Sana bir ‘Çığlık’la yazacağım, o derin ‘Sis’e dalıp, uyuyan bir ‘Şehir’de. ‘Arka Bahçe’den, bir ‘Kanat’ takıp; bazen ‘Yeraltı’ndan, bazen ‘Uzak’tan, bazen ‘Pencere’den sesleneceğim. Onulmaz bir ‘Yara’yla, bir ‘Kuş Ölüsü’yle, deli bir ‘Zincir’le; ‘Oyun’u kendi içinde, o kitabı yazacağım. “Gramofonun önünde yalnızım. Günler eksiltmiş seni.” diyeceğim ben de yazar gibi.
İncecik biliyor musun ‘Evlerin Yüreği’, kâğıt gibi tıpkı, zar gibi… ‘Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü saklı içinde, tam on sekiz ayrı ses. Seslerin sahibi: Şenay Eroğlu Aksoy. Her bir öykünün ses rengi/ ahengi kendine has. Duru bir ses değil ama, çoğunlukla iç kıyıcı…
Kim bilir, ‘Çığlık’ta anlatılan ‘gırtlağı delik kadınlardan biri’ de benimdir. O yüzden kâğıda kaleme sarılmışımdır! Öyküde dendiği gibidir belki de: “Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı. ”
Mekânların ruhu/ hafızası vardır diye bilirdim. Ancak ‘Evlerin Yüreği’nden haberdar değildim. Bile isteye ‘saklı’ dedim başlıkta, ‘gizli’ demedim. ‘Evlerin Yüreği’nde Saklı Kadın… Başlığım da kırmızıydı! Mayıs’ın ortasın(d)a doğan tüm çocukların rengi değil midir lalenin teni? (Yolun yarısını geçtiğim şu günlerde, baharı duymuşken hele…) Doğduğum aydı o benim ve dahi lalenin kendi rengini doğurduğu ay…
Biliyor musun, ‘doğum günü’ yazım da saklı olacak burada bir yerlerde. Yeni yaşımın ilk gününden yazıyorum bu yazıyı. Sanki hayat, “Seninle başladı/ bugün/ ıtırlı bir mayıstı…” diye fısıldayacak bana. Dudaklarıma dökülecek sonra sözü. Ne çok yakışacak anlamını bulduğum her kelime, hazneme… “Uçuk sarı güneşler saçan kokuların içinde” -deyip- seslendin ya. Dilerim ki o da sana hep, “bir daha olmayacak” diye seslensin. Güneşin. “Bazen hayal hakikatten daha ıtırlıdır.” Öyle değil mi yoksa sevgili okur!
Aylardan mayıstı kitabı ilk elime aldığımda. Bahar bahçeydi her yanım. Yeni, tıpkı bahar gibi diri bir kitap okumak istemiştim. Elim, ondan ‘Evlerin Yüreği’ndeki öykülere uzanmıştı. Sadece elim mi; dilim, zihnim ve yüreğim de… İyi ki de uzanmış. Akan sadece zaman değildi ki öykülerde. Kadınlık. Issızlık. Yalnızlık. Yalınlık. Ve dahi nice hallerimiz…
Renk renk. Şekil şekil… “Bir bahçenin ortasındayım. Kollarım duvar dibindeki badem dalı, göğe doğru. Bahar geldi, çiçek açacak badem, çiçek açacağım. Uyanışın bedenime göllediği güdü hortlayacak.” diyen yazarın ‘iç ses’ini duyuyorum şimdi. O’nun sesiyle konuşuyorum: “İçim, beklenmeyen hayata gebe.”
Yazarın ‘Arka Bahçe’sinde oyalıyorum sözümü. “Sen, bildikçe tükenen, konuştukça eksilenim. Sus!” dese de o… Aldırmıyorum. Aldırmayacağım da.
‘Evlerin Yüreği’nde yazan kadın/lar var hep. ‘Çığlık’ atıyor/lar hayata. Şimdi, yine aynı ‘Çığlık’; yazarın attığı ve benim duyduğum. Anlattığı kadınlar: “Simge, Ilgın ve öbürleri… Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde.”
O, uzun süren, bir ömrün ardından damıtılmış, acı, yaz(g)ı var ya… Göz göz. Yara yara. Onulmaz. Can buluyor her bir karakteriyle yazarın zihninde. “O değilse, kimdi karanlığın içinde vurduğu her gece?” diye soruyor. On dokuz yaşına götürüyor beni. “Geçmiş bir mayıs masalıydı, aylardan haziran!” diyorum yazımın başlığını alıp. Kırmızı bu da! Kan. Kızıl. Ten. Beyaz. Söz. Siyah. Aşk. Yeşil… Dudağımda eprimiş kelimeler hep. Medet ummak mı yaşamdan bu? Hayır!
Sadece o eski yazısını anımsıyor ‘Evlerin Yüreği’ni okuyan bu okur.
“Yaşadığımız müddetçe, ‘hayat’ bizlere sunulan bir yıldız bahçesi olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak. Aylardan Mayıs’tı geçti, şimdi Haziran; yaz sıcağı, gölgesiz, karanlık… Sanki tüm dünyanın karanlığını içimize dolduruyoruz. Kendi cinnetimizi ve sayıklamalarımızı, başkalarının yazdığı yazıların başlığı yapıyoruz. Sadece, evet sadece ellerimizde kalan bir uçurtma serinliği ve yalnızlığın o yıkılmaz kalesi…”
Yazar, ‘Evlerin Yüreği’nde kimi zaman ‘Abis’ gibi gizemli kelimelerle sesleniyor, kimi zaman da bir ‘Yara’yla: “Avcumun ortasında; ömrümü baştan sona kuşatanmış incecik yol.” diyor, “Çatallara ayrılıyor bazı yerlerde, usulca uzuyor sıcak derimin üstünde. Düşünüyorum da insan isterse, usul uzayan yolları tam ortadan kesip, bitirebilir mi ömürleri?”
‘Abis’, kitaptaki bir öykünün adı. Anlamı içinde kendi derinliğini de barındırıyor: “Okyanusların çok derin yeri ve daha özel olarak güneş ışığının erişemediği kesim.” demekmiş. ‘Abis’te anlatılan, bir celladın öyküsü…
“Şimdi bir söz dönüp duruyor aklımın içinde, yüzler çekilip gitmiyor. Geçmiş, demirden, soğuk ayaklarıyla etimde yürüyor. Herkes yeniden can buluyor öldüğü yerde.”
Yaz(g)ımız… ‘Kuş Ölüsü’ndeki gibi: “Kadınlıkla ilgileri yokmuş gibi görünür ama kuytularımızda, etimizde gizlidir kadınlık, elbette o da bulacak kendini.”
Klasik -anlamda- giriş, gelişme ve sonuçlar beklemeyin ‘Evlerin Yüreği’nden. İç sesler de var, kendi kendine söylenme hali de… Daha çok ben öyküsel anlatım göze çarpıyor. Moderne ve postmoderne dair birçok ize rastlanıyor. (Oğuz Atay, Tezer Özlü ve Onat Kutlar’a ithafen yazılmış öykülerde özellikle.) Zaman zaman düşen bir ritme sahip olsa da, nitelikli bir ilk kitabın öyküleri bunlar.
Çığlık’tan bahsettim ‘gördünüz’, Arka Bahçe’den, Abis’ten ve Yara’dan… Diğerleri de en az bunlar kadar söz edilmeye değer. Şenay Eroğlu Aksoy, ‘Evlerin Yüreği’nden seslendi bize. Sessizce. Yazarak. Susarak. ‘Duyalım’ diye. Yapı Kredi Yayınları’ndan, öykülerin diliyle konuşmak isteyenlere.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
29 Aralık 2016 Perşembe
Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor
“Kalbine dikkat et, sevdiklerine dikkat et, sevmediklerine de…” diyor Necdet Subaşı Hoca; kalbin, sevginin, nefretin, dikkatin derin bir unutuluşa mahkûm edildiği modern zamanlarda. Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor aslında. Dikkate, sevgiye, insana… Nereye yöneldiğini ya da hangi rüzgârla savrulduğunu fark edemeyen zihinlere bir merkezi işaret ediyor, kalbi… Görselin, görüntünün içinde yitip gitmeye karşı sahici olana çağırıyor. Zamanın behrinde yaşanmış sımsıcak, samimi hayatlara çağırıyor hepimizi, samimiyete… Yok sayılan, görmezden gelinen, geçmişin karanlık dehlizlerine hapsedilen tarihi ve talihimizi çağırıyor şimdiki zamanlara. Sımsıcak kalemi ve samimi kelamıyla…
Subaşı’nın Zamanın Behrinde Ramazan, Yaz Dediler Ânı, Tedavüldeki Kitaplar & Kritik Öyküler adlı kitaplarını okuyunca söylemek istediklerim daha net anlaşılacak. Kişisel öyküsü etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor aynı zamanda. Evde yapılan, sade, gösterişsiz, riyasız iftarları anlatıyor. Yer sofrasını, Tanrı misafirlerini… Yemeklerin duayla herkesi doyurduğu zamanları… Kaderi kitaplardan ezberlenmiş cümlelerle çizilmiş kayıp kuşakları anlatıyor sonra. Maceraları kitap satırlarından akanları…
Yıllar boyu resmi ideoloji ve onun uzantısı akademyanın görmezden geldiği, hatta nefret ettiği İslam’ın sosyal yönü ve etkileriyle ilgili, ilintili birbirinden derin akademik çalışmaların sahibi Necdet Subaşı. Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın… Subaşı, “Din ve Toplum Arasındaki İlişkileri Anlam(landırm)ak Ya da Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları” adlı makalesinde, “İslam’ın kendine özgü sistematiği, değer inşası, toplumsal birikime yön vererek dönüşebilen geleneği hâlâ belirleyicidir. Gündelik hayatta var olan görüntülerin onu açıkça göz ardı eden çalışmalardan yola çıkılarak yorumlanabileceğini düşünmek pek rağbet görmemektedir.” diyerek İslam’ın toplumsal belirleyiciliğinin altını bir kez daha çiziyor.
Necdet Hoca, akademik bir ciddiyet içinde ama asla asık suratlı değil. Entelektüel ve aydın vasfı su götürmez ama halkına, kültürüne, içinden geldiği sosyo/ekonomik yapıya yabancılaşanlardan değil. Akademisyen yönü aydın çehresinden, aydın çehresi akademik yönünden seçilmez. Soğuk, asık suratlı hoca profilini yerle bir eden bir sıcaklığa ve samimiyete sahip. Güçlü bir edebiyat damarını akademik birikimle tahkim ediyor. Tabiî ki yapaylıktan uzak, içimizden biri gibi seslenen üslubuyla…
Türk modernleşmesi, çağdaş Türk düşüncesi, modernleşmenin topluma etkileri, din, Alevilik, kültürel farklılaşmalar, Diyanet, yurt dışındaki Türkler, gündelik hayat çalıştığı, ilgilendiği alanlardan bazıları. Bir imparatorluk bakiyesi olan, birçok farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye gerçeğini komplekssiz, hırslarına yenik düşmeden tanıma ve tanıtma gayretinde. İdeolojik bir kampın sınırlarında durarak başkalarını ötekileştirmeden tanımaya çalışıyor.
