"Her çocuk gördüğü ilk adaletsiz muamelede bundan etkilenir. Çocuğun senle ilgili olarak ve kendini sana emanet ederken inandığı tek hak vardır: Adil muamele görmek. Ona adaletsizce davrandığınızda yine sizi sevmeye devam edecek ama artık asla aynı çocuk olmayacaktır. Kimse karşılaştığı ilk adaletsizliği atlatamaz."
- J. M. Barrie, Peter Pan
Utanç duygusu, içinde çocukluğu yaşatanlara mahsustur. İçindeki çocuğu öldürmeyen, çocukla çocuk olmayı bilenler ve çocukları her koşulda sevenler utanmayı da bilirler, utandıranları pişman etmeyi de. Çünkü çocukluk aynı zamanda keskin bir zeka, beklenmedik anda beklenmedik şeyi yapma hâli, hayatın gizlerini ve meraklarını hayret makamının tam içinde besleme donanımıyla muazzam bir dönemdir. Dolayısıyla bugün, dünyamızda en büyük eksiklik çocukların dört duvar arasına kapanması ve diyalogdan uzak tutulmalarıdır, yani "adam yerine" konulmamaları...
Yanlış anlaşılmasın, bir çocukluk kitabından falan bahsetmeyeceğim, sadece Susan Neiman'ın Türkçeye çevrilen ilk kitabı Ahlâki Açıklık'daki utanç bahsi beni çok etkilemişti. Bir yetişkin ve çocuk arasındaki ahlâki farkındalık üzerine çok düşündürmüştü. "Yetişkin İdealistler İçin Bir Kılavuz" alt başlığı seçilen o kitaptan bir paragraf: "İyilik ve kötülük dili, sömürülmeye açıktır zira sahip olduğumuz en güçlü dil odur. Bu dili bilemeli, inceltmeli ve keskinleştirmeliyiz. O olmadan hareket etmeye kalktığımızda kendimizi sakatlamış oluruz. Bu noktada en etkili ahlâki silahımız utanç dilidir."
Nagehan Tokdoğan'ın çevirdiği ikinci kitap olan "Niçin Büyüyelim?"de alt başlık şöyle: Çocuksu Bir Çağ İçin Altüst Edici Düşünceler. İlk kitabın içeriği oldukça genişti, 500 küsur sayfa. Yine İletişim Yayınları'nca neşredilen ikinci kitabında daha kısa bir yol izlemiş Neiman fakat 208 sayfaya sığdırdığı şeyler oldukça iddialı. Kitap dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde "Tarihsel Kaynaklar" üst başlığıyla aydınlanma tarihinin efsanesi Rousseau'nun adımları takip ediliyor. Rousseau bu metinlerle neredeyse yeniden yorumlanmış oluyor. "Bebeklik, Çocukluk, Ergenlik" başlıklı ikinci bölümde Arendt'in doğuş, dünyaya geliş fikirleri yazara yoldaşlık etmiş. Üçüncü bölümde "Yetişkin Olmak" bahsine değiniyor Neiman. Burada eğitim, seyahat ve iş hayatında, kitabın önsözündeki şu sorusunu Kant'ın yardımıyla açıyor ve açıklıyor: "Acaba felsefe bize olgunlaşmanın teslim olmakla, tevekkülle eşdeğer görülmediği bir model bulmakta yardımcı olabilir mi?"
Son bölüm "Niçin Büyüyelim?" sorusunun cevabını barındırıyor. Belki de barındırmıyordur. Yazar burada biraz da okuyucuyu yoruyor haklı olarak. Çünkü öyle bir yolla bu bölüme ulaşıyor ki o zihin yolculuğundan sonra bir neticeye varmak okuyucuya kalıyor. Eh, bir zahmet kalsın... Evvela, Neiman için büyümek neye denir, nasıl yorumlanmalıdır ve en temel vasfı nedir gibi soruların bir cevabı olarak kitabın hemen başından şu alıntıyı aktarmalıyım:
"Büyümek, bilmekten ziyade cesaret etmekle ilgili bir meseledir:
Dünyaya ilişkin tüm bilgiler bir araya gelse, yargıda bulunma yürekliliğini ikâme edemezler. Yargıda bulunmak,
öğrenilebilir bir şeydir -genellikle bu işi iyi yapanları
gözlemleyerek öğrenilir- fakat öğretilemez. Bu husus önemlidir
zira bizi sahiden harekete geçiren soruların hiçbirinin
cevabını bir kurala bağlı kalarak bulamayız. Cesaret yalnızca
kendi yargınıza güvenmeyi öğrenme meselesi değil, devletinizin,
komşunuzun ya da en sevdiğiniz film yıldızının yargılarına güvenmeme meselesidir de. (Elbette devletiniz, komşunuz ya da en sevdiğiniz film yıldızı bazen haklı da olabilir
ve iyi bir yargıda bulunma yetisi, sizin bunu da teslim etmenizi
gerektirir.) Daha da mühimi, cesaret hayatımızın içinden
geçen yarıklarla birlikte yaşamayı da gerektirir. Bu yarıklar
ne denli büyük olursa olsun, aklın idealleri bize dünyanın
nasıl bir yer olması gerektiğini; deneyim ise dünyanın
olması gerektiği gibi bir yer olmadığını söyler durur. İşte büyümek -ikisinden de vazgeçmeden- bu ikisi arasındaki uçurumla
yüzleşmeyi gerektirir." [sf. 14-15]
Neiman ilk bölüm boyunca, Rousseau'nun bir çocuğun nasıl büyüdüğünü toplumsal bazda ele aldığı Emile adlı eserini tetkik ederek konuşuyor. "Birer yetişkin olmak için yaratıldık, fakat yasalar ve toplum bizi çocukluğa geri yolladı." diyen Rousseau'ya, adalet arayışının önemini de ekleyerek destek çıkıyor yazar. Şu pasaja çok dikkat: "Oğlum on bir on iki yaşlarındayken okuldan eve gelip bir öğretmenin kendisine adaletsiz davrandığını söyledi, olayın ayrıntılarını dinlediğimde ona hak verdim ve şöyle söyledim: Bu, senin üzerinde iktidara sahip olan birinden göreceğin yegâne adaletsiz tavır olmayacak. Karşındaki kişi kendini tehdit altında hissediyor olabilir, seni kıskanmış olabilir ya da basitçe yorgun olabilir. Ona dalkavukluk eden ya da karşısında iki büklüm duran bir çocuğu ya da çalışanı tercih edebilir. Okulda öğrenmen gerekenler sadece okumak, yazmak ve toplama-çıkarma yapmak değil, bu deneyimlerle -kendini kaybetmeden- nasıl baş edeceğindir. Kurduğum denge doğru muydu acaba? Adaletsizlikle bunca karşılaşmanın ardından, onun yaşadığı öfkeyi paylaşamıyordum tabii. Ama çocuklarımızın adaletsizlik karşısında farkındalıklarının gelişmesini isteriz, perişan olmalarını değil." [sf. 73-74]
Ezilen ülkelerin tamamında bir çocuğun yüzüne baktığınızda duygulanıyorsanız bunun sebebi o çocuğun size daha dokunaklı gelmesidir der, De Beauvoir. Böyle çocuklar bizde dünyaya ayak diremenin, umudun, bir gelecek tasavvurunun adı ve adımı olur. Öyle değil mi? Bugün bebeklerin mucizevi bir varlık olduğunu düşünmeyen var mıdır? Yoktur kanaatimce. Çünkü onun önünde geniş bir zaman vardır ve ömrünüz yettiğince bu zamana eşlik edip varlığını nasıl anlamlandırdığına, nasıl yorumladığına tanıklık ederiz. Arendt bu durumu çok güzel anlatır. Bebek için ve hatta belli bir yaşına kadar çocuk için, dünyanın her parçası muazzam bir merak alanıdır. Şaşırmanın, üzülmenin, merak etmenin, gülmenin ve ağlamanın en dolu zamanlarına sahiptir bebeklik ve çocukluk. Neiman, bazı şeylerin kuru ve bazı şeylerin ıslak olmasının bizim için ne kadar doğal olduğunu hatırlatırken, bu doğallığı en doğal duygularla yaşamayaşımızın çocukluğun da ölümü olduğunu söyler. Haklıdır. Biz bu "rutinleşmiş doğallığı" terk edip onun yerine bebeğin ve çocuğun duygularına eşlik etsek, hiç değilse karşılık versek, güven kavramının gelişiminde hem aktif bir rol oynamış hem de iyiliğin-kötülüğün ne olduğuna dair somut örnekler vermiş oluruz. Bu konuda psikolog Erik Erikson'u hatırlatıyor Neiman: "En mutlu bebeklerin bile yaşamaktan kaçınamadıkları bir travma olan diş çıkarmadan bahseden Erikson, buna bebeğin dünyasına iyilik ve kötülüğün girdiği ilk olay olarak dikkat çeker. Bebeğin dişi, tam da onun için bir haz kaynağı olan ağzının içinde patlak verir. Daha da kötüsü, diş çıkarırken yaşadığı acı yalnızca bir şeyleri ısırmaya çalıştığında yatışır -ki bu da annenin emzirirken geri çekilmesinden başka bir sonuç doğurmaz." [sf. 83]
Kader bizleri yöneticilere biat ederek bunun sonuçlarına da katlandığımız bir zaman sürükledi, demiş Thrasymachus. Ne zaman? Milattan önce 400'lü yılların ortalarında. "Ve şimdi konuşmak zorundayız" diye de devam etmiş. Buradaki konuşmanın, ama sağlıklı konuşmanın en büyük yardımcısı da hiç şüphesiz kuşku. Kant bu yüzden kuşkuculuğu "zorunlu bir istirahatgâh" olarak gösteriyor. Kant için kuşkucu kişi; dogmatik akıl yürütenlerin, kavrayış ve akıl hususunda sağlıklı bir eleştiri geliştirmeleri yönünde onları zorlayan bir amirdir. Neiman şöyle diyor: "Mutluluğun bir hak olduğu fikri, boş bir hayal değil aklın bir talebidir, sonuçları ise devrim niteliğinde olabilir. Walter Benjamin, Kant sonrası dönemde ortaya çıkan Hegel gibi düşünürlerin akıl ve doğayı, olanla olması gerekeni bütünleştirme çabalarına bakarak "son anda ikiciliğin dürüstlüğünden kendini kurtarmak isteyen" bir bilinçten söz ederken, başka şeylerin yanı sıra bunu kastediyordu. Böylesi bir dürüstlük cesaret gerektirir zira akıl ile doğayı bir araya getirmenin olanaksızlığı, gerçekten bilmeyen isteyeceğimiz bir hakikat değildir." [sf. 118-119]
Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi adlı kült eserinin Neiman'ı nasıl etkilediği kitabın sonlarındaki paragraflarda sık sık kendini belli ediyor. Özellikle hayatı ve düşünce dünyasını yargılamak, kuşkuyla yargılamak. Böylece hayatın zorluklarına en azından mütevazı çözümler bulabilmek. Kendince ve özgürce. Bunun için de çocuk yürekliliğini daima tutmak gerekiyor ruhta. Neiman hatırlatıyor; The Who adlı rock grubu "Yaşlanmadan ölmeyi umut ediyorum" sözü basit ve kendi nesillerine ait bir yaşam anlayışı değil. Kadim bir duygu. Zira bu sözün ilk hâli milattan önce 2500 yılında Mısır'da yaşamış olan filozof-şair Plathotep'e ait imiş.
Çocuk kalabilme cesareti belki de çağın en büyük erdemi. Kitap nasıl başladıysa öyle bitiyor, ama güzel bir soruyla: "Cesaret, rüşt kazanmamızı engelleyecek bütün güçlere karşı koymak için gereklidir zira gerçek yetişkinler ekmek ve sirkle pek de uzun süre oyalanamazlar. İncik boncukla ilgimizin dağıtılmasına izin vermeyecek yahut deneyimsizlikten dolayı cesareti kırılmayacak durumdaysak, etrafta olan biteni daha iyi görebilir ve dile getirebiliriz. Bizler derken hepimizi kastediyorum, bu kitabın yazarı da dahil. Bu, daimi bir devrim sürecidir. Kim toplayacak bunun için cesaretini?" [sf. 204]
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
10 Temmuz 2017 Pazartesi
Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var
“Sana ruh hakkında soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir."
- İsrâ / 85
“Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu ândan ibaret."
- Sezen Aksu
Klasikler deyince çoğu insanın aklına kalın, ciltli, kiloya vurduğumuzda epeyce ağır kitaplar gelir. İçinde gizli bir sürü cevher yattığını biliriz ama okumak gözümüzde büyür. İçinde bulunduğumuz çağda iletişim çok hızlıdır ancak bunun yanında ruhla benlik arasındaki ilişki de şiddetli bir erozyona uğramaktadır. Zira çağın insanı özü aramaktan uzaktadır. Tanpınar’ın deyişiyle ölümden korkmakta ama günlerinin de hızlı bir şekilde geçirmek arzusundadır. Sonsuzluğa erişmek için avans olarak verilen zamanı hebâ ederek boşluk sarmalına dolanıp kalmıştır. Boşluğa dolanmıştır çünkü bedenen varlığı külfet verir insana. Teklif edilen emaneti reddeden göklere, yere ve dağlara aldırış etmeden yüklenen insanın dünya yükü ağırdır. Bu yükü taşımaya başladığı andan itibaren yaşamak zûl gelir çünkü sonu olan bir dünyada sonsuzluğu aramak, insanın yaratılış amacıdır. Dostoyevski’nin değişiyle: “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.”
Bâb-ı Aziz’in anlattığı hikayeye göre; yaratılan ruhlar kadar Allah’a ulaşan yollar vardır. İntiharı reddedip bu yükü taşımaya gönüllü olan insan, bu yol üzerinde denk geldiklerine muhabbet duyar. Dostoyevski’nin, Rilke’nin, Kazancakis’in, Tarkovski’nin, Bergman’ın, Kieslowski’nin eserlerinin bu kadar evrensel bir niteliğe bürünmesi de bundandır. Çünkü onlar hakikatin ayrı yüzlerini keşfetmişler ve bu keşiflerini ruhun dirilişine sebep olacak eserlere dönüştürmeyi başarabilmişlerdir. Kendi iç dünyasında aradığı Tanrı’yı bu eserlerin altyazılarında bulan okuyucu için bu eserler, hem aşılacak yeni bir merhale hem de atlanacak yeni bir paye olmuştur. Zaman tükenmeye mahkumdur, ruhun dirilişi yoksunluk ve yalnızlıkla keşfe kadirdir. Yani insan acziyetini keşfettiği ölçüde Tanrı’ya yakınlaşmış olur. Andre Gide'in Dostoyevski için yazdığı kitabından öğrendiğimize göre, yazar öldüğü yıl, ilk kez mektup yazdığı Mlle N.’ye şöyle demiştir: “Yazar olarak, pek çok kusurum bulunduğunu biliyorum, çünkü ilkin ben kendim, hiç hoşnut değilim kendimden. Kendi kendimi tarttığım bazı anlarda, çoğu kez, sözcüğün tam anlamıyla, anlatmak istediğimin ancak yirmide birini anlattığımı ve belki de hiç anlatamadığımı saptadığıma inanabilirsiniz. Beni kurtaran şey, Tanrı’nın bir gün bana o kadar güç ve esin göndereceği ve benim de kendimi daha noksansız olarak anlatabileceğim, kısacası yüreğimdeki ve hayal gücümdeki her şeyi ortaya koyacağım konusunda beslediğim alışılmış umut’dur."
İyi yazar için her okurun kendine has bir tanımı vardır, zira okumak şifadır. Dolayısıyla okuyucu kendine iyi gelen üslubu okur. Bana göre iyi yazar, okuyucuyla eserini baş başa bırakan, kendini aradan çıkarmayı başaran yazardır. Öğretici ya da didaktik bir üslupla değil; kişide kendi kendine konuşuyormuş hissini uyandıran yazar, kelimelerle okuyucunun röntgenini çeker. İçini açar, onu kendisiyle baş başa bırakır.
İş Bankası Yayınları'ndan çıkan Suç ve Ceza'nın önsözünde Dostoyevski için şu ifadeler yer alır: "Rus edebiyatının büyük yazarlarından olan Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da dünyaya gelir. Orta sınıf bir aileden gelen yazarın babası, yoksullar hastanesinde bir cerrahtır. Dostoyevski ilk eğitimini ailesinden alır. Romanlarının hepsinde ailesinin çektiği sıkıntıların ve tanık olduğu yoksulluğun etkisi görülür. 20 yaşında askeri öğrenci olarak okuduğu Petersburg mühendislik okulunu bitirir, ancak bir yıl askeri mühendis olarak çalıştıktan sonra istifa eder. Hemen sonra edebiyata atılır ve 1846 yılında İnsancıklar kitabı yayımlanır, kitap büyük ilgi toplar. Daha sonra Suç ve Ceza’da daha parlak biçimde dile gelecek olan, yazarın yoksul, umarsız insanlara ve hayatın trajik yanlarına karşı duyduğu büyük ilgi ve duyarlılık, daha ilk yapıtlarında kendini göstermiştir. 1847 yılında yazar, ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubuna girer. Ancak 1849 yılında Dostoyevski ve grup üyeleri çarın emriyle tutuklanırlar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonucu idama mahkûm edilirler. 22 Aralık 1849 günü kurşuna dizilmek üzere direklere bağlanırken, cezalarının bağışlandığı ve dört yıl kürek, beş yıl sürgüne çevrildiği haberi gelir." Bu anda yaşadığı ıstırabı yazar, Budala romanının başkahramanı Prens Mışkin’in ağzından şöyle anlatır:
“Bakın ne diyeceğim? Siz de aynı şeyi düşündünüz, herkes öyle düşünüyor… Giyotin denen makine de bunun için icat edilmiş. O zaman bir fikir gelmişti aklıma: Ya böylesi daha kötüyse? Komik geliyordur bu size, tuhafınıza gidiyordur. Ama bazen böyle şeyler geliyor insanın aklına işte. Düşünsenize: Ya işkence etseler? O zaman acı çekersin, yara bere içinde kalırsın, bedenin acıyla kıvranır. Ama bütün bunlar ruhsal ıstıraptan uzaklaştırır seni. Ölünceye kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. Ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. En önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukardan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun… İşte saniyenin o dörtte biri olan o süre en korkuncudur… Biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. Çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? Buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncelerimi. Cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. Mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar kadar korkunçtur. Haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Son ana kadar kaçıp veya yalvarıp kurtulabileceğini umar. Oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. Bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. İçinde korkunç bir ıstırabın bulunduğu bir karar. Savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı yere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının, buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra “Hadi git, bağışlandın.” denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu… Bu acıyı da, dehşeti de İsa anlatmıştır. Hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!"
Dostoyevski, Budala’yı 1868 yılında, Suç ve Ceza ile Karamazov Kardeşler’in arasında yazmıştır. Yani Raskolnikov’un, kendince biri suçlu diğeri suçsuz iki kadını öldürmesinden sonra, İvan Karamazov’un da ahlak yoksunu olan babasının cinayetini planlamasından önce, yani iki cinayet arasına yazmıştır. Burada Raskolnikov’un iki farklı yanına atıfta bulunulabilir: biri, iki insanı baltayla kafalarına vurup öldüren câni yanı, diğeri ise masum bir çocuğu yangından kurtarmak için alevlerin içine atlayan merhametli yanı. Aslında her insan kendi muhtevasında böyle çelişkiler barındırır. Dostoyevski’nin ustalığı ise bu iki zıt kutup arasında nakış dokuması ve okuyucuyu psikolojik gözlemlerle kendi iç dünyasına ışık tutmak zorunda bırakmasıdır. Yeryüzünde 4 ayrı çatışma vardır, diğer tüm çatışmalar bunların türevidir. Birincisi; kalple akıl arasında, ikincisi; kadınla erkek arasında, üçüncüsü; işçiyle iş veren arasında, dördüncüsü ise vatandaşla hükümet arasında. İki taraf da kendi hakkını kollamak ve daha çok yetkiye sahip olmak ister. Bunu gerçekleştirmek için suç işler. Bu durum, Durkheim’ın “Suç, toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır.” tanımını desteklemektedir. Ancak Raskolnikov, suç tanımına başka bir yorum getirmiştir ve bunu cinayetten önce yazdığı bir makalede insanların iki gruba ayrıldığını söylemiştir. Birinci grubun alelade bir çoğunluk olduğunu ve hiçbir fevkaladeliğinin bulunmadığını ancak ikinci grubun deha olmaları sebebiyle dünyayı değiştirmek uğruna işledikleri suçların günahının olmadığı beyan etmiştir. Onlar için, iyi şeyler uğruna, şimdinin yıkılması için suç işlemek bir gereklilikse, bunu vicdan rahatlığıyla yerine getirebilirler. Newton ya da Kepler’in buluşlarının ortaya çıkmasına engel olan, bunların önünü tıkayan, insanlığa ulaşabilmesi için mani olan bir, on, yüz ya da daha çok kişiyi ortadan kaldırmasına hakkı vardı, hatta bu onlar için bir zorunluluktu. Yani suç işlemek için asil bir sebebi olanlar, suç işlemekte özgürdürler. Cahit Zarifoğlu bu tanıma ithafen Raskolnikov için “Şiddetli bir allah ağrısı çekmektedir.” demiştir. Bu kitaptan iki yıl sonra yazdığı Budala romanında ise, bu zeki ve kafa tutan karakterin tam tersi bir kahramanla karşı karşıya kalırız. Budala sözlük anlamıyla; zekâ yönünden geri, aptal demektir.
Burada budala sözcüğüyle kastedilen, Prens Mışkin’in zeka yönünden geri olması değildir. Toplum tarafından, alışılmadık derecede dürüst, inançlı ve iyi yürekli olması sebebiyle garip karşılanan bir karakterdir, yani gerektiğinde suç işlemeyi revâ gören Raskolnikov karakterinin tam zıttı bir karakter. Bir tarafta ifrat, bir tarafta tefrit. Dostoyevski bir nevi Suç ve Ceza’yı yazarak içindeki bir cinayeti ortaya çıkarmış, Genç Werther’in Acıları’nı yazmakla binlerce genci intihara sürükleyen ancak kendisini intihardan kurtaran Goethe’nin izinden gitmiştir, denilebilir. Burada Dostoyevski’nin romanı yazdığı yıllardaki sosyal durumuna değinmek gerekir. Suç ve Ceza’yı yazdıktan bir yıl sonra, yani 1867’de, 46 yaşındayken Snitkina’yla evlenir ve hem alacaklılarından hem de yardım isteyen aile efradından kurtulmak üzere karısıyla yurtdışına çıkar. Rusya’dan uzakta geçirdiği dört yıl, sefalet ve yoksulluk içinde ülkeden ülkeye dolaşmıştır. Tüm bu zorluklara, sara nöbetlerine, saplantı haline gelen kumar tutkusuna, ilk çocuklarının trajik ölümüne katlanan genç karısı, ona olan bağlılığını yitirmeden aşkın sorumluluklarını yerine getirir. Romanın kahramanı Prens Mışkin de, tedavi gördüğü İsviçre’den, elinde sadece bir giysi çıkınıyla Petersburg’daki uzak akrabası Lizaveta Prokofyevna ve general olan eşini görmek üzere Yepançinlerin malikanesine giden bir sara hastasıdır; hikaye böyle başlar. Kitap aslında bir aşk romanıdır, yazar başkahraman olarak seçtiği sara hastasıyla toplumun iki yüzlülüğünü gözler önüne sermekte, böyle bir toplumda dürüst olmanın “budala”lık olduğunu belirtmektedir. Yani Dostoyevski romana kendi kaderinden detaylar vermiş, aynı zamanda geçirdiği sara nöbetlerini de dile getirerek benliğini keşfettiği anları kelimelere dökebilmiştir. Nöbetlerin başladığı anlar, bilinçle bilinçaltı arasında bağlantı kurduğu zamanlardır ve o anki coşkunluğu kitapta şöyle yer verir:
“O anda aklına gelen şeylerden biri de sara bunalımlarıydı. Eğer sara nöbeti uyanıkken gelmişse, nöbetin başlamasından biraz önce, içini kaplayan sıkıntının, tedirginliğin, bunaltının arasında zihni bir anlık silkinmelerle canlanır, içinde büyük bir yaşama isteği belirirdi. Bir şimşek gibi parlayıp sönen bu kısacık sürede yaşadığını hissetmesi var olduğunun bilincine ermesi on kat artardı. Bütün benliği pırıl pırıl aydınlanırken heyecanı, kuşkuları, tedirginliği yatışır; içini sevinç dolu bir huzur kaplardı. O anda umutlarla dolup taşar, içinde her şeyin en doğrusunu yapmış olmanın dinginliği yer alırdı. Fakat bu anlar, bu coşkunluk, sara nöbetinden önceki son saniyenin (hiç bir zaman bir saniyeden fazla sürmezdi), sadece bir önsezisi gibiydi. Ama dayanılmaz bir saniyeydi bu.
Sonra kendine gelip de bu saniyeyi düşündüğü zaman şöyle söylerdi: ‘Çevremdekilerin ve kendimin bilincine varmadaki bu netlik, aydınlık, yani ‘başımın göklerde oluşu’ bir hastalıktan, normalin çarpıtılmasından başka bir şey olamaz. Öyleyse bu durum yaşamın doruğu değil, belki de uçurumun dibi sayılmalı.’ Böyle düşünmekle birlikte sonunda şu çelişik sonuca varırdı: ‘Kendime geldikten sonra anımsayıp gözümün önüne getirebildiğim o bunalım öncesi an madem bu kadar tatlı, hoş; madem bu an bana daha önceden tatmadığım, hatta aklıma getirmediğim doygunluk, çevreyle uyumluluk, huzur duygusu veriyor; içimi derin bir yaşama umuduyla birlikte ibadet coşkunluğuyla dolduruyor; öyleyse bunun bir hastalık, anormal bir gerginlik olmasının ne önemi var."
Aslında bu kadar net ifade edebildiği, benliğinin doruklarına vardığı; sara nöbetinden önceki saniye için şuurlu bir biçimde: “Bu an için bütün yaşamımı verebilirim!” dediğine göre, bu anın gerçek müptelasıydı. Belki bu durumu bu kadar açık seçik yaşamasından, kumara olan tutkusuna da pay çıkarılabilir. Bakara Suresi’nin 219. ayetinde şarap ve kumara ithafen: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” buyurulmaktadır. Yani ikisinde de zihni bir müddet kapama ve bu oluş içerisinde alınan haz olarak anlaşılabilir. Ancak Dostoyevski’nin bahsettiği coşkunluk, insanın zihnini karartan, ruhunu bayağılaştıran uyuşturucuların yarattığı etki değildir. Çünkü hastalığı geçtikten sonra her şeyi tüm berraklığıyla anımsamaktadır.
Kitabın başkahramanı salt iyiliği temsil eder, bu yüzden de hor görülür. Çünkü toplumun bilincinde böyle bir saflığa yer yoktur. Dostoyevski toplumun bu kanısına karşı eleştirilerini dile getirir. Milli bir bilince sahip olmayan Rusların, her şeye sonuna kadar inanabildiğini savunur ve bu da Rusların inançsızlığa dahi sonuna kadar inanabilecek insanlar olduğunu ifade eder. Halbuki Prense göre insanlığın kurtuluşu, Bergman’ın dediği gibi utançla mümkündür. “Ruhun temizlenmesi için en iyi yol, insanın geçmişini pişmanlıkla hatırlamasıdır."
Rus toplumunda görülen hiyerarşik düzeni de kitabında işleyen Dostoyevski’ye göre toplum üçe ayrılmıştır: birincisi burjuva sınıfı, ikincisi bu tabakadan pek çok tanıdığı ve ve buraya yükselmeye çalışan orta sınıf ve bu iki sınıfın da hor görüp burun kıvırdığı en alt sınıf. Lebedev ve Hippolit gibiler bu sınıfı temsilen romanda yer almaktadır.
Dostoyevski kitapta aslında büyük bir aşkı işlemiştir; bu aşkın en büyük kahramanı ise Nastasya Filippovna’dır. Ancak olay örgüsü ve psikolojik tahliller sebebiyle aşk arka planda yer almaktadır. Filippovna güzelliğiyle romandaki tüm erkek karakterlerin başını döndürmüş, olgunluğuyla herkesi mest etmiştir ancak kendini mutluluğa layık görmemektedir. Bu karakterinin farkında olan Filippovna zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran bir utancı taşıyan karakter olarak kitapta yer alır. Aglaya İvanovna ise, yaptığı ani hesaplarla olayların seyrini değiştirerek zeki ve şımarık bir karakter olarak karşımıza çıkar. Burada, yazarın bir önceki kitabının kadın kahramanı Sonya ile kıyaslandığında kadın karakterler daha soylu ve güçlü olarak karşımıza çıkar. Prensin usturuplu fikirlerine en yakın karakter ise generalin karısı Lizaveta Prokofyevna’dır.
Kitabın sonunda ise kötü bir son beklemektedir okuyucuyu. Öyle ki, hem iyi ki okudum hem de keşke okumasaydım yargılarının arasında çıkmaza düşer. Kendini sorgulama ihtiyacı hisseder. Acaba Prens kadar saf mıyım, yoksa toplum beni de mi esir almıştır? Ben Prens Mışkin’i tanımadan önce Dostoyevski’nin üç kitabını okumuştum, üç kitabında da Haneke'nin Beyaz Bant'ındakine benzer biçimde türlü felaketlerle iç içe kaldım. Suç ve Ceza'yı okurken, kendisi çok nüfuslu bir kişi olan komşumuz vefat etti ve ardında 10 trilyon borç bıraktı. Ailesinin feryatları kulaklarımda, perişan oluşu gözümün önünde cereyan ederken kitapla muhatap olmuştum. Yeraltından Notları okumadan evvelse kız arkadaşım terk etti. Ne dertten anlayan insan vardı, ne de söz dinleyen. Kimsesizliğin koyusunu, yalnızlığın gayyasını boylamıştım. Karamazov'ları okurken ise 23 yıllık evimizden yeni taşınmıştık ve koparılamayan gönül bağlarından ötürü annemin travmalarını avutmak zorunda kaldık. Yani romanları okurken Raskolnikov'u karşımda, yeraltı adamını içimde, Alyoşa'yı ise dibimde bulmuştum. Kaderimi kalemiyle doğrultan Allah, bakalım Budala'dan benim payıma neler yazmış. Bismillah. "Niyet ettim Allah rızası için Dostoyevski okumaya!" diyerek okumaya başladım. Çok şükür, Prens Mışkin’i de yanımda buldum, ben de onun gibi topluma içten içe meydan okuyorum. Kendimi kaptırmadığım çağa sırtımı dönüyor, Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş'inden şu satırlar aklıma geldiği için kendimi nasiplenmiş addediyorum:
"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur," diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı," dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanın sorusunu, şu hikmetli soruyu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" Ya peygamberliğin de zamanı var, öyle firavunun yılana çevirdiği âsa ile cebelleşirsin de bütün bir geçmişin ve kâinatın, Harun'un diline, Davud'un sesine, Eyüp'ün kabuklarına, Yakup'un gözyaşlarının içine bak baka "Kime göre?" diyen devir canlısına ne diyebilirsin? Buna dünya artık taş kesilir, torunundan azar işiten dede gibi bir âsana, bir yere, bir göğe bakar da bakar, âmâların neşesini anlar, delinin kahkahasını, ölünün tebessümünü, ölüsünü gömenin hafifliğini anlar, bir ağırlık ve bir fazlalık kendini duyarsın. Zaten odur ve o kadardır. Sen de gider ve vazgeçersen bir ağırlık daha kalkar ve dünya daha kolay döner, daha kolay."
Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
twitter.com/haneihuda
- İsrâ / 85
“Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu ândan ibaret."
- Sezen Aksu
Klasikler deyince çoğu insanın aklına kalın, ciltli, kiloya vurduğumuzda epeyce ağır kitaplar gelir. İçinde gizli bir sürü cevher yattığını biliriz ama okumak gözümüzde büyür. İçinde bulunduğumuz çağda iletişim çok hızlıdır ancak bunun yanında ruhla benlik arasındaki ilişki de şiddetli bir erozyona uğramaktadır. Zira çağın insanı özü aramaktan uzaktadır. Tanpınar’ın deyişiyle ölümden korkmakta ama günlerinin de hızlı bir şekilde geçirmek arzusundadır. Sonsuzluğa erişmek için avans olarak verilen zamanı hebâ ederek boşluk sarmalına dolanıp kalmıştır. Boşluğa dolanmıştır çünkü bedenen varlığı külfet verir insana. Teklif edilen emaneti reddeden göklere, yere ve dağlara aldırış etmeden yüklenen insanın dünya yükü ağırdır. Bu yükü taşımaya başladığı andan itibaren yaşamak zûl gelir çünkü sonu olan bir dünyada sonsuzluğu aramak, insanın yaratılış amacıdır. Dostoyevski’nin değişiyle: “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.”
Bâb-ı Aziz’in anlattığı hikayeye göre; yaratılan ruhlar kadar Allah’a ulaşan yollar vardır. İntiharı reddedip bu yükü taşımaya gönüllü olan insan, bu yol üzerinde denk geldiklerine muhabbet duyar. Dostoyevski’nin, Rilke’nin, Kazancakis’in, Tarkovski’nin, Bergman’ın, Kieslowski’nin eserlerinin bu kadar evrensel bir niteliğe bürünmesi de bundandır. Çünkü onlar hakikatin ayrı yüzlerini keşfetmişler ve bu keşiflerini ruhun dirilişine sebep olacak eserlere dönüştürmeyi başarabilmişlerdir. Kendi iç dünyasında aradığı Tanrı’yı bu eserlerin altyazılarında bulan okuyucu için bu eserler, hem aşılacak yeni bir merhale hem de atlanacak yeni bir paye olmuştur. Zaman tükenmeye mahkumdur, ruhun dirilişi yoksunluk ve yalnızlıkla keşfe kadirdir. Yani insan acziyetini keşfettiği ölçüde Tanrı’ya yakınlaşmış olur. Andre Gide'in Dostoyevski için yazdığı kitabından öğrendiğimize göre, yazar öldüğü yıl, ilk kez mektup yazdığı Mlle N.’ye şöyle demiştir: “Yazar olarak, pek çok kusurum bulunduğunu biliyorum, çünkü ilkin ben kendim, hiç hoşnut değilim kendimden. Kendi kendimi tarttığım bazı anlarda, çoğu kez, sözcüğün tam anlamıyla, anlatmak istediğimin ancak yirmide birini anlattığımı ve belki de hiç anlatamadığımı saptadığıma inanabilirsiniz. Beni kurtaran şey, Tanrı’nın bir gün bana o kadar güç ve esin göndereceği ve benim de kendimi daha noksansız olarak anlatabileceğim, kısacası yüreğimdeki ve hayal gücümdeki her şeyi ortaya koyacağım konusunda beslediğim alışılmış umut’dur."
İyi yazar için her okurun kendine has bir tanımı vardır, zira okumak şifadır. Dolayısıyla okuyucu kendine iyi gelen üslubu okur. Bana göre iyi yazar, okuyucuyla eserini baş başa bırakan, kendini aradan çıkarmayı başaran yazardır. Öğretici ya da didaktik bir üslupla değil; kişide kendi kendine konuşuyormuş hissini uyandıran yazar, kelimelerle okuyucunun röntgenini çeker. İçini açar, onu kendisiyle baş başa bırakır.
İş Bankası Yayınları'ndan çıkan Suç ve Ceza'nın önsözünde Dostoyevski için şu ifadeler yer alır: "Rus edebiyatının büyük yazarlarından olan Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da dünyaya gelir. Orta sınıf bir aileden gelen yazarın babası, yoksullar hastanesinde bir cerrahtır. Dostoyevski ilk eğitimini ailesinden alır. Romanlarının hepsinde ailesinin çektiği sıkıntıların ve tanık olduğu yoksulluğun etkisi görülür. 20 yaşında askeri öğrenci olarak okuduğu Petersburg mühendislik okulunu bitirir, ancak bir yıl askeri mühendis olarak çalıştıktan sonra istifa eder. Hemen sonra edebiyata atılır ve 1846 yılında İnsancıklar kitabı yayımlanır, kitap büyük ilgi toplar. Daha sonra Suç ve Ceza’da daha parlak biçimde dile gelecek olan, yazarın yoksul, umarsız insanlara ve hayatın trajik yanlarına karşı duyduğu büyük ilgi ve duyarlılık, daha ilk yapıtlarında kendini göstermiştir. 1847 yılında yazar, ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubuna girer. Ancak 1849 yılında Dostoyevski ve grup üyeleri çarın emriyle tutuklanırlar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonucu idama mahkûm edilirler. 22 Aralık 1849 günü kurşuna dizilmek üzere direklere bağlanırken, cezalarının bağışlandığı ve dört yıl kürek, beş yıl sürgüne çevrildiği haberi gelir." Bu anda yaşadığı ıstırabı yazar, Budala romanının başkahramanı Prens Mışkin’in ağzından şöyle anlatır:
“Bakın ne diyeceğim? Siz de aynı şeyi düşündünüz, herkes öyle düşünüyor… Giyotin denen makine de bunun için icat edilmiş. O zaman bir fikir gelmişti aklıma: Ya böylesi daha kötüyse? Komik geliyordur bu size, tuhafınıza gidiyordur. Ama bazen böyle şeyler geliyor insanın aklına işte. Düşünsenize: Ya işkence etseler? O zaman acı çekersin, yara bere içinde kalırsın, bedenin acıyla kıvranır. Ama bütün bunlar ruhsal ıstıraptan uzaklaştırır seni. Ölünceye kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. Ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. En önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukardan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun… İşte saniyenin o dörtte biri olan o süre en korkuncudur… Biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. Çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? Buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncelerimi. Cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. Mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar kadar korkunçtur. Haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Son ana kadar kaçıp veya yalvarıp kurtulabileceğini umar. Oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. Bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. İçinde korkunç bir ıstırabın bulunduğu bir karar. Savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı yere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının, buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra “Hadi git, bağışlandın.” denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu… Bu acıyı da, dehşeti de İsa anlatmıştır. Hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!"
Dostoyevski, Budala’yı 1868 yılında, Suç ve Ceza ile Karamazov Kardeşler’in arasında yazmıştır. Yani Raskolnikov’un, kendince biri suçlu diğeri suçsuz iki kadını öldürmesinden sonra, İvan Karamazov’un da ahlak yoksunu olan babasının cinayetini planlamasından önce, yani iki cinayet arasına yazmıştır. Burada Raskolnikov’un iki farklı yanına atıfta bulunulabilir: biri, iki insanı baltayla kafalarına vurup öldüren câni yanı, diğeri ise masum bir çocuğu yangından kurtarmak için alevlerin içine atlayan merhametli yanı. Aslında her insan kendi muhtevasında böyle çelişkiler barındırır. Dostoyevski’nin ustalığı ise bu iki zıt kutup arasında nakış dokuması ve okuyucuyu psikolojik gözlemlerle kendi iç dünyasına ışık tutmak zorunda bırakmasıdır. Yeryüzünde 4 ayrı çatışma vardır, diğer tüm çatışmalar bunların türevidir. Birincisi; kalple akıl arasında, ikincisi; kadınla erkek arasında, üçüncüsü; işçiyle iş veren arasında, dördüncüsü ise vatandaşla hükümet arasında. İki taraf da kendi hakkını kollamak ve daha çok yetkiye sahip olmak ister. Bunu gerçekleştirmek için suç işler. Bu durum, Durkheim’ın “Suç, toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır.” tanımını desteklemektedir. Ancak Raskolnikov, suç tanımına başka bir yorum getirmiştir ve bunu cinayetten önce yazdığı bir makalede insanların iki gruba ayrıldığını söylemiştir. Birinci grubun alelade bir çoğunluk olduğunu ve hiçbir fevkaladeliğinin bulunmadığını ancak ikinci grubun deha olmaları sebebiyle dünyayı değiştirmek uğruna işledikleri suçların günahının olmadığı beyan etmiştir. Onlar için, iyi şeyler uğruna, şimdinin yıkılması için suç işlemek bir gereklilikse, bunu vicdan rahatlığıyla yerine getirebilirler. Newton ya da Kepler’in buluşlarının ortaya çıkmasına engel olan, bunların önünü tıkayan, insanlığa ulaşabilmesi için mani olan bir, on, yüz ya da daha çok kişiyi ortadan kaldırmasına hakkı vardı, hatta bu onlar için bir zorunluluktu. Yani suç işlemek için asil bir sebebi olanlar, suç işlemekte özgürdürler. Cahit Zarifoğlu bu tanıma ithafen Raskolnikov için “Şiddetli bir allah ağrısı çekmektedir.” demiştir. Bu kitaptan iki yıl sonra yazdığı Budala romanında ise, bu zeki ve kafa tutan karakterin tam tersi bir kahramanla karşı karşıya kalırız. Budala sözlük anlamıyla; zekâ yönünden geri, aptal demektir.
Burada budala sözcüğüyle kastedilen, Prens Mışkin’in zeka yönünden geri olması değildir. Toplum tarafından, alışılmadık derecede dürüst, inançlı ve iyi yürekli olması sebebiyle garip karşılanan bir karakterdir, yani gerektiğinde suç işlemeyi revâ gören Raskolnikov karakterinin tam zıttı bir karakter. Bir tarafta ifrat, bir tarafta tefrit. Dostoyevski bir nevi Suç ve Ceza’yı yazarak içindeki bir cinayeti ortaya çıkarmış, Genç Werther’in Acıları’nı yazmakla binlerce genci intihara sürükleyen ancak kendisini intihardan kurtaran Goethe’nin izinden gitmiştir, denilebilir. Burada Dostoyevski’nin romanı yazdığı yıllardaki sosyal durumuna değinmek gerekir. Suç ve Ceza’yı yazdıktan bir yıl sonra, yani 1867’de, 46 yaşındayken Snitkina’yla evlenir ve hem alacaklılarından hem de yardım isteyen aile efradından kurtulmak üzere karısıyla yurtdışına çıkar. Rusya’dan uzakta geçirdiği dört yıl, sefalet ve yoksulluk içinde ülkeden ülkeye dolaşmıştır. Tüm bu zorluklara, sara nöbetlerine, saplantı haline gelen kumar tutkusuna, ilk çocuklarının trajik ölümüne katlanan genç karısı, ona olan bağlılığını yitirmeden aşkın sorumluluklarını yerine getirir. Romanın kahramanı Prens Mışkin de, tedavi gördüğü İsviçre’den, elinde sadece bir giysi çıkınıyla Petersburg’daki uzak akrabası Lizaveta Prokofyevna ve general olan eşini görmek üzere Yepançinlerin malikanesine giden bir sara hastasıdır; hikaye böyle başlar. Kitap aslında bir aşk romanıdır, yazar başkahraman olarak seçtiği sara hastasıyla toplumun iki yüzlülüğünü gözler önüne sermekte, böyle bir toplumda dürüst olmanın “budala”lık olduğunu belirtmektedir. Yani Dostoyevski romana kendi kaderinden detaylar vermiş, aynı zamanda geçirdiği sara nöbetlerini de dile getirerek benliğini keşfettiği anları kelimelere dökebilmiştir. Nöbetlerin başladığı anlar, bilinçle bilinçaltı arasında bağlantı kurduğu zamanlardır ve o anki coşkunluğu kitapta şöyle yer verir:
“O anda aklına gelen şeylerden biri de sara bunalımlarıydı. Eğer sara nöbeti uyanıkken gelmişse, nöbetin başlamasından biraz önce, içini kaplayan sıkıntının, tedirginliğin, bunaltının arasında zihni bir anlık silkinmelerle canlanır, içinde büyük bir yaşama isteği belirirdi. Bir şimşek gibi parlayıp sönen bu kısacık sürede yaşadığını hissetmesi var olduğunun bilincine ermesi on kat artardı. Bütün benliği pırıl pırıl aydınlanırken heyecanı, kuşkuları, tedirginliği yatışır; içini sevinç dolu bir huzur kaplardı. O anda umutlarla dolup taşar, içinde her şeyin en doğrusunu yapmış olmanın dinginliği yer alırdı. Fakat bu anlar, bu coşkunluk, sara nöbetinden önceki son saniyenin (hiç bir zaman bir saniyeden fazla sürmezdi), sadece bir önsezisi gibiydi. Ama dayanılmaz bir saniyeydi bu.
Sonra kendine gelip de bu saniyeyi düşündüğü zaman şöyle söylerdi: ‘Çevremdekilerin ve kendimin bilincine varmadaki bu netlik, aydınlık, yani ‘başımın göklerde oluşu’ bir hastalıktan, normalin çarpıtılmasından başka bir şey olamaz. Öyleyse bu durum yaşamın doruğu değil, belki de uçurumun dibi sayılmalı.’ Böyle düşünmekle birlikte sonunda şu çelişik sonuca varırdı: ‘Kendime geldikten sonra anımsayıp gözümün önüne getirebildiğim o bunalım öncesi an madem bu kadar tatlı, hoş; madem bu an bana daha önceden tatmadığım, hatta aklıma getirmediğim doygunluk, çevreyle uyumluluk, huzur duygusu veriyor; içimi derin bir yaşama umuduyla birlikte ibadet coşkunluğuyla dolduruyor; öyleyse bunun bir hastalık, anormal bir gerginlik olmasının ne önemi var."
Aslında bu kadar net ifade edebildiği, benliğinin doruklarına vardığı; sara nöbetinden önceki saniye için şuurlu bir biçimde: “Bu an için bütün yaşamımı verebilirim!” dediğine göre, bu anın gerçek müptelasıydı. Belki bu durumu bu kadar açık seçik yaşamasından, kumara olan tutkusuna da pay çıkarılabilir. Bakara Suresi’nin 219. ayetinde şarap ve kumara ithafen: "Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” buyurulmaktadır. Yani ikisinde de zihni bir müddet kapama ve bu oluş içerisinde alınan haz olarak anlaşılabilir. Ancak Dostoyevski’nin bahsettiği coşkunluk, insanın zihnini karartan, ruhunu bayağılaştıran uyuşturucuların yarattığı etki değildir. Çünkü hastalığı geçtikten sonra her şeyi tüm berraklığıyla anımsamaktadır.
Kitabın başkahramanı salt iyiliği temsil eder, bu yüzden de hor görülür. Çünkü toplumun bilincinde böyle bir saflığa yer yoktur. Dostoyevski toplumun bu kanısına karşı eleştirilerini dile getirir. Milli bir bilince sahip olmayan Rusların, her şeye sonuna kadar inanabildiğini savunur ve bu da Rusların inançsızlığa dahi sonuna kadar inanabilecek insanlar olduğunu ifade eder. Halbuki Prense göre insanlığın kurtuluşu, Bergman’ın dediği gibi utançla mümkündür. “Ruhun temizlenmesi için en iyi yol, insanın geçmişini pişmanlıkla hatırlamasıdır."
Rus toplumunda görülen hiyerarşik düzeni de kitabında işleyen Dostoyevski’ye göre toplum üçe ayrılmıştır: birincisi burjuva sınıfı, ikincisi bu tabakadan pek çok tanıdığı ve ve buraya yükselmeye çalışan orta sınıf ve bu iki sınıfın da hor görüp burun kıvırdığı en alt sınıf. Lebedev ve Hippolit gibiler bu sınıfı temsilen romanda yer almaktadır.
Dostoyevski kitapta aslında büyük bir aşkı işlemiştir; bu aşkın en büyük kahramanı ise Nastasya Filippovna’dır. Ancak olay örgüsü ve psikolojik tahliller sebebiyle aşk arka planda yer almaktadır. Filippovna güzelliğiyle romandaki tüm erkek karakterlerin başını döndürmüş, olgunluğuyla herkesi mest etmiştir ancak kendini mutluluğa layık görmemektedir. Bu karakterinin farkında olan Filippovna zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran bir utancı taşıyan karakter olarak kitapta yer alır. Aglaya İvanovna ise, yaptığı ani hesaplarla olayların seyrini değiştirerek zeki ve şımarık bir karakter olarak karşımıza çıkar. Burada, yazarın bir önceki kitabının kadın kahramanı Sonya ile kıyaslandığında kadın karakterler daha soylu ve güçlü olarak karşımıza çıkar. Prensin usturuplu fikirlerine en yakın karakter ise generalin karısı Lizaveta Prokofyevna’dır.
Kitabın sonunda ise kötü bir son beklemektedir okuyucuyu. Öyle ki, hem iyi ki okudum hem de keşke okumasaydım yargılarının arasında çıkmaza düşer. Kendini sorgulama ihtiyacı hisseder. Acaba Prens kadar saf mıyım, yoksa toplum beni de mi esir almıştır? Ben Prens Mışkin’i tanımadan önce Dostoyevski’nin üç kitabını okumuştum, üç kitabında da Haneke'nin Beyaz Bant'ındakine benzer biçimde türlü felaketlerle iç içe kaldım. Suç ve Ceza'yı okurken, kendisi çok nüfuslu bir kişi olan komşumuz vefat etti ve ardında 10 trilyon borç bıraktı. Ailesinin feryatları kulaklarımda, perişan oluşu gözümün önünde cereyan ederken kitapla muhatap olmuştum. Yeraltından Notları okumadan evvelse kız arkadaşım terk etti. Ne dertten anlayan insan vardı, ne de söz dinleyen. Kimsesizliğin koyusunu, yalnızlığın gayyasını boylamıştım. Karamazov'ları okurken ise 23 yıllık evimizden yeni taşınmıştık ve koparılamayan gönül bağlarından ötürü annemin travmalarını avutmak zorunda kaldık. Yani romanları okurken Raskolnikov'u karşımda, yeraltı adamını içimde, Alyoşa'yı ise dibimde bulmuştum. Kaderimi kalemiyle doğrultan Allah, bakalım Budala'dan benim payıma neler yazmış. Bismillah. "Niyet ettim Allah rızası için Dostoyevski okumaya!" diyerek okumaya başladım. Çok şükür, Prens Mışkin’i de yanımda buldum, ben de onun gibi topluma içten içe meydan okuyorum. Kendimi kaptırmadığım çağa sırtımı dönüyor, Şule Gürbüz’ün Öyle miymiş'inden şu satırlar aklıma geldiği için kendimi nasiplenmiş addediyorum:
"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur," diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı," dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanın sorusunu, şu hikmetli soruyu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" Ya peygamberliğin de zamanı var, öyle firavunun yılana çevirdiği âsa ile cebelleşirsin de bütün bir geçmişin ve kâinatın, Harun'un diline, Davud'un sesine, Eyüp'ün kabuklarına, Yakup'un gözyaşlarının içine bak baka "Kime göre?" diyen devir canlısına ne diyebilirsin? Buna dünya artık taş kesilir, torunundan azar işiten dede gibi bir âsana, bir yere, bir göğe bakar da bakar, âmâların neşesini anlar, delinin kahkahasını, ölünün tebessümünü, ölüsünü gömenin hafifliğini anlar, bir ağırlık ve bir fazlalık kendini duyarsın. Zaten odur ve o kadardır. Sen de gider ve vazgeçersen bir ağırlık daha kalkar ve dünya daha kolay döner, daha kolay."
Hepimizin yaşamak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
twitter.com/haneihuda
Tarihiyle, bugünüyle ve yarınıyla Mersin
Sıcak, nem, deniz, tantuni, şalgam… Mersin denildiğinde herkesin aklına gelen ilk kelimeler. Ne yazık ki tarihi derinliğinin, geçmiş zamanlardaki kültürel çeşitliliğinin, zenginliğinin aksine bu zamanlarda Mersin’de kültür, sanat ve medeniyete katkı anlamında çok fazla emekten, gayretten bahsedemeyiz. Hititlerden Firiglere, Lidyadan Perslere, Makedonlardan Romalılara, Bizanslılardan İslam hâkimiyetine birçok büyük devlete ve medeniyete ev sahipliği yapan, çevresi anıtsal eser ve kültürel kodlarla dolu olan bu şehir şimdilerde insani değer üretiminde büyük bir yozluk içinde. Akdeniz’e kıyı olmanın da avantajıyla tam bir tüketim alanı haline gelmiş durumda. Ne yazık ki hem tarihinden hem çevresinden hem de nüfusunun çeşitliğinden kaynaklanan avantajları kullanamıyor. Aynı zamanda fiziki anlamda da tam manasıyla bir şehri andırmıyor. İmar politikası, nüfusun plansızlığı, yolların biçimsizliği şehrin yükünü kaldırmıyor. Kadim zamanların en gözde şehirlerinden biri her geçen zamanla büyük bir köy haline geliyor. Bir medeniyet tasavvuru etrafında inşa edilmeyen yerleşimlerin kötü kaderini burası da yaşıyor.
Genel anlamda böyle olumsuz bir panoramik fotoğrafa sahip Mersin’de elbette iyi şeyler de oluyor. Biz her ne kadar yazıya karamsar cümlelerle başlamış olsak da umudumuzu artıran, bu şehirde de farklı ve iyi bir şeyler yapılıyor denilecek bir çalışmayı ele almak niyetindeyiz. Türkiye Dil ve Edebiyat Deneği Mersin Şubesi tarafından hazırlanan “Mersin Şehir Yazıları” adlı kitaptan bahsedeceğiz. Kitabın oluşmasında özellikle dernek başkanı Dr. Mustafa Erim’in katkıları yadsınamaz. Kitapta, dernek üyesi ve Mersin’de yaşayan, buraya gönül veren, bütün olumsuzluklara rağmen şehri seven, şehirden kopamayan 33 insanın yazıları yer alıyor. Eğitimci, edebiyatçı, yazar, kent tarihi araştırmacısı, müdür, doktor, sendikacı, müzehhibe, esnaf, akademisyen, iş adamı, gazeteci… toplumun farklı kesimlerinden bir araya gelmiş ama Mersin sevdasında birleşmiş 33 insan. “Mersin Şehir Yazıları” bu şehirdeki kültürel çölleşmeye bir damla yağmur olma gayesini güdüyor. Yazılardaki heyecan, endişe, sevinç, öneriler samimiyeti, içtenliği de yansıtıyor.
Kitabın önsözünde: “Bu şehre aidiyet hisseden ve bu şehirle gönül bağı kopmayan farklı meslek ve eğitim gruplarından olan otuz üç yazarın yazılarını ihtiva eden bu kitabın şehrimizin kültürel hayatına katkıda bulunması dileğimle.” deniliyor. Evet, kitap Mersin’le ilgili masa başında oturup kurgulanmış, farklı sosyo/politik kaygılarla yazılmış metinlerden oluşmuyor. Doğal, sıcak, amatör bir üslup bütün güzelliğiyle cümlelerden okuyanın zihnine akıyor. Aynı zamanda bir kent tarihi araştırmacısı Dr. Mustafa Erim’in Mersin’in tarihini anlatan yazısıyla başlıyor kitap. Erim’in verdiği bilgilere göre Yumuktepe ve Gözlükule’de yapılan kazılarla Mersin’in 9.000 yıllık bir tarihe sahip olduğu ortaya çıkmış. Bu yazıda Mersin’in tarihsel önemi bir kez daha vurgulanıyor. Doğu seferine çıkan Makedon Kralı İskender burada dinleniyor. Romalı Antonius ve Kleopatra burada bir araya geliyor. Çiçero valilik yapmış. Ashab-ı Kehef bu şehrin sınırlarında. Hristiyan teolog St. Paul de bu il sınırlarında yaşamış. Ayrıca Anamur’da Selçuklu Ak Cami, Mut’ta Karamanoğlu Lala Paşa Cami, mersin merkezde Osmanlı eski Cami...
Bir kamu kurumunda yöneticilik yapan ve aynı zamanda felsefeci olan Erol Özdemir, Mersin’e felsefi kavramlar etrafında bakıyor. Medeniyet perspektifi bağlamında şehri sorguluyor. Mersin’de bugün yaşanan ikilemleri, paradoksları, kültürel değişimleri bizim değer tasavvurumuzla batının değer tasavvuru arasındaki farklar temelinde ele alıyor. İslam tasavvurunun geri çekilmesiyle birlikte batı tasavvuru bizde de etkili oldu. Şehirlerimizi geleneksel kodlarla inşa etmek yerine cumhuriyet elitleri batılı değerler eşliğinde inşa etmeye başladılar. Bu da kültürün, ahlakın değişmesi ve bozulması sürecini getirdi. Ayrıca Özdemir Mersin’in kanayan yarası göç gerçeğine de vurgu yapıyor. Doğu’dan göçlerle birlikte şehrin hormonlu bir şekilde büyüdüğünü, birçok zıtlığın ve çelişkinin ortaya çıktığını ve bu çelişkinin toplumu yorduğunu belirtiyor.
Fatih Kısa yazısında tam da Özdemir’in kuramsal anlamda ele aldığı göç olgusunu bizzat yaşamış biri olarak somutlaştırıyor. 1984 yılında Erzurum’dan göç etmişler. İklim ve kültür olarak birbirine iki zıt şehir. İlk zamanlarda alışmakta çok zorlanıyorlar. Hatta Kısa’nın annesi “Bizi nereye getirdiniz? Ezan sesi bile yok!” diye sitem edermiş. “Bir Hasbihal” adlı yazısında Mersin’in esnaflarından Tahsin Boyraz çok duygusal bir üslupla içindeki Mersin’i anlatıyor. Mersin’i Kerem ve Aslı meselindeki Aslı’ya benzetiyor. Akdeniz Onun boynuna takılmış mavi bir gerdanlık. Toroslar zümrüt bir taç… Sendikacı Abdullah Çelik de yazısında Yeni Mersin’le Kadim Mersin’in hüzünlü karşılaştırmasını, muhasebesini yapıyor. AVM’lere, sentetik parklara, naylon yeşile mahkûm olan Mersin… Bir doğa harikası şehrin nasıl bir hilkat garibesine dönüştüğünü anlatıyor Çelik.
“Mersin Şehir Yazıları” kitabında bir süre Mersin’de yaşamış olan Ömer Lekesiz’in de bir yazısı var. Şair Hasan Ali Kasır’ın da…
Mersin’deki Yörüklere ait bilgileri, yöreye özgü sözcükleri, deyimleri ve atasözlerini de barındıran “Mersin Şehir Yazıları” Mersin’i anlamak için önemli bir çalışma. Şehirde yaşayan ve yüzünü şehre dönenlerin kalemlerinden dökülen Mersin!..
Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com
Genel anlamda böyle olumsuz bir panoramik fotoğrafa sahip Mersin’de elbette iyi şeyler de oluyor. Biz her ne kadar yazıya karamsar cümlelerle başlamış olsak da umudumuzu artıran, bu şehirde de farklı ve iyi bir şeyler yapılıyor denilecek bir çalışmayı ele almak niyetindeyiz. Türkiye Dil ve Edebiyat Deneği Mersin Şubesi tarafından hazırlanan “Mersin Şehir Yazıları” adlı kitaptan bahsedeceğiz. Kitabın oluşmasında özellikle dernek başkanı Dr. Mustafa Erim’in katkıları yadsınamaz. Kitapta, dernek üyesi ve Mersin’de yaşayan, buraya gönül veren, bütün olumsuzluklara rağmen şehri seven, şehirden kopamayan 33 insanın yazıları yer alıyor. Eğitimci, edebiyatçı, yazar, kent tarihi araştırmacısı, müdür, doktor, sendikacı, müzehhibe, esnaf, akademisyen, iş adamı, gazeteci… toplumun farklı kesimlerinden bir araya gelmiş ama Mersin sevdasında birleşmiş 33 insan. “Mersin Şehir Yazıları” bu şehirdeki kültürel çölleşmeye bir damla yağmur olma gayesini güdüyor. Yazılardaki heyecan, endişe, sevinç, öneriler samimiyeti, içtenliği de yansıtıyor.
Kitabın önsözünde: “Bu şehre aidiyet hisseden ve bu şehirle gönül bağı kopmayan farklı meslek ve eğitim gruplarından olan otuz üç yazarın yazılarını ihtiva eden bu kitabın şehrimizin kültürel hayatına katkıda bulunması dileğimle.” deniliyor. Evet, kitap Mersin’le ilgili masa başında oturup kurgulanmış, farklı sosyo/politik kaygılarla yazılmış metinlerden oluşmuyor. Doğal, sıcak, amatör bir üslup bütün güzelliğiyle cümlelerden okuyanın zihnine akıyor. Aynı zamanda bir kent tarihi araştırmacısı Dr. Mustafa Erim’in Mersin’in tarihini anlatan yazısıyla başlıyor kitap. Erim’in verdiği bilgilere göre Yumuktepe ve Gözlükule’de yapılan kazılarla Mersin’in 9.000 yıllık bir tarihe sahip olduğu ortaya çıkmış. Bu yazıda Mersin’in tarihsel önemi bir kez daha vurgulanıyor. Doğu seferine çıkan Makedon Kralı İskender burada dinleniyor. Romalı Antonius ve Kleopatra burada bir araya geliyor. Çiçero valilik yapmış. Ashab-ı Kehef bu şehrin sınırlarında. Hristiyan teolog St. Paul de bu il sınırlarında yaşamış. Ayrıca Anamur’da Selçuklu Ak Cami, Mut’ta Karamanoğlu Lala Paşa Cami, mersin merkezde Osmanlı eski Cami...
Bir kamu kurumunda yöneticilik yapan ve aynı zamanda felsefeci olan Erol Özdemir, Mersin’e felsefi kavramlar etrafında bakıyor. Medeniyet perspektifi bağlamında şehri sorguluyor. Mersin’de bugün yaşanan ikilemleri, paradoksları, kültürel değişimleri bizim değer tasavvurumuzla batının değer tasavvuru arasındaki farklar temelinde ele alıyor. İslam tasavvurunun geri çekilmesiyle birlikte batı tasavvuru bizde de etkili oldu. Şehirlerimizi geleneksel kodlarla inşa etmek yerine cumhuriyet elitleri batılı değerler eşliğinde inşa etmeye başladılar. Bu da kültürün, ahlakın değişmesi ve bozulması sürecini getirdi. Ayrıca Özdemir Mersin’in kanayan yarası göç gerçeğine de vurgu yapıyor. Doğu’dan göçlerle birlikte şehrin hormonlu bir şekilde büyüdüğünü, birçok zıtlığın ve çelişkinin ortaya çıktığını ve bu çelişkinin toplumu yorduğunu belirtiyor.
Fatih Kısa yazısında tam da Özdemir’in kuramsal anlamda ele aldığı göç olgusunu bizzat yaşamış biri olarak somutlaştırıyor. 1984 yılında Erzurum’dan göç etmişler. İklim ve kültür olarak birbirine iki zıt şehir. İlk zamanlarda alışmakta çok zorlanıyorlar. Hatta Kısa’nın annesi “Bizi nereye getirdiniz? Ezan sesi bile yok!” diye sitem edermiş. “Bir Hasbihal” adlı yazısında Mersin’in esnaflarından Tahsin Boyraz çok duygusal bir üslupla içindeki Mersin’i anlatıyor. Mersin’i Kerem ve Aslı meselindeki Aslı’ya benzetiyor. Akdeniz Onun boynuna takılmış mavi bir gerdanlık. Toroslar zümrüt bir taç… Sendikacı Abdullah Çelik de yazısında Yeni Mersin’le Kadim Mersin’in hüzünlü karşılaştırmasını, muhasebesini yapıyor. AVM’lere, sentetik parklara, naylon yeşile mahkûm olan Mersin… Bir doğa harikası şehrin nasıl bir hilkat garibesine dönüştüğünü anlatıyor Çelik.
“Mersin Şehir Yazıları” kitabında bir süre Mersin’de yaşamış olan Ömer Lekesiz’in de bir yazısı var. Şair Hasan Ali Kasır’ın da…
Mersin’deki Yörüklere ait bilgileri, yöreye özgü sözcükleri, deyimleri ve atasözlerini de barındıran “Mersin Şehir Yazıları” Mersin’i anlamak için önemli bir çalışma. Şehirde yaşayan ve yüzünü şehre dönenlerin kalemlerinden dökülen Mersin!..
Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com
3 Temmuz 2017 Pazartesi
Dikkatler dağıldı, hafızalar tükendi
"Toplumsal bakımdan sadece hizmet alıcı şeklinde hareket ederek yurttaşlık haysiyetini yitiren kullanıcı, böylece toplumsalı ve toplumsallığı da yitirir. Bu artık eski bireyciliğin varoluşsal tecridi değil, mesajların boğduğu daha derin bir yalnızlık olacaktır."
- Henri Lefebvre (Gündelik Hayatın Eleştirisi, Sel Yay., Çeviri: Işık Ergüden)
Sosyal medya, kişinin herkesi kendi gibi gördüğü bir saha. Bu sahanın kendine has bir canlılığı olduğu gibi, diliyle ve kullanım biçimiyle de kullanıcının karakterinden farklı görünmesine sebep olan bir 'raconu' söz konusu. Sosyal medya üzerine konuştuğumuz her süreçte, yeni mecraların ya da yeni 'sanal cemaatlerin' hiç durmadan türediğini söyleyebiliriz. Sürekli bir akış, kendini yenileme var. Bu akış, bilgiyi(?) adeta taarruz hâlinde getiriyor ekranlara. Kendini yenileme durumu ise mecraların ne maksatla kullanıldığına bağlı. Ülkemizde bu sahayı çok iyi biçimde kullanan, sorumluluk sahibi 'kişiler' olduğu gibi, tamamen hamasete ve hedef göstermeye odaklı 'bireyler' de bir hayli fazla, belki de daha fazla.
Dominic Pettman'ın oldukça güncel olan Sonsuz Dikkat Dağınıklığı adlı kitabında; gündelik yaşamın kendine mahsus stresi, yoğunluğu ve dikkat gerektiren işleri içinde sosyal medyaya nasıl bakılmasına dair yazdığı makaleleri bir arada bulunuyor. "Mesajlaşma dışında hiçbir şey yoktur" başlıklı önsözünde kitlelerin bu yeni afyonu olan sosyal medyanın nasıl bir ağrı kesici olduğuna değiniyor Pettman. Hemen ardından "Kafesteki kuş neden öter bilirim" başlıklı uzun giriş yazısında, dikkat eksikliği bozukluğu gibi hastalıklardan kişinin silinen yükümlülüklerinden ve doymak bilmez 'bilgi' iştahından bahsediyor. Bu giriş yazısında yeni okumalar yapabilecek kitapları keşfetmek de mümkün. Özellikle Henri Lefebvre, Jean Baudrillard, Guy Debord gibi isimlerin kitaplarından sık sık atıflarda bulunuyor yazar. Korkunç olan, söz konusu sosyal medya olduğunda dikkatin ne yana doğru kaydığıdır ona göre: "Kafede oturmuş, dizüstü bilgisayarında çalışan bir kentliyi gözlemlediğimizde, Zen mertebesine ulaşmış biriyle karşılaştığımızı düşünebiliriz: gözünü bir an kırpmayan o dikkat hâli içerisinde neredeyse otistiktir. Fakat aynı ekrana gidip bakacak olsak, yine benzer şekilde hem kendinden geçmiş hem kıpır kıpır birkaç başka kişi arasında yazışarak, geçiş yaparak, atlayarak, tweet'leyerek, keserek, yapıştırarak ve emojiler kullanarak yönünü bulan kullanıcının pek çok sekme açtığını görmemiz olasıdır. Bakışı uzun fakat yüzeyseldir, sinemadaki (artık soyu handiyse tükenen) aklı başından gitmiş seyirciden farklıdır." [sf. 32-33]
Sosyal medya dediğimiz olguyu mecra esaslı düşünmek, türlü ruhsal çözümler için alan darlığına sebep olabilir. Mesela ansızın gelen "Sepetinizdeki ürünler sizi bekliyor!" başlıklı bir mail, sosyal medyadanın 'plansız planlılığını' işaret eder. Sanki her şey olağan akışındaki gibidir ama aslında hiç de öyle değildir. Pettman bunu oldukça iyi yakalamış: "Kimimiz iktisadi adaletsizlikten ya da iklim değişikliğini reddedenlerden ötürü köpürürken, kimimizin sevimli bir kedi videosu karşısında kıkır kıkır gülmesi son derece planlıdır. Tıpkı (iki saat sonra) tersinin yaşanmasının da planlı olduğu gibi. Böylelikle gerçek toplumsal değişimin asıl itici gücünü oluşturan o bulutsu infial duygusu, enerji şirketlerinin akımda oluşabilecek tehlikeli dalgalanmaları önlemek için elektriği ülke çapında dengelemesine benzer biçimde, ağ üzerinde güvenle yeniden yönlendirilebilir. Dolayısıyla bu stratejik olguya "hipersenkronizasyon"dan ziyade hipermodülasyon diyebiliriz. Yahut da söylemesi daha kolay bir ifadeyle, kasti uyumsuzluk. Verimli gecikme. Yalpalayan oyalanma." [sf. 33]
İlerleyen bölümlerde Pettman, daha sonra sıklıkla vurgu yaptığı kimi kendine ait kimi de diğer düşünürlerden devşirme kavramlarla hem ebeveynlere hem de bu gölgesi bol mecraları çözmek isteyenlere sesleniyor. Sel Yayıncılık tarafından neşredilen 126 sayfalık kitabın diğer bölümleri şöyle sıralanıyor: Hipermodülasyon (ya da dijital haletiruhiye halkası), senkronizasyon istenci, algoritmanın köleleri, muzır içeriğe dikkat: fappening ve dikkat dağıtıcı başka erotik şeyler, sonuç: tek boynuzlu atın peşinde.
Hafızanın neredeyse yok olup onun yerine anımsamanın geçtiği, dolayısıyla bunamanın da yalnız bir hastalık olarak değil erkenden karşılaşılan ciddi bir düşman olduğu çağda, mahşerin dört atlısını şöyle sıralıyor Pettman: Zorunluluk, dikkat dağılması, erteleme ve bağımlılık. Bu dörtlü, hepimizi 'yüksek maaşlı kadroların ellerinde' birer pazarlama aracına çeviriverir. Hiçbir ücret almadan ve vermeden yazıp çizdiğimiz, internete saldığımız mesajlar, hiç bilmediğimiz yerlere birer reklam olarak gidebilir. En sarsıcı gerçeklerden biri de şu: Toplumsal vicdan gereği imzaladığınız eylem planı, herhangi bir satış sitesi için yıllarca çalışılsa ortaya çıkarılamayacak, aranan bir veritabanı olabilir. Yani siz ağaç katliamına karşı imza atarken, yarın öbür gün önde gelen not defteri markalarından biri size uçuk fiyata 'çok sevimli' defterler sunabilir. İşte bu da sosyal medyadaki dikkat dağınıklığının, yani dikkati oraya buraya gönderip geri getirmenin 'sağladıklarından' biridir.
"Ağ üzerine yüklediğimiz anda düşüncelerimiz, konuşmalarımız, anılarımız ve izlerimiz başkasına ait olur, onlara el konulur. Yüzlerimiz etiketlenir ve veritabanına aktarılır. Tüm etkileşimlerimiz, herhangi bir kalıba dayanmayan başka iletişim biçimlerinin olduğunu unutmamızı sağlamak için giderek daha kısa aralıklı muazzam bir geri-besleme döngüsü içerisinde ele geçirilir, yönlendirilir, yeniden işlenir ve tekrar bize iletilir. Bu açıdan bakıldığında fikrimizi değiştirmeye başlayıp sosyal medyanın en doğru tasviri ya da alegorisinin Cıvıldayan Makine değil de The Human Centipede (İnsan Kırkayak) filmi olduğunu düşünebiliriz: başka hiçbir yerden nefes ya da besin alamayacak şekilde birinin ağzı öbürünün anüsüne dikilmiş, önündeki erkek veya kadının türlü çeşit ifrazatını yutan, ne yaptığından habersiz dehşet verici bir insan zinciri." [sf. 94]
Charlie Chaplin, hayatı yakın plandan bakıldığında trajedi, uzak plandan bakıldığında komedi olarak nitelendirir. Sosyal mecralarda akan verilere ciddi bir bakış attığımızda şöyle bir durumla karşılaştığımızı söylüyor Pettman: Bin kere büyütülmüş matrak ve kötü bir buluşma, kitlesel çapta gerçekleşen bir duygusal mühendislik, sinik ve hayat köreltici hesaplamalar.
Bilginin ve dolayısıyla bilmenin nasıl bir evrim geçirdiği aşikar. Enteresan biçimde Henri Lefebvre'nin on yıllar öncesinden yaptığı yorumlar birer birer çıkıyor. O, tüm okurlarına "Bilmek artık kavramlar kullanmak değil. Sadece enformasyonu almak ve belleğe kaydetmektir. Bilmenin yerini alan enformasyon, düşünceyi ortadan kaldırır ve pozitif bilgiyi, yaşantının dışında kalan, yığılan, biriken, unutulmadan belleğe kaydedilen şeye indirger" der. Geriye kalan şey ise hatırlamak değil, anımsamaktır. Çünkü hatırlamak insana, anımsamak kullanıcıya (user) mahsustur. Bu yüzden kullanıcı her bir mecraya dalışında (login) mutlaka "beni hatırla" der (remember me), "sakın unutma çünkü ben sadece anımsamaya programlıyım!" demiş olur böylece. Uzaktan bakınca korkunç değil mi? Adımız, doğum tarihimiz, yaşadığımız yer hepsi internette bir yerlerde -şimdi bulut deniyor ki o daha da korkunç- kayıtlı. Hatta kredi kartı numaramız ve şifremiz de. Neticede biz onay vermişizdir ve kaydet (save) demişizdir. Her şeyimi kaydet, sakla ve benim yerime hatırla!
Sosyal medyayı sık kullanmanın bilhassa kadın psikolojisine çok iyi geldiğine yönelik araştırma sonuçları var. Yine, sadece kendi fotoğrafını çekebilmek (selfie) için vücuduna üçüncü bir uzuv eklemiş yepyeni canlı türleri de var. Baudrillard'dan atıfla, bir "iç zehirlenmesi" denebilir sosyal medyanın bütününe. Dikkatten uzak, kendi kendinin yobazını üretebilen koca bir mekân sosyal medya, hatta birbirinden farklı cemaatler birleşimi.
Bitirken Zygmunt Bauman'ın "Cemaatler: Güvenli Olmayan Bir Dünyada Güvenlik Arayışı" kitabından bir paragraf aktarmak istiyorum. Buradaki cemaat kelimesini/kavramını, sosyal medya olarak okumayı deneyin (zannedin) derim:
"Her şeyden önce, cemaat “sıcak” bir ortamdır, keyifli ve rahat bir yerdir. Şiddetli yağmurda altına sığındığımız bir saçak, dondurucu soğukta içinden çıkmak istemediğimiz şömineli bir oda gibidir. Dışarıda her çeşit tehlike pusuda beklemektedir; dışarı çıktığımızda tetikte olmamız, kiminle konuştuğumuza, bizimle konuşanın kim olduğuna dikkat etmemiz, her an dikkatli olmamız gerekir. Cemaatin içindeyken gevşeriz; güvendeyizdir, burada karanlık köşelerde beliren tehlikeler yoktur."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Henri Lefebvre (Gündelik Hayatın Eleştirisi, Sel Yay., Çeviri: Işık Ergüden)
Sosyal medya, kişinin herkesi kendi gibi gördüğü bir saha. Bu sahanın kendine has bir canlılığı olduğu gibi, diliyle ve kullanım biçimiyle de kullanıcının karakterinden farklı görünmesine sebep olan bir 'raconu' söz konusu. Sosyal medya üzerine konuştuğumuz her süreçte, yeni mecraların ya da yeni 'sanal cemaatlerin' hiç durmadan türediğini söyleyebiliriz. Sürekli bir akış, kendini yenileme var. Bu akış, bilgiyi(?) adeta taarruz hâlinde getiriyor ekranlara. Kendini yenileme durumu ise mecraların ne maksatla kullanıldığına bağlı. Ülkemizde bu sahayı çok iyi biçimde kullanan, sorumluluk sahibi 'kişiler' olduğu gibi, tamamen hamasete ve hedef göstermeye odaklı 'bireyler' de bir hayli fazla, belki de daha fazla.
Dominic Pettman'ın oldukça güncel olan Sonsuz Dikkat Dağınıklığı adlı kitabında; gündelik yaşamın kendine mahsus stresi, yoğunluğu ve dikkat gerektiren işleri içinde sosyal medyaya nasıl bakılmasına dair yazdığı makaleleri bir arada bulunuyor. "Mesajlaşma dışında hiçbir şey yoktur" başlıklı önsözünde kitlelerin bu yeni afyonu olan sosyal medyanın nasıl bir ağrı kesici olduğuna değiniyor Pettman. Hemen ardından "Kafesteki kuş neden öter bilirim" başlıklı uzun giriş yazısında, dikkat eksikliği bozukluğu gibi hastalıklardan kişinin silinen yükümlülüklerinden ve doymak bilmez 'bilgi' iştahından bahsediyor. Bu giriş yazısında yeni okumalar yapabilecek kitapları keşfetmek de mümkün. Özellikle Henri Lefebvre, Jean Baudrillard, Guy Debord gibi isimlerin kitaplarından sık sık atıflarda bulunuyor yazar. Korkunç olan, söz konusu sosyal medya olduğunda dikkatin ne yana doğru kaydığıdır ona göre: "Kafede oturmuş, dizüstü bilgisayarında çalışan bir kentliyi gözlemlediğimizde, Zen mertebesine ulaşmış biriyle karşılaştığımızı düşünebiliriz: gözünü bir an kırpmayan o dikkat hâli içerisinde neredeyse otistiktir. Fakat aynı ekrana gidip bakacak olsak, yine benzer şekilde hem kendinden geçmiş hem kıpır kıpır birkaç başka kişi arasında yazışarak, geçiş yaparak, atlayarak, tweet'leyerek, keserek, yapıştırarak ve emojiler kullanarak yönünü bulan kullanıcının pek çok sekme açtığını görmemiz olasıdır. Bakışı uzun fakat yüzeyseldir, sinemadaki (artık soyu handiyse tükenen) aklı başından gitmiş seyirciden farklıdır." [sf. 32-33]
Sosyal medya dediğimiz olguyu mecra esaslı düşünmek, türlü ruhsal çözümler için alan darlığına sebep olabilir. Mesela ansızın gelen "Sepetinizdeki ürünler sizi bekliyor!" başlıklı bir mail, sosyal medyadanın 'plansız planlılığını' işaret eder. Sanki her şey olağan akışındaki gibidir ama aslında hiç de öyle değildir. Pettman bunu oldukça iyi yakalamış: "Kimimiz iktisadi adaletsizlikten ya da iklim değişikliğini reddedenlerden ötürü köpürürken, kimimizin sevimli bir kedi videosu karşısında kıkır kıkır gülmesi son derece planlıdır. Tıpkı (iki saat sonra) tersinin yaşanmasının da planlı olduğu gibi. Böylelikle gerçek toplumsal değişimin asıl itici gücünü oluşturan o bulutsu infial duygusu, enerji şirketlerinin akımda oluşabilecek tehlikeli dalgalanmaları önlemek için elektriği ülke çapında dengelemesine benzer biçimde, ağ üzerinde güvenle yeniden yönlendirilebilir. Dolayısıyla bu stratejik olguya "hipersenkronizasyon"dan ziyade hipermodülasyon diyebiliriz. Yahut da söylemesi daha kolay bir ifadeyle, kasti uyumsuzluk. Verimli gecikme. Yalpalayan oyalanma." [sf. 33]
İlerleyen bölümlerde Pettman, daha sonra sıklıkla vurgu yaptığı kimi kendine ait kimi de diğer düşünürlerden devşirme kavramlarla hem ebeveynlere hem de bu gölgesi bol mecraları çözmek isteyenlere sesleniyor. Sel Yayıncılık tarafından neşredilen 126 sayfalık kitabın diğer bölümleri şöyle sıralanıyor: Hipermodülasyon (ya da dijital haletiruhiye halkası), senkronizasyon istenci, algoritmanın köleleri, muzır içeriğe dikkat: fappening ve dikkat dağıtıcı başka erotik şeyler, sonuç: tek boynuzlu atın peşinde.
Hafızanın neredeyse yok olup onun yerine anımsamanın geçtiği, dolayısıyla bunamanın da yalnız bir hastalık olarak değil erkenden karşılaşılan ciddi bir düşman olduğu çağda, mahşerin dört atlısını şöyle sıralıyor Pettman: Zorunluluk, dikkat dağılması, erteleme ve bağımlılık. Bu dörtlü, hepimizi 'yüksek maaşlı kadroların ellerinde' birer pazarlama aracına çeviriverir. Hiçbir ücret almadan ve vermeden yazıp çizdiğimiz, internete saldığımız mesajlar, hiç bilmediğimiz yerlere birer reklam olarak gidebilir. En sarsıcı gerçeklerden biri de şu: Toplumsal vicdan gereği imzaladığınız eylem planı, herhangi bir satış sitesi için yıllarca çalışılsa ortaya çıkarılamayacak, aranan bir veritabanı olabilir. Yani siz ağaç katliamına karşı imza atarken, yarın öbür gün önde gelen not defteri markalarından biri size uçuk fiyata 'çok sevimli' defterler sunabilir. İşte bu da sosyal medyadaki dikkat dağınıklığının, yani dikkati oraya buraya gönderip geri getirmenin 'sağladıklarından' biridir.
"Ağ üzerine yüklediğimiz anda düşüncelerimiz, konuşmalarımız, anılarımız ve izlerimiz başkasına ait olur, onlara el konulur. Yüzlerimiz etiketlenir ve veritabanına aktarılır. Tüm etkileşimlerimiz, herhangi bir kalıba dayanmayan başka iletişim biçimlerinin olduğunu unutmamızı sağlamak için giderek daha kısa aralıklı muazzam bir geri-besleme döngüsü içerisinde ele geçirilir, yönlendirilir, yeniden işlenir ve tekrar bize iletilir. Bu açıdan bakıldığında fikrimizi değiştirmeye başlayıp sosyal medyanın en doğru tasviri ya da alegorisinin Cıvıldayan Makine değil de The Human Centipede (İnsan Kırkayak) filmi olduğunu düşünebiliriz: başka hiçbir yerden nefes ya da besin alamayacak şekilde birinin ağzı öbürünün anüsüne dikilmiş, önündeki erkek veya kadının türlü çeşit ifrazatını yutan, ne yaptığından habersiz dehşet verici bir insan zinciri." [sf. 94]
Charlie Chaplin, hayatı yakın plandan bakıldığında trajedi, uzak plandan bakıldığında komedi olarak nitelendirir. Sosyal mecralarda akan verilere ciddi bir bakış attığımızda şöyle bir durumla karşılaştığımızı söylüyor Pettman: Bin kere büyütülmüş matrak ve kötü bir buluşma, kitlesel çapta gerçekleşen bir duygusal mühendislik, sinik ve hayat köreltici hesaplamalar.
Bilginin ve dolayısıyla bilmenin nasıl bir evrim geçirdiği aşikar. Enteresan biçimde Henri Lefebvre'nin on yıllar öncesinden yaptığı yorumlar birer birer çıkıyor. O, tüm okurlarına "Bilmek artık kavramlar kullanmak değil. Sadece enformasyonu almak ve belleğe kaydetmektir. Bilmenin yerini alan enformasyon, düşünceyi ortadan kaldırır ve pozitif bilgiyi, yaşantının dışında kalan, yığılan, biriken, unutulmadan belleğe kaydedilen şeye indirger" der. Geriye kalan şey ise hatırlamak değil, anımsamaktır. Çünkü hatırlamak insana, anımsamak kullanıcıya (user) mahsustur. Bu yüzden kullanıcı her bir mecraya dalışında (login) mutlaka "beni hatırla" der (remember me), "sakın unutma çünkü ben sadece anımsamaya programlıyım!" demiş olur böylece. Uzaktan bakınca korkunç değil mi? Adımız, doğum tarihimiz, yaşadığımız yer hepsi internette bir yerlerde -şimdi bulut deniyor ki o daha da korkunç- kayıtlı. Hatta kredi kartı numaramız ve şifremiz de. Neticede biz onay vermişizdir ve kaydet (save) demişizdir. Her şeyimi kaydet, sakla ve benim yerime hatırla!
Sosyal medyayı sık kullanmanın bilhassa kadın psikolojisine çok iyi geldiğine yönelik araştırma sonuçları var. Yine, sadece kendi fotoğrafını çekebilmek (selfie) için vücuduna üçüncü bir uzuv eklemiş yepyeni canlı türleri de var. Baudrillard'dan atıfla, bir "iç zehirlenmesi" denebilir sosyal medyanın bütününe. Dikkatten uzak, kendi kendinin yobazını üretebilen koca bir mekân sosyal medya, hatta birbirinden farklı cemaatler birleşimi.
Bitirken Zygmunt Bauman'ın "Cemaatler: Güvenli Olmayan Bir Dünyada Güvenlik Arayışı" kitabından bir paragraf aktarmak istiyorum. Buradaki cemaat kelimesini/kavramını, sosyal medya olarak okumayı deneyin (zannedin) derim:
"Her şeyden önce, cemaat “sıcak” bir ortamdır, keyifli ve rahat bir yerdir. Şiddetli yağmurda altına sığındığımız bir saçak, dondurucu soğukta içinden çıkmak istemediğimiz şömineli bir oda gibidir. Dışarıda her çeşit tehlike pusuda beklemektedir; dışarı çıktığımızda tetikte olmamız, kiminle konuştuğumuza, bizimle konuşanın kim olduğuna dikkat etmemiz, her an dikkatli olmamız gerekir. Cemaatin içindeyken gevşeriz; güvendeyizdir, burada karanlık köşelerde beliren tehlikeler yoktur."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
90’ların Türkiye'sinin kasvetli romanı
“Ülkeye sadakat, her zaman; hükümete sadakat, hak ettiği zaman.”
- Mark Twain
Hangi yıllar arasına bakarsak bakalım, Türkiye’de sancılı geçmemiş dönem bulmak çok zordur. Belki münferit bazı yıllarda ülkemizde sükûnet havası hâkim olabilir; ancak yaşanılan son yüz küsur yılda ‘acı’ bu topraklarda her zaman olmuştur. Hatta bu durumu son yüz küsur yılla sınırlamak yerine çok daha öncelerine götürmek yanlış olmaz. İster kabul edin ister etmeyin dünyada politik olarak üzerinde en çok oyunların döndüğü bir ülkede yaşıyoruz. Ve bunun sancısını her zaman halk çekiyor. İnsanlar çekiyor. Bu acı çeken, dışlanan insanları tek bir görüşteki insanlarla sınırlayamayız. Her görüşten, her siyasadan, her dinden insanların acısına -son yüz yılla sınırlamazsak- özellikle son iki yüz yıldır şahidiz.
90’ların Türkiye’si politik olarak çok karmaşık bir dönemdir. Nostalji olarak baktığımızda özlediğimiz birçok şey olsa da siyasi anlamda bakıldığında özlenmeyecek şeyler her zaman çok olmuştur. Karanlık dönemler diyebiliriz bu yıllara. İşte Mehtap Ceyran, özellikle o yılların hikâyesini yazmaya çalışmış ve ortaya anlattığı dönemin acısını da içine alan "Mevsim Yas" romanı çıkmış.
Birkaç ay önce yayımlanan Mevsim Yas, Sel Yayıncılık etiketiyle okura sunuldu. Roman türündeki yapıt toplam 214 sayfadan oluşuyor. Genele baktığımızda ise üç ana bölümden ve bölümler arasındaki daha küçük parçalardan oluştuğunu görüyoruz.
Roman, başkarakter Zehra’ya gelen isimsiz bir mektupla başlıyor. Zehra, Batman’da bir orta okulda öğretmenlik yapan genç bir kadın. Romanın mekân olarak kullanıldığı Batman’da tek başına yaşıyor ve kitabın başlarında sancılı bir ilişkiden çıktığını görüyoruz. Üstelik Taha (arkadaşı) Hizbullah tarafından kaçırılmış ve bunun üstüne okulda öğrencileri tarafından tehdit edilen bir halde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Psikolojisini etkileyen bu ilişkiden ve onu etkileyen diğer olaylardan sonra hayatını kurmaya çalışıyor; isimsiz bir mektup ise onu hayata bağlıyor.
Postadan gelen mektupta isim bulunmuyor fakat bir kişi hayatını anlatıyor Zehra’ya. Bu mektuplar belli aralıklarla ve isimsiz olarak Zehra’ya gelmeye devam ediyor. Aynı zamanda Zehra bu süreçte arkadaşı Taha’nın kaldığı, öğretmenevindeki odasına giriyor ve kaçırılmasının ipuçlarını sürüyor. Bu odada Taha’nın günlüğünü buluyor ve onu okumaya başlıyor. Günlükle beraber kitap üçe ayrılıyor. Zehra’nın hayatı, isimsiz mektubu yazan kişinin hayatı ve Taha’nın hayatı. Bu üç bölüm sırayla kitapta kendine yer buluyor ve kitabın sonunda düğüm çözülüyor. Üç hayat da birleşiyor.
Kasvetin, olumsuzlukların ve mutsuzluğun hâkim olduğu kitapta yazar, karakterleri oluşturmakta başarılı olurken, bu karakterlere derinlik vermekte zaman zaman sıkıntılar yaşamış. Örneğin, kitaptaki Sait karakteri (oğlunun mezarını arıyor) hem dönemin politik şartlarına hem de çektiği acılara göre oldukça yerinde bir duruş sergilerken, başkarakter Zehra’nın zaman zaman yapay bir fikrî ve maddi yapıya bürünmesi kitabın etkisini düşürmüş. (Örneğin, Hizbullah imzasıyla e-postalar alıyor; fakat hemen her saatte hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edebiliyor. Korku unsuru yeterli değil.) Fakat her şeye rağmen karakterlerin hem psikolojik hem duygusal hem de maddi yönden özellikleri çok iyi olmasa da kötü değil. Orta seviyede olduğunu görebiliyoruz. Bir ilk roman içinse iyi diyebiliriz.
Zehra’nın hisleri ve psikolojik durumu kitabın genel havasını yansıtıyor aslında. Kitap bu minvalde ilerliyor ve yine sonunda acı bir şekilde sona eriyor: “Kaybetmekten ve yalnız kalmaktan korkuyordu. Çocukluğundan beri vazgeçebilmeyi öğrenememişti; bu yüzden böyle darmadağındı şimdi. Kimden küçücük bir şefkat görse, ona dört elle sarılıp hayatının vazgeçilmezi saymıştı. Büyük boşlukları vardı hepimizin, çok büyük… Belki de kendimizi hiç tanımıyorduk. Yaralarımızın yerini bilmiyorduk. Onları hangi yollarla bulabileceğimizi, nasıl ilişki kurabileceğimizi, nasıl bir arada yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Bu yüzden tüm boşluklarımızı marazlı insanlar dolduruyordu.”
Kitabın dili oldukça akıcı. Mehtap Ceyran bu ilk romanında dil açısından iyi bir yol tutturmuş. Roman, okurken akıp gidiyor. Üç farklı şekilde ilerlediğini söylemiştik kitabın. Zehra’nın bölümleri üçüncü tekil bakış açısıyla yazılırken, diğer bölümler muhataplarının bakış açısıyla (birinci tekil) yazılmış. Aslında tutarlılık açısından Zehra’nın bölümünün kendi bakış açısından yazılması daha isabetli olabilirdi. Böylece Zehra’yı ve onun nezdinde dönemin toplumunu daha net görebilirdik.
Yine anlatımda betimlemelerin yerinde ve kararında olması okumayı kolaylaştıran etkenlerdendir diye düşünüyorum.
Kitapta bazı olumsuz özellikler de var. Bu olumsuz özelliklerin bazıları özellikle doğu illerimizde yaşayanlar için olumsuzluk sarf etmeyebilir ancak söylemek istiyorum: Kitap tamamen belli bir politik bakış açısıyla yazılmış. Yazarın 90’lı yılların politik ortamını, doğu bölgemizden yansıtması iyi bir şey, hatta mekân olarak Batman çok isabetli bir tercih olmuş. Fakat yazarın bakış açısında problem görüyorum. Günümüzün popülist bakış açısından oldukça etkilenmiş Mehtap Ceyran. Alıntıladığım Mark Twain’in sözünü bu durum için yazdım. Acılar oldu, hâlâ da oluyor. Haksızlıklar, ölümler vs. Ancak her şeye rağmen ülkeye düşman olmak benim kabul edebileceğim bir durum değil. Romanda bunu gördüm ve bunun oldukça yapay ve popülist yöntemlerle yapıldığı da malumdur: Örneğin, aksi kanıtlanmamış, tarihî kaynakların bir ‘tehcir’ olarak gördüğü Ermeni sürgününü, Ceyran’ın tek bir bakış açısından, dönemin hiçbir özelliğini dikkate almadan ‘katliam’ olarak lanse etmesi bunlardan biri. Neyin katliamı? Madem politik bir şeyler yazılıyor, her ne kadar fikirlerine aykırı bile olsa bunun objektif olarak yazılması gerekir. Ayrıca kitapta olumsuz bir devlet algısı da göze çarpıyor. Kabullenemediğimiz birçok şey olabilir ülkeyle ilgili. Siyasilerle ilgili vs. Fakat bunu ‘biz en iyiyiz, en çok acıyı biz çektik, siz çok kötüsünüz’ şeklinde yapmak, kitabın daha geniş kitlelere yayılmasına engel kanaatimce. Acıları mı yarıştıracağız?
Son olarak, Hizbullah’ın romana dâhil edilmesi biraz daha inandırıcı olabilirdi; ancak bu durumun kitaba olumsuz olarak etkisinin yüksek olduğunu söyleyemem yine de.
Bir ilk roman olarak bazı yönlerden gayet iyi, bazı yönlerden ise gayet kötü olan kitabın yazarı Mehtap Ceyran hakkında net bir fikri, ikinci kitapla edinebileceğimizi düşünüyorum.
Kitaptan bazı alıntılar:
- Hayat geride kalanlardan ibarettir. Bununla yaşamayı öğrenecektim ben de.
- İnsan öyle bir karanlıktır ki, ona ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Daha az incinmek için en iyisi yalnızlıktır.
- Hafızası karşısında neden aciz bir varlıktır ki insan?
- İnsanı bir başkasına bağımlı kılan, yalnızlıklarıydı.
- Dünyaya tanıklık etmek gibi bir misyonumuzun olması; bizi uyumsuz ve mutsuz kılan işte bu gerçekti.
- Dışarıda hak arayan, adaletsizliklere karşı direnenler, içeride birbirlerinin haklarına saygı göstermiyordu. Neredeyse her toplantıda ağız dalaşı yaparak ve bir türlü ortak bir paydada buluşamayarak, iç çekişmelere giriyor, saatlerce alakasız konularda uzun uzadıya yorumlar, çözümlemeler ve kişilik analizleri yaparak birbirlerini suçluyor, sonunda da mutlaka birilerini dışlıyorlardı. Her cemaat mutlaka kendi ötekisini yaratıyor, bu kurumlarda da senaryo hiç değişmiyordu.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Mark Twain
Hangi yıllar arasına bakarsak bakalım, Türkiye’de sancılı geçmemiş dönem bulmak çok zordur. Belki münferit bazı yıllarda ülkemizde sükûnet havası hâkim olabilir; ancak yaşanılan son yüz küsur yılda ‘acı’ bu topraklarda her zaman olmuştur. Hatta bu durumu son yüz küsur yılla sınırlamak yerine çok daha öncelerine götürmek yanlış olmaz. İster kabul edin ister etmeyin dünyada politik olarak üzerinde en çok oyunların döndüğü bir ülkede yaşıyoruz. Ve bunun sancısını her zaman halk çekiyor. İnsanlar çekiyor. Bu acı çeken, dışlanan insanları tek bir görüşteki insanlarla sınırlayamayız. Her görüşten, her siyasadan, her dinden insanların acısına -son yüz yılla sınırlamazsak- özellikle son iki yüz yıldır şahidiz.
90’ların Türkiye’si politik olarak çok karmaşık bir dönemdir. Nostalji olarak baktığımızda özlediğimiz birçok şey olsa da siyasi anlamda bakıldığında özlenmeyecek şeyler her zaman çok olmuştur. Karanlık dönemler diyebiliriz bu yıllara. İşte Mehtap Ceyran, özellikle o yılların hikâyesini yazmaya çalışmış ve ortaya anlattığı dönemin acısını da içine alan "Mevsim Yas" romanı çıkmış.
Birkaç ay önce yayımlanan Mevsim Yas, Sel Yayıncılık etiketiyle okura sunuldu. Roman türündeki yapıt toplam 214 sayfadan oluşuyor. Genele baktığımızda ise üç ana bölümden ve bölümler arasındaki daha küçük parçalardan oluştuğunu görüyoruz.
Roman, başkarakter Zehra’ya gelen isimsiz bir mektupla başlıyor. Zehra, Batman’da bir orta okulda öğretmenlik yapan genç bir kadın. Romanın mekân olarak kullanıldığı Batman’da tek başına yaşıyor ve kitabın başlarında sancılı bir ilişkiden çıktığını görüyoruz. Üstelik Taha (arkadaşı) Hizbullah tarafından kaçırılmış ve bunun üstüne okulda öğrencileri tarafından tehdit edilen bir halde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Psikolojisini etkileyen bu ilişkiden ve onu etkileyen diğer olaylardan sonra hayatını kurmaya çalışıyor; isimsiz bir mektup ise onu hayata bağlıyor.
Postadan gelen mektupta isim bulunmuyor fakat bir kişi hayatını anlatıyor Zehra’ya. Bu mektuplar belli aralıklarla ve isimsiz olarak Zehra’ya gelmeye devam ediyor. Aynı zamanda Zehra bu süreçte arkadaşı Taha’nın kaldığı, öğretmenevindeki odasına giriyor ve kaçırılmasının ipuçlarını sürüyor. Bu odada Taha’nın günlüğünü buluyor ve onu okumaya başlıyor. Günlükle beraber kitap üçe ayrılıyor. Zehra’nın hayatı, isimsiz mektubu yazan kişinin hayatı ve Taha’nın hayatı. Bu üç bölüm sırayla kitapta kendine yer buluyor ve kitabın sonunda düğüm çözülüyor. Üç hayat da birleşiyor.
Kasvetin, olumsuzlukların ve mutsuzluğun hâkim olduğu kitapta yazar, karakterleri oluşturmakta başarılı olurken, bu karakterlere derinlik vermekte zaman zaman sıkıntılar yaşamış. Örneğin, kitaptaki Sait karakteri (oğlunun mezarını arıyor) hem dönemin politik şartlarına hem de çektiği acılara göre oldukça yerinde bir duruş sergilerken, başkarakter Zehra’nın zaman zaman yapay bir fikrî ve maddi yapıya bürünmesi kitabın etkisini düşürmüş. (Örneğin, Hizbullah imzasıyla e-postalar alıyor; fakat hemen her saatte hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edebiliyor. Korku unsuru yeterli değil.) Fakat her şeye rağmen karakterlerin hem psikolojik hem duygusal hem de maddi yönden özellikleri çok iyi olmasa da kötü değil. Orta seviyede olduğunu görebiliyoruz. Bir ilk roman içinse iyi diyebiliriz.
Zehra’nın hisleri ve psikolojik durumu kitabın genel havasını yansıtıyor aslında. Kitap bu minvalde ilerliyor ve yine sonunda acı bir şekilde sona eriyor: “Kaybetmekten ve yalnız kalmaktan korkuyordu. Çocukluğundan beri vazgeçebilmeyi öğrenememişti; bu yüzden böyle darmadağındı şimdi. Kimden küçücük bir şefkat görse, ona dört elle sarılıp hayatının vazgeçilmezi saymıştı. Büyük boşlukları vardı hepimizin, çok büyük… Belki de kendimizi hiç tanımıyorduk. Yaralarımızın yerini bilmiyorduk. Onları hangi yollarla bulabileceğimizi, nasıl ilişki kurabileceğimizi, nasıl bir arada yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Bu yüzden tüm boşluklarımızı marazlı insanlar dolduruyordu.”
Kitabın dili oldukça akıcı. Mehtap Ceyran bu ilk romanında dil açısından iyi bir yol tutturmuş. Roman, okurken akıp gidiyor. Üç farklı şekilde ilerlediğini söylemiştik kitabın. Zehra’nın bölümleri üçüncü tekil bakış açısıyla yazılırken, diğer bölümler muhataplarının bakış açısıyla (birinci tekil) yazılmış. Aslında tutarlılık açısından Zehra’nın bölümünün kendi bakış açısından yazılması daha isabetli olabilirdi. Böylece Zehra’yı ve onun nezdinde dönemin toplumunu daha net görebilirdik.
Yine anlatımda betimlemelerin yerinde ve kararında olması okumayı kolaylaştıran etkenlerdendir diye düşünüyorum.
Kitapta bazı olumsuz özellikler de var. Bu olumsuz özelliklerin bazıları özellikle doğu illerimizde yaşayanlar için olumsuzluk sarf etmeyebilir ancak söylemek istiyorum: Kitap tamamen belli bir politik bakış açısıyla yazılmış. Yazarın 90’lı yılların politik ortamını, doğu bölgemizden yansıtması iyi bir şey, hatta mekân olarak Batman çok isabetli bir tercih olmuş. Fakat yazarın bakış açısında problem görüyorum. Günümüzün popülist bakış açısından oldukça etkilenmiş Mehtap Ceyran. Alıntıladığım Mark Twain’in sözünü bu durum için yazdım. Acılar oldu, hâlâ da oluyor. Haksızlıklar, ölümler vs. Ancak her şeye rağmen ülkeye düşman olmak benim kabul edebileceğim bir durum değil. Romanda bunu gördüm ve bunun oldukça yapay ve popülist yöntemlerle yapıldığı da malumdur: Örneğin, aksi kanıtlanmamış, tarihî kaynakların bir ‘tehcir’ olarak gördüğü Ermeni sürgününü, Ceyran’ın tek bir bakış açısından, dönemin hiçbir özelliğini dikkate almadan ‘katliam’ olarak lanse etmesi bunlardan biri. Neyin katliamı? Madem politik bir şeyler yazılıyor, her ne kadar fikirlerine aykırı bile olsa bunun objektif olarak yazılması gerekir. Ayrıca kitapta olumsuz bir devlet algısı da göze çarpıyor. Kabullenemediğimiz birçok şey olabilir ülkeyle ilgili. Siyasilerle ilgili vs. Fakat bunu ‘biz en iyiyiz, en çok acıyı biz çektik, siz çok kötüsünüz’ şeklinde yapmak, kitabın daha geniş kitlelere yayılmasına engel kanaatimce. Acıları mı yarıştıracağız?
Son olarak, Hizbullah’ın romana dâhil edilmesi biraz daha inandırıcı olabilirdi; ancak bu durumun kitaba olumsuz olarak etkisinin yüksek olduğunu söyleyemem yine de.
Bir ilk roman olarak bazı yönlerden gayet iyi, bazı yönlerden ise gayet kötü olan kitabın yazarı Mehtap Ceyran hakkında net bir fikri, ikinci kitapla edinebileceğimizi düşünüyorum.
Kitaptan bazı alıntılar:
- Hayat geride kalanlardan ibarettir. Bununla yaşamayı öğrenecektim ben de.
- İnsan öyle bir karanlıktır ki, ona ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Daha az incinmek için en iyisi yalnızlıktır.
- Hafızası karşısında neden aciz bir varlıktır ki insan?
- İnsanı bir başkasına bağımlı kılan, yalnızlıklarıydı.
- Dünyaya tanıklık etmek gibi bir misyonumuzun olması; bizi uyumsuz ve mutsuz kılan işte bu gerçekti.
- Dışarıda hak arayan, adaletsizliklere karşı direnenler, içeride birbirlerinin haklarına saygı göstermiyordu. Neredeyse her toplantıda ağız dalaşı yaparak ve bir türlü ortak bir paydada buluşamayarak, iç çekişmelere giriyor, saatlerce alakasız konularda uzun uzadıya yorumlar, çözümlemeler ve kişilik analizleri yaparak birbirlerini suçluyor, sonunda da mutlaka birilerini dışlıyorlardı. Her cemaat mutlaka kendi ötekisini yaratıyor, bu kurumlarda da senaryo hiç değişmiyordu.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Weber'de bürokrasi ve otorite
Toplumsal davranışın bilimidir, sosyoloji Weber’e göre. Bu toplumsal davranışı ifade etmede ve oluşumunu toplumsal olarak gösterirken 3 terim kullanır: anlamak (anlamları kavrama), yorumlama (öznel anlamları kavramlar halinde düzenleme) ve açıklama (davranışların düzenliliğini ortaya koyma). Weber’in sosyolojik incelemelerinde bu basit-temel eylemleri kullanarak kavramları-düşünceleri ifade ettiğini görüyoruz.
Weber’de bu incelemelere göz atarken karşımıza çıkan bir husus ise, bürokrasi ve otorite kavramları. Bürokrasi ve otorite üzerine konuşurken bazı temel hususlara da değinmekten geri kalmayan Weber, bu tanımlamalara gitmeden önce adeta bir yapının temelini kurar gibi devlet kavramından ifadelerine başlıyor. “İnsanın insana egemenliği ilişkisi” olarak açıklayarak temel ve ‘en’ örgütlenme biçimi olan bürokrasinin modernlikle beraber var olan bir şey olmayıp kadim medeniyetlerde de mevcut olduğuna değiniyor.
Bürokrasinin gerekliliğini savunurken ise kapitalizm ile ilişkisini vurgulayarak varlığını kapitalizm ve para ekonomisi ile sağlamlaştırdığını söyler. Bu ilişki için “seçici yakınlık” kavramını kullanır. Kapitalizmi incelerken bu ahlak-öğretide sınırsız istek-biriktirme isteği olduğunu söyler ve önde gelen kapitalizm savunucularının değişik Protestan mezheplerine dâhil olduğunu, işlerinde var olan başarının onların gözünde dinsel bir görev taşıdığını ve başarının bir seçilmişlik göstergesi olduğuna inançları vardır. Bu bağlamda karşımıza önemli bir kavram çıkıyor: dünyevi-uhrevi çilecilik. Weber’e göre bu çileciliğin en iyi örneği ise Protestan ahlakıdır. Etkinlikler-yapılanlar, zevk ve doyum için değil; yeryüzündeki görevlerin yerine getirilmesi içindir ve olağan şeyler kenara itilmiştir. Kapitalizmin gelişmesi için zorunlu bir davranış olan kârı harcamamak bu bağlamda ortak bir kriterdir ve bu yüzden Protestan ahlakı ile kapitalizm arasında bir yakınlık bulunur. “Kapitalizmin ruhunun ve yalnızca kapitalizmin değil, tüm modern kültürün ruhunun temel öğelerinden biri şudur: Görev çağrısı düşüncesinin temelde rasyonel davranışın... Hristiyan çileciğinin..., ruhundan doğmuş olmasıdır.” Kapitalizm, bürokratik yönetim için en rasyonel ekonomik temeli oluşturmakta, finansal açıdan para temin etmekte, bu yüzden bürokratik yöneticinin rasyonel şekilde gelişimini mümkün kılar Weber’e göre ve rasyonel bürokrasinin ruhu, “resmiyet ve görevi, kendine bağımlı olanların refahı açısından köklü bir biçimde faydacı anlayışla yapma eğilimi”ne sahiptir.
Tekrardan bürokrasi-otorite kavramlarına dönecek olursak, egemenlik için örgütlenmiş bir kuruluş belirli bir bölge içinde idari yürütme tarafından bir tecavüze-baskıya bağlı olarak güvenceye alınırsa “siyasi” adını alır ve bu kuralların-baskının uygulanmasında, idari yürütmenin tekeline sahip olduğu kurumsallaşmış sürekli siyasi birlik “devlet” olarak adlandırılır. Bu baskı uygulamasını-şiddeti-yürütmeyi kimi zaman tekeline alan egemen devlet yerine bir müessesedir. (Ortaçağ Avrupa’sında manevi kaynağa dayalı olarak oluşmuş kilise gibi.) Weber çoğunluğun bu egemen altına girmesini, devletin meşruiyetini kabul ettirmesinin 3 farklı şekilde mevcut olacağını ifade ediyor: yasal otorite, geleneksel otorite ve karizmatik otorite.
İlk olarak karşımıza çıkan otorite türü olan yasal-rasyonel otorite kuralların meşruluğuna ve bu kurallara göre başa gelenlerin emir verme hakkı olduğu inancına dayalıdır. Weber bu otorite türünü açıklarken birkaç temel kategoriye sahip olduğunu söyler. Yasal otorite, kurallara bağlanmış, sürekli resmi işlevlerin örgütlenmesidir ve belirli yetki alanları vardır (işlevleri yerine getirme yükümlülüğü alanı, işlev için atanan bireyin gerekli yetkiyle donatılması, zorunlu güç tanımı-kullanımının belirle şartlarla çerçevelenmesi: bu şekilde örgütlenen yapı ise “idari organ”). Bu idari birimlerin örgütlenmesi hiyerarşi ile olur ve alt üstünün denetimi altındadır. Bu birimin davranışlarını düzenleyen teknik kurallar vardır ve uygulamanın rasyonelliği için özel bir eğitim oluşur ve sonuçta resmi memurlar oluşur. Weber’e göre modern bürokrasinin temeli özgür sözleşmeyle atanma sistemi ile oluşmuştur. İkinci olarak karşımıza çıkan tür ise geleneksel otoritedir. Bu otorite, eskiden süregelen geleneğin kutsallığına ve bu geleneğe göre gücü kullananların meşruluğuna dayalıdır. Genel bir ortak eğitimden (gelenek-adet-töre) kaynaklanan şahsi bağlılık duygusudur. Gücü elinde bulunduran kişi üst-amir-patron değil efendidir. Yönetilenler topluluk üyeleri değil, tebaadır. Türklerde de kut, hanedan anlayışları ile vuku bulmuştur bu otorite türü. Geleneksel otoritenin ilkel türleri vardır: gerontokrasi ve ataerkillik. Temelde geleneksel ama güç sahibinin şahsi özerkliği ile otorite uyguladığı durum ise patrimonyal olarak adlandırılır. Weber’de belki de en çok öne çıkan ve kullanılan tür ise karizmatik otoritedir. Karizma, bireysel olarak şahsı ayıran -insanüstü yahut istisnai güçlere, niteliklere sahip olmasına yol açan özellik- kavramdır. Erken Hristiyanlık dönemine ait bir terimdir. Karizmatik otorite ise, bir bireyin istisnai kutsallığına, kahramanlığına bağlı olan otoritedir. Bu otoriteye inandıkları için itaat ederler ve bu gücün geçerliliği için belirleyici olan şey “güce bağımlı olanların kabulü” dür. Karizmatik güç, zaman içerisinde kahramana tapma ve lidere mutlak güven seviyesine bile gelmektedir.
Özetlersek ilk kısımda bahsedildiği gibi bürokrasi ve kapitalizm arasında belirtilen ifade ile seçici bir yakınlık vardır ve birbirleri için uyumlu bir gelişim sağlarlar. Diğer bir konu olan otorite meselesi ise meşruiyet sebepleri olarak 3’e ayrılır ve bu sebeplere bağlı olarak kendine bir egemenlik-itaat alanı açar, tarih boyunca bu türler birbirine evrilme-dönüşme şeklinde görülmemiş, şartların el verdiği ölçüde yüz göstermiştir.
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici
Weber’de bu incelemelere göz atarken karşımıza çıkan bir husus ise, bürokrasi ve otorite kavramları. Bürokrasi ve otorite üzerine konuşurken bazı temel hususlara da değinmekten geri kalmayan Weber, bu tanımlamalara gitmeden önce adeta bir yapının temelini kurar gibi devlet kavramından ifadelerine başlıyor. “İnsanın insana egemenliği ilişkisi” olarak açıklayarak temel ve ‘en’ örgütlenme biçimi olan bürokrasinin modernlikle beraber var olan bir şey olmayıp kadim medeniyetlerde de mevcut olduğuna değiniyor.
Bürokrasinin gerekliliğini savunurken ise kapitalizm ile ilişkisini vurgulayarak varlığını kapitalizm ve para ekonomisi ile sağlamlaştırdığını söyler. Bu ilişki için “seçici yakınlık” kavramını kullanır. Kapitalizmi incelerken bu ahlak-öğretide sınırsız istek-biriktirme isteği olduğunu söyler ve önde gelen kapitalizm savunucularının değişik Protestan mezheplerine dâhil olduğunu, işlerinde var olan başarının onların gözünde dinsel bir görev taşıdığını ve başarının bir seçilmişlik göstergesi olduğuna inançları vardır. Bu bağlamda karşımıza önemli bir kavram çıkıyor: dünyevi-uhrevi çilecilik. Weber’e göre bu çileciliğin en iyi örneği ise Protestan ahlakıdır. Etkinlikler-yapılanlar, zevk ve doyum için değil; yeryüzündeki görevlerin yerine getirilmesi içindir ve olağan şeyler kenara itilmiştir. Kapitalizmin gelişmesi için zorunlu bir davranış olan kârı harcamamak bu bağlamda ortak bir kriterdir ve bu yüzden Protestan ahlakı ile kapitalizm arasında bir yakınlık bulunur. “Kapitalizmin ruhunun ve yalnızca kapitalizmin değil, tüm modern kültürün ruhunun temel öğelerinden biri şudur: Görev çağrısı düşüncesinin temelde rasyonel davranışın... Hristiyan çileciğinin..., ruhundan doğmuş olmasıdır.” Kapitalizm, bürokratik yönetim için en rasyonel ekonomik temeli oluşturmakta, finansal açıdan para temin etmekte, bu yüzden bürokratik yöneticinin rasyonel şekilde gelişimini mümkün kılar Weber’e göre ve rasyonel bürokrasinin ruhu, “resmiyet ve görevi, kendine bağımlı olanların refahı açısından köklü bir biçimde faydacı anlayışla yapma eğilimi”ne sahiptir.
Tekrardan bürokrasi-otorite kavramlarına dönecek olursak, egemenlik için örgütlenmiş bir kuruluş belirli bir bölge içinde idari yürütme tarafından bir tecavüze-baskıya bağlı olarak güvenceye alınırsa “siyasi” adını alır ve bu kuralların-baskının uygulanmasında, idari yürütmenin tekeline sahip olduğu kurumsallaşmış sürekli siyasi birlik “devlet” olarak adlandırılır. Bu baskı uygulamasını-şiddeti-yürütmeyi kimi zaman tekeline alan egemen devlet yerine bir müessesedir. (Ortaçağ Avrupa’sında manevi kaynağa dayalı olarak oluşmuş kilise gibi.) Weber çoğunluğun bu egemen altına girmesini, devletin meşruiyetini kabul ettirmesinin 3 farklı şekilde mevcut olacağını ifade ediyor: yasal otorite, geleneksel otorite ve karizmatik otorite.
İlk olarak karşımıza çıkan otorite türü olan yasal-rasyonel otorite kuralların meşruluğuna ve bu kurallara göre başa gelenlerin emir verme hakkı olduğu inancına dayalıdır. Weber bu otorite türünü açıklarken birkaç temel kategoriye sahip olduğunu söyler. Yasal otorite, kurallara bağlanmış, sürekli resmi işlevlerin örgütlenmesidir ve belirli yetki alanları vardır (işlevleri yerine getirme yükümlülüğü alanı, işlev için atanan bireyin gerekli yetkiyle donatılması, zorunlu güç tanımı-kullanımının belirle şartlarla çerçevelenmesi: bu şekilde örgütlenen yapı ise “idari organ”). Bu idari birimlerin örgütlenmesi hiyerarşi ile olur ve alt üstünün denetimi altındadır. Bu birimin davranışlarını düzenleyen teknik kurallar vardır ve uygulamanın rasyonelliği için özel bir eğitim oluşur ve sonuçta resmi memurlar oluşur. Weber’e göre modern bürokrasinin temeli özgür sözleşmeyle atanma sistemi ile oluşmuştur. İkinci olarak karşımıza çıkan tür ise geleneksel otoritedir. Bu otorite, eskiden süregelen geleneğin kutsallığına ve bu geleneğe göre gücü kullananların meşruluğuna dayalıdır. Genel bir ortak eğitimden (gelenek-adet-töre) kaynaklanan şahsi bağlılık duygusudur. Gücü elinde bulunduran kişi üst-amir-patron değil efendidir. Yönetilenler topluluk üyeleri değil, tebaadır. Türklerde de kut, hanedan anlayışları ile vuku bulmuştur bu otorite türü. Geleneksel otoritenin ilkel türleri vardır: gerontokrasi ve ataerkillik. Temelde geleneksel ama güç sahibinin şahsi özerkliği ile otorite uyguladığı durum ise patrimonyal olarak adlandırılır. Weber’de belki de en çok öne çıkan ve kullanılan tür ise karizmatik otoritedir. Karizma, bireysel olarak şahsı ayıran -insanüstü yahut istisnai güçlere, niteliklere sahip olmasına yol açan özellik- kavramdır. Erken Hristiyanlık dönemine ait bir terimdir. Karizmatik otorite ise, bir bireyin istisnai kutsallığına, kahramanlığına bağlı olan otoritedir. Bu otoriteye inandıkları için itaat ederler ve bu gücün geçerliliği için belirleyici olan şey “güce bağımlı olanların kabulü” dür. Karizmatik güç, zaman içerisinde kahramana tapma ve lidere mutlak güven seviyesine bile gelmektedir.
Özetlersek ilk kısımda bahsedildiği gibi bürokrasi ve kapitalizm arasında belirtilen ifade ile seçici bir yakınlık vardır ve birbirleri için uyumlu bir gelişim sağlarlar. Diğer bir konu olan otorite meselesi ise meşruiyet sebepleri olarak 3’e ayrılır ve bu sebeplere bağlı olarak kendine bir egemenlik-itaat alanı açar, tarih boyunca bu türler birbirine evrilme-dönüşme şeklinde görülmemiş, şartların el verdiği ölçüde yüz göstermiştir.
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici
28 Haziran 2017 Çarşamba
Gerçek, hâtıralarda saklıdır
“Ey insanlar! Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın."
- Fatır, 5
“Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var."
Devlet-i Aliyye, kuruluş tarihi olan 1299’dan Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in memleketten ayrıldığı 1922 senesine kadar, Osman Gazi’nin erkek neslinden 36 padişah tarafından 600 seneden fazla hüküm sürdü. Ali Vâsıb Efendi, Miladi 1903 senesinin 13 Teşrinievvelinde (Ekim) İstanbul Çırağan sarayında doğmuş. Padişah V. Murad'ın torunu Şehzade Ahmed Nihad Osmanoğlu Efendi'nin oğludur. Annesi Safiru Hanımefendi'dir. Galatasaray Lisesi’nde (Mekteb-i Sultani) ve Harp Okulu’nda (Mekteb-i Askerî) okudu.
Ali Vâsıb Efendi, ailede hatıratını yazan tek şehzade. Oğlu Osman Selaheddin Osmanoğlu tarafından yayına hazırlanan "Şehzade Ali Vâsıb Efendi: Bir Şehzadenin Hatıratı" adlı kitabı Yapı Kredi Yayınları'ndan neşredilmiş. Kitapta bahsi geçen mevzuların bizim bildiğimiz Osmanlı ailesi portresinden, hele ki televizyonlarda anlatılan hanedan ile alakası yok. Dört ana bölümden oluşan kitap çocukluk ve sürgün yıllarında yaşadıkları ülkeleri ele almaktadır. Babası, Ali Vâsıb Efendi’nin, tabiriyle söylersek pederinin yağlı boya resimler yaptığını, hocasının şair Tevfik Fikret olduğunu söylemektedir. (sf.48) Halasının konağının dayanıp döşenmesi de Tevfik Fikret’e bırakılmış. (sf.58) Dedesi V. Murad’ın bestelediği eserler de yine kitapta paylaşılmış. Amcası Osman Fuad Efendi’nin fevkalade keman çaldığını (sf.85) belirten Vâsıb Efendi, Halası Rukiye Sultan’ın İstanbul Göztepe’de bulunan köşkte, amatör konserler düzenlendiğini, eniştesi Şerif Abdülmecid’in keman, kardeşi Şerif Muhiddin’in viyolonsel, küçük kardeşi Şerife Misbah’ın piyona çalıp latif nağmeler dinlediklerini belirtmektedir. (sf.95) Kitapta ilginç olaylar da yer alır. Sultan Abdülaziz'in Çırağan Sarayı'nda kaldığı yıllarda rüyasına giren evliyalar onu çok korkutmuş, bunun üzerine sultan bir daha Çırağan’da kalamamış. (sf.37) Takvim yaprakları 1910 yılını gösterdiğinde yaşanan ilginç olaylardan biri de kuyruklu yıldız vakası. Kuyruklu yıldız dünyaya çarpacak diye telaşlanarak birçok kişi intihara kalkışmış. (sf.53) Ali Vâsıb Efendi'nin yazdığı bir diğer ilginç konu ise Sultan Vahideddin'in Damat Ferit Paşa ile görüşmediğine ve onu sevmediğine dair. (sf.126)
İntihar mı etti yoksa öldürüldü mü? Akıbeti belirsiz Sultan Abdülaziz Vakası'ndan sonra bir başka ölüm vakası: 1876 yılında bileklerini keserek intihar ettiği söylenen Devlet-i Aliyye’nin 32. padişahı Sultan Abdülaziz gibi Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’de, bir sabah ustura ile bilek damarlarını kesmiş. 1 Şubat 1916'da yani babasının öldüğü günden tam 40 yıl sonra babası gibi intihar ettiği söylenen veliahdın İttihatçılar veyahut Almanlar tarafından öldürüldüğü söyleniyor (sf.91) Yusuf İzzeddin Efendi'nin Osmanlı'yı Almanya’nın yanında harbe sürükleyen yönetime her zaman şiddetle karşı çıkmış olması, öldürülme sebebi olarak görülüyor.
Milli Mücadele dönemine de değinen kitapta, Kuvayı Milliye hareketine iştirak eden genç şehzadelerden Ömer Faruk Efendi tek olup, hadiseyi Ali Vâsıb Efendi şu şekilde anlatmaktadır. “İstanbul’dan Burgaz vapurunda, bir dolapta saklı olarak firar etti, İnebolu’ya indiğinde, o zaman ki Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından, geriye İstanbul’a avdet etmesi efendiye bir telgraf ile bildirildi.” (sf.129)
Mustafa Kemal Paşa’nın Ömer Faruk Efendi’yi geri yollamasından sonra diğer değerli genç şehzadeler aynı teşebbüste bulunmamıştır. (sf.154)
Ali Vâsıb Efendi ve diğer hanedan üyeleri, 6 Mart 1924 saat 9.30'da Orient Express'le, hükumetin verdiği 1000 Türk Lirası ile Bulgar hududuna kadar polis eşliğinde vatanı terk etmişlerdir. İlk yerleşim yeri olarak Macaristan’da ikamet eden Ali Vâsıb Efendi’nin bir sonraki durağı Fransa, son durağı ise Mısır olmuştur. 1944-1973 yılları arasında, yaklaşık 30 seneye yakın amcası Osman Fuad Efendi ile birlikte aile reisliğini paylaşmışlardır. Ali Vâsıb Efendi 9 Aralık 1983’te, 80 yaşında, İskenderiye’de vefat etmiştir.
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
- Fatır, 5
“Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var."
Devlet-i Aliyye, kuruluş tarihi olan 1299’dan Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in memleketten ayrıldığı 1922 senesine kadar, Osman Gazi’nin erkek neslinden 36 padişah tarafından 600 seneden fazla hüküm sürdü. Ali Vâsıb Efendi, Miladi 1903 senesinin 13 Teşrinievvelinde (Ekim) İstanbul Çırağan sarayında doğmuş. Padişah V. Murad'ın torunu Şehzade Ahmed Nihad Osmanoğlu Efendi'nin oğludur. Annesi Safiru Hanımefendi'dir. Galatasaray Lisesi’nde (Mekteb-i Sultani) ve Harp Okulu’nda (Mekteb-i Askerî) okudu.
Ali Vâsıb Efendi, ailede hatıratını yazan tek şehzade. Oğlu Osman Selaheddin Osmanoğlu tarafından yayına hazırlanan "Şehzade Ali Vâsıb Efendi: Bir Şehzadenin Hatıratı" adlı kitabı Yapı Kredi Yayınları'ndan neşredilmiş. Kitapta bahsi geçen mevzuların bizim bildiğimiz Osmanlı ailesi portresinden, hele ki televizyonlarda anlatılan hanedan ile alakası yok. Dört ana bölümden oluşan kitap çocukluk ve sürgün yıllarında yaşadıkları ülkeleri ele almaktadır. Babası, Ali Vâsıb Efendi’nin, tabiriyle söylersek pederinin yağlı boya resimler yaptığını, hocasının şair Tevfik Fikret olduğunu söylemektedir. (sf.48) Halasının konağının dayanıp döşenmesi de Tevfik Fikret’e bırakılmış. (sf.58) Dedesi V. Murad’ın bestelediği eserler de yine kitapta paylaşılmış. Amcası Osman Fuad Efendi’nin fevkalade keman çaldığını (sf.85) belirten Vâsıb Efendi, Halası Rukiye Sultan’ın İstanbul Göztepe’de bulunan köşkte, amatör konserler düzenlendiğini, eniştesi Şerif Abdülmecid’in keman, kardeşi Şerif Muhiddin’in viyolonsel, küçük kardeşi Şerife Misbah’ın piyona çalıp latif nağmeler dinlediklerini belirtmektedir. (sf.95) Kitapta ilginç olaylar da yer alır. Sultan Abdülaziz'in Çırağan Sarayı'nda kaldığı yıllarda rüyasına giren evliyalar onu çok korkutmuş, bunun üzerine sultan bir daha Çırağan’da kalamamış. (sf.37) Takvim yaprakları 1910 yılını gösterdiğinde yaşanan ilginç olaylardan biri de kuyruklu yıldız vakası. Kuyruklu yıldız dünyaya çarpacak diye telaşlanarak birçok kişi intihara kalkışmış. (sf.53) Ali Vâsıb Efendi'nin yazdığı bir diğer ilginç konu ise Sultan Vahideddin'in Damat Ferit Paşa ile görüşmediğine ve onu sevmediğine dair. (sf.126)
İntihar mı etti yoksa öldürüldü mü? Akıbeti belirsiz Sultan Abdülaziz Vakası'ndan sonra bir başka ölüm vakası: 1876 yılında bileklerini keserek intihar ettiği söylenen Devlet-i Aliyye’nin 32. padişahı Sultan Abdülaziz gibi Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’de, bir sabah ustura ile bilek damarlarını kesmiş. 1 Şubat 1916'da yani babasının öldüğü günden tam 40 yıl sonra babası gibi intihar ettiği söylenen veliahdın İttihatçılar veyahut Almanlar tarafından öldürüldüğü söyleniyor (sf.91) Yusuf İzzeddin Efendi'nin Osmanlı'yı Almanya’nın yanında harbe sürükleyen yönetime her zaman şiddetle karşı çıkmış olması, öldürülme sebebi olarak görülüyor.
Milli Mücadele dönemine de değinen kitapta, Kuvayı Milliye hareketine iştirak eden genç şehzadelerden Ömer Faruk Efendi tek olup, hadiseyi Ali Vâsıb Efendi şu şekilde anlatmaktadır. “İstanbul’dan Burgaz vapurunda, bir dolapta saklı olarak firar etti, İnebolu’ya indiğinde, o zaman ki Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından, geriye İstanbul’a avdet etmesi efendiye bir telgraf ile bildirildi.” (sf.129)
Mustafa Kemal Paşa’nın Ömer Faruk Efendi’yi geri yollamasından sonra diğer değerli genç şehzadeler aynı teşebbüste bulunmamıştır. (sf.154)
Ali Vâsıb Efendi ve diğer hanedan üyeleri, 6 Mart 1924 saat 9.30'da Orient Express'le, hükumetin verdiği 1000 Türk Lirası ile Bulgar hududuna kadar polis eşliğinde vatanı terk etmişlerdir. İlk yerleşim yeri olarak Macaristan’da ikamet eden Ali Vâsıb Efendi’nin bir sonraki durağı Fransa, son durağı ise Mısır olmuştur. 1944-1973 yılları arasında, yaklaşık 30 seneye yakın amcası Osman Fuad Efendi ile birlikte aile reisliğini paylaşmışlardır. Ali Vâsıb Efendi 9 Aralık 1983’te, 80 yaşında, İskenderiye’de vefat etmiştir.
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)