8 Haziran 2017 Perşembe

Mekâna kök salmanın tarihi rolü


Kadim gelenek, kendilerine ait bir evin gerekliliği fikrinden uzak durmuştu; ama bu onların evsiz olduğu anlamına gelmiyordu. Yersizdiler; fakat merkezsiz değillerdi. Aksi olsaydı, simgesel olarak yüklü, ortak anılar ve kültürel kimlikler üreten, dili ortaklaştırarak paylaşıma açan onca büyük şehirler ne inşa edilebilir, ne de onlardan bahsedebilirdi. Yine de yer ile merkez arasında bir gerginlik vardı. Modernite, kadim gelenekte ortaya çıkan bu gerginliği yerlileşmeyle üstesinden gelmeye çalıştı. Sermayenin sabit ve yerleşik olarak görüldüğü bir çağda böylesi bir girişim makul karşılanabilirdi. Fakat aynı sermaye süreçlerinin bütün yıkıcılığıyla beraberinde getirdiği yeni zaman kurgusu, mekân ile ilişkisizliği üzerinden işlemekteydi. Sonuç, bugün daha hissedilir bir şekilde hem evsiz hem de merkezsiz kalındı.

Finans kapitalin serbest bir şekilde küresel yayılımı, yeni ve hafif teknolojilerin de gelişimiyle toplumu hızla istikrarsızlaştırarak bütünlüğünden kopuk, oraya buraya dağılmış, kayıtsız bir kitleyi de beraberinde getirdi. Toplumun yerini giderek kitleye bırakması, millet olma bilincini de sekteye uğratmakta. Toplumların ayaklarını bastıkları zeminin her geçen gün kayganlaşması, mekân ile kurulan ilişkiyi tersine çevirerek yerine mobilize edilmiş, tüketime adanmış kozmopolit hayatları ikame etmekte. Toplumun bu muazzam yerinden edilmesi, tarihten yoksunlaşmayı körüklemekte, gündelik hayata ve geleceğe dair derinden hissedilen güvensizlik ve endişeleri de beslemekte. Hükümsüz bırakılan geçmiş, yaşanamayan şimdi, bulanıklaşan gelecek, toplumların temsil bilincini zayıflattığı gibi unutkanlığı da dünyanın üzerine bir karabasan misali kapamakta.

Geç modernleşme ile her bir yanı sarıp sarmalayan unutkanlık, gelecek ile geçmiş arasında organik bağı bulunmayan, mekânından alıkonmuş, köksüz bir şimdiyi dayatıyor. Hızın tahakkümünde toplumsal yaşamın atadan kalma sınırlarını alaşağı eden devasa büyüklükte megakentler, yerinden edilen hayatın ölçüsünü insandan uzaklaştırıyor. Mekânı inkâra varan bu parçalanmış hayatların süreksizliği, toplumun ayaklarını yerden keserek onu tecrübelerinden mahrum bırakıyor ve belleğini silmeye cüret ediyor.

İnsan varoluşu gereği unutkandır. Ünsiyet sahibi olması da bundandır. Unuttuğunu hatırlayabilmesi için bir arada yaşar. Bu birliktelik, bütün yaşanmışlığını mekâna nakşeder. Yer adları da bu sanatın icrasından başka bir şey değildir. Yer adlarıyla mekân dile gelir, ait olduğu toplumun tarihini ortaya koyan bir yaşanmışlığın ürünü olarak onun hafızası olur. Elbette her farklı toplumsal düzenin kendine münhasır unutkanlık biçimleri vardır; lakin hiçbir unutkanlık biçimi, geç modernitede olduğu kadar kendini mekânsızlık üzerinden tasavvur etmemiştir.

Hitabevi Yayınları’dan Murat Gülbetekin’in imzasıyla çıkan “Mekânın Hafızası Yer Adları”, işte tam da bu sancılı sürece karşı girişilen bir mücadelenin eseri. Gerek bir birey olarak gerek ait olduğu toplumun kimliğine dair her ne var ise geçmişte olup bitenin ürünü olduğunu ve ancak bunların hatırlanması yoluyla yeniden inşa edilerek geleceğe taşındığını keşfeden Gülbetekin, kitabında mekâna kök salmak anlamına gelen yer adlarının toplumun hafızasında oynadığı tarihi rolüne vurgu yapar.

Toplumsal hafızamızda yer eden kişiliklerin, olayların, tarihlerin adlarını mekânlara birbirinden çok farklı çağrışımları, kültürel hinterlandı, etnik ve filolojik zenginliği içeren ve tüm bunlara ek olarak siyasi yönü olan yer adlarıyla veririz. Bunun gayet farkında olan Gülbetekin de, var olma savaşını, unutmanın yok olmak anlamına geldiği bir dünya düzeninde, hatırlamanın gerekliliği üzerinden yer adlarıyla mekânın hafızasına işaret ederek verir.

Ülkemizde genel olarak yer adlarına yönelik çalışmalar, durum tespiti yapma, yer adlarını tasnif etme veya etimolojik kökenlerini araştırmanın ötesine geçememiş olsa da; Gülbetekin, yer adlarını taşıdıkları derin tarihi ve kültürel birikimi dilbilim, coğrafya, tarih, antropoloji, sosyoloji, etnoloji gibi birçok bilim tarafından disiplinler arası bir yaklaşımla ele alarak incelemiştir. Klasik yaklaşımın aksine yer adlarını farklı bakış açısıyla ele alan “Mekânın Hafızası Yer Adları”, beş bölümden oluşmakta. İlk bölümde, mekân kavramının insana ve insanın faaliyetlerine olan etkisi kısaca vurgulanarak mekânın unsurlarından biri olan yer adlarının önemi ele alınmıştır. İkinci bölümde, araştırma konusunun temel kavramları arasında yer alan ad ve adlandırma kavramları tartışılmıştır. Üçüncü bölümde, mekân-hafıza ilişkisi hakkında yapılan kısa bir tartışmanın ardından yer adlarının kültürel bir miras olarak tanımlanmasına yönelik değerlendirmelerde bulunulmuştur. Dördüncü bölümde, yer adlarının değiştirilmesinin toplumsal hafızaya etkisi incelenmiş ve kültürel tehcir konusu tartışılmıştır. Beşinci ve son bölümde ise yer ve adları arasındaki ilişki değerlendirilmiştir.

Geç modernleşme, küreselleşme temasıyla tüm sınırları kaldırmaya teşebbüs ettiği günümüzde, mekâna bağlı durumun inkâr edilerek olgulara karşı kayıtsızlaşma, milleti millet yapan toplumsal hafızayı da sekteye uğratıyor. Diğer yandan yer adlarına yönelik ülkemizde son dönemlere kadar geçmişi ile kurduğu mesafeli tutumdan dolayı ilginin geciktirilmesi de bu tarihsizliği maalesef derinleştirmekte. Toplumun giderek içi boş bir kitleye dönüşmesine razı olmayan Gülbetekin de “Mekânın Hafızası Yer Adları” adlı eseriyle, yer adlarına gereken ilginin gösterilmesi halinde millet olma hali ve şuuruna büyük bir katkı sağlanabileceğine dikkat çekmeye çalışmakta. Belki de bu yolla, tarihi zaruretlerden kudret alan irademizi hakiki cevheri ile kaynaştırarak bin yıllık mazinin çıkınında sakladığı rüyalarımıza merkezini yitirmemiş evimizden ulaşabiliriz.

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

7 Haziran 2017 Çarşamba

Yola yeniden ama daha esaslı başlamak

"Bizi insanlara bağlayan şey, bir gece öncesine ait hatıraların, ertesi sabaha ait beklentilerin oluşturduğu sayısız kök ve zincirdir, kopamadığımız alışkanlıkların kesintisiz örgüsüdür."
- Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde

Denizli kimileri için havasıyla, suyuyla, haritadaki mevkiiyle, horozuyla önemli olabilir. Ancak yazın hayatı söz konusu olduğundan sanki yarım kalmışlığın, arada kalmışlığın, "ege içre taşra" olmuşluğun kelimeleri tütüyor Denizlili yazarlardan. İlk aklıma gelen Hasan Ali Toptaş, ikincisi ise bu yazının konusunu teşkil eden kitabıyla Erdoğan Özmen. Toptaş'ın Çal doğumlu olduğunu biliyoruz, Özmen ise Güney doğumlu bir psikiyatr. Yazdıklarından görüldüğü kadarıyla bir "modern tıp" psikiyatrı değil. Kelimeleri ilaç, mucizeyi şifa bilenlerden. Bunların tam ortasında da hayret makamı var. Hayret et ki derman bulasın, der gibi.

Erdoğan Özmen'i uzun zamandır Birikim dergisindeki yazılarından takip ediyordum. Bir psikiyatrın günceli içine alan, dolayısıyla kronikleşmeye yüz tutmuş sorunları da irdelediği yazıları karşısında bunca sessiz kalamaz, muhakkak kitabını da almalıyım diye düşünmüştüm. Tam o esnada da (Mart 2017) yeni kitabı "Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan: Yas, Melankoli, Depresyon", İletişim Yayınları tarafından neşredildi. Özmen'in daha evvel yayımlanmış kitapları ise şöyle: Psikiyatri, Psikoloji, Politika (Zed Yayınları, 1995); Psikanalizin Serüveni ve Çağrısı (İletişim Yayınları, 2005); Şizofreni - Öteki Gerçeklik (Pedam Yayınları, 2007), Rüyada Uyanmak: Bilinçdışı ve Rüya (İletişim Yayınları, 2012).

Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan; politikanın, siyasetin, gündemin insan ruhundaki tüm kötücül egemenliğini irdeleyen bir kitap. Özellikle "Depresyon, politik bir şeydir" sözü gerçekçiliğiyle epey yer kapladı zihnimde. Öyle ki şehir düşüncesi üzerine yazdığım "Çok İyimser, Aşırı Klostrofobik: Kent Psikolojisi" başlıklı yazıma bu cümleyle başlamıştım. Tıpkı Birikim dergisinde olduğu gibi, her şeyi kapsayan konuları her şeyden bağımsız ve biricik insan üzerinde, bambaşka bir perspektifle, üslupla yorumluyor Özmen kitap boyunca. 263 sayfa, okuyucuyu kesmiyor.