Modern Cumhuriyet, resmi ideoloji toplumu yeniden inşa ederken dini anlamlandırma aşamasında hem sosyal bilimler alanında hem de yaşam noktasında tedirginlik ve kafa karışıklığı içindeydi. Radikal modernleşme çabası içinde din negatif anlamda bile yeterince değerlendirilmeye tâbi tutulmadı. Dinin toplumsal bağlamı uzun süre görmezden gelindi. Din tartışmaları kısır laiklik ve laikleşme konuları etrafında dönüp durdu. Bu laiklik fetişizmi dini araştırmaları kısıtladı, fakirleştirdi. Bu durum Necdet Hoca’nın da altını çizdiği gibi velud bir alanın akim kalmasına sebep oldu. Düşünsel kısırlığın önemli nedenlerinden biri olarak bugüne kadar geldi. Böylelikle ne İslam tam anlamıyla anlaşıldı ne de doğru dürüst bir İslam eleştirisi ortaya çıktı.
Necdet Subaşı, Anadolu’nun, derin milletimizin sorunlarına, açmazlarına ciddi, sahici çözümler arayan bir gönül insanı. Tribünlere oynamak gibi bir gayesi yok. Bizi yakan ateşin yine bizim ateşimiz olduğunun farkında. Mezheplerin, meşreplerin birer savaş sebebi kılınmasının karşısında. “Bugün aklı başında herhangi bir Müslüman’ın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.” diyerek enerjimizi boşa harcamamanın gerekliliğine işaret ediyor.
Yazımızı Mustafa Oral’ın sitemizde yayınlanan mülakatında Necdet Subaşı hakkında söyledikleriyle bitirelim. “Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra 'sol' gözü, 'sol' eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum. On üç yaşındaydım. Bir gün Mevlânâ diyarından Necdet Subaşı isminde bir öğretmen kasabaya tayin oldu. Bana verdiği ilk şey Efendimizin hicretini anlatan 'Hicret' isimli bir kasetti. Onun ile yavaş yavaş sağ gözüm görmeye, sağ kolum uzamaya, kalbimin sağ tarafı tutmaya başladı. Onun etkisi ile namaza ve yazmaya hicret ettim.
On üç yaşındaydım. Ablam Şefika, Manisa’da açan bir karanfildi. Bana mesir macunu ayarında nesir ve şiir tohumları getirirdi yazları. Öğretmenimiz Necdet Subaşı kasabaya Mevlana’dan gül tohumları getirirdi. Avuç avuç üzerimize serperdi. O günlerde namaza başladım. O tohumlar bir gün sürgün verir umuduyla yazmaya başladım. Anlayacağınız yazmaya namazla birlikte başladım. Yazımız namazımızla yaşıttır.”
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Subaşı’nın Zamanın Behrinde Ramazan, Yaz Dediler Ânı, Tedavüldeki Kitaplar & Kritik Öyküler adlı kitaplarını okuyunca söylemek istediklerim daha net anlaşılacak. Kişisel öyküsü etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor aynı zamanda. Evde yapılan, sade, gösterişsiz, riyasız iftarları anlatıyor. Yer sofrasını, Tanrı misafirlerini… Yemeklerin duayla herkesi doyurduğu zamanları… Kaderi kitaplardan ezberlenmiş cümlelerle çizilmiş kayıp kuşakları anlatıyor sonra. Maceraları kitap satırlarından akanları…
Yıllar boyu resmi ideoloji ve onun uzantısı akademyanın görmezden geldiği, hatta nefret ettiği İslam’ın sosyal yönü ve etkileriyle ilgili, ilintili birbirinden derin akademik çalışmaların sahibi Necdet Subaşı. Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın… Subaşı, “Din ve Toplum Arasındaki İlişkileri Anlam(landırm)ak Ya da Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları” adlı makalesinde, “İslam’ın kendine özgü sistematiği, değer inşası, toplumsal birikime yön vererek dönüşebilen geleneği hâlâ belirleyicidir. Gündelik hayatta var olan görüntülerin onu açıkça göz ardı eden çalışmalardan yola çıkılarak yorumlanabileceğini düşünmek pek rağbet görmemektedir.” diyerek İslam’ın toplumsal belirleyiciliğinin altını bir kez daha çiziyor.
Necdet Hoca, akademik bir ciddiyet içinde ama asla asık suratlı değil. Entelektüel ve aydın vasfı su götürmez ama halkına, kültürüne, içinden geldiği sosyo/ekonomik yapıya yabancılaşanlardan değil. Akademisyen yönü aydın çehresinden, aydın çehresi akademik yönünden seçilmez. Soğuk, asık suratlı hoca profilini yerle bir eden bir sıcaklığa ve samimiyete sahip. Güçlü bir edebiyat damarını akademik birikimle tahkim ediyor. Tabiî ki yapaylıktan uzak, içimizden biri gibi seslenen üslubuyla…
Türk modernleşmesi, çağdaş Türk düşüncesi, modernleşmenin topluma etkileri, din, Alevilik, kültürel farklılaşmalar, Diyanet, yurt dışındaki Türkler, gündelik hayat çalıştığı, ilgilendiği alanlardan bazıları. Bir imparatorluk bakiyesi olan, birçok farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye gerçeğini komplekssiz, hırslarına yenik düşmeden tanıma ve tanıtma gayretinde. İdeolojik bir kampın sınırlarında durarak başkalarını ötekileştirmeden tanımaya çalışıyor.
Modern Cumhuriyet, resmi ideoloji toplumu yeniden inşa ederken dini anlamlandırma aşamasında hem sosyal bilimler alanında hem de yaşam noktasında tedirginlik ve kafa karışıklığı içindeydi. Radikal modernleşme çabası içinde din negatif anlamda bile yeterince değerlendirilmeye tâbi tutulmadı. Dinin toplumsal bağlamı uzun süre görmezden gelindi. Din tartışmaları kısır laiklik ve laikleşme konuları etrafında dönüp durdu. Bu laiklik fetişizmi dini araştırmaları kısıtladı, fakirleştirdi. Bu durum Necdet Hoca’nın da altını çizdiği gibi velud bir alanın akim kalmasına sebep oldu. Düşünsel kısırlığın önemli nedenlerinden biri olarak bugüne kadar geldi. Böylelikle ne İslam tam anlamıyla anlaşıldı ne de doğru dürüst bir İslam eleştirisi ortaya çıktı.
Necdet Subaşı, Anadolu’nun, derin milletimizin sorunlarına, açmazlarına ciddi, sahici çözümler arayan bir gönül insanı. Tribünlere oynamak gibi bir gayesi yok. Bizi yakan ateşin yine bizim ateşimiz olduğunun farkında. Mezheplerin, meşreplerin birer savaş sebebi kılınmasının karşısında. “Bugün aklı başında herhangi bir Müslüman’ın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.” diyerek enerjimizi boşa harcamamanın gerekliliğine işaret ediyor.
Yazımızı Mustafa Oral’ın sitemizde yayınlanan mülakatında Necdet Subaşı hakkında söyledikleriyle bitirelim. “Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra 'sol' gözü, 'sol' eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum. On üç yaşındaydım. Bir gün Mevlânâ diyarından Necdet Subaşı isminde bir öğretmen kasabaya tayin oldu. Bana verdiği ilk şey Efendimizin hicretini anlatan 'Hicret' isimli bir kasetti. Onun ile yavaş yavaş sağ gözüm görmeye, sağ kolum uzamaya, kalbimin sağ tarafı tutmaya başladı. Onun etkisi ile namaza ve yazmaya hicret ettim.
On üç yaşındaydım. Ablam Şefika, Manisa’da açan bir karanfildi. Bana mesir macunu ayarında nesir ve şiir tohumları getirirdi yazları. Öğretmenimiz Necdet Subaşı kasabaya Mevlana’dan gül tohumları getirirdi. Avuç avuç üzerimize serperdi. O günlerde namaza başladım. O tohumlar bir gün sürgün verir umuduyla yazmaya başladım. Anlayacağınız yazmaya namazla birlikte başladım. Yazımız namazımızla yaşıttır.”
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
26 Aralık 2016 Pazartesi
Başka bir İstanbul yok
"Hayali kafamda hükümler süren
Görmez gözlerime görün İstanbul."
- Âşık Veysel
Şehir bize kendimizi hatırlatır. Bu hatırlatıcılık vasfı İstanbul gibi kadim şehirlerde daha yoğun tebarüz eder. Batı Roma, Doğru Roma, Osmanlı medeniyetlerini bünyesinde eritip, kendince bir potaya sokmuş ve oradan tüm dünyaya mesaj yollamış bir şehirdir İstanbul. Nedir bu mesaj? Şudur: Medeniyet mirastır ve elden ele yaşatılır, yaşatılmak zorundadır.
İbrahim Zeyd Gerçik'in Büyüyenay Yayınları tarafında neşredilen 96 sayfalık "İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" adlı kitabı, kısa sürede İstanbul'un hassas noktalarını öğrenmek için oldukça ideal metinler içeriyor, bu vesileyle kitapçık da diyebiliriz. Eserini; "kendine, insana, tarihine, toprağına, medeniyetine, İstanbul'a dost olan; koruyan, güzelleştiren ve iyiyi diri kılmanın mücadelesini veren insanlara" adayan Gerçik, çok fazla romantizme girmeden nostaljik bir belgesel tadında ama şiirsel bir dille adımlıyor İstanbul'u. Evlerden, mahallelerden, hayvanlara ve çevreye gösterilen özenden bahsediyor. Tüm bunları yaparken düşüncesinden tarihî mirası asla çıkarmıyor. Camileri, medreseleri, külliyeleri, tekkeleri, türbeleri, mezarlıkları unutmuyor. Medeniyetin emanet ettiği içinden deniz geçen şehir İstanbul'u "ölümle barışık şehir" olarak ilan ediyor. Yazarın nezdinde varlığını sonsuzluğa adayanların şehri olan İstanbul'a dair söylenecek şeylerin gittikçe azaldığı zamanlardayız. Gün geçtikçe üzüldüğümüz ve hatta kahrolduğumuz şeyler fazlalaşıyor. En başta da çocuklar bundan nasibini alıyor:
"İstanbul bahçelerinden, çiçeklerinden geriye çok az şey kaldı. Çiçeklerin isimleri gitti, çocuklar çiçekler görmeden yaşadılar ve büyüdüler. Sayabileceğimiz çiçek isimleri bir kaçı geçmez oldu. Çiçeklerin görüntüleri, kokuları gitti, isimleri sokak tabelalarında asılı kaldı."
Malum, İstanbul'un ahşap evleri Bosna'dan Şam'a kadar tesir etmiş, üslubuyla vazgeçilmez olmuştur. Öyle ki bugün bile Saraybosna'daki yapılarla Bursa'daki yapıların benzerliği birçok sempozyumda konuşulmuş, üzerine tezler dahi yazılmıştır. Ahşap ev; sürekli yaşayan bir yapıya sahip. Esnek olduğu için aile nüfusuna göre şekil alabiliyor. Bahçesiyle iç açarken yazın ve kışın sağladığı ısı dengesiyle sağlığı da koruyor. Artık ahşap evler ya birer müze ya da metruk bir hâlde, yenilenmeyi bekliyor. Bu yenilenme de betonla oluyor. Soğuk, sevimsiz ve uhrevî değil dünyevî.
