Belki Bir Gün Uçarız 1980 doğumlu yazar Aylin Balboa'nın İletişim Yayınları etiketiyle çıkan ilk kitabı. Yazarın hayatından kısa kesitlere yer veren hikayelerden oluşan bu kitaba başlarken doğrusu çok umutlu değildim. Fakat hikayeler karşıma yeni bir Tezer Özlü çıkardı. Uzun bir aradan sonra edebi yönü çelik kadar kuvvetli özeleştiriler okumak bende müthiş bir ruhsal sarsıntı meydana getirdi. Çünkü Balboa'nın kendi yaşantıları üzerinden dillendirdiği duygu durum karmaşaları aslında çoğumuzun bir başkasında görüp çılgınlar gibi eleştirdiğimiz ama kendimizde toz konmasından korktuğumuz alanları açığa vuruyor.
"Sonra öyle durdum biraz. Bir süre Afrika kıtası yokmuş gibi davrandım. Tekerlek icat edilmemiş, ıspanak sebze değilmiş gibi... Yok sayınca yok oluyor çok şey, her şey değil."
Hikayeler yazarın hayatının birkaç bölümüne eğiliyor. Bu yönüyle kesitsel otobiyografi özelliği de gösteriyor. Abisinin geçirdiği trafik kazası, babasının ölümü, iş hayatında yaşadığı uyumsuzluk, sevgilisinden ayrılması ve "Tımarhane Notları" başlığını taşıyan Balboa'nın psikolojik destek aldığı zamanları anlatan 10 ayrı bölüm. Tımarhane Notları 1 ve 9 arasına ise yaşamında yoğun etkisi bulunan ana olayların haricinde serpiştirilmiş ara olaylar mevcut. Tüm kesitlerde ilk göze çarpan yoğun bir melankoli ve hayata karşı kaybedilmiş bir savaşın yarattığı ağır psikoloji.
Balboa okuruna: "Yaslandığınız her şey teker teker devrilmeye başlasa ne yapardınız?" diye soruyor. 2010'ların tüm gündem içi problemlerini modern bir lirizmle karıştırmayı başaran hikayeler birbirleriyle kurdukları yarı geçirgen bağlantıyla da ön plana çıkıyorlar. Zira her anlatının bir mesajı, hepsinin tekilde güçlü eleştirileri ve genele bağlanan metaforları var. Yazar her ne kadar: "Metaforları hiç sevmem. Hayat zaten yeteri kadar karmaşık" dese bile. Burada bile başarılı bir metafora imza atıyor.
Kitabın bütünü düşünüldüğünde yeraltı edebiyatı ve dizüstü edebiyatının tutarlı bir birleşimi olduğu da söylenebilir. Yazar yaşadıklarını salt bir hüzne bağlı kalarak anlatmıyor çünkü. En korkunç olaydan bile güldüren bir parça çıkartıyor. Sonsuz bir düzensizliğin içinde düzen tutturma çabasına girenlere gülüyor, kesin kuralların anlamsızlıklarını zekice gözler önüne seriyor. Kurumlara ve devlete‘de dokundurmadan geçemeyen hikayeler Balboa'nınkiler. Haberlere küsmüş bir insanın kendinden haber alma çabasının ürünleri.
"Ülke sanki kanser olmuş gibiydi ve her sabah yeni bir hücresini daha kaybediyordu. O kaybettikçe ben yenilmiş hissediyordum. Ölümü izlemek değil kurtarmak için ne bileyim kemoterapi falan bir şey yapmamız gerektiğini düşünüyordum. Ama karşımda devlet vardı. Durumu sistemli olarak bu hale getiren, kulakları hiç duymayan, sadece koskocaman bir ağızdan ibaret olan devlet mütemadiyen çiğniyor, yutuyor ve n'apıyorsun demeye kalmadan suratıma doğru geğiriyordu sanki. Mevzuyu çok şahsi algılamaya başlamıştım.
"Hişş değişik, sana diyorum sana, kürtaj mürtaj nasıl konuşmalar lan öyle, git efendi gibi evlen ve 3 çocuk doğur, içki mi kırarım çeneni ne içkisi, ayran var otur iç işte, öyle kızlı erkekli takıldığınızı da görmeyeyim, yıkarım sinemanızı, sökerim ağacınızı, akıllı olacaksınız lan! Biz Osmanlı torunuyuz, ecdadımız, örfümüz, ananemiz, biz biz BİİİZZZ!"
Kitabın temel sorusu "Neden?". İsyana dayalı bir neden değil ama bu. Çift yönlü bir nedeni var Balboa'nın: soru ve sebep. Her soruyu bir sebebe, her sebebi kendi cevaplarına bağlıyor. Belki de en güzel tarafı başına gelenler üzerinden genellemeler yapmayan bir yazar olması. Bu yüzden yer yer sezilen bir umursamazlık hali de yok değil. İstesem böyle olurdu, ama istemediğim için şöyle oldu. Umursamazlıklar kesinlikle boş vermişlik ve pes etmişlik değil ama. Aşk acısını katiyen kabullenmiyor boş veremiyor mesela, abisinin içinde geçirdiği koma günleri boşluğunu en çok duyumsadığı günler. Gidenler hayatında kocaman kraterler yaratmış o ise bunların bir şekilde dolabileceğine inanlara inanmak istiyor.