Kayıp ve Yas Metinleri'yle başlıyor kitap. Bu metinlerde yasın ve yas tutmanın nasıl bir emek, dolayısıyla süreç olduğunu, sanatın bu süreçte nasıl bir fayda sağladığı, yasın bir kardeşlik imkânı sunabileceği ve nihayet insana sunulmuş en özel armağanlardan birinin yas olduğu anlatılıyor. Bilimsel bir dille değil, tam aksi istikamette, kalbî bir hassasiyetle: "Değişmeyen bir maddesi varsa eğer hayatlarımızın, bir “tözü”, kayıptır o. Kaybın yoğurduğu harçla yükselen bir hayattır bizimkisi; Kayıp Zamanın İzinde biriken bir hayat. En baştan itibaren hepimizi “dürten” temel saik olgulara/olaylara ve deneyimlerimize bir anlam kazandırma çabası değil midir? Ya da coşkuyla sürdürülen anlam arayışı... Her ne ise onu, ille de hakkıyla anlamaya çalışmak... Bildiğimizden daima daha fazlasını söylememiz bundan; tutkulu bir enerjiyle kayıp olanı bulma arzusundan ötürüdür. İnsanın ayırt edici ve üstün vasfı o arayışta, o arayışın ateşlediği umutlu oluştadır. Anlamdan boş bir zamanın, o derin biçim yokluğunun dehşetini kıyaslayabileceğimiz başka ne vardır ki hayatta?" (sf. 19)

Sürekli başarılı olması gereken bireyler yetiştirmeye ve daha sonra da bu bireyleri yarıştırmaya odaklı bir hayatı yaşıyoruz. Kontrolsüz bir güç, hepimizin üzerinde yalnız bedensel değil, belki de daha tehlikeli olarak ruhsal bir baskı kuruyor. Her gün yepyeni baskılar inşa ediyor: Kaybetmekten korkmak, hüsrana uğramaktansa çekip gitmeyi istemek, başarısız olmaktansa ölmeyi tercih etmek. Bir virüs gibi insandan insana yayılıyor bu korku virüsü. Ortaya korkunç bir 'depresyon zinciri' çıkıyor. Kendi kendini genişleten bir zincir: "Antidepresan ilaçların kullanımıyla (bu kullanımın yıllarca sürdüğünü de unutmayalım) birlikte ortaya çıkan duyarlılığın/duyumsama yetisinin azalmasının en çarpıcı sonucu belki de şudur: Tam da bazı şeylerin yolunda gitmediğini gösteren duyumsama kapasitesi baskılandığı ölçüde insanın anlam üretme etkinliği, anlamlı kılma çabası da zayıflamaktadır. Kısır bir döngüdür bu: Depresyonunu kendisi bir tür mahrumiyet ve ilgi/merak yokluğu, feragat ve geri çekiliş talep ettikçe, ortaya çıkan anlamsızlık, boşluk ve sıkıntı duygularını antidepresan ilaçların "vaat" ettiği anestezi (uyuşturma hali) ve, farkındalık ve duyumsama kapasitesinin kaybı telafi ediyor." [sf. 88]

Özmen'in kitaba adını veren yazısı, Birikim dergisinde 11 Mayıs 2013'te yayımlanmıştı. 1 Mayıs'ta evinin önünde kafasına 'denk gelen' gaz bombası ile ağır yaralanıp günlerce komada kalan fakat başarılı bir ameliyatla ayağa kalkan genç bir kıza ithaf edilmişti. Bu yazıda bir taraftan ülkemizdeki merhametsizliğin sicilinin ne kadar kabarık olduğunu diğer taraftan da sefilleşmeye yüz tutmuş bir kibrin, betonları dahi utandıracak katılığın neticelerini (mesela "özür diledik, daha ne tazminatı?" denmesini) daha iyi idrak edebilmek mümkün. Her şeye rağmen ve her şeyle birlikte, ayağa kalkan ve ayakta kalan yine insan, hep insan olmalı: "Yüce bir gayretle adeta yoktan var ederek adım adım inşa ederiz kendimizi. Yaşadığımız bütün ayrılıkların, kayıpların ve hüsranların yasını tutarak, onlardan ve bozulan her ilişkiden, sevdiklerimizi inciten ve acıtan her şeyden kendimizi de sorumlu sayarak insan oluruz. Hiç terk etmeden. Her kayıpta, kaybettiğimiz kişi ya da şeyle özdeşleşerek. Onların gölgesini üstümüze düşüre düşüre kurarız benliğimizi. Varlığımızın en içinde, her birimizi vefasızlıktan ve kadir-kıymet bilmezlikten esirgeyen güçlü bir çekirdeği muhafaza ederek." [sf. 129]

Her türlü acının dili, Erdoğan Özmen'in diliyle yeniden harmanlanıyor. Konu suçluluk olduğunda meselenin aslında nüfuz etmeye çalışıyor yazar. Psikiyatr kartvizitini yanına almadan, 'yeniden ve daha esaslı' başlamanın yolculuğu üzerine kuruyor metinlerini. Metinler, okuyanı (belki de şifasını arayanı) bir deri koltuğa uzanmaya değil de ahşap bir trenin yoksul kompartımanına çağırıyor gibi. Hani Haydar Ergülen, "tren ne doğuya, ne batıya gider, tren içimizdeki yolculuktur" diyor ya, Özmen de bu sesi doğruluyor. Bir yanda utanmaktan helak olanlar var diyor, diğer tarafta hiç utanmayanlar, istifini bozmayanlar. "Utanç son sığınaktır "aşağılanmış" bir varoluş için. Kendi bakışımızdan bile kurtulmak isteriz o daracık zamanda." diyor ve insanın nasıl ürünleştirildiğini hatırlatıyor: "Dünyanın sınırsız ve engelsiz bir piyasa, paranın ve metaların koşulsuz dolaşımı için devasa bir cangıl, her birimizi un ufak eden ve dışına atan bir sermaye tiranlığı olarak düzenlenmesidir asıl mesele. Pazarın kanunlarına bağlı olarak her şeyin birbirine denk sayıldığı, bir ticaret kalemi olarak kutsandığı ölçüde kayda geçirildiği, birbiriyle değiş tokuş edilebildiği bir mallar ve markalar ağılı. İnsanın bile ürün statüsüne indirgendiği bir bilimkurgu film sahnesi." [sf. 179]

John Berger, "Vakitlerden Gece" başlıklı yazısında (Express Dergisi, 19 Mart - 20 Nisan 2005, Sayı: 47) insana, içinden geçtiği hayatın neresinde olduğunu sorgulatıyordu. Bu tip sorgulamaları çok kıymetli buluyorum, çok faydalı. Coğrafi olarak değil, tarihî manada nerede olduğunu soran bir insan asla bireyleşmez, insan kalır. İnsan ancak nereye sürüklendiğini bilirse neler yitirdiğini de bilir. Böylece hayata, yeniden dirilecek bir bakış fırlatabilir. İşte Berger'in bu çağrısına Özmen de "asıl mesele, nerede bulunduğumuzu anlamaya, saptamaya çalışmak belki" diyor. Yola çağırıyor. Yol arayışının ne kadar yorucu olduğu bilerek, yolsuzluğun şiddetinden bahsediyor. Bu şiddete maruz kalanları arındırmanın yollarını öneriyor. Kamusal alanın yeniden inşası için insanî değerlerin daha içten, daha samimi yorumlanması gerektiğini söylüyor. Ancak bu şekilde hayatın anlamına vakıf olmanın, yaşamın doğallığına sadık kalmanın, güzelliği adaletle taçlandırmanın mümkün olduğunu altını çize çize, ısrarla anlatıyor. Kelime cambazlığı yapmadan, aşırı duygusallık kurmadan, popülist bir yaklaşım gütmeden, nostaljiden ve romantizmden uzak, doğal ve dolayısıyla asil, gerçekçi.

'Yüksüz bir başlangıç noktası'ndan bahsediyor Erdoğan Özmen. Unutkan ve hatırlamak istemeyen bir toplum olmanın bedelinin ağır olduğunu söylerken, bir an evvel bu yoksunluklardan bahsetmek şartıyla, bu acziyetleri bilerek ve onlardan söz ederek yola koyulmak gerektiğini söylüyor: "Şimdi her şey sürekli bir tehdit eşliğinde yaşamaya yazgılı sanki. Her şey inanılmaz bir hızla değişiyor. Biz fark etmeye yetişemiyor ve sağlığında hiçbir şeyle ödeşemiyoruz. Bizim hiçbir şey için zamanımız yok artık. Hasarlı gerginlikler kalıyor geride." [sf. 208]

Bir psikiyatrdan okumaya hiç alışık olmadığımız kadar gerçekçi ifadeler. Hüznün ve acının "olması gereken" dili. Melankolinin bir kayıp ya da ümitsizliği teşvik eden kışkırtıcı bir duygu oluşundan değil, 'patlayıcı derinliğinden' bahseden metinler. Tüm kitapta var olan bu sancıda bazen travma çözümlemeleri de yer buluyor, neoliberal kapitalizmin tipik ifadeleri de: "Piyasanın/pazarın en tipik ve doğrudan ifadesi olan AVM sayısındaki son dönemde gözlenen patlamayı da buraya yerleştirmeliyiz: Girişindeki ya da en temelindeki/ortasındaki hipermarket etrafına dizilmiş çeşitli markalara ait giyim-kuşam mağazalarıyla (tümü yine marka sahibi yeme-içme mekânlarını da atlamayalım) dolup dolup boşalan yeni tapınma mekânları değil midir AVM'ler? Orada sergilenen tüm o mallara ilişkin hikâye, efsane ve reklam metinlerini bir araya toplasak, bundan yeni bir "kutsal kitap" bile çıkabilir pekâlâ. Piyasanın/pazarın bütün ihtiyaçlarımızı karşılama kudretine sahip ve her yerde mevcut oluşunun (hâşa) en güçlü kanıtı gibidir, bir de her mahalleye dikilen tüm o AVM'ler. Tüm bunlar dindar-muhafazakâr bir hükümet zamanında oluyor. Ve orada burada görkemli camiler inşa etme ataklığının-telaşının-retoriğinin tümü, neoliberal mantığa tam olarak eklemlenmiş olmaktan, bunu biliyor olmaktan neşet eden bir suçluluğun semptomlarıdır, o kadar." [sf. 221-222]

Acıyı, sıkıntıyı, kaygıyı, hüznü ve daha nice asil duyguyu 'uygun' bulmuyor bu çağ. Çünkü bu duyguların bir imajı yok, dolayısıyla pazarlama stratejilerine konu olamıyor. Sermayenin acımasız atakları zehirli birer ok gibi giriyor milyonların kalbine. Hepsini kalplerinden vuruyor. Bazen âşık ediyor kendine, bazen de köle. Ölen ölüyor. Erdoğan Özmen'in dediği gibi kimsesizler 'iyice erken' ölüyor. Ve burada son sözü, son acı sözü, yine bu kuvvetli kitap söylüyor:

"Devasa çarklarıyla dönen çokuluslu şirketlerin ve paranın çağında kendini yetersiz, güçsüz, aşağılanmış hissetmek; hayatlarımızı sürekli bir belirsizlikle işaretleyen serbest piyasa cangılında uykularımızın bölünmesi, yemekten kesilmek, içimizin daralması, kalp çarpıntılarına düşmek mevzu bahis değil artık. Ya da, bitmiş bir ilişkinin ardından, bir yakınımızı kaybettiğimizde eve kapanmak, birden kendini ağlarken bulmak, hayatı anlamsız bulmak, içimizi çekilmiş hissetmek ve yine de bunları "tahammül edilesi" saymak yok: "Siz bir antidepresan kullanmalısınız." [sf. 233-234]

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Haziran 2017 Pazartesi

Fuat Sezgin'le bilim tarihi sohbetleri

“Bizim Türkler çok geziyorlar, özellikle politikacılarımız. İçe kapansınlar demiyorum. Dünyayla temas etsinler ama biraz masa başında oturarak okumaları lazım.”
- Prof. Dr. Fuat Sezgin

Günümüzde bilim Antik Yunan ve Batı kaynaklarını temel almaktadır. Avrupa merkezli anlayışa göre Antik Yunan’la başlayan bu bilim serüveni 16. yüzyıldan sonra doruk seviyelerine ulaşmıştır. Bu düşünceye bakılırsa Batı, Antik Yunan’dan önce var olan Sümer, Babil, Hint uygarlıkları bilim tarihinde ya kısmi bir gelişmeyi ya da hiç yokmuşçasına ifade etmeye çalışmaktadır.

Antik Yunan medeniyeti de eski uygarlıkların sentezinden başka bir şey değildir. Sık soruların başında gelir “o zaman İslam medeniyetinin bugün geri kalmışlığın sebebi nedir?” diye. Bu suale cevap vermenin birçok yönü var fakat Fuat Sezgin hoca bu suale özeleştiri yaparak cevap verir: “Müslümanlar bugün hayatlarını uçaklarda, trenlerde, otomobillerde gezmekle geçiriyorlar. Oysa onların, düşünmeleri ve düşünüp fikirlerini geliştirmeleri gerekir.” (sf:85)

Batı merkezli tarihin tabularını yıkan ve bu iş uğrunda yıllarını ömrünü adamış kendini Türk ve Müslüman diye tanıtan bir münevverin kitabını inceledik. Sefer Turan’ın söyleşileriyle Timaş Yayınları tarafından neşredilen Bilim Tarihi Sohbetleri gündemin çok sık değiştiği bir ortamda Mart 2017'de 10. baskısıyla okuyuculara sunuldu. 1924 yılının, ekim ayının 24. gününde Bitlis’te doğan Fuat Sezgin hoca ilkokulu ve liseyi Erzurum’da bitirir. “Mühendis olabilme sevdası peşindeydim. Akrabalarımdan biri İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine götürdü. O zaman büyük bir Alman (Helmut Ritter) âlim vardı. Onun seminerine gidince mühendis olmayı kafamdan çıkardım” (sf:13) diye anlatan Fuat Sezgin hoca o saatten sonra Helmut Ritter’in talebesi olmayı düşünür ve istediğini başarır. Hocası Ritter, ilk olarak ondan Arapça öğrenmesini ister. Ve altı ay eve kapanıp günde 17 saat ders çalışarak Arapçayı öğrenir. Bugün ise 27 dil bildiği söyleniyor.

İlk eserini Carl Brockelmann’ın Arap Edebiyat Tarihine zeyl yazmak üzere başlayan Fuat Sezgin hoca, Almanya’dan dönen hocasına “sadece Brockelmann’ın kitabına bir zeyl yazmak değil, dünyadaki bütün yazmalara bakarak yeni bir kitap yazmak istiyorum” diye söyleyince hocası Ritter, “bunu hiç kimse yapamaz”(sf:17) der. Kitabının 1967 yılında ilk cildini çıkarır, 2007 yılına gelindiğinde ise 13. cildi tamamlamış olur.

1960 yılında Türkiye’deki askerî darbenin iktidara getirdiği hükumet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden men edildiği listede kendi adının da bulunması üzerine Fuat Sezgin hoca, Türkiye dışında çalışmalarını sürdürmeye Almanya’ya gider ve Frankfurt Goethe Üniversitesi ile Marburg Üniversitesi olmak üzere iki ayrı okulda ders vermeye başlar. Geriye dönüp baktığında ise “Darbe çocukça bir şeydi” diyerek hiçbir zaman kızgın ve küs olmadığını söylemiştir.

Bilimler tarihi insanların müşterek mirasıdır

Miladi 7. yy’dan itibaren Müslümanlar bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Ve süratli bir şekilde öğrendiler. Başkalarından almayı bırakarak yaratıcı oldular. Ve bu 800 yıl sürdü. Müslümanlar mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular ve ileride kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar.” diyen (sf:24) Fuat Sezgin hoca İslam dünyasını bilmeyen, Avrupalıları yanlış tanıyan benim milletimden dediği insanlara yanlış olan fikirlerini değiştirmeye çalışacağını vazife edinmiş. “Bunun için günde 17 saat çalışıyorum” diyor. (sf:39)

Frankfurt'ta da İslam-Bilim ve Teknoloji Müzesi’ni hayata geçirir. Müslümanların icat etmiş oldukları aletleri ortaya çıkararak insanlara tanıtmak, bilinmeyen aletleri gün yüzüne çıkarmak ve bunları müzelerde sergilemektir amacı. Hedefinde yirmi alet yapmak varken bugün sekiz yüze yakın alet yapılmıştır. Tek gayesi Türklerin korkak ve taklitçi bir millet olmaktan kurtulmalarını istemektir.

Medeniyetlerin gerilemesi tarihi bir meseledir. Bu konuda İslam’ın mesul tutulmasını kınar. Çünkü “dört yüz bin cilde yakın yazma gördüğünü, altmış ülkenin kütüphanelerini gezdiğini" (sf:71) belirten Fuat Sezgin hoca bugün 13 cilde ulaşan İslam Kültür Tarihi çalışması için Bernard Lewis'in “bunun bir Türk’ün, bir Müslüman’ın yapabileceğine inanmıyorlar” (sf:73) demesi, başarıları ile neler yapabileceğinin en somut örneği.

Fuat Sezgin günümüzde çalışmalarına ara vermeden devam ediyor: "Ben İslam dinine mensubum ve bu dinin peygamberi ne diyor: İki günü birbirine eşit olan insan zarardadır... Demek ki İslam bizden her gün yeni şeyler bekliyor."

Hafta sonları dahil hep çalıştığını, çalışma yılının 365 gün olduğunu belirten Fuat Sezgin hoca Türklerin ve genelde de Müslümanların maddeye çok yöneldiklerini “Maddenin peşinden koşuyorlar, ona ulaşmak için birçok ahlaki prensipleri feda ediyorlar” (sf:112) sözüyle belirtiyor.

Fuat Sezgin hocanın olağanüstü gayretleri ve çalışmalarıyla ikinci bir müze 2008 tarihinde İstanbul Gülhane Parkı içerisindeki binada kurulmuştur. Bu müzeler, Müslüman bilim adamlarının yüzyıllar boyu insanlığa armağan ettiği icat ve keşiflerini bilim tarihinin değişik disiplinlerdeki evrimini kapsamlı bir şekilde sunmakta olup kendi sahasında dünyada bir yenilik arz etmektedir.

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

Pek çok kimse için en eskiye vukufla uzanabilen en yeni başvuru kaynağı

1990’lı yıllarda radyodan televizyona, gazeteden dergiye basının her yönündeki çeşitlenmeyle birlikte Türkiye’de farklı bir kültürel filizlenme yaşandı. Soğuk Savaş ve 12 Eylül rejimi sonrasında ülkenin kademeli olarak dışa açılması, okullaşma oranındaki artış, üniversitelerin çoğalması ve nüfusun artık elli, altmış ve nihayet yetmiş milyonlara çıkması derken, gelişmeler başka bir okur kitlesini ortaya çıkardı. Bu niceliksel büyüme çeyrek yüzyıldır devam ederken, her ne kadar Türk basın- yayın dünyası gazete tirajlarını yükseltemese de, yıllık kitap basım sayısını günümüzde 40 bin civarına ulaştırmayı başardı. Her ne kadar bu 1890’ların Prusya’sı seviyesi olsa da, Türkiye’nin son derecede kısıtlı bilgi havzasında bir zenginleşme yaşandığı aşikâr.

20. yüzyılın en önemli düşünürleri (örneğin Carl Schmitt), edebiyatçıları (örneğin J. R. R. Tolkien), tarihçileri (örneğin Eric Hobsbawm) olarak kabul edilen pek çok ismin bile Türkçeye kazandırılmaya başlaması için 1990’ların sonunu beklemek zorunda kalan kitap yayıncılığında bugün işlerin başka bir boyuta taşındığını söylemek istiyorum. Kimi kitaplar bir yıl içinde yüz binlerce satıyor, kimi yabancı kaynaklar dünyanın en yaygın dilleriyle eş zamanlı olarak Türkiye’deki okurun ilgisine sunuluyor. Şüphe yok ki, bunda küreselleşmeye bağlı olarak bilgi teknolojik değişimin, ülkedeki demografik dönüşümün payı olduğu kadar, akademinin biraz kıpırdanması, yetişmiş çevirmen havuzunun çeşitlenmesi, okurların bazı alanlarda uzmanlaşması gibi kaliteye ilişkin önemli unsurlar da rol oynadı, oynamakta…

İşte bu yüzden bir zamanların çok okunan kitapları geri dönüşüm tesislerine doğru yol alırken, yeni tip okur eşliğinde dünya gündemini takip eden kadrolar yayıncılık dünyasında başat güç olmaya başlıyor. Ortaya çıkan bu daha dünyalı bakış açısıyla, eskinin çok daha çabuk eskitilmesi söz konusu oluyor.

Yükselen Ortaçağ merakı

Bütün bunları neden anlatıyorum? Derhal arz edeyim. Yukarıda sözünü ettiğim elektronikleştirilmiş/ bilgi teknolojileriyle örülmüş dünyanın metalik kuşatması altında, insanlar bu ultra modernitenin nimetleri eşliğinde, ultra moderniteden sıkılma hakkını kullanmaya başlamış bulunmakta. Bu minvalde klasik zamanlara dönük meraklarını bir türlü dindirememekte ve bu konuda üretilen her bilgi ya da kurguyu büyük bir rağbetle karşılamaktalar. Fanteziyle tarihsel gerçeklerin, hayal gücüyle iyi işlenmiş bir hikâyenin kesiştiği her ürün, dünya çapında olduğu gibi, Türkiye’de de dikkate değer bir ilgi görüyor. Sözünü ettiğim bilgi teknolojileri devriminin ortaçağı güzelleştiren Braveheart ve Yüzüklerin Efendisi gibi öncüllerinin sihrini tek çatı altında birleştirmeyi başaran Game of Thrones fenomeninden Tudors ya da Vikingler’e, klasik dönem Osmanlı’sını ele alan ve çok satan kitaplardan Muhteşem Yüzyıl türü dizi ve gişe rekortmeni Fetih 1453 gibi filmlere varıncaya dek pek çok çalışmayla, sınırları özellikle belirsiz bırakılmış bir ortaçağ tasviriyle, tüm dünyada bir “Ortaçağa Dönüş” rüzgârı esiyor. Bunun, 1980’lerdeki fütüristik kitap ve filmlerle “Geleceğe Dönüş” yöneliminden çok daha kalıcı ve daha ciddi bir etkisi olduğunu söylemek gerek. Zira geleceğin öngörülemezliğiyle kıyaslandığında, geçmişin biraz olsun anlaşılması yönündeki her çaba başka bir anlam kazanmakta. Böylesi bir bilgi- vizyon aktarımı, insanların, haklarında neredeyse hiçbir şey bilmedikleri büyük büyük babalarının ve büyük büyük analarının nasıl bir dünyada yaşadığına dair birtakım fikirler edinmesine, geçmişin dünyasına ilişkin daha kolayca hayal kurabilmesine de imkân sunmakta. Üstelik bu durum teknoloji zehirlenmesine maruz kalıp köksüzleştikleri yönünde eleştirilen genç kitlelerde ilginç bir biçimde bir tarih bilinci –en azından merakı- yaratmakta…

Bu bilgi ediniminin daha klasik yöntemleri de yok değil tabii. Şanslıyız ki, Türk yayıncılık dünyası, kendi bildiği kadarıyla yetinip o bilgiler çerçevesinde dünyayı yorumlamanın “daha az tehlikeli” olacağına ikna olmuş geleneksel yazarların- araştırmacıların- okurların hâkimiyetinden kurtulmaya başlamış bulunuyor. Artık Alman idealizmini Hilmi Ziya Ülken’den, 19. yüzyıl Avrupa tarihini Oral Sander’den, Fransız Devrimi’ni Ahmet Taner Kışlalı’dan değil; bizatihi o konunun en temel kaynaklarından ya da tüm temel kaynakları derleyen yeni nesil çalışmalardan okuma şansı bu bahsettiğim. Bir süredir tarih kitapları konusunda muazzam bir atılım yapan Alfa Yayınları, okurların Türkçedeki en iyi ortaçağ tasvirlerini okuyup çokça şey öğrendiği romanların yazarı Umberto Eco’nun akademik başyapıtını dilimize kazandırmaya başlamış durumda.

Abidevi bir çalışma: Eco’nun Ortaçağ Ansiklopedisi

Bilindiği ama yine de daima ikinci planda bırakıldığı üzere, Umberto Eco (d. 1932) saygın bir ortaçağ tarihçisi ve akademik çalışmalarında da, edebi başarısına yol açan titizliği ile hayli haklı bir saygınlığa sahip. Bunun teyidi için en azından Türkçede de büyük ilgi gören Gülün Adı ve Baudolino’daki tarihsel arka planın şaşırtıcı, etkileyici, merak uyandırıcı etkisine bakılabilir. Ayrıca Eco’nun Güzelliğin Tarihi ve Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik gibi muhtelif çalışmalarındaki zenginliğe göz atmak bile onun uluslararası bir araştırmacı olarak tanınması gereğini göstermeye yeter. İşte bu koşullar çerçevesinde Profesör Eco’nun öncülüğünde oluşturulan bir ekibin çalışmasıyla ortaya çıkan devasa bir ansiklopedik eserden bahsetmek istiyorum: Ortaçağ’dan…

Hangi ortaçağ? Nasıl bir çalışma?

Şekil unsurlarıyla başlayalım. Aydınlanma dönemi filozoflarının yakıştırmasıyla dillere dolanan “ortaçağ karanlığı” klişesini âdeta yıkmak istermişçesine Alfa Yayınları her üç cildin edisyonunu da canlı renklerle tasarlayarak, içerikle görüntünün bütünlüğü sağlamış. Şubat 2014’te ilk baskısı yapılan ve hemen o ay tükenen birinci cilt mor, Eylül 2014’te okuru selamlayıp iki yeni baskı yapan ikinci cilt turuncu, Temmuz 2015 tarihli üçüncü cilt ise açık yeşil rengiyle beyaz fonun üzerinde dikkat çekiyor. Her bir cilt sert kapağı, biner sayfalık hacmi ve kuşe kâğıda basılı haritalarıyla, kronoloji tablolarıyla, figürleriyle ve fotoğraflarıyla dikkat çekici bir kaliteye sahip.

Peki ya içerik? Ortaçağı okura, okuru ortaçağa ulaştıran ve bin yıllık çok katmanlı ve karmaşık bir birikimi okurun iştahını kesmeden anlatmaya çalışması gereken bu koca ciltler ne ile ilgili? Ne ile ilgili olmadığından başlayarak hemen cevap verelim; klasik savaşların ve büyük adamların tarihiyle ilgili değil. Bunların yerine, protokoller, çarşı ve pazar yerleri, tarımsal üretim, şehir yaşamı, kırsal dünya, tüccarlar, seyyahlar, yazılan kitaplar, dinî- felsefî tartışmalar, kiliseler, şövalyeler, Müslümanlar, şairler, salgınlar, üniversiteler, katedraller, askere alımlar, efsaneler, rivayetler, barbarlar, cinsel yaşam, bayramlar, ormanlar, simya ve okültizm gibi ortaçağ bilimleri… Daha saymamız gerekirse manastır yaşamı, ikonografi, Haçlı Seferleri, tıp ve eczacılık, Yunan, Roma ve İslam dünyasının çevirileri, Gotlar, Franklar, Germenler, keşifler, icatlar, hayvancılık, yoksullar, zenginler, âdet ve yenilikler, papalar, görsel sanatlar, hayır işleri, tarikatlar, medreseler, mezhepler, feodalizm ve daha yüzlerce şey ile ilgili… Tüm bunlar, klasik Britannica ya da Larousse ansiklopedileri usulünce kısa ve özgün değerlendirmeler yapmaktan kaçınan makalelerden değil; bilakis güçlü birer tarza sahip, uzman akademisyenlerin kaleminden çıkmış bölümler halinde inceleniyor. Çalışmanın ilk üç cildine sinen atmosferde göze çarpan en güçlü mesajın, “Tek bir ortaçağ yoktur; var sanılan yekpâre bir ortaçağ da gerçeklikten çok kurgudur,” diye özetlenebileceğini söylemek mümkün. Ortalama bir ortaçağ bilgisi, bu bin küsur yıllık dönemi sıkıştırılmış hale getirerek St. Augustinus ise Thomas Aquinas’ı neredeyse çağdaş kılsa da, Eco ve ekibi bu iki büyük ismin aradaki sekiz yüzyılın ne çok şeyle dolu olduğunu vazıh biçimde ortaya koyuyor.

Altmışar liralık bir etiket fiyatı bulunan ve her biri bin sayfadan oluşan bu muazzam bilgi hazinesi, tek (hatta iki- üç) ciltlik ortaçağ tarihi kitaplarında gördüğümüzün aksine, ortaçağı hem mekânsal hem zamansal açıdan olabildiğince parçalara ayırarak ve sıklıkla bunlar arasında yatay geçişler yaparak ele alıyor. Böylelikle eş zamanlı olarak Avrupa’nın batısı ile İslam dünyasının Ortadoğu’sunun nasıl koşullara sahip olduğunu okur hayal edebilir hale geliyor. Elbette ortaçağ Avrupa’sının en dinamik bölgesi olarak kabul gören İtalya yarımadası ve bugünün Fransa-İspanya hattını oluşturan Galya, İberya ve Pireneler diğer siyasal- kültürel coğrafyalardan biraz daha ön planda. Ancak yine de her bölümün yazımında çok derecede dikkatli bir şekilde ortaçağ dünyasının tümüne ışık tutabilecek unsurların ele alınmaya çalışıldığı, mukayeseli ve bütünlüklü bir anlatım dilinin oluşturulduğu görülüyor. Böylelikle okur, ansiklopedinin ciltleri arasında kısa bir gezinti yapması durumunda, örneğin mimarlık tarihi bağlamında 12. yüzyılın İskandinavya’sıyla Endülüs’ü yan yana getirebiliyor.