"Ahşap evler içinde yaşayan İstanbul insanının ilişkileri güven, saygıya ve mahremiyete dayanırdı. Bir mahalleye sonradan gelenler, ilk yerleşenlere saygı göstermek zorundaydı. Sonradan gelen onun manzarasını kapatamaz, evinin içine bakan bir pencere açamaz, bir balkon yapamaz ya da kapısına ulaşımı engelleyemezdi. Dolayısıyla evini ilk yapanla sonradan yapanlar arasında her zaman bir anlaşma, karşılıklı bir rıza olması gerekiyordu. Her ev bir özel dünyaydı. Mahremiyet temel esastı. Evlerin ses geçiren ince duvarlarından dolayı yüksek sesle konuşmak, tartışmak pek adet değildi. Dedikoduya fırsat vermeyecek biçimde yaşamak, hareket etmek ve konuşmak İstanbul halkına bu evlerin getirdiği bir alışkanlıktı."
Yazarın, 'boğazın yeşil tacı' olarak anlattığı Emirgan, ismini Emirgune Han'dan alıyor. Erivan Kalesi'ni Osmanlılara savaşmadan teslim ettiği için Sultan IV. Murad tarafından kendisine boğazdaki bir bölge verilmiş, o bölgeye de halk zamanla Emirgan demiştir. İstanbul yalnız Emirgan gibi yeşili bol ve denizle iç içe yerlerden oluşmuyor elbette. Tarihi eserleriyle ve mezarlarıyla daima yaşayan bir şehir özelliği taşıyor. Eskiden mezarlıklar evlerimize, dolayısıyla bize daha yakındı. Yürürken muhakkak sikkeli yahut serpuşlu bir mezar taşına rastlar, adını sanını bilmediğimiz o zata bir fatiha okurduk. Artık mezarlıklar bizden, biz mezarlıklardan uzaklaştık. Bu rızasız uzaklaşma, peşinden dünyaya daha çok bağlanmayı ve ölümü unutturmayı da getirdi.
"Ölüm yaşayanları korkutmaz, yaşanılan mekanı güzelleştirirdi. Ölüm, hayat kadar doğal olandı. Bir zıtlık, bir çatışma değildi. Hayat ve ölüm bir bütündü. İnsanlar ölümü hayatlarından koparmadıkları için, hayat daha bir anlamlı yaşanıyor, ilişkiler daha sağlam tutuluyordu. Çünkü perdenin ne zaman kapanacağı, oyunun ne zaman biteceği bilinmiyordu... İstanbul'da mezarlıklar yolların kenarlarında, camilerin bahçelerinde, bir çeşmenin yanı başındaydı... Bu bir ölü sevicilik değildi. Hayatla ölümün bütünlüğü, ölümü tevazuyla kabulleniş, ölümle çatışmama, ölümle savaşmamaydı. Ölümle savaşmak, ölümle çatışmak Yaratıcıyla savaşmaktı. Ölümle çatışmak hayatla çatışmaktı. Ölüler geçmiş, ölüler kökler, ölüler dostlardı."
Bu yüzden de 1874 yılında İstanbul'a gelen ve bu şehir üzerine en önemli eserlerden biri olan İstanbul'u yazan Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatmıştı: "Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilmez. Dudaklarda hem dua hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan, bir saray, bir bahçe, bir mabeddir bu."
Sirkeci, Bab-ı Ali Caddesinin başlangıcından itibaren gözümüze bir cadde adı çarpar: Klodfarer. Çemberlitaş'a kadar uzanan bu cadde, ismini İstiklâl Savaşı'nda Türklerden yana destek veren yazılar kaleme almış Fransız yazar Claude Farrère'den almıştır. Bir jest olarak, İstanbul'un bu en güzide caddelerinden birine yazarın adı verilmiştir. İbrahim Zeyd Gerçik, Claude Farrère'den bir İstanbul alıntısı yapar: "İstanbul, yalnız genişliği, zenginlikleri, ihtişamı ve kudreti ile büyük değildi. O, eski ve köklü bir medeniyetin verdiği kendine güvenle eski ve soylu ruhuyla, enerji ve cesaretiyle de gelişken, değişik ve büyüktü. Bütün bunlar içlerinde milyonların uyuduğu mezarlardan ve içlerinde hâlâ milyonların yaşamakta olduğu eski konaklardan sezinleniyordu."
Fransızların İstanbul'a düşkünlüğü bir hayli fazladır. Bu durum bazen kuşkulara sebep olsa da birçoğunun sevgisi samimidir. Birçok yayınevi tarafından neşredilen "İstanbul: Dünyanın En Güzel Şehri" kitabında Fransız şair, oyun yazarı, ressam ve sanat eleştirmeni Théophile Gautier şöyle der: "İstanbul bütün güzelliği ile bütün haşmeti ile Türk'e yaraşır. Zarf ile mazrufun bu kadar uygun düştüğü bir yer kürenin başka hiçbir tarafında görülemez."
"İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" özellikle gençlerin muhakkak ve acilen okuması gereken bir başlangıç kitabı. Bu yönüyle okullarda kısa İstanbul tarihi göreviyle bir rehberlik görevi bile üstlenebilir. Şiirsel anlatımıyla, yalın Türkçesiyle ve içindeki siyah-beyaz fotoğraflarıyla okuyanı hem düşündüren hem de hüzünlendiren bir kitap. En önemlisi de insanda kitabı bitirdikten sonra İstanbul için küçük de olsa bir şeyler yapma isteği uyandırıyor. Yazar, kitabı bitirirken şöyle sesleniyor: "İstanbul'a dostluk, Türk Milleti'ne dostluktur. İstanbul'u sevmek, bu şehri tanımak ve çocuklarına tanıtmaktır. İstanbul'u sevmek, bu şehirdeki medeniyete ve tarihe karşı sorumlu olmaktır. İstanbul atalarımız, İstanbul tarihimiz, İstanbul bizi var eden değerlerimiz. İstanbul'u sevmek; onunla harman olmak, onunla yoğrulmak, kendini onunla tanımlamaktır."
Şehir bize kendimizi hatırlatır, diyerek başlamıştım. Bir şehri tanımak bize kendimizi de yeni baştan tanıma imkânı sağlar. Her şehir tıpkı her insan gibi biriciktir çünkü ve bu biriciklik hâliyle buluşmak, sorumluluk duygusunu da artırır. Yükleneceğimiz bir yük, kenara çekeceğimiz bir taş, söyleyeceğimiz bir söz hem bize hem bu şehre çok şey kazandırır. Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.
İstanbul'u tanımadan sevmek hamasetten başka bir şey getirmez. Önce tanıyalım, iyice tanıyalım. Ve ona sahip çıkalım. Başka bir İstanbul yok.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Görmez gözlerime görün İstanbul."
- Âşık Veysel
Şehir bize kendimizi hatırlatır. Bu hatırlatıcılık vasfı İstanbul gibi kadim şehirlerde daha yoğun tebarüz eder. Batı Roma, Doğru Roma, Osmanlı medeniyetlerini bünyesinde eritip, kendince bir potaya sokmuş ve oradan tüm dünyaya mesaj yollamış bir şehirdir İstanbul. Nedir bu mesaj? Şudur: Medeniyet mirastır ve elden ele yaşatılır, yaşatılmak zorundadır.
İbrahim Zeyd Gerçik'in Büyüyenay Yayınları tarafında neşredilen 96 sayfalık "İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" adlı kitabı, kısa sürede İstanbul'un hassas noktalarını öğrenmek için oldukça ideal metinler içeriyor, bu vesileyle kitapçık da diyebiliriz. Eserini; "kendine, insana, tarihine, toprağına, medeniyetine, İstanbul'a dost olan; koruyan, güzelleştiren ve iyiyi diri kılmanın mücadelesini veren insanlara" adayan Gerçik, çok fazla romantizme girmeden nostaljik bir belgesel tadında ama şiirsel bir dille adımlıyor İstanbul'u. Evlerden, mahallelerden, hayvanlara ve çevreye gösterilen özenden bahsediyor. Tüm bunları yaparken düşüncesinden tarihî mirası asla çıkarmıyor. Camileri, medreseleri, külliyeleri, tekkeleri, türbeleri, mezarlıkları unutmuyor. Medeniyetin emanet ettiği içinden deniz geçen şehir İstanbul'u "ölümle barışık şehir" olarak ilan ediyor. Yazarın nezdinde varlığını sonsuzluğa adayanların şehri olan İstanbul'a dair söylenecek şeylerin gittikçe azaldığı zamanlardayız. Gün geçtikçe üzüldüğümüz ve hatta kahrolduğumuz şeyler fazlalaşıyor. En başta da çocuklar bundan nasibini alıyor:
"İstanbul bahçelerinden, çiçeklerinden geriye çok az şey kaldı. Çiçeklerin isimleri gitti, çocuklar çiçekler görmeden yaşadılar ve büyüdüler. Sayabileceğimiz çiçek isimleri bir kaçı geçmez oldu. Çiçeklerin görüntüleri, kokuları gitti, isimleri sokak tabelalarında asılı kaldı."
Malum, İstanbul'un ahşap evleri Bosna'dan Şam'a kadar tesir etmiş, üslubuyla vazgeçilmez olmuştur. Öyle ki bugün bile Saraybosna'daki yapılarla Bursa'daki yapıların benzerliği birçok sempozyumda konuşulmuş, üzerine tezler dahi yazılmıştır. Ahşap ev; sürekli yaşayan bir yapıya sahip. Esnek olduğu için aile nüfusuna göre şekil alabiliyor. Bahçesiyle iç açarken yazın ve kışın sağladığı ısı dengesiyle sağlığı da koruyor. Artık ahşap evler ya birer müze ya da metruk bir hâlde, yenilenmeyi bekliyor. Bu yenilenme de betonla oluyor. Soğuk, sevimsiz ve uhrevî değil dünyevî.
"Ahşap evler içinde yaşayan İstanbul insanının ilişkileri güven, saygıya ve mahremiyete dayanırdı. Bir mahalleye sonradan gelenler, ilk yerleşenlere saygı göstermek zorundaydı. Sonradan gelen onun manzarasını kapatamaz, evinin içine bakan bir pencere açamaz, bir balkon yapamaz ya da kapısına ulaşımı engelleyemezdi. Dolayısıyla evini ilk yapanla sonradan yapanlar arasında her zaman bir anlaşma, karşılıklı bir rıza olması gerekiyordu. Her ev bir özel dünyaydı. Mahremiyet temel esastı. Evlerin ses geçiren ince duvarlarından dolayı yüksek sesle konuşmak, tartışmak pek adet değildi. Dedikoduya fırsat vermeyecek biçimde yaşamak, hareket etmek ve konuşmak İstanbul halkına bu evlerin getirdiği bir alışkanlıktı."
Yazarın, 'boğazın yeşil tacı' olarak anlattığı Emirgan, ismini Emirgune Han'dan alıyor. Erivan Kalesi'ni Osmanlılara savaşmadan teslim ettiği için Sultan IV. Murad tarafından kendisine boğazdaki bir bölge verilmiş, o bölgeye de halk zamanla Emirgan demiştir. İstanbul yalnız Emirgan gibi yeşili bol ve denizle iç içe yerlerden oluşmuyor elbette. Tarihi eserleriyle ve mezarlarıyla daima yaşayan bir şehir özelliği taşıyor. Eskiden mezarlıklar evlerimize, dolayısıyla bize daha yakındı. Yürürken muhakkak sikkeli yahut serpuşlu bir mezar taşına rastlar, adını sanını bilmediğimiz o zata bir fatiha okurduk. Artık mezarlıklar bizden, biz mezarlıklardan uzaklaştık. Bu rızasız uzaklaşma, peşinden dünyaya daha çok bağlanmayı ve ölümü unutturmayı da getirdi.