"İstisnasız herkes bana zamanla geçeceğini söylüyordu. Bütün dünya "zamanla geçer" parantezine alınmıştı sanki. Oysa ben zamana güvenmem, ne bok yiyeceği hiç belli olmaz."
İnsan doğasının kendisini avutma biçimlerini de bu konuya getirdiği absürd ama isabetli örneklerle okurun yüzüne çarpıyor. Makyaj yaparak kırışıklıklarından ve yorgunluğundan kurtuluyor, ama mutsuzluğunu o herkesin geçireceğini söylediği zaman bile silip atamıyor. Dişlerini fırçalarken ağzında yıllar önce çektirdiği bir dişin boşluğunu aniden fark etmesi de tesadüf değil. Babasının mezarını sulayıp, annesinin ayvasını yiyemeyip, abisinin ameliyat kağıtlarını imzalayıp, yağmurda sırılsıklam ıslanıp, ön çapraz bağlarını yırtıp, bir düğünden iğrenircesine kaçıp, sevgilisi tarafından terk edilip dişçide alıyor soluğu. Acısı dinsin diye çektirdiği dişinin boşluğu yıllar sonra daha çok acıtıyor. Yazarın hayatında yokluk varlıktan daha çok yer kaplıyor.
"Yokluğun varlıktan daha çok yer kapladığı zamanlar var, bildiniz mi? Bir gün illa bilirsiniz. Yani biri eksildiğinde, evinizde yer açılmaz da tam ortasında kocaman bir delik açılır. Artık o deliğin üstüne basmadan devam etmeniz gerekir. Basarsanız düşersiniz. Kıyıdan kıyıdan yaşamak diye bir şey var, zamanı gelince mutlaka öğrenirsiniz."
Aylin Balboa bugüne kadar okuduğum en güzel anlatım özelliklerine sahip yazarlardan birisi. Henüz ilk kitabında böylesi vurucu bir giriş yaptığı düşünülecek olursa. Çağdaş Tük Edebiyatı'nın son derece donanımlı bir yeni yazar kazandığı aşikar. İmgeler arasında kurduğu sıra dışı bağlantılar, sündürmeden kıvırmayı başardığı cümleler, öne çıkarttığı detaylar ve parçaları bir araya getirmedeki becerisiyle Balboa parlak ama göz almayan bir edebiyat yapıyor. Bu parlak haliyle de hayatın en neşeli ve en tutku dolu anlarının içinden mutlaka ölüm ve yalnızlığın geçtiğini acımasızca kaleme alıyor.
"Ölüm birtakım şeyleri sabitliyor. Günay abinin yaşını sabitliyor, Recai abinin gülüşünü sabitliyor. Annelerin ıstırabını ve benim bu dünyadan hiçbir zaman hiçbir halt anlayamayacağım gerçeğini sabitliyor."
Şehirli kadının rutinine gösterdiği hassasiyetiyle de fark yaratıyor yazar. Ceplerinde yıllardır taşıdığını her hikayede anladığımız taşları derme çatma sapanına takıp güzel atışlar yapıyor. Vurulması gereken şeyler var çünkü, vurulması gerekenler hep vardır. Altı çizili afili cümlelerle üstü çizili metropol kadınının kadınlığından dem vuruyor bazen, bazen onların dertlerinin uçuculuğundan haset ediyor. Yazar günlük dili kendiliğinden bir hakimiyetle tasasızca sürüyor okurunun üzerine. Önüne kattığı her renk farklı bir evrende yeni bir rengi tanımlıyor. Görüşlerine katılmasanız bile bir şekilde kendisini haklı çıkartmayı beceriyor.
"Kadınların ayrılık sonrasında saçlarını boyatmaları, yeni elbiseler almaları, dökülüp saçılmaları, kendini göstermenin değil saklanmanın bir yolu aslında. Ruhunuzdaki değişiklikler anlaşılmasın diye bedeninizde değişiklikler yaparak "Farklı görünüyorsun bir şey mi oldu," sorularını, saçınızı, kılığınızı, memenizi kalkan yaparak savuşturmaya çalışıyorsunuz. Dünya, derdi olan insanları taşıyacak kadar şefkatli değil. Silahlarımızı kuşanmak zorundayız."
Belki Bir Gün Uçarız yeni edebiyata çok ölümlü naif bir ağıt, içinde yaşadığımız toplumsal düzenin karşısına dikilmiş yorgun bir boksör, en önemlisi hayatın sıradanlığı ve geçiciliği üzerine kaliteli bir farkındalık okuması. Farkında olmak ve boşluklarını doldurmak isteyenler için.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
18 Temmuz 2016 Pazartesi
30 Haziran 2016 Perşembe
Sana gel demiyorsa nafile gevezelik dili değil mi şiir?
