12 Ağustos 2016 Cuma

Bir solukta heyecan arayanlara

"Sanki ölüm, dönüşsüz bir gidişin, tekrarı olmayan bir sona erişin ismi değil de defalarca yaşanabilecek bir hayat tecrübesiydi."

Metrodaki Yabancı, Ayrıntı Yayınları etiketiyle çıkmış olan 297 sayfalık bir ilk roman. Yazar Ali Parlar'ın polisiye türünde kurguladığı hikaye, türün tipik hatlarını çizmekle beraber barındırdığı psikolojik- dramatik öğeleri ile fark yaratmayı başarıyor.

Güvensizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda, kirli çıkar odaklarının oyununa çomak sokan bir karakteri var romanın: Selçuk Pekmezci. Eski bir siyasi hükümlü olan Selçuk'un 25 yıllık yarı sürgün hayatından sonra yeniden İstanbul'a dönmesiyle sakin bir açılışla selamlanıyor okur. Geçmişle hesaplaşmalar, çok boyutlu iç muhasebeler ve türlü hayal kırıklıklarına gebe bir karakter olduğunu henüz ilk sayfalardan anladığımız Selçuk; Ülkesinde yaşadığı kötü günlerin ardından ilk olarak Avustralya’ya göçmen olarak başvurmuş ve 1992'de orada ikamet etmeye başlamış. Avustralya'da yaklaşık beş yıl gibi bir süre kaldıktan sonra Almanya’ya taşınmış. Hikaye'nin geçtiği Nisan 2012'de Selçuk 44 yaşında, bilişim sektöründe uzman vasfıyla çalışan başarılı fakat yalnız bir adam olarak sunuluyor. Kronikleşen huzursuzluğu ve güven duygusunda meydana gelen derin çatlaklar yüzünden yalnız olan Selçuk, kendisini ait olmaktan çok uzak hissettiği İstanbul'dan ayrılmaya hazırlandığı sırada Nevra isimli bir kadınla tanışıyor ve yeniden umut etmeye başlıyor. Zamanı ters yüz etme arzusuyla kavrulan Selçuk Nevra ile dolu günlerinde hülyalara dalıp çıkarken Taksim metrosunda yanına oturan bir İranlı gençle çantaları karışınca kendisini zorlu bir entrikalar, yanılgılar ve ihanetler çemberinin içinde buluyor.

"Yazdıklarından sıkılıp tam hikayenin ortasında bir köşeye atabilen bir yazarın lüksü kimsede yoktu gerçek hayatta. Son gününe kadar yaşamak zorundaydı insan kendi hikayesini. Hoşuna gitse de, gitmese de."

Ülkesinden ayrıldığında geride bıraktığını düşündüğü her şeyin yavaş yavaş yeniden karşısına çıkmaya başladığını gören Selçuk eş zamanlı bir panik ve vicdan azabıyla çıkış yolları ararken hikayeye dahil olan Serkan isimli polis olayların gidişatında önemli değişiklikler yaratıyor. Bir anda emniyet, finans-enerji mafyası ve sermaye sahipleri kıskacına giren Selçuk’un hayatı parça parça bir bütünün gizemine doğru akıyor. Serkan hikayeye girdiği anda yazar bu romanın tek bir karakteri olmadığının altını çizmek istermişçesine eşit ağırlıkta Serkan bölümleri yaratmaya başlıyor. Kendini gerçekleştirememiş olmanın verdiği tatminsizlik duygusu zamanla kıskançlık ve egoyla bütünleşen Serkan her ne kadar Selçuk'un peşindeki yırtıcı olarak lanse edilse de roman nihayete ererken aslında onun da en az Serkan kadar kapana kısılmış ve mağdur durumda olduğu ortaya çıkıyor.

Selçuk ve Serkan ortak kesişme noktalarını bulana dek temposu hiç düşmeyen bir kovalamacanın içinde birbirlerine saldırıyorlar. Serkan taarruz, Selçuk ise savunmadaki karakter. Biri usanmadan ateş açıyor, diğeri her seferinde yeni oyunlarla bu karşı ateşi savuşturuyor. Böylesi bir kurgunun doğal getirisi olarak da zaman zaman kendinizi dev bütçeli bir Hollywood filmi izliyormuş gibi hissetmeniz kaçınılmaz oluyor. Bir bakıma kaçınılmaz olana da hazırlıyor Ali Parlar okurunu. Kaçınılan tüm şeyler sizi kaçınılmaz olana yaklaştırır mesajı oldukça açık iletiliyor.

Yazar İTÜ Gemi İnşaatı ve Makinaları Fakültesi mezunu. Bu yönüyle anlatımda sık sık yer bulan matematiksel, fonksiyonel mühendislik terimleriyle birlikte verdiği nükleer enerjiye ilişkin bilgiler üzerinden Parlar'ın mesleki bilgisinin gücünü de okurla paylaştığı görülüyor. Bunu kaba bir kendini beğenmişlikle değil, yüksek bir mütevazılık örneğiyle yapıyor. Benim gibi doğuştan sosyal bilimci bir okurun bile aktardığı her terimsel bilgiyi hızlıca anlayıp olay örgüsüyle bağdaştırdığını düşünürsek Parlar'ın ortalamayı yakalayabilmiş olduğunu söylemek hatalı olmaz.

Roman atmosfer olarak kendisine Taksim, Cihangir, Beşiktaş üçlüsünü seçiyor. Aksiyon yer yer başka bölgelere kaysa da belirleyici olaylar bu üç ana mekanda gerçekleşiyor. Akış içinde ilerlerken yazarın adı geçen bölgelere olan hakimiyeti fark ediliyor. İstiklal Caddesinin karmaşası kafe, mağaza, bar, sinema, tiyatro gibi mikro alanları romanı kasvetten kurtarıyor. Parlar bu sayede dikkatli okurun gözünden kaçmayacağını bildiği çevresel detayları ustaca kullanıp anlatımını daha da güçlendiriyor.

Bilişim çağının meydana getirdiği dönüşümü de satır aralarına kompakt olarak sıkıştıran yazar; dönemin getirilerini ve götürülerini güçlü bir teknoloji zeminine yapıştırıyor. Hikaye boyunca dikkati çeken bir diğer unsursa Selçuk'un İstanbul özelinden Türkiye için yaptığı karamsar gözlemler. İşleyişi, sosyal düzeni, kurumları ve devleti çok açık olmamakla beraber eleştiriyor. Zihniyet yapısından, siyasal tavırlara... Ekonomiden ülke insanının haletiruhiyesine kadar hiç de küçük ölçekli olmayan bir eleştiri haritası yayıyor metninin üstüne. Tüm bu çıkışlarının kaynağını ise hikayeye yedirme zorunluluğundan dolayı geçmişten kazıp çıkartıyor. Bu bağlamda Metrodaki Yabancı dünden bugüne gönderilen sitem yüklü bir ağıt olma özelliği de gösteriyor.

"Ne enteresan bir ülkeydi Türkiye. Hangi genç insanla biraz konuşsan mutsuz olduğunu ve Batı’ya kaçmanın yollarını aradığını fark ediyordun. Ama seçim günü geldiğinde altmış yıldır şu ülkeyi yöneten ve her seçildiklerinde ülkeyi biraz daha Doğu’ya doğru sürükleyen, bu ülkedeki mutsuzlukların baş sorumlusu olan muhafazakar/milliyetçi partileri seçiyorlardı. Batı’ya kaçmak isteyenler neden kendi ülkelerinde Batı’yı istemiyorlardı acaba?"

