurumun dibi sayılmalı.’ Böyle düşünmekle birlikte sonunda şu çelişik sonuca varırdı: ‘Kendime geldikten sonra anımsayıp gözümün önüne getirebildiğim o bunalım öncesi an madem bu kadar tatlı, hoş; madem bu an bana daha önceden tatmadığım, hatta aklıma getirmediğim doygunluk, çevreyle uyumluluk, huzur duygusu veriyor; içimi derin bir yaşama umuduyla birlikte ibadet coşkunluğuyla dolduruyor; öyleyse bunun bir hastalık, anormal bir gerginlik olmasının ne önemi var."

Aslında bu kadar net ifade edebildiği, benliğinin doruklarına vardığı; sara nöbetinden önceki saniye için şuurlu bir biçimde: “Bu an için bütün yaşamımı verebilirim!” dediğine göre, bu anın gerçek müptelasıydı. Belki bu durumu bu kadar açık seçik yaşamasından, kumara olan tutkusuna da pay çıkarılabilir. Bakara Suresi’nin 219. ayetinde şarap ve kumara ithafen: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” buyurulmaktadır. Yani ikisinde de zihni bir müddet kapama ve bu oluş içerisinde alınan haz olarak anlaşılabilir. Ancak Dostoyevski’nin bahsettiği coşkunluk, insanın zihnini karartan, ruhunu bayağılaştıran uyuşturucuların yarattığı etki değildir. Çünkü hastalığı geçtikten sonra her şeyi tüm berraklığıyla anımsamaktadır.

Kitabın başkahramanı salt iyiliği temsil eder, bu yüzden de hor görülür. Çünkü toplumun bilincinde böyle bir saflığa yer yoktur. Dostoyevski toplumun bu kanısına karşı eleştirilerini dile getirir. Milli bir bilince sahip olmayan Rusların, her şeye sonuna kadar inanabildiğini savunur ve bu da Rusların inançsızlığa dahi sonuna kadar inanabilecek insanlar olduğunu ifade eder. Halbuki Prense göre insanlığın kurtuluşu, Bergman’ın dediği gibi utançla mümkündür. “Ruhun temizlenmesi için en iyi yol, insanın geçmişini pişmanlıkla hatırlamasıdır."

Rus toplumunda görülen hiyerarşik düzeni de kitabında işleyen Dostoyevski’ye göre toplum üçe ayrılmıştır: birincisi burjuva sınıfı, ikincisi bu tabakadan pek çok tanıdığı ve ve buraya yükselmeye çalışan orta sınıf ve bu iki sınıfın da hor görüp burun kıvırdığı en alt sınıf. Lebedev ve Hippolit gibiler bu sınıfı temsilen romanda yer almaktadır.

Dostoyevski kitapta aslında büyük bir aşkı işlemiştir; bu aşkın en büyük kahramanı ise Nastasya Filippovna’dır. Ancak olay örgüsü ve psikolojik tahliller sebebiyle aşk arka planda yer almaktadır. Filippovna güzelliğiyle romandaki tüm erkek karakterlerin başını döndürmüş, olgunluğuyla herkesi mest etmiştir ancak kendini mutluluğa layık görmemektedir. Bu karakterinin farkında olan Filippovna zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran bir utancı taşıyan karakter olarak kitapta yer alır. Aglaya İvanovna ise, yaptığı ani hesaplarla olayların seyrini değiştirerek zeki ve şımarık bir karakter olarak karşımıza çıkar. Burada, yazarın bir önceki kitabının kadın kahramanı Sonya ile kıyaslandığında kadın karakterler daha soylu ve güçlü olarak karşımıza çıkar. Prensin usturuplu fikirlerine en yakın karakter ise generalin karısı Lizaveta Prokofyevna’dır.