"Aşk derdiyle hôşem el çek ilâcumdan tabîb
Kılma dermân kim helâküm zehri dermânundadur."
- Fuzûlî
Şair, insan onarıcıdır. Yalnız bu vasfı her şairde arayıp da bulmak mümkün olmaz. Bazı şairler hakiki olduklarından çevrelerine saçtıkları huzmede nice şifalar bulunur. Gönülden dile, dilden iki dudağın arasına, oradan da karşısındakinin gönlüne ulaşan söz; nihayet muhabbet oluverir bu şairlerle. İşte Mürsel Sönmez ağabey de böyle bir 'onarıcı' şairdir. Onun yalnız şiirlerinden değil sözlerinden, gözlerinden, kalbinden daima hakikatin ışıltıları süzülür. Öfke, nefret ve şiddet yoktur dilinde; şefkat, emniyet ve merhamet vardır.
BirNokta edebiyat dergisinin yayın yönetmenliğini yürüten Mürsel Sönmez, nisan 2014'te çıkan Üzüm Meseli'nde okuyucuya üç bölüm sunmuştu: Gün Düşü, Üzüm Meseli, Dile Gelmeler. Girişi uzun bir muhabbeti andıran bu aziz şiir kitabında 120 sayfalık bir öykü var. Nice aşklar nice arayışlar nice ateşler var. Saklı olanlarını paylaşıyor şair her seferinde hiç çekinmeden. Bir kez olsun utanmıyor aşkına pervane olmaktan; "Kim nerede nasıl yanarsa yansın / orda mutlaka sen varsın" diyor muhteşem Geldi Gel şiirinde. Her şeyi göze almışlığını bu şiirinde "Ölümün defterini düresim geldi gel / denizinde serinleyesim nefesinde boğulasım geldi gel" dizeleriyle açıklıyor, yangınından çıkmayı umuyor.
Varsa bir saltanat, şairin aşkındadır. "Her gül / senin bir gülücüğünden yapılmadır" deyince biter mesele, mesel başlar. Mesel, söz sanatlarında ibret ya da nasihat gayesiyle anlatılan sözler, öyküler demektir. Üzümü mesel edinmiş bir şair bize anlatabilir? Elbette aşkın ayık sarhoşluğunu. Asla uykuda değil, uyuyan değil; tam aksine uyandıran bir sarhoşluk bu.
Şair nöbetçidir. "Şimdi sen uyuyorsun ve ben nöbetteyim / kaderin kalemini kollayıp / yazısını kesiyorum" diyebilendir. "Sen uyuyorsun ve ben zamanda nöbetteyim / attığım oltaya bir şeyler vuruyor / belki de bahar" düşüncesiyle kötümserliği değil karamsar bir umudu tercih edendir. Bu sebeple şairin küskünlüğünde bile büyük haklılıklar vardır. Küsmekle bir yere varılır mı? Aslında küsmek yola çıkmaktır kendince. "Söz söze ekleniyorsa ses sese / adından bir heceye rastlamak içindir" diyebilmektir.
Bir gülümseyişi en güzel kim anlatır? Olsa olsa hakiki bir şair. Gülümsemende şiirinde Mürsel Sönmez; "sesinden yapılma bir balkondan denize bakıyorum / ufkun dört yanı gül hevengi" dizeleriyle kalbi harekete geçiriyor. Hani karamsar umudu tercih ediyordu ya şair, o yüzden önce "gecenin bile görmediği bir karanlıktayım" diyor, sonra da "umut kanatlanıyor, çıldırıyor sevinç atları" sözüyle sözleşiyor. Bir başka şiir olan Çınlayışlar'da kıskandırıyor düşkün ve güçlü umuduyla şair: "Senin geldiğini düşlüyorum bir / biliyorum bu düpedüz umut etmek demektir."
Bir beklentisi var şairin, beklentisiz bir beklenti olabilir bu. Zaman zaman "bir kelime ne bağlar, neyi çözer ne yazar / kavuşmaktır aynada ayrılıkların aksi" diye düşündürürken okuyucuyu, bir anda başka bir şiirinde "sen gelsen gelmesi gereken herkes gelecek / gürültü susacak, bulutlar duyulacak, ezanlar şakıyacak belki" dizeleriyle direnişe çağıracak.
Bilhassa genç okuyucular yahut şiirle irtibatını yeni kurmaya başlayanlar için kitabın 87. sayfasında şiirin ne olduğuna dair bir şiir var, adı da şiir: "Seni çağırmıyorsa sana gel demiyorsa / nafile gevezelik dili değil mi şiir / oluşlar cümbüşünde meydan ararken herkes / köşecikte bir rüzgar gülü değil mi şiir / şu an belki duracak daralan şu kalbimin / sesi olamıyorsa ölü değil mi şiir / ayna değil kırılan yüzümse paramparça / aynada sır olanın kulu değil mi şiir."