Ali Parlar'ın eseri bir ilk kitap olmasına rağmen karakteristik duruşu ve kendine özgü tavrıyla Çağdaş Türk Polisiyesi için umut vadediyor. Hızlı ama etkili bir macera için mutlaka fırsat verilmeli.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Bir sanatçının varoluş çabaları

İstenmediğini bilmeden dünyaya gelen bir çocuk, dünyayı istemektedir. Sevgi dolu ve güvenli bir kucaktan, evinden dünyaya adımını attığı andan itibaren dünyada bulunmanın bedeliyle tanışır. Bu çocuk, şair Jaromil’dir. Asla kendini gerçekleştiremeyen genç bir erkeğin, bir sanatçının varoluş çabalarını anlatan Yaşam Başka Yerde, Künstlerroman türünün iyi bir örneğidir. Doğumundan ölümüne kadar bir sanatçının birden fazla anlama sahip “ben” arayışı içindeki hayatının içsel, karmaşık, sembolik ve kurgusal serüveni… Yalnızca Jaromil’in şairlik serüveni değil; romanın içinde fragmanlar halinde yer verilerek Lermontov, Keats, Rimbaud gibi isimlerin de anısı canlı tutulur. Yine Milan Kundera’nın şairleri birbirine kardeş kılan Rimbaud’un mektubuna vurgusu da bunu düşündürür. “Tüm şairler kardeştir ve soyun gizli işaretini bir kardeşte ancak başka bir kardeş tanıyabilir.[1]

Jaromil şiir yazmak için seçildiğini henüz düşünemiyorken; konuşmaya başladığı andan itibaren öğrendiği dilin derdini anlatmaktan çok daha başka işlere yaradığını fark eder. Birkaç küçük kafiye ile evde neşe ve hayranlık uyandırmaktadır. Bu süreç, Jaromil’in bestelediği “Ağız Müziği” sürecidir. Ağız Müziği, Seamus Heaney’e ait bir bir ifade.[2] Şairlerin libidinal enerjilerini nesneler yerine kelimelere yatırdıklarını belirtirken, bir çocuğun ilk konuşma evresini “ağız müziği” olarak tanımlar Heaney. Çocuğun hayal gücü, kurmacası agulama evresinden yetişkin diline yönelik gelişirken çocuk, yetişkinleri yalnızca taklit ediyordur. Bir çocuk nasıl konuşulacağını öğrendiğinde hayallerine neleri ekleyebileceğini de öğrenir. Hayallerin sınırını kelime hazinesinin sınırları belirler. Jaromil, evde ağzından çıkan her kelimeyi bir deftere kaydeden hatta afişler halinde odasının duvarlarına asan annesi ve şiir düşmanı büyükbabasının kasten en aptalca beyitleri hafızasına kazıması sayesinde çok zengin bir ağız müziği dönemi geçirir.

Bir şairin var oluş biçimi, onu şair yapan şeyler sadece yazdığı-söylediği şiirlerin toplamı değildir. Şairlik, doğuştan getirilmiş özel yetenekler gibi kendini açığa vurmaktan geri durmaz. Duygusal olarak mahkûm olunan şey, şairliğin özüne dair hissedilen o keşif halidir. Jaromil de henüz konuşmaya başlamışken dil aracılığıyla; keşfettiği dünyayı kendini daha iyi bir konuma taşıması için kendine özgü biçimde ifade eder. Yaramazlık yaptığında ebeveynlerinin kendisine kızma ihtimalini, içinde bulunduğu durumu kafiyeli kelimelerle ifade ederek sıfıra indirir. Kendisine sevimlilik ve özel bir ilgi kazandıran dilin önemini çok erken fark ettiğinden; annesinin de ilgi ve sevgisiyle kendisini bir gösterinin başkahramanı gibi hisseder. Eğitim yaşı geldiğinde toplum arasına karışınca annesinin heyecan ve hayranlıkla karşıladığı özelliklerinin insanlar arasında itici göründüğünü şaşkınlıkla fark eder. İnsanlar bu “gösteri” anlarından tiksinerek uzaklaşırlar. Yapay ve sevimsiz bulunan bu durum Jaromil’in çok kısıtlı bir sosyal çevre içinde büyümesine sebep olur. Oysa o, içgüdüsel olarak daima keşfedilmek isteyen bir yetenek barındırmaktadır ruhunda.

Bu yeteneği keşfedecek olan kişi, yaz tatilindeyken annesiyle birlikte tanıştığı ressam olacaktır. Yaptığı resimlerde insan bedenlerine rahatlıkla giydirdiği köpek suretleriyle ressamın kolaylıkla ilgisini çeker Jaromil. Çizdiği bu yaratıkların zihninde hiçbir karşılığı yoktur, sadece köpek başını bir insan yüzünden çok daha rahat çizebiliyordur. Ressam bu özgün bilgisizlik karşısında ilkin heyecan duyar, fakat çok sonraları Jaromil’in hayatını şekillendirecek olan sanat görüşünden hiç ödün vermeden Jaromil’i beğenmeyerek, zorlar. Böylece Jaromil için hep ulaşılması güç bir yerde kalacaktır. Sanat görüşü ve düşünce yapısının şekillendiği bu ilk gençlik yıllarında Jaromil, ressamın kendisinden daha çok annesiyle ilgilendiğini çok daha sonra fark edecektir.

Bir karaktere hayat vermek onun varoluş sorununu sonuna kadar izlemek demektir” diyen Kundera[3] okuyucuya da karakterin “ben” inşasında karşılaştığı durumların özünü kavramak için imkânlar sunar. Yazar bu yaklaşımla, insanın tümüyle karmaşık, muğlak ve kırılgan bir ilişkiler çemberinde kendini var kılışını irdeler.

Jaromil’in annesiyle arasındaki aşk ve nefret dolu git-gel’lerden ibaret olan ilişkisini diğer kadınlarla ilişkilerine de taşıdığını görürüz. Kadınlar Jaromil için var oluşuna meydan okuyan canlılar gibidir. Utanma duygusunu arttıran, Jaromil’in hiçbir şeyden emin olamamasını besleyen varlıklar olarak kadınlar, hem çok yakınında hem de çok uzağındadır. Şairler ve ailelerindeki kadınlarla ilişkileri baba figüründen çok daha güçlü çizen Kundera, yine geçmişteki birçok şair ve yazara atıfta bulunur: “Şairlerin gözlerini dünyaya açtıkları büyük evlerde kadınlar hüküm sürer: Essenine ve Mayakovski’nin kız kardeşleri, Blok’un teyzeleri, Hölderlin ve Lermontov’un büyükannesi, Puşkin’in sütannesi ve özellikle de anneler, babanın gölgesini örten şair anneleri."[4]

Jaromil annesinin koruma altına aldığı dünyada kendini gösterebildiği ve alkışlandığı anlar hariç, kendi sesine hiç sahip olamamış gibidir. Eleştirilme korkusu, alay edilme, aşağılanma endişesi yüzünden şair, âşık, hatta aktif bir devrim sevdalısı olma süreci gecikmiştir. 1948 Prag devrimine dair sevinci aile içinde, eniştesi ile yaşadığı tartışma esnasında bir şairden çok, komünist yayın organlarının basmakalıp, bayağı kelimeleri ile açığa çıkar: “Her zaman, önce şair olduğunu düşünmüştü ve bu nedenle de devrimci konuşmalar yapıyorsa da, kendi diliyle konuşmaktan vazgeçmek istemiyordu. Ama şimdi şu söylediğine bakın: işçi sınıfı senin kafanı koparacak. Evet, bu dikkate değer bir şey: bir kızgınlık anında (yani kişinin kendiliğinden davrandığı ve beninin kendini dolaysız ifade ettiği bir anda) Jaromil kendi dilinden vazgeçiyor başka birinin aracısı olma olasılığını seçmeyi tercih ediyordu."[5]  Jaromil’in bu beklenmedik söylemi iktidarın kültürel kimlikleri kuşatan etkisine de işaret eder.

