Psikanalizin kurucusu ve psikoloji alanında şüphesiz en çok tartışılan isimdir Sigmund Freud. Kendisinin de dile getirdiği üzere o aslında yeni bir şeyler söylememiş fakat söyledikleriyle psikoloji alanında çığır açmıştır. Her tezi bir anti tezle karşılık bulmuş ve psikolojinin mihenk taşlarından biri kabul edilerek çoğu kuram ona atıflar veya onun teorisine eklemeler yaparak oluşmuştur. Kendi yazdığı pek çok eserin yanında teorilerini anlatan, eleştiren yüzlerce kitap bulunmaktadır. Rüya yorumu ve analizi alanında uzman Psikolog Calvin S. Hall da bu yazarlardan biridir ve "Freudyen Psikolojiye Giriş" isimli kitabıyla Freud'un kuramını sistematik ve geniş bir şekilde, genel bir okuyucu kitlesini hedef alan akıcı üslubuyla bizlere sunmaktadır.
Kitabı beş bölüme ayıran Hall, birinci bölümde bir tıp doktoru ve psikolog olarak Freud'un kim olduğundan, kimlerden etkilendiğinden bahsetmiştir. Yazar, Freud henüz doğmadan önce, teorisini ortaya atmış olan Darwin ve Fechner'ın insanın diğer canlılar gibi incelenebilir bir varlık olduğu görüşünün ve tıp öğrencisiyken tanıştığı Brücke'nin dinamiklerle ilgili söylemlerinin Freud'un kuramına olan büyük etkisini bu bölümde ele almıştır.
İkinci bölümde Kişiliğin Organizasyonu başlığı ile İd, Ego ve Süperego'nun ne olduğundan bahsetmiştir. Freud'a göre tam bir kişilik bu üç sistemden oluşmaktadır ve her birinin görevi ve çalışma metodu vardır. Hall, bu üç sistemi o kadar katıksız anlatmış ki okuyunca zihnimizde bir şema oluşturmayı başarabiliyor.
Üçüncü bölüm Kişiliğin Dinamikleri başlığı ile bizlere id, ego ve süperegonun nasıl işlediğini ve çevreyle nasıl bir ilişki içinde bulunduğunu anlatır. Psişik enerjiden ve bu enerjinin dağıtılıp aktarılmasından, içgüdülerden, kateksis ve anti kateksislerden, bilinç ve bilinçdışından, anksiyetelerden bahseder.
Dördüncü bölüm Kişiliği Gelişimi başlığı altında Ego Savunma Mekanizmaları'nı ele alarak başlar ve en önemli savunma mekanizmaları olan bastırma, yansıtma, yön değiştirme, karşıt tepki oluşturmadan bahseder. Bu bölümde bizce dikkat çeken nokta; hepimizin bildiği ya da bir yerlerden duyduğu "bastırma" mekanizmasında bastırdıklarımız nereye gidiyor sorusunun cevabını veriyor olması.
Beşinci bölümde Sabit Kişilik'ten bahseder ve kişilikteki değişikliklerin önemli bir kısmının yaşamın ilk yirmi yılında gerçekleştiğini söyleyerek kitabı sonlandırır.
Diğer Freudyen kitaplardan farklı olarak bu kitapta Freud'un kişilik gelişimini 0-6 yaş aralığında sınırlamadığını görürüz. Kuramını daima değiştirmiş, düzeltmiş ve geliştirmiştir. Önceleri sadece cinsellikle açıkladığı libido kavramını yaşamının son yıllarında tüm yaşam enerjileri ile açıklaması sürekli bir gelişim içinde olduğuna bir kanıttır.
Başta da söylediğimiz gibi Freud pek çok konuda eleştirilmiştir fakat eleştirinin dozu artıp tamamen bir reddedişe dönmesi bizleri, psikoloji biliminin en üretken beyinlerinden birini göz ardı etmek gibi büyük bir hataya düşürür. Bu sebeple; yazarın oldukça objektif kalmaya çalıştığı, somutlaştırma adına her kavramı örneklerle açıkladığı, psikoloji bilgisi sınırlı olanların bile kolaylıkla anlayabileceği bir üslupla yazdığı bu eseri sizlere tavsiye ederiz. Keyifli okumalar.
Hümeyra Büşra Doğan
twitter.com/humeyra_busra
23 Ekim 2016 Pazar
Hayat, bazen kocaman bir incinmeye dönüşebiliyor
Yaşadığınız güne/ ana dair cümleler bulduğunuzda o kitabı kendinize daha bir yakın bulursunuz ya… Yine aynısı oldu, “Yüzen Fazlalıklar”ı okurken “Bazı karşılaşmalar hiç boşuna değil!” diye geçirdim içimden.
Büyük bir hikâyenin içindeki küçük öyküleri okur gibiydim “Yüzen Fazlalıklar”da. Vaktin alabildiğine genişlediği bir zaman diliminde okuduğumdandır belki. Kimi zaman küçürek öykülerle süslenen bu kitabın kapağına -nedense- ilk önce deniz mavisini yakıştırdım. Sonrasında ise “Kırlangıç Senfonisi”ni hatırlayıverdim birden. Kapaktaki toprak tonlarını, daldaki o kuyruğu karalı tek kırlangıcın anlattığı şarkıyı ve masalsı dili düşününce… Böyle de olabilir dedim, “Yüzen Fazlalıklar” toprak rengiyle de anlam kazanabilir.
“Gece muazzam bir gözdür; onun görüşü hiçbir şeyde yoktur çünkü karanlıktır.” cümlesiyle açılıyor ‘film’in perdesi. Kimi ‘sahne’ kısa, kimi ‘sahne’ ise alabildiğine uzun… Bazen değişiklik olsa bile kitap boyunca hep aynı kahramanlar çıkıyor karşımıza. (Aynı olayı, başka bir bakış açısıyla okuduğum da oldu.)
Dili incelikle işleyen bir yazar Fadime Uslu. Sakin sakin anlatıyor, acıyı bile o kadar dingin zerk ediyor ki okurun damarlarına!.. O bitimsiz sancı okuduktan sonra bırakıyor tortusunu.
“Bir ada gibiyim, çevrem yüzen fazlalıklarla dolu. Rüzgâr hangi yönden eserse essin kıyılarıma vuruyorlar.” diyen yazarın anlattığı o hüzünlü öykülere dönüyorum şimdi. Birden yüzümde esen ada yeli, daha önce hiç duymadığım bir müziğin benzersiz tınısı, zeytin ağaçlarının beni kovuğuna çeken gölgesiyle karşılaşıyorum. Kelimeler arasında gezinirken, ayakkabılarımı çıkarıp o sahil kenarında yürür gibi oluyorum. Gün batımına doğru, yerden bir deniz kabuğu alıp içindeki öyküleri dinliyorum. O uğultu hiç dinmiyor.
“Uyku Yılanı”, kısa bir öykü. “Yaşlı bir kadının arka bahçesindeki içi geçmiş kabakların arasından bir kör yılan taş avluya süzüldü.” derken masalsı anlatımıyla göz kırpıyor okura.
“Yüzen Fazlalıklar”daki anlatıcının ablası biraz ‘rahatsız’, ama fiziksel mi yoksa ruhsal mı ilkin tam anlaşılmıyor. Bazı şeyleri sezdiriyor gerçi şu satırlar: “Ablam uzunca bir süredir sadece kuşlarla ilgileniyordu. Baykuşlar, turnalar, kargalar, sonra kartallar simgeledikleri anlamlarıyla ablamın dünyasında yeniden oluşur, onların dünyasına dalıp gider, bulduğu anlamı hayatının parçalarıyla birleştirirdi. Kırlangıç vazgeçemediği kuşuydu.”, “Ebabillerdi yeni takıntısı. Dağ kırlangıçları. Neden ama? Bu neyin habercisiydi?”.
Öyküler, herhangi birimizin acısı olabilecek kadar tanıdık ve bir o kadar da sahici! Hayat, bazen kocaman bir incinmeye dönüşebiliyor. Ablası ile onun doğum gününü kutlarken anlatıcının telefonu çalıyor. Eşine doğum günü kutladıklarını söyleyince adam, “Bu kaçıncı yahu, insan bir yılda kaç kere doğar?” diye dalga geçiyor. İlginç bir ayrıntı, diye düşünüyorum okurken. Can acıtıcı aynı zamanda…
“Kırlangıç Senfonisi”, metaforik anlatımın hüküm sürdüğü hüzünlü bir aşk hikâyesi… İlk gençlik zamanlarına dair masalsı bir aşkı anlatıyor. “Rüyalar bazen acımasız olur…” cümlesi kalıyor aklımda en çok ve de “Bu bir kırlangıç senfonisiymiş ve dünya yaratıldığında duyulan ilk müzikmiş.” Kahramanı, Leyla Abla ilaç kullanıyor. Rüyalarına giriyor yıllar sonra kırlangıçlar. Mari onun bakıcısı. Leyla anlatıyor, Mari dinliyor. “Oralarda sen yoksan ben de yoktum Lu.” diyor. Sarsıcı bir öykü…
Acı da var kahramanların dilinde, suskunluk da, anımsayış da… Öykülerin genelinde lirik bir hüzün gizli sanki: “… ablamın sesinde denizle, hatta çok uzağımızdaki yıldızlarla ilgili bir şeyler vardı.” Bir poyraz. Zeytin ağaçları sonra… “Nostalji” öyküsünü okurken diğer öykülerdeki gibi bir sahil kasabasına iner gibi oluyoruz. “Sesinde dingin denizlerin, o denizlerin içine doğru hafif esen yelle sürüklenen -ipini çoktan koparmış- başıboş sandalın çevreye yaydığı miskin havası vardı. Sırtını dayadığı kale burcundan çekildi. Saçını uçuşturan rüzgârı avuçlarıyla yüzünden sıyırdı.”
