12 Haziran 2017 Pazartesi

Tutkun varsa varsın, insan olmak'tasın

1983 yılında yazılmış ve otuz seneyi aşkın bir zamandır basılan, okunan bir kitaptan bahsedeceğim. 1983'ten 1988'e kadar Adam Yayınevi'nden, 1988'den 2003'e kadar Remzi Kitabevi'nden, 2003'ten günümüze kadar da Metis Yayınları'ndan neşredilen bir kitap: İnsan Olmak.

Kapak resmi olarak René Magritte'in The Glass Key (1959) isimli tablosu kullanılmış. Söz buraya gelmişken, ressamın en sevdiğim eserinin Sixteenth of September (1956) olduğunu da söylemek isterim. Bu seçim -yazarın seçimi mi bilmiyorum- içerikten biraz bahsetmiş oluyor aslında. Kitabın hemen başında "Yirmi Yılın Ardından" 26. basım için önsözünde Engin Geçtan, anlatıyor hikâyeyi. Bu kitabın nasıl ortaya çıktığını. Kısa ve hassas: "Kalıpları kırmanın ürkütücü de olsa insana hayatiyet katan bir yanı vardır, bilirsiniz."

Kesinlikle tumturaklı bir duygusallık, alengirli çözümlemeler ve içine romantizm işlemiş metinler yok İnsan Olmak'ta. Çünkü insan olmak hayatın tam içinden bir şeyse, ondan bahseden de bir psikiyatrsa meseleleri alevlendirmeden tüm gerçekçiliğiyle sunmalı okura. Üstelik bu tip eserlerin okur çevresi bir hayli geniş olabilir; bir psikoloji öğrencisi de okuyabilir, taze bir anne de, uzun yılların yetimi de, kendini kendince ifade etmeye çalışan öylesine bir sokak müzisyeni de. Sanırım Geçtan'ın büyük maharetlerinden biri de bu; uzmanlık alanı içinden de olsa dışından da olsa metinlerini kapsayıcı, birleştirici ve elbette sarsıcı bir şekilde kaleme alması. 180 sayfalık bu kitap, içindeki birçok konuyla yeniden okunmayı, daha fazla okunmayı hak ediyor. Aslında İnsan Olmak'ın farklı bir özelliği bu. İlle de baştan sona bir okuma yapmak gerekmiyor. Konu başlığına göre de okunabilir, herhangi bir sayfasında göz de gezdirilebilir. Peki nedir konular? Şöyledir: Birey ve toplum, ana-baba ve çocuk, insanlardan korkmak, öfke ve düşmanlık, değersizlik duygusu, kaygı, sorumluluktan kaçış, yalnızlık, ortakyaşam ilişkisi, nevrotik kısırdöngü, yaşam ve ölüm, kendini yaşamak ve kitabın tüm nağmelerini yumuşatıp yerinde bir sonla susturan epilog.

Önce insanı 'ortaya koyan' anneler ve babalar üzerine çok kritik bir alıntıyla başlayalım: "İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır. Anne ya da baba, çocuğunu kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak algılar ve haklarına saygı gösterir. Üstelik çocuğa gerekli olan modeli de sağlamış olur. Çünkü yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ilerki yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişcesine algılamaz. Noksan yönleriyle yüzleşebilen bir ana-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst olmayı öğrenebilir." [sf. 44-45]

Engin Geçtan, aile kurumuna çok haklı bir önem veriyor. İnsanın biricik oluşundan mülhem; kendi haklarını, sorumluluklarını tüm günahlarıyla ve sevaplarıyla yaşayabilir olması gerektiğini vurguluyor. Bir insanın yetişmesinde, insan olmak'lığında bu kendiliğin kritik bir yeri var. Çünkü birçok psikolojik hastalığın kökeni çocuklukta yatıyor. Hiç tahmin edilmeyen yetişkinlik ya da ihtiyarlık hastalıklarının derininde, en derininde çocukken yaşanılan hadiselerin büyük bir rolü var. O zamanlarda tedavi görmemiş bir yara, kabul bağlayıp ortadan kaybolmuyor. Yeniden ve yeniden nüksedebiliyor... İnsan yorulur. Bu yorgunluğu da genellikle geç yaşlarına rastlar. Geç yaştayken yaralar kolay tedavi olamıyor. Anne-baba için çocuk mevzusu bir hayatı tek başına yüklenmek kadar güç ve bir o kadar da erdemli. Kıymetini bilmeli, o kıymeti vermeli ve nihayet kıymet görmeli.

Yine Geçtan'ın fikir dünyasında 'mutlu insan' gibi bir klişe yok. 'Kendiyle uyumlu olabilen insan' var. Bu uyumluluk aile hayatından kişinin tek başınalığına kadar çok hassas bir yerde duruyor. Keza kendi vaktine ve alanına son derece düşkün biri olarak bu konudaki paragrafları okurken aklıma Epiktetos'un "Sana ait olanı iyice koru ve başkasına ait olana tamah etme; böyle hareket edersen, hiçbir aksilik saadetine engel olamaz." sözü gelmişti. Buradaki ait olanı en çok da "zaman" olarak görüyorum. Mesela İlber Ortaylı hocanın evlilik kurumuna dair söylediği çok kıymetli sözler var. "Bizde insanlar neyi paylaşacaklarını ve neyi ayırmayı bileceklerini bilmezler. 24 saat kimse oturamaz insanla. Bunun bilinmesi lâzım. Bizim kadınlar ve erkekler mekânı paylaşmayı, hayatı paylaşmayı bilmiyorlar. İngilizcedeki privacy, "özel hayat" demek değildir. Ne özel hayatı? Zaten onu birlikte götürüyorlar. Privacy "kendi zamanı" demektir. İnsanın en kıymetli şeyi zamandır, para değildir. Telafi edilemez, yerine konamaz." der hoca. Geçtan ise insanın bir 'zaman tüketicisi' olduğunu vurgularken zamanın aynı zamanda insanı kısıtlayan bir şey olduğunu da söyler. Şimdi yapacağını ileride de yapabileceğini zanneden insan, elindeki zamanı sınırsızca harcar ve gelecekte de büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Bu zaman yolculuğuna (sürece) dair farklı konulardan aynı kapıya çıkan ve birbirini tamamlayan üç paragraf:

"İnsan hem yapan, hem bozan, hem seven, hem kıran bir varlıktır. Bu çelişki onun, kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren en önemli etmenlerden biri olmuştur." [sf. 19]

"Kendisiyle uyum hâlinde olan bir insan, başkalarına dostça yaklaşır, ama gereğinde onlara karşı çıkar ve haklarını savunmak için savaşır, bazen ise yalnız kalmayı yeğler." [sf. 57]

"Bazı insanlar, kendimizi dürüstçe yaşadığımız zaman, diğerlerinin bu "açık"tan yararlanarak bizi devirmeye çalışacakları görüşünü savunurlar. Oysa bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir." [sf. 83]

Kapitalizmin vahşiliği, insanın yeryüzündeki hakikatten uzaklaşmasını da beraberinde getirdi. Anlam kaybıyla birlikte depresyon, panikatak, melankoli, aşırı hüzün, bezginlik, kronik yorgunluk ve daha birçok hastalık normalleşti. Yine de insanız ve insanlığımız bu hastalıkları 'mahrem' kılıyor. Acılarımızı, sıkıntılarımızı, ruhumuzun derininde saklı kalan ve gittikçe yaralanan ve kanayan dertlerimizi hastalıkla bağdaştıramıyoruz. Korkuyoruz, ümidimizi dinç tutamıyoruz. Ayakta kalabilmek için samimi ve gerçekçi çözümlere kulak vermek istiyoruz. Engin Geçtan, bu nevrotik kısırdöngü içinde kusurlu ana-baba, çalışma hastası birey, güvensizlik, çaresizlik, kaygı gibi meselelere odaklanarak okuyucuya birçok şifa sunuyor. "Eğer insan yalnızca "sahip olduğu" şeylerden ibaretse, onları yitirdiğinde, kendini de yitirecek, kim olduğunu bilemeyecektir. Mal ve mülke sahip olmak, daha çok kazanmak gibi ihtiraslarla dolu oldukları sürece, insanların barış içinde yaşayabilme düşüncesi bir hayaldir." der Eric Fromm, Sahip Olmak Ya Da Olmak adlı nefis kitabında. Geçtan ise şöyle yorumluyor:

"Eşya, para ya da iktidar sahibi olma isteği tutku düzeyine ulaştığında, para, eşya ve iktidar insana sahip olmaya ve onu yönetmeye başlar. Bu, uyuşturucu madde ya da kumar tutkuları gibi engellenmesi güç bir dürtüdür. İnsanın varoluşuna bir anlam katamamış olmasının, boşluğunun, kendini değersiz bulmasının ve yalnızlığının anlatımıdır. Bir insanın kendisini yalnız hissettiği zamanlarda kendisine bir şey almak istemesi olağan bir davranış sayılabilir... Kendilerini kabul edememiş olmanın acısıyla yüzleşmeyi göze alamadıkları için boşluklarını içki ya da eşya ile doldurmaya çalışır, ama daha büyük bir boşluğa düşerler. Tarih, iktidar tutkusuna kapıldığı ve nerede duracağını bilemediği için kendisini ve çevresini yok etmiş insan örnekleriyle doludur." [sf. 158]