Üniversite yıllarında da ateşli tartışmalar yapan arkadaş gruplarına sızabilmek, kendisine bir çevre edinebilmek için ressam eğitmeninden devraldığı görüşleri savunur. Modern olmanın toplu bir vazgeçiş üzerine kurulu deneyimlerden oluştuğunu düşünür Jaromil. Kelimelerle yaptığı oyunları onaylayan ve davranışlarının paradoksal karakterini eleştirmeyen dostlar edinir.

Tüm insanlık gibi Jaromil de insan varoluşunun kısalığı ve kırılganlığını aşka teslim ederek zayıflığını unutmak ister. Fikirlerini heyecan ve hayranlıkla dinleyen, güzel sayılmayan kadınlara onları neden sevdiğini ispatlamak zorunda kalır. Gerçekten sevdiğine inandığı kızıl saçlı, çilli, zayıf şekilde tasvir edilen kızı ve kardeşini devrim karşıtı olarak ihbar ettiğinde hayatının en büyük şiirini yazdığını düşünür. Çünkü kıza duyduğu sevgi onun hayatını tehlikeye atarak sınanacaktır. İhbar gecesi büründüğü neşeyi fark eden annesine büyük bir şiirin peşinde olduğunu söyler Jaromil. Büyük şiiri ruhunun ölümüyle, devrimin kazancıyla ortaya çıkaracaktır. Ruhunun ölümü, bedensel ölümüne çok yakın bir zamanda gerçekleşir.

Ölüm sahnesinde Jaromil yalnız değildir: Shelley, Rimbaud, Lermontov, Paul Celan, Çek şairler Jan Masaryk, Constantin Biebl… Fragmanlar halinde hepsinin ölüm anları sahnelenir. Lermontov rakibinin sıktığı kurşunla yere düşerken Jaromil buz gibi soğuk havada beton zemine çakılır. Henüz yirmi yaşında bile değildir. Bir türlü içine giremediği dünyadan gidebilmek için çok daha az bir çaba sarf eder. Aşağılanıp hor görüldüğü bir ortama girmektense bedenini soğuk havaya teslim ederek zatürreeyi davet eder. O an eline bir silah verilse onu mutlaka kafasına sıkacaktır. Ölüm anında annesi yanındadır ve babasının oğlunun doğumunu asla istemediğini itiraf eder. Ölürken, dünyaya istenmeyen bir çocuk olarak geldiğini öğrenir Jaromil. Annesi belki de bunu hala şair Jaromil tarafından daha çok sevilmek istediği için yapmıştır. Çocuğundan önce gerçek aşkla tanışmadığını düşünen her anne gibi.

[1] Milan Kundera, Yaşam Başka Yerde, çev. Levent Kayaalp, (İletişim yay., 14. Baskı 2014, İstanbul) s. 239
[2] Terry Eagleton, Edebiyat Olayı, çev. Başak Yüce, (Sel yay., 1. Baskı 2012, İstanbul), s.41
[3] http://www.notosoloji.com/milan-kundera-roman-bilincaltini-freuddan-once-biliyordu/ (erişim 22.01.2015)
[4] M. Kundera, a.g.e., s.101
[5] M. Kundera, a.g.e., s.131

Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
* Bu yazı daha önce Hece dergisinin Romanda Şair Karakterler (Şubat 2015) dosyasında yayımlanmıştır.

9 Ağustos 2016 Salı

Hermann Hesse'nin aforizmaları

Yazarların aforizmalarından oluşan kitapların sayısı hızla artıyor. Bu aslında, bizim mevzuyu, mevzuları 'bir an evvel' öğrenme(?) sabırsızlığımızın bir neticesi. Denklem şu: Yayınevi okuyucunun(!) ne istediğini öğrenmiş gibi davranır ve ona 'tam da aradığı' şeyi sunar, gibi yapar.

Goethe, Joyce, Emerson, FreudMontaigne ve daha nicesinin aforizmaları bu yüzden her yıl farklı yayınevlerince yeniden basılıyor. Bu adamların kitaplarını okuyup fikirleriyle irtibat kurmak isteyenlerin, düşünmeyi arzulayanların sayısı çok düşük. Bu yüzden 50-60 sayfalık 'aforizmalar' kitapları ilgi görüyor. Cümlelerin altı çiziliyor, sosyal mecralarda paylaşılıyor. Ömrünü üzerinde düşündüğü şeylere harcamış yazarlar hakkındaki fikirler, birkaç aforizmayla sınırlı kalıyor.

Bu kötü tabloya rağmen bazı isimlerin aforizmaları ne sadeleştirilebiliyor ne de küçültülebiliyor, kısaltılabiliyor. Olduğu gibi kalıyor, kalmak zorunda. Başka türlü bir anlam kurulamaz yahut diğer eserleriyle irtibat sağlanamaz.
Hermann Hesse bu zirve isimlerin başında geliyor. Yapı Kredi Yayınları'nın da titizliğini biliyoruz. "İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez"e bakınca; hem kapak fotoğrafı, hem kitabın ismi hem de içeriğinde bölümlere ayrılmış uzun paragrafçıklar (aforizmalar demek istemiyorum) oldukça yerinde tespit edilmiş. 1877-1962 yılları arasında, ailesinden çevresine ve hatta ülkesinden tüm dünyaya dek trajik bir hayat yaşanılan yılların içinde yaşadı Hermann Hesse. Demian, Siddharta, Bozkırkurdu, Narziss ve Goldmund, Doğu Yolculuğu, Boncuk Oyunu, Öldürmeyeceksin!, Gençlik Güzel Şey gibi kitaplarını Türk okuyucusu da çok sevdi.

Hesse'nin politika, toplum ve birey, bireyin ödevleri, kültür, okul, eğitim, kilise ve din, bilgi ve bilinç, okuma ve kitaplar, gerçek ve hayal gücü, sanat ve sanatçılar, mizah, mutluluk, sevgi, ölüm, gençlik ve yaşlılık üzerine aforizmaları toplanmış kitapta, 199 sayfa. Aforizmaların çoğunluğu bir paragraf. Tek cümlelik olanların sayısı oldukça az, bu da okumanın daha kaliteli, düşündürücü olmasını sağlıyor.

"Bir kitap okumak, iyi bir okuyucu için tanımadığı birinin doğasını, karakterini, görüş ve düşünce tarzını bilip öğrenmek, onu anlamaya çalışmak, hatta belki onu kendine dost edinmektir." diyen Hermann Hesse'yi bu kitapla birlikte daha derinlemesine tanımak mümkün. Hesse'nin politika üzerine şu sözleri, günümüzdeki klavye/sosyal medya üzerinden vatan sevgisini ispatlamaya çalışanlarla, canını dişine takarak Türkiye için ölümü göze alanları ayırt edebilmeyi sağlıyor: "Halkının başarması gereken işlerden, bulunması gereken özverilerden ve savuşturması gereken tehlikelerden kendini uzak tutan biri ödlek sayılır... Dişlerini gıcırdatmak kahramanlık sayılmaz; ellerini cebinde yumruk yapmış, uzak intikamların düşüncesiyle kendini avutmak yürekler acısı bir durumdur. Kahramanlıktan kıvanç duymak, bana göre yalnızca yaşamlarını tehlikeye atmayı göze alanların hakkıdır, ötekilerde ise bir kandırmacadır bu, beni utandırıp kızdıran bir ruh ilkelliğidir... Karamsarlık, ancak para cüzdanını tehlikede gördü mü kahramanlığa soyunan bir burjuvanın içindeki o bunaltıcı korkudan daha iyidir."