Kitabın sonunda ise kötü bir son beklemektedir okuyucuyu. Öyle ki, hem iyi ki okudum hem de keşke okumasaydım yargılarının arasında çıkmaza düşer. Kendini sorgulama ihtiyacı hisseder. Acaba Prens kadar saf mıyım, yoksa toplum beni de mi esir almıştır? Ben Prens Mışkin’i tanımadan önce Dostoyevski’nin üç kitabını okumuştum, üç kitabında da Haneke'nin Beyaz Bant'ındakine benzer biçimde türlü felaketlerle iç içe kaldım. Suç ve Ceza'yı okurken, kendisi çok nüfuslu bir kişi olan komşumuz vefat etti ve ardında 10 trilyon borç bıraktı. Ailesinin feryatları kulaklarımda, perişan oluşu gözümün önünde cereyan ederken kitapla muhatap olmuştum. Yeraltından Notları okumadan evvelse kız arkadaşım terk etti. Ne dertten anlayan insan vardı, ne de söz dinleyen. Kimsesizliğin koyusunu, yalnızlığın gayyasını boylamıştım. Karamazov'ları okurken ise 23 yıllık evimizden yeni taşınmıştık ve koparılamayan gönül bağlarından ötürü annemin travmalarını avutmak zorunda kaldık. Yani romanları okurken Raskolnikov'u karşımda, yeraltı adamını içimde, Alyoşa'yı ise dibimde bulmuştum. Kaderimi kalemiyle doğrultan Allah, bakalım Budala'dan benim payıma neler yazmış. Bismillah. "Niyet ettim Allah rızası için Dostoyevski okumaya!" diyerek okumaya başladım. Çok şükür, Prens Mışkin’i de yanımda buldum, ben de onun gibi topluma içten içe meydan okuyorum. Kendimi kaptırmadığım çağa sırtımı dönüyor, Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş'inden şu satırlar aklıma geldiği için kendimi nasiplenmiş addediyorum:

"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur," diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı," dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanın sorusunu, şu hikmetli soruyu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" Ya peygamberliğin de zamanı var, öyle firavunun yılana çevirdiği âsa ile cebelleşirsin de bütün bir geçmişin ve kâinatın, Harun'un diline, Davud'un sesine, Eyüp'ün kabuklarına, Yakup'un gözyaşlarının içine bak baka "Kime göre?" diyen devir canlısına ne diyebilirsin? Buna dünya artık taş kesilir, torunundan azar işiten dede gibi bir âsana, bir yere, bir göğe bakar da bakar, âmâların neşesini anlar, delinin kahkahasını, ölünün tebessümünü, ölüsünü gömenin hafifliğini anlar, bir ağırlık ve bir fazlalık kendini duyarsın. Zaten odur ve o kadardır. Sen de gider ve vazgeçersen bir ağırlık daha kalkar ve dünya daha kolay döner, daha kolay."

Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.

Beytullah Kurnalı
twitter.com/haneihuda

Tarihiyle, bugünüyle ve yarınıyla Mersin

Sıcak, nem, deniz, tantuni, şalgam… Mersin denildiğinde herkesin aklına gelen ilk kelimeler. Ne yazık ki tarihi derinliğinin, geçmiş zamanlardaki kültürel çeşitliliğinin, zenginliğinin aksine bu zamanlarda Mersin’de kültür, sanat ve medeniyete katkı anlamında çok fazla emekten, gayretten bahsedemeyiz. Hititlerden Firiglere, Lidyadan Perslere, Makedonlardan Romalılara, Bizanslılardan İslam hâkimiyetine birçok büyük devlete ve medeniyete ev sahipliği yapan, çevresi anıtsal eser ve kültürel kodlarla dolu olan bu şehir şimdilerde insani değer üretiminde büyük bir yozluk içinde. Akdeniz’e kıyı olmanın da avantajıyla tam bir tüketim alanı haline gelmiş durumda. Ne yazık ki hem tarihinden hem çevresinden hem de nüfusunun çeşitliğinden kaynaklanan avantajları kullanamıyor. Aynı zamanda fiziki anlamda da tam manasıyla bir şehri andırmıyor. İmar politikası, nüfusun plansızlığı, yolların biçimsizliği şehrin yükünü kaldırmıyor. Kadim zamanların en gözde şehirlerinden biri her geçen zamanla büyük bir köy haline geliyor. Bir medeniyet tasavvuru etrafında inşa edilmeyen yerleşimlerin kötü kaderini burası da yaşıyor.