"Ölüm yaşayanları korkutmaz, yaşanılan mekanı güzelleştirirdi. Ölüm, hayat kadar doğal olandı. Bir zıtlık, bir çatışma değildi. Hayat ve ölüm bir bütündü. İnsanlar ölümü hayatlarından koparmadıkları için, hayat daha bir anlamlı yaşanıyor, ilişkiler daha sağlam tutuluyordu. Çünkü perdenin ne zaman kapanacağı, oyunun ne zaman biteceği bilinmiyordu... İstanbul'da mezarlıklar yolların kenarlarında, camilerin bahçelerinde, bir çeşmenin yanı başındaydı... Bu bir ölü sevicilik değildi. Hayatla ölümün bütünlüğü, ölümü tevazuyla kabulleniş, ölümle çatışmama, ölümle savaşmamaydı. Ölümle savaşmak, ölümle çatışmak Yaratıcıyla savaşmaktı. Ölümle çatışmak hayatla çatışmaktı. Ölüler geçmiş, ölüler kökler, ölüler dostlardı."
Bu yüzden de 1874 yılında İstanbul'a gelen ve bu şehir üzerine en önemli eserlerden biri olan İstanbul'u yazan Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatmıştı: "Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilmez. Dudaklarda hem dua hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan, bir saray, bir bahçe, bir mabeddir bu."
Sirkeci, Bab-ı Ali Caddesinin başlangıcından itibaren gözümüze bir cadde adı çarpar: Klodfarer. Çemberlitaş'a kadar uzanan bu cadde, ismini İstiklâl Savaşı'nda Türklerden yana destek veren yazılar kaleme almış Fransız yazar Claude Farrère'den almıştır. Bir jest olarak, İstanbul'un bu en güzide caddelerinden birine yazarın adı verilmiştir. İbrahim Zeyd Gerçik, Claude Farrère'den bir İstanbul alıntısı yapar: "İstanbul, yalnız genişliği, zenginlikleri, ihtişamı ve kudreti ile büyük değildi. O, eski ve köklü bir medeniyetin verdiği kendine güvenle eski ve soylu ruhuyla, enerji ve cesaretiyle de gelişken, değişik ve büyüktü. Bütün bunlar içlerinde milyonların uyuduğu mezarlardan ve içlerinde hâlâ milyonların yaşamakta olduğu eski konaklardan sezinleniyordu."
Fransızların İstanbul'a düşkünlüğü bir hayli fazladır. Bu durum bazen kuşkulara sebep olsa da birçoğunun sevgisi samimidir. Birçok yayınevi tarafından neşredilen "İstanbul: Dünyanın En Güzel Şehri" kitabında Fransız şair, oyun yazarı, ressam ve sanat eleştirmeni Théophile Gautier şöyle der: "İstanbul bütün güzelliği ile bütün haşmeti ile Türk'e yaraşır. Zarf ile mazrufun bu kadar uygun düştüğü bir yer kürenin başka hiçbir tarafında görülemez."
"İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" özellikle gençlerin muhakkak ve acilen okuması gereken bir başlangıç kitabı. Bu yönüyle okullarda kısa İstanbul tarihi göreviyle bir rehberlik görevi bile üstlenebilir. Şiirsel anlatımıyla, yalın Türkçesiyle ve içindeki siyah-beyaz fotoğraflarıyla okuyanı hem düşündüren hem de hüzünlendiren bir kitap. En önemlisi de insanda kitabı bitirdikten sonra İstanbul için küçük de olsa bir şeyler yapma isteği uyandırıyor. Yazar, kitabı bitirirken şöyle sesleniyor: "İstanbul'a dostluk, Türk Milleti'ne dostluktur. İstanbul'u sevmek, bu şehri tanımak ve çocuklarına tanıtmaktır. İstanbul'u sevmek, bu şehirdeki medeniyete ve tarihe karşı sorumlu olmaktır. İstanbul atalarımız, İstanbul tarihimiz, İstanbul bizi var eden değerlerimiz. İstanbul'u sevmek; onunla harman olmak, onunla yoğrulmak, kendini onunla tanımlamaktır."
Şehir bize kendimizi hatırlatır, diyerek başlamıştım. Bir şehri tanımak bize kendimizi de yeni baştan tanıma imkânı sağlar. Her şehir tıpkı her insan gibi biriciktir çünkü ve bu biriciklik hâliyle buluşmak, sorumluluk duygusunu da artırır. Yükleneceğimiz bir yük, kenara çekeceğimiz bir taş, söyleyeceğimiz bir söz hem bize hem bu şehre çok şey kazandırır. Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.
İstanbul'u tanımadan sevmek hamasetten başka bir şey getirmez. Önce tanıyalım, iyice tanıyalım. Ve ona sahip çıkalım. Başka bir İstanbul yok.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Aralık 2016 Perşembe
Futbolun tutku olduğu zamanlara ait öyküler
"Bir insanın nasıl olup da futbol sevmeyeceğini aklımız almıyordu; ama dünyanın her yerinde böyle yaratıklar vardı."
- Paul Watson, Ayağa Oyna Pohnpei
“Yalnızca falanca futbol takımının taraftarı değil, anılarımın taraftarıyım diyebilirim. Anılarının taraftarı olan birçok futbolsever gibi..."
- Necdet Özkazancı, Taşradan Futbol Hikâyeleri
Futbol, özellikle de 'bizim' bildiğimiz futbol afyon değil, aksine insanlığı, umudu, birlikteliği, paylaşmayı, hatırlamayı ve anlamlandırmayı diri tutan bir spordur. Hatta spordan daha ötesidir. Böyle diyerek futbolu ululadığım düşünülmesin zira şimdinin endüstriyel futboluna karşı çıkanlar, mahallenin ne olduğunu ve onun kaybını kederle yaşayanlar gayet iyi bilirler futbolun ne olduğunu. Yalnız Afrika'da değil, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuğu da bir ihtiyarı da tebessüm ettiren yegane şeydir meşin yuvarlak.
Al da At Dercesine adlı bu kitapta, 'bizim' dediğimiz kadronun futbol öyküleri bir araya gelmiş. Levent Cantek'in editörlüğünü yaptığı kitabın yazar kadrosu şöyle: Alper Atalan, Akif Kurtuluş, Mahir Ünsal Eriş, Yekta Kopan, Kıvanç Koçak, Ercan Kesal, Mustafa Çiftci, Necdet Dümelli (aynı zamanda kitabı yayına hazırlayan), Bülent Çallı, Emre Bayın, Ayla Karadağ, Giray Kemer, Işıl Kocaoğlan, Hakan Kulaçoğlu, Serhan Ergin, İlyas Barut, Can Belge, Murat Başekim, Bağış Erten.
161 sayfalık kitabın 'edebiyatçı gözüyle futbol' olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar öykülerden bazıları fazla edebiyatçı koksa da diğerlerine nazaran genç olan yazarlar sanırım hafızaları daha taze olduğundan, zihinlerindeki futbol anılarını birer öyküye dönüştürmüşler. O güzel günlerin, acıyla neşenin iç içe geçmişliğinin, âşıklarla meczupların bir araya gelişlerinin. Hiç aklımıza gelir miydi mahallenin en silik karakterinin bir futbol cambazı olabileceği mesela? Yahut evine bilgisayar girene kadar bütün mahalle maçlarında gol kralı olmuş o arkadaşımıza küsmüş olamaz mıyız? Babamız işten gelene kadar koşturduğumuz top, peşinden ayakları değil idealleri de sürüklememiş miydi? Balkondan sarkan o leziz sepetteki anne yemeğini mahalle takımına yeni giren arkadaşımızla bölüşmedik mi? Okulun serserisinin antrenmanlarda herkesi nasıl da motive eden bir lidere dönüştüğüne şahitlik etmedik mi?
"Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Adam yok diye oyuna sonradan girdi. Yarım saatte üç kez balgam söktü, dört gol attı. Birini hırsına yenilip çatala abandı. Birini ceza sahası- na yakın bir yerden, kalecinin boşluğuna denk getirdi. Di- ğer ikisi şiir gibiydi. Tüm takımı çalıma dizip kalenin dibinden, arkasından gelen gence pasladı. Cumhur Abi’ye yazdı- lar golü ama o tınmadı. Üçüncü golün karbon kopyasını balgam olup tükürdü demir baklavalara. “Dört” dedi içinden. Kalenin arkasından korner noktasına ağır koşu, oradan da santraya kimselere bakmadan. Alkışları duymadı, duymak istemedi. “Vayyy baba, sende neler varmış beee... Cumhur 8 Abi’me bak, ellilik Messi, yürüse yeter!” iltifatlarını da kulak arkası yaptı, maç sonunda tellendirmek için. Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Sıkıldı sonra. Sıkılmadı da bir şeyler bastı üstüne, yüreğine. Dört bir yandan üzerine düşen spotların yarattığı dört gölgenin sırrına kadem basarak kapıya yöneldi. Aktığı kanada uzun bir top geldi: “Cumhur Abi sendeee, yardır!” dendi. Ses susana kadar top döndü, döndü. Tellerde durdu. O zaman anlayabildi gençler Cumhur Abi’nin oyundan çıktığını."
Tam bir takımı sevmek üzereyken 'bizde oğullar, babalarının takımlarını tutarlar' yasasına gönülden bağlanmadık mı? Hem, kızlar da sevmez miydi futbol, yeri geldiğinde ipi saklambacı evciliği bırakıp kurmazlar mıydı bir kızlar takımı? Antrenörlük etmek istemez miydik komşu mahalle kızlarının kurduğu takıma? Sonra hepsinin abilerinden ayrı ayrı dayak yemez miydik yahut yüz görümlüğü niyetine haftalığımızın üçte birini kaptırmaz mıydık? Hepsinin cevabı 'evet' olmuştu 'bizim' bildiğimiz futbolda. Futbol tutkuydu, duruştu, hayattı bir zamanlar. İşte o zamanların öykülerini saklıyor Al da At Dercesine.
"Ben esasen Galatasaraylı olacaktım. Babam çeldi aklımı. "Galatasaraylı olursan takımın Ankara'da yılda iki sefer maç yapar ama Gençlerbirliği'ni tutarsan en az on altı, on yedi maç olur" dedi, "Hem insan kendi şehrinin takımı dururken niye başka takım tutsun?" Galatasaray kötü bir dönemden çıkmıştı ama kadro güzeldi; Tugay var, Bülent var, Hagi geliyor... Ama ben en çok Suat'ı severdim, sekiz numara giyerdi. Bizim mahalle maçlarında tişörtümün sırtına tükenmez kalemle sekiz yazmıştım, uzaktan okunmazdı. Babam öyle deyince, nasıl oldu anlamadım ama birden oldum Gençlerbirlikli."