Etrafımızda ne çok 'bu tip' insan var öyle değil mi? Hayatındaki en büyük gayesi lüks bir evde oturmak, en iyi arabaya binmek, pahalı aksesuarlar kullanmak ve daima cüzdanı/bakiyesi/limiti kabarık gezmek olan acayip acayip insanlar, modernleşme krizinin bireyleri, hep daha fazlasını isteyen son model bağımlısı beyinler... Okuyalım ve 'bunların' nasıl bir tehlike olduğunu görelim: "Kendi gerçekleriyle yüzleşmeyi göze alamayan insanlar abartılmış üstünlük çabalarına uygun bir mantık geliştirirler. Bu insanların mantığı, korkularına ve yetersizliklerine karşı geliştirilmiş bir savunma sistemi olmaktan öte bir anlam taşımaz. Çünkü bu tür bir mantık, bizim için neyin en iyi olduğuna göre değil, nasıl olmamız gerektiğine göre düzenlenmiş, biçimsel ve içsel dünyamızdan kopuk bir mantıktır. İnsanın söyledikleriyle yaptıklarının farklılaşmasına neden olur." [sf. 167]

Başta söylediğimi sonda yinelemek isterim. İnsan Olmak, otuz küsur yıldır okunuyor. Şüphesiz bunun altında da insan olmak'lığının kadrini kıymetini bilmek isteyenlerin yaşama tutkusu, anlam tutkusu ve nihayet bir tutkuya sahip olması yatıyor. Tutkun varsa varsın, insan olmak yolundasın...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Haziran 2017 Cumartesi

Hakiki sanat eserinin ve sanatçının değişmeyen veçhesi

Türkçeye Gizli Başyapıt, Bilinmeyen Şaheser gibi adlarla da tercüme edilen Meçhul Şaheser, kurmaca bir eser olmasının yanında sanatın ontolojisine dair içerdiği derinlikli sorgulamalar ve değerlendirmelerle poetik bir metin özelliği de gösterir. Bu özelliğinden olsa gerek kitap, Paul Cézanne, Picasso, Henry James gibi birçok sanatçı üzerinde, sanat telakkilerine kaynaklık edecek kadar etkili olmuştur. Öyle ki Picasso, romanda adı geçen adresteki evi bularak burada kendisine bir atölye kuracak, yirmi yıllık bir süre zarfında burada yaşayacak ve en ünlü tablolarından biri olan Guernica'yı bu atölyede tamamlayacaktır.

Meçhul Şaheser başından sonuna sanatın kendisinin konu edildiği bir yapıttır. Özellikle resim sanatının 20. yüzyılda vardığı bir merhale olarak "soyut sanat" (nonfigüratif) etrafında meydana gelen tartışmaların da temel metinlerinden biri olarak algılanmıştır. İçeriğinin yanı sıra romandaki merkez karakter olan Frenhofer dışında adı geçen diğer ressam kahramanların gerçekte var olmuş ve kendi devirlerinde önde gelen ressamlardan seçilmiş olması eseri kurmaca kimliğinden daha önce poetik tarafını görmekte ister istemez etkili olduğu söylenebilir. 1612 yılının soğuk bir aralık sabahında resme yeni başlamış bir genç olan Poussin ressam François Porbus’u ziyaret etmeye gelir. Evin kapısına geldiği sırada Porbus’u ziyarete gelen başka biri daha vardır. Bu usta ressam Frenhofer’dir. Üç ressam Porbus’un evinde bir araya geldiklerinden itibaren aralarında hikâyenin büyük bir bölümünü oluşturacak olan özelde resim üzerine geniş bir açıdan ise sanatın tamamı için geçerli sayılabilecek bir teati başlar. Bir yapıtı bilinen bütün inşa aşamalarına riayet edip meydana getirdikten sonra onu nihai olarak sanat eseri katına yükselten şeyin ne olduğu konusu bu teatiye şekil verici mesele olur. Frenhofer, bir çalışmaya sanat eseri hüviyetini bahşedecek en son merhalenin onun ne ölçüde hayattar oluşuyla irtibatlandırır. Ona göre sanatçı bir sanat eserine vücut verirken şaşmaz ve başlıca bir usul olan "soyutlama"yla ele aldığı meseleyi ne kadar gerçekliğinden çekip çıkarsa da nihayette bünyesinde taşıdığı dinmeyen bir yenilikle hayatı daha gür işaret eden bir kıvamı bulabilmelidir.

Porbus çizdiği bir Azize’nin portresi hakkında Frenhofer’e; "Peki yeterince iyi olduğunu düşünüyor musunuz?" deyince o da: "İyi mi? Hem evet, hem hayır. Kadın resmin kötü yapılmış değil fakat yaşamıyor. Sizler, yani diğerleri, dümdüz bir yüz çizdiğinizde ve tümüyle anatomik kurallara göre şekil verdiğinizde her şey oldubitti sanıyorsunuz. Hâlbuki tüm dil kurmacalarını bilmek ve imla kurallarına riayet etmek büyük şair olmaya yetmez! Azize’ne bak Porbus, ilk bakışta hayranlık uyandırıcı duruyor, ancak ikinci kez bakıldığında sıradan bir beze kazınmış olduğu ve asla kıpırdatılmayacağı anlaşılıyor." der ve "eserin yarım" olarak değerlendirme yapar. (sf. 27-28)

Romanın olay örgüsünü oluşturan, bir sanat eserinin varoluşu hakkındaki teatiden hareketle, yaşları birbirinden farklı üç ressam kahramanın, bir sanatkârın uğrayacağı yaratma/meydana getirme kabiliyetinin aşamalarını işaretlediğini düşünebiliriz. Poussin şehre kısa zaman önce gelmiş, içgüdüsüne güvenerek resim yapan ve büyük bir ressam olma arzusunu taşıyan biridir. Porbus, ondan biraz daha ileri bir merhaleyi temsil eder. Frenhofer ise bir sanat eserine asıl sırrını bahşedecek olan mükemmeliyeti kollar. Frenhofer bir yerde, iki ressama hitaben, "Sizler en azından sanatın üç temel niteliği olan renk, duygu ve çizgi yeteneğine sahipsiniz" der ve böylelikle kahramanların hünerde seviyeleri belirginleşir. Böylece bir sanatçıda, hayatı süresince ortaya çıkabilecek hüner evrelerini farklı karakterler aracılığıyla belirginleştirilmesiyle, sanatta mükemmele giden yolda hakiki sanatçının, eseri karşısında tutumu da en uç noktasındaki haliyle tezahür eder. Öyle ki Frenhofer, üzerinde on yıldır çalıştığı ve hâlâ tamamlanmadığı kanısında olduğu için hiç kimseye göstermediği esrarengiz çalışmasını, Poussin ve Porbus’a göstermeyi kabul edecek, eseri göstermesi esnasında genç ressamlar eseri yadırgayacak ve en sonunda Frenhofer, bütün çalışmalarını yakıp intihar edecek düzeyde bir cinneti yüklenecektir.

Stefan Zweig, Üç Büyük Usta'da Balzac'ı ele aldığı ilk bölümde Meçhul Şaheser'in başkahramanı Frenhofer için de birebir geçerli olabilecek şu değerlendirmeyi yapar: "Balzac yazmaya başladı. Ama diğerleri gibi para kazanmak, eğlenmek, kitaplık raflarını doldurmak, bulvarlarda konuşulmak için değil, onun edebiyatta gözünü diktiği şey mareşallik asasından çok imparatorluk tacıydı. (...) Olayların kötü karışımından saf ögeyi sayıların karmaşasından toplamı, gürültü patırtıdan harmoniyi, hayatın çeşitliliğinden özsel olanı elde etmek, bütün dünyayı kendi imbiğinden geçirmek, onu yeniden yaratmak, en eksiksiz bir özet halinde sunmak ve boyunduruk altına aldığı şeye kendi nefesiyle ruh üflemek kendi elleriyle yönlendirmek: İşte onun hedefi buydu."

Kurmacanın imkanları içinde sanatın nasıllığını ve ne'liğini fethe çalışan Meçhul Şaheser, piyasa ve popülerliğin hengamesinde sanat anlayışı, neyin sanat olup neyin olmadığı meselesinde şirazenin iyice dağıldığı postmodern dönemde hakiki sanat eserinin ve sanatçının değişmeyen vechesine ışık tutan bir başyapıt.

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc

9 Haziran 2017 Cuma

Göğsümüzde manevi bir madalya gibi taşıyacağımız anılar

“Hac aynı zamanda bir büyülenme fırsatı. ‘Allah’a inanan bu kadar çok insan var mı, gerçekten?’ sorusunu ister istemez sorarsınız.”

Erdem Yayınları'nın Türkçeye kazandırdığı eseri Ramazanın ilk günlerinde oruçlu olarak okudum. Haccı anlatan pek çok belgesel izlemiştim. Kitaplardan ise genelde haccın yapılışını madde madde anlatan, açıklayan bölümler okumuştum. İlk kez bir hacının hac yolculuğunu, duygularla, tespitlerle, tasvirlerle okuma fırsatını buldum. Kim bilir, belki de konu olarak benzer kitaplar vardır. Ama Bosnalı akademisyen ve yazar Enes Karic’e ait eserin odaklandığı detayların ve üslubunun kitabı oldukça önemli bir noktaya taşıdığını söyleyebilirim.

(Şaşkınım, tam da şu cümleleri yazarken, hemen arkamda açık olan akıllı tahtadaki EBA Radyo’da, “Hac ve Umre İle İlgili Mekanlar” adlı bir programın 3. bölümü başladı.)