Eğitimin ve kültürün birbirini tamamlayan faktörler olduğunu düşünen büyük yazar, bu ikisini şöyle tanımlıyor: "Eğitim ve kültürün iki ödevi vardır. Birincisi insanların çoğunluğuna güven ve itici güç sağlamak, onları avutmak, yaşamlarını bir anlamla donatmaktır. Birincisinden daha gizemsel, ondan daha aşağı önem taşımayan ikincisi ise, az sayıda insana, yarınların büyük kişilerine gelişip serpilme olanağı sağlamak, atacakları ilk adımlarda onları koruyup kollamak, soluyacakları havayı onlara buyur etmektir."

Hesse'nin sıra dışı bir yaşamı olduğunu anlatmak için şu kısa bilgileri vermek yeterli: 1914'te I. Dünya Savaşı'ndan sonra savaş mağdurlarına sosyal yardımlarda bulunuyor, kütüphanelerden sorumlu oluyor. İki yıl sonra babası ölüyor, 13 yaşındaki oğlu ağır bir menenjit geçiriyor, karısının şizofreni hastalığı ise iyice şiddetleniyor. 1916-1919 yılları arasında keskin bir savaş karşıtı oluyor, yazılarını bu yönde kaleme alıyor. Romantizm etkisi altındaki şiirleri, Carl Gustav Jung’un öğretilerinden edindikleriyle yazdığı eleştiriler, her kitabında spiritüalizm ve otobiyografik üslup, şüphesiz yazarın çalkantılı hayatının birer neticesi. 85 yıllık yaşamını tam ortadan ikiye ayırıp, ikinci bölümünü yoğun mistisizm etkisi altında geçirdiği ve doğu öğretilerine olan merakı sebebiyle de güçlü bir ruh/ölüm/ahiret meraklısı olduğu söylenilebilir. Eserlerinden Siddhartha (1922), bu gidişatın neticesi olan bir Hint romanıdır. Bu romandan sonra yazdıklarında da içe dönük fakat dışarıyı da ruh süzgecinden geçiren, Tanrı arayışında romanlar olduğu rahatlıkla görülebilir. Bozkırkurdu (1927), Narziss ve Goldmund (1930), Doğu Yolculuğu (1932), Boncuk Oyunu (1943) gibi. İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez kitabındaki bir cümlesi şöyledir: "Sizin geleceğiniz, izlemeniz gereken çetin ve tehlikeli yol, olgunlaşmak ve Tanrıyı kendi içinizde bulmaktır... Tanrıyı arayıp durdunuz hep, ama asla içinizde aramadınız. Tanrı sizin içinizden bir başka yerde değildir, sizin içinizdekinden başka bir Tanrı yoktur."

1946 yılında "Yazılarındaki geleneksel insanlık idealleri ve stilinin yüksek kalitesi örneklerinde olduğu gibi, cesaret ve anlayış ile büyüyen ilham veren yazıları için" Nobel Edebiyat Ödülü'ne sahip olan Hesse, Prusya Krallığı'nın I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadarki en yüksek Prusya-Alman askeri madalyası Pour le Mérite'ye ise 1954 yılında layık görüldü. Batının bir türlü dönüp bakamadığı doğu gerçeğiyle yüzleşmesinde büyük emekleri olan yazar, tıpkı Thomas Mann gibi yaşamının önemli bir bölümünde Goethe üzerine çalışmıştır. Sanatın her alanına, bilhassa resim ve müzik sanatlarına aşırı ilgilidir Hesse. Sanatın yalnız akılla değil gönülle de yapıldığına inanır: "Akıl ve ruh, kafa ve gönül kesinlikle ve bir daha ayrılmayacak biçimde bağlıdır birbirine; kim bunlardan birini baş tacı edip öbürünün sırtından aşırı ölçüde gelişip serpilmesini sağlarsa, bütün'ün yerine yarım'ı aramış ve onu besleyip büyütmüş sayılır."

Sanatta biçimden çok ne anlatıldığıyla, insanlarda nasıl bir etki bıraktığıyla ilgilenir yazar. Bunu da Bach'ın müziği üzerinden şu yorumla açıklar: "Diyelim Bach'ın bütün yapıtlarını ezberimde tuttum da üzerlerinde en akıllıca şeyler söyleyebildim; bununla kimsenin işine yarayacak bir şey yapmış sayılmam. Ama üfleme sazım ele alıp da şöyle kıvrak bir dans müziği çaldım mı, ister iyi, ister kötü bir parça olsun bu, insanları sevindirecek, bacaklarında etkisini gösterecek, kanlarını kaynatacaktır. Önemli olan da budur sadece."

Sevgi üzerine yaptığı yorumlarda Hesse'nin neredeyse tevhidi vurguladığını söyleyebiliriz: "İnsan soydaşım yalnızca 'benim gibi bir insan' değil, benim kendimdir, benimle yekvücuttur; çünkü onunla benim aramdaki, ben ile sen arasındaki ayrılık bir kuruntudur, maya'dır. Böyle bir yorum hemcinsini sevmenin tüm etik anlamını da içerir; çünkü dünyanın bir birlik ve bütünlük oluşturduğunu gören kimse, bu bütünlükteki tek tek parçaların ve organların birbirlerinin canını yakmasındaki anlamsızlığı kavrar hemen."

Günümüzde yalnız aklıyla hareket etmeye çalışan modern insanı henüz o yıllarda keşfetmiştir Hesse: "Us insanı, sömürülmesi için dünyanın insanların eline bırakıldığına inanır. En çok korktuğu düşman ölümdür us insanının, yaşamının ve yaptığı işlerin geçiciliği düşüncesidir. Ölümü aklına getirmekten sakınır kendini, ölüm düşüncesinden kaçamadığı zaman etkinliğe sığınır, çabasını ikiye katlayarak ölümün karşısına çıkmaya çalışır, mal mülk, bilgi edinir, yasaklar koyar ortaya, dünyayı us yoluyla egemenliği altına almaya uğraşır. Ölümsüzlük inancı ilerlemeye beslediği inançtır, ilerlemenin ebedi zincirinde etkin bir halka olarak kendini büsbütün yok olup gitmekten koruyacağına inanır."

Kitap okumayı 'cıvıl cıvıl yaşam', 'ömrün kısalığı', 'zamanın değerli oluşu' ile küçümseyip gülünç bulanlarda ruh bulunmaz, cesettir onlar. Psikolojik çalışmalar günde 6 dakika kitap okumanın stresi %68 oranında azalttığını belirtir. Kitap beynin şifasıdır, gönlün terazisidir. Hayatı ahenk, estetik ve şuur üzere yaşamak için kitaptan büyük bir yoldaş yoktur. Okuyanı yola çıkaran bir kitap, manevi tekamül sağlar. Bize 'edebiyat yapma', 'şiirle hayat geçmez' diyenler, akıllı cihazlara ruhlarını teslim etti, lüks tabutlarla reklamlar eşliğinde gömüldü.

Hermann Hesse'nin "nasıl okunması gerektiğine dair" yorumu şöyledir: "Hiçbir şey düşünmeden dalgın okumak, güzel bir kırda gözleri bağlı olarak gezmeye benzer. Kendimizi ve günlük yaşamımızı unutmak için değil, bilinçli ve olgun bir tutumla kendi yaşamımızı yeniden sağlam ellerimize almak için okumalıyız. Ürkek öğrencilerin soğuk öğretmenlerin karşısına çıkışı, ipsiz sapsız birinin içki şişesine el atışı gibi yaklaşmamalıyız kitaplara. Kitapların karşısına çıkışımız, kaçaklar ve gönülsüz yaşayanlar gibi değil, dağcıların Alpler'e tırmanışı, savaşanların silah ve cephane deposuna koşusu gibi olmalıdır."