Dünyaya olduğu kadar kendine de yabancı şair. Kendini yeniden tanımanın derdinde. Bunun için aşkla, şevkle, zevkle yola çıkıyor. "Ah! Yabancı olmayaydım kendime / çekinmeden tutardım ellerimi" derken tek kaygısı varoluşunun ana kaynağına, anlama ulaşma çabası. Bunun için belki de "evimize dönelim / mülkiyetsizliğin özgürlüğüne" diyor.
Üzüm Meseli, sanki peygamber sevgisinin özeti.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kılma dermân kim helâküm zehri dermânundadur."
- Fuzûlî
Şair, insan onarıcıdır. Yalnız bu vasfı her şairde arayıp da bulmak mümkün olmaz. Bazı şairler hakiki olduklarından çevrelerine saçtıkları huzmede nice şifalar bulunur. Gönülden dile, dilden iki dudağın arasına, oradan da karşısındakinin gönlüne ulaşan söz; nihayet muhabbet oluverir bu şairlerle. İşte Mürsel Sönmez ağabey de böyle bir 'onarıcı' şairdir. Onun yalnız şiirlerinden değil sözlerinden, gözlerinden, kalbinden daima hakikatin ışıltıları süzülür. Öfke, nefret ve şiddet yoktur dilinde; şefkat, emniyet ve merhamet vardır.
BirNokta edebiyat dergisinin yayın yönetmenliğini yürüten Mürsel Sönmez, nisan 2014'te çıkan Üzüm Meseli'nde okuyucuya üç bölüm sunmuştu: Gün Düşü, Üzüm Meseli, Dile Gelmeler. Girişi uzun bir muhabbeti andıran bu aziz şiir kitabında 120 sayfalık bir öykü var. Nice aşklar nice arayışlar nice ateşler var. Saklı olanlarını paylaşıyor şair her seferinde hiç çekinmeden. Bir kez olsun utanmıyor aşkına pervane olmaktan; "Kim nerede nasıl yanarsa yansın / orda mutlaka sen varsın" diyor muhteşem Geldi Gel şiirinde. Her şeyi göze almışlığını bu şiirinde "Ölümün defterini düresim geldi gel / denizinde serinleyesim nefesinde boğulasım geldi gel" dizeleriyle açıklıyor, yangınından çıkmayı umuyor.
Varsa bir saltanat, şairin aşkındadır. "Her gül / senin bir gülücüğünden yapılmadır" deyince biter mesele, mesel başlar. Mesel, söz sanatlarında ibret ya da nasihat gayesiyle anlatılan sözler, öyküler demektir. Üzümü mesel edinmiş bir şair bize anlatabilir? Elbette aşkın ayık sarhoşluğunu. Asla uykuda değil, uyuyan değil; tam aksine uyandıran bir sarhoşluk bu.
Şair nöbetçidir. "Şimdi sen uyuyorsun ve ben nöbetteyim / kaderin kalemini kollayıp / yazısını kesiyorum" diyebilendir. "Sen uyuyorsun ve ben zamanda nöbetteyim / attığım oltaya bir şeyler vuruyor / belki de bahar" düşüncesiyle kötümserliği değil karamsar bir umudu tercih edendir. Bu sebeple şairin küskünlüğünde bile büyük haklılıklar vardır. Küsmekle bir yere varılır mı? Aslında küsmek yola çıkmaktır kendince. "Söz söze ekleniyorsa ses sese / adından bir heceye rastlamak içindir" diyebilmektir.
Bir gülümseyişi en güzel kim anlatır? Olsa olsa hakiki bir şair. Gülümsemende şiirinde Mürsel Sönmez; "sesinden yapılma bir balkondan denize bakıyorum / ufkun dört yanı gül hevengi" dizeleriyle kalbi harekete geçiriyor. Hani karamsar umudu tercih ediyordu ya şair, o yüzden önce "gecenin bile görmediği bir karanlıktayım" diyor, sonra da "umut kanatlanıyor, çıldırıyor sevinç atları" sözüyle sözleşiyor. Bir başka şiir olan Çınlayışlar'da kıskandırıyor düşkün ve güçlü umuduyla şair: "Senin geldiğini düşlüyorum bir / biliyorum bu düpedüz umut etmek demektir."
Bir beklentisi var şairin, beklentisiz bir beklenti olabilir bu. Zaman zaman "bir kelime ne bağlar, neyi çözer ne yazar / kavuşmaktır aynada ayrılıkların aksi" diye düşündürürken okuyucuyu, bir anda başka bir şiirinde "sen gelsen gelmesi gereken herkes gelecek / gürültü susacak, bulutlar duyulacak, ezanlar şakıyacak belki" dizeleriyle direnişe çağıracak.