Zannedilmesin ki öykülerde sadece mahalle ve çocukları anlatılıyor. Bu öykülerde semt kulübü başkanlarının şikâyetleri de var en samimisinden. Menajer hokkabazlıkları, futbolcu kaprisleri, ticaretten bir farkı kalmayan transfer stratejileri... Mesela kitaptaki öykülerden birinde kulüp başkanıyla röportaj yapılmış. Mizahı bol fakat gerçeğe de bir o kadar yakın. Bin bir zahmet ve zorluk içinde kulübe başkan sezon sonunda 'mecburiyetten' istifa edince "İstifanız çok sürpriz oldu" deniyor. "Şehrin çocuklarına veririz harçlığı, oynatırız zannettik. Fakat işler değişmiş..." diyen başkan bu değişiklikleri şöyle anlatıyor:
"Bakım bu transfer denen şey var ya, bir insanın kendi öz memleketindeki huzurunun bozulması için yeterli. Ben bu Anadolu kentinde sıfırdan iş kurmuş, iyi kötü sanayici olmuş, yirmiden fazla ülkeye ihracat yapmış bir insanım. Kulübü de bir yerlere taşıdım evelallah. Lakin aklımı oynattım, kimseye de yaranamadım. Herkes avanta peşinde, kimsenin futbol diye, takım diye, şehir diye bir derdi yok. Alemin gözü senin üzerinde, kulübün parasında. İşler kötü gitse de futbolcu satsak diye bekliyor hepsi aç kurt gibi. Arkadaşı, hısmı akrabası kalmıyor insanın bu işe bulaşınca. Kimseye güvenemiyorsun, kimseye sırtını dönemiyorsun. Şu başkanlık işinde 6 ayda gördüğüm, afedersiniz, puştluğu kırk yıllık ticaret hayatımda görmedim. Hele şu menajer denen tipler yok mu!"
Mahallelerden uzaklaşan futbol artık halı sahalara hapsolmuş durumda. Otoparklar, asfaltlar, yüksek apartmanlar ve 'güvenli' siteler bölüverdi oyunları. Öğrencisi de işçisi de harçlıklarından, maaşlarından muhakkak bir kısmını ayırıp ayda bir yahut birkaç kez ekibini topluyor, halı saha maçı yapıyor. Bu maçlar baklavasına, çorbasına yapıldığı gibi sadece spor ve eğlence amaçlı da olabiliyor. Lakin halı sahanın da kendine göre kuralları var. Öyküler arasında halı saha maçlarına atılmış bir sosyolojik bakış dahi var. Kavramlarıyla, içeriğiyle hem eğitici hem de öğretici. Mesela 'erken terhis'çi olan oyuncular kimlermiş bir bakalım:
"En arzulanmayanı da erken terhisçilerdir. Bunlar, gayriciddi tavırlarla üst üste goller yiyerek birinin gelip "Hadi çık kaleden" demesini bekleyen vatan hainleridir. Özünde, takımın kazanabilmesi için kendilerinin sahada olması gerektiğine inanırlar ve takım arkadaşının da böyle düşündüğünü sanır, yahut sanmak isterler. Bu tipler kaleye geçtikleri kısa süre içinde maç skorunda devalüatif değişimlere sebep oldukları için en sevilmeyenlerdir."
Bazı çocuklara sorun, onlar size söylerler hayata ve dostluğa anlam yükledikleri bu kimi zaman zarif, kimi zaman hırçın oyunun yalnız 'top peşinde koşmak'tan ibaret olmadığını. Zaten onların öyle hemen 'adam' olmakta gözleri yoktu. Önce çocukluklarını yaşamak ve yaşatmak istediler. Biraz da bunun için sürdüler rakip kaleye toplarını. Yenseler de yenilseler de fark etmezdi. Mahalleler rakip olabilirdi ama aynı semtin komşularıydı hepsi. Rekabet maç biter bitmez karabet oluverirdi...
Artık futbolun tutkusu işte böyle öykülerde, sayfalarda, anılarda kaldı. Pahalı biletlerde, akıllı statlarda, içi geçmiş tribünlerde, bol reklamlı formalarda neyin tutkusu kalırmış...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Paul Watson, Ayağa Oyna Pohnpei
“Yalnızca falanca futbol takımının taraftarı değil, anılarımın taraftarıyım diyebilirim. Anılarının taraftarı olan birçok futbolsever gibi..."
- Necdet Özkazancı, Taşradan Futbol Hikâyeleri
Futbol, özellikle de 'bizim' bildiğimiz futbol afyon değil, aksine insanlığı, umudu, birlikteliği, paylaşmayı, hatırlamayı ve anlamlandırmayı diri tutan bir spordur. Hatta spordan daha ötesidir. Böyle diyerek futbolu ululadığım düşünülmesin zira şimdinin endüstriyel futboluna karşı çıkanlar, mahallenin ne olduğunu ve onun kaybını kederle yaşayanlar gayet iyi bilirler futbolun ne olduğunu. Yalnız Afrika'da değil, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuğu da bir ihtiyarı da tebessüm ettiren yegane şeydir meşin yuvarlak.
Al da At Dercesine adlı bu kitapta, 'bizim' dediğimiz kadronun futbol öyküleri bir araya gelmiş. Levent Cantek'in editörlüğünü yaptığı kitabın yazar kadrosu şöyle: Alper Atalan, Akif Kurtuluş, Mahir Ünsal Eriş, Yekta Kopan, Kıvanç Koçak, Ercan Kesal, Mustafa Çiftci, Necdet Dümelli (aynı zamanda kitabı yayına hazırlayan), Bülent Çallı, Emre Bayın, Ayla Karadağ, Giray Kemer, Işıl Kocaoğlan, Hakan Kulaçoğlu, Serhan Ergin, İlyas Barut, Can Belge, Murat Başekim, Bağış Erten.
161 sayfalık kitabın 'edebiyatçı gözüyle futbol' olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar öykülerden bazıları fazla edebiyatçı koksa da diğerlerine nazaran genç olan yazarlar sanırım hafızaları daha taze olduğundan, zihinlerindeki futbol anılarını birer öyküye dönüştürmüşler. O güzel günlerin, acıyla neşenin iç içe geçmişliğinin, âşıklarla meczupların bir araya gelişlerinin. Hiç aklımıza gelir miydi mahallenin en silik karakterinin bir futbol cambazı olabileceği mesela? Yahut evine bilgisayar girene kadar bütün mahalle maçlarında gol kralı olmuş o arkadaşımıza küsmüş olamaz mıyız? Babamız işten gelene kadar koşturduğumuz top, peşinden ayakları değil idealleri de sürüklememiş miydi? Balkondan sarkan o leziz sepetteki anne yemeğini mahalle takımına yeni giren arkadaşımızla bölüşmedik mi? Okulun serserisinin antrenmanlarda herkesi nasıl da motive eden bir lidere dönüştüğüne şahitlik etmedik mi?
"Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Adam yok diye oyuna sonradan girdi. Yarım saatte üç kez balgam söktü, dört gol attı. Birini hırsına yenilip çatala abandı. Birini ceza sahası- na yakın bir yerden, kalecinin boşluğuna denk getirdi. Di- ğer ikisi şiir gibiydi. Tüm takımı çalıma dizip kalenin dibinden, arkasından gelen gence pasladı. Cumhur Abi’ye yazdı- lar golü ama o tınmadı. Üçüncü golün karbon kopyasını balgam olup tükürdü demir baklavalara. “Dört” dedi içinden. Kalenin arkasından korner noktasına ağır koşu, oradan da santraya kimselere bakmadan. Alkışları duymadı, duymak istemedi. “Vayyy baba, sende neler varmış beee... Cumhur 8 Abi’me bak, ellilik Messi, yürüse yeter!” iltifatlarını da kulak arkası yaptı, maç sonunda tellendirmek için. Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Sıkıldı sonra. Sıkılmadı da bir şeyler bastı üstüne, yüreğine. Dört bir yandan üzerine düşen spotların yarattığı dört gölgenin sırrına kadem basarak kapıya yöneldi. Aktığı kanada uzun bir top geldi: “Cumhur Abi sendeee, yardır!” dendi. Ses susana kadar top döndü, döndü. Tellerde durdu. O zaman anlayabildi gençler Cumhur Abi’nin oyundan çıktığını."
Tam bir takımı sevmek üzereyken 'bizde oğullar, babalarının takımlarını tutarlar' yasasına gönülden bağlanmadık mı? Hem, kızlar da sevmez miydi futbol, yeri geldiğinde ipi saklambacı evciliği bırakıp kurmazlar mıydı bir kızlar takımı? Antrenörlük etmek istemez miydik komşu mahalle kızlarının kurduğu takıma? Sonra hepsinin abilerinden ayrı ayrı dayak yemez miydik yahut yüz görümlüğü niyetine haftalığımızın üçte birini kaptırmaz mıydık? Hepsinin cevabı 'evet' olmuştu 'bizim' bildiğimiz futbolda. Futbol tutkuydu, duruştu, hayattı bir zamanlar. İşte o zamanların öykülerini saklıyor Al da At Dercesine.
"Ben esasen Galatasaraylı olacaktım. Babam çeldi aklımı. "Galatasaraylı olursan takımın Ankara'da yılda iki sefer maç yapar ama Gençlerbirliği'ni tutarsan en az on altı, on yedi maç olur" dedi, "Hem insan kendi şehrinin takımı dururken niye başka takım tutsun?" Galatasaray kötü bir dönemden çıkmıştı ama kadro güzeldi; Tugay var, Bülent var, Hagi geliyor... Ama ben en çok Suat'ı severdim, sekiz numara giyerdi. Bizim mahalle maçlarında tişörtümün sırtına tükenmez kalemle sekiz yazmıştım, uzaktan okunmazdı. Babam öyle deyince, nasıl oldu anlamadım ama birden oldum Gençlerbirlikli."
Zannedilmesin ki öykülerde sadece mahalle ve çocukları anlatılıyor. Bu öykülerde semt kulübü başkanlarının şikâyetleri de var en samimisinden. Menajer hokkabazlıkları, futbolcu kaprisleri, ticaretten bir farkı kalmayan transfer stratejileri... Mesela kitaptaki öykülerden birinde kulüp başkanıyla röportaj yapılmış. Mizahı bol fakat gerçeğe de bir o kadar yakın. Bin bir zahmet ve zorluk içinde kulübe başkan sezon sonunda 'mecburiyetten' istifa edince "İstifanız çok sürpriz oldu" deniyor. "Şehrin çocuklarına veririz harçlığı, oynatırız zannettik. Fakat işler değişmiş..." diyen başkan bu değişiklikleri şöyle anlatıyor:
"Bakım bu transfer denen şey var ya, bir insanın kendi öz memleketindeki huzurunun bozulması için yeterli. Ben bu Anadolu kentinde sıfırdan iş kurmuş, iyi kötü sanayici olmuş, yirmiden fazla ülkeye ihracat yapmış bir insanım. Kulübü de bir yerlere taşıdım evelallah. Lakin aklımı oynattım, kimseye de yaranamadım. Herkes avanta peşinde, kimsenin futbol diye, takım diye, şehir diye bir derdi yok. Alemin gözü senin üzerinde, kulübün parasında. İşler kötü gitse de futbolcu satsak diye bekliyor hepsi aç kurt gibi. Arkadaşı, hısmı akrabası kalmıyor insanın bu işe bulaşınca. Kimseye güvenemiyorsun, kimseye sırtını dönemiyorsun. Şu başkanlık işinde 6 ayda gördüğüm, afedersiniz, puştluğu kırk yıllık ticaret hayatımda görmedim. Hele şu menajer denen tipler yok mu!"