“Özgür Kedi Kokusu”nda otostopla arabasına aldığı yaşlı bir ressam kadınla arasında geçen diyalogları var anlatıcının. “Sabit ve Değişken”de "Bana yeni bir şey söyle, öylesine yeni olsun ki anlamını hemen bulamayayım. Dışında kalacağım bir cümle kur." diyor. “Teke”de de: “Tırmanacaksın,” diyordu, “kalp atışların artacak, soluğun yetmeyecek ama tırmanacaksın. Zirve ne kadar dağın tepesiyse o kadar da senin uçurumundur. Oradan derinine bakacaksın.”
Kabavata’nın anısına ithaf edilen “Son Turna” öyküsü ise oldukça şiirsel bir öykü. “Kiraz çiçeklerinin yumuşacık kokusunu soludu. Bu kokuda düzenli düşüncelerini erkeğinin yaptığı her şeye yöneltecek kadar sevgiyle dolu bir kadının imgesini bulurdu. Çiçeklerin kokusu tenini okşayarak cesaret ve güç veriyordu sanki. Gökyüzüne, coşkulu bir ırmağın akışına kapılmış gibi akıp giden bulutlara baktı.” Öykülerin arasına gizlenmiş imgeler hemen göze çarpıyor. “İlkbaharda bir alabalık, kendini suya bırakan”…
Fadime Uslu, anlatım sorununu aşmış bir yazar. Öyküleri kimi zaman üstü örtük kimi zaman açık bir anlayışla yazılmış sanki. Orada, burada, şurada karşılaşacağımız herhangi bir acıyı doluyor diline. İnsanların içlerine eğiliyor, okurken içimize eğilelim diye belki de. Anlatıcı ile ablası ve onun ‘hayat arkadaşım’ dediği bakıcısı Mari’nin öyküleri, sanki bir romanın bölümlemeleri gibi duruyor. Bu, yazarın bilinçli tercihi sanki… Ancak atmosfer ve kahramanlar aynı olunca ritim de ister istemez biraz yeknesaklaşıyor. Bunu da son bir not olarak düşmek istedim.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Büyük bir hikâyenin içindeki küçük öyküleri okur gibiydim “Yüzen Fazlalıklar”da. Vaktin alabildiğine genişlediği bir zaman diliminde okuduğumdandır belki. Kimi zaman küçürek öykülerle süslenen bu kitabın kapağına -nedense- ilk önce deniz mavisini yakıştırdım. Sonrasında ise “Kırlangıç Senfonisi”ni hatırlayıverdim birden. Kapaktaki toprak tonlarını, daldaki o kuyruğu karalı tek kırlangıcın anlattığı şarkıyı ve masalsı dili düşününce… Böyle de olabilir dedim, “Yüzen Fazlalıklar” toprak rengiyle de anlam kazanabilir.
“Gece muazzam bir gözdür; onun görüşü hiçbir şeyde yoktur çünkü karanlıktır.” cümlesiyle açılıyor ‘film’in perdesi. Kimi ‘sahne’ kısa, kimi ‘sahne’ ise alabildiğine uzun… Bazen değişiklik olsa bile kitap boyunca hep aynı kahramanlar çıkıyor karşımıza. (Aynı olayı, başka bir bakış açısıyla okuduğum da oldu.)
Dili incelikle işleyen bir yazar Fadime Uslu. Sakin sakin anlatıyor, acıyı bile o kadar dingin zerk ediyor ki okurun damarlarına!.. O bitimsiz sancı okuduktan sonra bırakıyor tortusunu.
“Bir ada gibiyim, çevrem yüzen fazlalıklarla dolu. Rüzgâr hangi yönden eserse essin kıyılarıma vuruyorlar.” diyen yazarın anlattığı o hüzünlü öykülere dönüyorum şimdi. Birden yüzümde esen ada yeli, daha önce hiç duymadığım bir müziğin benzersiz tınısı, zeytin ağaçlarının beni kovuğuna çeken gölgesiyle karşılaşıyorum. Kelimeler arasında gezinirken, ayakkabılarımı çıkarıp o sahil kenarında yürür gibi oluyorum. Gün batımına doğru, yerden bir deniz kabuğu alıp içindeki öyküleri dinliyorum. O uğultu hiç dinmiyor.
“Uyku Yılanı”, kısa bir öykü. “Yaşlı bir kadının arka bahçesindeki içi geçmiş kabakların arasından bir kör yılan taş avluya süzüldü.” derken masalsı anlatımıyla göz kırpıyor okura.
“Yüzen Fazlalıklar”daki anlatıcının ablası biraz ‘rahatsız’, ama fiziksel mi yoksa ruhsal mı ilkin tam anlaşılmıyor. Bazı şeyleri sezdiriyor gerçi şu satırlar: “Ablam uzunca bir süredir sadece kuşlarla ilgileniyordu. Baykuşlar, turnalar, kargalar, sonra kartallar simgeledikleri anlamlarıyla ablamın dünyasında yeniden oluşur, onların dünyasına dalıp gider, bulduğu anlamı hayatının parçalarıyla birleştirirdi. Kırlangıç vazgeçemediği kuşuydu.”, “Ebabillerdi yeni takıntısı. Dağ kırlangıçları. Neden ama? Bu neyin habercisiydi?”.
Öyküler, herhangi birimizin acısı olabilecek kadar tanıdık ve bir o kadar da sahici! Hayat, bazen kocaman bir incinmeye dönüşebiliyor. Ablası ile onun doğum gününü kutlarken anlatıcının telefonu çalıyor. Eşine doğum günü kutladıklarını söyleyince adam, “Bu kaçıncı yahu, insan bir yılda kaç kere doğar?” diye dalga geçiyor. İlginç bir ayrıntı, diye düşünüyorum okurken. Can acıtıcı aynı zamanda…
“Kırlangıç Senfonisi”, metaforik anlatımın hüküm sürdüğü hüzünlü bir aşk hikâyesi… İlk gençlik zamanlarına dair masalsı bir aşkı anlatıyor. “Rüyalar bazen acımasız olur…” cümlesi kalıyor aklımda en çok ve de “Bu bir kırlangıç senfonisiymiş ve dünya yaratıldığında duyulan ilk müzikmiş.” Kahramanı, Leyla Abla ilaç kullanıyor. Rüyalarına giriyor yıllar sonra kırlangıçlar. Mari onun bakıcısı. Leyla anlatıyor, Mari dinliyor. “Oralarda sen yoksan ben de yoktum Lu.” diyor. Sarsıcı bir öykü…
Acı da var kahramanların dilinde, suskunluk da, anımsayış da… Öykülerin genelinde lirik bir hüzün gizli sanki: “… ablamın sesinde denizle, hatta çok uzağımızdaki yıldızlarla ilgili bir şeyler vardı.” Bir poyraz. Zeytin ağaçları sonra… “Nostalji” öyküsünü okurken diğer öykülerdeki gibi bir sahil kasabasına iner gibi oluyoruz. “Sesinde dingin denizlerin, o denizlerin içine doğru hafif esen yelle sürüklenen -ipini çoktan koparmış- başıboş sandalın çevreye yaydığı miskin havası vardı. Sırtını dayadığı kale burcundan çekildi. Saçını uçuşturan rüzgârı avuçlarıyla yüzünden sıyırdı.”
“Özgür Kedi Kokusu”nda otostopla arabasına aldığı yaşlı bir ressam kadınla arasında geçen diyalogları var anlatıcının. “Sabit ve Değişken”de "Bana yeni bir şey söyle, öylesine yeni olsun ki anlamını hemen bulamayayım. Dışında kalacağım bir cümle kur." diyor. “Teke”de de: “Tırmanacaksın,” diyordu, “kalp atışların artacak, soluğun yetmeyecek ama tırmanacaksın. Zirve ne kadar dağın tepesiyse o kadar da senin uçurumundur. Oradan derinine bakacaksın.”