Bilhassa genç okuyucular yahut şiirle irtibatını yeni kurmaya başlayanlar için kitabın 87. sayfasında şiirin ne olduğuna dair bir şiir var, adı da şiir: "Seni çağırmıyorsa sana gel demiyorsa / nafile gevezelik dili değil mi şiir / oluşlar cümbüşünde meydan ararken herkes / köşecikte bir rüzgar gülü değil mi şiir / şu an belki duracak daralan şu kalbimin / sesi olamıyorsa ölü değil mi şiir / ayna değil kırılan yüzümse paramparça / aynada sır olanın kulu değil mi şiir."
Dünyaya olduğu kadar kendine de yabancı şair. Kendini yeniden tanımanın derdinde. Bunun için aşkla, şevkle, zevkle yola çıkıyor. "Ah! Yabancı olmayaydım kendime / çekinmeden tutardım ellerimi" derken tek kaygısı varoluşunun ana kaynağına, anlama ulaşma çabası. Bunun için belki de "evimize dönelim / mülkiyetsizliğin özgürlüğüne" diyor.
Üzüm Meseli, sanki peygamber sevgisinin özeti.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
28 Haziran 2016 Salı
Yine mi ve iyi ki İbn Haldun!
Hamit Bozarslan’ın Med 21 Programı İbn Haldun Ödülü’ne layık görülen çalışması Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’da Tahakküm ve Direniş’i kısa zaman önce İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Bu eserin Türkiye’de beşeri bilimler ve İbn Haldun üzerine çalışanlara katkısı olacağı şüphesiz; zira Bozarslan, İbn Haldun’un spesifik konumunu belli bir siyaset felsefesi bütünlüğü içinde ele almayı başarıyor ve okuru yeni sorularla tanıştırıyor.
Hamit Bozarslan’ın İbn Haldun üzerinden getirdiği yeni açılımlara geçmeden önce İbn Haldun’un kendisi ve eserleri hakkında birkaç kelam etmek faydalı olacaktır. İbn Haldun, Kitabu’l İber adlı tarih eserinin usulü hakkında yazdığı Mukaddime’nin ilk satırlarında, tarihi zahiri (dış) ve bâtıni (iç) olarak ikiye ayırır. Ona göre zahiri itibariyle tarih, önceki çağlarda meydana gelen vakalardan haber vermekten daha fazla bir şey değildir. En yalın olarak bunu vakanüvislik olarak adlandırabiliriz. Bâtıni itibariyle tarih ise vakıaların iç yüzünü, sebeplerini ortaya koymaya çalışan ve felsefenin bir dalı olarak kabul edilmesi gereken bir disiplindir. Bâtıni itibariyle tarihi incelemek için, kendisinin deyimiyle “umran bilimi”yle iştigal edenler siyasetten ahlâka, dinden iktisadi hayata kadar değişik disiplinlere ihtiyaç duyacaklardır. İbn Haldun’a göre umran bilimi göçebelik, yerleşiklik, asabiyet (birlik ruhu), umran (medeniyet) gibi temel kavramsal araçlar vasıtasıyla tarihi olayları incelememiz için gereken bakış açısını sağlar. Onun yaptığı ikili ayrım ve kullandığı kavramlar sayesinde, Mukaddime’nin satırlarını okurken kendimizi 14. yüzyılda yazılmış bir metni değil de modern zamanlara ait bir metni okuyormuş gibi hissederiz.
Mukaddime’nin kendi çağını aşan durumu, bize bugünü anlama hususunda önemli bir imkân sunar. Öncellikle İbn Haldun’un yaşadığı dönem bir kriz dönemidir. 14. yüzyılda Kuzey Afrika ve Endülüs siyasi olarak parçalanmıştır. Kara veba, İbn Haldun’un ailesinin de içinde bulunduğu bir nesli yok etmiştir. Diğer yanda, kişisel dünyasında da krizler atlatır İbn Haldun. Eğitimini tamamladıktan sonra siyasete atılır; atalarının bir zamanlar sahip olduğu haciplik makamına gelmek için uğraşır, fakat defalarca siyaseten gözden düşer, yükselir, hapse düşer ve en sonunda siyasetten çekilir; siyaseten ikbal aradığı Kuzey Afrika’yı bırakır ve Kahire’ye yerleşerek kendisini bilime verir.
Hamit Bozarslan’ın İbn Haldun üzerine olan çalışması Lüks ve Şiddet, işte tam bu kesişme noktalarında yer alır. Bozarslan, günümüzde özellikle İslâm coğrafyasında yaşanan siyasi ve zihni krizin analizini İbn Haldun’dan faydalanarak anlamaya çalışıyor. Bu bağlamda Mukaddime de genellikle beşeri bilimlerin bir nesnesi olarak inceleniyor. Mukaddime’deki kavramların analitik çözümlemeleri bizim onun üzerine olan bilgimizi zenginleştirir, fakat özne olarak benimsenmesi nesne olarak kullanılmasına göre nadirdir. Onun “bilimin öznesi” olarak kullanılmasından kasıt, İbn Haldun’un Mukaddime’de kurduğu kavramsal çerçevenin, araçların ve bakış açısının güncel toplum incelemelerinde kullanılmasıdır. Bozarslan, burada ikili bir yöntem izler. İlkin Mukaddime’deki kavramları tartışarak analiz eder; sonrasında ise genişlettiği analiz alanlarını günümüz sorunlarını anlamada kullanır.