Mahallelerden uzaklaşan futbol artık halı sahalara hapsolmuş durumda. Otoparklar, asfaltlar, yüksek apartmanlar ve 'güvenli' siteler bölüverdi oyunları. Öğrencisi de işçisi de harçlıklarından, maaşlarından muhakkak bir kısmını ayırıp ayda bir yahut birkaç kez ekibini topluyor, halı saha maçı yapıyor. Bu maçlar baklavasına, çorbasına yapıldığı gibi sadece spor ve eğlence amaçlı da olabiliyor. Lakin halı sahanın da kendine göre kuralları var. Öyküler arasında halı saha maçlarına atılmış bir sosyolojik bakış dahi var. Kavramlarıyla, içeriğiyle hem eğitici hem de öğretici. Mesela 'erken terhis'çi olan oyuncular kimlermiş bir bakalım:
"En arzulanmayanı da erken terhisçilerdir. Bunlar, gayriciddi tavırlarla üst üste goller yiyerek birinin gelip "Hadi çık kaleden" demesini bekleyen vatan hainleridir. Özünde, takımın kazanabilmesi için kendilerinin sahada olması gerektiğine inanırlar ve takım arkadaşının da böyle düşündüğünü sanır, yahut sanmak isterler. Bu tipler kaleye geçtikleri kısa süre içinde maç skorunda devalüatif değişimlere sebep oldukları için en sevilmeyenlerdir."
Bazı çocuklara sorun, onlar size söylerler hayata ve dostluğa anlam yükledikleri bu kimi zaman zarif, kimi zaman hırçın oyunun yalnız 'top peşinde koşmak'tan ibaret olmadığını. Zaten onların öyle hemen 'adam' olmakta gözleri yoktu. Önce çocukluklarını yaşamak ve yaşatmak istediler. Biraz da bunun için sürdüler rakip kaleye toplarını. Yenseler de yenilseler de fark etmezdi. Mahalleler rakip olabilirdi ama aynı semtin komşularıydı hepsi. Rekabet maç biter bitmez karabet oluverirdi...
Artık futbolun tutkusu işte böyle öykülerde, sayfalarda, anılarda kaldı. Pahalı biletlerde, akıllı statlarda, içi geçmiş tribünlerde, bol reklamlı formalarda neyin tutkusu kalırmış...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
21 Aralık 2016 Çarşamba
Çevresinde olup bitene duyarlı şiirler
Nicedir şiirden konuşurken imgelerin birbirine benzediğinden dem vuruyoruz. Söyleyişin sıradanlaştığından ve de... Şöyle sizi sarsacak, hatta tokatlayacak şiir okumayalı kaç zaman oldu sahi! (İlgilisinedir sözüm, yanlış anlaşılmasın.) Şiirle ilgiliyseniz, yeni bir duyuş/söyleyiş arıyorsunuz. İyi şiirler okumak istiyorsunuz. Bu, hakkınız.
Kendi dilini kurmuş şairlerden şiir okumak elbet okur için önem taşıyor. Ancak gençlere de bu konuda şans tanımaktan yanadır düşüncem. Hece Yayınları, son dönemde genç şairleri daha bir önceliyor sanki. Art arda bastığı ilk şiir kitapları bunu gösteriyor. İşte bu kitaplardan biri -Hasan Özlen’in Kusursuz Talan’ı- “İlk-im”in bugünkü konuğu. "Nisyan iyi bildiğimiz bir şeydir kabul etmesek de / yoksa neden içimizde kırılmak bilmeyen putlar” diyen şairin şiirine kulak vermeli şimdi.
Sade bir dille anlatıyor Hasan Özlen anlatacağını, duru bir şiir anlayışıyla. "Kelebeğin Ölümü"ndeki gibi mesela: "Bir kelebek olmayı / ben mi seçtim/ konuşamadım belki ama / susuşlarımdan anlamalıydın / son nefeslerimi”.
“Yara” hepimize ait bir kelime olsa da, şairin dilinde başka bir s/imgeye dönüşüyor. “Sızı Sonrası”nda şair bize "insan yarasının rengiyle renklenir/ bunu en çok acıyı içenler bilir” diyor. “Şiirler yarım ne yapsak da susmaksa çoğuldur / deniz kıyıları mı altın çağdır gözden mi düşen / bir rüya bana uyandı ve dedi ki ikra” derken de çağın kelimeleri ile sanki kadim olanı imliyor. “Mükerrer Kanayış”la soruyor: “ey kaybolmuş kişi / yaşamak kaç yasak meyvedir”.
Merhameti, inceliği ve güzelliği hatırlatırken, aynı zamanda keskin bir çığlık da duyuluyor aralarda. “Kriminal İnceleme”deki gibi: "durdurmuyor iç kanamaları evlere dönmek bile/yaşamak tekrar edip duran bir intihar”. Çevresinde’olup bitene’ duyarlı, farkındalığı yüksek ve acıyı kendi üslubunca dile getirmeyi seçen bir şiirle karşılaşıyoruz Kusursuz Talan'ı okurken. Yolu bahtı açık olsun.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Kendi dilini kurmuş şairlerden şiir okumak elbet okur için önem taşıyor. Ancak gençlere de bu konuda şans tanımaktan yanadır düşüncem. Hece Yayınları, son dönemde genç şairleri daha bir önceliyor sanki. Art arda bastığı ilk şiir kitapları bunu gösteriyor. İşte bu kitaplardan biri -Hasan Özlen’in Kusursuz Talan’ı- “İlk-im”in bugünkü konuğu. "Nisyan iyi bildiğimiz bir şeydir kabul etmesek de / yoksa neden içimizde kırılmak bilmeyen putlar” diyen şairin şiirine kulak vermeli şimdi.
Sade bir dille anlatıyor Hasan Özlen anlatacağını, duru bir şiir anlayışıyla. "Kelebeğin Ölümü"ndeki gibi mesela: "Bir kelebek olmayı / ben mi seçtim/ konuşamadım belki ama / susuşlarımdan anlamalıydın / son nefeslerimi”.
“Yara” hepimize ait bir kelime olsa da, şairin dilinde başka bir s/imgeye dönüşüyor. “Sızı Sonrası”nda şair bize "insan yarasının rengiyle renklenir/ bunu en çok acıyı içenler bilir” diyor. “Şiirler yarım ne yapsak da susmaksa çoğuldur / deniz kıyıları mı altın çağdır gözden mi düşen / bir rüya bana uyandı ve dedi ki ikra” derken de çağın kelimeleri ile sanki kadim olanı imliyor. “Mükerrer Kanayış”la soruyor: “ey kaybolmuş kişi / yaşamak kaç yasak meyvedir”.
Merhameti, inceliği ve güzelliği hatırlatırken, aynı zamanda keskin bir çığlık da duyuluyor aralarda. “Kriminal İnceleme”deki gibi: "durdurmuyor iç kanamaları evlere dönmek bile/yaşamak tekrar edip duran bir intihar”. Çevresinde’olup bitene’ duyarlı, farkındalığı yüksek ve acıyı kendi üslubunca dile getirmeyi seçen bir şiirle karşılaşıyoruz Kusursuz Talan'ı okurken. Yolu bahtı açık olsun.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığını hissettiren hikayeler
İran deyince keşke aklıma çamurlu yollar gelmeseydi. İki arada kalmış garibanlar ve son yıllarda büyük bir sıçrama yaparak dramanın en iyi örneklerini veren ülke sinemasının anlatmaya yetişemediği acılar gelmeseydi aklıma. İran; Afganların ve Türkmenlerin berzahı aynı zamanda. Garipliğin boynunu büktüğü nice canın buralarda hayat mücadelesi verdiğini, maalesef televizyon haberleri bize göstermiyor. Çünkü haber merkezleri İran'ın nükleer planları ile ilgileniyor. Ülke hiç de dışarıdan göründüğü gibi değil. İçeriden ülkenin fotoğrafını çekenler sanatçılar oluyor.
Dikkat çekmek istediğim, insanların çektiği sıkıntıların neden siyasiler tarafından tartışılmadığı ya da haber merkezlerinin bu derde neden eğilmedikleri değil. İnsanın dünyaya gelirken yanında taşıdığı garibanlık her ülkede sarsar adamı. İnsanoğlu öteye bir şey götüremez, kefenin cebi yok derler. Öyledir. Ama dünyaya gelirken ayrılığın acısıyla gelmiştir insan. Niyazi Mısri Hazretleri, “gökte uçarken yere indirdiler/ çar anasır bendlerine vurdular/ nur iken adın niyazi koydular” beytiyle dillendirir.
Dünya insanı ağlatır. Dünyaya merhaba diyen bir bebek ilk nefesini aldığında, içine dünyadan bir pay düşmüştür. Arifler bunu “dünyayı içine alanlar ağlar” diyerek ifade ederler. Buradaysak sınanacağızdır. Asude olam diyen meydana gelmesin diye uyarmıştı Ziya Paşa. Bütün bunlara olan eyvallahımızla birlikte bir hüznü içimizde gizli gizli taşımaktır, dünyada olmak.
“Ay.. Gülcemal”, bütün bunların ve benim söylemediğim ayrılık acısının hikayesi. Kaybetmenin, iki kere kaybetmenin, en sevilenin göz önünden ağır ağır yitmesinin göğüsler dağlayan ateşinin koru. Büyük laflar etme derdine tutulmuş, Babil kulesinden ateş eden bir yazar değil Abdurrahman Deveci. Muhacerette, gurbetliğin hâlâ içinde bir yazar. Bunun için İlyar, arkadaşı Abay'ı anlatırken bir yaşanmışlığı hatırlar gibi konuşuyor. Yazıyor demedim, çünkü bunu hissettirmiyor. Zira aslolan kelamdır. Yazma eylemi ne kadar çok sohbete benzerse o kadar sahihtir bu sebepten.
Gülcemal, İlyar'ın gönlünü kaptırdığıdır. En iyi arkadaşı Abay'ın kızkardeşidir. İlyar ile Abay bir kavganın birbirine sıkı sıkıya bağladığı iki dosttur. Şehrin karanlığında pedal çeviren iki delikanlıdır. Hayat ikisini de erkenden mesuliyet sahibi kılmış, gençlik basamağını atlayarak çocukluktan adamlığa geçmişlerdir. Abay bir kamyon altında can verir. Bu ayrılıkla sarsılır İlyar. Hikaye başından beri İlyar, Abay'ın babası İdris Ağa ile konuşur ve Abay'ın gidişine birlikte ağlarlar.