Hayatı boyunca gönlünün peşinden kendine doğru gitmiş ve okuyucusunu da o yönde geliştirmeye gayret etmiş Hermann Hesse'nin aforizmaları, hem fikirleri üzerinde yeniden düşünmeyen hem de diğer kitaplarının okunmasına vesile olur umarım.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Dünyanın bütün sabahlarına ulanan ilk duyuşlar

HAT’ın ilk iki kitabı (Bir Gülüşün Kimliği ve Yoklar Fısıltısı), tek bir kapak altında, Geçmiş Şimdi Gelecek adıyla, bir araya geldi.

Everest Yayınları tarafından yayımlanan bu başlangıç öyküleriyle ilgili çok düşündüm. Hatta okuduktan sonra da epeyce bekledim. Üzerinde bu kadar konuşulan, söz söylenilen, söyleşiler yapılan HAT’a ve yazınına dair yazmak kolay değildi çünkü. (Onunla henüz tanışmayanlar için “HAT” derken “Hasan Ali Toptaş”ı kastettiğimi de belirteyim hemen.)

Onun yazma hikâyesi; kelimeleri, soyut cümleleri ve çevresine yaydığı ışık; bir okur-yazar olarak benim yolumu aydınlatan bir deniz feneri gibiydi. Her daim. Uzaktan. Ama varlığını hissettirerek… Eğer HAT okumamış olsaydım dilim biraz eksik kalırdı sanki. Eğer şimdilerde dilimin imkânlarıyla göneniyorsam, onun da bunda payı vardır.

Bütün kitapları bir yanda, Geçmiş Şimdi Gelecek diğer yanda duruyor. Mütevazı bir iddiası var kitabın. Otuz yıl öncenin acemiliğiyle ve mahcup tedirginliğiyle yazılmış olsa dahi, içten diliyle kavrıyor okurunu.

HAT’ın bu eseri, yazınının ‘cevher’i diye de nitelendirilebilir. Belki okur olarak beklentilerinizi tam olarak karşılayamayacak –hele ki HAT’ın diğer kitaplarını okuduysanız– ama yine de onun yazınına dair ilk ipuçlarını yakalamak istiyorsanız ıskalamamanız gereken bir kitap.

Dilin kullanılışındaki hassasiyet, öykü adlarındaki özen; şiirsel/ sinematografik anlatım; soyutlamalar, sesler ve müzikler ta o zaman da varmış, diyorsunuz kitabı okurken. “Koşsalardı, sözcükler yerlerini şaşıracaklardı sanki, tümcelerin olmadık yerine sıkışan ünlem imlerinin sesi soluğu kısılacaktı. Siren sesi duyuldu az sonra, sokak büsbütün daraldı; bir yerlerde bir kapı kapandı gürültüyle, bir çocuk, belki pencere dibindeydi, mavi boncuklara benzeyen hıçkırıklar döktü ağzından ve bir adam titrediklerini görmemek için sigarasını kilimin üstünde ezerek cebine soktu ellerini.” (Ak Saçlı Çılgındılar)

Ah Minik Kuşum”, bir evlilik hikâyesi mesela… Anlatıcımız, eşi tarafından hep ‘yalnız’ bırakılan bir kadın. Çok tanıdık üstelik: “Onca değişik oyunları, sahneleri, provaları ve binlerce izleyiciyi bırakarak, evlilik denilen tek perdelik oyunu sahnelemeye kendi kendimi ‘mahkûm’ edişimin ikinci yılında aramıza bir oyuncu daha katıldı. Meltemciğim. Bir oğlum oldu; adı Göksen. Ah bir görsen, erik çiçeği gibi diri ve güzel! (Kızım olsaydı kiraz çiçeğine benzemez miydi, söylesene?) Çocuğun varlığı Hakan’ın yokluğunu arttırdı birden bire. Eve dönüşlerini geciktirdi. Ben, kirli bezler, süt şişeleri ve minicik giysiler arasında kadının o sonsuz mesleğini sürdürmeye başladım.

Geçmiş Şimdi Gelecek derken neler buldum: “Bir Gülüşün Kimliği” ile “Üşüdüm birden. Titredim, korktum. Kollarımın kısaldığını, gözlerimin küçüldüğünü, sesimin azaldığını düşündüm. Dikenli bir sessizliğin içinde hızla eksiliyordum. Gülüşüm gülüşündü çünkü.

İçimdeki Orkestra” ile “Sesler azalıyordu artık içimde. Sazımı nerede yitirdiğini şimdi bile anımsayamıyorum. Kim bilir hangi kitap rafında, hangi duvar dibinde, hangi sokakta, hangi sabahçı kahvesinde?

Savrulan Etek Balesi” ile “Gölgelendikçe daralan, daraldıkça kalabalıklığını caddelere aktaran sokakları düşündükçe dağ yolları geçiyor içimden.

Kum Fısıltısı” ile “Günlerce süren kum denizi tanrının dalgınlığıydı belki, dedik sonunda.

Postmodern edebiyatın anahtar kelimeleri de var kitaptaki öykülerde. “Çağrı”daki gibi mesela: “Yoksa ben mi düş görüyorum dedim kendi kendime. Belki de üçüncü bir kişi düş görüyordu ve biz o düşün içinde iki düş insanıydık.

Geçmiş Şimdi Gelecek‘i “HAT öykülerinin nüvesi” olarak adlandırabiliriz kanımca. İlmek ilmek örülen bir yazı/n anlayışının ilk kalp atışları, bir merdivende çıktığı ilk basamakları ya da dünyanın bütün sabahlarına ulanan ilk duyuşları gibi… Nasıl okursak okuyalım, okurken olabildiğince anlamaya çalışarak okumak gerekiyor; ilk imleri olduğu için, anlayışla karşılamak biraz da…

Geçmiş Şimdi Gelecek’teki öyküler, adlarının biraz gerisinde kalsalar bile unutmayalım ki: Onlar yine birer HAT öyküsü… Bu da onları yeterince değerli kılıyor. Yazar, ‘Sevgili Okur’unu bekliyor!

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 15.06.2016)

4 Ağustos 2016 Perşembe

Karanlık çağa aydınlık masallar anlatan şiirler

Ayşe Sevim’in ikinci şiir kitabı İşlenmemiş Suç, Ekim 2013’te (Merdiven yay.) okurla buluştu. Kitap 33 şiirden oluşuyor. Şiirlerin geneli bir sayfayı aşmayan hacimde “minor poetry” diye adlandırabileceğimiz bir yapıda. Şiirlerin isimleri de genellikle tek kelimeden oluşuyor.

Evden dünyaya, içeriden dışarıya doğru bir şiir yazıyor Ayşe Sevim. Evin tekdüze alışkanlıklarından bunaldıkça masalsı bir dünyanın içine dalarak orada nefes alan bir kadın&anne gibi.

Louise A. Hitchcock, Helene Cixous hakkında “Yazmak ona bir “sözcükler ülkesi”, evden uzakta bir ev yaratma imkânı sunar* der; aynı cümleyi Ayşe Sevim için kurabiliyoruz. İlk bakışta görünmeyen dünyanın ardını görebileceksek eğer, Ayşe Sevim bize onu çağırmaktadır.