Kabavata’nın anısına ithaf edilen “Son Turna” öyküsü ise oldukça şiirsel bir öykü. “Kiraz çiçeklerinin yumuşacık kokusunu soludu. Bu kokuda düzenli düşüncelerini erkeğinin yaptığı her şeye yöneltecek kadar sevgiyle dolu bir kadının imgesini bulurdu. Çiçeklerin kokusu tenini okşayarak cesaret ve güç veriyordu sanki. Gökyüzüne, coşkulu bir ırmağın akışına kapılmış gibi akıp giden bulutlara baktı.” Öykülerin arasına gizlenmiş imgeler hemen göze çarpıyor. “İlkbaharda bir alabalık, kendini suya bırakan”…
Fadime Uslu, anlatım sorununu aşmış bir yazar. Öyküleri kimi zaman üstü örtük kimi zaman açık bir anlayışla yazılmış sanki. Orada, burada, şurada karşılaşacağımız herhangi bir acıyı doluyor diline. İnsanların içlerine eğiliyor, okurken içimize eğilelim diye belki de. Anlatıcı ile ablası ve onun ‘hayat arkadaşım’ dediği bakıcısı Mari’nin öyküleri, sanki bir romanın bölümlemeleri gibi duruyor. Bu, yazarın bilinçli tercihi sanki… Ancak atmosfer ve kahramanlar aynı olunca ritim de ister istemez biraz yeknesaklaşıyor. Bunu da son bir not olarak düşmek istedim.
Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
Hafızamızda artık yer tutmayan bir diyara tutulan ışık
Ulus devlet sınırlarına çekildikten ve Batılılaşma gayretlerini arttırdıktan sonra bizimle temasta olan diyarların sesleri ve kokuları unutulmaya yüz tuttu. Tarihin akışı içinde ortaya çıkan ilişkiler hiç var olmamış gibi bir tutum takınıldı. 18. yüzyılın başlarında İsveç Kralı’nın Ruslar’dan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınması ve beş yıl kadar Bender’de ikamet etmesi, yahut 16. yüzyılın sonlarında Lehistan'ın kral seçiminde Osmanlı’ya başvurması gibi hususlar unutuldu. Yakın bir tarihten örnek de verebiliriz: 1910 yılında Meksika’da gerçekleşen ihtilalden sonra bir dostluk nişanesi olarak Meksiko Şehri'ne (Mexico City) üstü İznik çinileriyle bezenmiş bir meydan saati hediye edilmiştir. Üzerinde bulunan plakette “La Coluna Otomona a Mexico Septembre de 1910” (Osmanlı’dan Meksika’ya Eylül 1910) yazılıdır. Saat, Meksiko şehir merkezinde varlığını devam ettirmekte fakat, onu hediye eden bizlerin dünyasında yazık ki bir yer işgal etmemektedir.
Bugün İsveç, Polonya ve Meksika ile ilişkilerimiz ne düzeyde diye sorduğumuzda, bu satırlarının yazarı da dahil olmak üzere susacağız. Çünkü, artık bu diyarlara ait bir fikre sahip değiliz; var olanlar ise bize ait değil. Yüzlerce yıldır dilimizde kullanılan Lehistan isminin İngilizce’den devşirilen Polonya ile ikame edilmesi aslında bakış açımızı göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın diğer bölgeleri de unutulmamalıdır. Asya ve Afrika kıtasında da Osmanlı İmparatorluğu'nun ilişki içinde olduğu ve bunu yıllarca sürdürdüğü devletler, sultanlıklar mevcuttur. Hindistan'a 16. yüzyılın başında Portekizlilerin gelmesiyle Osmanlı Sultanından yardım istenmiş, bunun sonucunda ise Seydi Ali Reis Hint seferine gönderilmiştir. Seydi Ali Reis, bu seferde başarılı olamamış, fakat burada askeri danışmalık yapıp daha sonra da kara yoluyla İstanbul'a geri dönmüştür. Mirat'ül Memalik adlı eserinde bu yolculuğunu anlatmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dış dünyaya gösterdiği ilgi 19. yüzyılda da sürmüştür. Hatice Uğur’un Başbakanlık Osmanlı Arşivi vesikalarına dayanarak hazırladığı “Osmanlı Afrikası'nda Bir Sultanlık: Zengibar” adlı kitabı hafızamızda artık bir yer tutmayan bir diyara ışık tutmaktadır. Kitapta 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı-Zengibar ilişkilerine, Osmanlı'nın bu diyara dair tasavvuruna yer vermektedir.
Zengibar, Hint Okyanusu’ndaki ticari ağın içinde olmasından dolayı önemini çok eski çağlardan beri sürdüre gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, I. Selim devrinde Mısır'ın fethinden sonra Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'na açılmış ve bu gelişmenin ardından bir ticaret merkezi olan Zengibar‘a ilgi göstermiştir. Zamanla farklı istikametteki meseleler buraya olan ilgiyi azaltmış ve hatta unutturmuştur. Ama, 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun sömürgeci hareketlere karşı uyguladığı siyaset sonucunda Zengibar ile yakınlaşma tekrar hasıl olmuş, buraya değişik zamanlarda elçiler gönderilmiştir. Elçiler verdikleri raporlarda Zengibar sultanlarının İbadiye mezhebine bağlı olmalarına rağmen Osmanlı sultanı adına hutbe okuttukları ve her daim müttefik olmak istediklerini bildirmişlerdir. Bu bağlamda Kuzey Afrika dışında Osmanlı hakimiyet sahasına dahil olan bir “Osmanlı Afrika'sından” bahsedilebileceği gibi buranın Osmanlı zihniyet dünyasında da önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. 16. yüzyıldan itibaren Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye'sinde veya daha sonraki dönemlerde Şeyh Gâlib’in mısralarında Zengibar’a dair bir tasavvur mevcuttur. Bunun dışında 19. ve 20. yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gazetelerde Zengibar'la ilgili makaleler de neşrolunmuştur. 20. yüzyılın başlarında İstanbul’a ticaret için gelmiş olan Hafız Mahmud Efendi, Afrika’daki Mehdi Hareketinin bir müntesibi olarak değerlendirilmiş ve tevkif edilmiştir. Zikredilen bu misal, aslında Osmanlı bürokrasisinin ne kadar uzak olsa da Zengibar'a dair bir mefhuma ve istihbarata sahip olduğuna işaret etmektedir.
Kitabın bu bağlamda zihnimizde uyandırdığı bir diğer mesele de, Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılda “hasta adam” olup olmadığıdır. Bu tanımlama, Avrupalı güçlerin Osmanlı'yı nasıl görmek istediklerinin ipuçlarının vermektedir. “Hasta adam” tanımlaması, Türkiyeli tarihçiler tarafından da kabul görmüştür. Bu durumun tekrar irdelenmesi gerekmektedir. Çünkü, bizim için başkalarının bizi nasıl gördüğü değil, kendimizi nasıl gördüğümüz daha önemlidir. Tarih gibi öznelliğin hakim olduğu bir bilimde, kavramları kullanırken daha dikkatli olmamız gerektiği gerçeği unutulmamalıdır. Kitabın yazarı da “hasta adam” gibi objektiflikten uzak kavramlaştırmalara dikkat çekmekte ve bunları sorgulamaktadır.
Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar isimli kitap, Osmanlı kültür coğrafyasının unutulmuş diyarlarından birine dikkat çekerek Osmanlı'nın sahip olduğu medeniyet tasavvuru zenginliğine dair ülke insanının bilinçlenmesine küçük bir katkı niteliği taşıyor.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
Bugün İsveç, Polonya ve Meksika ile ilişkilerimiz ne düzeyde diye sorduğumuzda, bu satırlarının yazarı da dahil olmak üzere susacağız. Çünkü, artık bu diyarlara ait bir fikre sahip değiliz; var olanlar ise bize ait değil. Yüzlerce yıldır dilimizde kullanılan Lehistan isminin İngilizce’den devşirilen Polonya ile ikame edilmesi aslında bakış açımızı göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın diğer bölgeleri de unutulmamalıdır. Asya ve Afrika kıtasında da Osmanlı İmparatorluğu'nun ilişki içinde olduğu ve bunu yıllarca sürdürdüğü devletler, sultanlıklar mevcuttur. Hindistan'a 16. yüzyılın başında Portekizlilerin gelmesiyle Osmanlı Sultanından yardım istenmiş, bunun sonucunda ise Seydi Ali Reis Hint seferine gönderilmiştir. Seydi Ali Reis, bu seferde başarılı olamamış, fakat burada askeri danışmalık yapıp daha sonra da kara yoluyla İstanbul'a geri dönmüştür. Mirat'ül Memalik adlı eserinde bu yolculuğunu anlatmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dış dünyaya gösterdiği ilgi 19. yüzyılda da sürmüştür. Hatice Uğur’un Başbakanlık Osmanlı Arşivi vesikalarına dayanarak hazırladığı “Osmanlı Afrikası'nda Bir Sultanlık: Zengibar” adlı kitabı hafızamızda artık bir yer tutmayan bir diyara ışık tutmaktadır. Kitapta 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı-Zengibar ilişkilerine, Osmanlı'nın bu diyara dair tasavvuruna yer vermektedir.