Genel anlamda böyle olumsuz bir panoramik fotoğrafa sahip Mersin’de elbette iyi şeyler de oluyor. Biz her ne kadar yazıya karamsar cümlelerle başlamış olsak da umudumuzu artıran, bu şehirde de farklı ve iyi bir şeyler yapılıyor denilecek bir çalışmayı ele almak niyetindeyiz. Türkiye Dil ve Edebiyat Deneği Mersin Şubesi tarafından hazırlanan “Mersin Şehir Yazıları” adlı kitaptan bahsedeceğiz. Kitabın oluşmasında özellikle dernek başkanı Dr. Mustafa Erim’in katkıları yadsınamaz. Kitapta, dernek üyesi ve Mersin’de yaşayan, buraya gönül veren, bütün olumsuzluklara rağmen şehri seven, şehirden kopamayan 33 insanın yazıları yer alıyor. Eğitimci, edebiyatçı, yazar, kent tarihi araştırmacısı, müdür, doktor, sendikacı, müzehhibe, esnaf, akademisyen, iş adamı, gazeteci… toplumun farklı kesimlerinden bir araya gelmiş ama Mersin sevdasında birleşmiş 33 insan. “Mersin Şehir Yazıları” bu şehirdeki kültürel çölleşmeye bir damla yağmur olma gayesini güdüyor. Yazılardaki heyecan, endişe, sevinç, öneriler samimiyeti, içtenliği de yansıtıyor.

Kitabın önsözünde: “Bu şehre aidiyet hisseden ve bu şehirle gönül bağı kopmayan farklı meslek ve eğitim gruplarından olan otuz üç yazarın yazılarını ihtiva eden bu kitabın şehrimizin kültürel hayatına katkıda bulunması dileğimle.” deniliyor. Evet, kitap Mersin’le ilgili masa başında oturup kurgulanmış, farklı sosyo/politik kaygılarla yazılmış metinlerden oluşmuyor. Doğal, sıcak, amatör bir üslup bütün güzelliğiyle cümlelerden okuyanın zihnine akıyor. Aynı zamanda bir kent tarihi araştırmacısı Dr. Mustafa Erim’in Mersin’in tarihini anlatan yazısıyla başlıyor kitap. Erim’in verdiği bilgilere göre Yumuktepe ve Gözlükule’de yapılan kazılarla Mersin’in 9.000 yıllık bir tarihe sahip olduğu ortaya çıkmış. Bu yazıda Mersin’in tarihsel önemi bir kez daha vurgulanıyor. Doğu seferine çıkan Makedon Kralı İskender burada dinleniyor. Romalı Antonius ve Kleopatra burada bir araya geliyor. Çiçero valilik yapmış. Ashab-ı Kehef bu şehrin sınırlarında. Hristiyan teolog St. Paul de bu il sınırlarında yaşamış. Ayrıca Anamur’da Selçuklu Ak Cami, Mut’ta Karamanoğlu Lala Paşa Cami, mersin merkezde Osmanlı eski Cami...

Bir kamu kurumunda yöneticilik yapan ve aynı zamanda felsefeci olan Erol Özdemir, Mersin’e felsefi kavramlar etrafında bakıyor. Medeniyet perspektifi bağlamında şehri sorguluyor. Mersin’de bugün yaşanan ikilemleri, paradoksları, kültürel değişimleri bizim değer tasavvurumuzla batının değer tasavvuru arasındaki farklar temelinde ele alıyor. İslam tasavvurunun geri çekilmesiyle birlikte batı tasavvuru bizde de etkili oldu. Şehirlerimizi geleneksel kodlarla inşa etmek yerine cumhuriyet elitleri batılı değerler eşliğinde inşa etmeye başladılar. Bu da kültürün, ahlakın değişmesi ve bozulması sürecini getirdi. Ayrıca Özdemir Mersin’in kanayan yarası göç gerçeğine de vurgu yapıyor. Doğu’dan göçlerle birlikte şehrin hormonlu bir şekilde büyüdüğünü, birçok zıtlığın ve çelişkinin ortaya çıktığını ve bu çelişkinin toplumu yorduğunu belirtiyor.