Sevim şiirinde ikamet eden unsurlar belirttiğimiz gibi içten dışa imge üretimi ile çeşitleniyor. Kurduğu anlam bağlantıları gerçeklik duygusundan uzaklaşıyor ama karmaşa ve kaostan uzak bir dili var. Ve sıklıkla masalsı düzlemini güncel öğelerle tamamlayan şairin öznesi her şeyi nesneye dönüştürebiliyor:

Hem üç poşet çocuk sesi almıştım bakkaldan (mutlu son, s.20)

O gün sevgilim bir aşk gibi siyahtın (fotoğraftaki mezar, s.48)

Salonun ortası kocaman bir yara izi (işlenmemiş suç, s.50)

Sanatta gerçekçiliğin esas alındığı Hegelyen görüş ile Ece Ayhan’ın kurgusallığı şart koşan bakışı arasında Ayşe Sevim kurgusalın yanında. Ürettiği şiir gerçeğin anlamını yırtıp altından çıkan parçayı malzeme yaparak kuruluyor. Şiirinin dilini radikal biçimde gündelik dilden ayırıyor. Belirli konuşma biçimleri kullanmıyor. Kendi hakikatini dile getirirken özgürlüğünü ön plana alıyor.

Özne-nesne arasındaki ilişkide “ben” sürekli yeniden üretiliyor İşlenmemiş Suç’ta. Aynı zamanda nesneleri de imge ile gerçeklik arasında bir yerde yeniden adlandırma göze çarpıyor. Dilin şiirsel imkânlarıyla, gerçeklik algısını belirli sınırlardan kurtarıp şiirde gerçeğe dair çokboyutluluk katılıyor.

İmge ile gerçek arasındaki ilişkisi icatlar üzerinden yürüyor Sevim’in. İcatlar, Derrida’nın deyimiyle biraz şansla biraz araştırmayla üretilen şeylerdir.**

Bir kedi hop deyip atlamıştı ruhumuza
Matematik defterleri gibi kare kare miyavlıyordu (böcek ilacı, s.30)

Ağrı kesici tabletinden bir hadis çıkarıp çayla içtik (böcek ilacı, s.31)

Bu mısralardaki imge, kurgusallık maddi dünyamıza hızla sokuluvermiş bir etkiye, anlamsal zenginliğe sahip. Bizim için ulaşılabilir olan şiirde gerçeğin temsili yerine geçen imgeler… Ayşe Sevim şiirini bütünüyle bu gözle okuyabiliriz. Şiirde yeniden tanımladığı haliyle şair artık dizginlenip biçimlendirilmiş bir benliğe de işaret ediyor. Hürriyet, İsyan gibi kelimeler geçmişin içinde kalıvermiştir artık. Kayıtsız kalamadığı şeyler, şiirinin amacını besliyormuş gibidir. Hayati talepler, zorunluluklar, aşırılıklar şairin kendince bir düzeye yerleştirdiği biçimiyle yeniden şekil alıyor. Hür adlı şiirinde (s.37)bir tür biyografik hesaplaşma, maruz kalınan, dayatılan yaşamsal kalıplara teslim olma vurgusu var:

halbuki ben otuzumdan önce
dünyanın üzerine sprey boyayla “isyan” yazacaktım

sonra bir şey oldu
kırışık giderici kremleri hayatıma sürüp
dümdüz bir yaşamı sımsıkı giydirdiler
emniyet kemerleriyle boğmaya çalıştılar beni
bağırdım
ocağın altını kısar gibi sesime dokundular

işkence izlerime bak: taksitler ve krem rengi koltuk takımı

Dizginlenip biçimlendirilen ben’in isyan duygusundan çözülüşünün şiirinde aşılmış ve sonra yeniden içine düşülmüş bir düşünce gibi umutsuzluk, insani korkularla bütünleşmiş tedirginlik ve pes etme görüyoruz. Modern hayat kazanır ve şair kaybının farkındadır.

Ayşe Sevim’in aslında çözümsüzlükten, güçsüz kalmaktan şikâyet etmeyen, bunları kabullenen bir şiiri var. Alışılagelmiş olanla hesaplaşmasını dervişane yapıyor. Yaşanılan her şeye karşı belli bir anlam ve hakikat arayışı içinde olmayı bırakmıyor. Sloganlar yok, daha derine ait bir güven içinde edilmiş sözler var:

ben bilmiyor muyum gidecek başka Allah yok (ayraç, s.47)

halbuki sevgili
savaşta vurulduğunda
yanına gelen Tanrı değil mi? (sözlük, s.45)

Sevim, şiirlerinde bomba, gam, depresan, siyah güneş, özür gibi isimler kullanırken yüzü hiç karartmayan şiirsel içerik mevcut. Yazmaya başlarken içinde biriken, yığılmış olay, karakter ve olağanüstülükler şiirde silinmemek için var olmuş gibi. Başkalarının buzlu cam arkasından seyrettiği şeyleri, donuk ve insana uzak ne varsa atmosfer değişikliğine sokuyor sanki.

başörtülü kıza
filmlerdeki Türkçe altyazılar gibi yaşamadığı için
ertesi güne giden otobüste de yer vermediler

başörtülü kızsa –ne yapsın- ürettiği fikirleri
mutfak çekmecesindeki bıçakların yanına dizdi
keki çırparken kabartma tozunu bulamayınca
iki A4’lük cv’sini ekledi (cv, s.59)

Cv şiiri bir devrin; yaşamın merkezinden itilmiş, iş ve eğitim hakkından mahrum edilmiş başörtülü kızına yazılmıştır. Başörtüsü sebebiyle hor görülen kadınların şiiri azdır. Başörtülü kadının yeniden hayata karışmasını memnuniyetle karşıladığımız bu günlerde, o yasaklı günlerin bedelini ödemiş kadınların kullanılmasına izin verilmeyen cv’lerini hatırlamak, tarihsel hafızayı canlı tutmak adına da güzeldir.

Ayşe Sevim şiirinin kederi, kendini kurban edişi, özür dilemeyi bilişi, iyi, sade ve basit olanı yüceltişi, adım atmaya yüksünmeyişi, ihtimallere karşı ümidini hiç yitirmeyişi, karanlık çağa aydınlık masallar anlatır. Yüksek Doz (s.34) şiiri tam da böyle biter:

dilenciyle dua eden aynı şekilde açıyor ellerini sevgilim
“dümdüz olmayı dileyen bir dağ” hastalığı varmış bende meğer

* Kuramlar ve kuramcılar, Louise A. Hitchcock, s.168, İletişim yay. 2013
** Edebiyat edimleri, J. Derrida, s.78, Otonom yay

Zeynep Arkan
twitter.com/zeynarkan
(Bu yazı Hece dergisinde yayımlanmıştır.)

29 Temmuz 2016 Cuma

Tek çabası yaşamak olanlara

"Tüm insanlar aynıdır: Kendileri bir başkasının cebinden alırken yüzleri aydınlanır, gülümserler, ama kaybetme sırası onlara geldiğinde yastaymış gibi ağlarlar.”

Yaşamak’ çağdaş Çin edebiyatının değeri sonradan karşılık bulan nadide eserlerinden. Jaguar Yayıncılık tarafından Türkçe‘ye kazandırılan Yu Hua'nın ölümsüz eseri yayınlandığı yıl ülkesinde anında yasaklanmış güçlü bir roman. Ölümün sürekli etrafında dolanarak çevresindeki her şeyi bir bir elinden aldığı Fugui'nin epik insanlık hallerine odaklanan öyküsü katıksız dili ve temiz anlatımıyla beni derinden yakaladı. Yaşlı öküzüyle tarlasını sürerken denk geldiği bir gezgine açtığı 40 yıla yayılan yaşamında Fugui okura tartışmasız bir bilgeliğin kapılarını aralıyor. Gençlik yıllarında umarsızca savurduğu aile serveti suyunu çekince gerçek hayatla yüzleşen bu karakter üzerinden yazar hayatın verdiği kadar alan düzeninin her türlü halini gözler önüne seriyor. Başlarda neşeli bir anlatıyken bir anda karanlık bir hüzne boğulan Yaşamak, okuru Fugui'nin hayatında hızlı ve etkili bir gezintiye çıkarıyor.