Zengibar, Hint Okyanusu’ndaki ticari ağın içinde olmasından dolayı önemini çok eski çağlardan beri sürdüre gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, I. Selim devrinde Mısır'ın fethinden sonra Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'na açılmış ve bu gelişmenin ardından bir ticaret merkezi olan Zengibar‘a ilgi göstermiştir. Zamanla farklı istikametteki meseleler buraya olan ilgiyi azaltmış ve hatta unutturmuştur. Ama, 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun sömürgeci hareketlere karşı uyguladığı siyaset sonucunda Zengibar ile yakınlaşma tekrar hasıl olmuş, buraya değişik zamanlarda elçiler gönderilmiştir. Elçiler verdikleri raporlarda Zengibar sultanlarının İbadiye mezhebine bağlı olmalarına rağmen Osmanlı sultanı adına hutbe okuttukları ve her daim müttefik olmak istediklerini bildirmişlerdir. Bu bağlamda Kuzey Afrika dışında Osmanlı hakimiyet sahasına dahil olan bir “Osmanlı Afrika'sından” bahsedilebileceği gibi buranın Osmanlı zihniyet dünyasında da önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. 16. yüzyıldan itibaren Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye'sinde veya daha sonraki dönemlerde Şeyh Gâlib’in mısralarında Zengibar’a dair bir tasavvur mevcuttur. Bunun dışında 19. ve 20. yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gazetelerde Zengibar'la ilgili makaleler de neşrolunmuştur. 20. yüzyılın başlarında İstanbul’a ticaret için gelmiş olan Hafız Mahmud Efendi, Afrika’daki Mehdi Hareketinin bir müntesibi olarak değerlendirilmiş ve tevkif edilmiştir. Zikredilen bu misal, aslında Osmanlı bürokrasisinin ne kadar uzak olsa da Zengibar'a dair bir mefhuma ve istihbarata sahip olduğuna işaret etmektedir.
Kitabın bu bağlamda zihnimizde uyandırdığı bir diğer mesele de, Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılda “hasta adam” olup olmadığıdır. Bu tanımlama, Avrupalı güçlerin Osmanlı'yı nasıl görmek istediklerinin ipuçlarının vermektedir. “Hasta adam” tanımlaması, Türkiyeli tarihçiler tarafından da kabul görmüştür. Bu durumun tekrar irdelenmesi gerekmektedir. Çünkü, bizim için başkalarının bizi nasıl gördüğü değil, kendimizi nasıl gördüğümüz daha önemlidir. Tarih gibi öznelliğin hakim olduğu bir bilimde, kavramları kullanırken daha dikkatli olmamız gerektiği gerçeği unutulmamalıdır. Kitabın yazarı da “hasta adam” gibi objektiflikten uzak kavramlaştırmalara dikkat çekmekte ve bunları sorgulamaktadır.
Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar isimli kitap, Osmanlı kültür coğrafyasının unutulmuş diyarlarından birine dikkat çekerek Osmanlı'nın sahip olduğu medeniyet tasavvuru zenginliğine dair ülke insanının bilinçlenmesine küçük bir katkı niteliği taşıyor.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
13 Ekim 2016 Perşembe
Evham çağının evhamlı çocukları ve onların öyküleri
"Günlerdir kapımı kimseler çalmıyor
Göğsümden içeri yokluğun sızıyor
Bir demlik çayım var tütünüm de geçiyor."
- Nazan Öncel, Geceler Kara Tren
İlginç bir yazarla karşı karşıyayız. 1980'de ülkemizin en ilginç şehirlerinden Adana'da doğmuş Ömür İklim Demir. Yedi yıl ceza avukatı olarak çalışmış fakat bıkmış olacak ki içi dışı bambaşka bir âlem olan reklam yazarlığını da üç yıl kadar sürdürmüş. Fanzinlerde, teknoloji dergilerinde yazmış. İlk öyküsü 2010'da Varlık'ta yayımlanmış. Muhtelif Evhamlar Kitabı, ilk kitabı. Yapı Kredi Yayınları'nca ilk baskısı Haziran 2015'de yapılmış. Bendeki ise ikinci baskısı, Ocak 2016. "Şimdilik var olmakla meşgul" yazıyor biyografisinin sonunda. Şu da var: 2015 yılında yazdığı öykülerden biri İtalyan asıllı yazar Giovanni Scognamillo adına verilen GİO Ödülleri'nde "Yılın En İyi Öyküsü" olarak seçilmiş.
Birbirinden çok farklı ortamlar ve insanlar şüphesiz öykülerine sirayet etmiş Demir'in. “Ne diyeyim, huzur tuhaf şey arkadaş, ancak kaybedecek bir şeyin kalmadığında gelip seni buluyor.” cümlesi bile bunun tek başına ispatı. Çünkü huzur denen şey, hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkıyor ve bu anlar genellikle yalnızlık, parasızlık, borçsuzluk gibi hâllerde oluyor. 105 sayfalık kitapta 10 öykü var: İçler Dışlar Çarpımı, Vasati 40 Yaş, Tuz, Sonsuz Rasim Abi'ler Diyarı, Dün Gece Ansızın, Kartela, Saraylı'nın Üç Ölümü, İki Oda Bir Salon Yarım Hayat, Uzun Uzun Çalan Ziller ve Bir Mutfak Kapısı Hakkında, Sessizliği Öldüren Tuzluk. Öykülerin birbiriyle alakaları hem var hem de yok. Bu yazarın başarısı zira kurgusuz kurgu denebilir buna. Günlük dile çok yakın ve ne eksik ne fazla olan üslubu ise okurken hiç yormuyor, kitabın kolayca okunmasını sağlıyor. İlk ve son öyküde Edip Cansever epigrafı var, aradaki öykülerde ise Onat Kutlar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Led Zeppelin, Didem Madak tercih edilmiş.
Ömür İklim Demir'in öyküleri belirli bir duygu üzerinden yürümüyor. Hepsi farklı, hepsi kendinden biraz biraz bahsettiren ama bize kalsın istediğimiz bir dost sıcaklığında. Bazen gülen, bazen homurdanan, bazen de kısık sesle bir sırrını paylaşan öyküler bunlar.
"Bir tarafta, bıyıklı hoyrat adamlardan müteşekkil biz, diğer tarafta bütün zarafetiyle, ismini kendimizden her daim 've' ile ayırdığımız Emel... Gizliden gizliye hayrandık ona. Konuşmasını, bağırmasını, fısıldamasını, gülmesini, sigara içmesini izlemeye doyamazdık. Düşünürken sol elini çenesine koyardı, ben ona da doyamazdım."
Edebiyatımızın 1980 doğumlu olan kuşağı, "kentsel dönüşüm" denen yozlaşma aracının en büyük tokadını yemiş bir kuşak. Şüphesiz bu durum edebiyatçıların öykülerine de şiirlerine de yansıyor. Bu tip meselelere temas edilmezse o eser kof, geleceğe bir şey söylemeyen, geçici bir metin olarak kalıyor. Yazar kitabındaki öykülerin çoğunda modern günlerin çürümüşlüğü üzerine de karakterlerini konuşturmuş.
"Her şey daha da tatsızlaştı. Top oynadığımız arsayı inşaat için dikenli tellerle çevirdiler; Musti'nin sigaraya başladığı, benimse hem sigaraya başlayıp hem Ayşen'e âşık olduğum yıldı. Önce tuğlalar ve tahtalar ve keresteler ve demirler yığıldı öbek öbek. Kale kurduğumuz taşlar, kum tepelerinin altında kaldı. Kazmalar, kürekler, elekler yayıldı sağa sola. Sonra da en irisinden iki kangal bağladılar çantalarımızı bıraktığımız ağacın altına. Daha da kimse giremez oldu. Yıldızların oraya. Bizim maçlar kömür deposunun ardına, yukarmaaledeki küçük arsaya taşındı. Herkes o tarafa gitti. Tek ben gitmedim. Gidemedim."
Aslında kitabın ismi, öykülerin genel tarzını da açık ediyor. Yazardaki muhtelif evhamlar, hepimizin içinde kalanlarla birlikte öykülere dönüşmüş. Böylece ortaya içli dışlı olunacak, kısa zamanda bitirilecek, geriye dönüp bakıldığında yer yer tebessüm, yer yer acınma halleri hissettirecek metinler hatırlanacaktır. Her yazar kendi kendine konuşur çünkü hiçbir yazar normal değildir. Normal insandan yazar olamayacağı da daima söylenmiştir ve söylenmelidir. Demir'in yaptığı ise hem kendi kendine konuşmak hem de karakterlerini kendi kendilerine konuşturmak bazen. Üstelik bunu yaparken de son derece samimi, doğal.
"Derin bir nefes aldı Selim, bardağın dibindeki soğuk çayı tepesine dikti ve aslında ölümden değil de yaşamdan korktuğunu ilk o zaman anladı.
İki hafta sonra bir çilingir sofrasında, "Ölmek istiyorum abi. Kendimi bırakıp gitmek istiyorum" dedi bir arkadaşına. Arkadaşı da, "Lan oğlum saçmalama" dedi çatalını köpoğluna daldırırken. "Ölecen de ne olacak?"
İşte o sırada, "Ömürden öte dert yok" dedi içindeki ses. "Bu masa, bu haydari, bu adam, bu birbirine yapışmış buzlar, bu anason kokusu, hepsi ölümden korkman için. Korkma Selim. Dert dediğin her şeyin ötesindeki yerdeyim, gel" diye fısıldadı.
Selim arkasına baktı, Orhan Gencebay posteri dışında kimsenin olmadığını görünce güldü."