Fatih Kısa yazısında tam da Özdemir’in kuramsal anlamda ele aldığı göç olgusunu bizzat yaşamış biri olarak somutlaştırıyor. 1984 yılında Erzurum’dan göç etmişler. İklim ve kültür olarak birbirine iki zıt şehir. İlk zamanlarda alışmakta çok zorlanıyorlar. Hatta Kısa’nın annesi “Bizi nereye getirdiniz? Ezan sesi bile yok!” diye sitem edermiş. “Bir Hasbihal” adlı yazısında Mersin’in esnaflarından Tahsin Boyraz çok duygusal bir üslupla içindeki Mersin’i anlatıyor. Mersin’i Kerem ve Aslı meselindeki Aslı’ya benzetiyor. Akdeniz Onun boynuna takılmış mavi bir gerdanlık. Toroslar zümrüt bir taç… Sendikacı Abdullah Çelik de yazısında Yeni Mersin’le Kadim Mersin’in hüzünlü karşılaştırmasını, muhasebesini yapıyor. AVM’lere, sentetik parklara, naylon yeşile mahkûm olan Mersin… Bir doğa harikası şehrin nasıl bir hilkat garibesine dönüştüğünü anlatıyor Çelik.

Mersin Şehir Yazıları” kitabında bir süre Mersin’de yaşamış olan Ömer Lekesiz’in de bir yazısı var. Şair Hasan Ali Kasır’ın da…

Mersin’deki Yörüklere ait bilgileri, yöreye özgü sözcükleri, deyimleri ve atasözlerini de barındıran “Mersin Şehir Yazıları” Mersin’i anlamak için önemli bir çalışma. Şehirde yaşayan ve yüzünü şehre dönenlerin kalemlerinden dökülen Mersin!..

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Dikkatler dağıldı, hafızalar tükendi

"Toplumsal bakımdan sadece hizmet alıcı şeklinde hareket ederek yurttaşlık haysiyetini yitiren kullanıcı, böylece toplumsalı ve toplumsallığı da yitirir. Bu artık eski bireyciliğin varoluşsal tecridi değil, mesajların boğduğu daha derin bir yalnızlık olacaktır."
- Henri Lefebvre (Gündelik Hayatın Eleştirisi, Sel Yay., Çeviri: Işık Ergüden)

Sosyal medya, kişinin herkesi kendi gibi gördüğü bir saha. Bu sahanın kendine has bir canlılığı olduğu gibi, diliyle ve kullanım biçimiyle de kullanıcının karakterinden farklı görünmesine sebep olan bir 'raconu' söz konusu. Sosyal medya üzerine konuştuğumuz her süreçte, yeni mecraların ya da yeni 'sanal cemaatlerin' hiç durmadan türediğini söyleyebiliriz. Sürekli bir akış, kendini yenileme var. Bu akış, bilgiyi(?) adeta taarruz hâlinde getiriyor ekranlara. Kendini yenileme durumu ise mecraların ne maksatla kullanıldığına bağlı. Ülkemizde bu sahayı çok iyi biçimde kullanan, sorumluluk sahibi 'kişiler' olduğu gibi, tamamen hamasete ve hedef göstermeye odaklı 'bireyler' de bir hayli fazla, belki de daha fazla.

Dominic Pettman'ın oldukça güncel olan Sonsuz Dikkat Dağınıklığı adlı kitabında; gündelik yaşamın kendine mahsus stresi, yoğunluğu ve dikkat gerektiren işleri içinde sosyal medyaya nasıl bakılmasına dair yazdığı makaleleri bir arada bulunuyor. "Mesajlaşma dışında hiçbir şey yoktur" başlıklı önsözünde kitlelerin bu yeni afyonu olan sosyal medyanın nasıl bir ağrı kesici olduğuna değiniyor Pettman. Hemen ardından "Kafesteki kuş neden öter bilirim" başlıklı uzun giriş yazısında, dikkat eksikliği bozukluğu gibi hastalıklardan kişinin silinen yükümlülüklerinden ve doymak bilmez 'bilgi' iştahından bahsediyor. Bu giriş yazısında yeni okumalar yapabilecek kitapları keşfetmek de mümkün. Özellikle Henri Lefebvre, Jean Baudrillard, Guy Debord gibi isimlerin kitaplarından sık sık atıflarda bulunuyor yazar. Korkunç olan, söz konusu sosyal medya olduğunda dikkatin ne yana doğru kaydığıdır ona göre: "Kafede oturmuş, dizüstü bilgisayarında çalışan bir kentliyi gözlemlediğimizde, Zen mertebesine ulaşmış biriyle karşılaştığımızı düşünebiliriz: gözünü bir an kırpmayan o dikkat hâli içerisinde neredeyse otistiktir. Fakat aynı ekrana gidip bakacak olsak, yine benzer şekilde hem kendinden geçmiş hem kıpır kıpır birkaç başka kişi arasında yazışarak, geçiş yaparak, atlayarak, tweet'leyerek, keserek, yapıştırarak ve emojiler kullanarak yönünü bulan kullanıcının pek çok sekme açtığını görmemiz olasıdır. Bakışı uzun fakat yüzeyseldir, sinemadaki (artık soyu handiyse tükenen) aklı başından gitmiş seyirciden farklıdır." [sf. 32-33]