Kitap konu itibarıyla bir nebze de olsa Yeşilçam filmlerinin senaryolarını çağrıştırıyor. Elde avuçta ne varsa kaybeden Fugui önce tüm alışkanlıklarını bir kenara bırakıp yoksulluğun utanılacak bir şey olmadığını, herkesin başına gelebilecek bir durum olduğunu kabullenerek çiftçi olmaya karar veriyor. Kendisine kalan tek servet olarak gördüğü ailesiyle birlikte hayatını tam düzene oturttuğu sırada ise önemli bir sınav vermeye hazırlanan ülkesindeki gelişimler Fugui'nin yaşam mücadelesini hiç ummadığı noktalara taşıyor. Önceleri pek fazla kendilerini etkilemeyeceğini düşündüğü Kültür Devrimi gündelik hayatı da tehdit etmeye başlayınca evden doktor aramak için ayrılan Fugui, kendisini İç Savaş askeri olarak buluyor. Aklında bin bir soru ile ardında bıraktığı ailesine yıllar sonra geri döndüğünde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını gören Fugui vatanındaki yıkımın gölgesinde salt bir yaşam mücadelesi vermeye başlıyor.

Yu Hua'nın yer yer inanması güç talihsizliklere maruz bıraktığı Fugui'nin hayatı ısrarla bozguna uğratılıyor. Ailesine musallat olan ölüm oğlunu, kızını, karısını, torununu, damadını hatta arkadaşlarını alıp götürürken ona dokunmuyor. Ölüm olgusu üzerinden sorgulandığında Fugui her kayıpla birlikte geçmişte üstüne sinmiş olan bir rütbesinden de kurtuluyor. Gelenekçiliği, inancı, siyasal algısı, aile kurumuna karşı olan tavrı, umutları, planları... Ölüm Fugui'yi isyana değil kaybettiklerine yönelik iyimser bir kabul etme haline sürüklüyor. Yazar bir röportajında Fugui ile ilgili şunları söylüyor:

"Yaşadığı yoğun keder ve zorluğun ardından, Fugui acı çekme tecrübesine içinden çıkılmaz bir şekilde bağlanıyor. Dolayısıyla onun kafasının içinde ‘dayanmak’, ‘metanet sergilemek’ gibi düşüncelere gerçekten yer yok; o sadece basitçe yaşamak için yaşıyor. Bu dünyada hayata bu kadar saygısı olan biriyle daha tanışmadım. Ölmek için çoğu insandan daha fazla nedene sahip olsa da, o yaşamaya devam ediyor.”

Mikro olarak ele alındığında Fugui'nin yaşadığı trajediler her insanın kolay kolay altından kalkabileceği şeyler değil. Özellikle taptığı bir kalabalıktan büyük bir yalnızlığa acımasızca sürüklenmesi okurda bir kırılma, sitem, isyan beklentisi uyandırıyor. Ama Fugui tuhaf bir kadercilikle tüm bu beklentileri bertaraf ediyor. Kitap Çinin kültürel, politik, siyasal ve ekonomik yaşamınının vanalarını hafifçe açarak ilerliyor. Dolayısıyla her adımda hikâyeyenin üzerine yeni damlalar düşüyor. Olay örgüsünün toprağına da bunları emip usul usul tomurcuklandırmak kalıyor.

Abartıdan uzak bir dilin ürünü Yaşamak. Tüm bölümlerinde hissedilen sade yaşa, yalnız yaşa, olduğunu kabullen, dönüştüğüne saygı duy mesajları göz kamaştırmadan sunuluyor. Fugui'nin dediği gibi: "Sıradan bir hayat en iyisi. Onunla savaş, bununla mücadele et derken, sonunda hayatından oluyorsun.". Bu yaşamı dinleyen gezgin de yazarın mesajlarına sırt çıkıyor:

Doğruldum ve yanı başımdaki tarlada bir ihtiyarın, yaşlı bir öküzle tarlayı sürdüğünü gördüm. (...) İhtiyarın, güneş ışığında hayat dolu gülümseyen esmer yüzündeki çizgiler neşeyle kırışıyordu. Tıpkı, tarladaki çamurla dolmuş arıklar gibiydi. (...) Daha sonra, ihtiyar adam o kocaman yapraklı ağacın altına oturdu ve o güneşli öğleden sonra hikayesini anlattı bana. (...) İhtiyar sözünü bitirdiğinde ayağa kalktı, pantolonunu silkeledi ve göletin yanındaki yaşlı öküze seslendi. (...) Sonra yavaşça yürümeye başladılar.

Son olarak romanı sadece yaşama mücadelesi olarak değerlendirmek haksızlık olur. Evet Fugui gerçekten yürek burkan bir yaşam mücadelesi içerisinde ama hem bireysel hem de toplumsal anlamda var olan bir canlı aynı zamanda. Fugui’nin tüm bu özellikleri dikkate alındığında kendisi için ders vermeyen bir karakter demek hata olur. Bunu doğrudan doğruya didaktik olarak yapmasa bile kitap bitip son sayfa kapandıktan sonra oluşan algı tam da onun naifliğine hizmet edecek biçimde kendisini gösteriyor. Özetle Fugui okura şunu görün, bunu fark edin deme çabası içerisine girmeden kendi yaşamının taşıdığı bilgelik üzerinden selam veriyor.

İnsanlığın, tarihin ve zamanın birlikteliği üzerine canlı kanlı bir karakterin önüne tek dert olarak yaşamayı koyan Yu Hua kendi sesini olabildiğince kısmayı başarıyor. Pek çok romanda alışageldiğimiz üzere tanrı genelde romancıyken Yaşamak'ın bir tanrısı yok. Aksine yaşamakta güçlü bir kul var. Gücünü ruhunun kapsayıcılığından, yaşamın halleri karışındaki pozitif duruşundan, kendi saflığından alan bir kul.

Basit bir anlatım, güçlü bir anlatı doğurur: Sabanın toprakta bıraktığı izlere benzer kâğıt üzerinde satırlar. Yaşamın her şeyi kapsaması gibi, Yaşamak da hayatı olduğu gibi kucaklar. Doğumları ve ölümleri, mutsuzlukları ve umutlarıyla...

Olduğu gibi olan, bu uğurda mücadele veren, yaşamla ucundan kenarından bir ilişiği bulunan herkesin okuması gereken metinlerden Yaşamak. Okuması ve kendi ‘yaşama’ durumu üzerine düşünmesi.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

Bu öyküler, okuru sanki ışığa doğru çağırıyor

Hayatın dağdağalı ritminden kaçıp soluklanmak istediğimizde bazen bir pencere açılır ve içeriye dolan öykü sesi rahatlatır bizi. Bazen yağmurlu bir hüzün eşlik eder bu anlatıcılara, bazen de coşkulu bir bahar seli… Böyle bir zamanda karşıma çıkan İnsan Hatırlar’ın hatırlattığı çok şey oldu.

Nermin Tenekeci’nin öykülerinden kalan: Kimi zaman bir yangının yıllar süren küllenişi, kimi zaman tüten bir bacanın sönüşü… Onun öykülerinde hayata dair sahici ayrıntılar var. Evin içinde yanan bir ocağın ateşi, acıyla sınanmış bir ananın haykırışı, daldan düşmüş bir yavrunun kör bakışı, yıllar sonra yüze çarpılan bir yüzüğün sızısı, eski bir sırrın iyiden iyiye ağırlaşan yükü…

Öykülerdeki anlatıcılar kimi zaman kadın, kimi zaman erkek, kimi zaman yaşlı, kimi zaman gençtir. Mekânlar ise bildik tanıdık: Evler, yollar, okullar, bağlar, bahçeler, köyler, kentler, kasabalar…

Sinematografiktir öyküleri Tenekeci’nin; gözünüzden bir film şeridi gibi akıp geçer kahramanlar, olaylar, mekânlar… İçine alıp sizi ‘öykü’nün bir parçası yapıverir aynı zamanda. Dili, üslubu ve dokunduğu konularıyla –öykü- evreninizi genişletir.

