“Ülkeye sadakat, her zaman; hükümete sadakat, hak ettiği zaman.”
- Mark Twain
Hangi yıllar arasına bakarsak bakalım, Türkiye’de sancılı geçmemiş dönem bulmak çok zordur. Belki münferit bazı yıllarda ülkemizde sükûnet havası hâkim olabilir; ancak yaşanılan son yüz küsur yılda ‘acı’ bu topraklarda her zaman olmuştur. Hatta bu durumu son yüz küsur yılla sınırlamak yerine çok daha öncelerine götürmek yanlış olmaz. İster kabul edin ister etmeyin dünyada politik olarak üzerinde en çok oyunların döndüğü bir ülkede yaşıyoruz. Ve bunun sancısını her zaman halk çekiyor. İnsanlar çekiyor. Bu acı çeken, dışlanan insanları tek bir görüşteki insanlarla sınırlayamayız. Her görüşten, her siyasadan, her dinden insanların acısına -son yüz yılla sınırlamazsak- özellikle son iki yüz yıldır şahidiz.
90’ların Türkiye’si politik olarak çok karmaşık bir dönemdir. Nostalji olarak baktığımızda özlediğimiz birçok şey olsa da siyasi anlamda bakıldığında özlenmeyecek şeyler her zaman çok olmuştur. Karanlık dönemler diyebiliriz bu yıllara. İşte Mehtap Ceyran, özellikle o yılların hikâyesini yazmaya çalışmış ve ortaya anlattığı dönemin acısını da içine alan "Mevsim Yas" romanı çıkmış.
Birkaç ay önce yayımlanan Mevsim Yas, Sel Yayıncılık etiketiyle okura sunuldu. Roman türündeki yapıt toplam 214 sayfadan oluşuyor. Genele baktığımızda ise üç ana bölümden ve bölümler arasındaki daha küçük parçalardan oluştuğunu görüyoruz.
Roman, başkarakter Zehra’ya gelen isimsiz bir mektupla başlıyor. Zehra, Batman’da bir orta okulda öğretmenlik yapan genç bir kadın. Romanın mekân olarak kullanıldığı Batman’da tek başına yaşıyor ve kitabın başlarında sancılı bir ilişkiden çıktığını görüyoruz. Üstelik Taha (arkadaşı) Hizbullah tarafından kaçırılmış ve bunun üstüne okulda öğrencileri tarafından tehdit edilen bir halde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Psikolojisini etkileyen bu ilişkiden ve onu etkileyen diğer olaylardan sonra hayatını kurmaya çalışıyor; isimsiz bir mektup ise onu hayata bağlıyor.
Postadan gelen mektupta isim bulunmuyor fakat bir kişi hayatını anlatıyor Zehra’ya. Bu mektuplar belli aralıklarla ve isimsiz olarak Zehra’ya gelmeye devam ediyor. Aynı zamanda Zehra bu süreçte arkadaşı Taha’nın kaldığı, öğretmenevindeki odasına giriyor ve kaçırılmasının ipuçlarını sürüyor. Bu odada Taha’nın günlüğünü buluyor ve onu okumaya başlıyor. Günlükle beraber kitap üçe ayrılıyor. Zehra’nın hayatı, isimsiz mektubu yazan kişinin hayatı ve Taha’nın hayatı. Bu üç bölüm sırayla kitapta kendine yer buluyor ve kitabın sonunda düğüm çözülüyor. Üç hayat da birleşiyor.
Kasvetin, olumsuzlukların ve mutsuzluğun hâkim olduğu kitapta yazar, karakterleri oluşturmakta başarılı olurken, bu karakterlere derinlik vermekte zaman zaman sıkıntılar yaşamış. Örneğin, kitaptaki Sait karakteri (oğlunun mezarını arıyor) hem dönemin politik şartlarına hem de çektiği acılara göre oldukça yerinde bir duruş sergilerken, başkarakter Zehra’nın zaman zaman yapay bir fikrî ve maddi yapıya bürünmesi kitabın etkisini düşürmüş. (Örneğin, Hizbullah imzasıyla e-postalar alıyor; fakat hemen her saatte hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edebiliyor. Korku unsuru yeterli değil.) Fakat her şeye rağmen karakterlerin hem psikolojik hem duygusal hem de maddi yönden özellikleri çok iyi olmasa da kötü değil. Orta seviyede olduğunu görebiliyoruz. Bir ilk roman içinse iyi diyebiliriz.
Zehra’nın hisleri ve psikolojik durumu kitabın genel havasını yansıtıyor aslında. Kitap bu minvalde ilerliyor ve yine sonunda acı bir şekilde sona eriyor: “Kaybetmekten ve yalnız kalmaktan korkuyordu. Çocukluğundan beri vazgeçebilmeyi öğrenememişti; bu yüzden böyle darmadağındı şimdi. Kimden küçücük bir şefkat görse, ona dört elle sarılıp hayatının vazgeçilmezi saymıştı. Büyük boşlukları vardı hepimizin, çok büyük… Belki de kendimizi hiç tanımıyorduk. Yaralarımızın yerini bilmiyorduk. Onları hangi yollarla bulabileceğimizi, nasıl ilişki kurabileceğimizi, nasıl bir arada yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Bu yüzden tüm boşluklarımızı marazlı insanlar dolduruyordu.”
Kitabın dili oldukça akıcı. Mehtap Ceyran bu ilk romanında dil açısından iyi bir yol tutturmuş. Roman, okurken akıp gidiyor. Üç farklı şekilde ilerlediğini söylemiştik kitabın. Zehra’nın bölümleri üçüncü tekil bakış açısıyla yazılırken, diğer bölümler muhataplarının bakış açısıyla (birinci tekil) yazılmış. Aslında tutarlılık açısından Zehra’nın bölümünün kendi bakış açısından yazılması daha isabetli olabilirdi. Böylece Zehra’yı ve onun nezdinde dönemin toplumunu daha net görebilirdik.
Yine anlatımda betimlemelerin yerinde ve kararında olması okumayı kolaylaştıran etkenlerdendir diye düşünüyorum.
Kitapta bazı olumsuz özellikler de var. Bu olumsuz özelliklerin bazıları özellikle doğu illerimizde yaşayanlar için olumsuzluk sarf etmeyebilir ancak söylemek istiyorum: Kitap tamamen belli bir politik bakış açısıyla yazılmış. Yazarın 90’lı yılların politik ortamını, doğu bölgemizden yansıtması iyi bir şey, hatta mekân olarak Batman çok isabetli bir tercih olmuş. Fakat yazarın bakış açısında problem görüyorum. Günümüzün popülist bakış açısından oldukça etkilenmiş Mehtap Ceyran. Alıntıladığım Mark Twain’in sözünü bu durum için yazdım. Acılar oldu, hâlâ da oluyor. Haksızlıklar, ölümler vs. Ancak her şeye rağmen ülkeye düşman olmak benim kabul edebileceğim bir durum değil. Romanda bunu gördüm ve bunun oldukça yapay ve popülist yöntemlerle yapıldığı da malumdur: Örneğin, aksi kanıtlanmamış, tarihî kaynakların bir ‘tehcir’ olarak gördüğü Ermeni sürgününü, Ceyran’ın tek bir bakış açısından, dönemin hiçbir özelliğini dikkate almadan ‘katliam’ olarak lanse etmesi bunlardan biri. Neyin katliamı? Madem politik bir şeyler yazılıyor, her ne kadar fikirlerine aykırı bile olsa bunun objektif olarak yazılması gerekir. Ayrıca kitapta olumsuz bir devlet algısı da göze çarpıyor. Kabullenemediğimiz birçok şey olabilir ülkeyle ilgili. Siyasilerle ilgili vs. Fakat bunu ‘biz en iyiyiz, en çok acıyı biz çektik, siz çok kötüsünüz’ şeklinde yapmak, kitabın daha geniş kitlelere yayılmasına engel kanaatimce. Acıları mı yarıştıracağız?
Son olarak, Hizbullah’ın romana dâhil edilmesi biraz daha inandırıcı olabilirdi; ancak bu durumun kitaba olumsuz olarak etkisinin yüksek olduğunu söyleyemem yine de.
Bir ilk roman olarak bazı yönlerden gayet iyi, bazı yönlerden ise gayet kötü olan kitabın yazarı Mehtap Ceyran hakkında net bir fikri, ikinci kitapla edinebileceğimizi düşünüyorum.
Kitaptan bazı alıntılar:
- Hayat geride kalanlardan ibarettir. Bununla yaşamayı öğrenecektim ben de.
- İnsan öyle bir karanlıktır ki, ona ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Daha az incinmek için en iyisi yalnızlıktır.
- Hafızası karşısında neden aciz bir varlıktır ki insan?
- İnsanı bir başkasına bağımlı kılan, yalnızlıklarıydı.
- Dünyaya tanıklık etmek gibi bir misyonumuzun olması; bizi uyumsuz ve mutsuz kılan işte bu gerçekti.
- Dışarıda hak arayan, adaletsizliklere karşı direnenler, içeride birbirlerinin haklarına saygı göstermiyordu. Neredeyse her toplantıda ağız dalaşı yaparak ve bir türlü ortak bir paydada buluşamayarak, iç çekişmelere giriyor, saatlerce alakasız konularda uzun uzadıya yorumlar, çözümlemeler ve kişilik analizleri yaparak birbirlerini suçluyor, sonunda da mutlaka birilerini dışlıyorlardı. Her cemaat mutlaka kendi ötekisini yaratıyor, bu kurumlarda da senaryo hiç değişmiyordu.
Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
3 Temmuz 2017 Pazartesi
Weber'de bürokrasi ve otorite
Toplumsal davranışın bilimidir, sosyoloji Weber’e göre. Bu toplumsal davranışı ifade etmede ve oluşumunu toplumsal olarak gösterirken 3 terim kullanır: anlamak (anlamları kavrama), yorumlama (öznel anlamları kavramlar halinde düzenleme) ve açıklama (davranışların düzenliliğini ortaya koyma). Weber’in sosyolojik incelemelerinde bu basit-temel eylemleri kullanarak kavramları-düşünceleri ifade ettiğini görüyoruz.
Weber’de bu incelemelere göz atarken karşımıza çıkan bir husus ise, bürokrasi ve otorite kavramları. Bürokrasi ve otorite üzerine konuşurken bazı temel hususlara da değinmekten geri kalmayan Weber, bu tanımlamalara gitmeden önce adeta bir yapının temelini kurar gibi devlet kavramından ifadelerine başlıyor. “İnsanın insana egemenliği ilişkisi” olarak açıklayarak temel ve ‘en’ örgütlenme biçimi olan bürokrasinin modernlikle beraber var olan bir şey olmayıp kadim medeniyetlerde de mevcut olduğuna değiniyor.
Bürokrasinin gerekliliğini savunurken ise kapitalizm ile ilişkisini vurgulayarak varlığını kapitalizm ve para ekonomisi ile sağlamlaştırdığını söyler. Bu ilişki için “seçici yakınlık” kavramını kullanır. Kapitalizmi incelerken bu ahlak-öğretide sınırsız istek-biriktirme isteği olduğunu söyler ve önde gelen kapitalizm savunucularının değişik Protestan mezheplerine dâhil olduğunu, işlerinde var olan başarının onların gözünde dinsel bir görev taşıdığını ve başarının bir seçilmişlik göstergesi olduğuna inançları vardır. Bu bağlamda karşımıza önemli bir kavram çıkıyor: dünyevi-uhrevi çilecilik. Weber’e göre bu çileciliğin en iyi örneği ise Protestan ahlakıdır. Etkinlikler-yapılanlar, zevk ve doyum için değil; yeryüzündeki görevlerin yerine getirilmesi içindir ve olağan şeyler kenara itilmiştir. Kapitalizmin gelişmesi için zorunlu bir davranış olan kârı harcamamak bu bağlamda ortak bir kriterdir ve bu yüzden Protestan ahlakı ile kapitalizm arasında bir yakınlık bulunur. “Kapitalizmin ruhunun ve yalnızca kapitalizmin değil, tüm modern kültürün ruhunun temel öğelerinden biri şudur: Görev çağrısı düşüncesinin temelde rasyonel davranışın... Hristiyan çileciğinin..., ruhundan doğmuş olmasıdır.” Kapitalizm, bürokratik yönetim için en rasyonel ekonomik temeli oluşturmakta, finansal açıdan para temin etmekte, bu yüzden bürokratik yöneticinin rasyonel şekilde gelişimini mümkün kılar Weber’e göre ve rasyonel bürokrasinin ruhu, “resmiyet ve görevi, kendine bağımlı olanların refahı açısından köklü bir biçimde faydacı anlayışla yapma eğilimi”ne sahiptir.
Tekrardan bürokrasi-otorite kavramlarına dönecek olursak, egemenlik için örgütlenmiş bir kuruluş belirli bir bölge içinde idari yürütme tarafından bir tecavüze-baskıya bağlı olarak güvenceye alınırsa “siyasi” adını alır ve bu kuralların-baskının uygulanmasında, idari yürütmenin tekeline sahip olduğu kurumsallaşmış sürekli siyasi birlik “devlet” olarak adlandırılır. Bu baskı uygulamasını-şiddeti-yürütmeyi kimi zaman tekeline alan egemen devlet yerine bir müessesedir. (Ortaçağ Avrupa’sında manevi kaynağa dayalı olarak oluşmuş kilise gibi.) Weber çoğunluğun bu egemen altına girmesini, devletin meşruiyetini kabul ettirmesinin 3 farklı şekilde mevcut olacağını ifade ediyor: yasal otorite, geleneksel otorite ve karizmatik otorite.