Sosyal medya dediğimiz olguyu mecra esaslı düşünmek, türlü ruhsal çözümler için alan darlığına sebep olabilir. Mesela ansızın gelen "Sepetinizdeki ürünler sizi bekliyor!" başlıklı bir mail, sosyal medyadanın 'plansız planlılığını' işaret eder. Sanki her şey olağan akışındaki gibidir ama aslında hiç de öyle değildir. Pettman bunu oldukça iyi yakalamış: "Kimimiz iktisadi adaletsizlikten ya da iklim değişikliğini reddedenlerden ötürü köpürürken, kimimizin sevimli bir kedi videosu karşısında kıkır kıkır gülmesi son derece planlıdır. Tıpkı (iki saat sonra) tersinin yaşanmasının da planlı olduğu gibi. Böylelikle gerçek toplumsal değişimin asıl itici gücünü oluşturan o bulutsu infial duygusu, enerji şirketlerinin akımda oluşabilecek tehlikeli dalgalanmaları önlemek için elektriği ülke çapında dengelemesine benzer biçimde, ağ üzerinde güvenle yeniden yönlendirilebilir. Dolayısıyla bu stratejik olguya "hipersenkronizasyon"dan ziyade hipermodülasyon diyebiliriz. Yahut da söylemesi daha kolay bir ifadeyle, kasti uyumsuzluk. Verimli gecikme. Yalpalayan oyalanma." [sf. 33]

İlerleyen bölümlerde Pettman, daha sonra sıklıkla vurgu yaptığı kimi kendine ait kimi de diğer düşünürlerden devşirme kavramlarla hem ebeveynlere hem de bu gölgesi bol mecraları çözmek isteyenlere sesleniyor. Sel Yayıncılık tarafından neşredilen 126 sayfalık kitabın diğer bölümleri şöyle sıralanıyor: Hipermodülasyon (ya da dijital haletiruhiye halkası), senkronizasyon istenci, algoritmanın köleleri, muzır içeriğe dikkat: fappening ve dikkat dağıtıcı başka erotik şeyler, sonuç: tek boynuzlu atın peşinde.

Hafızanın neredeyse yok olup onun yerine anımsamanın geçtiği, dolayısıyla bunamanın da yalnız bir hastalık olarak değil erkenden karşılaşılan ciddi bir düşman olduğu çağda, mahşerin dört atlısını şöyle sıralıyor Pettman: Zorunluluk, dikkat dağılması, erteleme ve bağımlılık. Bu dörtlü, hepimizi 'yüksek maaşlı kadroların ellerinde' birer pazarlama aracına çeviriverir. Hiçbir ücret almadan ve vermeden yazıp çizdiğimiz, internete saldığımız mesajlar, hiç bilmediğimiz yerlere birer reklam olarak gidebilir. En sarsıcı gerçeklerden biri de şu: Toplumsal vicdan gereği imzaladığınız eylem planı, herhangi bir satış sitesi için yıllarca çalışılsa ortaya çıkarılamayacak, aranan bir veritabanı olabilir. Yani siz ağaç katliamına karşı imza atarken, yarın öbür gün önde gelen not defteri markalarından biri size uçuk fiyata 'çok sevimli' defterler sunabilir. İşte bu da sosyal medyadaki dikkat dağınıklığının, yani dikkati oraya buraya gönderip geri getirmenin 'sağladıklarından' biridir.