“Bu kitapta ondan bahsedeceğim. Dünyadaki insanların belirli bir mekân ve belirli bir zaman dilimi içerisinde tertip ettikleri en büyük ortak ibadet şeklinden. ………. İnsan hacca gençken gitmeli!”

Haccı bize en iyi hissettiren şey, çevremizdeki çoğu yaşlı akrabalarımızın gözyaşlarıdır. Anneannemin, annemin, rahmetli dedemin televizyonda Kâbe’yi gördüklerinde nasıl gözyaşı döktüklerini hatırlıyorum. Tıpkı Kur’an gibi, Kâbe de kutsal bizim için. Hani hediyelik olarak getirilen Kâbe maketleri vardır, onlar da tıpkı Kur’an gibi evlerde en yüksek noktaya bırakılır. Saygı gösterilir, onların olduğu noktaya doğru ayak uzatılmaz mesela… Karic, bize haccı tıpkı bir insanın yüz hatlarını anlatır gibi anlatıyor. Bütün duyularımızla hissedebileceğimiz detaylarla. Bizleri bir bakıma hac ile tanıştırıyor kendi yolculuğu aracılığıyla.

“Eşim, Ayşe’ye teşekkür ediyorum, Allah onu mükâfatlandırsın.”

Kitapta altını çizdiğim öyle çok yer vardı ki! Ne yazık ki sadece yarısı kadarını alabildim bu yazıya. Birbiriyle ilgisiz konulara değinilmiş bu alıntılar belki yazının bütünlüğünü bozabilir ama her biri tıpkı yukarıdaki cümle gibi üzerinde durulması gereken detaylardı. Karic’in eşine duası, öyle güzeldi ki… Mal, mülk, sağlık, huzur, ömür istememiş eşi için. “Allah onu mükâfatlandırsın.”. Duyduğum en güzel dualardan biri bu. Kendi eşim, annem, sevdiklerim için sık sık bu duayı edeceğim.

Orada binlerce insan ayağı gördüm. Binlerce yalın ayak insan! Peygamberimiz (sav) de Miraç yolculuğunu yalın ayak yapmıştı. Bu yalın ayaklar, ibadet, namaz alanı ile temasa geçtiği anda insan vücudunun açılma ve dikleşme noktasını teşkil eder. Hacıların yalın ayakları, kadın ve erkeklerin çatlamış topukları bana uzak pamuk tarlalarını, pirinç tarlalarını, şeker kamışı tarlalarını ve Müslüman ümmetinin yalın ayak yürüdüğü, günün doğumuyla batımını yalın ayak karşıladığı birçok meçhul tarlayı hatırlatıyor. ………. Taylandlı, Burmalı ve Endonezyalı birçok Müslüman’ın bileğinin üstünde bir çizgi vardı. Belki de bu çizgi ekinlerini sularken ayaklarının içine battığı su seviyesini gösteriyordur.

Kitapta beni en çok sarsan bölüm belki de buydu. Kendimi Karic’in yerine koymuştum okurken. Saf tutuyor, secdeye gidiyor, tavaf ediyordum. Ama ben insanların ayaklarına, topuklarına, kıyafetlerine değil; muhtemelen sol omzumda biriktirdiğim günahlara odaklanıyor ve hiç ara vermeden af diliyordum. Karic ise Müslümanları Kâbe çiçeğinin taç yapraklarına benzetmiş ve çevresinde meydana gelen haccı bir metin gibi okumuş adeta. Kitabın büyük bölümünü hac esnasında aldığı notlarla oluşturduğunu ifade etmeliyim. Yani, aslında oldukça farkında olarak, bilinçli bir şekilde dikkat kesilmiş bu detaylara.

Bu amansız nasır namaz kılarken oturmaktan oluşmuştu. ………. Hacı kadın ve erkeklerin dudaklarından süzülen Kur’an ayetleri bana ninem Hanife’yi hatırlattı. Sekseninden sonra vefat etti. Çok net hatırlıyorum çünkü bunu henüz çocukken aklıma kazıdım, sabahın erken saatlerinde Kur’an’ın kadim sözlerini fısıldardı, dişleri döküldüğünde eski telaffuzunu hatırlayıp üzülüyordu, Kur’an’ın kelimelerini dilinde daha yumuşak telaffuz ettiği için cezalandırılmaktan korkuyordu!

Kazaya bıraktığım namazları düşündüm bu cümleyi okuyunca. Yalnızca Ramazanda gerçekten idrak ederek okumaya çalıştığımız Kur’an’ı… Dedemin neredeyse haftada bir hatim indirdiği çocukluk yıllarımı…

Toprak testi veya kil sürahiyi anlatan, daha doğrusu dizelerinde testinin belki de bir padişahın kellesinden ve bir yoksulun ayağından yapılmış olabileceğini öne süren İranlı şairin bunu ne güzel söylediğini hatırladım. Zamanın binlerce yıllık rüzgârlarıyla kasırgaları bu sıradan toz tanelerinin hepsini bir araya getirmiş... İşte, Medine ve Mekke’de namaz kılan milyonlarca insanla birlikte yaratıldığımız toprağı içimize çektiğimizde idrak etmemiz gereken de bundan başkası değil.

Enes Karic, Bosna Hersek’te pek çok görevde bulunmuş, kitaplar yazmış ama akademisyen yönü hep daha ağır basmış bir isim. Kitapta, tıpkı yukarıdaki paragraf gibi çok sayıda bölüm var. Bizi karşısına öğrencileri olarak oturttuğu, asla itiraz edemeyeceğimiz açıklamalarda bulunduğu bölümler bunlar. Okurken onu bir öğretmen olarak kabul etmek pek de zor olmuyor. Çünkü hem dili ustalıkla kullanıyor, hem Müslümanı Müslümana hatırlatıyor, hem de entelektüel birikimiyle bizi kısa sürede ikna ediyor.

Pek azının başında beyaz kumaştan yapılmış, ayak değmemiş karlar kadar parlak bantlar vardı. Kumaş, başörtüsü, şal… Burada midye kabuğu rolünü oynar, insanın başı ise temiz bir incidir!

Yazarın edebi yeteneğini bu ve benzeri cümlelerde fark ediyoruz. Abartısız, zorlama olmayan, gözümüzün önünde dilimizin ucunda duran ama ifade edemediğimiz şeyleri öyle güzel ifade etmiş ki. Bir süredir kadınlarımızın başörtülerine baktıkça tebessüm ediyor ve bu benzetmeyi hatırlıyorum.

Kitaptaki bölümlerden birinin başlığı bu. Varın devamında sizi bekleyen güzelliği düşünün…

Ona, Mekke’nin ve Kâbe’nin Kur’an’da ‘İnsanların gönüllerinin meylettiği yerler.’ olarak tarif edildiğini, insanların oraya seve seve gittiklerini anlatıyorum.

Karic’in eşi Ayşe ile çıktığı bu yolculuk, beni de eşim Ayşe ile en azından umreye gitmeye teşvik etti. Allah nasip eder ve imkânlar elverirse, bu yolculuğa biz de Ayşe ve Cihat olarak çıkmak istiyoruz.

Müslümanlar bugün, hayranlıkla baktığımız böyle güzel bir cami inşa edebiliyorsa, onlara hayatın başka taraflarında ve alanlarında hayran olmaya başlamamız da mümkün müdür? Bugün dünyanın herhangi bir yerinde Müslümanları, siyasi zekâlarıyla kurmayı başardıkları iyi ve adaletli bir toplumsal sistem için tebrik etmemiz mümkün müdür? Acaba bir toplum Müslümanların zihinsel çabalarıyla adil bir şekilde bölüştürülmüş milli servete, insanın dini ve her türlü hürriyetiyle sosyal adaletin ahengine ulaşılabilir mi?

Bunu bir dua olarak kabul ettim ve alıntıladım. Bu yazıyı okurken, sizin de “amin” diyeceğinizi bildiğim bir dua…

Ölçmedim, fotoğraf makinesi veya kamera ile çekmedim. Sadece baktım.

Günümüzün hastalıklarından biri bu. Her anı fotoğraflıyor ve bu yüzden çoğu zaman o anı yaşayamıyoruz. Belki de en iyisi, bu yolculuğa çıkanların bu tür cihazları yanlarına almamaları…

Hacı sayısının onlarca bini bulduğu o yere, Ravza’ya ulaşmayı nasıl başardıklarını gururla anlatmaya başlıyorlar… Çoğu orada nasıl iki rekât namaz kılmayı başardığını anlatıyor! O günden sonra bu anı, gururla dolan göğüslerde manevi bir madalya gibi taşınıyor.

Allah bir gün bize de göğsümüzde manevi bir madalya gibi taşıyacağımız böyle anılar nasip etsin. Erdem Yayınları'na, bu güzel eseri dilimize kazandırdığı için teşekkür ediyorum.

Cihat Albayrak
twitter.com/cihatalbayrak

8 Haziran 2017 Perşembe

Mekâna kök salmanın tarihi rolü


Kadim gelenek, kendilerine ait bir evin gerekliliği fikrinden uzak durmuştu; ama bu onların evsiz olduğu anlamına gelmiyordu. Yersizdiler; fakat merkezsiz değillerdi. Aksi olsaydı, simgesel olarak yüklü, ortak anılar ve kültürel kimlikler üreten, dili ortaklaştırarak paylaşıma açan onca büyük şehirler ne inşa edilebilir, ne de onlardan bahsedebilirdi. Yine de yer ile merkez arasında bir gerginlik vardı. Modernite, kadim gelenekte ortaya çıkan bu gerginliği yerlileşmeyle üstesinden gelmeye çalıştı. Sermayenin sabit ve yerleşik olarak görüldüğü bir çağda böylesi bir girişim makul karşılanabilirdi. Fakat aynı sermaye süreçlerinin bütün yıkıcılığıyla beraberinde getirdiği yeni zaman kurgusu, mekân ile ilişkisizliği üzerinden işlemekteydi. Sonuç, bugün daha hissedilir bir şekilde hem evsiz hem de merkezsiz kalındı.