İlk olarak karşımıza çıkan otorite türü olan yasal-rasyonel otorite kuralların meşruluğuna ve bu kurallara göre başa gelenlerin emir verme hakkı olduğu inancına dayalıdır. Weber bu otorite türünü açıklarken birkaç temel kategoriye sahip olduğunu söyler. Yasal otorite, kurallara bağlanmış, sürekli resmi işlevlerin örgütlenmesidir ve belirli yetki alanları vardır (işlevleri yerine getirme yükümlülüğü alanı, işlev için atanan bireyin gerekli yetkiyle donatılması, zorunlu güç tanımı-kullanımının belirle şartlarla çerçevelenmesi: bu şekilde örgütlenen yapı ise “idari organ”). Bu idari birimlerin örgütlenmesi hiyerarşi ile olur ve alt üstünün denetimi altındadır. Bu birimin davranışlarını düzenleyen teknik kurallar vardır ve uygulamanın rasyonelliği için özel bir eğitim oluşur ve sonuçta resmi memurlar oluşur. Weber’e göre modern bürokrasinin temeli özgür sözleşmeyle atanma sistemi ile oluşmuştur. İkinci olarak karşımıza çıkan tür ise geleneksel otoritedir. Bu otorite, eskiden süregelen geleneğin kutsallığına ve bu geleneğe göre gücü kullananların meşruluğuna dayalıdır. Genel bir ortak eğitimden (gelenek-adet-töre) kaynaklanan şahsi bağlılık duygusudur. Gücü elinde bulunduran kişi üst-amir-patron değil efendidir. Yönetilenler topluluk üyeleri değil, tebaadır. Türklerde de kut, hanedan anlayışları ile vuku bulmuştur bu otorite türü. Geleneksel otoritenin ilkel türleri vardır: gerontokrasi ve ataerkillik. Temelde geleneksel ama güç sahibinin şahsi özerkliği ile otorite uyguladığı durum ise patrimonyal olarak adlandırılır. Weber’de belki de en çok öne çıkan ve kullanılan tür ise karizmatik otoritedir. Karizma, bireysel olarak şahsı ayıran -insanüstü yahut istisnai güçlere, niteliklere sahip olmasına yol açan özellik- kavramdır. Erken Hristiyanlık dönemine ait bir terimdir. Karizmatik otorite ise, bir bireyin istisnai kutsallığına, kahramanlığına bağlı olan otoritedir. Bu otoriteye inandıkları için itaat ederler ve bu gücün geçerliliği için belirleyici olan şey “güce bağımlı olanların kabulü” dür. Karizmatik güç, zaman içerisinde kahramana tapma ve lidere mutlak güven seviyesine bile gelmektedir.
Özetlersek ilk kısımda bahsedildiği gibi bürokrasi ve kapitalizm arasında belirtilen ifade ile seçici bir yakınlık vardır ve birbirleri için uyumlu bir gelişim sağlarlar. Diğer bir konu olan otorite meselesi ise meşruiyet sebepleri olarak 3’e ayrılır ve bu sebeplere bağlı olarak kendine bir egemenlik-itaat alanı açar, tarih boyunca bu türler birbirine evrilme-dönüşme şeklinde görülmemiş, şartların el verdiği ölçüde yüz göstermiştir.
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici
Weber’de bu incelemelere göz atarken karşımıza çıkan bir husus ise, bürokrasi ve otorite kavramları. Bürokrasi ve otorite üzerine konuşurken bazı temel hususlara da değinmekten geri kalmayan Weber, bu tanımlamalara gitmeden önce adeta bir yapının temelini kurar gibi devlet kavramından ifadelerine başlıyor. “İnsanın insana egemenliği ilişkisi” olarak açıklayarak temel ve ‘en’ örgütlenme biçimi olan bürokrasinin modernlikle beraber var olan bir şey olmayıp kadim medeniyetlerde de mevcut olduğuna değiniyor.
Bürokrasinin gerekliliğini savunurken ise kapitalizm ile ilişkisini vurgulayarak varlığını kapitalizm ve para ekonomisi ile sağlamlaştırdığını söyler. Bu ilişki için “seçici yakınlık” kavramını kullanır. Kapitalizmi incelerken bu ahlak-öğretide sınırsız istek-biriktirme isteği olduğunu söyler ve önde gelen kapitalizm savunucularının değişik Protestan mezheplerine dâhil olduğunu, işlerinde var olan başarının onların gözünde dinsel bir görev taşıdığını ve başarının bir seçilmişlik göstergesi olduğuna inançları vardır. Bu bağlamda karşımıza önemli bir kavram çıkıyor: dünyevi-uhrevi çilecilik. Weber’e göre bu çileciliğin en iyi örneği ise Protestan ahlakıdır. Etkinlikler-yapılanlar, zevk ve doyum için değil; yeryüzündeki görevlerin yerine getirilmesi içindir ve olağan şeyler kenara itilmiştir. Kapitalizmin gelişmesi için zorunlu bir davranış olan kârı harcamamak bu bağlamda ortak bir kriterdir ve bu yüzden Protestan ahlakı ile kapitalizm arasında bir yakınlık bulunur. “Kapitalizmin ruhunun ve yalnızca kapitalizmin değil, tüm modern kültürün ruhunun temel öğelerinden biri şudur: Görev çağrısı düşüncesinin temelde rasyonel davranışın... Hristiyan çileciğinin..., ruhundan doğmuş olmasıdır.” Kapitalizm, bürokratik yönetim için en rasyonel ekonomik temeli oluşturmakta, finansal açıdan para temin etmekte, bu yüzden bürokratik yöneticinin rasyonel şekilde gelişimini mümkün kılar Weber’e göre ve rasyonel bürokrasinin ruhu, “resmiyet ve görevi, kendine bağımlı olanların refahı açısından köklü bir biçimde faydacı anlayışla yapma eğilimi”ne sahiptir.
Tekrardan bürokrasi-otorite kavramlarına dönecek olursak, egemenlik için örgütlenmiş bir kuruluş belirli bir bölge içinde idari yürütme tarafından bir tecavüze-baskıya bağlı olarak güvenceye alınırsa “siyasi” adını alır ve bu kuralların-baskının uygulanmasında, idari yürütmenin tekeline sahip olduğu kurumsallaşmış sürekli siyasi birlik “devlet” olarak adlandırılır. Bu baskı uygulamasını-şiddeti-yürütmeyi kimi zaman tekeline alan egemen devlet yerine bir müessesedir. (Ortaçağ Avrupa’sında manevi kaynağa dayalı olarak oluşmuş kilise gibi.) Weber çoğunluğun bu egemen altına girmesini, devletin meşruiyetini kabul ettirmesinin 3 farklı şekilde mevcut olacağını ifade ediyor: yasal otorite, geleneksel otorite ve karizmatik otorite.
İlk olarak karşımıza çıkan otorite türü olan yasal-rasyonel otorite kuralların meşruluğuna ve bu kurallara göre başa gelenlerin emir verme hakkı olduğu inancına dayalıdır. Weber bu otorite türünü açıklarken birkaç temel kategoriye sahip olduğunu söyler. Yasal otorite, kurallara bağlanmış, sürekli resmi işlevlerin örgütlenmesidir ve belirli yetki alanları vardır (işlevleri yerine getirme yükümlülüğü alanı, işlev için atanan bireyin gerekli yetkiyle donatılması, zorunlu güç tanımı-kullanımının belirle şartlarla çerçevelenmesi: bu şekilde örgütlenen yapı ise “idari organ”). Bu idari birimlerin örgütlenmesi hiyerarşi ile olur ve alt üstünün denetimi altındadır. Bu birimin davranışlarını düzenleyen teknik kurallar vardır ve uygulamanın rasyonelliği için özel bir eğitim oluşur ve sonuçta resmi memurlar oluşur. Weber’e göre modern bürokrasinin temeli özgür sözleşmeyle atanma sistemi ile oluşmuştur. İkinci olarak karşımıza çıkan tür ise geleneksel otoritedir. Bu otorite, eskiden süregelen geleneğin kutsallığına ve bu geleneğe göre gücü kullananların meşruluğuna dayalıdır. Genel bir ortak eğitimden (gelenek-adet-töre) kaynaklanan şahsi bağlılık duygusudur. Gücü elinde bulunduran kişi üst-amir-patron değil efendidir. Yönetilenler topluluk üyeleri değil, tebaadır. Türklerde de kut, hanedan anlayışları ile vuku bulmuştur bu otorite türü. Geleneksel otoritenin ilkel türleri vardır: gerontokrasi ve ataerkillik. Temelde geleneksel ama güç sahibinin şahsi özerkliği ile otorite uyguladığı durum ise patrimonyal olarak adlandırılır. Weber’de belki de en çok öne çıkan ve kullanılan tür ise karizmatik otoritedir. Karizma, bireysel olarak şahsı ayıran -insanüstü yahut istisnai güçlere, niteliklere sahip olmasına yol açan özellik- kavramdır. Erken Hristiyanlık dönemine ait bir terimdir. Karizmatik otorite ise, bir bireyin istisnai kutsallığına, kahramanlığına bağlı olan otoritedir. Bu otoriteye inandıkları için itaat ederler ve bu gücün geçerliliği için belirleyici olan şey “güce bağımlı olanların kabulü” dür. Karizmatik güç, zaman içerisinde kahramana tapma ve lidere mutlak güven seviyesine bile gelmektedir.
Özetlersek ilk kısımda bahsedildiği gibi bürokrasi ve kapitalizm arasında belirtilen ifade ile seçici bir yakınlık vardır ve birbirleri için uyumlu bir gelişim sağlarlar. Diğer bir konu olan otorite meselesi ise meşruiyet sebepleri olarak 3’e ayrılır ve bu sebeplere bağlı olarak kendine bir egemenlik-itaat alanı açar, tarih boyunca bu türler birbirine evrilme-dönüşme şeklinde görülmemiş, şartların el verdiği ölçüde yüz göstermiştir.
Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici
28 Haziran 2017 Çarşamba
Gerçek, hâtıralarda saklıdır
“Ey insanlar! Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın."
- Fatır, 5
“Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var."
Devlet-i Aliyye, kuruluş tarihi olan 1299’dan Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in memleketten ayrıldığı 1922 senesine kadar, Osman Gazi’nin erkek neslinden 36 padişah tarafından 600 seneden fazla hüküm sürdü. Ali Vâsıb Efendi, Miladi 1903 senesinin 13 Teşrinievvelinde (Ekim) İstanbul Çırağan sarayında doğmuş. Padişah V. Murad'ın torunu Şehzade Ahmed Nihad Osmanoğlu Efendi'nin oğludur. Annesi Safiru Hanımefendi'dir. Galatasaray Lisesi’nde (Mekteb-i Sultani) ve Harp Okulu’nda (Mekteb-i Askerî) okudu.
Ali Vâsıb Efendi, ailede hatıratını yazan tek şehzade. Oğlu Osman Selaheddin Osmanoğlu tarafından yayına hazırlanan "Şehzade Ali Vâsıb Efendi: Bir Şehzadenin Hatıratı" adlı kitabı Yapı Kredi Yayınları'ndan neşredilmiş. Kitapta bahsi geçen mevzuların bizim bildiğimiz Osmanlı ailesi portresinden, hele ki televizyonlarda anlatılan hanedan ile alakası yok. Dört ana bölümden oluşan kitap çocukluk ve sürgün yıllarında yaşadıkları ülkeleri ele almaktadır. Babası, Ali Vâsıb Efendi’nin, tabiriyle söylersek pederinin yağlı boya resimler yaptığını, hocasının şair Tevfik Fikret olduğunu söylemektedir. (sf.48) Halasının konağının dayanıp döşenmesi de Tevfik Fikret’e bırakılmış. (sf.58) Dedesi V. Murad’ın bestelediği eserler de yine kitapta paylaşılmış. Amcası Osman Fuad Efendi’nin fevkalade keman çaldığını (sf.85) belirten Vâsıb Efendi, Halası Rukiye Sultan’ın İstanbul Göztepe’de bulunan köşkte, amatör konserler düzenlendiğini, eniştesi Şerif Abdülmecid’in keman, kardeşi Şerif Muhiddin’in viyolonsel, küçük kardeşi Şerife Misbah’ın piyona çalıp latif nağmeler dinlediklerini belirtmektedir. (sf.95) Kitapta ilginç olaylar da yer alır. Sultan Abdülaziz'in Çırağan Sarayı'nda kaldığı yıllarda rüyasına giren evliyalar onu çok korkutmuş, bunun üzerine sultan bir daha Çırağan’da kalamamış. (sf.37) Takvim yaprakları 1910 yılını gösterdiğinde yaşanan ilginç olaylardan biri de kuyruklu yıldız vakası. Kuyruklu yıldız dünyaya çarpacak diye telaşlanarak birçok kişi intihara kalkışmış. (sf.53) Ali Vâsıb Efendi'nin yazdığı bir diğer ilginç konu ise Sultan Vahideddin'in Damat Ferit Paşa ile görüşmediğine ve onu sevmediğine dair. (sf.126)
İntihar mı etti yoksa öldürüldü mü? Akıbeti belirsiz Sultan Abdülaziz Vakası'ndan sonra bir başka ölüm vakası: 1876 yılında bileklerini keserek intihar ettiği söylenen Devlet-i Aliyye’nin 32. padişahı Sultan Abdülaziz gibi Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’de, bir sabah ustura ile bilek damarlarını kesmiş. 1 Şubat 1916'da yani babasının öldüğü günden tam 40 yıl sonra babası gibi intihar ettiği söylenen veliahdın İttihatçılar veyahut Almanlar tarafından öldürüldüğü söyleniyor (sf.91) Yusuf İzzeddin Efendi'nin Osmanlı'yı Almanya’nın yanında harbe sürükleyen yönetime her zaman şiddetle karşı çıkmış olması, öldürülme sebebi olarak görülüyor.
Milli Mücadele dönemine de değinen kitapta, Kuvayı Milliye hareketine iştirak eden genç şehzadelerden Ömer Faruk Efendi tek olup, hadiseyi Ali Vâsıb Efendi şu şekilde anlatmaktadır. “İstanbul’dan Burgaz vapurunda, bir dolapta saklı olarak firar etti, İnebolu’ya indiğinde, o zaman ki Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından, geriye İstanbul’a avdet etmesi efendiye bir telgraf ile bildirildi.” (sf.129)
Mustafa Kemal Paşa’nın Ömer Faruk Efendi’yi geri yollamasından sonra diğer değerli genç şehzadeler aynı teşebbüste bulunmamıştır. (sf.154)
Ali Vâsıb Efendi ve diğer hanedan üyeleri, 6 Mart 1924 saat 9.30'da Orient Express'le, hükumetin verdiği 1000 Türk Lirası ile Bulgar hududuna kadar polis eşliğinde vatanı terk etmişlerdir. İlk yerleşim yeri olarak Macaristan’da ikamet eden Ali Vâsıb Efendi’nin bir sonraki durağı Fransa, son durağı ise Mısır olmuştur. 1944-1973 yılları arasında, yaklaşık 30 seneye yakın amcası Osman Fuad Efendi ile birlikte aile reisliğini paylaşmışlardır. Ali Vâsıb Efendi 9 Aralık 1983’te, 80 yaşında, İskenderiye’de vefat etmiştir.
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
- Fatır, 5
“Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var."
Devlet-i Aliyye, kuruluş tarihi olan 1299’dan Sultan VI. Mehmed Vahideddin’in memleketten ayrıldığı 1922 senesine kadar, Osman Gazi’nin erkek neslinden 36 padişah tarafından 600 seneden fazla hüküm sürdü. Ali Vâsıb Efendi, Miladi 1903 senesinin 13 Teşrinievvelinde (Ekim) İstanbul Çırağan sarayında doğmuş. Padişah V. Murad'ın torunu Şehzade Ahmed Nihad Osmanoğlu Efendi'nin oğludur. Annesi Safiru Hanımefendi'dir. Galatasaray Lisesi’nde (Mekteb-i Sultani) ve Harp Okulu’nda (Mekteb-i Askerî) okudu.
Ali Vâsıb Efendi, ailede hatıratını yazan tek şehzade. Oğlu Osman Selaheddin Osmanoğlu tarafından yayına hazırlanan "Şehzade Ali Vâsıb Efendi: Bir Şehzadenin Hatıratı" adlı kitabı Yapı Kredi Yayınları'ndan neşredilmiş. Kitapta bahsi geçen mevzuların bizim bildiğimiz Osmanlı ailesi portresinden, hele ki televizyonlarda anlatılan hanedan ile alakası yok. Dört ana bölümden oluşan kitap çocukluk ve sürgün yıllarında yaşadıkları ülkeleri ele almaktadır. Babası, Ali Vâsıb Efendi’nin, tabiriyle söylersek pederinin yağlı boya resimler yaptığını, hocasının şair Tevfik Fikret olduğunu söylemektedir. (sf.48) Halasının konağının dayanıp döşenmesi de Tevfik Fikret’e bırakılmış. (sf.58) Dedesi V. Murad’ın bestelediği eserler de yine kitapta paylaşılmış. Amcası Osman Fuad Efendi’nin fevkalade keman çaldığını (sf.85) belirten Vâsıb Efendi, Halası Rukiye Sultan’ın İstanbul Göztepe’de bulunan köşkte, amatör konserler düzenlendiğini, eniştesi Şerif Abdülmecid’in keman, kardeşi Şerif Muhiddin’in viyolonsel, küçük kardeşi Şerife Misbah’ın piyona çalıp latif nağmeler dinlediklerini belirtmektedir. (sf.95) Kitapta ilginç olaylar da yer alır. Sultan Abdülaziz'in Çırağan Sarayı'nda kaldığı yıllarda rüyasına giren evliyalar onu çok korkutmuş, bunun üzerine sultan bir daha Çırağan’da kalamamış. (sf.37) Takvim yaprakları 1910 yılını gösterdiğinde yaşanan ilginç olaylardan biri de kuyruklu yıldız vakası. Kuyruklu yıldız dünyaya çarpacak diye telaşlanarak birçok kişi intihara kalkışmış. (sf.53) Ali Vâsıb Efendi'nin yazdığı bir diğer ilginç konu ise Sultan Vahideddin'in Damat Ferit Paşa ile görüşmediğine ve onu sevmediğine dair. (sf.126)
İntihar mı etti yoksa öldürüldü mü? Akıbeti belirsiz Sultan Abdülaziz Vakası'ndan sonra bir başka ölüm vakası: 1876 yılında bileklerini keserek intihar ettiği söylenen Devlet-i Aliyye’nin 32. padişahı Sultan Abdülaziz gibi Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’de, bir sabah ustura ile bilek damarlarını kesmiş. 1 Şubat 1916'da yani babasının öldüğü günden tam 40 yıl sonra babası gibi intihar ettiği söylenen veliahdın İttihatçılar veyahut Almanlar tarafından öldürüldüğü söyleniyor (sf.91) Yusuf İzzeddin Efendi'nin Osmanlı'yı Almanya’nın yanında harbe sürükleyen yönetime her zaman şiddetle karşı çıkmış olması, öldürülme sebebi olarak görülüyor.
Milli Mücadele dönemine de değinen kitapta, Kuvayı Milliye hareketine iştirak eden genç şehzadelerden Ömer Faruk Efendi tek olup, hadiseyi Ali Vâsıb Efendi şu şekilde anlatmaktadır. “İstanbul’dan Burgaz vapurunda, bir dolapta saklı olarak firar etti, İnebolu’ya indiğinde, o zaman ki Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından, geriye İstanbul’a avdet etmesi efendiye bir telgraf ile bildirildi.” (sf.129)
Mustafa Kemal Paşa’nın Ömer Faruk Efendi’yi geri yollamasından sonra diğer değerli genç şehzadeler aynı teşebbüste bulunmamıştır. (sf.154)
Ali Vâsıb Efendi ve diğer hanedan üyeleri, 6 Mart 1924 saat 9.30'da Orient Express'le, hükumetin verdiği 1000 Türk Lirası ile Bulgar hududuna kadar polis eşliğinde vatanı terk etmişlerdir. İlk yerleşim yeri olarak Macaristan’da ikamet eden Ali Vâsıb Efendi’nin bir sonraki durağı Fransa, son durağı ise Mısır olmuştur. 1944-1973 yılları arasında, yaklaşık 30 seneye yakın amcası Osman Fuad Efendi ile birlikte aile reisliğini paylaşmışlardır. Ali Vâsıb Efendi 9 Aralık 1983’te, 80 yaşında, İskenderiye’de vefat etmiştir.
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
27 Haziran 2017 Salı
(H)er şeye rağmen (h)ayat devam ediyor
"Bilirdim çiçek satan çingene kızlarını
Onlar bütün şimdileri, bütün zamanlara
Bir gül parasına satardı."
- Didem Madak, Kalbimin En Doğusunda
"Çingene çocukların gülleri mor olmadı
Aşka bunaltıları onlar getirmediler."
- İsmet Özel, Seni Olan Yenilgi
Doğduğumdan beri İstanbul'da yaşıyorum. Bebekliğimden itibaren 30 yılı aşkın bir süredir sakini olduğum semtleri şöyle sıralayabilirim: Cerrahpaşa, Avcılar, Kocamustafapaşa, Ayazağa, Acıbadem, Küçükçekmece. Her birinde farklı bir iklim, farklı bir fotoğraf vardı ancak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Cerrahpaşa-Kocamustafapaşa arası ile Acıbadem-Üsküdar arasının bendeki yeri tarifsizdir. Lise yıllarımda sevemediğim Yahya Kemal'i anlamaya başlayıp sevmeme, şehir düşüncesine olan merakıma, “Şerefü’l-mekân bi’l-mekin" sözünün manasını kavramama ve Sadettin Ökten'e olan düşkünlüğüme yine bu semtler 'aracı' olmuştu. Bunca ikametgah değişimi şüphe yok ki yeni yerler görmemi sağlamış, farklı ilgi alanları ortaya çıkarmıştı. Mezar taşları, çeşmeler, eski dükkanlar, tekkeler, türbeler, kahvehâneler, çay ocakları, tatlıcılar... Derken ne oldu? Bir şehrin yahut bir semtin tarihine merak duymanın hemen peşinden tarihle, coğrafyayla, kültürle, sanatla hemhal çok ciddi bir mesai ortaya çıktı. Kitaplar, dergiler, ihtiyarlar, gençler, çocuklar, söyleşiler, sazlar, sözler...
Sokakla, mahalleyle daha fazla, hatta kesintisiz bir irtibatımın olduğu yıllarda annelerimiz daima bir tembihte bulunurdu: Tanımadığından bir şey alma, çingenelerden uzak dur. Evvela mahallede tanımadığımız birileri pek yoktu, olursa da 'doğal güvenlik görevlileri' olan mahalle abileri gereken içtimayı yapar, şahsın GBT'si çıkarılır ve fazla gürültü etmeden mesele halledilirdi. Özellikle bazı semtlerde yabancı birinin sokaktan geçmesinin dahi mümkün olmazdı. Bu hâlâ bazı İstanbul semtlerinde geçerlidir. Zaten bizde yabancıya kız verilmez, yabancıyla görüşülmez, yabancıdan alışveriş yapılmazdı. Tanıdıklık, komşuluk mühimdi. Semtlerin arada bir görünüp kaybolan, sokaklarına girerken son derece temkinli olan bir yüzü de çingenelerdi. Onlar genellikle bir şeyler satar, hurdalar alır, atını dinlendirir yahut sokak çocuklarıyla sohbet ederdi. Bu son söylediğim, aileler tarafından tehlikeli bulunurdu. Ivırmak kıvırmak yok, çoğu zaman da haklılardı. Özellikle Avcılar'ın Deniz Köşkler Mahallesi'nde çok fazla çocuk kaçırılmış ancak kısa bir zaman sonra bulunmuştu. Çingeneler acayip bir biçimde korku unsuruna çevrilirdi bilhassa anneler tarafından: Kolunu kırıp dilendirirler, dondurma verip kandırırlar, güldürüp kaçırırlar... Bir de bunun okulla ilgili tarafı vardı: Teneffüslerde arkadaşlarından ayrılma, okuldan çıkarken çingenelerle göz göze gelme, onlara para verme... Kariyerle ilgili olan tarafını da söyleyeyim mi? Mesela: Karnende bir zayıf olsun seni Sabit Usta'nın yanına veririm!.. Bu Sabit Usta istisnasız her semtte vardır. Kaportacıdır, yaşlı ve aksidir. Her zaman suratında motor yağı olur. Eli kolu simsiyahtır. Kendisi de arkadaşları da çingenedir. Kaportacılar âleminde saygın bir kişiliktir. Dolayısıyla derslerine çalışmazsan ilk çıraklık deneyimin biraz tehlikeli olabilir!
Yine çocukluğumda sık sık Trakya ve Ege ziyaretleri yapardık ailemle. Akraba, eş-dost. O yollar çok keyifliydi. Özellikle Şarköy ve Mürefte yollarıyla Ayvalık'a giden yollar. Oralarda romanlar ortaya çıkardı. Çingene ve roman? Gel de işin içinden çık. İkisi de benziyor birbirine. Yoksa benzemiyor mu? Çocukken bu ayrımı yapmak güç. Nitekim Derya Koptekin de bu ayrımla fazla boğuşmamak bir şey yapmış kitabında; "Çingene/Roman" demiş. Doğru mu değil mi o kadarını bilemem ama okumayı kolaylaştıran bir çözüm. "Biz Romanlar Siz Gacolar", Haziran 2017'de İletişim Yayınları tarafından neşredilmiş bir kitap, taptaze yani. 2008 yılından beri İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde psikolog olarak görev yapan Koptekin, çingene/roman mahallelerindeki çocuklarla sıkı temas hâlinde. Birçoğunu öğretmeni ve doğal olarak ablası, hatta yarı annesi.
Yazarın çingene/roman çocuklarıyla bu teması, ailelerini de az çok tanıma imkânı vermiş. Yaptığı grup terapilerinde her çocuğa söz hakkı vermiş, kısa sorularına gerçekçi cevaplar almış. Zaman zaman anneleri de gelmiş, tüm samimiyetleriyle anlatmış hikâyelerini. Çingene, roman, gaco kimdir? Neden birbirlerini severler yahut sevmezler? Kürtlerin bu karmaşıklıktaki yeri neresidir? Çalışma şekilleri, mahalleleri, evleri, evlilikleri, ayrılıkları, askerlikleri, kına geceleri, sünnet düğünleri, ayrımcılık, önyargılar ve çocukların gelecek hayalleri...
Mustafa Aksu, Türkiye'de Çingene Olmak kitabında "Son 20 yılda kimliğini gizlemek imkânı olmayan ünlü sanatçı Çingelerin, kendilerini etnik köken ismiyle ilgisi bulunmayan Roman(!) olarak tanıttıklarına şahit oluyoruz" der. Yazılı basında da genellikle Çingene sözcüğünden kaçınılır, onun yerine Roman kullanılır. İlginç olan, üniversite öğrencilerinden ihtiyarlara kadar Roman ve Çingene sözcüklerinin hangi anlamları(?) karşıladığı hâlâ kocaman bir muallak. Derya Koptekin, kitabına bu minvalde bazı araştırmaları da eklemiş. Mesela İzmir menşeli online psikoloji dergisi ONTO'da yer alan bir araştırma sonucuna göre Roman denince akla gelen ilk sözcükler şöyle: Müzik, esmer, çiçek, dans, göçebe. Çingene denince akla gelen ilk sözcükler ise şöyle: Dans, eğlence, müzik, esmer, çiçek, kırmızı. Ne demiştik, bir de gacolar var. Onlar kim mi? Şehirliler. Evi, arabası olan ve mutlak zengin. Çingene/Roman çocukların bir çoğu gacolara özeniyor. Ama yeri geldiğinde onların kendilerini hor görmelerini kabullenemiyor, bir küfür sallıyorlar. Yine de yoksulluktan onları kurtaracak ilk semboller arasında ev, araba var.
Çalışma koşulları açısından çok farklı mecraları olmuyor Roman/Çingenelerin. Kadınlar temizliğe gidiyorlar, erkekler de düğünlere, pavyonlara gidiyorlar müzik yapmaya. Bunların dışında elbette uyuşturucu satanı da var hırsızlık yapanı da. Pamuk tarlalarında çalışanların sayısı gittikçe azalırken robotlaşıp insan gücünden vazgeçen fabrikalar sebebiyle işsiz kalanlar da bir hayli fazla. Açık biçimde fakir bir sınıfı temsil ediyor Roman/Çingeneler. Fakat yoksulluklarını "o kadar da değil" hâline getiren çocukça ama samimi yorumları da her zaman var. 12 yaşındaki Hakan "Biz mesela zengin değiliz, ama babamla abim para biriktire biriktire, çalışa çalışa plazma aldı. Bilgisayarımızın kasası bozuldu... Bilgisayarımız var, plazmamız var" ile açıklıyor yoksulluğunun göze batmaması gerektiğini. Burada Koptekin, Richard Sennett'in ABD'li fırın işçileriyle ilgili söyledikleri arasında bir paralellik kuruyor: "Kişi kendisi olduğu için saygı görmek ister. ABD'de sınıf kişisel karakter meselesi olarak algılanır. Dolayısıyla bir grup fırıncının %80'i "Ben orta sınıftanım," dediğinde, onların asıl cevap verdiği soru ne kadar para ya da nüfuz sahibi oldukları değil, kendilerini nasıl değerlendirdikleri sorusudur. Yani asıl cevap, "fena değilim"dir." [sf. 112]
İlerleyen sayfalarda, Heidegger'ci söylemle çocukların bu 'acımasız iyimserliği'nin altında modernleşen şehirlerde (kentlerde) sıkça gördüğümüz yeniye, mala ve mülke olan tutkunluk var. Yeniye ulaştıkça fakirlikten, yoksulluktan sıyrıldıklarına inanıyorlar.
"Bauman, çağımızda yoksul olmanın değişen anlamından söz ederken, "Yoksul olmak bir zamanlar anlamını işsiz olma durumundan aldıysa, bugünkü anlamını esas olarak yeterince tüketmiyor olma durumundan almaktadır," diyor. Ona göre, tüketim toplumunun yoksulları "defolu tüketiciler"dir. Bu tespitler, çocukların yoksulluklarını tüketim mallarına sahip olmamaları üzerinden açıklıyor olmaları ile de uyumludur. Büyü yapabilen bir dizi karakterini çok sevdiğinden söz eden Yunus Emre (9), kendisinde de büyü gücü olsa ne yapmak isteyeceği sorusuna "Motor, araba, ev isterdim," diye yanıt veriyor. Yunus Emre'nin bu tüketim mallarını büyü ile elde edebileceği şeyler olarak anması, çocukların içinde yaşadığı yoksulluğun boyutları hakkında fikir veriyor." [sf. 174-175]
Çingene/Roman çocuklarının anlattıklarında, yoksul bir mahallede büyümenin tüm acımasızlığının dürüstçe aktarılmasını sağlıyor Koptekin'in bu araştırma kitabı. Kimlikleri, çalışma şekilleri, toplumsal konumları, her yerde kendi dillerini (argo) kullanmaktan hiç kaçınmamaları, birbirlerini dövüp sevmeleri, kız kaçırmaları, sosyal haklara erişim konusunda yaşadıkları büyük çaresizlikler koca bir merak konusu iken meselelerin tam da içinden anlatıyor Koptekin:
"Bir gün, ders programına uygun olarak dersini sürdürmek isteyen öğretmenlerinden birine Nergiz, "Aman be, ne bayık karısın, (h)ep ders, (h)ep ders!" diye serzenişte bulunmuş; başka bir günse ikinci sınıfa geçtiği hâlde henüz okuma yazma öğrenememiş olan Yunus, derste "e" harfini çalıştıkları esnada sıkılıp öğretmenine "Aman be, sokayım e'ye!" demişti." [sf. 192]
Onların hayatlarında yalnızca darbuka, roman havası, kırmızı ve et yok. Hatta et belki de hiç yok! Keşfedilmesi gereken bir tarihleri bile yer bulamıyor kitaplarda. Oysa ne çok çare bulmaya başlanabilir, hepsi gülen ve gülmekten vazgeçmeyen Çingene çocuklarla...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Onlar bütün şimdileri, bütün zamanlara
Bir gül parasına satardı."
- Didem Madak, Kalbimin En Doğusunda
"Çingene çocukların gülleri mor olmadı
Aşka bunaltıları onlar getirmediler."
- İsmet Özel, Seni Olan Yenilgi
Doğduğumdan beri İstanbul'da yaşıyorum. Bebekliğimden itibaren 30 yılı aşkın bir süredir sakini olduğum semtleri şöyle sıralayabilirim: Cerrahpaşa, Avcılar, Kocamustafapaşa, Ayazağa, Acıbadem, Küçükçekmece. Her birinde farklı bir iklim, farklı bir fotoğraf vardı ancak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Cerrahpaşa-Kocamustafapaşa arası ile Acıbadem-Üsküdar arasının bendeki yeri tarifsizdir. Lise yıllarımda sevemediğim Yahya Kemal'i anlamaya başlayıp sevmeme, şehir düşüncesine olan merakıma, “Şerefü’l-mekân bi’l-mekin" sözünün manasını kavramama ve Sadettin Ökten'e olan düşkünlüğüme yine bu semtler 'aracı' olmuştu. Bunca ikametgah değişimi şüphe yok ki yeni yerler görmemi sağlamış, farklı ilgi alanları ortaya çıkarmıştı. Mezar taşları, çeşmeler, eski dükkanlar, tekkeler, türbeler, kahvehâneler, çay ocakları, tatlıcılar... Derken ne oldu? Bir şehrin yahut bir semtin tarihine merak duymanın hemen peşinden tarihle, coğrafyayla, kültürle, sanatla hemhal çok ciddi bir mesai ortaya çıktı. Kitaplar, dergiler, ihtiyarlar, gençler, çocuklar, söyleşiler, sazlar, sözler...
Sokakla, mahalleyle daha fazla, hatta kesintisiz bir irtibatımın olduğu yıllarda annelerimiz daima bir tembihte bulunurdu: Tanımadığından bir şey alma, çingenelerden uzak dur. Evvela mahallede tanımadığımız birileri pek yoktu, olursa da 'doğal güvenlik görevlileri' olan mahalle abileri gereken içtimayı yapar, şahsın GBT'si çıkarılır ve fazla gürültü etmeden mesele halledilirdi. Özellikle bazı semtlerde yabancı birinin sokaktan geçmesinin dahi mümkün olmazdı. Bu hâlâ bazı İstanbul semtlerinde geçerlidir. Zaten bizde yabancıya kız verilmez, yabancıyla görüşülmez, yabancıdan alışveriş yapılmazdı. Tanıdıklık, komşuluk mühimdi. Semtlerin arada bir görünüp kaybolan, sokaklarına girerken son derece temkinli olan bir yüzü de çingenelerdi. Onlar genellikle bir şeyler satar, hurdalar alır, atını dinlendirir yahut sokak çocuklarıyla sohbet ederdi. Bu son söylediğim, aileler tarafından tehlikeli bulunurdu. Ivırmak kıvırmak yok, çoğu zaman da haklılardı. Özellikle Avcılar'ın Deniz Köşkler Mahallesi'nde çok fazla çocuk kaçırılmış ancak kısa bir zaman sonra bulunmuştu. Çingeneler acayip bir biçimde korku unsuruna çevrilirdi bilhassa anneler tarafından: Kolunu kırıp dilendirirler, dondurma verip kandırırlar, güldürüp kaçırırlar... Bir de bunun okulla ilgili tarafı vardı: Teneffüslerde arkadaşlarından ayrılma, okuldan çıkarken çingenelerle göz göze gelme, onlara para verme... Kariyerle ilgili olan tarafını da söyleyeyim mi? Mesela: Karnende bir zayıf olsun seni Sabit Usta'nın yanına veririm!.. Bu Sabit Usta istisnasız her semtte vardır. Kaportacıdır, yaşlı ve aksidir. Her zaman suratında motor yağı olur. Eli kolu simsiyahtır. Kendisi de arkadaşları da çingenedir. Kaportacılar âleminde saygın bir kişiliktir. Dolayısıyla derslerine çalışmazsan ilk çıraklık deneyimin biraz tehlikeli olabilir!
Yine çocukluğumda sık sık Trakya ve Ege ziyaretleri yapardık ailemle. Akraba, eş-dost. O yollar çok keyifliydi. Özellikle Şarköy ve Mürefte yollarıyla Ayvalık'a giden yollar. Oralarda romanlar ortaya çıkardı. Çingene ve roman? Gel de işin içinden çık. İkisi de benziyor birbirine. Yoksa benzemiyor mu? Çocukken bu ayrımı yapmak güç. Nitekim Derya Koptekin de bu ayrımla fazla boğuşmamak bir şey yapmış kitabında; "Çingene/Roman" demiş. Doğru mu değil mi o kadarını bilemem ama okumayı kolaylaştıran bir çözüm. "Biz Romanlar Siz Gacolar", Haziran 2017'de İletişim Yayınları tarafından neşredilmiş bir kitap, taptaze yani. 2008 yılından beri İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde psikolog olarak görev yapan Koptekin, çingene/roman mahallelerindeki çocuklarla sıkı temas hâlinde. Birçoğunu öğretmeni ve doğal olarak ablası, hatta yarı annesi.
Yazarın çingene/roman çocuklarıyla bu teması, ailelerini de az çok tanıma imkânı vermiş. Yaptığı grup terapilerinde her çocuğa söz hakkı vermiş, kısa sorularına gerçekçi cevaplar almış. Zaman zaman anneleri de gelmiş, tüm samimiyetleriyle anlatmış hikâyelerini. Çingene, roman, gaco kimdir? Neden birbirlerini severler yahut sevmezler? Kürtlerin bu karmaşıklıktaki yeri neresidir? Çalışma şekilleri, mahalleleri, evleri, evlilikleri, ayrılıkları, askerlikleri, kına geceleri, sünnet düğünleri, ayrımcılık, önyargılar ve çocukların gelecek hayalleri...
Mustafa Aksu, Türkiye'de Çingene Olmak kitabında "Son 20 yılda kimliğini gizlemek imkânı olmayan ünlü sanatçı Çingelerin, kendilerini etnik köken ismiyle ilgisi bulunmayan Roman(!) olarak tanıttıklarına şahit oluyoruz" der. Yazılı basında da genellikle Çingene sözcüğünden kaçınılır, onun yerine Roman kullanılır. İlginç olan, üniversite öğrencilerinden ihtiyarlara kadar Roman ve Çingene sözcüklerinin hangi anlamları(?) karşıladığı hâlâ kocaman bir muallak. Derya Koptekin, kitabına bu minvalde bazı araştırmaları da eklemiş. Mesela İzmir menşeli online psikoloji dergisi ONTO'da yer alan bir araştırma sonucuna göre Roman denince akla gelen ilk sözcükler şöyle: Müzik, esmer, çiçek, dans, göçebe. Çingene denince akla gelen ilk sözcükler ise şöyle: Dans, eğlence, müzik, esmer, çiçek, kırmızı. Ne demiştik, bir de gacolar var. Onlar kim mi? Şehirliler. Evi, arabası olan ve mutlak zengin. Çingene/Roman çocukların bir çoğu gacolara özeniyor. Ama yeri geldiğinde onların kendilerini hor görmelerini kabullenemiyor, bir küfür sallıyorlar. Yine de yoksulluktan onları kurtaracak ilk semboller arasında ev, araba var.
İlerleyen sayfalarda, Heidegger'ci söylemle çocukların bu 'acımasız iyimserliği'nin altında modernleşen şehirlerde (kentlerde) sıkça gördüğümüz yeniye, mala ve mülke olan tutkunluk var. Yeniye ulaştıkça fakirlikten, yoksulluktan sıyrıldıklarına inanıyorlar.
"Bauman, çağımızda yoksul olmanın değişen anlamından söz ederken, "Yoksul olmak bir zamanlar anlamını işsiz olma durumundan aldıysa, bugünkü anlamını esas olarak yeterince tüketmiyor olma durumundan almaktadır," diyor. Ona göre, tüketim toplumunun yoksulları "defolu tüketiciler"dir. Bu tespitler, çocukların yoksulluklarını tüketim mallarına sahip olmamaları üzerinden açıklıyor olmaları ile de uyumludur. Büyü yapabilen bir dizi karakterini çok sevdiğinden söz eden Yunus Emre (9), kendisinde de büyü gücü olsa ne yapmak isteyeceği sorusuna "Motor, araba, ev isterdim," diye yanıt veriyor. Yunus Emre'nin bu tüketim mallarını büyü ile elde edebileceği şeyler olarak anması, çocukların içinde yaşadığı yoksulluğun boyutları hakkında fikir veriyor." [sf. 174-175]
Çingene/Roman çocuklarının anlattıklarında, yoksul bir mahallede büyümenin tüm acımasızlığının dürüstçe aktarılmasını sağlıyor Koptekin'in bu araştırma kitabı. Kimlikleri, çalışma şekilleri, toplumsal konumları, her yerde kendi dillerini (argo) kullanmaktan hiç kaçınmamaları, birbirlerini dövüp sevmeleri, kız kaçırmaları, sosyal haklara erişim konusunda yaşadıkları büyük çaresizlikler koca bir merak konusu iken meselelerin tam da içinden anlatıyor Koptekin:
"Bir gün, ders programına uygun olarak dersini sürdürmek isteyen öğretmenlerinden birine Nergiz, "Aman be, ne bayık karısın, (h)ep ders, (h)ep ders!" diye serzenişte bulunmuş; başka bir günse ikinci sınıfa geçtiği hâlde henüz okuma yazma öğrenememiş olan Yunus, derste "e" harfini çalıştıkları esnada sıkılıp öğretmenine "Aman be, sokayım e'ye!" demişti." [sf. 192]
Onların hayatlarında yalnızca darbuka, roman havası, kırmızı ve et yok. Hatta et belki de hiç yok! Keşfedilmesi gereken bir tarihleri bile yer bulamıyor kitaplarda. Oysa ne çok çare bulmaya başlanabilir, hepsi gülen ve gülmekten vazgeçmeyen Çingene çocuklarla...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
23 Haziran 2017 Cuma
Modern topuklara geçirilen post
Postmodernizm, mimaride, edebiyatta, eşyada hatta kılık kıyafette bile nüvelerini göstermeyi başarmış çok yönlü bir fenomendir. Etrafımıza bu bilinçle baktığımızda, her alanda bu dönemin örneklerine sıkça rastlayabilmemiz mümkün.