"Ağ üzerine yüklediğimiz anda düşüncelerimiz, konuşmalarımız, anılarımız ve izlerimiz başkasına ait olur, onlara el konulur. Yüzlerimiz etiketlenir ve veritabanına aktarılır. Tüm etkileşimlerimiz, herhangi bir kalıba dayanmayan başka iletişim biçimlerinin olduğunu unutmamızı sağlamak için giderek daha kısa aralıklı muazzam bir geri-besleme döngüsü içerisinde ele geçirilir, yönlendirilir, yeniden işlenir ve tekrar bize iletilir. Bu açıdan bakıldığında fikrimizi değiştirmeye başlayıp sosyal medyanın en doğru tasviri ya da alegorisinin Cıvıldayan Makine değil de The Human Centipede (İnsan Kırkayak) filmi olduğunu düşünebiliriz: başka hiçbir yerden nefes ya da besin alamayacak şekilde birinin ağzı öbürünün anüsüne dikilmiş, önündeki erkek veya kadının türlü çeşit ifrazatını yutan, ne yaptığından habersiz dehşet verici bir insan zinciri." [sf. 94]

Charlie Chaplin, hayatı yakın plandan bakıldığında trajedi, uzak plandan bakıldığında komedi olarak nitelendirir. Sosyal mecralarda akan verilere ciddi bir bakış attığımızda şöyle bir durumla karşılaştığımızı söylüyor Pettman: Bin kere büyütülmüş matrak ve kötü bir buluşma, kitlesel çapta gerçekleşen bir duygusal mühendislik, sinik ve hayat köreltici hesaplamalar.

Bilginin ve dolayısıyla bilmenin nasıl bir evrim geçirdiği aşikar. Enteresan biçimde Henri Lefebvre'nin on yıllar öncesinden yaptığı yorumlar birer birer çıkıyor. O, tüm okurlarına "Bilmek artık kavramlar kullanmak değil. Sadece enformasyonu almak ve belleğe kaydetmektir. Bilmenin yerini alan enformasyon, düşünceyi ortadan kaldırır ve pozitif bilgiyi, yaşantının dışında kalan, yığılan, biriken, unutulmadan belleğe kaydedilen şeye indirger" der. Geriye kalan şey ise hatırlamak değil, anımsamaktır. Çünkü hatırlamak insana, anımsamak kullanıcıya (user) mahsustur. Bu yüzden kullanıcı her bir mecraya dalışında (login) mutlaka "beni hatırla" der (remember me), "sakın unutma çünkü ben sadece anımsamaya programlıyım!" demiş olur böylece. Uzaktan bakınca korkunç değil mi? Adımız, doğum tarihimiz, yaşadığımız yer hepsi internette bir yerlerde -şimdi bulut deniyor ki o daha da korkunç- kayıtlı. Hatta kredi kartı numaramız ve şifremiz de. Neticede biz onay vermişizdir ve kaydet (save) demişizdir. Her şeyimi kaydet, sakla ve benim yerime hatırla!

Sosyal medyayı sık kullanmanın bilhassa kadın psikolojisine çok iyi geldiğine yönelik araştırma sonuçları var. Yine, sadece kendi fotoğrafını çekebilmek (selfie) için vücuduna üçüncü bir uzuv eklemiş yepyeni canlı türleri de var. Baudrillard'dan atıfla, bir "iç zehirlenmesi" denebilir sosyal medyanın bütününe. Dikkatten uzak, kendi kendinin yobazını üretebilen koca bir mekân sosyal medya, hatta birbirinden farklı cemaatler birleşimi.

Bitirken Zygmunt Bauman'ın "Cemaatler: Güvenli Olmayan Bir Dünyada Güvenlik Arayışı" kitabından bir paragraf aktarmak istiyorum. Buradaki cemaat kelimesini/kavramını, sosyal medya olarak okumayı deneyin (zannedin) derim:

"Her şeyden önce, cemaat “sıcak” bir ortamdır, keyifli ve rahat bir yerdir. Şiddetli yağmurda altına sığındığımız bir saçak, dondurucu soğukta içinden çıkmak istemediğimiz şömineli bir oda gibidir. Dışarıda her çeşit tehlike pusuda beklemektedir; dışarı çıktığımızda tetikte olmamız, kiminle konuştuğumuza, bizimle konuşanın kim olduğuna dikkat etmemiz, her an dikkatli olmamız gerekir. Cemaatin içindeyken gevşeriz; güvendeyizdir, burada karanlık köşelerde beliren tehlikeler yoktur."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf