"Futbol insanları birleştirir. Bu, her yerde böyledir; ama Dortmund'da uç noktada yaşanır. Bu da, bu kitapta harika bir biçimde açığa çıkıyor."
- Sebastian Kehl
Avrupa futboluna bir şekilde merak sarmış ve devamında yoğun biçimde ilgilenmiş herhangi bir futbol severin Borussia Dortmund'u es geçmesi mümkün değildir. Bu takım renkleriyle, formalarıyla, oyuncularıyla, stadıyla ama en önemlisi de taraftarıyla her zaman ilgi çekmiş fakat hiçbir zaman marka olmamış, endüstriyel futbol karşısında elinden geldiğince tutkuyu ön plana çıkarmış bir takım. Belki de bu yüzden kulüp denemiyor; takım, hatta ekip deniyor. Tutkunun renkleri, tutkunun taraftarları ve nihayet tutkunun takımı: Borussia Dortmund. Kısaca, BVB.
Efsane teknik direktörleri Jürgen Klopp'un Dortmund'daki son sezonu (2014-15) oldukça sıkıntılı geçmişti. Takım uzun bir süre küme düşme hattında ve yakınlarında bocalamış, Şampiyonlar Ligi'nde beklenilenden çok uzak bir performans göstermiş, Almanya Kupası finalinde ise Wolfsburg'a 3-1 yenilmişti. Borussia Dortmund, Bundesliga'da sezonu 46 puanla 7. sırada tamamlayabilmişti. Dolayısıyla bir sonraki sezonda Avrupa Ligi üçüncü ön eleme turuna katılma şansını kazanmakla avunmuştu. 2008-2015 yılları arasında Dortmund'da teknik direktörlük yapan Kloop, takımının başında toplam 318 maça çıktı; 179 galibiyet, 69 beraberlik, 70 mağlubiyet gördü. Kazanma ortalaması %56.3 olarak Liverpool'un başına geçti. Dortmund'dan önceki kariyerinde ise Mainz 05'i yönetmiş, %40.4 galibiyet ortalaması tutturmuştu. Kloop'un şimdilik kariyeri boyunca kazandığı kupalar şöyle: 2 Bundesliga şampiyonluğu (2010-11 ve 2011-12), 1 DFB Pokal şampiyonluğu (2011-12) ve 2 DFL-Supercup şampiyonluğu (2013 ve 2014). Bunların dışında 2011 ve 2012'de Almanya'da yılın teknik direktörü de seçildiğini belirtmek gerekir.
Neden bu kadar Klopp'u anlattım? Aslında uzun da değil, kariyer özeti. Kitap Klopp temelli olmasa da onun vedası çok yoğun biçimde hissediliyor. Moritz Rinke'nin editörlüğünde hazırlanan "Oyunu Okumak: Sarı-Siyah Bir Yıl", Almanya Yazarlar Milli Takımı'nın bir yıl boyunca tribünlerden Dortmund'a eşlik edişinin yazıya dökülmüş hâli. Hepsi farklı takımlara gönül vermiş yazarlar için benzersiz bir deneyim olsa gerek. Özellikle de böylesine hazin bir sezona denk geldiğini düşünürsek: Jürgen Klopp'un Borussia Dortmund'a vedası, büyük kaptan Sebastian Kehl'in futbola vedası, küme düşme korkusu ve tüm bunlara karşın BVB'nin o efsane tribünü Duvar'ın asla yılmaması, asla vazgeçmemesi, asla takımını yalnız bırakmaması. (You'll Never Walk Alone!)
İthaki Yayınları'nın neşrettiği bu kitabı okumak Dortmund'un bir futbol maçını izlercesine keyifli. Levent Konça'nın Almancadan titiz çevirisi ve Tim Dinter'in harika illüstrasyonları da eklenince maç bitsin istemiyorsunuz. Tan Morgül'ün sunuş yazısında söylediği gibi: "Kitapta, yazar Marius Hulpe pek güzel bir alegori yapıyor: "Borussia bir kadın olsaydı, 20'li yılların Berlin'indeki histerik kabare sanatçılarından biri olurdu; sabahları ölümüne kederli, akşamları gökyüzüne doğru hafifmeşrep çığlıklar atar halde." Bu güzel pası kaçırmıyor ve ben de kendimce devam ediyorum: Peki ya Borussia erkek olsaydı? Herhalde Zollern maden ocağında çalışan işçi, şair ve devrimci Eugène Pottier olurdu; sabahları ocağın karanlıklarında kömür tozuyla nefeslenen, akşamları Dortmund sokaklarında şiirlerini haykırır bir halde... Bu arada komünarlar (Dortmundlu oyuncular), Zafer Sütunu'nu (Bayern Münih) yıkıyor olurdu."
Kitabın sonsözünü ise oyunculardan Sebastian Kehl söylüyor. Futbolcuların eli kalem tutanını görmek hem bir okuyucu hem de bir futbol sever için tarifsiz. Öyle güzel betimlemeleri var ki emektar kaptanın, şaşmamak mümkün değil. Bunlardan biri şöyle: "Buraya, Dortmund'a, bu stada geldiğinizde, gözlerinizi Güney'e çevirdiğinizde, stadın sallanışını ve tutkuyu hissettiğinizde olan şey tam da budur. Gerçek aşk, size de bulaşabilir."
Kehl'in anlatımı karşısında şaşkınım. Tam da futbol sezonunun ara verdiği döneme denk gelen bu okumam beni neredeyse kahredecek. Çok özlediğimi hissediyorum, televizyonda maç özeti arar hâle düşüyorum. Derken çok sıkı bir paragraf daha geliyor: "Akılda kalan, insanlarla aranızdaki bağdır. Paylaşılan acılar ve sevinçlerdir. BVB, bir istatistik değil, bir duygudur. Bu olmasa, işin sportif kısmının da pek bir önemi olmazdı. Kimse farkına varmadıktan sonra, bir galibiyetin ne değeri olurdu ki? Ve işin sportif kısmı -oyun- bu yazılara vesile olsa da, bu kitabın odağında daima taraftarın, seyircinin, insanların hikâyeleri yer alıyor..."
Son olarak, kitapta 2015 sezonunda Dortmund'dan ayrılıp Paderborn'a transfer olan, dolayısıyla bu dramatik sezonu BVB formasıyla geçirmiş Oliver Kirch'in de Sıfır Noktası başlıklı güzel bir yazısı bulunuyor. Kitabın bitişinde editör Moritz Rinke'nin Jürgen Klopp'la yaptığı kısa söyleşi ise futbol tarihi için güzel notlar barındırıyor. Rinke, "Futboldan neler öğrenilebilir?" diye sormuş, Klopp ise şöyle yanıtlamış: "Futbolun zirvesinde, bahanelerin pek hükmü yoktur. Futbol son derece dürüsttür. Bu da şu anlama gelir: Her şeyi yaparsın ve bunun karşılığını mı alacağın, yoksa yanlış günde yanlış rakibe çattığın için canına mı okunacağı kesin değildir. Futbolcular, eleştiriyle çok iyi başa çıkabiliyor. Gündelik yaşamdaki insanlar sanırım öyle değil. Gazeteciler! Gazeteciler eleştiri yaparken sözlerini hiç sakınmaz, her şeyi yazabilir; ama sen içlerinden birine," Baksana, on beş yazını okudum ve hiç yazamadığın dikkatimi çekti" desen, çöker."
"Hayatım onsuz kesinlikle daha kolay ama asla bu kadar güzel olmayacak olan takımıma çok teşekkür ederim" diyerek kitabın bitiş düdüğünü çalıyor Rinke. Evet, tutkusuz belki daha kolay yaşanır ama tutkuyla daha güzel yaşanır. Futbol da en güzel tutkulardan biridir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
14 Ocak 2017 Cumartesi
11 Ocak 2017 Çarşamba
Şimdi kalplerimizi dinleme zamanı
Kalbin sustuğu, gönül ritminin bozulduğu zamanlardayız. Bilgimizin ve bilincimizin merkezi kalp değil artık. Aklın, nefsin arzularına gem vuran kalple düşünmek uzun zamandır gündemimizde yok. Kuru aklın, sıradan realitenin, sıkıcı gerçekliğin boyunduruğu altındayız. Kalbin söylediklerine, gönül makamına kulaklarımızı kapattığımızdan yaşadığımız dünya adeta bir kötülük kampına dönmüş gibi. Herkesin kendi menfaatini düşündüğü, kişisel çıkarın tek gerçeklik olduğu, gemisini yürütenin kaptan olduğu, kimsenin kimseyi düşünmediği bir dünyada kötülükten başka ne egemen olabilir ki? Söylediklerimize muhatap bulamadıktan, muhataplar dikkate değer görülmedikten sonra neyin değeri kalır ki? Kalpten kalbe giden bütün yollar kapandıktan sonra…
Kalbin zamanı diyor Kemal Sayar, Timaş Yayınları'ndan çıkan Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı kitabında… Bu zamanı unuttuğumuzdan, kalbin zamanını yaşayamadığımızdan yağmurlar da, rüzgâr da kendi zamanlarını yitirdiler. Kalplerin kalplere değmediği, herkesin herkese yabancı olduğu bir gurbetteyiz adeta. Şehirler gönlümüzü ve ruhumuzu yoruyor. Hiç yaşamamış, çalışmamış yorgunlarız.
Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı günümüzün kasvetli havasını dağıtmak için okunması gereken kitaplardan. Kitabın ismi popüler akımları, moda trendleri hatırlatsa da içeriği hiç öyle değil. Modern zamanların insanı nesneleştiren, değersizleştiren, yalnızlaştıran mantalitesine karşı derin isyan var. Bireyciliğin, benmerkezciliğin canına okunuyor adeta. Kitabın yazarı önemli bir psikiyatr olan Kemal Sayar. Kemal Bey, psikiyatr olmasına rağmen modern psikiyatri kuramlarını eleştiren biri. Mekanik bir anlayışa sahip bir psikiyatr değil. Kendisi aynı zamanda bir şair. Sözün sağaltıcı etkisine inananlardan. Sözün şifa, sesin şifa olduğuna inananlardan. Bizlere, baştan sona kötülüğün, umutsuzluğun kol gezdiği dünyamıza ve insanlığa kalbin zamanını hatırlatıyor. Evet, karamsar tablonun varlığını inkâr etmiyor ama bu tabloya esareti de kabullenmiyor. İnsan için dinlemenin ve işitmenin vazgeçilmezliğini yeniden vurguluyor. Kalbin zamanını yaşamanın, kalbi dinlemenin ve oradan sadır olacak kelimelerin ruhumuza dokunmasının gerekliliği ifade ediliyor. İyiliğin peşinde ömür geçirmeye, ulu bir nazarla bakmak insana, insan için kolaylaştırmak…
Söz konusu kitap söyleşilerin bir araya getirilmesinden müteşekkil. Çeşitli zamanlarda çeşitli yayınlarda yer alan söyleşiler. Üç bölümden oluşuyor kitap: “Leyla’dan Geçme Faslı”, “Yaşama Ödevi”, “Kalpten Kalbe Bir Yol”. Yazar kitabında kadim bilginin izinde dünü ve bugünü yorumluyor. Aşkla ilgili düşüncelerini, yanılgılarımızı açıyor. Hüzünden bahsediyor, modern zamanlarda unutulmak istenen kadim değerlerin altını çiziyor. Unutulan ne varsa hepsi kelimelerin sırtına binerek yeniden sayfalara doğru dörtnal koşuyor. Sayfalardan zihnimize… Okudukça ne büyük bir geleneğin içinden geldiğimizi ve ne büyük bir mirasyedi olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Bir kez daha Batı karşısındaki komplekslerimizin bizi ne kadar hırpaladığını görüyoruz. Sahici aidiyetlerin yerine inşa edilen kibirli benliklerin, bencilliklerin esiri olmuşuz. Duygudan uzak, insanlıktan nasibini almamış bir çağdayız. Kemal Sayar’ın çokça altını çizdiği gibi iş hayatı olsun, özel hayat olsun içinde merhameti, şefkati barındırmıyor. Kurban olmamak için zalim olmayı seçiyoruz. Ayakta kalmak en büyük amacımız. Bu, başkalarının yıkılmasını gerektirse de… İncinmekten korkuyoruz. En çok neyi konuşuyorsak aslında hayatımızda en az olan o şey. Ölümle sağlıklı bir hesaplaşma yapamamışız. Ölümden korkuyoruz.
Kemal Sayar'a bazı söyleşilerde ise daha çok depresyonlar, travmalar, sosyopati, antisosyallik gibi daha teknik konular üzerine sorular soruluyor. Kemal Sayar, bu sorulara tek bir pencereden bakarak cevaplar vermiyor. Bilimin, kadim doğu ve batı bilgeliğinin ve bizim kültürümüzün içinden bakarak bir şeyler söylüyor. Ülkemiz için oluşacak ciddi tehlikelere dikkat çekiyor. Test ve tostla aptallaştırılan, merhamet duygusunu yitiren, adeta yarış atı gibi sınavlarda koşturulan çocuklarımızın trajedisine ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor. Mutluluğun çok şeye sahip olmada değil, kanaatkârlıkta gizli olduğunu söylüyor. Özellikle bütün toplumun ruh sağlığını bozan televizyon üzerine altı çizilerek okunacak satırlar var.
Kitapta kelimelerin adeta raks ettiği bölümler de var. Bir şairin bir nesri şiir gibi yazacağını da görüyoruz. Bu kısımlarda Kemal Sayar’ın şiir kitapları ile ilgili sorular mevcut.
Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, modern psikiyatri kuramlarına muhalif olan, her dem insanın biricikliğini vurgulayan, sözün iksirine inanan psikiyatr ve şair Kemal Sayar’ın dikkatle okunması gereken söyleşilerinden oluşuyor. Sıcak bir üslup, ötekileştirmeyen bir bakış… Dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, yarenliği depresyon ilaçlarından daha çok tavsiye eden bir insaniyetlik. İnsana değer verme… Kemal Bey günümüzdeki hoyratlaşmaya, merhametsizleşmeye karşı birbirimizi dinlememiz gerektiğini söylüyor. Merhametin, şefkatin, bizim geleneksel kodlarımızda var olduğunu… Modern gelişim kitaplarını, “Secret”ları okumak yerine Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı tanımamızın kaçınılmazlığını…
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Kalbin zamanı diyor Kemal Sayar, Timaş Yayınları'ndan çıkan Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı kitabında… Bu zamanı unuttuğumuzdan, kalbin zamanını yaşayamadığımızdan yağmurlar da, rüzgâr da kendi zamanlarını yitirdiler. Kalplerin kalplere değmediği, herkesin herkese yabancı olduğu bir gurbetteyiz adeta. Şehirler gönlümüzü ve ruhumuzu yoruyor. Hiç yaşamamış, çalışmamış yorgunlarız.
Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı günümüzün kasvetli havasını dağıtmak için okunması gereken kitaplardan. Kitabın ismi popüler akımları, moda trendleri hatırlatsa da içeriği hiç öyle değil. Modern zamanların insanı nesneleştiren, değersizleştiren, yalnızlaştıran mantalitesine karşı derin isyan var. Bireyciliğin, benmerkezciliğin canına okunuyor adeta. Kitabın yazarı önemli bir psikiyatr olan Kemal Sayar. Kemal Bey, psikiyatr olmasına rağmen modern psikiyatri kuramlarını eleştiren biri. Mekanik bir anlayışa sahip bir psikiyatr değil. Kendisi aynı zamanda bir şair. Sözün sağaltıcı etkisine inananlardan. Sözün şifa, sesin şifa olduğuna inananlardan. Bizlere, baştan sona kötülüğün, umutsuzluğun kol gezdiği dünyamıza ve insanlığa kalbin zamanını hatırlatıyor. Evet, karamsar tablonun varlığını inkâr etmiyor ama bu tabloya esareti de kabullenmiyor. İnsan için dinlemenin ve işitmenin vazgeçilmezliğini yeniden vurguluyor. Kalbin zamanını yaşamanın, kalbi dinlemenin ve oradan sadır olacak kelimelerin ruhumuza dokunmasının gerekliliği ifade ediliyor. İyiliğin peşinde ömür geçirmeye, ulu bir nazarla bakmak insana, insan için kolaylaştırmak…
Söz konusu kitap söyleşilerin bir araya getirilmesinden müteşekkil. Çeşitli zamanlarda çeşitli yayınlarda yer alan söyleşiler. Üç bölümden oluşuyor kitap: “Leyla’dan Geçme Faslı”, “Yaşama Ödevi”, “Kalpten Kalbe Bir Yol”. Yazar kitabında kadim bilginin izinde dünü ve bugünü yorumluyor. Aşkla ilgili düşüncelerini, yanılgılarımızı açıyor. Hüzünden bahsediyor, modern zamanlarda unutulmak istenen kadim değerlerin altını çiziyor. Unutulan ne varsa hepsi kelimelerin sırtına binerek yeniden sayfalara doğru dörtnal koşuyor. Sayfalardan zihnimize… Okudukça ne büyük bir geleneğin içinden geldiğimizi ve ne büyük bir mirasyedi olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Bir kez daha Batı karşısındaki komplekslerimizin bizi ne kadar hırpaladığını görüyoruz. Sahici aidiyetlerin yerine inşa edilen kibirli benliklerin, bencilliklerin esiri olmuşuz. Duygudan uzak, insanlıktan nasibini almamış bir çağdayız. Kemal Sayar’ın çokça altını çizdiği gibi iş hayatı olsun, özel hayat olsun içinde merhameti, şefkati barındırmıyor. Kurban olmamak için zalim olmayı seçiyoruz. Ayakta kalmak en büyük amacımız. Bu, başkalarının yıkılmasını gerektirse de… İncinmekten korkuyoruz. En çok neyi konuşuyorsak aslında hayatımızda en az olan o şey. Ölümle sağlıklı bir hesaplaşma yapamamışız. Ölümden korkuyoruz.
Kemal Sayar'a bazı söyleşilerde ise daha çok depresyonlar, travmalar, sosyopati, antisosyallik gibi daha teknik konular üzerine sorular soruluyor. Kemal Sayar, bu sorulara tek bir pencereden bakarak cevaplar vermiyor. Bilimin, kadim doğu ve batı bilgeliğinin ve bizim kültürümüzün içinden bakarak bir şeyler söylüyor. Ülkemiz için oluşacak ciddi tehlikelere dikkat çekiyor. Test ve tostla aptallaştırılan, merhamet duygusunu yitiren, adeta yarış atı gibi sınavlarda koşturulan çocuklarımızın trajedisine ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor. Mutluluğun çok şeye sahip olmada değil, kanaatkârlıkta gizli olduğunu söylüyor. Özellikle bütün toplumun ruh sağlığını bozan televizyon üzerine altı çizilerek okunacak satırlar var.
Kitapta kelimelerin adeta raks ettiği bölümler de var. Bir şairin bir nesri şiir gibi yazacağını da görüyoruz. Bu kısımlarda Kemal Sayar’ın şiir kitapları ile ilgili sorular mevcut.
Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, modern psikiyatri kuramlarına muhalif olan, her dem insanın biricikliğini vurgulayan, sözün iksirine inanan psikiyatr ve şair Kemal Sayar’ın dikkatle okunması gereken söyleşilerinden oluşuyor. Sıcak bir üslup, ötekileştirmeyen bir bakış… Dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, yarenliği depresyon ilaçlarından daha çok tavsiye eden bir insaniyetlik. İnsana değer verme… Kemal Bey günümüzdeki hoyratlaşmaya, merhametsizleşmeye karşı birbirimizi dinlememiz gerektiğini söylüyor. Merhametin, şefkatin, bizim geleneksel kodlarımızda var olduğunu… Modern gelişim kitaplarını, “Secret”ları okumak yerine Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı tanımamızın kaçınılmazlığını…
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Bütün klasik aşk hikâyeleri üç ciltte bir arada
Hikâyeler, inandığımız değerleri, gelenekleri, âdetleri, kahramanlıkları, acıları, mertlikleri ve aşkları bünyesinde ihtiva eden bir tür olarak sosyolojik bir vesikadır. Anadolu insanı, hikâyeyle anlatmış, hikâyeyle inanmış, hikâyeyle sevinmiş ve hikâyeyle üzülmüştür. Yüzü daima doğduğu topraklara dönük olan, yaşadığı toprağın hakkını vermek için elinden geleni yapan Anadolu insanı, derdini, tasasını doğrudan söylemek yerine hikâye etmeyi tercih etmiştir. Anadolu insanının elinde biriken çizgiler de yüzünde biriken çizgiler de hikâyenin izleridir. Her bir çizgi, doğrudan dile getirilemeyen bir derdin, mahcubiyetin, utangaçlığın hikâyesini anlatır. Anadolu insanı, insana ulaşmak, insana yakın olmak, düşmanlıkları bitirmek, sevdiğine kavuşmak için hikâyeye başvurmuş. İnsanlar, bir hikmeti olduğuna inandıkları olayları hikâye etmişler, kıssadan hisse alınmasını ummuşlar.
Günümüzde hikâye anlatıcıları olmasa da bu toprakların mahsulü olarak yine bu toprakların bağrında tütsüleniyor hikâyelerimiz. Çünkü hâlâ başkasının başına gelen acı bir olaydan ötürü hüzünlenen, “Onun derdine acıştım.” diyen, sevdiğinin oyalı mendilini saklayan, düşmana karşı mertçe direnen, başkasının malına, namusuna göz dikmeyi arsızlık sayan, komşusunun hâlini hatırını soran, nimetin kadrini bilen nice insanlarımız var. Hikâyelerimizi hatırlatan nice yüzler var. Hâlâ bir hikâyeyle sohbeti başlatan ya da bir hikâyeyle sohbetini hitama erdiren büyüklerimiz var. N. Ahmet Özalp, bu hikaye evrenine güzel bir katkıda bulunarak Aşk Gölünde Yüzen Canlar başlığıyla Türk insanının zihnine ve kalbine işleyen aşk hikâyelerini üç ciltte toplamış.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, geleneksel anlatılarda olduğu gibi hikâyelere bir döşemeyle giriş yapmış. Döşeme, Dede Korkut ile Yunus, Karacaoğlan ve Köroğlu’nun birer şiiri harmanlanarak yapılmış. Özalp, sunuş kısmında üç ciltlik kitabın hazırlanış aşamalarını anlatmış. Ortaya konan eser, en doğru, en yalın, çelişkilerden arındırılarak en anlaşılır biçimde okuyucuya sunulmuş. Kitaba alınan aşk hikâyelerinin değişik varyantlarının olması, üzerinde çalışılan eserin ne denli geniş ve meşakkatli bir yapıda olduğunu anlatmaya yetiyor. Çalışma aşamasında en geniş nüshadan en dar nüshaya kadar hiçbir nüsha es geçilmemiş. Eksiklikler ve fazlalıklar kontrol edilmiş. Parçadan bütüne, bütünden parçaya gidilerek hikâyelerin okuyucuya en sağlam şekilde ulaştırılması hedeflenmiş. Özalp, hazırladığı külliyata Yunus Emre’nin mısraından esinlenerek “Aşk Gölünde Yüzen Canlar” ismini vermiş. Kitabın alt başlığı ise, kitabın içeriğiyle mündemiç olarak “Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı” şeklinde tercih edilmiş. Özalp, aşk hikâyeleri külliyatı için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Yüzlerce yıldır Türk halkının ‘gönül dünyasını dile getiren ölmez hikâyeler’in tümünü içeriyor.”
Hikâyelerde anlatılan aşk, uğruna ölünebilecek, candan geçilebilecek, varını variyetini feda edebilecek aşkın bir duygu olarak işlenir. Âşık baktığı her yerde maşukunu görür. Gittiği her yere sevdiğini de götürür. Ucunda ölüm varsa âşık seve seve o ölüme yürür. Bu uğurda yapılacak hiçbir şeyden gocunmaz ve yerinmez. Helalliğe, rızaya önem verilir. Sevenin sevdiğine hissettiği duygular masumdur, şehvetperestçe değildir. Anlatılan aşk hikâyelerinde mutlaka bir iyi taraf bir de kötü taraf vardır. İyi taraf sevenleri kavuşturmak için çabalarken, kötü taraf sevenleri ayırmak için her türlü hileyi ve namussuzluğu dener. Sonunda galip gelen hep iyilerdir. Bu bakımdan hikâyeler, o kadim hikâyeyi hatırlatır hep, kötülükle anılan Kâbil ile iyilikle anılan Hâbil’i.
Aşk hikâyelerinin sonu genelde mutlu sonla biter. Mutsuz bir şekilde sonlanan hikâyeler de aslında mutlu bitmiştir. Çünkü sevenler, ebedî yurtta kavuşmuşlar, vuslata ermişlerdir.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, aşk hikâyelerini anlatsa da dostluklarımızı, aile ilişkilerimizi, hayat anlayışımızı, yaşantımızı, türlü aşklarımızı sorgulatıyor. Dünya da insan içindir ahiret yurdu da. İnsan dünyada sevdiklerini ne uğurda seviyor, bu uğurda neleri göze alabiliyor? Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bu uğurda neler yaptığımızı, niyetimizi, ne alıp ne verdiğimizi, ne kazanıp ne kaybettiğimizi sorgulatıyor. Nasıl bir gelenekten, nasıl bir kültürden beslendiğimizin vesikası olan hikâyelerimiz, eğrilikten yana değil doğruluktan yana olanın kurtuluşa ereceğini söylüyor. Hikâyelerde gençlerin bir işe, uğraşa, sanata sevk edildiklerini görüyoruz. Bu da bizim beslendiğimiz ve yaslandığımız kültürün, gençlerini önemsediği savını destekliyor. Hikâyelerimiz, hiçbir ferdin bu dünyaya boşu boşuna gelmediğini, her insana düşen bir sorumluluğun olduğunu hatırlatıyor. Kula istemenin yaraştığını, Allah’ın gönülden isteyene icabet ettiğini, hikâyedeki samimi karakterler aracılığıyla bir kez daha anlıyoruz. İnsan malıyla ve aşkıyla zillete düşebileceği gibi varsıllığı ve yoksulluğuyla, sevdasıyla izzet ve ikrama erebilir. Hikâyelerdeki ana karakterler, bu durumun en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Nazım ve nesrin iç içe geçtiği hikâyeler, zihni yormuyor. Zihnimizdeki ve kalbimizdeki bulanıklığı gideriyor, tıkanıklığı açıyor. Bir nehir alanı oluşuyor içimizde kendi yaşamımıza dair.
Hikâyelerdeki kahramanlar, birbirileriyle özdeşleşmiş karakterlerdir. Ferhat deyince Şirin, Aslı deyince Kerem aklımıza geliveriyor. Hafızalarımıza, aşkları uğruna sarf ettikleriyle kazınan bu karakterlerin isimlerini, bebeklerimize en güzel isimler olarak verdik. En güzel aşk şarkıları/türküleri, ilhamını bu hikâyelerdeki karakterlerden aldı. Uzun uzun anlatılan hikâyeler, az sözle çok şey anlatabilme kabiliyetimizi geliştirdi. Mazmunlar keşfedildi hikâyelerimiz sayesinde. Anlatılagelen halk hikâyeleri deyimlerimizi, atasözlerimizi, manilerimizi, özdeyişlerimizi üretmemize vesile oldu. Bugün hâlâ hikâyelerimizin meyvesini yiyoruz. Hikâyelerimize yüz veren, onu okuyan, dinleyen azınlıkta bir kesim var. Bu kesimin ürettikleri ile hikâyelerimizden beslenmeyen, ona sırtını dönen, hatta yeri geldikçe küçümseyen zihniyetin ürettikleri arasında müthiş bir fark var. Yerli düşüncenin, yerli edebiyatın en önemli kaynağı olan hikâyelerimiz, tarihimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün mihenk taşıdır.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bütün klasik aşk hikâyelerini okura topluca sunmak suretiyle yayımcılık tarihimizde bir ilki gerçekleştirmiş. Özalp, hazırladığı külliyatın hem okur hem de aydınlar tarafından ilgi göreceğine inanıyor, biz de öyle umut ediyoruz.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Günümüzde hikâye anlatıcıları olmasa da bu toprakların mahsulü olarak yine bu toprakların bağrında tütsüleniyor hikâyelerimiz. Çünkü hâlâ başkasının başına gelen acı bir olaydan ötürü hüzünlenen, “Onun derdine acıştım.” diyen, sevdiğinin oyalı mendilini saklayan, düşmana karşı mertçe direnen, başkasının malına, namusuna göz dikmeyi arsızlık sayan, komşusunun hâlini hatırını soran, nimetin kadrini bilen nice insanlarımız var. Hikâyelerimizi hatırlatan nice yüzler var. Hâlâ bir hikâyeyle sohbeti başlatan ya da bir hikâyeyle sohbetini hitama erdiren büyüklerimiz var. N. Ahmet Özalp, bu hikaye evrenine güzel bir katkıda bulunarak Aşk Gölünde Yüzen Canlar başlığıyla Türk insanının zihnine ve kalbine işleyen aşk hikâyelerini üç ciltte toplamış.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, geleneksel anlatılarda olduğu gibi hikâyelere bir döşemeyle giriş yapmış. Döşeme, Dede Korkut ile Yunus, Karacaoğlan ve Köroğlu’nun birer şiiri harmanlanarak yapılmış. Özalp, sunuş kısmında üç ciltlik kitabın hazırlanış aşamalarını anlatmış. Ortaya konan eser, en doğru, en yalın, çelişkilerden arındırılarak en anlaşılır biçimde okuyucuya sunulmuş. Kitaba alınan aşk hikâyelerinin değişik varyantlarının olması, üzerinde çalışılan eserin ne denli geniş ve meşakkatli bir yapıda olduğunu anlatmaya yetiyor. Çalışma aşamasında en geniş nüshadan en dar nüshaya kadar hiçbir nüsha es geçilmemiş. Eksiklikler ve fazlalıklar kontrol edilmiş. Parçadan bütüne, bütünden parçaya gidilerek hikâyelerin okuyucuya en sağlam şekilde ulaştırılması hedeflenmiş. Özalp, hazırladığı külliyata Yunus Emre’nin mısraından esinlenerek “Aşk Gölünde Yüzen Canlar” ismini vermiş. Kitabın alt başlığı ise, kitabın içeriğiyle mündemiç olarak “Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı” şeklinde tercih edilmiş. Özalp, aşk hikâyeleri külliyatı için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Yüzlerce yıldır Türk halkının ‘gönül dünyasını dile getiren ölmez hikâyeler’in tümünü içeriyor.”
Hikâyelerde anlatılan aşk, uğruna ölünebilecek, candan geçilebilecek, varını variyetini feda edebilecek aşkın bir duygu olarak işlenir. Âşık baktığı her yerde maşukunu görür. Gittiği her yere sevdiğini de götürür. Ucunda ölüm varsa âşık seve seve o ölüme yürür. Bu uğurda yapılacak hiçbir şeyden gocunmaz ve yerinmez. Helalliğe, rızaya önem verilir. Sevenin sevdiğine hissettiği duygular masumdur, şehvetperestçe değildir. Anlatılan aşk hikâyelerinde mutlaka bir iyi taraf bir de kötü taraf vardır. İyi taraf sevenleri kavuşturmak için çabalarken, kötü taraf sevenleri ayırmak için her türlü hileyi ve namussuzluğu dener. Sonunda galip gelen hep iyilerdir. Bu bakımdan hikâyeler, o kadim hikâyeyi hatırlatır hep, kötülükle anılan Kâbil ile iyilikle anılan Hâbil’i.
Aşk hikâyelerinin sonu genelde mutlu sonla biter. Mutsuz bir şekilde sonlanan hikâyeler de aslında mutlu bitmiştir. Çünkü sevenler, ebedî yurtta kavuşmuşlar, vuslata ermişlerdir.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, aşk hikâyelerini anlatsa da dostluklarımızı, aile ilişkilerimizi, hayat anlayışımızı, yaşantımızı, türlü aşklarımızı sorgulatıyor. Dünya da insan içindir ahiret yurdu da. İnsan dünyada sevdiklerini ne uğurda seviyor, bu uğurda neleri göze alabiliyor? Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bu uğurda neler yaptığımızı, niyetimizi, ne alıp ne verdiğimizi, ne kazanıp ne kaybettiğimizi sorgulatıyor. Nasıl bir gelenekten, nasıl bir kültürden beslendiğimizin vesikası olan hikâyelerimiz, eğrilikten yana değil doğruluktan yana olanın kurtuluşa ereceğini söylüyor. Hikâyelerde gençlerin bir işe, uğraşa, sanata sevk edildiklerini görüyoruz. Bu da bizim beslendiğimiz ve yaslandığımız kültürün, gençlerini önemsediği savını destekliyor. Hikâyelerimiz, hiçbir ferdin bu dünyaya boşu boşuna gelmediğini, her insana düşen bir sorumluluğun olduğunu hatırlatıyor. Kula istemenin yaraştığını, Allah’ın gönülden isteyene icabet ettiğini, hikâyedeki samimi karakterler aracılığıyla bir kez daha anlıyoruz. İnsan malıyla ve aşkıyla zillete düşebileceği gibi varsıllığı ve yoksulluğuyla, sevdasıyla izzet ve ikrama erebilir. Hikâyelerdeki ana karakterler, bu durumun en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Nazım ve nesrin iç içe geçtiği hikâyeler, zihni yormuyor. Zihnimizdeki ve kalbimizdeki bulanıklığı gideriyor, tıkanıklığı açıyor. Bir nehir alanı oluşuyor içimizde kendi yaşamımıza dair.
Hikâyelerdeki kahramanlar, birbirileriyle özdeşleşmiş karakterlerdir. Ferhat deyince Şirin, Aslı deyince Kerem aklımıza geliveriyor. Hafızalarımıza, aşkları uğruna sarf ettikleriyle kazınan bu karakterlerin isimlerini, bebeklerimize en güzel isimler olarak verdik. En güzel aşk şarkıları/türküleri, ilhamını bu hikâyelerdeki karakterlerden aldı. Uzun uzun anlatılan hikâyeler, az sözle çok şey anlatabilme kabiliyetimizi geliştirdi. Mazmunlar keşfedildi hikâyelerimiz sayesinde. Anlatılagelen halk hikâyeleri deyimlerimizi, atasözlerimizi, manilerimizi, özdeyişlerimizi üretmemize vesile oldu. Bugün hâlâ hikâyelerimizin meyvesini yiyoruz. Hikâyelerimize yüz veren, onu okuyan, dinleyen azınlıkta bir kesim var. Bu kesimin ürettikleri ile hikâyelerimizden beslenmeyen, ona sırtını dönen, hatta yeri geldikçe küçümseyen zihniyetin ürettikleri arasında müthiş bir fark var. Yerli düşüncenin, yerli edebiyatın en önemli kaynağı olan hikâyelerimiz, tarihimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün mihenk taşıdır.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bütün klasik aşk hikâyelerini okura topluca sunmak suretiyle yayımcılık tarihimizde bir ilki gerçekleştirmiş. Özalp, hazırladığı külliyatın hem okur hem de aydınlar tarafından ilgi göreceğine inanıyor, biz de öyle umut ediyoruz.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
6 Ocak 2017 Cuma
Koptuğumuz tüm yerlerimizin kederli ve ümitli dili
"İnsanın insana kattığı anlam dışında yaşamın hiçbir anlamı yoktur. İnsan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır."
- Erich Fromm
"Evlerimizi aydınlatmak, mısır tarlalarımızda büyümek, çocuklarımızın kalplerini doldurmak, terimizi silmek ve tarihimizi iyileştirmek için harekete geçtik. Hepsi bu kadar. Tüm istediğimiz bu. Ne daha fazla, ne de daha az."
- Subcomandante Marcos
Koptuğumuz tüm yerlerimizden birbirimize yeniden bağlanmalıyız. Anılarımız, düşlerimiz ve tarihimiz kalbimizde. Bir yakalasak, bir olacağız. "Yenildiğin an, teslim olduğun andır. Kimse ruhundaki direnci yenemez. Mayamızda bin yıllık bir tarih, çıkınımızda rüyalar var. Yenilmeyeceğiz." diyor Kemal Sayar. Öte yandan, 2 Ocak 2017'de bu dünyadan ayrılan John Berger de şöyle diyordu bir kitabında: "Güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı; sevgi."
Ercan Kesal, Cin Aynası'nda güvensizlikleri, ıstırapları anlatırken belki on, belki yüz tane hikâyeyi bir araya getiriyor. Aslında bu hikâyelerin hiçbiri birer hikâye değil, hepsi gerçek. Hepsi, Kesal'ın belleğindeki acıların ve umutların bir araya gelişiyle ortaya çıkmış metinler. "Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara" derken güzel bir öğüt verir. Neredeyse tüm anlattıkları birbirleriyle bağlantılıdır, birbirleriyle el ele. Kavuşmaları da bir ayrılıkları da bir öznelerinin. Hani gözümüzün içine baka baka uzaklaşır ya trenler ve sevdiklerimiz; işte Kesal'ın yazdıkları da öyle. Sayfalar biterken, içimizdekinin kara mı ak mı olduğuna karar veremeyiz. Karamsarlık da umut da iç içedir.
"İnsanın yaptığı işin sonunda başına geleceklerin bilincinde olması kendine saygı duymasından başka bir şey değilmiş meğer. Kendine saygısı olmayanın hiçbir şeye sayısı olmazmış, artık sadece bunu biliyorum."
Faşizmden, yoksulluktan, işkencelerden, katliamlardan, cinayetlerden, haksızlıktan, hukuksuzluktan, sevgisizlikten ve merhametsizlikten alacağı var Ercan Kesal'ın. Siyasî yazılarında da sinema yazılarında da; kısacası tüm hatıralarında bu alacaklarının peşine düşercesine yazmış denemelerini. Faşizm denen kötülüğü öyle güzel anlatıyor ki bir daha zihninizden hiç çıkmıyor. Önce Ergin Günçe'nin "Faşizmi çocuklar da anlayabilir" dizesiyle başlayan şiirini hatırlatıyor. Hani, "Dayak yemektir serseri bir babadan / karanlık odaya kapatılmaktır / hakkını istemekte direttiğin zaman" diye gider ya Günçe'nin şiiri, sanki onu iyicene açıyor yazar. Hem edebî hem de hayatî, dolayısıyla ebedî:
"Faşizm, çok uzaklarda bir yerde değildir. Sokağın ortasında, evlerimizin içinde ya da hiç çocuk olmamış bir takım adamların buz gibi kalplerinde, gezinir durur. Her gün arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yaşayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir faşizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanıdır yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir."
Nazım Hikmet'le Kemal Tahir'in mektuplaşmaları, vefatına yakın günlerde Ahmet Uluçay'ı ziyareti, Tarkovski'nin sinemaya yüklediği o derin anlam, Subcomandante Marcos, Che Guevara, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Yılmaz Güney, psikolojinin babalarından Jung ve daha nice isimle gerek yakından gerekse uzaktan irtibatı var Ercan Kesal'ın. Dolayısıyla bu isimleri anlatırken onların dönemini öyle içli aktarıyor ki bazen bir dönem belgeseli, bazen de anılar nasıl kâğıda geçirilir, oyuncu nasıl oynamalıdır, sinema ve hayat nasıl yakınlaşmalıdır gibi sorulara kıymetli cevaplar bulabiliyor okuyucu. Mesela rüyalar, çok önemlidir Kesal için: "Hırsızların, eğer biz istemezsek çalamayacakları tek şey rüyalarımızdır. Dünyaya sahip olmak için düşlerimiz yeter. Dünyanın en büyük gezginlerinden James Colman bir kördü ve sorulduğunda, "Ben ayaklarımla görüyorum" diyordu. Düşlerimize ve kendimize inanmaktan vazgeçmeyelim."
Ciguli'den Metin Erksan'a, şair Behçet Aysan'dan bir başka şair Ahmet Erhan'a, Haneke'den Sait Faik'e, Kieslowski'den Neşet Ertaş'a, Galeano'dan Kusturica'ya; Lorca'dan Lütfi Akad'a sinema tutkusunu müzikle birleştirmiş, şiirle içine iyice anlam katmış, yaşam karşısında daima direnişin, dirençli olmanın yanında saf tutmuş, yürekli ve güzel yazan bir adam Ercan Kesal. Cin Aynası, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, beş bölümden oluşan ve 286 sayfalık bir kitap. İster günlük deyin, ister deneme. Yalnız kitabın girizgâhında yazarın yaptığı açıklamayı asla unutmayın okurken:
"Yazdıklarıma yeniden dönüp baktığımda, metinlerin, anılarımın "billursu" halinden başka bir şey olmadığını görüyorum. Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum sanki. Anılarımızı yazmak içimdeki tortuları temizlerken, hayatım bir yandan yeni tortular biriktirmeye de devam ediyor, farkındayım! Geçmişle ilişkim özlemden daha çok keder. Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. "En azından yazdım işte" demek için yazıyorum..."
Daima kederli ama çokça ümitli bir kitap Cin Aynası.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Erich Fromm
"Evlerimizi aydınlatmak, mısır tarlalarımızda büyümek, çocuklarımızın kalplerini doldurmak, terimizi silmek ve tarihimizi iyileştirmek için harekete geçtik. Hepsi bu kadar. Tüm istediğimiz bu. Ne daha fazla, ne de daha az."
- Subcomandante Marcos
Koptuğumuz tüm yerlerimizden birbirimize yeniden bağlanmalıyız. Anılarımız, düşlerimiz ve tarihimiz kalbimizde. Bir yakalasak, bir olacağız. "Yenildiğin an, teslim olduğun andır. Kimse ruhundaki direnci yenemez. Mayamızda bin yıllık bir tarih, çıkınımızda rüyalar var. Yenilmeyeceğiz." diyor Kemal Sayar. Öte yandan, 2 Ocak 2017'de bu dünyadan ayrılan John Berger de şöyle diyordu bir kitabında: "Güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı; sevgi."
Ercan Kesal, Cin Aynası'nda güvensizlikleri, ıstırapları anlatırken belki on, belki yüz tane hikâyeyi bir araya getiriyor. Aslında bu hikâyelerin hiçbiri birer hikâye değil, hepsi gerçek. Hepsi, Kesal'ın belleğindeki acıların ve umutların bir araya gelişiyle ortaya çıkmış metinler. "Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara" derken güzel bir öğüt verir. Neredeyse tüm anlattıkları birbirleriyle bağlantılıdır, birbirleriyle el ele. Kavuşmaları da bir ayrılıkları da bir öznelerinin. Hani gözümüzün içine baka baka uzaklaşır ya trenler ve sevdiklerimiz; işte Kesal'ın yazdıkları da öyle. Sayfalar biterken, içimizdekinin kara mı ak mı olduğuna karar veremeyiz. Karamsarlık da umut da iç içedir.
"İnsanın yaptığı işin sonunda başına geleceklerin bilincinde olması kendine saygı duymasından başka bir şey değilmiş meğer. Kendine saygısı olmayanın hiçbir şeye sayısı olmazmış, artık sadece bunu biliyorum."
Faşizmden, yoksulluktan, işkencelerden, katliamlardan, cinayetlerden, haksızlıktan, hukuksuzluktan, sevgisizlikten ve merhametsizlikten alacağı var Ercan Kesal'ın. Siyasî yazılarında da sinema yazılarında da; kısacası tüm hatıralarında bu alacaklarının peşine düşercesine yazmış denemelerini. Faşizm denen kötülüğü öyle güzel anlatıyor ki bir daha zihninizden hiç çıkmıyor. Önce Ergin Günçe'nin "Faşizmi çocuklar da anlayabilir" dizesiyle başlayan şiirini hatırlatıyor. Hani, "Dayak yemektir serseri bir babadan / karanlık odaya kapatılmaktır / hakkını istemekte direttiğin zaman" diye gider ya Günçe'nin şiiri, sanki onu iyicene açıyor yazar. Hem edebî hem de hayatî, dolayısıyla ebedî:
"Faşizm, çok uzaklarda bir yerde değildir. Sokağın ortasında, evlerimizin içinde ya da hiç çocuk olmamış bir takım adamların buz gibi kalplerinde, gezinir durur. Her gün arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yaşayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir faşizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanıdır yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir."
Nazım Hikmet'le Kemal Tahir'in mektuplaşmaları, vefatına yakın günlerde Ahmet Uluçay'ı ziyareti, Tarkovski'nin sinemaya yüklediği o derin anlam, Subcomandante Marcos, Che Guevara, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Yılmaz Güney, psikolojinin babalarından Jung ve daha nice isimle gerek yakından gerekse uzaktan irtibatı var Ercan Kesal'ın. Dolayısıyla bu isimleri anlatırken onların dönemini öyle içli aktarıyor ki bazen bir dönem belgeseli, bazen de anılar nasıl kâğıda geçirilir, oyuncu nasıl oynamalıdır, sinema ve hayat nasıl yakınlaşmalıdır gibi sorulara kıymetli cevaplar bulabiliyor okuyucu. Mesela rüyalar, çok önemlidir Kesal için: "Hırsızların, eğer biz istemezsek çalamayacakları tek şey rüyalarımızdır. Dünyaya sahip olmak için düşlerimiz yeter. Dünyanın en büyük gezginlerinden James Colman bir kördü ve sorulduğunda, "Ben ayaklarımla görüyorum" diyordu. Düşlerimize ve kendimize inanmaktan vazgeçmeyelim."
Ciguli'den Metin Erksan'a, şair Behçet Aysan'dan bir başka şair Ahmet Erhan'a, Haneke'den Sait Faik'e, Kieslowski'den Neşet Ertaş'a, Galeano'dan Kusturica'ya; Lorca'dan Lütfi Akad'a sinema tutkusunu müzikle birleştirmiş, şiirle içine iyice anlam katmış, yaşam karşısında daima direnişin, dirençli olmanın yanında saf tutmuş, yürekli ve güzel yazan bir adam Ercan Kesal. Cin Aynası, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, beş bölümden oluşan ve 286 sayfalık bir kitap. İster günlük deyin, ister deneme. Yalnız kitabın girizgâhında yazarın yaptığı açıklamayı asla unutmayın okurken:
"Yazdıklarıma yeniden dönüp baktığımda, metinlerin, anılarımın "billursu" halinden başka bir şey olmadığını görüyorum. Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum sanki. Anılarımızı yazmak içimdeki tortuları temizlerken, hayatım bir yandan yeni tortular biriktirmeye de devam ediyor, farkındayım! Geçmişle ilişkim özlemden daha çok keder. Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. "En azından yazdım işte" demek için yazıyorum..."
Daima kederli ama çokça ümitli bir kitap Cin Aynası.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Cin mi peri mi yoksa psikolojik bir vaka mı?
Düşlerinin ve yazılarının farklı olduğuna inandığım güzel insanlar var şu dünyada. Onlardan biri de Mine Söğüt. İlk tanışmamız Deli Kadın Hikâyeleri ile olmuştu, Tüyap Fuarı’nda ikinci bir kitabını daha alayım diye YKY standına uğrayınca dayanamadım, ne var ne yoksa topladım. Elimdeki yeni kitapları eritmeye de Söğüt’ün ilk kitabı olan Beş Sevim Apartmanı ile başladım. Ne de iyi yaptım.
Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum. Zira okurken yer yer tüylerim ürperirken bazen de “hadi canım, öyle şey olur mu hiç?!” dedim. Ama kitabın beni en çok etkileyen kısmı da bu oldu sanırım; gerçeküstü ögelere psikolojik bir altyapı sunuyor olması. Böylece sizin “neden olmasın ki” sorusu ile bu gerçekdışılıklara mantıklı zeminler yaratmanız sağlanmış oluyor. Sanırım en doğru özet kitabın kapağında, kendi adında “Rüya Tabirli Cinperi Yalanları” denerek yapılıyor. Peki, Beş Sevim Apartmanı ne anlatıyor?
Pürtelâş Mahallesi’nde beş katlı tuhaf bir bina; Beş Sevim Apartmanı. İçinde yaşayan birbirinden tuhaf beş insan... Bir de doktor Samimi. Her biri kendi cinli perili masalının içinde kaybolmuş, benliklerini kaybetmiş birer psikolojik vaka. Evet evet, doktor Samimi de öyle. Zaten her şey onun deneyiyle başlıyor. Otuz yaşında nihayet hissettiği aşkı, sevdiği kadına itiraf etmesi durumunda hayatını mahvedeceklerini ilan eden cinlerin ve perilerin, otuz yaşına kadar sadece rüyalarında görse de Samimi’nin en yakın dostlarının, yokluğunu ispat etme isteğiyle. Bu yaratıkların yokluklarına inandırırsa dünyayı, onların da insanlar üzerindeki karşı konulamaz etkilerinin kaybolacağına olan inancıyla. “Ama önce kendi inancını dağlayacaktı.” Samimi ve hikâye işte böyle başlayacaktı.
Anlatıda önce Beş Sevim Apartmanı’nın ve bu apartmanın sahibi Huriye Hanım’ın tuhaf hikâyesini öğreniyoruz. Doktor Samimi’den öncesini yani. Onunla değil, öncesinde de zaten ilginç olan bir bina bu. Bir türlü erkek çocuk doğuramayan, doğan tüm çocuklarına Sevim adını veren, bununla kalmayıp baktığı kedileri de kız olsun erkek olsun Sevim diye çağıran, beş Sevim’ini de toprağa veren ve kendisi de bir gün bu alemden üzerinde kedilerle göçen Huriye Hanım’ın binası. Doktor Samimi de bu hikayeyi öğrendiğinde cinlerin oyunu olmasından şüpheleniyor zaten. Kim bilir o binaya belki de “onlar” tarafından çekildi, öyle değil mi? Biz kafamızdaki soruları bir kenara bırakalım şimdi.
Beş katın tümünde Doktor Samimi’nin biraz hile ile biraz da tanıdıkları vasıtasıyla ruh sağlığı hastanelerinden getirttiği beş kimsesiz hasta ikamet ediyor. Yoksa cinlerin perilerin oyununa gelmiş, kafaları karışmış insancıklar mı demeliyiz onlara? Nasıl çağırırsak çağıralım onları, biz tek tek bu katlara konuk oluyor, hastaların “zannettikleri” hayatlarını, sonra gerçekte ne yaşadıklarını, ne durumda olduklarını öğreniyoruz. Kendini cüce sanan bir katil, seksen yaşında sanan bir genç kadın, intihara meyilli Yusuf, cinsel kimlik sorunu ile boğuşan Elif, babasız dünyaya gelmiş ve babasını cinperi sanan Melike… Ve tabi tüm bu dairelin en alt katında, kazan dairesinde ikamet eden Samimi.
Bu beş karakterin hikayelerine girip çıkarken aralarda da Doktor Samimi’nin günlüğünü düzenli bir şekilde okuyoruz. Cinperilere karşı nasıl bir savaş verdiğini görüyoruz günlüğün her sayfasında ve o da aklının sınırlarının zorlandığını hissediyor her geçen gün. Bu sırada okuyucu olarak bizler de sürekli bir soru işaretiyle karşı karşıya kalıyoruz: Doktor Samimi gerçekten cinli mi yoksa o da nevrotik bir hasta mı? Cevap çok gecikmiyor, kitabın sonunda bu sefer de Samimi’nin gerçek hikayesini okuyoruz. Son derece şaşırtıcı gerçek neymiş, öğrenmek için kitabı alıp okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Belki sonrasında ilk başta yazdığım sorunun cevabını siz bana verirsiniz: “Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum.”
Not: Işıklarınız açıkken okumanızı öneriyorum :)
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum. Zira okurken yer yer tüylerim ürperirken bazen de “hadi canım, öyle şey olur mu hiç?!” dedim. Ama kitabın beni en çok etkileyen kısmı da bu oldu sanırım; gerçeküstü ögelere psikolojik bir altyapı sunuyor olması. Böylece sizin “neden olmasın ki” sorusu ile bu gerçekdışılıklara mantıklı zeminler yaratmanız sağlanmış oluyor. Sanırım en doğru özet kitabın kapağında, kendi adında “Rüya Tabirli Cinperi Yalanları” denerek yapılıyor. Peki, Beş Sevim Apartmanı ne anlatıyor?
Pürtelâş Mahallesi’nde beş katlı tuhaf bir bina; Beş Sevim Apartmanı. İçinde yaşayan birbirinden tuhaf beş insan... Bir de doktor Samimi. Her biri kendi cinli perili masalının içinde kaybolmuş, benliklerini kaybetmiş birer psikolojik vaka. Evet evet, doktor Samimi de öyle. Zaten her şey onun deneyiyle başlıyor. Otuz yaşında nihayet hissettiği aşkı, sevdiği kadına itiraf etmesi durumunda hayatını mahvedeceklerini ilan eden cinlerin ve perilerin, otuz yaşına kadar sadece rüyalarında görse de Samimi’nin en yakın dostlarının, yokluğunu ispat etme isteğiyle. Bu yaratıkların yokluklarına inandırırsa dünyayı, onların da insanlar üzerindeki karşı konulamaz etkilerinin kaybolacağına olan inancıyla. “Ama önce kendi inancını dağlayacaktı.” Samimi ve hikâye işte böyle başlayacaktı.
Anlatıda önce Beş Sevim Apartmanı’nın ve bu apartmanın sahibi Huriye Hanım’ın tuhaf hikâyesini öğreniyoruz. Doktor Samimi’den öncesini yani. Onunla değil, öncesinde de zaten ilginç olan bir bina bu. Bir türlü erkek çocuk doğuramayan, doğan tüm çocuklarına Sevim adını veren, bununla kalmayıp baktığı kedileri de kız olsun erkek olsun Sevim diye çağıran, beş Sevim’ini de toprağa veren ve kendisi de bir gün bu alemden üzerinde kedilerle göçen Huriye Hanım’ın binası. Doktor Samimi de bu hikayeyi öğrendiğinde cinlerin oyunu olmasından şüpheleniyor zaten. Kim bilir o binaya belki de “onlar” tarafından çekildi, öyle değil mi? Biz kafamızdaki soruları bir kenara bırakalım şimdi.
Beş katın tümünde Doktor Samimi’nin biraz hile ile biraz da tanıdıkları vasıtasıyla ruh sağlığı hastanelerinden getirttiği beş kimsesiz hasta ikamet ediyor. Yoksa cinlerin perilerin oyununa gelmiş, kafaları karışmış insancıklar mı demeliyiz onlara? Nasıl çağırırsak çağıralım onları, biz tek tek bu katlara konuk oluyor, hastaların “zannettikleri” hayatlarını, sonra gerçekte ne yaşadıklarını, ne durumda olduklarını öğreniyoruz. Kendini cüce sanan bir katil, seksen yaşında sanan bir genç kadın, intihara meyilli Yusuf, cinsel kimlik sorunu ile boğuşan Elif, babasız dünyaya gelmiş ve babasını cinperi sanan Melike… Ve tabi tüm bu dairelin en alt katında, kazan dairesinde ikamet eden Samimi.
Bu beş karakterin hikayelerine girip çıkarken aralarda da Doktor Samimi’nin günlüğünü düzenli bir şekilde okuyoruz. Cinperilere karşı nasıl bir savaş verdiğini görüyoruz günlüğün her sayfasında ve o da aklının sınırlarının zorlandığını hissediyor her geçen gün. Bu sırada okuyucu olarak bizler de sürekli bir soru işaretiyle karşı karşıya kalıyoruz: Doktor Samimi gerçekten cinli mi yoksa o da nevrotik bir hasta mı? Cevap çok gecikmiyor, kitabın sonunda bu sefer de Samimi’nin gerçek hikayesini okuyoruz. Son derece şaşırtıcı gerçek neymiş, öğrenmek için kitabı alıp okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Belki sonrasında ilk başta yazdığım sorunun cevabını siz bana verirsiniz: “Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum.”
Not: Işıklarınız açıkken okumanızı öneriyorum :)
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
5 Ocak 2017 Perşembe
İlk Türk metinlerine titiz bir bakış
“Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz” deyimi meşhurdur. Lakin biz bu deyimi sık sık dillendirmemize rağmen hakkında pek düşünmüyor ve gereğini de yerine getirmiyoruz. Anadolu’daki bin yıllık varlığımızın başlıca belgeleri olan Selçuklu döneminden günümüze ulaşan mezar taşlarından haberimiz yok. Bırakın bin yılı, bir asır önce vefat etmiş dedemizin mezar taşını dahi okuyamıyoruz. Kaldı ki bizim Anadolu’ya gelmeden önce de köklü, muazzam bir tarihimiz var ve o tarih hakkında bilgimiz çok yüzeysel düzeyde. İki elin parmak sayısı kadar araştırmacı ve akademisyen bu konular üzerine kafa yorup ürün çıkarıyor. İhtimal ki çalışmalarını çok kısıtlı imkânlarla ve bin bir türlü fedakârlıkla yapıyorlar.
Orhun Yazıtları’nı zaman zaman duyarız. Ders kitaplarında belki haklarında bir paragraf yazı görmüşlüğümüz vardır. Hepsi bu kadar!
Orhun Yazıtları, Bengü Taşları, Orkun Kitabeleri ve Orkun Abideleri şeklinde de adlandırılır. Biz bundan böyle Bengü Taşları olarak zikredeceğiz. Bu anıt kitabelerin, Göktürkler'in dil ve edebiyatları konusunda bilinen ilk Türkçe yazı olmaları nedeniyle tek kaynak olma özellikleri vardır. Bir çeşit siyasi hatırat, tarih ve beyanname niteliği taşımaktadırlar. Dilbilimciler tarafından Türk edebiyatının ilk şaheseri, hitabet sanatının muhteşem örneği ve yazı dilinin ilk belgeleri olarak kabul edilirler. Daha sonra zikredeceğimiz gibi yazıtlar farklı bilim dallarına da ışık tutmaktadır. Kül Tigin Yazıtı 732, Bilge Kağan Yazıtı 735, Bilge Tonyukuk Yazıtları ise kesin olmamakla birlikte 720’li yıllara tarihlendirilir. Bengü taşlar günümüzde Moğolistan sınırları içerisinde kalır.
Türk Kağanlığı ve bengü taşları hakkında ülkemizde yakın zamana kadar maalesef önemli sayılabilecek özgün çalışma pek yoktu. Yapılan çalışmaların çoğu birbirinin benzeri ve Batı menşeli idi. Ancak son dönemlerde bazı olumlu gelişmelere ve sevindirici haberlere de şahit oluyoruz. İşte bu alanda önemli bir boşluğu dolduracağına inandığımız ciddi bir akademik çalışma ve kaynak eser: “Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları” Kitap, Dergâh Yayınları’nın 700. yayını olarak neşredildi. Umarız yayınevi bu tür çalışmaların devamını getirir. Bu hizmeti ile takdiri hak ediyor. Çalışma, Türk dilinin önemli bilim adamlarından Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’a ait. Müellif, Türk dili üzerine yaptığı titiz araştırmaları ve yayımladığı onlarca eseriyle biliniyor.
İçeriğinin yanı sıra kâğıdı, baskı kalitesi, kapak tasarımı ve titiz editör çalışması ile de eser göz dolduruyor. 760 sahifeden oluşan çalışma 11 sayfalık “söz başı” yazısıyla başlıyor. Üç ana bölüme ayrılmış. Birinci bölümde Türk kağanlığının tarihi, alanla ilgili geniş çaplı literatür taraması yapılarak derinlemesine inceleniyor. İkinci bölümde bengü taşlarının edebi, tarihi, siyasi, sosyolojik vb. bakımdan kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi yapılıyor. Bölüm sonunda 13 sayfalık zengin bir bibliyografyaya yer verilmiş. Üçüncü bölümde ise üç metnin resimlerle birlikte okunması yapılıyor. Bu bölümde yazar bütün yönleri ile tek tek bengü taşı fotoğraflarına, özgün biçimde yazımına, transkripsiyonuna ve aktarmalara (açıklama) yer vermiş. Son bölümde ise 127 sahifeden oluşan notlar, sözlük ve dizin yer alıyor.
“Söz başı” yazısında Ercilasun, çalışma hakkında tafsilatlı bilgiler veriyor. Eserin hazırlanmasında izlenen yolu ve yöntemi arı, duru anlaşılır bir dil ile okuyucusuyla paylaşılıyor. İşte o yazıdan bir bölüm: "Tunyukuk, Köl Tigin, Bilge Kağan... Türk tarihinin, VIII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış üç büyük ismi. Fakat Türk tarihinde o kadar çok büyük isim var ki! O hâlde bu üç ismi diğer büyüklerden ayıran özellik nedir? Bu üç isim, tarihte milyonlarca Türk'ün kullandığı, bugün de milyonlarca Türk'ün konuşup yazdığı ve hiç şüphesiz gelecekte de yine milyonlarca Türk'ün kullanmaya devam edeceği dilin bilinen ilk temsilcileridirler. İlk defa bu üç isim adına Türk dilinde yazılı anıtlar dikilmiştir ve bunlardan ikisi, Tunyukuk ile Bilge Kağan, bu anıtlardaki Türkçe metinlerin müellifleridir. Bir gün, daha eski metinler bulunabilir. Fakat daha eskileri bulununcaya kadar Türkçenin en eski metinleri bunlardır. 1893 yılı sonlarından, 122 yıldan beri bu böyledir…"
Müellif çalışmasının diğer çalışmalarla arasındaki farkı da izah ediyor. İşte bu ayırt edici özelliklere bir misal: “Anıtlardaki metinlerin, yazılı Türk edebiyatının ilk örnekleri olduğu da daima vurgulanmıştır. Ancak konu üzerinde duranlar, metinlerdeki birkaç edebi özelliği belirtmekle yetinmişler; üslup üzerinde kısaca durmuşlar; fakat metinlerin kompozisyonu üzerine hiç eğilmemişlerdir. Ben ‘Bengü Taşlar ve Edebiyat’ bölümünde metinleri edebi açıdan ele alanların değerlendirmelerini verdikten sonra üç metnin kompozisyonu ve üslubunu ayrıntılı olarak inceledim. Bu bölümde bir şey daha yaptım: Köktürk tarihinin ve bengü taşların modern edebiyata yansımasını gösterdim.”
Eser, Türklerin bizzat kendileri tarafından yazılmış ilk metinleri incelemesi açısından tartışmasız çok önemli. Bunun yanı sıra Türklerin tarihine ve dönemin önemli olaylarına değinerek tarih, edebiyat, Türkoloji ve sosyoloji gibi pek çok disiplini ilgilendiren konulara gelecekte ışık tutacak mahiyette. Bengü taşlarla ilgili edebi, tarihî, sosyal incelemelerin yanında arkeolojik çalışmalara, bilimsel toplantılara, çalıştaylara ve edebi değerlendirmelere yer vermesiyle de kapsamlı bir çalışma olma özelliği taşıyor. Konu üzerine bugüne kadar yapılan araştırma ve çalışmalarla ilgili kısa da olsa bilgilerin verilmesi, izahatlarda bulunulması eserin kıymetini hiç şüphesiz daha da artırıyor.
Mesleğine âşık bir bilim insanının yarım asırlık bilgi, tecrübe, azim ve gayretinin meyvesi ile karşı karşıyayız. Müellif, eserin meydana çıkması ile ilgili duygusunu sevgiliye kavuşmak yani vuslat olarak açıklıyor. O, bu çalışmasını bir vefa ve aidiyet duygusu ile hitama erdirmiş ve görevini tamamlamış. Elbette eserin yayınlanmış olması ve dolaşıma çıkmış olması önemli. Fakat hak ettiği teveccühü, ilgi ve alakayı da görmesi gerekmez mi? Böyle kıymetli bir çalışmanın hak ettiği ilgiyi görerek çok daha farklı alanlarda benzer kıymetli eserlerin çıkmasına vesile olacağına inanıyoruz.
Bengü Taşları; aynı zamanda kültürümüze, tarihimize, kısacası medeniyetimize dair her ne varsa topyekûn sahip çıkmamız gerektiğine yönelik bir uyarı ve işaret fişeği anlamı da taşıyor.
Nidayi Sevim
twitter.com/nidayisevim
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Orhun Yazıtları’nı zaman zaman duyarız. Ders kitaplarında belki haklarında bir paragraf yazı görmüşlüğümüz vardır. Hepsi bu kadar!
Orhun Yazıtları, Bengü Taşları, Orkun Kitabeleri ve Orkun Abideleri şeklinde de adlandırılır. Biz bundan böyle Bengü Taşları olarak zikredeceğiz. Bu anıt kitabelerin, Göktürkler'in dil ve edebiyatları konusunda bilinen ilk Türkçe yazı olmaları nedeniyle tek kaynak olma özellikleri vardır. Bir çeşit siyasi hatırat, tarih ve beyanname niteliği taşımaktadırlar. Dilbilimciler tarafından Türk edebiyatının ilk şaheseri, hitabet sanatının muhteşem örneği ve yazı dilinin ilk belgeleri olarak kabul edilirler. Daha sonra zikredeceğimiz gibi yazıtlar farklı bilim dallarına da ışık tutmaktadır. Kül Tigin Yazıtı 732, Bilge Kağan Yazıtı 735, Bilge Tonyukuk Yazıtları ise kesin olmamakla birlikte 720’li yıllara tarihlendirilir. Bengü taşlar günümüzde Moğolistan sınırları içerisinde kalır.
Türk Kağanlığı ve bengü taşları hakkında ülkemizde yakın zamana kadar maalesef önemli sayılabilecek özgün çalışma pek yoktu. Yapılan çalışmaların çoğu birbirinin benzeri ve Batı menşeli idi. Ancak son dönemlerde bazı olumlu gelişmelere ve sevindirici haberlere de şahit oluyoruz. İşte bu alanda önemli bir boşluğu dolduracağına inandığımız ciddi bir akademik çalışma ve kaynak eser: “Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları” Kitap, Dergâh Yayınları’nın 700. yayını olarak neşredildi. Umarız yayınevi bu tür çalışmaların devamını getirir. Bu hizmeti ile takdiri hak ediyor. Çalışma, Türk dilinin önemli bilim adamlarından Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’a ait. Müellif, Türk dili üzerine yaptığı titiz araştırmaları ve yayımladığı onlarca eseriyle biliniyor.
İçeriğinin yanı sıra kâğıdı, baskı kalitesi, kapak tasarımı ve titiz editör çalışması ile de eser göz dolduruyor. 760 sahifeden oluşan çalışma 11 sayfalık “söz başı” yazısıyla başlıyor. Üç ana bölüme ayrılmış. Birinci bölümde Türk kağanlığının tarihi, alanla ilgili geniş çaplı literatür taraması yapılarak derinlemesine inceleniyor. İkinci bölümde bengü taşlarının edebi, tarihi, siyasi, sosyolojik vb. bakımdan kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi yapılıyor. Bölüm sonunda 13 sayfalık zengin bir bibliyografyaya yer verilmiş. Üçüncü bölümde ise üç metnin resimlerle birlikte okunması yapılıyor. Bu bölümde yazar bütün yönleri ile tek tek bengü taşı fotoğraflarına, özgün biçimde yazımına, transkripsiyonuna ve aktarmalara (açıklama) yer vermiş. Son bölümde ise 127 sahifeden oluşan notlar, sözlük ve dizin yer alıyor.
“Söz başı” yazısında Ercilasun, çalışma hakkında tafsilatlı bilgiler veriyor. Eserin hazırlanmasında izlenen yolu ve yöntemi arı, duru anlaşılır bir dil ile okuyucusuyla paylaşılıyor. İşte o yazıdan bir bölüm: "Tunyukuk, Köl Tigin, Bilge Kağan... Türk tarihinin, VIII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış üç büyük ismi. Fakat Türk tarihinde o kadar çok büyük isim var ki! O hâlde bu üç ismi diğer büyüklerden ayıran özellik nedir? Bu üç isim, tarihte milyonlarca Türk'ün kullandığı, bugün de milyonlarca Türk'ün konuşup yazdığı ve hiç şüphesiz gelecekte de yine milyonlarca Türk'ün kullanmaya devam edeceği dilin bilinen ilk temsilcileridirler. İlk defa bu üç isim adına Türk dilinde yazılı anıtlar dikilmiştir ve bunlardan ikisi, Tunyukuk ile Bilge Kağan, bu anıtlardaki Türkçe metinlerin müellifleridir. Bir gün, daha eski metinler bulunabilir. Fakat daha eskileri bulununcaya kadar Türkçenin en eski metinleri bunlardır. 1893 yılı sonlarından, 122 yıldan beri bu böyledir…"
Müellif çalışmasının diğer çalışmalarla arasındaki farkı da izah ediyor. İşte bu ayırt edici özelliklere bir misal: “Anıtlardaki metinlerin, yazılı Türk edebiyatının ilk örnekleri olduğu da daima vurgulanmıştır. Ancak konu üzerinde duranlar, metinlerdeki birkaç edebi özelliği belirtmekle yetinmişler; üslup üzerinde kısaca durmuşlar; fakat metinlerin kompozisyonu üzerine hiç eğilmemişlerdir. Ben ‘Bengü Taşlar ve Edebiyat’ bölümünde metinleri edebi açıdan ele alanların değerlendirmelerini verdikten sonra üç metnin kompozisyonu ve üslubunu ayrıntılı olarak inceledim. Bu bölümde bir şey daha yaptım: Köktürk tarihinin ve bengü taşların modern edebiyata yansımasını gösterdim.”
Eser, Türklerin bizzat kendileri tarafından yazılmış ilk metinleri incelemesi açısından tartışmasız çok önemli. Bunun yanı sıra Türklerin tarihine ve dönemin önemli olaylarına değinerek tarih, edebiyat, Türkoloji ve sosyoloji gibi pek çok disiplini ilgilendiren konulara gelecekte ışık tutacak mahiyette. Bengü taşlarla ilgili edebi, tarihî, sosyal incelemelerin yanında arkeolojik çalışmalara, bilimsel toplantılara, çalıştaylara ve edebi değerlendirmelere yer vermesiyle de kapsamlı bir çalışma olma özelliği taşıyor. Konu üzerine bugüne kadar yapılan araştırma ve çalışmalarla ilgili kısa da olsa bilgilerin verilmesi, izahatlarda bulunulması eserin kıymetini hiç şüphesiz daha da artırıyor.
Mesleğine âşık bir bilim insanının yarım asırlık bilgi, tecrübe, azim ve gayretinin meyvesi ile karşı karşıyayız. Müellif, eserin meydana çıkması ile ilgili duygusunu sevgiliye kavuşmak yani vuslat olarak açıklıyor. O, bu çalışmasını bir vefa ve aidiyet duygusu ile hitama erdirmiş ve görevini tamamlamış. Elbette eserin yayınlanmış olması ve dolaşıma çıkmış olması önemli. Fakat hak ettiği teveccühü, ilgi ve alakayı da görmesi gerekmez mi? Böyle kıymetli bir çalışmanın hak ettiği ilgiyi görerek çok daha farklı alanlarda benzer kıymetli eserlerin çıkmasına vesile olacağına inanıyoruz.
Bengü Taşları; aynı zamanda kültürümüze, tarihimize, kısacası medeniyetimize dair her ne varsa topyekûn sahip çıkmamız gerektiğine yönelik bir uyarı ve işaret fişeği anlamı da taşıyor.
Nidayi Sevim
twitter.com/nidayisevim
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Yola düşenlerin hikâyesi
“Küçük kız ağlamadı. Ölüme göl kadar derin ve duru bir kederle baktı. Kocaman kara gözleri, bu kederi atlatmayı öğrenmekten başka çaresi olmadığını söylüyordu.”
Göçmek, kök salmaktan mahrum olmak anlamına mı gelir? Yoksa göçebe, polen taşıyan arı misali, gittiği yere kokusunu, tadını, tohumunu ekerek yol alan, tüm mekânların daimi misafiri midir? Yola revan olanların hikâyelerinde her daim beni çeken bir şeyler bulurum ve onlara eşlik ederken derin düşüncelere daldığım, kendi içimde başka kapılar açtığım anlar olur. Okur, Benden Öte’yle birlikte yol alırken kimlik, göç, göçebelik, Batı, aidiyet, sorumluluklar, hissizleşme gibi birçok temel kavram üzerine uzun uzun düşünme ihtiyacı hissedebilir.
Roman, okura bir nasihat ile açılıyor: “Bu romanda mekân ve doğa, en az karakterler kadar dikkat çekici, derinlikli ve imgesel ögelerle sarmalanıp avuçlarınıza konuyor. Başlamadan önce Nanga Parbat, Ultar, Karakurum dağlarına, Kunhar ve Saiful Muluk göllerine kısaca bakmanızı tavsiye ediyoruz.”
Romanın ilk sayfalarından itibaren, girişteki bu nasihatin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Okur, kitaptaki karakterlerin hikâyeleriyle birlikte Pakistan’ın dağlarının, göllerinin, mağaralarının sakladığı hikâyeleri de öğreniyor. Benden Öte, pekâlâ, kökleri Pakistan’da gömülü, gövdesi Amerika’da yeşermiş bir adamın, Nadir’in ötede kalan kimliğinin izlerini bulma hikâyesi olarak da okunabilir. Nadir, bu yolculukta yalnız değil; sanki dağılan her bir parçasını temsil ederlermiş gibi, birbirini tamamlayamayan 3 ruhla, İrfan, Farhana ve Wes ile ne ummayı bulduğunu bilmeden yola revan oluyor.
Romanın yazarı Uzma Aslam Khan, çok küçük yaşlardan itibaren edebiyata merak salmış, lisans eğitimini Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde tamamlamış, metinlerinde ufak detaylar aracılığıyla derin mesajlar vermeyi tercih eden bir yazar. Örneğin, romanda Batı’nın Pakistan’a ve genel olarak kendi dışında kalan coğrafyalara olan yerleşik bakış açısı, Farhana karakteri üzerinden eleştiriliyor. Ancak bu avaz avaz bağıran ve öfkeli bir eleştiri değil: naif, sakin ve olgun. Nadir ise bilmediği bir toprakta, tanımadığı sulardan içerek büyümüş. Uzma Aslam Khan ile Nadir’in büyüme hikâyelerinin ortak noktaları bilinmez ancak hem yazarım hem de karakterin hayatla başa çıkabilmek için kendilerine birer sığınak yarattığını biliyoruz: edebiyat ve fotoğraf. Fotoğraf makinesi, Nadir için hayatla, diğer insanlarla ve kendisiyle arasında önemli bir sınır. Makine hem sığınak hem yuva hem koruyucu bir kalkan gibi; makinenin merceği, onu tüm tanıklıklardan ve yüklerden sakınır gibi.
Benden Öte, karakterler arası dengeleri ve denge değişimlerini takip eden, okuduğu kitapla birlikte başka bir coğrafyayı, oradaki insanların hikâyeleri aracılığıyla tanımaktan keyif alan ve yola devam etme tereddüdü yaşamayan okur için bir hayli çarpıcı bir roman. Okuru bol olsun!
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
Göçmek, kök salmaktan mahrum olmak anlamına mı gelir? Yoksa göçebe, polen taşıyan arı misali, gittiği yere kokusunu, tadını, tohumunu ekerek yol alan, tüm mekânların daimi misafiri midir? Yola revan olanların hikâyelerinde her daim beni çeken bir şeyler bulurum ve onlara eşlik ederken derin düşüncelere daldığım, kendi içimde başka kapılar açtığım anlar olur. Okur, Benden Öte’yle birlikte yol alırken kimlik, göç, göçebelik, Batı, aidiyet, sorumluluklar, hissizleşme gibi birçok temel kavram üzerine uzun uzun düşünme ihtiyacı hissedebilir.
Roman, okura bir nasihat ile açılıyor: “Bu romanda mekân ve doğa, en az karakterler kadar dikkat çekici, derinlikli ve imgesel ögelerle sarmalanıp avuçlarınıza konuyor. Başlamadan önce Nanga Parbat, Ultar, Karakurum dağlarına, Kunhar ve Saiful Muluk göllerine kısaca bakmanızı tavsiye ediyoruz.”
Romanın ilk sayfalarından itibaren, girişteki bu nasihatin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Okur, kitaptaki karakterlerin hikâyeleriyle birlikte Pakistan’ın dağlarının, göllerinin, mağaralarının sakladığı hikâyeleri de öğreniyor. Benden Öte, pekâlâ, kökleri Pakistan’da gömülü, gövdesi Amerika’da yeşermiş bir adamın, Nadir’in ötede kalan kimliğinin izlerini bulma hikâyesi olarak da okunabilir. Nadir, bu yolculukta yalnız değil; sanki dağılan her bir parçasını temsil ederlermiş gibi, birbirini tamamlayamayan 3 ruhla, İrfan, Farhana ve Wes ile ne ummayı bulduğunu bilmeden yola revan oluyor.
Romanın yazarı Uzma Aslam Khan, çok küçük yaşlardan itibaren edebiyata merak salmış, lisans eğitimini Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde tamamlamış, metinlerinde ufak detaylar aracılığıyla derin mesajlar vermeyi tercih eden bir yazar. Örneğin, romanda Batı’nın Pakistan’a ve genel olarak kendi dışında kalan coğrafyalara olan yerleşik bakış açısı, Farhana karakteri üzerinden eleştiriliyor. Ancak bu avaz avaz bağıran ve öfkeli bir eleştiri değil: naif, sakin ve olgun. Nadir ise bilmediği bir toprakta, tanımadığı sulardan içerek büyümüş. Uzma Aslam Khan ile Nadir’in büyüme hikâyelerinin ortak noktaları bilinmez ancak hem yazarım hem de karakterin hayatla başa çıkabilmek için kendilerine birer sığınak yarattığını biliyoruz: edebiyat ve fotoğraf. Fotoğraf makinesi, Nadir için hayatla, diğer insanlarla ve kendisiyle arasında önemli bir sınır. Makine hem sığınak hem yuva hem koruyucu bir kalkan gibi; makinenin merceği, onu tüm tanıklıklardan ve yüklerden sakınır gibi.
Benden Öte, karakterler arası dengeleri ve denge değişimlerini takip eden, okuduğu kitapla birlikte başka bir coğrafyayı, oradaki insanların hikâyeleri aracılığıyla tanımaktan keyif alan ve yola devam etme tereddüdü yaşamayan okur için bir hayli çarpıcı bir roman. Okuru bol olsun!
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)