Konuyu daha etraflıca ele almak gerekirse, dikkatimizi günlük yaşama odaklamamız gerekmekte. İzlerken farkında olmadığımız fakat okuması yapıldığında tam bir post modern gösterisi olan filmler, sinemayı işgal etmiş durumdadır. Mesela Lâl Gece filminin yönetmeni Reis Çelik, Anadolu’nun bağrını sızlatan, toplumun “töre” yarasını farklı bir yorum kullanarak seyirciye sunmuştur. Filmin tam olarak nerede çekildiğini ve karakterlerin isimlerini bilmemekle birlikte, izleyici, zihninde somutlaştıramadığı hikâyeyi anlamlandırmaya çalışır. Yönetmen, Anadolu’da bir yerde, herkesin başından geçmesi muhtemel olan bir gerçeği post modern döneme münhasır bir şekilde ele almıştır. Sinemanın yanı sıra müzik video kliplerinde de bu döneme özgü özellikleri görmek mümkün. Animasyonun yoğun kullanımı, zaman mefhumundan uzak, üç boyutlu, soyut, birbirinden kopuk gibi gözüken ama bir ilişkisi olan konuların farklı işlenişi, post-modern tadında, izleyiciye sunulmuştur.
Modern çağın sonrası olan fakat modernizimden (tamamen) ayrı düşünemeyeceğimiz bu dönem, edebiyat alanında Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında zirveye çıkmıştır. Tutunamayanlar, birtakım somut olayların soyut gerçeklikle iç içe geçirilmiş halidir. Atay, okurundan bu karmaşayı çözmesini ya da anlamlandırmasını beklemez, o, tüm bu olan bitenin (yani hikâyenin ve kahramanların) tek bir gerçekten yola çıktığını okuruna aktarmayı ister. Zaman yine doğrusal olmayan bir biçimde göze çarpar.
Göz zevkimizi okşayan mimari de ise alışılmışın dışında tasarlanan minareleriyle camiler de bu dönemden nasibini almıştır. Sınırlarıyla birlikte çizilmiş, birbirinden bağımsız öğelerin oluşturduğu bir tasarımdan oluşan binalar, bu çağın hala etkin olduğunu gözler önüne sermektedir. Şehir hayatının bizzat kurucusu olan insan, zamanla mimarı olduğu bu yaşamdan rahatsız olup bıkkınlığını dile getirmiştir. Şehrin gündelik yaşantısından şikâyet edip insanların saygısızlığından dem vurmaya başlamıştır. Doğaya bir özlemi vardır artık ve tabiata dönmeyi arzu etmektedir: Köy yaşamının zor şartlarını (gerçekliğini) düşünmeksizin, kırsal yaşantıyı özler ve kafasında kurgular.
Özellikle Yaşar Çabuklu’nun isabetli gözlemleriyle kaleme aldığı “Postmodern Toplumdan Kesitler” adlı kitabında, modernite sonrası dönemde meydana gelen değişimler, karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Bu kitaptan hareketle; modern toplumun insanı ile post modern toplumun insanının doğaya karşı bakış açıları öncelik olarak işlenerek, tutumları arasında bir değerlendirmeye varılmıştır.
Modern toplumda yaşayan bireyin, doğa ile ilişkisi zıtlık içerisinde olup, tabiatla iç içe olmak daha çok kırsal kesimde yaşayan kişilere ait bir özellikmiş gibi aktarılmıştır. Mesela Sport Utility Vehicle (SUV) -Land, Range Rover- türündeki araçlar, önceleri sadece kırsal alanlarda çoğunluk olarak kullanılırken, neo-liberalizmin gelişip, yeni orta sınıfın oluşmasıyla, kent kültüründe de rağbet görmüştür. Yani modern dönemden post modern döneme geçiş sürecinde otomotiv sektörü de büyük ölçüde evrilmiştir, Arabalardaki kadınsı inceliklerin egemen olduğu modern anlayış, post modern zamanda yerini artık daha erkeksi ve güç göstergesi olan SUV tipli araçlara bırakmıştır: SUV hem ekonomik değeri hem de kaba görünüşüyle yollardaki güç göstergesini simgelemektedir. Öyle ki SUV’lar haşin motoruyla, diğer otomobillere nazaran devasa büyüklüğüyle, tehditkâr tavrıyla, yollardaki tek hâkimin kendisi olduğunun sinyalini verir. Saldırgan görüntüsüyle, kendi şeridine geçenlere karşı bir savaş aracı olarak kendisini gösterir. Fizik olarak böyle görünse de, içi güvenli, konforlu, lüks bir korunağa benzemektedir. Yollardaki kontrolü tekeline alan bu araçlar, önceliğin kendilerinde olmasını istediklerinden dolayı bencildirler. Reklamlarda görünenin aksine, SUV’un sınır tanımayan ve yok etmeye meyilli bir doğası vardır; hâlbuki o, bizlere doğaya yüce bir değer atfediyormuş gibi yansıtılır.
Zamanla, SUV’lar erkeksi özelliğini yitirmiştir. Bir takım bağımsız girişimci eylemleri ve sektörün çalışan kadını da ön plana çıkarmasıyla SUV’lar kadınsı bir tasarıma kavuşmuştur. Gün geçtikte bu tip araçları kullanan kadınların sayısı artmış ve kendisine güvenen, özgürlüğünü elde etmiş bir kadın fenomeni toplumda yerini almıştır.
Söz konusu kadın ve bağımsızlığı olunca, yine değişen zaman şartlarına göre ayakkabı sektöründe de topuklar, modern ve post modern etkiye maruz kalmıştır. Kibar görünümüyle genellikle modernizmin ayakkabısı olan stiletto, yollardaki şıklığın ve narinliğin göstergesidir. Dönem itibariyle post modernliğe geçtiğimizde, SUV araçlarının ayakkabı modellerindeki karşılığı tam olarak traktör topuklu ayakkabıya denk gelir. Traktör topuklar görüntü olarak tıpkı SUV’lar gibi kaba, büyük, kalın ve kendi cinsinden olmayana geçit vermeyen bir türdür. SUV otoyolun, traktör topuk da yayaların iktidarına işaret eder. Traktör topuğu giyen kişinin özgüveni tamdır ve düşme riski az olduğundan, özellikle stiletto giyen kişiye göre daha az kaygılıdır (çünkü ince topuğu tercih eden kadınlar, sürekli bir tedirginlik hali içerisindedir). Bu aşırı stres ve anksiyete giderek güçsüzlüğe dönüşür. Ama traktör topuk bu duruma mahal vermez, o, güç değişimini asla kabul etmez. Fakat SUV’un ve traktör topuğun kazalarının da (kendilerine yüklenen misyon gereği) şiddeti büyük olur.
Sonuç olarak, doğa ve dünya hep bir aracın ya da eşyanın içinde izleniyor aslında. Ve insan, nesnesi olduğu bu doğaya bir özne gibi hükmetmeye çalışıyor. Tüm bu anlatılanlar, insanın tabiata tahakküm isteğinin ispatı olarak karşımıza çıkmakta ve bir dönem adı altında gözler önüne serilmektedir.
Betül Rana Uludoğan
twitter.com/_naze_nin
* Bu yazı daha evvel felsefehayat.net'te yayımlanmıştır.
Konuyu daha etraflıca ele almak gerekirse, dikkatimizi günlük yaşama odaklamamız gerekmekte. İzlerken farkında olmadığımız fakat okuması yapıldığında tam bir post modern gösterisi olan filmler, sinemayı işgal etmiş durumdadır. Mesela Lâl Gece filminin yönetmeni Reis Çelik, Anadolu’nun bağrını sızlatan, toplumun “töre” yarasını farklı bir yorum kullanarak seyirciye sunmuştur. Filmin tam olarak nerede çekildiğini ve karakterlerin isimlerini bilmemekle birlikte, izleyici, zihninde somutlaştıramadığı hikâyeyi anlamlandırmaya çalışır. Yönetmen, Anadolu’da bir yerde, herkesin başından geçmesi muhtemel olan bir gerçeği post modern döneme münhasır bir şekilde ele almıştır. Sinemanın yanı sıra müzik video kliplerinde de bu döneme özgü özellikleri görmek mümkün. Animasyonun yoğun kullanımı, zaman mefhumundan uzak, üç boyutlu, soyut, birbirinden kopuk gibi gözüken ama bir ilişkisi olan konuların farklı işlenişi, post-modern tadında, izleyiciye sunulmuştur.
Modern çağın sonrası olan fakat modernizimden (tamamen) ayrı düşünemeyeceğimiz bu dönem, edebiyat alanında Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında zirveye çıkmıştır. Tutunamayanlar, birtakım somut olayların soyut gerçeklikle iç içe geçirilmiş halidir. Atay, okurundan bu karmaşayı çözmesini ya da anlamlandırmasını beklemez, o, tüm bu olan bitenin (yani hikâyenin ve kahramanların) tek bir gerçekten yola çıktığını okuruna aktarmayı ister. Zaman yine doğrusal olmayan bir biçimde göze çarpar.
Göz zevkimizi okşayan mimari de ise alışılmışın dışında tasarlanan minareleriyle camiler de bu dönemden nasibini almıştır. Sınırlarıyla birlikte çizilmiş, birbirinden bağımsız öğelerin oluşturduğu bir tasarımdan oluşan binalar, bu çağın hala etkin olduğunu gözler önüne sermektedir. Şehir hayatının bizzat kurucusu olan insan, zamanla mimarı olduğu bu yaşamdan rahatsız olup bıkkınlığını dile getirmiştir. Şehrin gündelik yaşantısından şikâyet edip insanların saygısızlığından dem vurmaya başlamıştır. Doğaya bir özlemi vardır artık ve tabiata dönmeyi arzu etmektedir: Köy yaşamının zor şartlarını (gerçekliğini) düşünmeksizin, kırsal yaşantıyı özler ve kafasında kurgular.
Özellikle Yaşar Çabuklu’nun isabetli gözlemleriyle kaleme aldığı “Postmodern Toplumdan Kesitler” adlı kitabında, modernite sonrası dönemde meydana gelen değişimler, karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Bu kitaptan hareketle; modern toplumun insanı ile post modern toplumun insanının doğaya karşı bakış açıları öncelik olarak işlenerek, tutumları arasında bir değerlendirmeye varılmıştır.
Modern toplumda yaşayan bireyin, doğa ile ilişkisi zıtlık içerisinde olup, tabiatla iç içe olmak daha çok kırsal kesimde yaşayan kişilere ait bir özellikmiş gibi aktarılmıştır. Mesela Sport Utility Vehicle (SUV) -Land, Range Rover- türündeki araçlar, önceleri sadece kırsal alanlarda çoğunluk olarak kullanılırken, neo-liberalizmin gelişip, yeni orta sınıfın oluşmasıyla, kent kültüründe de rağbet görmüştür. Yani modern dönemden post modern döneme geçiş sürecinde otomotiv sektörü de büyük ölçüde evrilmiştir, Arabalardaki kadınsı inceliklerin egemen olduğu modern anlayış, post modern zamanda yerini artık daha erkeksi ve güç göstergesi olan SUV tipli araçlara bırakmıştır: SUV hem ekonomik değeri hem de kaba görünüşüyle yollardaki güç göstergesini simgelemektedir. Öyle ki SUV’lar haşin motoruyla, diğer otomobillere nazaran devasa büyüklüğüyle, tehditkâr tavrıyla, yollardaki tek hâkimin kendisi olduğunun sinyalini verir. Saldırgan görüntüsüyle, kendi şeridine geçenlere karşı bir savaş aracı olarak kendisini gösterir. Fizik olarak böyle görünse de, içi güvenli, konforlu, lüks bir korunağa benzemektedir. Yollardaki kontrolü tekeline alan bu araçlar, önceliğin kendilerinde olmasını istediklerinden dolayı bencildirler. Reklamlarda görünenin aksine, SUV’un sınır tanımayan ve yok etmeye meyilli bir doğası vardır; hâlbuki o, bizlere doğaya yüce bir değer atfediyormuş gibi yansıtılır.
Zamanla, SUV’lar erkeksi özelliğini yitirmiştir. Bir takım bağımsız girişimci eylemleri ve sektörün çalışan kadını da ön plana çıkarmasıyla SUV’lar kadınsı bir tasarıma kavuşmuştur. Gün geçtikte bu tip araçları kullanan kadınların sayısı artmış ve kendisine güvenen, özgürlüğünü elde etmiş bir kadın fenomeni toplumda yerini almıştır.
Söz konusu kadın ve bağımsızlığı olunca, yine değişen zaman şartlarına göre ayakkabı sektöründe de topuklar, modern ve post modern etkiye maruz kalmıştır. Kibar görünümüyle genellikle modernizmin ayakkabısı olan stiletto, yollardaki şıklığın ve narinliğin göstergesidir. Dönem itibariyle post modernliğe geçtiğimizde, SUV araçlarının ayakkabı modellerindeki karşılığı tam olarak traktör topuklu ayakkabıya denk gelir. Traktör topuklar görüntü olarak tıpkı SUV’lar gibi kaba, büyük, kalın ve kendi cinsinden olmayana geçit vermeyen bir türdür. SUV otoyolun, traktör topuk da yayaların iktidarına işaret eder. Traktör topuğu giyen kişinin özgüveni tamdır ve düşme riski az olduğundan, özellikle stiletto giyen kişiye göre daha az kaygılıdır (çünkü ince topuğu tercih eden kadınlar, sürekli bir tedirginlik hali içerisindedir). Bu aşırı stres ve anksiyete giderek güçsüzlüğe dönüşür. Ama traktör topuk bu duruma mahal vermez, o, güç değişimini asla kabul etmez. Fakat SUV’un ve traktör topuğun kazalarının da (kendilerine yüklenen misyon gereği) şiddeti büyük olur.
Sonuç olarak, doğa ve dünya hep bir aracın ya da eşyanın içinde izleniyor aslında. Ve insan, nesnesi olduğu bu doğaya bir özne gibi hükmetmeye çalışıyor. Tüm bu anlatılanlar, insanın tabiata tahakküm isteğinin ispatı olarak karşımıza çıkmakta ve bir dönem adı altında gözler önüne serilmektedir.
Betül Rana Uludoğan
twitter.com/_naze_nin
* Bu yazı daha evvel felsefehayat.net'te yayımlanmıştır.
Çeşitli kabuklara takılmadan, tasavvuf ve laiklik üzerine yeniden düşünmek
Âmiran Kurtkan Bilgiseven önemli sosyologlarımızdan. Aslında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Mezuniyeti müteakip çeşitli kurumlarda görev yaptıktan sonra İktisat Fakültesine Sosyoloji Asistanı olarak giriyor. Prof. Dr. Ziyaeddin F. Fındıkoğlu’nun asistanı… Hocasının tespitiyle milli endişe sahibi bir insan olan Bilgiseven 1970 yılında profesör olarak çalışmalarına devam ediyor. Âmiran Hanım özellikle din sosyolojisi alanında kayda değer çalışmalara imza attı. Akademik ortamlarda çok fazla söz konusu edilmeyen Türk/İslam kültür ve medeniyeti üzerine dikkat çekti. İslami kavramları sosyolojik bir bakışla yorumlayarak zamanında hem dini çevrelerde hem de akademi çevresinde pek alışık olunmayan bir yöntemi kullandı. Bilgiseven hem akademik açıdan hem de sosyal yaşantı açısından kaygıları, ümitleri olan sorumlu bir kişilik olarak tevarüs etti. Türk milletinin hem somut hem de soyut anlamdaki meseleleriyle hemhâldi. Toplumuna dışarıdan ya da akademinin fildişi kulesinden bakan biri olmadı. Toplumsal çözülme, kültürel gerilemeye bizi millet yapan değerlerin, öğretilerin rehberliğinde karşı durdu. En büyük iddialarından biri batı düşünce dünyasının yaşadığı birey/toplum çatışmasının İslami değerleri yaşadığımız sürece bizim toplumumuzda meydana gelmeyeceğiydi.
Bir sosyolog olmasına rağmen tasavvufla ilgisi gözden kaçırılmayacak boyutta. Tasavvuf tarihi ile ilgili çalışmaları ve tasavvufi öğretileri kendi hayatında uygulamaya çalışması da ayrıca dikkat çekici. Kendisi Melami meşrep bir hanımefendi. Tasavvuf tarihinin önemli şahsiyetlerinden Niyazi Mısri, Âmiran hanımın manevi rehberi. Mısri’nin açtığı yolda yürüyenlerden… Bunun yanında Yunus Emre ve Mevlana da hayatının önemli durakları… Kendini önemli ve özgün kılan olguların en başında mutasavvıfların görüşlerini, hayat pratiklerini uğraştığı akademik alana taşıması ve yorumlarını bu mutasavvıfların görüşleri ışığında geliştirmesidir. Düşüncelerinin temelinde İslam’ın ana öğretisi tevhid yer alır. İktisadi ve sosyal alanları vahdet-i vucud telakkisi ile birlikte değerlendirir. İslam’ın insana verdiği değeri hep göz önünde tutarak meseleleri yorumlar. Dünyevi kurumların, zenginliğin, sanayinin insanı ezmesine karşı çıkar. Üretimin ve paranın tekelleşmesini, sermayenin tek elde toplanmasını eleştirir. Küçük üreticilerin korunması gerektiğine inanır. Hayata bakışı tasavvufun vurguladığı insan sevgisini temel alır. Dediğimiz gibi Batı düşünce ve kültür dünyasının birbirinden ayrılan, birbiriyle zıtlaşan parçalanmış paradigmasını tevhid merkezli bir bakışla eleştirir.
Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, Bilgiseven’in 1977 yılında yayınladığı önemli bir kitabı. Kitabın hemen başında kitaba temel teşkil eden dört ana görüş dile getiriliyor. İlerleyen sayfalardaki fikirler bu dört ana görüş ekseninde. Temel görüşlerden birincisi, bir toplumun gelişiminin, ekonomik durumunun, kurumlar arasındaki koordinasyonunun yalnızca maddi faktörlerle açıklanamayacağı görüşü. Maddi unsurların en uygun koordinesi toplumsal uyumu sağlayamaz. Teşkilatlanma ve rasyonel zihniyet toplumun sosyal gelişmesini temin edecek yegâne unsurlar değil. Nitekim maddi gelişimini en mükemmel şekilde sağlayan bunun dışındaki bütün manevi unsurları, moral değerleri, insanları bir araya getirecek ahlaki öğretileri önemsemeyen sistemler uzun vadede yok olmaya, iflasa mahkûmdur. Nitekim yalnızca ekonomik göstergeleri düzeltmeye çalışan, maddi alanda iyileştirmeler yapan, yollara, köprülere, binalara ağırlık veren ama bunun yanında insanların manevi dünyasına hitap etmeyen, ahlakı, sanatı göz ardı eden, toplumu milli bir ruh etrafında kenetlemeyen, sahici olmayan bütün öğretilere sahip sistemler uzun vadede yıkım getirir. İlimden, irfandan ziyade maddi unsurlarla övünenler sağlam bir sosyal ve iktisadi yapı kuramazlar.
İkinci ana görüş bugün bile birçok insanın beyninin bir taraflarında duran asılsız bir inancın eleştirisini de içeriyor. Şöyle ki: Bugünkü toplumsal yapıyı, iktisadi değerleri, insan yaşamını, insan yaşamına yön veren prensipleri, var olan ahlakı, İslami değer hükümleri ile tahlil ettiğimizde bir geriye dönüşün ortaya çıkacağı gibi bir anlayış var. Âmiran Hanım ahlakın toplumdan topluma zamanın şartlarına göre değişebileceği gerçeğini göz ardı etmeden bile böyle geriye dönüşün asla ifade edilemeyeceğini dile getiriyor. Yazar araç gereç kullanımı açısından yani maddi kültür unsurlarını kullanma ya da tercih etme açısından geriye dönüşün olabileceğini belirtiyor. Bugün elektrik ışığı yerine gaz lambası kullanmanın, otomobil yerine kağnıya binmenin geriye dönüş olarak vasıflandırılabileceğini söylüyor. Maneviyatta, moral değerlerde, manevi kültür unsurlarında ilericilik, gericilik vasıflarının zamana bağlı olmadığını, zamanla değişmeyeceğini dikkatle vurguluyor. Ve burada çok manidar bir örnek veriyor. Batıdaki demokrasi kıvılcımları çok sönük bir şekilde 1215’lerde İngiltere’de görülüyor. Bunun yanında İslam Peygamberi karar alma sürecine bütün Müslümanları dâhil ediyor. Kadınlara da rey hakkı tanıyor. Daha ilk dönemlerde bile demokrasinin iddiaları bizzat uygulanma şansı buluyor. Yazarın bu yorumlarından yola çıktığımızda aslında bugün İslam’ın ilk dönemlerine göre daha geride olduğumuz söylenebilir. Evet, bugün birçok İslam toplumu sultanlıkla, krallıkla idare ediliyor. Geçmişteki manevi kültürümüzün kıymet hükümleri yeniden canlandırıldığında, İslam’ın özündeki eşitlik, hürriyet, adalet gibi değerler görülecektir. Bu kesinlikle bir gerileme olmayacak. Yani geriye dönerek, gerici olmuş olmayacağız.
Üçüncü ana görüş, İslam’ın bütün zaman ve mekânlar için değer taşıyan, maddi ve manevi dengeyi sağlayan ölümsüz felsefesini yani özünü muamelata ait lâfzî kalıplara kurban etmeden, özü şekle mahkûm etmeden anlamaya çalışmak. Yazar burada İslam’ın madde ve manayı dengeleyen ölümsüz felsefesinin mutasavvıflar tarafından çok iyi işlendiğini söylüyor. İslam’ın özünün şekli kalıplardan kurtararak, bu özün değerini sosyoloji ve sosyal psikoloji görüşleri ile ortaya koymanın öneminden bahsediyor.
Dördüncü ana görüş, Kur’an’ın toplumla, insanla ilgili bazı ayetlerinin sosyolojik görüşlerle tefsir edilmesi. Yazar Kur’an’ın fert ve cemiyet münasebetleri bakımından tefsirinde sosyologlara düşen bazı görevlerin olduğunu belirtiyor. Yazar değer hükümlerinin hem dini menşeli hem de ilim dallarının ana konularından olduğunu söylüyor. Değerlerin sosyolojisinin, ana konularından biri olduğunu ve Kur’an’ın sosyolojik bakımdan yorumunun kendisi için kaçınılmaz bir ilmi tecessüs olduğunu da vurguluyor.
Bilgiseven kitabının İslamiyet’in özüne ilmi bir bakışla bakmaktan duyulan büyük bir hayranlığın ifadesi olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. İslam kültürünün saf ve asli değerlerinin ortaya konduğu ve benimsendiği dönemde tevhidi düşüncenin etkisiyle insanlığın en mükemmel anları yaşanmış. Yazarın belirttiği gibi bu dönemler maalesef çok kısa sürüyor. Âmiran Hanım yukarıda belirttiğimiz dört ana görüşü merkeze alarak fert ve cemiyet münasebetlerine din sosyolojisi açısından bakıyor. Kur’an hükümlerini tasavvufi bir görüşle ele alıyor. Burada özellikle İslam’ın özünü teşkil eden birlik akidesine vurgu yapılıyor.
Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik'te hem İslamiyetin tasavvufi derinliğinden habersiz Müslümanların hem de fert ve cemiyetle ilgili meseleleri Hıristiyan menşeli Batılı düşünürlerin etkisiyle ele alan aydınların tutumları eleştiriliyor. Her iki bakışın kendi milli kültürümüzün kıymet hükümlerini dikkate almadığını ve orijinal kanaatlere varılamadığını belirtiyor. Bilgiseven laikliği de bu zaviyeden değerlendiriyor. Yazar cemiyet ve insan münasebetlerinin düşünürken insanın gerçek manada insan olabilmesinin nefsini, hayvani egoizmini frenlemesinden geçtiğini belirtiyor. Gerçek manada insanın olduğu yerde cemiyetin de her türlü bölünmeden, ayrışmadan, kaostan kurtulacağına dikkat çekiyor. Türk-İslam felsefesindeki cemiyeti kendinde bulan insan kavramının dikkatle ele alınmasının önemi dile getiriliyor.
Gerçek tasavvufun talim ve terbiyesi altında tembellik ve miskinlik yuvasına dönüşmemiş tekkelerden çıkan düşünce, ferde insanın Kur’an’ın özünü yani tevhidi en mukaddes değer olarak aşılar. Dünya içinde ahreti, çokluk içinde tekliği gösterir. Tasavvufi terbiyeyle dindarlıkla dünya hedefleri iç içe geçirilir ve her daim Allah’la birlikte olma düşüncesi unutulmaz, ferd bütün cemiyeti kendinde bulur. Madde ve mana, dünya ve ahret dengesi, laik ve dini sınır tek bir terbiye çerçevesinde bir arada olur. Canlı ve cansız bütün mazharlara aynı dikkatle muamele eden insanlardan kurulu cemiyet tevhid akidesine uymanın ahengiyle maddi refah ve manevi saadete ulaşır.
Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, dikkatle okunmayı gerektiriyor. Kitap hakkında söylediklerimiz mutlaka eksik kalacak. Bir mutasavvıf sosyologun samimi üslubu ile meseleleri ele aldığı bir metin… Âmiran Kurtkan hem Batı’yı iyi tanıyor hem Doğu’yu hem de mensubu olduğu İslam’ı. Mensubiyetinden herhangi bir rahatsızlık duymadan aynı zamanda karşısına hem Batı menşeli düşünceleri alarak hem de kendi kültürüne yabancılaşmış aydınları alarak söylüyor söyleyeceklerini. Hiçbir tereddüde meydan vermiyor. Özellikle Müslümanların belki de haklı sebeplerle karşı çıktığı ya da anlamadan düşman olduğu bazı batı değerlerini ve özellikle laikliği bir de bu kitaptan okumak lazım. Çeşitli imajlara, kabuğa takılmadan işin özünü anlamak için…
Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com
Bir sosyolog olmasına rağmen tasavvufla ilgisi gözden kaçırılmayacak boyutta. Tasavvuf tarihi ile ilgili çalışmaları ve tasavvufi öğretileri kendi hayatında uygulamaya çalışması da ayrıca dikkat çekici. Kendisi Melami meşrep bir hanımefendi. Tasavvuf tarihinin önemli şahsiyetlerinden Niyazi Mısri, Âmiran hanımın manevi rehberi. Mısri’nin açtığı yolda yürüyenlerden… Bunun yanında Yunus Emre ve Mevlana da hayatının önemli durakları… Kendini önemli ve özgün kılan olguların en başında mutasavvıfların görüşlerini, hayat pratiklerini uğraştığı akademik alana taşıması ve yorumlarını bu mutasavvıfların görüşleri ışığında geliştirmesidir. Düşüncelerinin temelinde İslam’ın ana öğretisi tevhid yer alır. İktisadi ve sosyal alanları vahdet-i vucud telakkisi ile birlikte değerlendirir. İslam’ın insana verdiği değeri hep göz önünde tutarak meseleleri yorumlar. Dünyevi kurumların, zenginliğin, sanayinin insanı ezmesine karşı çıkar. Üretimin ve paranın tekelleşmesini, sermayenin tek elde toplanmasını eleştirir. Küçük üreticilerin korunması gerektiğine inanır. Hayata bakışı tasavvufun vurguladığı insan sevgisini temel alır. Dediğimiz gibi Batı düşünce ve kültür dünyasının birbirinden ayrılan, birbiriyle zıtlaşan parçalanmış paradigmasını tevhid merkezli bir bakışla eleştirir.
Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, Bilgiseven’in 1977 yılında yayınladığı önemli bir kitabı. Kitabın hemen başında kitaba temel teşkil eden dört ana görüş dile getiriliyor. İlerleyen sayfalardaki fikirler bu dört ana görüş ekseninde. Temel görüşlerden birincisi, bir toplumun gelişiminin, ekonomik durumunun, kurumlar arasındaki koordinasyonunun yalnızca maddi faktörlerle açıklanamayacağı görüşü. Maddi unsurların en uygun koordinesi toplumsal uyumu sağlayamaz. Teşkilatlanma ve rasyonel zihniyet toplumun sosyal gelişmesini temin edecek yegâne unsurlar değil. Nitekim maddi gelişimini en mükemmel şekilde sağlayan bunun dışındaki bütün manevi unsurları, moral değerleri, insanları bir araya getirecek ahlaki öğretileri önemsemeyen sistemler uzun vadede yok olmaya, iflasa mahkûmdur. Nitekim yalnızca ekonomik göstergeleri düzeltmeye çalışan, maddi alanda iyileştirmeler yapan, yollara, köprülere, binalara ağırlık veren ama bunun yanında insanların manevi dünyasına hitap etmeyen, ahlakı, sanatı göz ardı eden, toplumu milli bir ruh etrafında kenetlemeyen, sahici olmayan bütün öğretilere sahip sistemler uzun vadede yıkım getirir. İlimden, irfandan ziyade maddi unsurlarla övünenler sağlam bir sosyal ve iktisadi yapı kuramazlar.
İkinci ana görüş bugün bile birçok insanın beyninin bir taraflarında duran asılsız bir inancın eleştirisini de içeriyor. Şöyle ki: Bugünkü toplumsal yapıyı, iktisadi değerleri, insan yaşamını, insan yaşamına yön veren prensipleri, var olan ahlakı, İslami değer hükümleri ile tahlil ettiğimizde bir geriye dönüşün ortaya çıkacağı gibi bir anlayış var. Âmiran Hanım ahlakın toplumdan topluma zamanın şartlarına göre değişebileceği gerçeğini göz ardı etmeden bile böyle geriye dönüşün asla ifade edilemeyeceğini dile getiriyor. Yazar araç gereç kullanımı açısından yani maddi kültür unsurlarını kullanma ya da tercih etme açısından geriye dönüşün olabileceğini belirtiyor. Bugün elektrik ışığı yerine gaz lambası kullanmanın, otomobil yerine kağnıya binmenin geriye dönüş olarak vasıflandırılabileceğini söylüyor. Maneviyatta, moral değerlerde, manevi kültür unsurlarında ilericilik, gericilik vasıflarının zamana bağlı olmadığını, zamanla değişmeyeceğini dikkatle vurguluyor. Ve burada çok manidar bir örnek veriyor. Batıdaki demokrasi kıvılcımları çok sönük bir şekilde 1215’lerde İngiltere’de görülüyor. Bunun yanında İslam Peygamberi karar alma sürecine bütün Müslümanları dâhil ediyor. Kadınlara da rey hakkı tanıyor. Daha ilk dönemlerde bile demokrasinin iddiaları bizzat uygulanma şansı buluyor. Yazarın bu yorumlarından yola çıktığımızda aslında bugün İslam’ın ilk dönemlerine göre daha geride olduğumuz söylenebilir. Evet, bugün birçok İslam toplumu sultanlıkla, krallıkla idare ediliyor. Geçmişteki manevi kültürümüzün kıymet hükümleri yeniden canlandırıldığında, İslam’ın özündeki eşitlik, hürriyet, adalet gibi değerler görülecektir. Bu kesinlikle bir gerileme olmayacak. Yani geriye dönerek, gerici olmuş olmayacağız.
Üçüncü ana görüş, İslam’ın bütün zaman ve mekânlar için değer taşıyan, maddi ve manevi dengeyi sağlayan ölümsüz felsefesini yani özünü muamelata ait lâfzî kalıplara kurban etmeden, özü şekle mahkûm etmeden anlamaya çalışmak. Yazar burada İslam’ın madde ve manayı dengeleyen ölümsüz felsefesinin mutasavvıflar tarafından çok iyi işlendiğini söylüyor. İslam’ın özünün şekli kalıplardan kurtararak, bu özün değerini sosyoloji ve sosyal psikoloji görüşleri ile ortaya koymanın öneminden bahsediyor.
Dördüncü ana görüş, Kur’an’ın toplumla, insanla ilgili bazı ayetlerinin sosyolojik görüşlerle tefsir edilmesi. Yazar Kur’an’ın fert ve cemiyet münasebetleri bakımından tefsirinde sosyologlara düşen bazı görevlerin olduğunu belirtiyor. Yazar değer hükümlerinin hem dini menşeli hem de ilim dallarının ana konularından olduğunu söylüyor. Değerlerin sosyolojisinin, ana konularından biri olduğunu ve Kur’an’ın sosyolojik bakımdan yorumunun kendisi için kaçınılmaz bir ilmi tecessüs olduğunu da vurguluyor.
Bilgiseven kitabının İslamiyet’in özüne ilmi bir bakışla bakmaktan duyulan büyük bir hayranlığın ifadesi olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. İslam kültürünün saf ve asli değerlerinin ortaya konduğu ve benimsendiği dönemde tevhidi düşüncenin etkisiyle insanlığın en mükemmel anları yaşanmış. Yazarın belirttiği gibi bu dönemler maalesef çok kısa sürüyor. Âmiran Hanım yukarıda belirttiğimiz dört ana görüşü merkeze alarak fert ve cemiyet münasebetlerine din sosyolojisi açısından bakıyor. Kur’an hükümlerini tasavvufi bir görüşle ele alıyor. Burada özellikle İslam’ın özünü teşkil eden birlik akidesine vurgu yapılıyor.
Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik'te hem İslamiyetin tasavvufi derinliğinden habersiz Müslümanların hem de fert ve cemiyetle ilgili meseleleri Hıristiyan menşeli Batılı düşünürlerin etkisiyle ele alan aydınların tutumları eleştiriliyor. Her iki bakışın kendi milli kültürümüzün kıymet hükümlerini dikkate almadığını ve orijinal kanaatlere varılamadığını belirtiyor. Bilgiseven laikliği de bu zaviyeden değerlendiriyor. Yazar cemiyet ve insan münasebetlerinin düşünürken insanın gerçek manada insan olabilmesinin nefsini, hayvani egoizmini frenlemesinden geçtiğini belirtiyor. Gerçek manada insanın olduğu yerde cemiyetin de her türlü bölünmeden, ayrışmadan, kaostan kurtulacağına dikkat çekiyor. Türk-İslam felsefesindeki cemiyeti kendinde bulan insan kavramının dikkatle ele alınmasının önemi dile getiriliyor.
Gerçek tasavvufun talim ve terbiyesi altında tembellik ve miskinlik yuvasına dönüşmemiş tekkelerden çıkan düşünce, ferde insanın Kur’an’ın özünü yani tevhidi en mukaddes değer olarak aşılar. Dünya içinde ahreti, çokluk içinde tekliği gösterir. Tasavvufi terbiyeyle dindarlıkla dünya hedefleri iç içe geçirilir ve her daim Allah’la birlikte olma düşüncesi unutulmaz, ferd bütün cemiyeti kendinde bulur. Madde ve mana, dünya ve ahret dengesi, laik ve dini sınır tek bir terbiye çerçevesinde bir arada olur. Canlı ve cansız bütün mazharlara aynı dikkatle muamele eden insanlardan kurulu cemiyet tevhid akidesine uymanın ahengiyle maddi refah ve manevi saadete ulaşır.
Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, dikkatle okunmayı gerektiriyor. Kitap hakkında söylediklerimiz mutlaka eksik kalacak. Bir mutasavvıf sosyologun samimi üslubu ile meseleleri ele aldığı bir metin… Âmiran Kurtkan hem Batı’yı iyi tanıyor hem Doğu’yu hem de mensubu olduğu İslam’ı. Mensubiyetinden herhangi bir rahatsızlık duymadan aynı zamanda karşısına hem Batı menşeli düşünceleri alarak hem de kendi kültürüne yabancılaşmış aydınları alarak söylüyor söyleyeceklerini. Hiçbir tereddüde meydan vermiyor. Özellikle Müslümanların belki de haklı sebeplerle karşı çıktığı ya da anlamadan düşman olduğu bazı batı değerlerini ve özellikle laikliği bir de bu kitaptan okumak lazım. Çeşitli imajlara, kabuğa takılmadan işin özünü anlamak için…
Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com
19 Haziran 2017 Pazartesi
Bir tedavi yöntemi olarak müzik
"Müzik, ahenkle süslenir, iyi ruhlara yönelir."
- Konfüçyüs
Bir toplumun kadim değerleri, filtreleri, dolayısıyla da terazisi vardır. Buna medeniyet tasavvuru diyebiliriz. Medeniyeti, kendi tasavvurunun içindeki dinamikleri ayakta tutar. Bizim medeniyetimizde sanat, temel dinamikleri oluşturduğu gibi asırlar boyunca toplumun yaşayışını, zevkini, düşünce dünyasını şekillendirmiştir. Sanatımızın her kolu; mûsıkîsi, şiiri, mimarîsi, hattı, ebrûsu ve daha nicesi birbiriyle irtibatlı olmakla birlikte, birbirini zenginleştirmiştir. Nihayet toplum olarak ciddi bir sanat terazisine sahip olmuşuzdur. Böylelikle neyin güzel, neyin çirkin olduğunu kadim esaslar doğrultusunda hesaba katarak, daima uygun olanı yakalamışızdır. Bizim için uygun olan; sadedir, kullanışlıdır, asırlıktır ve muhakkak şifa verir.
Asırlar önce yapılmış bir mimarî esere bakarken aldığımız hazzın yanına bazen yine asırlar önce bestelenmiş bir şarkıyı koyarız. Sonra onu hattın en güzel üslubuyla gönlümüze nakşederiz, ebrû vasıtasıyla gelenekten geleceğe aktarırız. Türkülerimizi şiirimiz besler, şiirimizi gönlümüz. Tüm bu sürecin inşasında gönül dünyamız olmuştur. Ne zaman ki bir gönül medeniyeti olduğumuzu unutmuşuz, işte o zaman terazimizin dengesi şaşmıştır.
Ne hazindir ki dünyanın bir sisteme sahip olan iki müziğinden biri olan Türk müziği, artık popüler kültüre teslim olmuştur. Video klip dünyası ve gençlerin Türk müziğini "uyutan, miskinleştiren, anlaşılmayan" bir şey olarak görmesi yahut onların bu müziğin iç dünyasından fersah fersah uzak biçimde yaşaması, eğitilmesi; müziğimizin kıymetini unutturmuştur. Oysa bizim müziğimiz, çok uzun asırlar boyunca yalnız ruha değil bedene de şifa olmuştur. Öyle ki batının aklî sorunları olan insanları "içine şeytan kaçmış" diyerek yaktığı asırlarda bizim şifahanelerimiz ruhsal sorunları mûsıkînin engin iklimiyle çözmeye gayret etmiş, bir çok hastayı ayağa kaldırmıştır.
İşte, Haşmet Altınölçek'in Müzikle Tedavi: Müzikle İletişimin Terapide Kullanımı adlı kitabı da geçmişteki bu güzel günlerin detaylarını sunuyor. Altınölçek, 1998 yılında Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde sunduğu "Bir İletişim Aracı Olarak Müzik ve Müzikle Tedavi Yöntemleri" başlıklı doktora tezinin bir bölümünü ve sonrasındaki çalışmalarından alıntılarını bu kitabında toplamış. 133 sayfalık kitap 4 bölüme ayrılıyor: İnsan ve Müzik Etkileşimi, Tedavide Müzik, Müziğin Etkileri, Müzik-Terapi ve Psikiyatri Bilimindeki Önemi. Kitabevi Yayınları tarafından neşredilen eser 2016 yılında ikinci baskısını yapmıştı. Bu ilgi şüphesiz umut verici.
Haşmet Altınölçek son derece yalın bir üslupla, bazı kavramlarla birlikte müziğin iç dünyasını anlatıyor ve akabinde çok önemli kaynaklardan yararlanarak tarihimizde mûsıkîye verdiğimiz değeri ve "şifa kaynağı" olarak nasıl bir göreve sahip olduğunu anlatıyor. Eski Çin'de ve Eski Mısır'da çok ciddi biçimde tedavi yöntemi olarak kullanılan müziğe dair Altınölçek, Konfüçyüs'ün şu düşüncelerini bir terapi faktörü olarak nitelendiriyor: "Müzik yapıldığı zaman kişiler arası ilişkiler düzeltir, gözler parlak, kulaklar keskin olur. Kanın hareketi ve dolanımı rahatlar. Müzik tonların bir verimidir. Kökeni, dış etkenlerin beyne olan etkisidir. Neşeli sesler ince ve yavaştır, ruha rahatlık verir. Sevinç dolu sesler, yüksek ve sonra dağılıcıdır. Öfkeli sesler, korkunç ve kabadır. Saygı taşıyan sesler, doğru ve gösterişsizdir. Sevgi gösteren sesler, yumuşak ve ahenklidir. Ancak sesin bu özellikleri doğal değildir, dış etkenlerin aracılığıyla oluşan etkilerdir. Müzik, ahenkle süslenir, iyi ruhlara yönelir." [sf. 24]
Tarih boyunca müzikle tedavi yöntemini uygulayanlar arasında, kitaptan öğrendiğimiz kadarıyla hekimler de var, büyücüler de, şamanlar da. 'İşin ehli' olarak gösterilen bu meslek kolları, müziğin yanına su ve şifalı ot gibi doğal malzemeleri de kullanarak etki alanını genişletmiş, kısa sürede hastayı kendine getirmiştir. Günümüzdeki ise hidroterapi çok yeni bir moda...
Müzik, yalnızca 'kafa' hastalıklarına iyi gelmekle kalmamış, Kanuni dönemi saray hekimliği yapan Musa Bin Hamun gibi uzmanlarca diş ve çocuk hastalıklarının tedavisinde de kullanılmıştır. Osmanlı dönemindeki müzikle tedavi yöntemlerinin kaynağına inen Altınölçek, eski Türk hekimlerinden Şu'ûrî Hasan Efendi'nin Ta'dilü'l Emzice, 18. yüzyılda yaşamış Hızır Ağa'nın Tefhîmü'l-makamât fi Tevlîd'n-nagamât, 19. yüzyılda yaşamış saray hekimbaşısı Gevrekzâde Hafız Hasan Bin Ahmet'in Emrâz-ı Rûhâniyyeyi, Nagamât-ı Mûsikiyye ile Tedavi, İstanbul kadısı ve Rumeli kazaskeri Mehmed Hafid Efendi'nin ed-Dürerü'l-müntehabatü'l-mensûre fî ıslâhi'l, galatâti'l-meşhûre gibi eserlerinden yararlanarak ruha ve bedene iyi gelen makamları, nitelikleriyle beraber nakletmiş. Yalnızca geçmişten değil, günümüzden de çok ilginç misaller vermiş:
"Yemek borusunun büyük bir kısmı ile midesini ve pankreas kesesini kanser kaplayan, 49 yaşında ve dört çocuk babası olan Ahmet Erdal, her tarafı yeşil fayansla kaplı ameliyat salonuna girince, hafiften çalınan bir müzikle karşılaşmıştır. Ameliyatta hazır bulunan Prof. Op. Galip Burak, müzik eşliğinde yapılan ameliyatın yararları üzerine şunları söylemektedir: "Biz cerrahlar, insan yaşamıyla uğraşırız. Büyük bir sorumluluk taşıdığımızdan, sinirlerimiz çok gergindir. Ameliyatta sinirli bir operatörün başarılı olması ise pek güçtür. Hafif müzik, sinirleri yatıştırıyor. Cerrah sinir rahatlığı içinde ameliyat yapıyor. Hasta üzerindeki etkisi de çok olumlu. Hasta, ameliyatta çok acı duyacağını, ıstırap çekeceğini düşünür, ameliyatın sonucundan korkar. Onun da sinirleri bozuktur. Ameliyathane onun üzerinde, bir mezbaha etkisi bırakır." [sf. 71]
Altınölçek'in yazdığına göre müzikle ameliyat düşüncesini ortaya atan Op. Dr. Erdoğal Yalav, özellikle bilinmeyen bir müziğin çalınmasını uygun görüyormuş. Bunun sebebi ise bilinen şarkıların, bilince seslenmesi ve doktoru şaşırtabileceği... Dünyaca ünlü kalp doktorumuz Mehmed Öz de hastalarını ameliyata tasavvuf müziği eşliğinde hazırlıyormuş. Sebebini ise şöyle söylemiş: "Bu müzik, insandaki stresi atıyor ve kendilerini ameliyata hazır hissetmelerini daha kolay sağlıyor."