Finans kapitalin serbest bir şekilde küresel yayılımı, yeni ve hafif teknolojilerin de gelişimiyle toplumu hızla istikrarsızlaştırarak bütünlüğünden kopuk, oraya buraya dağılmış, kayıtsız bir kitleyi de beraberinde getirdi. Toplumun yerini giderek kitleye bırakması, millet olma bilincini de sekteye uğratmakta. Toplumların ayaklarını bastıkları zeminin her geçen gün kayganlaşması, mekân ile kurulan ilişkiyi tersine çevirerek yerine mobilize edilmiş, tüketime adanmış kozmopolit hayatları ikame etmekte. Toplumun bu muazzam yerinden edilmesi, tarihten yoksunlaşmayı körüklemekte, gündelik hayata ve geleceğe dair derinden hissedilen güvensizlik ve endişeleri de beslemekte. Hükümsüz bırakılan geçmiş, yaşanamayan şimdi, bulanıklaşan gelecek, toplumların temsil bilincini zayıflattığı gibi unutkanlığı da dünyanın üzerine bir karabasan misali kapamakta.

Geç modernleşme ile her bir yanı sarıp sarmalayan unutkanlık, gelecek ile geçmiş arasında organik bağı bulunmayan, mekânından alıkonmuş, köksüz bir şimdiyi dayatıyor. Hızın tahakkümünde toplumsal yaşamın atadan kalma sınırlarını alaşağı eden devasa büyüklükte megakentler, yerinden edilen hayatın ölçüsünü insandan uzaklaştırıyor. Mekânı inkâra varan bu parçalanmış hayatların süreksizliği, toplumun ayaklarını yerden keserek onu tecrübelerinden mahrum bırakıyor ve belleğini silmeye cüret ediyor.

İnsan varoluşu gereği unutkandır. Ünsiyet sahibi olması da bundandır. Unuttuğunu hatırlayabilmesi için bir arada yaşar. Bu birliktelik, bütün yaşanmışlığını mekâna nakşeder. Yer adları da bu sanatın icrasından başka bir şey değildir. Yer adlarıyla mekân dile gelir, ait olduğu toplumun tarihini ortaya koyan bir yaşanmışlığın ürünü olarak onun hafızası olur. Elbette her farklı toplumsal düzenin kendine münhasır unutkanlık biçimleri vardır; lakin hiçbir unutkanlık biçimi, geç modernitede olduğu kadar kendini mekânsızlık üzerinden tasavvur etmemiştir.

Hitabevi Yayınları’dan Murat Gülbetekin’in imzasıyla çıkan “Mekânın Hafızası Yer Adları”, işte tam da bu sancılı sürece karşı girişilen bir mücadelenin eseri. Gerek bir birey olarak gerek ait olduğu toplumun kimliğine dair her ne var ise geçmişte olup bitenin ürünü olduğunu ve ancak bunların hatırlanması yoluyla yeniden inşa edilerek geleceğe taşındığını keşfeden Gülbetekin, kitabında mekâna kök salmak anlamına gelen yer adlarının toplumun hafızasında oynadığı tarihi rolüne vurgu yapar.

Toplumsal hafızamızda yer eden kişiliklerin, olayların, tarihlerin adlarını mekânlara birbirinden çok farklı çağrışımları, kültürel hinterlandı, etnik ve filolojik zenginliği içeren ve tüm bunlara ek olarak siyasi yönü olan yer adlarıyla veririz. Bunun gayet farkında olan Gülbetekin de, var olma savaşını, unutmanın yok olmak anlamına geldiği bir dünya düzeninde, hatırlamanın gerekliliği üzerinden yer adlarıyla mekânın hafızasına işaret ederek verir.

Ülkemizde genel olarak yer adlarına yönelik çalışmalar, durum tespiti yapma, yer adlarını tasnif etme veya etimolojik kökenlerini araştırmanın ötesine geçememiş olsa da; Gülbetekin, yer adlarını taşıdıkları derin tarihi ve kültürel birikimi dilbilim, coğrafya, tarih, antropoloji, sosyoloji, etnoloji gibi birçok bilim tarafından disiplinler arası bir yaklaşımla ele alarak incelemiştir. Klasik yaklaşımın aksine yer adlarını farklı bakış açısıyla ele alan “Mekânın Hafızası Yer Adları”, beş bölümden oluşmakta. İlk bölümde, mekân kavramının insana ve insanın faaliyetlerine olan etkisi kısaca vurgulanarak mekânın unsurlarından biri olan yer adlarının önemi ele alınmıştır. İkinci bölümde, araştırma konusunun temel kavramları arasında yer alan ad ve adlandırma kavramları tartışılmıştır. Üçüncü bölümde, mekân-hafıza ilişkisi hakkında yapılan kısa bir tartışmanın ardından yer adlarının kültürel bir miras olarak tanımlanmasına yönelik değerlendirmelerde bulunulmuştur. Dördüncü bölümde, yer adlarının değiştirilmesinin toplumsal hafızaya etkisi incelenmiş ve kültürel tehcir konusu tartışılmıştır. Beşinci ve son bölümde ise yer ve adları arasındaki ilişki değerlendirilmiştir.

Geç modernleşme, küreselleşme temasıyla tüm sınırları kaldırmaya teşebbüs ettiği günümüzde, mekâna bağlı durumun inkâr edilerek olgulara karşı kayıtsızlaşma, milleti millet yapan toplumsal hafızayı da sekteye uğratıyor. Diğer yandan yer adlarına yönelik ülkemizde son dönemlere kadar geçmişi ile kurduğu mesafeli tutumdan dolayı ilginin geciktirilmesi de bu tarihsizliği maalesef derinleştirmekte. Toplumun giderek içi boş bir kitleye dönüşmesine razı olmayan Gülbetekin de “Mekânın Hafızası Yer Adları” adlı eseriyle, yer adlarına gereken ilginin gösterilmesi halinde millet olma hali ve şuuruna büyük bir katkı sağlanabileceğine dikkat çekmeye çalışmakta. Belki de bu yolla, tarihi zaruretlerden kudret alan irademizi hakiki cevheri ile kaynaştırarak bin yıllık mazinin çıkınında sakladığı rüyalarımıza merkezini yitirmemiş evimizden ulaşabiliriz.

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

7 Haziran 2017 Çarşamba

Yola yeniden ama daha esaslı başlamak

"Bizi insanlara bağlayan şey, bir gece öncesine ait hatıraların, ertesi sabaha ait beklentilerin oluşturduğu sayısız kök ve zincirdir, kopamadığımız alışkanlıkların kesintisiz örgüsüdür."
- Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde

Denizli kimileri için havasıyla, suyuyla, haritadaki mevkiiyle, horozuyla önemli olabilir. Ancak yazın hayatı söz konusu olduğundan sanki yarım kalmışlığın, arada kalmışlığın, "ege içre taşra" olmuşluğun kelimeleri tütüyor Denizlili yazarlardan. İlk aklıma gelen Hasan Ali Toptaş, ikincisi ise bu yazının konusunu teşkil eden kitabıyla Erdoğan Özmen. Toptaş'ın Çal doğumlu olduğunu biliyoruz, Özmen ise Güney doğumlu bir psikiyatr. Yazdıklarından görüldüğü kadarıyla bir "modern tıp" psikiyatrı değil. Kelimeleri ilaç, mucizeyi şifa bilenlerden. Bunların tam ortasında da hayret makamı var. Hayret et ki derman bulasın, der gibi.

Erdoğan Özmen'i uzun zamandır Birikim dergisindeki yazılarından takip ediyordum. Bir psikiyatrın günceli içine alan, dolayısıyla kronikleşmeye yüz tutmuş sorunları da irdelediği yazıları karşısında bunca sessiz kalamaz, muhakkak kitabını da almalıyım diye düşünmüştüm. Tam o esnada da (Mart 2017) yeni kitabı "Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan: Yas, Melankoli, Depresyon", İletişim Yayınları tarafından neşredildi. Özmen'in daha evvel yayımlanmış kitapları ise şöyle: Psikiyatri, Psikoloji, Politika (Zed Yayınları, 1995); Psikanalizin Serüveni ve Çağrısı (İletişim Yayınları, 2005); Şizofreni - Öteki Gerçeklik (Pedam Yayınları, 2007), Rüyada Uyanmak: Bilinçdışı ve Rüya (İletişim Yayınları, 2012).

Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan; politikanın, siyasetin, gündemin insan ruhundaki tüm kötücül egemenliğini irdeleyen bir kitap. Özellikle "Depresyon, politik bir şeydir" sözü gerçekçiliğiyle epey yer kapladı zihnimde. Öyle ki şehir düşüncesi üzerine yazdığım "Çok İyimser, Aşırı Klostrofobik: Kent Psikolojisi" başlıklı yazıma bu cümleyle başlamıştım. Tıpkı Birikim dergisinde olduğu gibi, her şeyi kapsayan konuları her şeyden bağımsız ve biricik insan üzerinde, bambaşka bir perspektifle, üslupla yorumluyor Özmen kitap boyunca. 263 sayfa, okuyucuyu kesmiyor.

Kayıp ve Yas Metinleri'yle başlıyor kitap. Bu metinlerde yasın ve yas tutmanın nasıl bir emek, dolayısıyla süreç olduğunu, sanatın bu süreçte nasıl bir fayda sağladığı, yasın bir kardeşlik imkânı sunabileceği ve nihayet insana sunulmuş en özel armağanlardan birinin yas olduğu anlatılıyor. Bilimsel bir dille değil, tam aksi istikamette, kalbî bir hassasiyetle: "Değişmeyen bir maddesi varsa eğer hayatlarımızın, bir “tözü”, kayıptır o. Kaybın yoğurduğu harçla yükselen bir hayattır bizimkisi; Kayıp Zamanın İzinde biriken bir hayat. En baştan itibaren hepimizi “dürten” temel saik olgulara/olaylara ve deneyimlerimize bir anlam kazandırma çabası değil midir? Ya da coşkuyla sürdürülen anlam arayışı... Her ne ise onu, ille de hakkıyla anlamaya çalışmak... Bildiğimizden daima daha fazlasını söylememiz bundan; tutkulu bir enerjiyle kayıp olanı bulma arzusundan ötürüdür. İnsanın ayırt edici ve üstün vasfı o arayışta, o arayışın ateşlediği umutlu oluştadır. Anlamdan boş bir zamanın, o derin biçim yokluğunun dehşetini kıyaslayabileceğimiz başka ne vardır ki hayatta?" (sf. 19)

Sürekli başarılı olması gereken bireyler yetiştirmeye ve daha sonra da bu bireyleri yarıştırmaya odaklı bir hayatı yaşıyoruz. Kontrolsüz bir güç, hepimizin üzerinde yalnız bedensel değil, belki de daha tehlikeli olarak ruhsal bir baskı kuruyor. Her gün yepyeni baskılar inşa ediyor: Kaybetmekten korkmak, hüsrana uğramaktansa çekip gitmeyi istemek, başarısız olmaktansa ölmeyi tercih etmek. Bir virüs gibi insandan insana yayılıyor bu korku virüsü. Ortaya korkunç bir 'depresyon zinciri' çıkıyor. Kendi kendini genişleten bir zincir: "Antidepresan ilaçların kullanımıyla (bu kullanımın yıllarca sürdüğünü de unutmayalım) birlikte ortaya çıkan duyarlılığın/duyumsama yetisinin azalmasının en çarpıcı sonucu belki de şudur: Tam da bazı şeylerin yolunda gitmediğini gösteren duyumsama kapasitesi baskılandığı ölçüde insanın anlam üretme etkinliği, anlamlı kılma çabası da zayıflamaktadır. Kısır bir döngüdür bu: Depresyonunu kendisi bir tür mahrumiyet ve ilgi/merak yokluğu, feragat ve geri çekiliş talep ettikçe, ortaya çıkan anlamsızlık, boşluk ve sıkıntı duygularını antidepresan ilaçların "vaat" ettiği anestezi (uyuşturma hali) ve, farkındalık ve duyumsama kapasitesinin kaybı telafi ediyor." [sf. 88]

Özmen'in kitaba adını veren yazısı, Birikim dergisinde 11 Mayıs 2013'te yayımlanmıştı. 1 Mayıs'ta evinin önünde kafasına 'denk gelen' gaz bombası ile ağır yaralanıp günlerce komada kalan fakat başarılı bir ameliyatla ayağa kalkan genç bir kıza ithaf edilmişti. Bu yazıda bir taraftan ülkemizdeki merhametsizliğin sicilinin ne kadar kabarık olduğunu diğer taraftan da sefilleşmeye yüz tutmuş bir kibrin, betonları dahi utandıracak katılığın neticelerini (mesela "özür diledik, daha ne tazminatı?" denmesini) daha iyi idrak edebilmek mümkün. Her şeye rağmen ve her şeyle birlikte, ayağa kalkan ve ayakta kalan yine insan, hep insan olmalı: "Yüce bir gayretle adeta yoktan var ederek adım adım inşa ederiz kendimizi. Yaşadığımız bütün ayrılıkların, kayıpların ve hüsranların yasını tutarak, onlardan ve bozulan her ilişkiden, sevdiklerimizi inciten ve acıtan her şeyden kendimizi de sorumlu sayarak insan oluruz. Hiç terk etmeden. Her kayıpta, kaybettiğimiz kişi ya da şeyle özdeşleşerek. Onların gölgesini üstümüze düşüre düşüre kurarız benliğimizi. Varlığımızın en içinde, her birimizi vefasızlıktan ve kadir-kıymet bilmezlikten esirgeyen güçlü bir çekirdeği muhafaza ederek." [sf. 129]

Her türlü acının dili, Erdoğan Özmen'in diliyle yeniden harmanlanıyor. Konu suçluluk olduğunda meselenin aslında nüfuz etmeye çalışıyor yazar. Psikiyatr kartvizitini yanına almadan, 'yeniden ve daha esaslı' başlamanın yolculuğu üzerine kuruyor metinlerini. Metinler, okuyanı (belki de şifasını arayanı) bir deri koltuğa uzanmaya değil de ahşap bir trenin yoksul kompartımanına çağırıyor gibi. Hani Haydar Ergülen, "tren ne doğuya, ne batıya gider, tren içimizdeki yolculuktur" diyor ya, Özmen de bu sesi doğruluyor. Bir yanda utanmaktan helak olanlar var diyor, diğer tarafta hiç utanmayanlar, istifini bozmayanlar. "Utanç son sığınaktır "aşağılanmış" bir varoluş için. Kendi bakışımızdan bile kurtulmak isteriz o daracık zamanda." diyor ve insanın nasıl ürünleştirildiğini hatırlatıyor: "Dünyanın sınırsız ve engelsiz bir piyasa, paranın ve metaların koşulsuz dolaşımı için devasa bir cangıl, her birimizi un ufak eden ve dışına atan bir sermaye tiranlığı olarak düzenlenmesidir asıl mesele. Pazarın kanunlarına bağlı olarak her şeyin birbirine denk sayıldığı, bir ticaret kalemi olarak kutsandığı ölçüde kayda geçirildiği, birbiriyle değiş tokuş edilebildiği bir mallar ve markalar ağılı. İnsanın bile ürün statüsüne indirgendiği bir bilimkurgu film sahnesi." [sf. 179]

John Berger, "Vakitlerden Gece" başlıklı yazısında (Express Dergisi, 19 Mart - 20 Nisan 2005, Sayı: 47) insana, içinden geçtiği hayatın neresinde olduğunu sorgulatıyordu. Bu tip sorgulamaları çok kıymetli buluyorum, çok faydalı. Coğrafi olarak değil, tarihî manada nerede olduğunu soran bir insan asla bireyleşmez, insan kalır. İnsan ancak nereye sürüklendiğini bilirse neler yitirdiğini de bilir. Böylece hayata, yeniden dirilecek bir bakış fırlatabilir. İşte Berger'in bu çağrısına Özmen de "asıl mesele, nerede bulunduğumuzu anlamaya, saptamaya çalışmak belki" diyor. Yola çağırıyor. Yol arayışının ne kadar yorucu olduğu bilerek, yolsuzluğun şiddetinden bahsediyor. Bu şiddete maruz kalanları arındırmanın yollarını öneriyor. Kamusal alanın yeniden inşası için insanî değerlerin daha içten, daha samimi yorumlanması gerektiğini söylüyor. Ancak bu şekilde hayatın anlamına vakıf olmanın, yaşamın doğallığına sadık kalmanın, güzelliği adaletle taçlandırmanın mümkün olduğunu altını çize çize, ısrarla anlatıyor. Kelime cambazlığı yapmadan, aşırı duygusallık kurmadan, popülist bir yaklaşım gütmeden, nostaljiden ve romantizmden uzak, doğal ve dolayısıyla asil, gerçekçi.

'Yüksüz bir başlangıç noktası'ndan bahsediyor Erdoğan Özmen. Unutkan ve hatırlamak istemeyen bir toplum olmanın bedelinin ağır olduğunu söylerken, bir an evvel bu yoksunluklardan bahsetmek şartıyla, bu acziyetleri bilerek ve onlardan söz ederek yola koyulmak gerektiğini söylüyor: "Şimdi her şey sürekli bir tehdit eşliğinde yaşamaya yazgılı sanki. Her şey inanılmaz bir hızla değişiyor. Biz fark etmeye yetişemiyor ve sağlığında hiçbir şeyle ödeşemiyoruz. Bizim hiçbir şey için zamanımız yok artık. Hasarlı gerginlikler kalıyor geride." [sf. 208]

Bir psikiyatrdan okumaya hiç alışık olmadığımız kadar gerçekçi ifadeler. Hüznün ve acının "olması gereken" dili. Melankolinin bir kayıp ya da ümitsizliği teşvik eden kışkırtıcı bir duygu oluşundan değil, 'patlayıcı derinliğinden' bahseden metinler. Tüm kitapta var olan bu sancıda bazen travma çözümlemeleri de yer buluyor, neoliberal kapitalizmin tipik ifadeleri de: "Piyasanın/pazarın en tipik ve doğrudan ifadesi olan AVM sayısındaki son dönemde gözlenen patlamayı da buraya yerleştirmeliyiz: Girişindeki ya da en temelindeki/ortasındaki hipermarket etrafına dizilmiş çeşitli markalara ait giyim-kuşam mağazalarıyla (tümü yine marka sahibi yeme-içme mekânlarını da atlamayalım) dolup dolup boşalan yeni tapınma mekânları değil midir AVM'ler? Orada sergilenen tüm o mallara ilişkin hikâye, efsane ve reklam metinlerini bir araya toplasak, bundan yeni bir "kutsal kitap" bile çıkabilir pekâlâ. Piyasanın/pazarın bütün ihtiyaçlarımızı karşılama kudretine sahip ve her yerde mevcut oluşunun (hâşa) en güçlü kanıtı gibidir, bir de her mahalleye dikilen tüm o AVM'ler. Tüm bunlar dindar-muhafazakâr bir hükümet zamanında oluyor. Ve orada burada görkemli camiler inşa etme ataklığının-telaşının-retoriğinin tümü, neoliberal mantığa tam olarak eklemlenmiş olmaktan, bunu biliyor olmaktan neşet eden bir suçluluğun semptomlarıdır, o kadar." [sf. 221-222]

Acıyı, sıkıntıyı, kaygıyı, hüznü ve daha nice asil duyguyu 'uygun' bulmuyor bu çağ. Çünkü bu duyguların bir imajı yok, dolayısıyla pazarlama stratejilerine konu olamıyor. Sermayenin acımasız atakları zehirli birer ok gibi giriyor milyonların kalbine. Hepsini kalplerinden vuruyor. Bazen âşık ediyor kendine, bazen de köle. Ölen ölüyor. Erdoğan Özmen'in dediği gibi kimsesizler 'iyice erken' ölüyor. Ve burada son sözü, son acı sözü, yine bu kuvvetli kitap söylüyor:

"Devasa çarklarıyla dönen çokuluslu şirketlerin ve paranın çağında kendini yetersiz, güçsüz, aşağılanmış hissetmek; hayatlarımızı sürekli bir belirsizlikle işaretleyen serbest piyasa cangılında uykularımızın bölünmesi, yemekten kesilmek, içimizin daralması, kalp çarpıntılarına düşmek mevzu bahis değil artık. Ya da, bitmiş bir ilişkinin ardından, bir yakınımızı kaybettiğimizde eve kapanmak, birden kendini ağlarken bulmak, hayatı anlamsız bulmak, içimizi çekilmiş hissetmek ve yine de bunları "tahammül edilesi" saymak yok: "Siz bir antidepresan kullanmalısınız." [sf. 233-234]

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Haziran 2017 Pazartesi

Fuat Sezgin'le bilim tarihi sohbetleri

“Bizim Türkler çok geziyorlar, özellikle politikacılarımız. İçe kapansınlar demiyorum. Dünyayla temas etsinler ama biraz masa başında oturarak okumaları lazım.”
- Prof. Dr. Fuat Sezgin

Günümüzde bilim Antik Yunan ve Batı kaynaklarını temel almaktadır. Avrupa merkezli anlayışa göre Antik Yunan’la başlayan bu bilim serüveni 16. yüzyıldan sonra doruk seviyelerine ulaşmıştır. Bu düşünceye bakılırsa Batı, Antik Yunan’dan önce var olan Sümer, Babil, Hint uygarlıkları bilim tarihinde ya kısmi bir gelişmeyi ya da hiç yokmuşçasına ifade etmeye çalışmaktadır.

Antik Yunan medeniyeti de eski uygarlıkların sentezinden başka bir şey değildir. Sık soruların başında gelir “o zaman İslam medeniyetinin bugün geri kalmışlığın sebebi nedir?” diye. Bu suale cevap vermenin birçok yönü var fakat Fuat Sezgin hoca bu suale özeleştiri yaparak cevap verir: “Müslümanlar bugün hayatlarını uçaklarda, trenlerde, otomobillerde gezmekle geçiriyorlar. Oysa onların, düşünmeleri ve düşünüp fikirlerini geliştirmeleri gerekir.” (sf:85)

Batı merkezli tarihin tabularını yıkan ve bu iş uğrunda yıllarını ömrünü adamış kendini Türk ve Müslüman diye tanıtan bir münevverin kitabını inceledik. Sefer Turan’ın söyleşileriyle Timaş Yayınları tarafından neşredilen Bilim Tarihi Sohbetleri gündemin çok sık değiştiği bir ortamda Mart 2017'de 10. baskısıyla okuyuculara sunuldu. 1924 yılının, ekim ayının 24. gününde Bitlis’te doğan Fuat Sezgin hoca ilkokulu ve liseyi Erzurum’da bitirir. “Mühendis olabilme sevdası peşindeydim. Akrabalarımdan biri İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine götürdü. O zaman büyük bir Alman (Helmut Ritter) âlim vardı. Onun seminerine gidince mühendis olmayı kafamdan çıkardım” (sf:13) diye anlatan Fuat Sezgin hoca o saatten sonra Helmut Ritter’in talebesi olmayı düşünür ve istediğini başarır. Hocası Ritter, ilk olarak ondan Arapça öğrenmesini ister. Ve altı ay eve kapanıp günde 17 saat ders çalışarak Arapçayı öğrenir. Bugün ise 27 dil bildiği söyleniyor.

İlk eserini Carl Brockelmann’ın Arap Edebiyat Tarihine zeyl yazmak üzere başlayan Fuat Sezgin hoca, Almanya’dan dönen hocasına “sadece Brockelmann’ın kitabına bir zeyl yazmak değil, dünyadaki bütün yazmalara bakarak yeni bir kitap yazmak istiyorum” diye söyleyince hocası Ritter, “bunu hiç kimse yapamaz”(sf:17) der. Kitabının 1967 yılında ilk cildini çıkarır, 2007 yılına gelindiğinde ise 13. cildi tamamlamış olur.

1960 yılında Türkiye’deki askerî darbenin iktidara getirdiği hükumet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden men edildiği listede kendi adının da bulunması üzerine Fuat Sezgin hoca, Türkiye dışında çalışmalarını sürdürmeye Almanya’ya gider ve Frankfurt Goethe Üniversitesi ile Marburg Üniversitesi olmak üzere iki ayrı okulda ders vermeye başlar. Geriye dönüp baktığında ise “Darbe çocukça bir şeydi” diyerek hiçbir zaman kızgın ve küs olmadığını söylemiştir.

Bilimler tarihi insanların müşterek mirasıdır

Miladi 7. yy’dan itibaren Müslümanlar bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Ve süratli bir şekilde öğrendiler. Başkalarından almayı bırakarak yaratıcı oldular. Ve bu 800 yıl sürdü. Müslümanlar mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular ve ileride kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar.” diyen (sf:24) Fuat Sezgin hoca İslam dünyasını bilmeyen, Avrupalıları yanlış tanıyan benim milletimden dediği insanlara yanlış olan fikirlerini değiştirmeye çalışacağını vazife edinmiş. “Bunun için günde 17 saat çalışıyorum” diyor. (sf:39)

Frankfurt'ta da İslam-Bilim ve Teknoloji Müzesi’ni hayata geçirir. Müslümanların icat etmiş oldukları aletleri ortaya çıkararak insanlara tanıtmak, bilinmeyen aletleri gün yüzüne çıkarmak ve bunları müzelerde sergilemektir amacı. Hedefinde yirmi alet yapmak varken bugün sekiz yüze yakın alet yapılmıştır. Tek gayesi Türklerin korkak ve taklitçi bir millet olmaktan kurtulmalarını istemektir.

Medeniyetlerin gerilemesi tarihi bir meseledir. Bu konuda İslam’ın mesul tutulmasını kınar. Çünkü “dört yüz bin cilde yakın yazma gördüğünü, altmış ülkenin kütüphanelerini gezdiğini" (sf:71) belirten Fuat Sezgin hoca bugün 13 cilde ulaşan İslam Kültür Tarihi çalışması için Bernard Lewis'in “bunun bir Türk’ün, bir Müslüman’ın yapabileceğine inanmıyorlar” (sf:73) demesi, başarıları ile neler yapabileceğinin en somut örneği.

Fuat Sezgin günümüzde çalışmalarına ara vermeden devam ediyor: "Ben İslam dinine mensubum ve bu dinin peygamberi ne diyor: İki günü birbirine eşit olan insan zarardadır... Demek ki İslam bizden her gün yeni şeyler bekliyor."

Hafta sonları dahil hep çalıştığını, çalışma yılının 365 gün olduğunu belirten Fuat Sezgin hoca Türklerin ve genelde de Müslümanların maddeye çok yöneldiklerini “Maddenin peşinden koşuyorlar, ona ulaşmak için birçok ahlaki prensipleri feda ediyorlar” (sf:112) sözüyle belirtiyor.

Fuat Sezgin hocanın olağanüstü gayretleri ve çalışmalarıyla ikinci bir müze 2008 tarihinde İstanbul Gülhane Parkı içerisindeki binada kurulmuştur. Bu müzeler, Müslüman bilim adamlarının yüzyıllar boyu insanlığa armağan ettiği icat ve keşiflerini bilim tarihinin değişik disiplinlerdeki evrimini kapsamlı bir şekilde sunmakta olup kendi sahasında dünyada bir yenilik arz etmektedir.

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

Pek çok kimse için en eskiye vukufla uzanabilen en yeni başvuru kaynağı

1990’lı yıllarda radyodan televizyona, gazeteden dergiye basının her yönündeki çeşitlenmeyle birlikte Türkiye’de farklı bir kültürel filizlenme yaşandı. Soğuk Savaş ve 12 Eylül rejimi sonrasında ülkenin kademeli olarak dışa açılması, okullaşma oranındaki artış, üniversitelerin çoğalması ve nüfusun artık elli, altmış ve nihayet yetmiş milyonlara çıkması derken, gelişmeler başka bir okur kitlesini ortaya çıkardı. Bu niceliksel büyüme çeyrek yüzyıldır devam ederken, her ne kadar Türk basın- yayın dünyası gazete tirajlarını yükseltemese de, yıllık kitap basım sayısını günümüzde 40 bin civarına ulaştırmayı başardı. Her ne kadar bu 1890’ların Prusya’sı seviyesi olsa da, Türkiye’nin son derecede kısıtlı bilgi havzasında bir zenginleşme yaşandığı aşikâr.

20. yüzyılın en önemli düşünürleri (örneğin Carl Schmitt), edebiyatçıları (örneğin J. R. R. Tolkien), tarihçileri (örneğin Eric Hobsbawm) olarak kabul edilen pek çok ismin bile Türkçeye kazandırılmaya başlaması için 1990’ların sonunu beklemek zorunda kalan kitap yayıncılığında bugün işlerin başka bir boyuta taşındığını söylemek istiyorum. Kimi kitaplar bir yıl içinde yüz binlerce satıyor, kimi yabancı kaynaklar dünyanın en yaygın dilleriyle eş zamanlı olarak Türkiye’deki okurun ilgisine sunuluyor. Şüphe yok ki, bunda küreselleşmeye bağlı olarak bilgi teknolojik değişimin, ülkedeki demografik dönüşümün payı olduğu kadar, akademinin biraz kıpırdanması, yetişmiş çevirmen havuzunun çeşitlenmesi, okurların bazı alanlarda uzmanlaşması gibi kaliteye ilişkin önemli unsurlar da rol oynadı, oynamakta…

İşte bu yüzden bir zamanların çok okunan kitapları geri dönüşüm tesislerine doğru yol alırken, yeni tip okur eşliğinde dünya gündemini takip eden kadrolar yayıncılık dünyasında başat güç olmaya başlıyor. Ortaya çıkan bu daha dünyalı bakış açısıyla, eskinin çok daha çabuk eskitilmesi söz konusu oluyor.

Yükselen Ortaçağ merakı

Bütün bunları neden anlatıyorum? Derhal arz edeyim. Yukarıda sözünü ettiğim elektronikleştirilmiş/ bilgi teknolojileriyle örülmüş dünyanın metalik kuşatması altında, insanlar bu ultra modernitenin nimetleri eşliğinde, ultra moderniteden sıkılma hakkını kullanmaya başlamış bulunmakta. Bu minvalde klasik zamanlara dönük meraklarını bir türlü dindirememekte ve bu konuda üretilen her bilgi ya da kurguyu büyük bir rağbetle karşılamaktalar. Fanteziyle tarihsel gerçeklerin, hayal gücüyle iyi işlenmiş bir hikâyenin kesiştiği her ürün, dünya çapında olduğu gibi, Türkiye’de de dikkate değer bir ilgi görüyor. Sözünü ettiğim bilgi teknolojileri devriminin ortaçağı güzelleştiren Braveheart ve Yüzüklerin Efendisi gibi öncüllerinin sihrini tek çatı altında birleştirmeyi başaran Game of Thrones fenomeninden Tudors ya da Vikingler’e, klasik dönem Osmanlı’sını ele alan ve çok satan kitaplardan Muhteşem Yüzyıl türü dizi ve gişe rekortmeni Fetih 1453 gibi filmlere varıncaya dek pek çok çalışmayla, sınırları özellikle belirsiz bırakılmış bir ortaçağ tasviriyle, tüm dünyada bir “Ortaçağa Dönüş” rüzgârı esiyor. Bunun, 1980’lerdeki fütüristik kitap ve filmlerle “Geleceğe Dönüş” yöneliminden çok daha kalıcı ve daha ciddi bir etkisi olduğunu söylemek gerek. Zira geleceğin öngörülemezliğiyle kıyaslandığında, geçmişin biraz olsun anlaşılması yönündeki her çaba başka bir anlam kazanmakta. Böylesi bir bilgi- vizyon aktarımı, insanların, haklarında neredeyse hiçbir şey bilmedikleri büyük büyük babalarının ve büyük büyük analarının nasıl bir dünyada yaşadığına dair birtakım fikirler edinmesine, geçmişin dünyasına ilişkin daha kolayca hayal kurabilmesine de imkân sunmakta. Üstelik bu durum teknoloji zehirlenmesine maruz kalıp köksüzleştikleri yönünde eleştirilen genç kitlelerde ilginç bir biçimde bir tarih bilinci –en azından merakı- yaratmakta…

Bu bilgi ediniminin daha klasik yöntemleri de yok değil tabii. Şanslıyız ki, Türk yayıncılık dünyası, kendi bildiği kadarıyla yetinip o bilgiler çerçevesinde dünyayı yorumlamanın “daha az tehlikeli” olacağına ikna olmuş geleneksel yazarların- araştırmacıların- okurların hâkimiyetinden kurtulmaya başlamış bulunuyor. Artık Alman idealizmini Hilmi Ziya Ülken’den, 19. yüzyıl Avrupa tarihini Oral Sander’den, Fransız Devrimi’ni Ahmet Taner Kışlalı’dan değil; bizatihi o konunun en temel kaynaklarından ya da tüm temel kaynakları derleyen yeni nesil çalışmalardan okuma şansı bu bahsettiğim. Bir süredir tarih kitapları konusunda muazzam bir atılım yapan Alfa Yayınları, okurların Türkçedeki en iyi ortaçağ tasvirlerini okuyup çokça şey öğrendiği romanların yazarı Umberto Eco’nun akademik başyapıtını dilimize kazandırmaya başlamış durumda.

Abidevi bir çalışma: Eco’nun Ortaçağ Ansiklopedisi

Bilindiği ama yine de daima ikinci planda bırakıldığı üzere, Umberto Eco (d. 1932) saygın bir ortaçağ tarihçisi ve akademik çalışmalarında da, edebi başarısına yol açan titizliği ile hayli haklı bir saygınlığa sahip. Bunun teyidi için en azından Türkçede de büyük ilgi gören Gülün Adı ve Baudolino’daki tarihsel arka planın şaşırtıcı, etkileyici, merak uyandırıcı etkisine bakılabilir. Ayrıca Eco’nun Güzelliğin Tarihi ve Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik gibi muhtelif çalışmalarındaki zenginliğe göz atmak bile onun uluslararası bir araştırmacı olarak tanınması gereğini göstermeye yeter. İşte bu koşullar çerçevesinde Profesör Eco’nun öncülüğünde oluşturulan bir ekibin çalışmasıyla ortaya çıkan devasa bir ansiklopedik eserden bahsetmek istiyorum: Ortaçağ’dan…

Hangi ortaçağ? Nasıl bir çalışma?

Şekil unsurlarıyla başlayalım. Aydınlanma dönemi filozoflarının yakıştırmasıyla dillere dolanan “ortaçağ karanlığı” klişesini âdeta yıkmak istermişçesine Alfa Yayınları her üç cildin edisyonunu da canlı renklerle tasarlayarak, içerikle görüntünün bütünlüğü sağlamış. Şubat 2014’te ilk baskısı yapılan ve hemen o ay tükenen birinci cilt mor, Eylül 2014’te okuru selamlayıp iki yeni baskı yapan ikinci cilt turuncu, Temmuz 2015 tarihli üçüncü cilt ise açık yeşil rengiyle beyaz fonun üzerinde dikkat çekiyor. Her bir cilt sert kapağı, biner sayfalık hacmi ve kuşe kâğıda basılı haritalarıyla, kronoloji tablolarıyla, figürleriyle ve fotoğraflarıyla dikkat çekici bir kaliteye sahip.

Peki ya içerik? Ortaçağı okura, okuru ortaçağa ulaştıran ve bin yıllık çok katmanlı ve karmaşık bir birikimi okurun iştahını kesmeden anlatmaya çalışması gereken bu koca ciltler ne ile ilgili? Ne ile ilgili olmadığından başlayarak hemen cevap verelim; klasik savaşların ve büyük adamların tarihiyle ilgili değil. Bunların yerine, protokoller, çarşı ve pazar yerleri, tarımsal üretim, şehir yaşamı, kırsal dünya, tüccarlar, seyyahlar, yazılan kitaplar, dinî- felsefî tartışmalar, kiliseler, şövalyeler, Müslümanlar, şairler, salgınlar, üniversiteler, katedraller, askere alımlar, efsaneler, rivayetler, barbarlar, cinsel yaşam, bayramlar, ormanlar, simya ve okültizm gibi ortaçağ bilimleri… Daha saymamız gerekirse manastır yaşamı, ikonografi, Haçlı Seferleri, tıp ve eczacılık, Yunan, Roma ve İslam dünyasının çevirileri, Gotlar, Franklar, Germenler, keşifler, icatlar, hayvancılık, yoksullar, zenginler, âdet ve yenilikler, papalar, görsel sanatlar, hayır işleri, tarikatlar, medreseler, mezhepler, feodalizm ve daha yüzlerce şey ile ilgili… Tüm bunlar, klasik Britannica ya da Larousse ansiklopedileri usulünce kısa ve özgün değerlendirmeler yapmaktan kaçınan makalelerden değil; bilakis güçlü birer tarza sahip, uzman akademisyenlerin kaleminden çıkmış bölümler halinde inceleniyor. Çalışmanın ilk üç cildine sinen atmosferde göze çarpan en güçlü mesajın, “Tek bir ortaçağ yoktur; var sanılan yekpâre bir ortaçağ da gerçeklikten çok kurgudur,” diye özetlenebileceğini söylemek mümkün. Ortalama bir ortaçağ bilgisi, bu bin küsur yıllık dönemi sıkıştırılmış hale getirerek St. Augustinus ise Thomas Aquinas’ı neredeyse çağdaş kılsa da, Eco ve ekibi bu iki büyük ismin aradaki sekiz yüzyılın ne çok şeyle dolu olduğunu vazıh biçimde ortaya koyuyor.

Altmışar liralık bir etiket fiyatı bulunan ve her biri bin sayfadan oluşan bu muazzam bilgi hazinesi, tek (hatta iki- üç) ciltlik ortaçağ tarihi kitaplarında gördüğümüzün aksine, ortaçağı hem mekânsal hem zamansal açıdan olabildiğince parçalara ayırarak ve sıklıkla bunlar arasında yatay geçişler yaparak ele alıyor. Böylelikle eş zamanlı olarak Avrupa’nın batısı ile İslam dünyasının Ortadoğu’sunun nasıl koşullara sahip olduğunu okur hayal edebilir hale geliyor. Elbette ortaçağ Avrupa’sının en dinamik bölgesi olarak kabul gören İtalya yarımadası ve bugünün Fransa-İspanya hattını oluşturan Galya, İberya ve Pireneler diğer siyasal- kültürel coğrafyalardan biraz daha ön planda. Ancak yine de her bölümün yazımında çok derecede dikkatli bir şekilde ortaçağ dünyasının tümüne ışık tutabilecek unsurların ele alınmaya çalışıldığı, mukayeseli ve bütünlüklü bir anlatım dilinin oluşturulduğu görülüyor. Böylelikle okur, ansiklopedinin ciltleri arasında kısa bir gezinti yapması durumunda, örneğin mimarlık tarihi bağlamında 12. yüzyılın İskandinavya’sıyla Endülüs’ü yan yana getirebiliyor.

Bu eserlerin Türkçe kitaplarda muhtemelen bugüne dek hiç görmediğimiz kendine özgü pratik bir sembol kodlama yöntemi olduğunu da belirtmek gerek. Papalar, krallar, kraliçeler, imparatorlar, tahta çıkışlar, taht devirleri ve diğer birçok şey, orijinalliğini takdir ettiren sevimli birtakım işaretlerle ifadelendiriliyor ve çalışmanın okuma hızını artırıyor.

Her üç cildin de İtalyancadan gerçekleştirilen çevirisini üstlenen Leyla Tonguç Basmacı’nın Türkçeyi mahir kullanımıyla katma değer ürettiği üç cilt üzerine getirilebilecek belki de yegâne eleştiri, kişi isimlerinin kullanımındaki tercihlere dair olabilir. Avrupa dillerinde Petr, Piedro, Pietro, Pedro, Peter, Petro ya da Karl, Carl, Charles, Charlie, Şarlken, Carlos, Karol gibi farklı yazımlar arası geçişlerde, aynı kişiden bahsedilse de, farklı isimlerden bahsediliyormuş gibi bir hissin doğma ihtimali bulunuyor. Belki bu noktalarda birer açıklama notu fena olmayabilirdi. Aynı sorunun bir diğer yönü de, dilimizde yerleşiklik kazanmış ve soyadı geleneğinin doğuşundan önceki dünyayı anlamamızı kolaylaştıran lakapların üç ciltte de soyadı gibi verilmesi. Daha açık söylemek gerekirse, Magna Carta ile özdeşleşmiş İngiltere Kralı Yurtsuz John’un John Lackland (İngilizcede “lack” yokluk, “land” ise arazi, toprak, ülke anlamına geliyor) diye kullanılması bazı okurlara bir süreliğine yabancı gelecektir. Benzer şekilde, Fransız Philippe le Bon’un (‘İyi’ ya da ‘Güzel’ Philippe) Kastilyalı Philippe (I. Felipe), nam-ı diğer “Yakışıklı Philippe” (İng. Philippe the Handsome, Phillippe the Fair) ile; ya da öncülü Fransa Kralı IV. Filip (yani ilk ‘Yakışıklı Filip’, Fra: Philippe le Bel) ile karıştırılabilecek şekilde “Yakışıklı” diye isimlendirilmesi gibi birkaç örnek daha küçük de olsa birer nazar boncuğu niteliğinde...

“Gözümüzün önündeki ortaçağ”

Bu heybetli eserin bambaşka bir yönüne bakalım. Zira çalışmanın okura kattığı tarihsel derinlik hissinin ortaçağ ile günümüzün bilgi teknolojileri çağı arasında bazı köprüler kurması muhakkak. Eco’nun I. ciltteki önsözünde belirttiği gibi, “O kadar uzak geçmişte kalmış gibi duran bu çağın mirasını kullanmaya bugün de devam ediyoruz. Her ne kadar başka enerji kaynaklarıyla tanıştıysak da (…) Batı’da sadece 1000 yılından sonra ortaya çıkıp geliştirilen su değirmenlerini ve rüzgâr değirmenlerini kullanmaya devam ediyoruz. Hatta petrol kriziyle rüzgâr enerjisi yeniden ciddi şekilde düşünülmeye başladığına göre, bu miras işimize yaramaya devam edecek demektir.” İşte bu yüksek bakış açısı, gerçekten yüzyılları aşan bütüncül bir tarihsel perspektif kazanmak adına, özellikle genç araştırmacılara, yeni nesil akademisyenlere, gerçek anlamda ihtiyaç duyulan bir entelektüel hediye sunmakta.

Dahası var; “aramızdaki ortaçağ” diyebileceğimiz bugün bile gördüğümüz ortaçağ. Herkesçe malûm olduğu üzere, bugünün pek çok kamusal binası, ortaçağ mimarisinin ürünü olup hâlâ tüm şaşaa ve zarafetiyle gündelik yaşamın, devlet kurumlarının bir parçası olarak bizlerle birlikte. Ülkeler, ortaçağdan bâki kalan eserleri nispetinde turist çekebilmekte. Üniversitelerin en eskileri en makbul sayılmakta ve hemen her üniversite ortaçağa ait bir kuruluş tarihi bulma gayretinde. Bunların ardı sıra masa, pencere camı, saat ve özellikle de gözlük gibi gündelik hayat bakımından devrim yaratmış ortaçağ buluşlarının önemine değinmeyeceğim, ancak listenin aslında ne denli uzun ve şaşırtıcı olduğunu görmek adına ciltlerde biraz gezinmenin yeterli olduğunu belirterek geçmiş olayım.

Öte yandan, ortaçağ ile günümüz dünyası arasında bağlantılar kadar büyük farklılıklar olduğu da aşikâr. Bu yüzden, bugünle anne- babalarımızın yaşadığı otuz- kırk yıl öncesinin dünyası arasındaki büyük dönüşümü bir kez daha akla getirdiğimizde, ortaçağın ne denli uzak, ne denli gizemli, ne denli farklı ve üzerine düşünmek için ne denli cazip olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır.

İşte tüm bunlar ve bu yazının sınırlarını aşacak başka yönleri dolayısıyla bugünün yükselen ortaçağ merakını tamı tamına karşılayacak, yüzlerce kaynaktan damıtılarak oluşturulmuş çok zengin bir referans çalışma ortaya çıkmış bulunuyor.

Son bir not daha: Umberto Eco, aşina olduğumuz o satirik üslubuyla bir ezberi daha bozmadan geçmiyor. Ortaçağı bağnazlıkla, boş inançlar ve safsatalarla ilişkilendirip yargılarken akılda tutmamız gereken çok şey olduğunu gösteriyor ve ekliyor: “Günümüzde de, laboratuarlarından çıkıp el falına baktırmaya veya ruh çağırma seanslarına giden bilim insanlarının sayısı da pek az değil.” Öyle değil mi? Bunun gibi daha pek çok düşündürücü, gülümsetici, sorgulatıcı göndermeyle dolu olan Ortaçağ derlemesi her cümlesinden öğrenilecek bilgece değerlendirmelerle okura yepyeni bir ortaçağ dünyasına seyahat etmeyi ve çokça tarih öğrenmeyi vaat ediyor.

Bu anlamda Eco’nun öncülüğünde yazılan Ortaçağ, romantik şanlı geçmiş belagatçılarından çevreci yeni toplumsal hareketlere, bir kültür turuyla Avrupa’yı gezmek isteyenlerden en ciddi suretli tarihçilere dek pek çok kimse için en eskiye vukufla uzanabilen en yeni başvuru kaynağı. Ortaçağ çok geniş bir alandaki konu ve kavramların kesiştiği, dikkatle okunması gereken, okuyanlar için de gelecek yeni ciltlerin merakla bekleneceği zihin açıcı bir derleme.

1.Cilt: Ortaçağ: Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Editör Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2014, 917+xv sayfa.
2.Cilt: Ortaçağ: Katedraller, Şövalyeler, Şehirler, Editör: Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2014, 893+xv sayfa.
3.Cilt: Ortaçağ: Şatolar, Tüccarlar, Şairler, Editör: Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2015, 1072+xv sayfa.

Hasan Aksakal
twitter.com/haksakal34
* Bu yazı daha evvel k24'te yayımlanmıştır.