Can arkadaşını kaybetmenin acısı daha dinmeden felek yeniden bir oyun oynar İlyar'a. Bağımsızlığına kavuşan Kazakistan, yurtdışındaki vatandaşlarını ülkeye geri çağırır. İran'da yaşayan İdris Ağa ve ailesi dönmek zorundadır. Yani İlyar için bir ayrılık daha peydah olmuştur. İdris Ağa ülkeyi terkederken İlyar hep yanındadır. Yüklerini hafifletmek adına zaten az olan eşyalarını birlikte satarlar ve kendi elleriyle İlyar, Gülcemal'i uzaklara yolcu eder. Yüreği Gülcemal'in ardından gider İlyar'ın. Sonraki hayatında sağsız bir sol, parmaksız bir el, dermansız bir ayak ve gözsüz bir başla yaşar gibidir İlyar. Yani eksiktir, nâtamamdır. Bu sebeple Ay... Gülcemal gözleri ağlamaktan kurumuş bir ananın hüznünü taşır sayfalarında. Hüzünle yoğrulmuş bir kitaptır. Âşığın yüreğinden çıkan bir ahdır. Ay... Gülcemal Büyüyenay Yayınları'nın çağdaş edebiyat serisinden Nisan ayında çıktı. Bugün İran sınırları içinde kalan Türkmen Sahra'nın önemli yazarlarından biri olan Abdurrahman Deveci tarafından kaleme alınan kitap, aynı ismi taşıyan hikayeyle birlikte yedi hikayeden oluşuyor. İnsanı ağlatan hikayeler. İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığını hissettiren hikayeler. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Dikkat çekmek istediğim, insanların çektiği sıkıntıların neden siyasiler tarafından tartışılmadığı ya da haber merkezlerinin bu derde neden eğilmedikleri değil. İnsanın dünyaya gelirken yanında taşıdığı garibanlık her ülkede sarsar adamı. İnsanoğlu öteye bir şey götüremez, kefenin cebi yok derler. Öyledir. Ama dünyaya gelirken ayrılığın acısıyla gelmiştir insan. Niyazi Mısri Hazretleri, “gökte uçarken yere indirdiler/ çar anasır bendlerine vurdular/ nur iken adın niyazi koydular” beytiyle dillendirir.
Dünya insanı ağlatır. Dünyaya merhaba diyen bir bebek ilk nefesini aldığında, içine dünyadan bir pay düşmüştür. Arifler bunu “dünyayı içine alanlar ağlar” diyerek ifade ederler. Buradaysak sınanacağızdır. Asude olam diyen meydana gelmesin diye uyarmıştı Ziya Paşa. Bütün bunlara olan eyvallahımızla birlikte bir hüznü içimizde gizli gizli taşımaktır, dünyada olmak.
“Ay.. Gülcemal”, bütün bunların ve benim söylemediğim ayrılık acısının hikayesi. Kaybetmenin, iki kere kaybetmenin, en sevilenin göz önünden ağır ağır yitmesinin göğüsler dağlayan ateşinin koru. Büyük laflar etme derdine tutulmuş, Babil kulesinden ateş eden bir yazar değil Abdurrahman Deveci. Muhacerette, gurbetliğin hâlâ içinde bir yazar. Bunun için İlyar, arkadaşı Abay'ı anlatırken bir yaşanmışlığı hatırlar gibi konuşuyor. Yazıyor demedim, çünkü bunu hissettirmiyor. Zira aslolan kelamdır. Yazma eylemi ne kadar çok sohbete benzerse o kadar sahihtir bu sebepten.
Gülcemal, İlyar'ın gönlünü kaptırdığıdır. En iyi arkadaşı Abay'ın kızkardeşidir. İlyar ile Abay bir kavganın birbirine sıkı sıkıya bağladığı iki dosttur. Şehrin karanlığında pedal çeviren iki delikanlıdır. Hayat ikisini de erkenden mesuliyet sahibi kılmış, gençlik basamağını atlayarak çocukluktan adamlığa geçmişlerdir. Abay bir kamyon altında can verir. Bu ayrılıkla sarsılır İlyar. Hikaye başından beri İlyar, Abay'ın babası İdris Ağa ile konuşur ve Abay'ın gidişine birlikte ağlarlar.
Can arkadaşını kaybetmenin acısı daha dinmeden felek yeniden bir oyun oynar İlyar'a. Bağımsızlığına kavuşan Kazakistan, yurtdışındaki vatandaşlarını ülkeye geri çağırır. İran'da yaşayan İdris Ağa ve ailesi dönmek zorundadır. Yani İlyar için bir ayrılık daha peydah olmuştur. İdris Ağa ülkeyi terkederken İlyar hep yanındadır. Yüklerini hafifletmek adına zaten az olan eşyalarını birlikte satarlar ve kendi elleriyle İlyar, Gülcemal'i uzaklara yolcu eder. Yüreği Gülcemal'in ardından gider İlyar'ın. Sonraki hayatında sağsız bir sol, parmaksız bir el, dermansız bir ayak ve gözsüz bir başla yaşar gibidir İlyar. Yani eksiktir, nâtamamdır. Bu sebeple Ay... Gülcemal gözleri ağlamaktan kurumuş bir ananın hüznünü taşır sayfalarında. Hüzünle yoğrulmuş bir kitaptır. Âşığın yüreğinden çıkan bir ahdır. Ay... Gülcemal Büyüyenay Yayınları'nın çağdaş edebiyat serisinden Nisan ayında çıktı. Bugün İran sınırları içinde kalan Türkmen Sahra'nın önemli yazarlarından biri olan Abdurrahman Deveci tarafından kaleme alınan kitap, aynı ismi taşıyan hikayeyle birlikte yedi hikayeden oluşuyor. İnsanı ağlatan hikayeler. İnsan olmanın dayanılmaz ağırlığını hissettiren hikayeler. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
19 Aralık 2016 Pazartesi
Bu dünyayla, sistemle derdi olan hikâyeler
"İlgi çekici ya da dokunaklı bir hikaye, herhangi bir delilden çok daha başka türlü, çok daha derinlemesine etkiler bizi.”
- Alain
Sinan Sülün adını daha önce birkaç yerde duymuştum fakat okumaya fırsatım hiç olmamıştı. Karahindiba kitabı sayesinde yazarın ilk defa bir kitabını okuma fırsatı buldum. Kitap bir hikaye kitabı. İçinde birbirinden bağımsız üç tane hikaye barındırıyor. Şu an İletişim Yayınları’ndan satışta olan kitabın ilk baskısı 2011 yılında Sel Yayıncılık’tan neşredilmiş.
Genç bir yazar Sinan Sülün. Karahindiba yazarın ilk kitabı. Fakat bazı yazarlarda görünen ‘ilk kitap acemiliği’ne bir okur olarak rastlamadığımı söyleyebilirim. Hikayeler usta elinden çıkmış gibi. Yazarın tarzı bana Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ı anımsattı. Günümüz yazarlarından ise Barış Bıçakçı’ya benzeyen bir üslubu var; fakat bu bir taklit değil, başarılı bir etkilenme şeklinde tezahür etmiş hikayelerde. Ayrıca hikayelerde dikkat çeken başka bir husus yazarın çok başarılı, hayattaki ayrıntılara dikkat edebilen bir gözlem gücüne sahip olması ve bu gücünü betimlemelere yansıtabilmesidir. Bazı yerlerde hayatın içinde yer eden fakat farketmediğimiz şeyleri öyle güzel yazıya dökmüş ki ‘evet, şu an farkediyorum ama gerçekten de öyle’ dedim birçok kez.
Kitapta üç hikaye var demiştik. İlk hikayenin adı Aralık. Yazar bu hikayeye başlamadan önce Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından şu sözü hikayenin başına iliştirmiş: “Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum.”
Hikayeyi okuduğumuzda bu sözün başkarakter Rıfat için söylendiğini anlıyoruz. Rıfat da Aylak Adam’daki C. gibi; fakat daha karamsar, suskun, daha ümitsiz, C.’nin hayattan daha sağlam bir tokat yemiş hali. Karısının kendisini en yakın arkadaşıyla aldatması sonucu hayata küsmüş, konuşmayan, tepki vermeyen bir adama dönüşmüş Rıfat. Abisinin evinde, kendine, kişiliğine tamamen zıt bir yerde geçirdiği zamanı işlemiş yazar hikayede. Abisinin evinde, tek dertleri ev, araba, dünyanın başka türlü zevkleri olan insanların arasında o dünyaya ait olmayan Rıfat üzerinden yazar, sağlam bir toplum ve aile eleştirisi de getiriyor. Yozlaşan, sığlaşan, umursamaz sahte bir toplumu “Arkadaşlığı Merhaba Arkadaşlar, üzüntüsü Altı ay işsiz kaldım, umudu Truva-trans’la büyümek istiyorum, sevinci Teşekkürler Kariyer Sitesi gibiydi” şeklinde ifade etmiş. Böyle bir ortamda iç konuşmalarla Rıfat’ın hissiyatını bize aktaran yazar bunda da oldukça başarılı olmuş. Hikayede bilinçdışı tekniğini etkili kullanmış, cümleleri uzun tutmadığı için hikayenin etkisi daha da artmış.
İkinci hikayenin ismi Mavi Pelikan. Bu hikayeye ise yazar Sabahattin Ali’nin Değirmen adlı hikayesinden “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o… Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?..” sözü ile başlamış. Aslında yazar bu sözleri hikayenin öncesinde yazarak bize hikayeyle ilgili ana nokta hakkında ipucu veriyor. Bu hikaye benim şimdiye kadar okuduğum en ilginç hikayelerden biri. Bir pelikanla bir insanın umutsuz aşkı. Burada başkarakter Numan. Kişilik olarak tıpkı birinci hikayedeki Rıfat’a benziyor. Sessiz, sakin, düşünceli… Büyüklerine her koşulda itaat etmeye çalışan biri. Çalıştığı dükkanın sahibinin daha çok para kazanmak uğruna dükkanında bir süre bakımını üstlenmesi için kendisine teslim ettiği pelikanla birbirlerine aşık olan fakat daha sonra aşkına sahip çıkamayan Numan’ın hikayesi. Ya da aşkı için her şeyi yapan, ölüme dahi gözü kapalı gidebilen pelikanın hikayesi de diyebiliriz. Bu hikayede yazar çevresel etmenlere kendimizi ne kadar çok bağladığımızı, başkalarının fikrini ne kadar çok önemsediğimizi, kişiliğimizden ödün verdiğimizi, toplum olarak farklı olanları nasıl dışladığımızı gerek Numan’ın düşünceleriyle gerek pelikanın konuşmalarıyla çok iyi anlatmış ve eleştirmiş. Pelikanın “Sen, hepiniz çirkin bir balıkçının oltasına yakalanmışsınız. Balıkçının ayaklarının dibindeki kovanın içinde yaşamak için çırpınıp duruyorsunuz. Dünyayı o kova, yaşamayı ölmemek sanıyorsunuz. Özgürlüğünüz o kovanın hacmi, ömrünüz gün bitip balıkçı eve dönene kadar.” demesi bana Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını anımsattı. Numan’ın, pelikanın birlikte kaçma fikrini kabul etmemesinden sonra aşk hakkında çok esaslı fikirler geliyor yazardan. Ayrıca bir pelikan ve bir insan üzerinden aşkı ve umutsuz aşkı, insanın korkaklığını, acımasızlığını, para hırsını çok iyi anlatmış. Hikayedeki pelikan gibi sevemeyen insanlar var bu dünyada.