Müzikle Tedavi kitabında, geçmişin birçok medresesinin ve dârüşşifasının krokisi de yer alıyor. Planların ne doğrultuda yapıldığı ve müzikten ne biçimde yararlanıldığı aktarılıyor. Özellikle dârüşşifalarda Türk müziğinin zengin makam ve nağme zenginliğinden yararlanıldığına ve böylece ses aralıklarının hangi hastalıklara ne yönde iyi geldiğine dair bilgiler de yer alıyor.
Günümüzde stresin zararları bariz biçimde ortada. Mide hastalıklarından kalp rahatsızlıklarına, ruhsal bozukluklardan bedendeki kronik yorgunluğa kadar birçok iç ve dış hastalıkta stres neredeyse en büyük pay sahibi. Sürekli hızlanan yaşam, genişleyen, kalabalıklaşan ve gürültüsü artan kentlerdeki yaşam insana koca bir stres yükü olarak geri dönmekte. Eğer hareketsiz, sürekli bilgisayar karşısında bir işle meşgulseniz stresin yanına sürekli nimet olarak bahsedilen teknolojinin radyasyondan bel fıtığına kadar genişleyen hastalık portföyünü de hatırlamak gerekiyor.
Haşmet Altınölçek, müziğin bilimsel etkisinin reddedilemez olduğunu fakat müziğin kalıcı bir etkiye sahip olmadığını özellikle vurgularken, bilhassa stresin vücuttan uzaklaştırılması konusunda müziğin büyük bir öneme sahip olduğunu da belirtiyor.
Naçizane bir ekleme yaparak yazımı bitirmek istiyorum. Şehirlerimizin bunca tahrip olmasıyla, üslubumuzun ve dilimizin bu kadar argo kalıplarla dolmasıyla, kitap okuma tercihlerimizdeki bu korkunç seviyesizleşmeyle müziğimizin doğrudan bir ilişkisi vardır. Güzel olanı kaybedince önümüze konan her şeyi güzel zanneder olduk. Çünkü kalb-i selim, zevk-i selim, akl-ı selim terazilerimizi kaybettik. Yeniden Türk müziğine başvurarak tüm zevklerimizi yeniden kavuşmak mümkün mü? Bu sorunun cevabı imkânsız olsa da, yine de bir umut taşıyoruz, taşımalıyız.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Konfüçyüs
Bir toplumun kadim değerleri, filtreleri, dolayısıyla da terazisi vardır. Buna medeniyet tasavvuru diyebiliriz. Medeniyeti, kendi tasavvurunun içindeki dinamikleri ayakta tutar. Bizim medeniyetimizde sanat, temel dinamikleri oluşturduğu gibi asırlar boyunca toplumun yaşayışını, zevkini, düşünce dünyasını şekillendirmiştir. Sanatımızın her kolu; mûsıkîsi, şiiri, mimarîsi, hattı, ebrûsu ve daha nicesi birbiriyle irtibatlı olmakla birlikte, birbirini zenginleştirmiştir. Nihayet toplum olarak ciddi bir sanat terazisine sahip olmuşuzdur. Böylelikle neyin güzel, neyin çirkin olduğunu kadim esaslar doğrultusunda hesaba katarak, daima uygun olanı yakalamışızdır. Bizim için uygun olan; sadedir, kullanışlıdır, asırlıktır ve muhakkak şifa verir.
Asırlar önce yapılmış bir mimarî esere bakarken aldığımız hazzın yanına bazen yine asırlar önce bestelenmiş bir şarkıyı koyarız. Sonra onu hattın en güzel üslubuyla gönlümüze nakşederiz, ebrû vasıtasıyla gelenekten geleceğe aktarırız. Türkülerimizi şiirimiz besler, şiirimizi gönlümüz. Tüm bu sürecin inşasında gönül dünyamız olmuştur. Ne zaman ki bir gönül medeniyeti olduğumuzu unutmuşuz, işte o zaman terazimizin dengesi şaşmıştır.
Ne hazindir ki dünyanın bir sisteme sahip olan iki müziğinden biri olan Türk müziği, artık popüler kültüre teslim olmuştur. Video klip dünyası ve gençlerin Türk müziğini "uyutan, miskinleştiren, anlaşılmayan" bir şey olarak görmesi yahut onların bu müziğin iç dünyasından fersah fersah uzak biçimde yaşaması, eğitilmesi; müziğimizin kıymetini unutturmuştur. Oysa bizim müziğimiz, çok uzun asırlar boyunca yalnız ruha değil bedene de şifa olmuştur. Öyle ki batının aklî sorunları olan insanları "içine şeytan kaçmış" diyerek yaktığı asırlarda bizim şifahanelerimiz ruhsal sorunları mûsıkînin engin iklimiyle çözmeye gayret etmiş, bir çok hastayı ayağa kaldırmıştır.
İşte, Haşmet Altınölçek'in Müzikle Tedavi: Müzikle İletişimin Terapide Kullanımı adlı kitabı da geçmişteki bu güzel günlerin detaylarını sunuyor. Altınölçek, 1998 yılında Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde sunduğu "Bir İletişim Aracı Olarak Müzik ve Müzikle Tedavi Yöntemleri" başlıklı doktora tezinin bir bölümünü ve sonrasındaki çalışmalarından alıntılarını bu kitabında toplamış. 133 sayfalık kitap 4 bölüme ayrılıyor: İnsan ve Müzik Etkileşimi, Tedavide Müzik, Müziğin Etkileri, Müzik-Terapi ve Psikiyatri Bilimindeki Önemi. Kitabevi Yayınları tarafından neşredilen eser 2016 yılında ikinci baskısını yapmıştı. Bu ilgi şüphesiz umut verici.
Haşmet Altınölçek son derece yalın bir üslupla, bazı kavramlarla birlikte müziğin iç dünyasını anlatıyor ve akabinde çok önemli kaynaklardan yararlanarak tarihimizde mûsıkîye verdiğimiz değeri ve "şifa kaynağı" olarak nasıl bir göreve sahip olduğunu anlatıyor. Eski Çin'de ve Eski Mısır'da çok ciddi biçimde tedavi yöntemi olarak kullanılan müziğe dair Altınölçek, Konfüçyüs'ün şu düşüncelerini bir terapi faktörü olarak nitelendiriyor: "Müzik yapıldığı zaman kişiler arası ilişkiler düzeltir, gözler parlak, kulaklar keskin olur. Kanın hareketi ve dolanımı rahatlar. Müzik tonların bir verimidir. Kökeni, dış etkenlerin beyne olan etkisidir. Neşeli sesler ince ve yavaştır, ruha rahatlık verir. Sevinç dolu sesler, yüksek ve sonra dağılıcıdır. Öfkeli sesler, korkunç ve kabadır. Saygı taşıyan sesler, doğru ve gösterişsizdir. Sevgi gösteren sesler, yumuşak ve ahenklidir. Ancak sesin bu özellikleri doğal değildir, dış etkenlerin aracılığıyla oluşan etkilerdir. Müzik, ahenkle süslenir, iyi ruhlara yönelir." [sf. 24]
Tarih boyunca müzikle tedavi yöntemini uygulayanlar arasında, kitaptan öğrendiğimiz kadarıyla hekimler de var, büyücüler de, şamanlar da. 'İşin ehli' olarak gösterilen bu meslek kolları, müziğin yanına su ve şifalı ot gibi doğal malzemeleri de kullanarak etki alanını genişletmiş, kısa sürede hastayı kendine getirmiştir. Günümüzdeki ise hidroterapi çok yeni bir moda...
Müzik, yalnızca 'kafa' hastalıklarına iyi gelmekle kalmamış, Kanuni dönemi saray hekimliği yapan Musa Bin Hamun gibi uzmanlarca diş ve çocuk hastalıklarının tedavisinde de kullanılmıştır. Osmanlı dönemindeki müzikle tedavi yöntemlerinin kaynağına inen Altınölçek, eski Türk hekimlerinden Şu'ûrî Hasan Efendi'nin Ta'dilü'l Emzice, 18. yüzyılda yaşamış Hızır Ağa'nın Tefhîmü'l-makamât fi Tevlîd'n-nagamât, 19. yüzyılda yaşamış saray hekimbaşısı Gevrekzâde Hafız Hasan Bin Ahmet'in Emrâz-ı Rûhâniyyeyi, Nagamât-ı Mûsikiyye ile Tedavi, İstanbul kadısı ve Rumeli kazaskeri Mehmed Hafid Efendi'nin ed-Dürerü'l-müntehabatü'l-mensûre fî ıslâhi'l, galatâti'l-meşhûre gibi eserlerinden yararlanarak ruha ve bedene iyi gelen makamları, nitelikleriyle beraber nakletmiş. Yalnızca geçmişten değil, günümüzden de çok ilginç misaller vermiş:
"Yemek borusunun büyük bir kısmı ile midesini ve pankreas kesesini kanser kaplayan, 49 yaşında ve dört çocuk babası olan Ahmet Erdal, her tarafı yeşil fayansla kaplı ameliyat salonuna girince, hafiften çalınan bir müzikle karşılaşmıştır. Ameliyatta hazır bulunan Prof. Op. Galip Burak, müzik eşliğinde yapılan ameliyatın yararları üzerine şunları söylemektedir: "Biz cerrahlar, insan yaşamıyla uğraşırız. Büyük bir sorumluluk taşıdığımızdan, sinirlerimiz çok gergindir. Ameliyatta sinirli bir operatörün başarılı olması ise pek güçtür. Hafif müzik, sinirleri yatıştırıyor. Cerrah sinir rahatlığı içinde ameliyat yapıyor. Hasta üzerindeki etkisi de çok olumlu. Hasta, ameliyatta çok acı duyacağını, ıstırap çekeceğini düşünür, ameliyatın sonucundan korkar. Onun da sinirleri bozuktur. Ameliyathane onun üzerinde, bir mezbaha etkisi bırakır." [sf. 71]
Altınölçek'in yazdığına göre müzikle ameliyat düşüncesini ortaya atan Op. Dr. Erdoğal Yalav, özellikle bilinmeyen bir müziğin çalınmasını uygun görüyormuş. Bunun sebebi ise bilinen şarkıların, bilince seslenmesi ve doktoru şaşırtabileceği... Dünyaca ünlü kalp doktorumuz Mehmed Öz de hastalarını ameliyata tasavvuf müziği eşliğinde hazırlıyormuş. Sebebini ise şöyle söylemiş: "Bu müzik, insandaki stresi atıyor ve kendilerini ameliyata hazır hissetmelerini daha kolay sağlıyor."
Müzikle Tedavi kitabında, geçmişin birçok medresesinin ve dârüşşifasının krokisi de yer alıyor. Planların ne doğrultuda yapıldığı ve müzikten ne biçimde yararlanıldığı aktarılıyor. Özellikle dârüşşifalarda Türk müziğinin zengin makam ve nağme zenginliğinden yararlanıldığına ve böylece ses aralıklarının hangi hastalıklara ne yönde iyi geldiğine dair bilgiler de yer alıyor.
Günümüzde stresin zararları bariz biçimde ortada. Mide hastalıklarından kalp rahatsızlıklarına, ruhsal bozukluklardan bedendeki kronik yorgunluğa kadar birçok iç ve dış hastalıkta stres neredeyse en büyük pay sahibi. Sürekli hızlanan yaşam, genişleyen, kalabalıklaşan ve gürültüsü artan kentlerdeki yaşam insana koca bir stres yükü olarak geri dönmekte. Eğer hareketsiz, sürekli bilgisayar karşısında bir işle meşgulseniz stresin yanına sürekli nimet olarak bahsedilen teknolojinin radyasyondan bel fıtığına kadar genişleyen hastalık portföyünü de hatırlamak gerekiyor.
Haşmet Altınölçek, müziğin bilimsel etkisinin reddedilemez olduğunu fakat müziğin kalıcı bir etkiye sahip olmadığını özellikle vurgularken, bilhassa stresin vücuttan uzaklaştırılması konusunda müziğin büyük bir öneme sahip olduğunu da belirtiyor.
Naçizane bir ekleme yaparak yazımı bitirmek istiyorum. Şehirlerimizin bunca tahrip olmasıyla, üslubumuzun ve dilimizin bu kadar argo kalıplarla dolmasıyla, kitap okuma tercihlerimizdeki bu korkunç seviyesizleşmeyle müziğimizin doğrudan bir ilişkisi vardır. Güzel olanı kaybedince önümüze konan her şeyi güzel zanneder olduk. Çünkü kalb-i selim, zevk-i selim, akl-ı selim terazilerimizi kaybettik. Yeniden Türk müziğine başvurarak tüm zevklerimizi yeniden kavuşmak mümkün mü? Bu sorunun cevabı imkânsız olsa da, yine de bir umut taşıyoruz, taşımalıyız.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)