Sonbaharda öykü okumak, öyküye vakit ayırmak çok güzel. İnsan yaşamın içinde olduğunu yeniden anlıyor. Yaşamın bir anlamı olduğunu yeniden düşünüyor. Öykülerin en hoş tarafı da bana kalırsa bunlardır: Düşler ve düşünceler.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Göğsümden içeri yokluğun sızıyor
Bir demlik çayım var tütünüm de geçiyor."
- Nazan Öncel, Geceler Kara Tren
İlginç bir yazarla karşı karşıyayız. 1980'de ülkemizin en ilginç şehirlerinden Adana'da doğmuş Ömür İklim Demir. Yedi yıl ceza avukatı olarak çalışmış fakat bıkmış olacak ki içi dışı bambaşka bir âlem olan reklam yazarlığını da üç yıl kadar sürdürmüş. Fanzinlerde, teknoloji dergilerinde yazmış. İlk öyküsü 2010'da Varlık'ta yayımlanmış. Muhtelif Evhamlar Kitabı, ilk kitabı. Yapı Kredi Yayınları'nca ilk baskısı Haziran 2015'de yapılmış. Bendeki ise ikinci baskısı, Ocak 2016. "Şimdilik var olmakla meşgul" yazıyor biyografisinin sonunda. Şu da var: 2015 yılında yazdığı öykülerden biri İtalyan asıllı yazar Giovanni Scognamillo adına verilen GİO Ödülleri'nde "Yılın En İyi Öyküsü" olarak seçilmiş.
Birbirinden çok farklı ortamlar ve insanlar şüphesiz öykülerine sirayet etmiş Demir'in. “Ne diyeyim, huzur tuhaf şey arkadaş, ancak kaybedecek bir şeyin kalmadığında gelip seni buluyor.” cümlesi bile bunun tek başına ispatı. Çünkü huzur denen şey, hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkıyor ve bu anlar genellikle yalnızlık, parasızlık, borçsuzluk gibi hâllerde oluyor. 105 sayfalık kitapta 10 öykü var: İçler Dışlar Çarpımı, Vasati 40 Yaş, Tuz, Sonsuz Rasim Abi'ler Diyarı, Dün Gece Ansızın, Kartela, Saraylı'nın Üç Ölümü, İki Oda Bir Salon Yarım Hayat, Uzun Uzun Çalan Ziller ve Bir Mutfak Kapısı Hakkında, Sessizliği Öldüren Tuzluk. Öykülerin birbiriyle alakaları hem var hem de yok. Bu yazarın başarısı zira kurgusuz kurgu denebilir buna. Günlük dile çok yakın ve ne eksik ne fazla olan üslubu ise okurken hiç yormuyor, kitabın kolayca okunmasını sağlıyor. İlk ve son öyküde Edip Cansever epigrafı var, aradaki öykülerde ise Onat Kutlar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Led Zeppelin, Didem Madak tercih edilmiş.
Ömür İklim Demir'in öyküleri belirli bir duygu üzerinden yürümüyor. Hepsi farklı, hepsi kendinden biraz biraz bahsettiren ama bize kalsın istediğimiz bir dost sıcaklığında. Bazen gülen, bazen homurdanan, bazen de kısık sesle bir sırrını paylaşan öyküler bunlar.
"Bir tarafta, bıyıklı hoyrat adamlardan müteşekkil biz, diğer tarafta bütün zarafetiyle, ismini kendimizden her daim 've' ile ayırdığımız Emel... Gizliden gizliye hayrandık ona. Konuşmasını, bağırmasını, fısıldamasını, gülmesini, sigara içmesini izlemeye doyamazdık. Düşünürken sol elini çenesine koyardı, ben ona da doyamazdım."
Edebiyatımızın 1980 doğumlu olan kuşağı, "kentsel dönüşüm" denen yozlaşma aracının en büyük tokadını yemiş bir kuşak. Şüphesiz bu durum edebiyatçıların öykülerine de şiirlerine de yansıyor. Bu tip meselelere temas edilmezse o eser kof, geleceğe bir şey söylemeyen, geçici bir metin olarak kalıyor. Yazar kitabındaki öykülerin çoğunda modern günlerin çürümüşlüğü üzerine de karakterlerini konuşturmuş.
"Her şey daha da tatsızlaştı. Top oynadığımız arsayı inşaat için dikenli tellerle çevirdiler; Musti'nin sigaraya başladığı, benimse hem sigaraya başlayıp hem Ayşen'e âşık olduğum yıldı. Önce tuğlalar ve tahtalar ve keresteler ve demirler yığıldı öbek öbek. Kale kurduğumuz taşlar, kum tepelerinin altında kaldı. Kazmalar, kürekler, elekler yayıldı sağa sola. Sonra da en irisinden iki kangal bağladılar çantalarımızı bıraktığımız ağacın altına. Daha da kimse giremez oldu. Yıldızların oraya. Bizim maçlar kömür deposunun ardına, yukarmaaledeki küçük arsaya taşındı. Herkes o tarafa gitti. Tek ben gitmedim. Gidemedim."
Aslında kitabın ismi, öykülerin genel tarzını da açık ediyor. Yazardaki muhtelif evhamlar, hepimizin içinde kalanlarla birlikte öykülere dönüşmüş. Böylece ortaya içli dışlı olunacak, kısa zamanda bitirilecek, geriye dönüp bakıldığında yer yer tebessüm, yer yer acınma halleri hissettirecek metinler hatırlanacaktır. Her yazar kendi kendine konuşur çünkü hiçbir yazar normal değildir. Normal insandan yazar olamayacağı da daima söylenmiştir ve söylenmelidir. Demir'in yaptığı ise hem kendi kendine konuşmak hem de karakterlerini kendi kendilerine konuşturmak bazen. Üstelik bunu yaparken de son derece samimi, doğal.
"Derin bir nefes aldı Selim, bardağın dibindeki soğuk çayı tepesine dikti ve aslında ölümden değil de yaşamdan korktuğunu ilk o zaman anladı.
İki hafta sonra bir çilingir sofrasında, "Ölmek istiyorum abi. Kendimi bırakıp gitmek istiyorum" dedi bir arkadaşına. Arkadaşı da, "Lan oğlum saçmalama" dedi çatalını köpoğluna daldırırken. "Ölecen de ne olacak?"
İşte o sırada, "Ömürden öte dert yok" dedi içindeki ses. "Bu masa, bu haydari, bu adam, bu birbirine yapışmış buzlar, bu anason kokusu, hepsi ölümden korkman için. Korkma Selim. Dert dediğin her şeyin ötesindeki yerdeyim, gel" diye fısıldadı.
Selim arkasına baktı, Orhan Gencebay posteri dışında kimsenin olmadığını görünce güldü."
Sonbaharda öykü okumak, öyküye vakit ayırmak çok güzel. İnsan yaşamın içinde olduğunu yeniden anlıyor. Yaşamın bir anlamı olduğunu yeniden düşünüyor. Öykülerin en hoş tarafı da bana kalırsa bunlardır: Düşler ve düşünceler.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Anlatarak kurtulmaktan ziyade, anlatarak küçültme
Bir ifade biçimi olarak şiiri genişletip, sonsuzlaştırma eylemine götürürken konuyu kapatıp yeni bir bahis açıyor Murat Çelik. Şair şiirinde andığı şeyler ile dışarıda bıraktığı “şey”ler arasındaki bağı kurmamıza yer yer izin veriyor. Bazen de önümüzü kesip sadece çağrışımlarla yetinmemizi istiyor. Böylece Çelik’in şiiri geniş bir alt yapıda zamansız bir zekâya dönüşüyor.
Murat Çelik’in şiirlerine konu ettiği sorunlar üzerinde bir düşünme sistemi var: anlatarak kurtulmaktan ziyade, anlatarak küçültme. Bu sorunlar karşısında hayıflanma, dramatize etme, arabesk bir yaklaşım söz konusu değil. Şair sesini yükselttiğinde işgal ettiği yer; meselelerin niteliği-niceliğinden uzakta bir yerde şairin farkındalığı üzerine genişliyor. Anlıyor fakat anlamdan zevk almıyor Murat Çelik. Çarpıcı şiir buluşlarını yeniden yapılandırıyor ve hiç de müdahaleci görünmeyen bir edayla yeniden üretiyor.
Taşra Bitki Örtüsü ve Parseller kitabında Çelik, şiirin bırakacağı etkiyi ses üzerinden kurarak ‘yerel’ temalar ile küresel biçimler ortaya çıkarıyor. Bazen de tersini ispatlıyor. Halk şiiri biçimiyle küresel ve modern sorunlar dile getiriyor. Herkesin yaşadığı yerlere ait edindiği kültürün simgesel anlamları vardır, çoğu umutsuz olsa da insanoğlu bu deneyimlerin taşıyıcısı ve aktarıcısıdır. Bu deneyimler dilin soyutluğu karşısında şiir sayesinde varlık kazanır. Şair ile şiir metni arasında bu deneyimler asılı haldedir. Parça parça, fragmanlar halinde veya deforme edilmiş şekilde hatta üzeri örtülerek kullanılan bu deneyimler dikkatli bir okur için önem arz eden simgesel anlamlar bütünüdür. Okur bu deneyimlere tümüyle müdahil olma şansını elinde bulundurmasa bile şairin elindeki “sanat parçaları”nı elde eder. Murat Çelik de deforme ettiği kelime ve anlamlar ile okuruna izin verdiği ölçüde şiirine sızılmasına imkân sağlıyor. Bu sızma eyleminin mümkün olması için Çelik; okurlarından şiir bilgisi ve görgüsü istiyor görünüyor.