Bu eserlerin Türkçe kitaplarda muhtemelen bugüne dek hiç görmediğimiz kendine özgü pratik bir sembol kodlama yöntemi olduğunu da belirtmek gerek. Papalar, krallar, kraliçeler, imparatorlar, tahta çıkışlar, taht devirleri ve diğer birçok şey, orijinalliğini takdir ettiren sevimli birtakım işaretlerle ifadelendiriliyor ve çalışmanın okuma hızını artırıyor.

Her üç cildin de İtalyancadan gerçekleştirilen çevirisini üstlenen Leyla Tonguç Basmacı’nın Türkçeyi mahir kullanımıyla katma değer ürettiği üç cilt üzerine getirilebilecek belki de yegâne eleştiri, kişi isimlerinin kullanımındaki tercihlere dair olabilir. Avrupa dillerinde Petr, Piedro, Pietro, Pedro, Peter, Petro ya da Karl, Carl, Charles, Charlie, Şarlken, Carlos, Karol gibi farklı yazımlar arası geçişlerde, aynı kişiden bahsedilse de, farklı isimlerden bahsediliyormuş gibi bir hissin doğma ihtimali bulunuyor. Belki bu noktalarda birer açıklama notu fena olmayabilirdi. Aynı sorunun bir diğer yönü de, dilimizde yerleşiklik kazanmış ve soyadı geleneğinin doğuşundan önceki dünyayı anlamamızı kolaylaştıran lakapların üç ciltte de soyadı gibi verilmesi. Daha açık söylemek gerekirse, Magna Carta ile özdeşleşmiş İngiltere Kralı Yurtsuz John’un John Lackland (İngilizcede “lack” yokluk, “land” ise arazi, toprak, ülke anlamına geliyor) diye kullanılması bazı okurlara bir süreliğine yabancı gelecektir. Benzer şekilde, Fransız Philippe le Bon’un (‘İyi’ ya da ‘Güzel’ Philippe) Kastilyalı Philippe (I. Felipe), nam-ı diğer “Yakışıklı Philippe” (İng. Philippe the Handsome, Phillippe the Fair) ile; ya da öncülü Fransa Kralı IV. Filip (yani ilk ‘Yakışıklı Filip’, Fra: Philippe le Bel) ile karıştırılabilecek şekilde “Yakışıklı” diye isimlendirilmesi gibi birkaç örnek daha küçük de olsa birer nazar boncuğu niteliğinde...

“Gözümüzün önündeki ortaçağ”

Bu heybetli eserin bambaşka bir yönüne bakalım. Zira çalışmanın okura kattığı tarihsel derinlik hissinin ortaçağ ile günümüzün bilgi teknolojileri çağı arasında bazı köprüler kurması muhakkak. Eco’nun I. ciltteki önsözünde belirttiği gibi, “O kadar uzak geçmişte kalmış gibi duran bu çağın mirasını kullanmaya bugün de devam ediyoruz. Her ne kadar başka enerji kaynaklarıyla tanıştıysak da (…) Batı’da sadece 1000 yılından sonra ortaya çıkıp geliştirilen su değirmenlerini ve rüzgâr değirmenlerini kullanmaya devam ediyoruz. Hatta petrol kriziyle rüzgâr enerjisi yeniden ciddi şekilde düşünülmeye başladığına göre, bu miras işimize yaramaya devam edecek demektir.” İşte bu yüksek bakış açısı, gerçekten yüzyılları aşan bütüncül bir tarihsel perspektif kazanmak adına, özellikle genç araştırmacılara, yeni nesil akademisyenlere, gerçek anlamda ihtiyaç duyulan bir entelektüel hediye sunmakta.

Dahası var; “aramızdaki ortaçağ” diyebileceğimiz bugün bile gördüğümüz ortaçağ. Herkesçe malûm olduğu üzere, bugünün pek çok kamusal binası, ortaçağ mimarisinin ürünü olup hâlâ tüm şaşaa ve zarafetiyle gündelik yaşamın, devlet kurumlarının bir parçası olarak bizlerle birlikte. Ülkeler, ortaçağdan bâki kalan eserleri nispetinde turist çekebilmekte. Üniversitelerin en eskileri en makbul sayılmakta ve hemen her üniversite ortaçağa ait bir kuruluş tarihi bulma gayretinde. Bunların ardı sıra masa, pencere camı, saat ve özellikle de gözlük gibi gündelik hayat bakımından devrim yaratmış ortaçağ buluşlarının önemine değinmeyeceğim, ancak listenin aslında ne denli uzun ve şaşırtıcı olduğunu görmek adına ciltlerde biraz gezinmenin yeterli olduğunu belirterek geçmiş olayım.

Öte yandan, ortaçağ ile günümüz dünyası arasında bağlantılar kadar büyük farklılıklar olduğu da aşikâr. Bu yüzden, bugünle anne- babalarımızın yaşadığı otuz- kırk yıl öncesinin dünyası arasındaki büyük dönüşümü bir kez daha akla getirdiğimizde, ortaçağın ne denli uzak, ne denli gizemli, ne denli farklı ve üzerine düşünmek için ne denli cazip olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır.

İşte tüm bunlar ve bu yazının sınırlarını aşacak başka yönleri dolayısıyla bugünün yükselen ortaçağ merakını tamı tamına karşılayacak, yüzlerce kaynaktan damıtılarak oluşturulmuş çok zengin bir referans çalışma ortaya çıkmış bulunuyor.

Son bir not daha: Umberto Eco, aşina olduğumuz o satirik üslubuyla bir ezberi daha bozmadan geçmiyor. Ortaçağı bağnazlıkla, boş inançlar ve safsatalarla ilişkilendirip yargılarken akılda tutmamız gereken çok şey olduğunu gösteriyor ve ekliyor: “Günümüzde de, laboratuarlarından çıkıp el falına baktırmaya veya ruh çağırma seanslarına giden bilim insanlarının sayısı da pek az değil.” Öyle değil mi? Bunun gibi daha pek çok düşündürücü, gülümsetici, sorgulatıcı göndermeyle dolu olan Ortaçağ derlemesi her cümlesinden öğrenilecek bilgece değerlendirmelerle okura yepyeni bir ortaçağ dünyasına seyahat etmeyi ve çokça tarih öğrenmeyi vaat ediyor.

Bu anlamda Eco’nun öncülüğünde yazılan Ortaçağ, romantik şanlı geçmiş belagatçılarından çevreci yeni toplumsal hareketlere, bir kültür turuyla Avrupa’yı gezmek isteyenlerden en ciddi suretli tarihçilere dek pek çok kimse için en eskiye vukufla uzanabilen en yeni başvuru kaynağı. Ortaçağ çok geniş bir alandaki konu ve kavramların kesiştiği, dikkatle okunması gereken, okuyanlar için de gelecek yeni ciltlerin merakla bekleneceği zihin açıcı bir derleme.

1.Cilt: Ortaçağ: Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Editör Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2014, 917+xv sayfa.
2.Cilt: Ortaçağ: Katedraller, Şövalyeler, Şehirler, Editör: Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2014, 893+xv sayfa.
3.Cilt: Ortaçağ: Şatolar, Tüccarlar, Şairler, Editör: Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2015, 1072+xv sayfa.

Hasan Aksakal
twitter.com/haksakal34
* Bu yazı daha evvel k24'te yayımlanmıştır.

30 Mayıs 2017 Salı

Her sararan sayfası sahaf kokan bir tarih

Muhammed İkbal, 1873 yılında, günümüz Pakistan devletinin vilayetlerinde yer alan Siyalkût şehrinde fani dünyanın ilk nefesini almıştır. 1947’de yeni bir İslam ülkesinin doğuşuna vesile olan, hayattaki yegâne ikbalinin İslam devleti kurmak olduğu, Müslüman filozof, edip ve politikacıdır. O, Pakistan’ın Umman Denizi’ne olan fikir kıyısıdır. İbn-i Haldun’un “Coğrafya da kaderdir” sözünün tecessüm ettiği, kendisinin de bir cümlesinde “…sonuçta milletlerin kısmetini belirleyen etkenler hususunda ben de kaderciyim” diyerek tasdiklediği toprağının düşünce atasıdır.

Fertler ve uluslar ölürler ancak onların manevi evlatları durumundaki fikirleri asla yok olmaz, diyen bu kudsî mücahit, Avrupa karşısında Müslümanların yenik duruşundan rahatsızlık duymuş ve bu durum içini pârelemiştir. Özellikle Hindistan’da bulunan Müslümanların emniyeti ve refahı için diğer tüm inananları kapsayacak ve kollayacak olan bir İslam devletinin oluşması, onun nezdinde zaruri bir hal teşkil etmiştir. “İslam'ı Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemeliyiz,” meşhur sözüyle günümüzü asırlar evvelinden mahirane bir biçimde yorumlamış ve ahvalimizi görmüştür.

M. İkbal, bu kurtuluşa hatırı sayılır emekler vermiş, ülkesinin birlik oluşturması için girdiği mücadelelerde kalbine inen hüzzam gözyaşları, divitine mürekkep olmuş, zamanla kâğıt üzerinde devlet bulmuştur. O, bu yönüyle İstiklâl şairimiz Mehmet Akif'le benzerlik göstermekle birlikte, bir nevi Akif’in Pakistan versiyonu, ülkesinin nurefşânı, ay-yıldızı olmuştur.

Köken itibariyle geldiği Doğu tohumlarını yere saçmamış, mamafih Batı’ya olan merak ve hevesle geleneksellikle modernliğin kritiğini kendi içinde yapmaya çalışmış; nihayetinde iki medeniyeti asimile olmadan sindirmeyi başarmıştır. "Tarih, içinde ulusların seslerinin kayıtlı bulunduğu büyük bir gramofondur," diyerek plağın içindeki asrı iyi bir şekilde dinlemiş, dönemini analiz edip sentezlemiş ve bu sayede Şark’ta Akif’e, Garp’ta ise Nietzsche’ye ayna tutmuştur.

Girizgâh niteliğinde bahsettiğimiz bu özelliğini İkbal, Şarktan Haber isimli eseriyle kişiliğine münhasır hale getirmiştir. Elimizde bulunan 1956 yılı basımlı, Ali Nihat Tarlan'ın çevirdiği bu kıymetli eser, iple bağlanmış her sararan sayfasında sahaf kokan bir tarihi akseder. Kitap, Tarlan’ın giriş yazısı, İkbal’in önsözü, Afganistan Hükümdarı’na ithafı, Tur Lalesi, Fikirler, Şarab-ı Bakî, Garplı Ruhu ve İkbal’e Dair Bilgiler olmak üzere bu ve alt bölümlerinden oluşur.

İthaf bölümünde, Afganistan Devlet Hükümdarı Emanullah Han’a övgü dolu tavsiyeler vererek; Frenk diyarının pirine, eski İran şiirinin meftunu olan Alman şair Goethe’ye duyduğu hayranlıktan bahseder. Goethe’nin Şarka selam göndermesine karşılık (Garplı-Şarklı Divan eserinden 100 yıl sonra) kendisinin de Şarktan Haber isimli bu eseri bir nazire olarak yazdığının haberini verir ve ekler; "bu suretle Şarkın gecesine ay ışıkları serptim. Goethe’yi tüm cihana sesini, şiirlerini duyurmuşken, kendisini bir mütevazı edasıyla, ben ancak ıssız çöllerde feryat eden bir çanım," diye nitelendirir. Kur’an-ı Kerim’de geçen “eşya ilmi” nin Batı’da pozitif bilimler olarak canlanmasıyla Garbı aydınlatmasına değinir. Açık açık Batı’nın biliminden etkilenmemizi dile getirmez ama bilim ve servetin milletin itibarını oluşturduğunu tavsiye ederek, ona aralıklı bir kapı bırakır. Devlet işlerinden aşk mevzularına kadar hana birçok konuda öneri sunar. Memleket ve din işleriyle karşılaştığı bir zamanda kendi nefsinde yalnız kalmasını, gönlünü murakabe etmesini, bu şekilde sıhhat bulacağını söyler.

163 Rubaî’den oluşan Tur Lalesi başlıklı bölümde İkbal, edebi sanatlardan özellikle teşbih ve teşhis sanatlarını kullanarak, günümüz diliyle dörtlükler sunmuştur. Her bir rubaî kendi içerisinde derin manalarla bağlanmış, çeşitli benzetmelerle süslenmiş ve ele alınan konular itibariyle İkbal’in ne kadar sentezci bir şair olduğunu bizlere kanıtlamıştır. Doğu ile Batı arasında tampon görevi gören M. İkbal, hem dini vecizelerden hem aşk şarabından nasıl sarhoş olduğundan hem de aklın ilime açılan kapısından usûl dersi verir. Onun şiirlerinin arasında anlam denizinde kaybolurken, İkbal’i hangi kefeye koyacağını şaşırır okur. Çünkü bir bakar tam bir gönül şairi görür, bir de bakar didaktik öğeleri ağır basan birini karşısında bulur. Sık karşılaştığımız mevzulardan biri de bölümün başlığından da anlaşılacağı üzere lale figürü örneklemeleri üzerinde durmuştur. Tur Lalesi’nden birkaç örnek rubaî verecek olursak:

- Gönlümün aydınlığı içimin yanışındandır. Gözümün cihanı görmesi kanlı gözyaşı döktüğümdendir. Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına daha da yabancı olsun!
- Ey gönül, pervane gibi bu akılsızlık, münasebetsizlik daha ne kadar sürecek? Bir kere de kendini kendi ateşinle yak. Ne zamana kadar yabancının ateşi etrafında dönüp duracaksın?
- Varlık, yokluk uçurumundan çık, yüksel. Bu “nasıl ve ne kadar” kayıtlarıyla bağlı olan cihanın üstüne çık. Kendi varlığındaki benliği mamur et. İbrahim gibi Kâbe mimarı ol.
- Eğer ince duygulu isen bana yaklaşma; zira nağmelerimden damla damla akan, benim kanımdır.
- Ya Rabbi, şu cihanda ne güzel bir kaynaşma, bir hengâme var: Herkesi ayrı bir kadehten sarhoş etmişsin. Bakışlar birbiriyle uyuşuyor ama gönlü gönle, canı cana yabancı yaratmışsın!
- Eğer lale gibi yanıyorsan bu yanıştan bir şey çıkmaz. Ne kendi yanışınla kendini yakıyorsun; ne de bir dertlinin gecesini aydınlatıyorsun.
- Vefa nedir bilmezdi, bir yabancı gibi alakasızdı. Bakışı durmadan onu görünce göğsümden uçtu gitti; onun eline alışmış, onun tarafından yetiştirilmiş olduğunu nereden bileyim?
- Benlik, ne zaman başlamıştır, kimse bilmez. Benlik sabah akşam halkası içinde değildir. Hızırdan şu emsalsiz nükteyi işittim: deniz, kendi dalgasından daha eski değildir.

Efkâr (Fikirler) bölümünde ise, daha çok gül temasını işleyen Muhammed İkbal, şiirlerinde ilk yaratılışı da konu edinir. Ayrıca çemen (Farsça’da yeşillik, çimen anlamında) de sıkça kullanılan bir kavram olarak benzetmelere bürünür. Âdem’in doğuşunu, “hayatın kucağında kendinden habersiz yatan arzu gözünü açtı, bir başka cihan ortaya çıktı. Hayat dedi ki: Ömrüm boyunca çırpındım; nihayet bu köhne kubbede bir kapı gözüktü” diye anlatır. Şeytanın dilinden konuşur, yine ustaca kullandığı teşhis sanatıyla. Âdem’in Allah huzurundaki konuşmasından bahseder:

- Ey, can yıldızını kendi güneşi ile aydınlatan Rabbim! Bu kör âlemin mumunu benim gönlümden yaktın.
- Ben yerin altından girdim; feleğin üstüne çıktım. Zerreyi de güneşi de büyüleyen benim.
- Cihanın, insanı büyüleyen güzelliği beni doğru yoldan çıkardı. Ama sen bu günahımı bağışla, özrümü kabul et!
- Onun büyüsüne tutulmazsak cihan bize râm olmaz. Yalnız niyaz kemendi ile naz esir edilmez.

Bununla birlikte Fikirler kısmında yaratılıştan yıldızlara, ebedi hayattan ilimle aşka, hikmetten şiire, uçağa, güveye, doğan kuşuna, sabah rüzgârına, ateşböceğine, çiy tanesine, insana, yalnızlığa ve Allah’a kadar birçok konu üzerindeki düşüncelerini nazım şeklinde ve genelde diyaloglar halinde sunar.

- Çemenin toprağında kâinatın sırrı var.
- Eğer hayat sırrına vakıfsan, arzu dikeninin her anı batıp rahatsız etmediği bir gönül arama, böyle bir gönle bağrında yer verme.
- Yıldızların düşünceleri: “Biz denizdeyiz, görünürde bir sahil yok. Bize ezelden yürü dediler; lakin bu kervanın konağı nerede?” – “Zaman kemendine tutulmuş esirleriz. Varlıktan mahrum olmak ne bahtiyarlıktır.”
- İlim: “Zaman denen şey benim kemendime esirdir.” 
Aşk: “Gel bu fani dünyayı gül bahçesine çevir. Bu ihtiyar cihanı yeniden gençleştir.”
- Gel, ciğer yarası üzerindeki perdeyi kaldıralım. Güneş çıplak olduğu için ışıkları cihanı kapladı.
- Aşk sözünü havâ ve heves peşinde koşanlara ne söylüyorsun? Süleyman sürmesini karıncanın gözüne çekme!

Besmeleyle başladığı Şarab-ı Bakî bölümünde de Muhammed İkbal, 45 gazele yer verir. Her bir satırın kafiyesiyle bir derya olan ve okuyanı okudukça düşünmeye sevk eden bir niteliği vardır. Alıntılarla bitiremeyeceğimiz o gazellerden bazıları şunlardır:

* Zannetme ki, ezel âleminde bizim çamurumuzu yoğurdular. Biz henüz varlığın kalbinde bir hayalden başka bir şey değiliz.
* Kendi ruhunu murakabe eden insanın şiarı budur: Artık ne vardan ne yoktan bahseder.
* Bir bakış, bir gizli gülümseme, bir damla parlak gözyaşı… Sevgiye inandırmak için başka bir yemine lüzum yoktur!..
* Aşk, ne güzel şeydir ki, ayrılık gününün zaafından canımızı senin aşkına bağlayan başka bir bağ vücuda getirdi.

Son olarak ele alacağımız husus Muhammed İkbal’in “Garplı Ruhu”nu gösteren yazılarını inceleyerek aktarmaktır. İkbal, bu bölümde de zihniyetini oluşturan, fikirlerini şekillendiren, kısacası onu etkileyen hem doğunun hem de batının düşünür ve şairlerinden bahseder. Bazı yerlerde Frenk diyarının filozoflarını yermiş; Mevlana’nın görüşlerini yüceltmiş bazı yerlerde de Batı’nın ilmini kendi yazılarına nasıl yansıdığından apaçık bilgi vermiştir. Bir örnekle tasdikleyecek olursak; Mevlana ile Hegel’i ele alarak, doğunun büyük mutasavvıfı için: “O bir güneştir ki, tecellisinde Rûm ve Şam aydınlanmıştır” der; Garbın diyalektik filozofu Hegel için de: “O Alman hâkimi ki, tefekkürü ile (ebedi) üzerindeki zaman elbisesini çıkarıp atmış, onu apaçık bir hale getirmiştir. Hayalinin genişliği önünde dünya, darlığından utanç duymuştur” diye bir tanımlamada bulunur. Zannediyorum ki, ona Hegel’i tasvir ettiren neden, Mutlak Geist ve Tin kavramlarını kullandığı fikridir. Yani Tin kendisini tarih aracılığıyla gerçekleştirir, tarihte de neden-sonuç ilişkisi vardır. Tin (us) tarihselliğe, zaman ise diyalektik bir kimliğe aittir (Gökberk, 1993: 300). “Kalbi mümin, dimağı kâfir” sıfatını Nietzsche için kullanır. Eğer nağme istiyorsan ondan kaç! Onun kaleminden çıkan fikirler gök gürültüsü gibidir, Garbın gönlüne o neşter sokmuştur diyerek batının evrensel sesini böyle benzetmelerle tanımlar.

Locke’un meşhur Tabula Rasa öğretisini de; “Seher onun kadehini güneş şarabı ile parlattı. Yoksa lale gülistana boş kadehle gelmişti”, bu şekilde açıklayarak, doğuştan boş levha olan zihni boş kadehle ilişkilendirir.

Bergson’a da bir haber vardır, bu metinler içinden: “Hayata irfan sahibi ve anlayışlı bir gözle bak; kendi öz yurdunda gurbete düşmüş gibi yabancı yabancı dolaşma! Senin kurduğun tefekkür sistemi baştan aşağı batıl evhamdan ibarettir. Gönlün terbiyesi altında yetişmiş bir akıl ile hayatı mütalaa et!”. Buradan da anlıyoruz ki bu sözleri sarf eden İkbal, Bergson’un kurduğu sezgicilik (entiusyonizm) fikrini bir kuruntudan ibaret olarak görmüştür. Ona, öz varlığı içinde yokluk şüphesine düşüp de kendisine yabancılaşmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Feylosoflarla derdini bitirdikten sonra tekrar şiire ve şaire yönelir. Ona göre, nasıl yabani gül akçesiyle ekmek satın alınmıyorsa, bu değerde şairin parası da pazarda geçmez. O, duygusuyla, hisleriyle, aklıyla, doğusuyla ve batısıyla bir yaşayan şairdir. Bununla alakalı olarak Muhammed İkbal örnek aldığı, Mirza Galib ile Bidil'in kendisine Batı şiirinin değerlerini hazmetmekle birlikte duygu ve ifadesinde nasıl Doğulu kalınabileceğinin resmini çizdiklerini söyler. Şahsi kanaatime göre, İkbal öyle bir şairdir ki, sanatını hem toplum için hem sanat için hem de kendi gelişimi için kullanmıştır.

Biz ne kadar onu ve eserlerini anlatmaya çalışsak da, bir şeyler hep eksik kalacak.

Ben bir muammayım (hatta kendim için bile); ancak bu muammayı herkes bilmekte; ben tüm dünyanın bildiği o sırrım!

Onu hakkıyla bilip, layıkıyla tanıyabilme ümidiyle…

Betül Rana Uludoğan
twitter.com/_naze_nin

Hatır için değil hakkaniyet için söyleyen şair

"Ben ki hayattan düştüm, kime çektimse böyle
Gelmeseydim dünyaya o kadar kırılmazdım
Bu yüzden seviyorum her şeyi ölesiye."
- Yaşamak Ölesiye, Yan Tesir, sf. 13 

Her şairin, her şiir okuyucusunda ayrı bir yeri vardır, olmalıdır. Bu bir ululama değil, aksine kadir kıymet bilmektir. İsmet Özel'in dizelerindeki "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat" hakikatini söyleyebilmek için; sanatçılara yaşarken değer vermelidir has bir okuyucu. Bu hususta Orhan Veli'yi haklı çıkarmamalı: "Ölürüz diye mi üzülüyoruz? / ne ettik, ne gördük şu fani dünyada / kötülükten gayri?"...

Hüseyin Akın, her şiir kitabını birer ders niyetine okuduğum, günümüz Türk şiirinin nadide bahçelerinden biri. Kanaatim odur ki, birçok has şiir takipçisi yahut sevdalısı için de öyle. En azından öyle olmalıdır. Bir öğretmen olarak ne şanslıdır onun öğrencileri. Birkaçıyla tanıştım, bu şansın farkında olanlar da vardı olmayanlar da. Hayat zaten kimi affedip kimi affetmeyeceğini böyle seçer: Farkında olanlar yahut olmayanlar.

Ay Tanığım Olsun, Ömrümün Kısa Günü, Kumaştan Çalan Terzi, Çöl Vaazları ile toplu şiirlerini barındıran Sevmek Karanfil ve Kiraz adlı kitaplarından sonra Yan Tesir'in beşinci şiir kitabı olduğunu söyleyebiliriz şair için. Şule Yayınları etiketiyle Mayıs 2017'de neşrolunan kitap, iki bölümden oluşuyor: Hüseyni Şiirler ve Türkçe Sözlü Hafif Şiir. Toplam 38 şiir var Yan Tesir'de. Kitabın ismi, bölüm isimleri ve şiirlerine verilen isimler, tıpkı deneme kitaplarında olduğu gibi Hüseyin Akın'ın bir "isim seçme erbabı" olduğunu gösteriyor. Hem titiz, hem de dahice. Birkaç misal vereyim: Yaşamak Ölesiye, Diş Bileyciler Çarşısı, Ölürsem Ölürüm, Süper(sin), Sinop/sis, Allah'ın Pastasından Bir Dilim, Annemden Duyduğum Kadarıyla Hayat, Gece Nöbetinde Bir Oğulun Babasına Söylediğidir, Kayıp Kızlar İlahisi, Son/Uç İlahisi, Söylenmemiş Yalana Bir Şey Gerekmez, Yağmura Kısa Film...

Hüseyin Akın'ın bir diğer Allah vergisi özelliği, maşallah ki hafızasıdır. Ayrıca bugüne kadar birlikte yer aldığımız söyleşi yahut panellerde gördüm ki kendi şiirlerinden çok İsmet Özel şiiri okur, ama ezberden okur. "Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir" diye başlar, mûsıkî biler bir ritimle sonuna kadar belirgin bir âhenkle okur. Bu âhenk anlayışı, hiç şüphe yok ki tüm şiirlerinde görünebilir. Bir müzik albümü dinlenirken nasıl ki ruhta sakinlik ve sükûnet tebarüz ediyorsa, Akın'ın şiirleri de aynı etkiyi yaratır. Yalnız bazen insan oturduğu yerden kalkmak, yumruğunu havaya kaldırmak ister. Bazen de benim gibi "bu dizeyi ben yazmak isterdim ama yazmış kadar oldum" der. Özellikle şu son söylediğimi en çok yaşadığım şair Hüseyin Akın'dır. Çok istediğim bir şeyi yapacağım şimdi, şiirlerinden kıtalar değil mısralar paylaşacağım:

- Heceden geçmeseydim ben ona bahçe derdim
- Abartsaydım seni ben gökyüzünü öperdim
- Google'dan mezun çocuklar bunu bilirler
- Bağışlar her şeyi bir keman sesi
- İnsan bir şeyler söylemek için hayata dair yaklaşır çiçekçilere
- Yok, bulamadım dünya gibisini, dolaştım bütün oyuncakçıları
- Herkes tarih okur, ben pencereden bakarım
- Herkes yerli yerinde, yerinde değil tabir
- Niye geldik dünyaya? Damatlık beğenmeye
- İnsanın gündemi: kendinden geçmek
- Susulan her sözcük kopabilir

Topraktan uzak göğe yakın ama gökyüzüne değil. Böyle yaşıyoruz. Şair bu yaşayışta "Evin yolu bu kadar, ekmek yoksa savaş var / avuca tüneyen kuş "gök nerde?" diye sordu" dizeleriyle nöbet tutuyor. Tüm uykusuzlukları hakkında konuşurken, "onu ben bir poğaça kâğıdına sarmıştım" diyor. Bunca uyanık arasında kendince bir uyku türküsü tutturuyor: "Bırak gözü açıklar hayatı sobelesin / yumalım gözümüzü, kanatlansın şarkımız."

Deneme yazmak, herkesin deneyebileceği bir şey gibi gözükse de kendince bir tavır, karakter ve duruş gerektirir. Şiir biraz da Allah vergisidir ama deneme olunca Allah, kulunu "buyur kağıt ve kalem, göster hünerini" der gibi bırakır. Bu bırakılışla birlikte deneyici, eğer şairse, kelimeleri bir saz semaisi gibi diziverir. Ortaya içten, dürüst ve gerçek metinler çıkar. Bu minvalde, son yıllarda Hû DönüşüKaybolmak İçin Nereye Gitmeli? ve Yalan Dünyanın Yanlış İşleri gibi çok önemli kitaplara imza atan Hüseyin Akın'ın yeni bir deneme kitabı daha görücüye çıkıyor: Tespitçi Dükkânı. Bu haberi vermeden bu yazıyı bitirseydim içim rahat etmezdi. İçimin tam manasıyla rahat etmesi için kitaptan bir paragraf aktarmam da lâzım: "İnanmakla sevmek arasında sanki dağlar varmış gibi birinden diğerine giden yolları önyargılarımız ve peşin fikirlerimizle tıkıyoruz. Saatlerce oturup kalkıyoruz ama birbirimizin gözlerinin içine bakmadan ve yüreğine hiç dokunmadan..."

Bu yazının başlığını Hüseyin Akın'ın son köşe yazısından devşirdim. Bir görev bilinciyle ve samimiyetle devşirdim. Çünkü şair Hüseyin Akın'ı da öyle bilirim. Popüler olandan, piyasa edebiyatından, performans şenliklerinden uzak; hatır için değil hakkaniyet için söyleyen bir şair olarak bilirim. Hakiki şairlerin koruyucusu Allah, daima gönlünü genişletsin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Yazmak, yalnızlık ve Duras

Yazmak, insanın içinde saklı yabancıya ulaşmasıdır. Yabancılık da yalnızlıkla ilişkili bir farklılıktır. Yazar, yani yalnız insan, bu uğraşıyla kendisini bedensel çalışmadan kopmuş hissediyor. Normal ya da yazar açısından “anormal” sayılan gerçek yaşamın sınırlayıcı ve zorlayıcı çerçevesi, uyum sağlanabilmesi mümkün görünmeyen bir sıradanlık hali alıyor. Kendi dünyasını kurmak isteyen bir çocuğun hayalleri gibi, daima teoride kalan bir ütopya oluşuyor yazarın zihninde. Olanlar ve olması gerekenler arasında bir çatışma yaşıyor yazarın iç dünyası.

Yazar düşünen insandır, aklını yoracak hiçbir meselesi kalmadığında bile, ki bu mümkün gözükmeyen bir varsayımdır, düşünmek üzerine düşünen, daima yalnızlık olgusuna çare arayan ve en önemlisi yalnız olmasına rağmen insanlarla bütün duygularını ve bilgilerini paylaşan insandır. Yazar, bir bakıma sessizlikten kurtulmaya çalışır. Her şeyden kaçarak, hepsine kavuşmak istemek gibi bir şey. İnsan fiziksel açıdan hiçbir zaman yalnız değil, fakat ruhunu canlı tutamadığı müddetçe daima kopuk, daima bir şeylere yabancı. Kendisine yabancı, çevresine yabancı, yaradılışına yabancı.

Yalnızlığın anlamı ne ise, yazarak yabancılaşmak, biraz da sosyal hayattan koparak ‘yabanıl’laşmak aynı şey gibi duruyor. Belki bir nüans var arada. Niçin, ne amaç uğruna yazdığınıza bağlı yalnızlığınızın anlamı. Faydalı olabilmek için mi, yoksa farklı olabilmek için mi yazıyorsunuz? Bunun cevabıdır aslında ilgilenmemiz gereken konu.

Okumanın anlayışı zenginleştirmek olduğu bir gerçekse, yazar yalnız bir insan ve yazmak ise sadece basit bir yalnızlık yahut yabancılaşma çabası olarak algılanmamalıdır. Yazar belki biraz kendisi için, çoğunlukla da başkaları için hayatını feda eden insandır. Bu yüzdendir ki, bazı anlayışlara göre ‘yazmak’ bir cihat olarak kabul edilir ve müspet anlamda yazarların, âlimlerin ve tabii öğretmenlerin çok müstesna bir yeri vardır. Bunun inançla paralellik gösterdiği de muhakkaktır.

Entelektüel bağlamda yalnızlığın derinliği, mânâsı ve mistizmi inanç sistemine bağlıdır. Neyin uğrunda yalnız kaldığınızla anlamlanır bir yerde yabancılaşmanız. İnsanın mutlak surette yalnız, fakat nihayetinde Yaratan’ıyla her zaman ve her yerde beraber olduğuna göre hiçbir zaman yalnız olmadığını düşünürsek, yalnızlık göreceli bir kavram oluyor. Bu farkı kişinin inancı belirliyor ve gerçekten yalnız olup olmadığına böylece karar verebiliyor.

Marguerite Duras, yalnızlığın bir yerden sonra deliliğe adım attırdığını söylerken, belki de bu inanç farklılığından kaynaklanan çıkmazı yaşıyor olmalı. İnsanın, hatta kuvvetli bir yazarın bile, yalnızlığa büyük yaralar almadan alışabilmesi için daima hüküm altında olduğunu gururuna sindirebilmesi ve bunu bir kişilik sorunu yapmadan kabullenebilmesi gerekiyor. Evet, yazar aslında yalnızdır. Fakat bu yalnızlığını bütünüyle bir sessizlikten ibaret görmesi de, kalabalıklar içinde yalnız olduğunu fark etmemesi kadar yanlıştır. Yalnızlığın, somut gerçekliği bir yana, tek boyutlu bir soyutluk gibi iptidai bir meseleye indirgenmesi önemli sorun.

Amacım mistik bir çözümlemeye kalkışmak değildir elbette. Yalnızlığın, yabancılaşmak kadar kendini tanımak anlamına geldiğini de belirtmek istiyorum. İşte anlatmak aşkına vurulan yazarın ne denli önemli bir konumda bulunduğunu, kendisini tanıyarak başkalarına tanıtmakta, böylece insanlar ve toplumlar arasında iletişim kurmak borcunda olduğunu söylüyorum. Bu küçümsenemeyecek kadar önemli bir uğraştır.

Bir Hadis-i Kutsi’de; “Kendini bilen, Rabbini bilir,” buyruluyor. Kanımca insanın kendisine ve dolayısıyla Yaratan’ına ulaşmadaki yoluna işaret ediliyor. İnsan ve yazarın yalnızlığa sığındıkça kendisine ulaştığı ve düşünme adına olumlu bir adım attığı bir gerçekse, bununla yaratılış amacımız arasında bir bağ olmalı.

Son dönem batı edebiyatının önemli yazarlarından Marguerite Duras’ın Yazmak isimli kitabından yola çıkarak inançsızlığın, yalnızlığın ne denli “yabancılaşmak” anlamına kaydırıldığını, olumlu ve olumsuz anlamda geliştiğini vurgulamak istiyorum. Duras, “Yazı bilinmeyendir,” diyor; “Kafasının içindeki, bedeninin içindeki bilinmeyen... Bir düşünce bile değildir yazmak; insanın kendi kişiliğinin yanında sahip olduğu bir tür yetidir, kendine koşut bir başka kişinin yetisi, ortaya çıkıp ilerleyen, gözle görülmez, düşünceyle, öfkeyle donanmış ve kimi zaman, kendi edimi yüzünden yaşamını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan... İnsan ne yazacağını bilseydi, hiçbir şey yazamazdı. O zahmete değecek bir şey olmazdı bu...

Duras’ın üzerinde durduğu yalnızlık, buruk bir yabanileşme. Her şeyden kopmak ve soyutlanmak. Belki ilk başta bir amaçla yola çıkmak, daha sonra amaçsızlık denizinde yolunu kaybetmek, tesadüflerin rüzgârıyla keder ve neşe arasında gidip gelmektir. Ne yaptığını bilir yazar, yani bilmelidir. Sezginin büyük bir rolü yok değildir. Yazı, evet, bir keşiftir. Çoğu zaman yazdıklarınız sizin kontrolünüzden çıkarak başka bir düzleme kayabilir. Bu gayet doğal bir şey. Yazar, yazdıkça yeni şeyler keşfeder. Bir bilim adamıyla yazar arasındaki temel fark da budur esasında. Fakat neyi, niçin anlattığını bilmeyen bir aklın parlak zekâsı, gayesizliği savunmaktan ileri gidemez. Yazmak, anlatmaktır. Öyleyse planlanmadan, ölçüp biçilmeden anlatılmaya kalkışılan şeyler, sahibini yönetir. Hayır, yazar ne yazacağını kesinlikle bilmelidir. Bu bir rüya değildir. Sezgi, ilham, bunlar keşfin yol açıcılarıdır. Her şey tabii ki yazarın kontrolünde olmayabilir, bazen doğal bir süreçte amaçlarınız farklı anlamlar kazanabilir. Bir dil ve üslup sanatı olan yazarlığın bilimsel çalışmalardan farkı, ruh dünyasındaki bilinmeyenleri keşfetmek oluşudur. Her ne kadar kontrol dışına çıksa bile, planlı ve programlı, ciddi bir uğraştır.

Duras’ın; “İnsan yazsaydı, ne yazardı çabası” olarak algıladığı yazmak edimi, doğru, keşiftir bir bakıma. Fakat bir farkla ki, neyi keşfedeceğini bilen ve isteyen bir kâşifin amacına ulaşması, başarmasıdır. Yazı yel gibi gelip geçmez. Bu güzel bir çayın boğazınızdan geçip gitmesi kadar sıradan, geçici bir haz veren iş değildir. Artık ortada kimse için olmasa bile, yazarın kendisi için son derece faydalı olan bir ürün vardır. Akılda uçuşan milyonlarca düşünce kırıntısının somut hale gelmesi ve sonsuza kadar yaşayacak olmasıdır. İtiraf etmek gerekirse, biraz da gurur verici bir şeydir bu.

Duras, yazmayı yaşamak kadar önemli buluyor. Bu noktada hakkı var. Yazmak düşünmektir, aldırmaktır, umursamaktır, önemsemek ve endişe etmektir. Her ne kadar acı verse de yalnızlık değerlidir. Sessizliğin sesini ve yalnızlıkta ortaya çıkan kendinizi dinlemek ve anlatmak önemlidir. İşte “yazmak, içinizdeki yabancıya ulaşmaktır” derken, o yabancının kim olduğunu düşünmek gerek. Yazar, anlamakla ve anladıklarını anlatmakla yükümlü kişi ve insanlık tarihini tarihçilerden daha gerçekçi aktarması gereken bir memurdur.

Platon’un deri ki: İnsan, anlayabildiği kadar yaşar. Anlatmak, anlamanın sonucudur. Yaşamın bir amacı olduğu muhakkaktır. Bu yüzden, insanın hayatın akışına kendisini teslim ederek, açık ve gizli gerçekler konusunda düşünmeden, kaygısız yaşaması kabul edilebilir bir durum değildir. Düşüncesiz, bilgisiz ve dolayısıyla amaçsız bir yaşamın, insanın kolayına geldiği için daha rahat olduğunu savunmanın acziyet olduğu muhakkaktır. İnsanın, varoluşuna bir anlam verebilmesi için kesinlikle kendisini tanıması gerekir. Bunun için de başkalarını, başkalarının hayatını, düşünce ve psikolojik yapısını bilmesi gerekir. Hayatı tanımak için, amaçların anlam kazanabilmesi için, insanın sadece kendi tecrübelerinden değil, başkalarının tecrübelerinden de yararlanması gerekir. Bunu ifade eden güzel bir söz: “Akıllı insan, yaşadıklarından ders alandır. Daha akıllı olanı ise, başkalarının yaşadıklarından ders alandır.” Bunu gerçekleştirmenin en kolay ve sağlıklı yolu ise, tabii ki okumaktır.

Emre Miyasoğlu
twitter.com/emremiyasoglu