İbn Haldun ile aynı çağda yaşamışız hissi veren satırlarına rağmen yaşadığı dönemin siyasi, iktisadi, toplumsal yapısı ile şu anda var olan yapı arasında büyük farklar olduğu bir gerçek. Bu aradaki uçurum nasıl aşılabilir, Bozarslan’ın kullandığı usul tutarlı mıdır? Bunun cevabını bence Mukaddime’nin satırlarında aramak gerek. İbn Haldun, çağların değişmesi ve günlerin geçmesi ile millet ve kavimlerin hallerinin de değişeceğini ve bu durumu tarihçilerin gözden kaçırdığını belirtir, ancak ilerleyen satırlarda suyun suya benzemesi gibi, geçmişi geleceğe benzetir. Her ne kadar bu iki ifade birbiriyle çelişkili gibi dursa da, aslında burada işaret edilen nokta farklıdır. Bir yanda değişimden bahsederken bir yanda sabitlerden yahut süreklilik arz eden bir yapıdan bahseder İbn Haldun. Buna göre tarih, bazı sabitler üzerine yükselir. Bu sabitler cemiyet, iş bölümü, iktidar/mülk gibi kurumlardır. Bunların tarihi süreç içindeki çeşitli görünümleri ise değişiklik arz eder. Toplumların yerleşikliği/göçerliği, iktidarın yapısı gibi özellikler bu sabitlerin tarihi süreç içindeki görünümleridir ve değişiklik gösterebilir. Bir topluluğun yapısı, çeşitli sebeplerle dönüşebilir, fakat bu yeni toplumsal hal içinde de (öncekinden farklı bile olsa) birlikte olma hali yahut iş bölümü, iktidar, adalet gibi olgular varlığını sürdürür.
Bozarslan Mukaddime’deki sabit ve değişken kavramlar teorisini analiz ederken siyaset felsefesinin önemli düşünürlerinin fikirlerinden de faydalanıyor; onlarla diyalektik bir ilişki sürdürerek analizi için gerekli alt yapıyı sağlıyor; örneğin Pareto’nun seçkinler kuramından faydalanıyor. İbn Haldun’un asabiyet sahibi gruplar kavramıyla Pareto’nun seçkinler kavramı birbirine paralellik arz eder. Tarihin itici gücünü de bu grupların mücadelesi yaratır. İbn Haldun’un merkez–çevre modellemesiyle beraber asabiyet sahibi grupların ilişkilerinin verdiği referanslarla Bozarslan, Kuzey Afrika’dan Irak’a kadar değişik vakıaların ufuk açıcı bir analizini yapıyor. Her ne kadar yazar bu analiz araçlarını bir adım ileri götürerek günümüz Türkiyesi’nin siyasi ve toplumsal analizini yapmasa da, okuyuculara bu imkânı sağlayan bir bakış açısı veriyor.
Hamit Bozarslan’ın kitabının ilk cümlesi olan ve kendisinin olumlu biçimde cevapladığı şu soruyla bu satırları bitirelim: “Yine mi İbn Haldun?”
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
* Bu yazı 10 Haziran 2016'da Edebiyat Haber'de yayımlanmıştır.
Hamit Bozarslan’ın İbn Haldun üzerinden getirdiği yeni açılımlara geçmeden önce İbn Haldun’un kendisi ve eserleri hakkında birkaç kelam etmek faydalı olacaktır. İbn Haldun, Kitabu’l İber adlı tarih eserinin usulü hakkında yazdığı Mukaddime’nin ilk satırlarında, tarihi zahiri (dış) ve bâtıni (iç) olarak ikiye ayırır. Ona göre zahiri itibariyle tarih, önceki çağlarda meydana gelen vakalardan haber vermekten daha fazla bir şey değildir. En yalın olarak bunu vakanüvislik olarak adlandırabiliriz. Bâtıni itibariyle tarih ise vakıaların iç yüzünü, sebeplerini ortaya koymaya çalışan ve felsefenin bir dalı olarak kabul edilmesi gereken bir disiplindir. Bâtıni itibariyle tarihi incelemek için, kendisinin deyimiyle “umran bilimi”yle iştigal edenler siyasetten ahlâka, dinden iktisadi hayata kadar değişik disiplinlere ihtiyaç duyacaklardır. İbn Haldun’a göre umran bilimi göçebelik, yerleşiklik, asabiyet (birlik ruhu), umran (medeniyet) gibi temel kavramsal araçlar vasıtasıyla tarihi olayları incelememiz için gereken bakış açısını sağlar. Onun yaptığı ikili ayrım ve kullandığı kavramlar sayesinde, Mukaddime’nin satırlarını okurken kendimizi 14. yüzyılda yazılmış bir metni değil de modern zamanlara ait bir metni okuyormuş gibi hissederiz.
Mukaddime’nin kendi çağını aşan durumu, bize bugünü anlama hususunda önemli bir imkân sunar. Öncellikle İbn Haldun’un yaşadığı dönem bir kriz dönemidir. 14. yüzyılda Kuzey Afrika ve Endülüs siyasi olarak parçalanmıştır. Kara veba, İbn Haldun’un ailesinin de içinde bulunduğu bir nesli yok etmiştir. Diğer yanda, kişisel dünyasında da krizler atlatır İbn Haldun. Eğitimini tamamladıktan sonra siyasete atılır; atalarının bir zamanlar sahip olduğu haciplik makamına gelmek için uğraşır, fakat defalarca siyaseten gözden düşer, yükselir, hapse düşer ve en sonunda siyasetten çekilir; siyaseten ikbal aradığı Kuzey Afrika’yı bırakır ve Kahire’ye yerleşerek kendisini bilime verir.
Hamit Bozarslan’ın İbn Haldun üzerine olan çalışması Lüks ve Şiddet, işte tam bu kesişme noktalarında yer alır. Bozarslan, günümüzde özellikle İslâm coğrafyasında yaşanan siyasi ve zihni krizin analizini İbn Haldun’dan faydalanarak anlamaya çalışıyor. Bu bağlamda Mukaddime de genellikle beşeri bilimlerin bir nesnesi olarak inceleniyor. Mukaddime’deki kavramların analitik çözümlemeleri bizim onun üzerine olan bilgimizi zenginleştirir, fakat özne olarak benimsenmesi nesne olarak kullanılmasına göre nadirdir. Onun “bilimin öznesi” olarak kullanılmasından kasıt, İbn Haldun’un Mukaddime’de kurduğu kavramsal çerçevenin, araçların ve bakış açısının güncel toplum incelemelerinde kullanılmasıdır. Bozarslan, burada ikili bir yöntem izler. İlkin Mukaddime’deki kavramları tartışarak analiz eder; sonrasında ise genişlettiği analiz alanlarını günümüz sorunlarını anlamada kullanır.
İbn Haldun ile aynı çağda yaşamışız hissi veren satırlarına rağmen yaşadığı dönemin siyasi, iktisadi, toplumsal yapısı ile şu anda var olan yapı arasında büyük farklar olduğu bir gerçek. Bu aradaki uçurum nasıl aşılabilir, Bozarslan’ın kullandığı usul tutarlı mıdır? Bunun cevabını bence Mukaddime’nin satırlarında aramak gerek. İbn Haldun, çağların değişmesi ve günlerin geçmesi ile millet ve kavimlerin hallerinin de değişeceğini ve bu durumu tarihçilerin gözden kaçırdığını belirtir, ancak ilerleyen satırlarda suyun suya benzemesi gibi, geçmişi geleceğe benzetir. Her ne kadar bu iki ifade birbiriyle çelişkili gibi dursa da, aslında burada işaret edilen nokta farklıdır. Bir yanda değişimden bahsederken bir yanda sabitlerden yahut süreklilik arz eden bir yapıdan bahseder İbn Haldun. Buna göre tarih, bazı sabitler üzerine yükselir. Bu sabitler cemiyet, iş bölümü, iktidar/mülk gibi kurumlardır. Bunların tarihi süreç içindeki çeşitli görünümleri ise değişiklik arz eder. Toplumların yerleşikliği/göçerliği, iktidarın yapısı gibi özellikler bu sabitlerin tarihi süreç içindeki görünümleridir ve değişiklik gösterebilir. Bir topluluğun yapısı, çeşitli sebeplerle dönüşebilir, fakat bu yeni toplumsal hal içinde de (öncekinden farklı bile olsa) birlikte olma hali yahut iş bölümü, iktidar, adalet gibi olgular varlığını sürdürür.
Bozarslan Mukaddime’deki sabit ve değişken kavramlar teorisini analiz ederken siyaset felsefesinin önemli düşünürlerinin fikirlerinden de faydalanıyor; onlarla diyalektik bir ilişki sürdürerek analizi için gerekli alt yapıyı sağlıyor; örneğin Pareto’nun seçkinler kuramından faydalanıyor. İbn Haldun’un asabiyet sahibi gruplar kavramıyla Pareto’nun seçkinler kavramı birbirine paralellik arz eder. Tarihin itici gücünü de bu grupların mücadelesi yaratır. İbn Haldun’un merkez–çevre modellemesiyle beraber asabiyet sahibi grupların ilişkilerinin verdiği referanslarla Bozarslan, Kuzey Afrika’dan Irak’a kadar değişik vakıaların ufuk açıcı bir analizini yapıyor. Her ne kadar yazar bu analiz araçlarını bir adım ileri götürerek günümüz Türkiyesi’nin siyasi ve toplumsal analizini yapmasa da, okuyuculara bu imkânı sağlayan bir bakış açısı veriyor.