Şiirlerini “bağırarak anlaşan köylüler/bağırarak ölüşen kentliler” için yazmış Murat Çelik. Yolu açık olsun.
Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
Murat Çelik’in şiirlerine konu ettiği sorunlar üzerinde bir düşünme sistemi var: anlatarak kurtulmaktan ziyade, anlatarak küçültme. Bu sorunlar karşısında hayıflanma, dramatize etme, arabesk bir yaklaşım söz konusu değil. Şair sesini yükselttiğinde işgal ettiği yer; meselelerin niteliği-niceliğinden uzakta bir yerde şairin farkındalığı üzerine genişliyor. Anlıyor fakat anlamdan zevk almıyor Murat Çelik. Çarpıcı şiir buluşlarını yeniden yapılandırıyor ve hiç de müdahaleci görünmeyen bir edayla yeniden üretiyor.
Taşra Bitki Örtüsü ve Parseller kitabında Çelik, şiirin bırakacağı etkiyi ses üzerinden kurarak ‘yerel’ temalar ile küresel biçimler ortaya çıkarıyor. Bazen de tersini ispatlıyor. Halk şiiri biçimiyle küresel ve modern sorunlar dile getiriyor. Herkesin yaşadığı yerlere ait edindiği kültürün simgesel anlamları vardır, çoğu umutsuz olsa da insanoğlu bu deneyimlerin taşıyıcısı ve aktarıcısıdır. Bu deneyimler dilin soyutluğu karşısında şiir sayesinde varlık kazanır. Şair ile şiir metni arasında bu deneyimler asılı haldedir. Parça parça, fragmanlar halinde veya deforme edilmiş şekilde hatta üzeri örtülerek kullanılan bu deneyimler dikkatli bir okur için önem arz eden simgesel anlamlar bütünüdür. Okur bu deneyimlere tümüyle müdahil olma şansını elinde bulundurmasa bile şairin elindeki “sanat parçaları”nı elde eder. Murat Çelik de deforme ettiği kelime ve anlamlar ile okuruna izin verdiği ölçüde şiirine sızılmasına imkân sağlıyor. Bu sızma eyleminin mümkün olması için Çelik; okurlarından şiir bilgisi ve görgüsü istiyor görünüyor.
Şiirlerini “bağırarak anlaşan köylüler/bağırarak ölüşen kentliler” için yazmış Murat Çelik. Yolu açık olsun.
Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
5 Ekim 2016 Çarşamba
Yazarla yoldaşlık ettiren öyküler
Mustafa Orman’ın öyküleri daha önce Notos, Dünyanın Öyküsü, Sarnıç, Yumuşak G dergilerinde yayımlanmıştı. Bu dergileri takip eden okurlar, Orman’ın dünyasına, dili kullanma biçimine ve öykülerinin temasına aşina; dolayısıyla yazarın bu ilk kitabını okurken, eskiden gelen tanışıklığın getirdiği bilgi ile yazarın dilindeki, üslubundaki değişim ve dönüşümü takip etme şansını bulabilirsiniz.
Derdin İncinmesin, Mustafa Orman’ın ilk kitabı. Kitabın açılışında, okuru bir ithaf karşılıyor. Mustafa Orman, okuru karşılayan bu ithafla birlikte, 16 öyküden oluşan bu yolculuğun derinliğini ve derdini ilan ediyor: “Kitabı eline alıp hiçbir zaman okuyamayacak olan anneme...”
Derdin İncinmesin’i bir ilk kitap olarak değerlendirmek zor. Bunun en belirleyici nedenlerinden biri, kelimelerin, anlamların ve acıların başarılı bir şekilde bir araya getirilmesi; öykülerde, birçok yazarın kurmakta zorlandığı bir bütünlük var. Okurlar genellikle bir yazarın ilk kitabını okurken, yazarı tanımaya çalışır, onun dünyasında var ettiklerine güvenli bir mesafede kalarak, anlattıklarının işaret ettikleri üzerine düşünür. Mustafa Orman bizi acının, derdin, başka bir dilde var olma çabasının ağırlığıyla tanıştırıyor ve bunu, acıdan doğan bir samimiyetle yapıyor. Dolayısıyla okur, yazarla tanışmak için hem yazara hem de metne karşı koruduğu mesafesini yitiriyor. Mustafa Orman, Derdin İncinmesin’de, bu mücadelesinde, birilerine göre “uyum sağlayamamış” olan annesini selamlayarak, hayatın çok içine yerleşmiş ve kayıtsız kalmayı seçtiğimiz meselelerin önemini koruduğunu hatırlatıyor. Elbette ortada bilmediğimiz bir şey yok ancak yine de bu anlatının gerçekliği ve derinliği karşısında sarsılmamak mümkün değil.
Derdin İncinmesin’deki öyküler, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, başlangıcı-bitişi aynı yerde olan ve uzun yıllara yayılan, hepimizin tanık olduğu kimlik, dil, özgürlük, vatan, ulus, devlet, iktidar gibi kavramlarla birbirine bağlanıyor. Öyküler, devletin, iktidarın, hayatın kendilerinden çaldıklarının gölgesinde yaşamaya devam eden karakterlerin diyaloglarıyla ilerliyor. Öykülerdeki karakterlerin karşısında da, onların dertleri karşısında da çaresiziz çünkü Mustafa Orman’ın kitabındaki haklı olanlar, haklılığından mahcup gibi, ne kadar haklı olduğunu bağırmıyor, ki bu hiç alışkın olduğumuz bir şey değil.
Mustafa Orman’ın dilindeki olgunluk ve şiirselliğin altını özellikle çizmeliyiz. Orman’ın okurluk serüveninde farklı yazarlardan etkilendiği çok açık; bu etkilenme diline ve öykülerine de yansımış. Ancak söylemek gerekir ki bu etkilenmede Mustafa Orman’ın kendi sesi de duyuluyor; yazar, şimdiye kadar okuduğu tüm yazarları ve kitapları sindirip, bu okuma-tanıma sürecinin içerisinden kendi dilini yaratma başarısını elde etmiş gibi görünüyor. Suskunluğa terk edilmiş insanların sesini söze dönüştürmeyi, onların derdini dilde bir umut kurarak anlatmayı başarıyor.
Kitaptaki öyküler kısa, kesik cümleler gibi; yazar da kitabın okuru da en başından biliyor, öykülerin barındırdığı dertler bir nefeste anlatılacak gibi değil. Öykülerin taşıdığı yüklerin ağırlığıyla, duraksayarak, soluklanarak; yazarın hayatla, devletle, iktidarla, yaşananlarla ve yaşanma ihtimali olanlarla olan meselesinin dört bir yanıyla sohbet edebilme şansı yakalıyoruz. Mustafa Orman’ın öyküleri, bir yazarla tanışmanın çok ötesinde, yazarla yoldaşlık ettiğimiz hissi uyandırıyor.
Kitapta, temanın, konuların, acıların anlatımındaki yoğunluğu ve dilde kendini hissettiren “kıssadan hisse” cümlelerini okurken, daha sakin ve duru cümlelerle karşılaşmayı bekleyeceğiniz anlar olabilir. Kitabı okurken daha "sakin" öykülerle karşılaşma ve yoğun temanın içerisinden doğan diyaloglar üzerine düşünmek için geçiş öykülerine ihtiyaç duyuluyor. Hem dilin hem de temanın yoğun oluşu, karakterlerle ilgili detaylı bilgiyle ulaşmamızın önünde bir engel oluşturmuş. Bu yoğunluk ve okuma yorgunluğunun yanında, Mustafa Orman’ın öykülerinin temalarının çeşitlendiği, birbirinden farklı varış noktalarına götüren konularla ve daha duru bir dille kaleme alacağı ikinci öykü kitabı merakla beklenecek gibi görünüyor.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
Derdin İncinmesin, Mustafa Orman’ın ilk kitabı. Kitabın açılışında, okuru bir ithaf karşılıyor. Mustafa Orman, okuru karşılayan bu ithafla birlikte, 16 öyküden oluşan bu yolculuğun derinliğini ve derdini ilan ediyor: “Kitabı eline alıp hiçbir zaman okuyamayacak olan anneme...”