“Her film bir hikâye ile başlar.”

Ceviz Ağacı”ndan bize seslenen anlatıcı, annesinin ölümüne yetişemeyen bir genç kızdır. Acıyla anlatır: “Artık yoktu. Yokluğun, sözlük anlamı dışında bir manâsı vardı; bir tariften öte bir hâldi; bir kavrayıştı, devasa bir boşluktu. Yazık ki iş işten geçtikten sonra kavranıyordu bu manâ.

Aralarındaki soğukluğun, mesafenin uzunluğundan çok daha başka sebepleri vardır aslında. “Bu defa annem benden ebediyen ayrılmıştı; yazık ki dinmeyen bir gönül küskünlüğüyle.” cümlelerinden anlarız. Sebebini de öykü ilerledikçe öğreniriz. Yüzleşmek zorunda olunan bir ‘geçmiş’le karşı karşıyadır anlatıcı: “Kurtulamıyordum.” der, “Annem orada, on beş senedir hep on sekiz yaşında olan İsmail’in yanında yatıyordu.

Giden Gün Ömürdendir”de yazgısını değiştirmeye çalışan bir genç kızın öyküsüdür anlatılan. “Her film bir hikâye ile başlar. İnsan göçüp gittiğinde geriye bir hikâyesi kalır.” Yeri yurdu ayrı olsa da çok yakındır kimi hikâyeler ya, işte öyle. “Rüyada görülen su uzun bir ömre işaretti. Suyun yürümesi küskünlüğün bitmesine, üç buçuk aydır oradan oraya sürüklendikleri bu kaçgöçün sona ermesine delâletti; bir çatıya kavuşmaktı. Kavuşmak Hüseyin’di.” Sonu ‘rüya’ gibi bitmez ne yazık ki.

İnsan Hatırlar” öyküsü, artık birçoğumuzun hayatında yer edinen Alzheimer hastalığını ele alır. “İnsan hatırlar… Yazık ki babam hatırlamıyor. Yüzleri, sesleri ve kokuları; bir çiçeğin rengini ve bir kitabın adını… Hatırlamadığı için konuşmuyor ve kalbi kelimeler olmaksızın atıyor.” diyen anlatıcının tanıklığı içimizi burkar.

Yalnızca bir unutma hastalığı değildir anlatılan, biriktirme hastalığıdır da aynı zamanda.

Ömrünü, kelimelere, izlere, fotoğraflara ve küçük detaylara; eskiden solunmuş kokulara, eskiden yazılmış mektuplara ve eskiden işitilmiş seslere kurban eden babamın, içinde devasa bir boşlukla o kasvetli odadaki acizliğine ağladım.” Öykünün sonunda anlatıcıyla birlikte, “Bir huzurevinin penceresi önünde”, “dededen toruna ve babadan oğula ölü bir karga gibi aramızda uzayan dilsizliğe ağladım.

Cinnet”, konusuyla ilgi çeker: Kitap yazmak için bir pansiyona çekilen anlatıcı, Yakup diye biri tarafından –yanlışlıkla- vurulmak istenir. İsim benzerliğidir onu hedef kılan. Anlatıcı, “Kimi zaman ölümün kudurgan coşkusunun, kimi zaman da ona yakılan ağıtların beni hazırlıklı kıldığı bu cesaret sınavından başarıyla geçmek hoşuma gitti. Ölmek umurumda değildi.” diyerek yaşadıklarını yazmaya başlar. Bir yandan kan davası yüzünden kesişen yazgıları okuruz, diğer yandan Yakup’un acısını.

Kamyon şoförü Bünyamin ile Firdevs’in hikâyesidir “Buraya Kadar”. Firdevs’in daha yirmi birinde vardığı, işsiz güçsüz Bünyamin’le yaşadıkları… “Karasevda diye bir şey yoktu, kara yazgı vardı olsa olsa.” Firdevs’in, arabada giderlerken “İşten atılmanın acısını benden çıkartıyorsun! Sen anca bana horozlan! Adam mısın lan sen!” demesiyle kavganın dozu iyice artar. Sonu sürprizlidir bu öykünün de.

Kitaptaki birçok öyküde benzer hüzünlerin izleri sürülür. “Sonsuz Bir Geç Kalış” gibi: Lütfiye, evlatlık olduğunu oldukça geç öğrenmiştir. Hapisten çıkan babası onu ziyarete gelip de sohbet arasında söyleyiverince… “Anne dediği kadının meğer Naile Yengesi, baba bildiği adamın da Abdülaziz Amcası olduğuna nasıl inandırsın kendini?” Gerçek babası ise şöyle tanımlanır: “Hafızadaki boşluğu bir yana, rüyalarda, hayallerde bile izi sürülemeyen bir kayıp; Lütfiye için sonsuz bir geç kalış o artık.

Emanet”, ismiyle müsemma bir öykü; uzun yıllar sonra ayrıldığı sözlüsünden gelen ‘emanet’ ile sarsılan anlatıcının öyküsü… “Evle birlikte kendisini de yaktı. Onunla evlenmekten caydığımın dördüncü senesinde; Figen’le evlendiğimin dokuzuncu ayında.” Sonu ise hayli sarsıcıdır: “Tutuşan Süreyya olmuştu. Közü avuçlarımı yakıyordu.

Mevsim-i Baran” bir genç kızın adım adım tükenişini anlatır: İçine gömdüğü sevdasını, törelere boyun eğişini ve yavaş yavaş ‘delirişini’… Öykünün asıl kahramanı Zozan’dır, ancak ikizinin ağzından dinleriz öyküyü. “Zozan’ı o gün çarşıdaki bir kafede ince, uzun, sarı bir oğlanla elele gördüğümde bunu bir koz olarak kullanmasaydım, belki de o gün uçurumun kıyısından dönecekti.” der.

Anlatılan, yirmi dokuz yıllık bir ömrün öyküsü gibi dursa da toplumsal normların, baskıların ve ikiyüzlülüklerin soldurup kuruttuğu bir genç kızlık hayalidir aslında. “Zozan son on yıl boyunca hep bir boşluğun içine uyandı. Gözlerini, yerini bir türlü dolduramadığı bir huzursuzluğun içine açtı. Âdeta bir unutma hastalığıydı onunki. Herkesi ve korkarım her şeyi silip atmak ister gibiydi.” Sonu baştan belli bir hikâyedir bu… İkiz doğumun bütün habis ve çürük taraflarını Zozan üzerine almış, neredeyse ömründen ömür bağışlamıştır kardeşine.

Nermin Tenekeci’nin öyküleriyle tanışmam ilk kitabı Yoksa ile olmuştu. İnsan Hatırlar yazarın elime aldığım ikinci kitabı. “Kurşun Yarası”, “Bu Böyledir”, “Orta Refüj”, “2 No’lu Daire”, “Kanat Sesleri”, “Eşik” ve “Nefes Nefese” adlı öyküler ise, kitabın diğer öyküleri… (Yayınevi logosunun altında yazan cümle dikkatimi çekiyor bu arada: “Karanlık hep vardır, çabalayan ışıktır.”) Büyüyenay Yayınları tarafından yayımlanan kitaptaki bu öyküler, okuru çağırıyor: Sanki, ışığa doğru…

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 05.06.2016)