Üçüncü hikayenin ismi ise kitaba da adını veren Karahindiba. Bu, kitaptaki en uzun hikaye. Bu hikayenin başkarakteri Adnan. Tıpkı diğer hikayelerdeki gibi Adnan da hayat karşısında çaresiz, hayata yenilmiş ya da zaten direnmeye bile güç bulamamış biri. Yazar burada da dünyanın düzeni karşısında bocalayan, ailesiyle –özellikle babasıyla- sorunlar yaşayan, her şeye rağmen hayallerinin peşinden gitmeye çalışan fakat bunu da beceremeyen birini çıkarmış karşımıza. Babayla erkek çocuğun çatışmalı hikayesini başarılı bir şekilde işlemiş. Aslında bu hikayeyi anlatmaya çalışmak zor. İş ilanlarına bakarken gazetede kendisinin bir hafta sonra bir davete çağrıldığını görüyor Adnan ve hikaye buradan sonra farklı bir yere evriliyor. Hayatımızdaki ufacık tercihlerimizin hayatımızın akışını aslında ne kadar çok değiştirdiğini bu hikayeyi okuyunca anlıyoruz. Bu hikayede yazar sanki kendi hayatını anlatmış. Gerçek yaşanmışlıkları hikayeleştirmiş sanki.
Genel olarak bağlayacak olursak, belli ki yazarın bu dünyayla, sistemle bir derdi var. Sığlaşan hayatlar, para peşinde koşan insanlar yazarda bu tür insanlardan rahatsız olan karakterler oluşturma yönünde kendini gösteriyor. Yazar bu dünyada dibe vurmuş, sonra da bu kitabı yazmış gibi bir hisse kapıldım. Kitaptaki şu bölümün dediklerime dayanak olacağını düşünüyorum:
“Galiba bu dünyada herkes bir iz bırakmak için yaşıyordu. Duvardaki resim bunu sökülürken duvarın sıvasını yanında götürerek yapıyor, inşaat işçisi ustabaşından gizli, bir tuğlanın üzerine ismin kazıyor, tapu kadastrodaki memur üç çocuk yapıyor, salyangoz ardında sümüğünü, don lastiği belde tahrişini, kalem kağıtta yazısını bırakıyor, zenginler okul yaptırıyor, yoksullar fotoğraf çektiriyor, anlar hatıralaşıyor, kimisi intihar ediyor, kimisi resim yapıyor, kimisi roman yazıyordu.
İyi kötü hepsinin varlığını kanıtlayacak izleri oluyordu. Yaşadıklarını başkalarına hatırlatacak, kendilerine iyi hissettirecek, bu dünyadan çekip giderken ‘Ben buradayım, beni unutmayın’ dedirtecek izleri.
Oysa ben yaşarken unutulmuştum.
Benim otuz sene boyunca bu dünyada bıraktığım iz, şimdi çoktan yanıp rüzgara karışmış resimlerin duvarda bıraktığı izler kadar bile derin değildi.”
Okuyunca ‘iyi ki okumuşum’ denilecek bir kitap Karahindiba. Alain’in dediği gibi bu kitap, bu hikayeler çok derinlemesine etkileyecektir okuyucuyu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
- Alain
Sinan Sülün adını daha önce birkaç yerde duymuştum fakat okumaya fırsatım hiç olmamıştı. Karahindiba kitabı sayesinde yazarın ilk defa bir kitabını okuma fırsatı buldum. Kitap bir hikaye kitabı. İçinde birbirinden bağımsız üç tane hikaye barındırıyor. Şu an İletişim Yayınları’ndan satışta olan kitabın ilk baskısı 2011 yılında Sel Yayıncılık’tan neşredilmiş.
Genç bir yazar Sinan Sülün. Karahindiba yazarın ilk kitabı. Fakat bazı yazarlarda görünen ‘ilk kitap acemiliği’ne bir okur olarak rastlamadığımı söyleyebilirim. Hikayeler usta elinden çıkmış gibi. Yazarın tarzı bana Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ı anımsattı. Günümüz yazarlarından ise Barış Bıçakçı’ya benzeyen bir üslubu var; fakat bu bir taklit değil, başarılı bir etkilenme şeklinde tezahür etmiş hikayelerde. Ayrıca hikayelerde dikkat çeken başka bir husus yazarın çok başarılı, hayattaki ayrıntılara dikkat edebilen bir gözlem gücüne sahip olması ve bu gücünü betimlemelere yansıtabilmesidir. Bazı yerlerde hayatın içinde yer eden fakat farketmediğimiz şeyleri öyle güzel yazıya dökmüş ki ‘evet, şu an farkediyorum ama gerçekten de öyle’ dedim birçok kez.
Kitapta üç hikaye var demiştik. İlk hikayenin adı Aralık. Yazar bu hikayeye başlamadan önce Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından şu sözü hikayenin başına iliştirmiş: “Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum.”
Hikayeyi okuduğumuzda bu sözün başkarakter Rıfat için söylendiğini anlıyoruz. Rıfat da Aylak Adam’daki C. gibi; fakat daha karamsar, suskun, daha ümitsiz, C.’nin hayattan daha sağlam bir tokat yemiş hali. Karısının kendisini en yakın arkadaşıyla aldatması sonucu hayata küsmüş, konuşmayan, tepki vermeyen bir adama dönüşmüş Rıfat. Abisinin evinde, kendine, kişiliğine tamamen zıt bir yerde geçirdiği zamanı işlemiş yazar hikayede. Abisinin evinde, tek dertleri ev, araba, dünyanın başka türlü zevkleri olan insanların arasında o dünyaya ait olmayan Rıfat üzerinden yazar, sağlam bir toplum ve aile eleştirisi de getiriyor. Yozlaşan, sığlaşan, umursamaz sahte bir toplumu “Arkadaşlığı Merhaba Arkadaşlar, üzüntüsü Altı ay işsiz kaldım, umudu Truva-trans’la büyümek istiyorum, sevinci Teşekkürler Kariyer Sitesi gibiydi” şeklinde ifade etmiş. Böyle bir ortamda iç konuşmalarla Rıfat’ın hissiyatını bize aktaran yazar bunda da oldukça başarılı olmuş. Hikayede bilinçdışı tekniğini etkili kullanmış, cümleleri uzun tutmadığı için hikayenin etkisi daha da artmış.
İkinci hikayenin ismi Mavi Pelikan. Bu hikayeye ise yazar Sabahattin Ali’nin Değirmen adlı hikayesinden “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o… Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?..” sözü ile başlamış. Aslında yazar bu sözleri hikayenin öncesinde yazarak bize hikayeyle ilgili ana nokta hakkında ipucu veriyor. Bu hikaye benim şimdiye kadar okuduğum en ilginç hikayelerden biri. Bir pelikanla bir insanın umutsuz aşkı. Burada başkarakter Numan. Kişilik olarak tıpkı birinci hikayedeki Rıfat’a benziyor. Sessiz, sakin, düşünceli… Büyüklerine her koşulda itaat etmeye çalışan biri. Çalıştığı dükkanın sahibinin daha çok para kazanmak uğruna dükkanında bir süre bakımını üstlenmesi için kendisine teslim ettiği pelikanla birbirlerine aşık olan fakat daha sonra aşkına sahip çıkamayan Numan’ın hikayesi. Ya da aşkı için her şeyi yapan, ölüme dahi gözü kapalı gidebilen pelikanın hikayesi de diyebiliriz. Bu hikayede yazar çevresel etmenlere kendimizi ne kadar çok bağladığımızı, başkalarının fikrini ne kadar çok önemsediğimizi, kişiliğimizden ödün verdiğimizi, toplum olarak farklı olanları nasıl dışladığımızı gerek Numan’ın düşünceleriyle gerek pelikanın konuşmalarıyla çok iyi anlatmış ve eleştirmiş. Pelikanın “Sen, hepiniz çirkin bir balıkçının oltasına yakalanmışsınız. Balıkçının ayaklarının dibindeki kovanın içinde yaşamak için çırpınıp duruyorsunuz. Dünyayı o kova, yaşamayı ölmemek sanıyorsunuz. Özgürlüğünüz o kovanın hacmi, ömrünüz gün bitip balıkçı eve dönene kadar.” demesi bana Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını anımsattı. Numan’ın, pelikanın birlikte kaçma fikrini kabul etmemesinden sonra aşk hakkında çok esaslı fikirler geliyor yazardan. Ayrıca bir pelikan ve bir insan üzerinden aşkı ve umutsuz aşkı, insanın korkaklığını, acımasızlığını, para hırsını çok iyi anlatmış. Hikayedeki pelikan gibi sevemeyen insanlar var bu dünyada.
Üçüncü hikayenin ismi ise kitaba da adını veren Karahindiba. Bu, kitaptaki en uzun hikaye. Bu hikayenin başkarakteri Adnan. Tıpkı diğer hikayelerdeki gibi Adnan da hayat karşısında çaresiz, hayata yenilmiş ya da zaten direnmeye bile güç bulamamış biri. Yazar burada da dünyanın düzeni karşısında bocalayan, ailesiyle –özellikle babasıyla- sorunlar yaşayan, her şeye rağmen hayallerinin peşinden gitmeye çalışan fakat bunu da beceremeyen birini çıkarmış karşımıza. Babayla erkek çocuğun çatışmalı hikayesini başarılı bir şekilde işlemiş. Aslında bu hikayeyi anlatmaya çalışmak zor. İş ilanlarına bakarken gazetede kendisinin bir hafta sonra bir davete çağrıldığını görüyor Adnan ve hikaye buradan sonra farklı bir yere evriliyor. Hayatımızdaki ufacık tercihlerimizin hayatımızın akışını aslında ne kadar çok değiştirdiğini bu hikayeyi okuyunca anlıyoruz. Bu hikayede yazar sanki kendi hayatını anlatmış. Gerçek yaşanmışlıkları hikayeleştirmiş sanki.
Genel olarak bağlayacak olursak, belli ki yazarın bu dünyayla, sistemle bir derdi var. Sığlaşan hayatlar, para peşinde koşan insanlar yazarda bu tür insanlardan rahatsız olan karakterler oluşturma yönünde kendini gösteriyor. Yazar bu dünyada dibe vurmuş, sonra da bu kitabı yazmış gibi bir hisse kapıldım. Kitaptaki şu bölümün dediklerime dayanak olacağını düşünüyorum:
“Galiba bu dünyada herkes bir iz bırakmak için yaşıyordu. Duvardaki resim bunu sökülürken duvarın sıvasını yanında götürerek yapıyor, inşaat işçisi ustabaşından gizli, bir tuğlanın üzerine ismin kazıyor, tapu kadastrodaki memur üç çocuk yapıyor, salyangoz ardında sümüğünü, don lastiği belde tahrişini, kalem kağıtta yazısını bırakıyor, zenginler okul yaptırıyor, yoksullar fotoğraf çektiriyor, anlar hatıralaşıyor, kimisi intihar ediyor, kimisi resim yapıyor, kimisi roman yazıyordu.
İyi kötü hepsinin varlığını kanıtlayacak izleri oluyordu. Yaşadıklarını başkalarına hatırlatacak, kendilerine iyi hissettirecek, bu dünyadan çekip giderken ‘Ben buradayım, beni unutmayın’ dedirtecek izleri.
Oysa ben yaşarken unutulmuştum.
Benim otuz sene boyunca bu dünyada bıraktığım iz, şimdi çoktan yanıp rüzgara karışmış resimlerin duvarda bıraktığı izler kadar bile derin değildi.”
Okuyunca ‘iyi ki okumuşum’ denilecek bir kitap Karahindiba. Alain’in dediği gibi bu kitap, bu hikayeler çok derinlemesine etkileyecektir okuyucuyu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)