Derdin İncinmesin’i bir ilk kitap olarak değerlendirmek zor. Bunun en belirleyici nedenlerinden biri, kelimelerin, anlamların ve acıların başarılı bir şekilde bir araya getirilmesi; öykülerde, birçok yazarın kurmakta zorlandığı bir bütünlük var. Okurlar genellikle bir yazarın ilk kitabını okurken, yazarı tanımaya çalışır, onun dünyasında var ettiklerine güvenli bir mesafede kalarak, anlattıklarının işaret ettikleri üzerine düşünür. Mustafa Orman bizi acının, derdin, başka bir dilde var olma çabasının ağırlığıyla tanıştırıyor ve bunu, acıdan doğan bir samimiyetle yapıyor. Dolayısıyla okur, yazarla tanışmak için hem yazara hem de metne karşı koruduğu mesafesini yitiriyor. Mustafa Orman, Derdin İncinmesin’de, bu mücadelesinde, birilerine göre “uyum sağlayamamış” olan annesini selamlayarak, hayatın çok içine yerleşmiş ve kayıtsız kalmayı seçtiğimiz meselelerin önemini koruduğunu hatırlatıyor. Elbette ortada bilmediğimiz bir şey yok ancak yine de bu anlatının gerçekliği ve derinliği karşısında sarsılmamak mümkün değil.
Derdin İncinmesin’deki öyküler, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, başlangıcı-bitişi aynı yerde olan ve uzun yıllara yayılan, hepimizin tanık olduğu kimlik, dil, özgürlük, vatan, ulus, devlet, iktidar gibi kavramlarla birbirine bağlanıyor. Öyküler, devletin, iktidarın, hayatın kendilerinden çaldıklarının gölgesinde yaşamaya devam eden karakterlerin diyaloglarıyla ilerliyor. Öykülerdeki karakterlerin karşısında da, onların dertleri karşısında da çaresiziz çünkü Mustafa Orman’ın kitabındaki haklı olanlar, haklılığından mahcup gibi, ne kadar haklı olduğunu bağırmıyor, ki bu hiç alışkın olduğumuz bir şey değil.
Mustafa Orman’ın dilindeki olgunluk ve şiirselliğin altını özellikle çizmeliyiz. Orman’ın okurluk serüveninde farklı yazarlardan etkilendiği çok açık; bu etkilenme diline ve öykülerine de yansımış. Ancak söylemek gerekir ki bu etkilenmede Mustafa Orman’ın kendi sesi de duyuluyor; yazar, şimdiye kadar okuduğu tüm yazarları ve kitapları sindirip, bu okuma-tanıma sürecinin içerisinden kendi dilini yaratma başarısını elde etmiş gibi görünüyor. Suskunluğa terk edilmiş insanların sesini söze dönüştürmeyi, onların derdini dilde bir umut kurarak anlatmayı başarıyor.
Kitaptaki öyküler kısa, kesik cümleler gibi; yazar da kitabın okuru da en başından biliyor, öykülerin barındırdığı dertler bir nefeste anlatılacak gibi değil. Öykülerin taşıdığı yüklerin ağırlığıyla, duraksayarak, soluklanarak; yazarın hayatla, devletle, iktidarla, yaşananlarla ve yaşanma ihtimali olanlarla olan meselesinin dört bir yanıyla sohbet edebilme şansı yakalıyoruz. Mustafa Orman’ın öyküleri, bir yazarla tanışmanın çok ötesinde, yazarla yoldaşlık ettiğimiz hissi uyandırıyor.
Kitapta, temanın, konuların, acıların anlatımındaki yoğunluğu ve dilde kendini hissettiren “kıssadan hisse” cümlelerini okurken, daha sakin ve duru cümlelerle karşılaşmayı bekleyeceğiniz anlar olabilir. Kitabı okurken daha "sakin" öykülerle karşılaşma ve yoğun temanın içerisinden doğan diyaloglar üzerine düşünmek için geçiş öykülerine ihtiyaç duyuluyor. Hem dilin hem de temanın yoğun oluşu, karakterlerle ilgili detaylı bilgiyle ulaşmamızın önünde bir engel oluşturmuş. Bu yoğunluk ve okuma yorgunluğunun yanında, Mustafa Orman’ın öykülerinin temalarının çeşitlendiği, birbirinden farklı varış noktalarına götüren konularla ve daha duru bir dille kaleme alacağı ikinci öykü kitabı merakla beklenecek gibi görünüyor.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hâli
"Hep yalnızlık var sonunda, yalnızlık ömür boyu."
- MFÖ, Ele Güne Karşı Yapayalnız (1984)
Kimileri için bir yazarı yakından tanıma çabası, kimileri için bir yazarın oldukça çileli bir yazma serüveni, kimileri için bir yazarın edebiyatla varoluşuna kattığı anlamı okuma eylemi, kimileri içinse belki de bir roman yahut öyküler toplamı. Çünkü o yazar Hasan Ali Toptaş. Türkçenin güzide yazarlarından Toptaş'ın söyleşiler kitabı olan "Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız", 2014 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkmıştı. Belirli bir kronoloji güdülmeden; tamamen Hasan Ali Toptaş'ın seçkisine göre oluşturulan bu kitapta Şükrü Erbaş, Emrah Serbes, Latife Tekin, Gülay Talaslı, Semih Gümüş, Filiz Akgündüz, Gürsel Korat, Mehmet Öztunç, Ethem Baran, Can Bahadır Yüce, Yıldız Ecevit ve daha birçok isimle, dergiyle yaptığı söyleşiler bir arada bulunuyor.
Yazar, hep üzerinde durduğu gibi çok konuşmayı sevmemiş söyleşilerinde. Öyle ki bazen sorular cevaplardan daha uzun olmuş. Kitabın önsözünde de
"Ben haddinden fazla konuşmuşum. Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfdanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi" diyor. Fakat biz okuyucular bundan mutluyuz. Çünkü hız ve haz bağıran bu modern dünyada karşımızdaki insanın yüzüne bakmadan konuşmaya alışmış bireyler olarak, en azından kağıda bakıp da tanımak, tanışmak, tanışıklık inşa etmek belki güzel çünkü, çok güzel.
Kitaba ismini veren cümle, yazarın Şükrü Erbaş'la Adam Öykü dergisi için 2001 yılında yaptığı bir söyleşiden... Şair "Kalabalıkla yazmanın ve yalnızlıkla yazmanın ilişkisi" üzerine soruyor, yazar ise şöyle cevaplıyor: "Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk. Okuru hesaba katsan da böyle bu, katmasan da. Başka bir deyişle, bir öyküye, bir şiire, bir romana başlarken yalnızsın; bitirdiğinde daha da yalnız. Metinlerimdeki mahşeri kalabalıkları da ben yalnızlığın başka bir biçimi olarak görüyorum. İçinde bulundukları metnin vazgeçilmez bir malzemesi ya da kurgunun temel bir parçası gibi gözükseler de (ki öyledirler, öyle kılınmışlardır), bu mahşeri kalabalıkların, ruh yapımdan kaynaklanan, benim bile farkında varmadığım çok daha başka nedenleri de olabilir tabii. Çocukluğumdan, bu yana, bir türlü yenemediğim kabalık fobim olabilir sözgelimi... Kalabalıkla yazmanın ilişkisi bana pek açıklanabilir gibi görünmüyor. Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hâli."
Emrah Serbes birkaç kelimeyi özetlemesini istiyor Topbaş'tan. Mesela "Zaman" kelimesi için "Zamanla anlaşılan bir kelime. Zamanla acıya dönüşen, şakacı, geniş ve genişliği kadar da dar olan bir şey." diyor yazar.. "Çıkmaz" kelimesi için "insanın ta kendisi" yorumu yaparken, son kelime olan "Huzur" için "O da ne?" diye cevap veriyor.
Latife Tekin söyleşisi, kitabın en uzun ve bana göre en güzel söyleşisi. Harflerin birer nota görevi üstlendiğini, romanın ille de kurguya muhtaç olmadığını, metinlerin de bir kokusunun bulunduğunu hiç değilse düşleyebilir okuyucu. Çünkü Hasan Ali Topbaş konuşurken karşısındakini ikna etmek derdine düşmüyor, bir şey teklif ettiği de yok. Kendince yorumlar yapıyor. Sanki yakından dinlendiğinde doğaçlama bir klarnet taksimi gibi. Ama uzakta bir iskemlede oturup dinlenildiğinde belki bir peşrev. Muhakkak bir anlamı var. Yapmış olmak için yapmak değil, söylemiş olmak için söylemek hiç değil.
Hasan Ali Toptaş her ne kadar sakin, sessiz -'roman konuşmaya başladığında yazar susmalıdır' der-, kendi hâlinde biriymiş gibi görünse de hayatın kabul edilemez taraflarını dert edinmiş bir yazar. Zaten sanatının temelinde, hatta tüm sanatların özünde bunun yatması gerektiğini de şöyle vurguluyor: "Sanat, makul insanların işi değildir bana göre. Makul insan, olsa olsa, hayatın kendini tekrar edip durmasına yarar. Makul insandan çok iyi memur olur, çok iyi bakkal olur, ne bileyim çok iyi berber, terzi, kuyumcu ya da ayakkabıcı olur. Canlı olmanın aczi içimin duvarlarına bir büyüklük olarak yansıyor evet ve ben onun gölgesinde yazıyorum. Borges'in dediği gibi, her şey acıdan doğuyor. Ama, ısmarlanmış, ya da yahu arkadaşlar bu günlerde hangi tür acılar revaçtadır kaygısıyla laboratuvarlarda üretilerek her yanı allanıp pullanmış olan acıdan değil, gerçekten yaşanan ve gövdenin her hücresini cehennem gibi şiddetle yakıp kavuran acıdan."
Her yazar gibi aile bağları bazen yazmaktan, bazen okumaktan, bazen de kişisel tercihlerden -İlber Ortaylı bunu evliliklerdeki 'private' mevzusu olarak değerlendiriyor- dolayı çok sıkı değil. Kendini iyi bir baba olarak görmese de baba olmayı en güzel tanımlayan cümlelerden birini kuruyor: "Baba iktidardır her şeyden önce. Aynı zamanda geçmişin yükünü getirip omuzlarımıza yığan yok edilemez bir köprüdür. Anlamsal ağırlığıyla belimizi büken devasa bir ilmektir."
Günümüz insanın boşverdiği tüm sessizlikler, tüm boşluklar, tüm yılgınlıklar Toptaş'ta kendine muhakkak bir yer bulabiliyor. Dilde de öyle. "İki kelime arasındaki boşluk bile dile dâhildir" diyor mesela. "Çünkü o boşluk, o iki kelimenin zihnimizde uyandırdığı öteki kelimelerden oluşur" diye de ekliyor. Gerçekten öyle değil mi? Fakir de bu hareketle -belki de hareketsizlikle- "Öfkeli bir sesleniştir aslında susmak" demişti bir şiirinde.
Bir söyleşi kitabına dair daha fazla konuşmanın yersiz kaçacağını düşünüyorum. Karşımızda konuşmayı, görünmeyi, fotoğraf vermeyi, sesini yükseltmeyi sevmeyen bir yazar var. Gittiği yerde kendinden birilerini bulmanın derdinde yalnızca. O yüzden çocuk ruhluluğa, çocuk kalabilmeye ve çocukluğuna sahip çıkmaya kıymet veriyor, "Çocukluğunun elinden tutmayan kişi hiçbir yere gidemez" diyor.
En güzeli de bir 'konuşma' kitabında dahi temiz Türkçenin lezzetini tadabilmek...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- MFÖ, Ele Güne Karşı Yapayalnız (1984)
Kimileri için bir yazarı yakından tanıma çabası, kimileri için bir yazarın oldukça çileli bir yazma serüveni, kimileri için bir yazarın edebiyatla varoluşuna kattığı anlamı okuma eylemi, kimileri içinse belki de bir roman yahut öyküler toplamı. Çünkü o yazar Hasan Ali Toptaş. Türkçenin güzide yazarlarından Toptaş'ın söyleşiler kitabı olan "Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız", 2014 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkmıştı. Belirli bir kronoloji güdülmeden; tamamen Hasan Ali Toptaş'ın seçkisine göre oluşturulan bu kitapta Şükrü Erbaş, Emrah Serbes, Latife Tekin, Gülay Talaslı, Semih Gümüş, Filiz Akgündüz, Gürsel Korat, Mehmet Öztunç, Ethem Baran, Can Bahadır Yüce, Yıldız Ecevit ve daha birçok isimle, dergiyle yaptığı söyleşiler bir arada bulunuyor.
Yazar, hep üzerinde durduğu gibi çok konuşmayı sevmemiş söyleşilerinde. Öyle ki bazen sorular cevaplardan daha uzun olmuş. Kitabın önsözünde de
"Ben haddinden fazla konuşmuşum. Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfdanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi" diyor. Fakat biz okuyucular bundan mutluyuz. Çünkü hız ve haz bağıran bu modern dünyada karşımızdaki insanın yüzüne bakmadan konuşmaya alışmış bireyler olarak, en azından kağıda bakıp da tanımak, tanışmak, tanışıklık inşa etmek belki güzel çünkü, çok güzel.
Kitaba ismini veren cümle, yazarın Şükrü Erbaş'la Adam Öykü dergisi için 2001 yılında yaptığı bir söyleşiden... Şair "Kalabalıkla yazmanın ve yalnızlıkla yazmanın ilişkisi" üzerine soruyor, yazar ise şöyle cevaplıyor: "Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk. Okuru hesaba katsan da böyle bu, katmasan da. Başka bir deyişle, bir öyküye, bir şiire, bir romana başlarken yalnızsın; bitirdiğinde daha da yalnız. Metinlerimdeki mahşeri kalabalıkları da ben yalnızlığın başka bir biçimi olarak görüyorum. İçinde bulundukları metnin vazgeçilmez bir malzemesi ya da kurgunun temel bir parçası gibi gözükseler de (ki öyledirler, öyle kılınmışlardır), bu mahşeri kalabalıkların, ruh yapımdan kaynaklanan, benim bile farkında varmadığım çok daha başka nedenleri de olabilir tabii. Çocukluğumdan, bu yana, bir türlü yenemediğim kabalık fobim olabilir sözgelimi... Kalabalıkla yazmanın ilişkisi bana pek açıklanabilir gibi görünmüyor. Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hâli."
Emrah Serbes birkaç kelimeyi özetlemesini istiyor Topbaş'tan. Mesela "Zaman" kelimesi için "Zamanla anlaşılan bir kelime. Zamanla acıya dönüşen, şakacı, geniş ve genişliği kadar da dar olan bir şey." diyor yazar.. "Çıkmaz" kelimesi için "insanın ta kendisi" yorumu yaparken, son kelime olan "Huzur" için "O da ne?" diye cevap veriyor.
Latife Tekin söyleşisi, kitabın en uzun ve bana göre en güzel söyleşisi. Harflerin birer nota görevi üstlendiğini, romanın ille de kurguya muhtaç olmadığını, metinlerin de bir kokusunun bulunduğunu hiç değilse düşleyebilir okuyucu. Çünkü Hasan Ali Topbaş konuşurken karşısındakini ikna etmek derdine düşmüyor, bir şey teklif ettiği de yok. Kendince yorumlar yapıyor. Sanki yakından dinlendiğinde doğaçlama bir klarnet taksimi gibi. Ama uzakta bir iskemlede oturup dinlenildiğinde belki bir peşrev. Muhakkak bir anlamı var. Yapmış olmak için yapmak değil, söylemiş olmak için söylemek hiç değil.
Hasan Ali Toptaş her ne kadar sakin, sessiz -'roman konuşmaya başladığında yazar susmalıdır' der-, kendi hâlinde biriymiş gibi görünse de hayatın kabul edilemez taraflarını dert edinmiş bir yazar. Zaten sanatının temelinde, hatta tüm sanatların özünde bunun yatması gerektiğini de şöyle vurguluyor: "Sanat, makul insanların işi değildir bana göre. Makul insan, olsa olsa, hayatın kendini tekrar edip durmasına yarar. Makul insandan çok iyi memur olur, çok iyi bakkal olur, ne bileyim çok iyi berber, terzi, kuyumcu ya da ayakkabıcı olur. Canlı olmanın aczi içimin duvarlarına bir büyüklük olarak yansıyor evet ve ben onun gölgesinde yazıyorum. Borges'in dediği gibi, her şey acıdan doğuyor. Ama, ısmarlanmış, ya da yahu arkadaşlar bu günlerde hangi tür acılar revaçtadır kaygısıyla laboratuvarlarda üretilerek her yanı allanıp pullanmış olan acıdan değil, gerçekten yaşanan ve gövdenin her hücresini cehennem gibi şiddetle yakıp kavuran acıdan."
Her yazar gibi aile bağları bazen yazmaktan, bazen okumaktan, bazen de kişisel tercihlerden -İlber Ortaylı bunu evliliklerdeki 'private' mevzusu olarak değerlendiriyor- dolayı çok sıkı değil. Kendini iyi bir baba olarak görmese de baba olmayı en güzel tanımlayan cümlelerden birini kuruyor: "Baba iktidardır her şeyden önce. Aynı zamanda geçmişin yükünü getirip omuzlarımıza yığan yok edilemez bir köprüdür. Anlamsal ağırlığıyla belimizi büken devasa bir ilmektir."
Günümüz insanın boşverdiği tüm sessizlikler, tüm boşluklar, tüm yılgınlıklar Toptaş'ta kendine muhakkak bir yer bulabiliyor. Dilde de öyle. "İki kelime arasındaki boşluk bile dile dâhildir" diyor mesela. "Çünkü o boşluk, o iki kelimenin zihnimizde uyandırdığı öteki kelimelerden oluşur" diye de ekliyor. Gerçekten öyle değil mi? Fakir de bu hareketle -belki de hareketsizlikle- "Öfkeli bir sesleniştir aslında susmak" demişti bir şiirinde.
Bir söyleşi kitabına dair daha fazla konuşmanın yersiz kaçacağını düşünüyorum. Karşımızda konuşmayı, görünmeyi, fotoğraf vermeyi, sesini yükseltmeyi sevmeyen bir yazar var. Gittiği yerde kendinden birilerini bulmanın derdinde yalnızca. O yüzden çocuk ruhluluğa, çocuk kalabilmeye ve çocukluğuna sahip çıkmaya kıymet veriyor, "Çocukluğunun elinden tutmayan kişi hiçbir yere gidemez" diyor.
En güzeli de bir 'konuşma' kitabında dahi temiz Türkçenin lezzetini tadabilmek...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)