Hamit Bozarslan’ın kitabının ilk cümlesi olan ve kendisinin olumlu biçimde cevapladığı şu soruyla bu satırları bitirelim: “Yine mi İbn Haldun?”
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
* Bu yazı 10 Haziran 2016'da Edebiyat Haber'de yayımlanmıştır.
24 Haziran 2016 Cuma
Adaletin yeri kalptir
"Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir milletin fenalığını dileyince artık durdurulamaz. Onlar için Allah'tan başka hami de bulunmaz."
- Rad: 13/11
"Allah'ın hikmet verdiği kimse, -şayet bunun kadrini bilirse- kendini korur. Hikmetin meyvesi, rahat ve yüceliktir. Mala düşkün olmanın meyvesi ise yorgunluk ve belâdır."
- Sokrates
Elimde bir imkân olsa, devletin en üstten en alta tüm kademelerinde sorumluluk üstlenmiş görevlilere bu kitabı göndermek isterdim. "Okuyun" derdim, "sadece okuyun", yorum yapmayın. Zira İmam Gazâlî'nin yazdıkları üzerine yorum yapmak da bu çağın devlet yöneticisinin ya da entelektüelinin vazifesi değil. Ne yöneticinin vazifesi sadece yönetmek, ne de entelektüelin vazifesi sadece yorumlamak. Bazen tek başına okumak da kafi gelmelidir, gelebilmelidir. Okuduğumuz zâta, emeğine, aklına ve gönlüne saygıdır bu. "Mülkün Sultanlarına" adıyla çevrilen Nasihatü'l-Mülûk da böyle bir kitap. Neredeyse bin yıl öncesinden çağıldayan bir ırmak. O ırmağa elini daldıran önce kendi gönlünü, sonra milletinin gönlünü, en sonunda da memleketinin gönlünü hoş eder. Hoşluk maalesef ki günümüzde görülmesi de yaşanması da imkânsızlığın yanı başına düşmüş bir hâl. Tüm bu hoşnutsuzluğumuzun sebebi ise şüphesiz yönetimin yönetmekten ibaret zannedilmesi. Karşısındakini dost gözüyle gören biri yöneticilik vasfını bir kenara bırakıp "Dostun evi gönüllerdir / gönüller yapmaya geldim" diyebilmeli Yunus Emre Hazretlerinin diliyle.
Merhum Osman Şekerci'nin Arapçadan Türkçe'mize kavuşturduğu bu 196 sayfalık Büyüyenay Yayınları etiketli kitap, yedi bölümden oluşuyor. Bölümlerin evvelinde ise merhum Muhammed Şerafeddin'in Darül-fünun İlâhiyat Fakültesi Mecmuası'nda (1341/1925) yayımlanmış faydalı bir makalesi var: Gazâlî, Sultan Sencer ve Nasihatü'l-Mülûk. Burada Gazâlî'nin muasırı olan Sencer ile arasındaki ilişkiye dair önemli bilgilerin dışında Gazâlî'nin Sencer'e gönderdiği mektup ve Gazâlî'nin Sencer'le mülâkatı yer alıyor.
Birinci bölüm iman ağacının köklerini ve dallarını bildiriyor. Burada ağacın kökleri imanın temeli olan itikad, Allah'ı tenzih etme, kudred, ilim, irade, işitme ve görme, kelâm, ef'al, ahireti övme, Hazreti Peygamberi anma üzerine oturtuluyor. Ağacın dalları ise devlet yönetiminin önemi, bilginlerle oturma, yardımcıların durumu, kızmama, merhametli olma, ihtiyaçları giderme, kanaatkârlık, şefkat, halkı sevindirme ve İslâmın prensiplerini emir üzerine şekilleniyor. "Müminlerin Başkanı! Müslümanların yararına olacak şeylerle uğraştığınız zaman, nafile ibadetleri bir tarafa bırakınız ve Müslümanların menfaatlerini bir an evvel kollayınız. Çünkü Müslümanların ihtiyaçlarını gidermek her türlü nafile ibadetten üstündür" diyor Gazâlî ve Hz. Ömer'den bir hikâye aktarıyor: Hz. Ömer salihlerden birine "Tutumumda tiksindiğin bir şey var mı?" diye sormuş. "Duyduğuma göre geceleyin ayrı gündüz ayrı elbise giyiyormuşsunuz" cevabını alınca "Allah'a yemin ederim ki artık böyle bir şey asla olmayacak." diyerek söz vermiş...
İkinci bölüm adalet, üçüncü bölüm başkanın gerekliliği ve başkanda bulunması gereken nitelikler, dördüncü bölüm devlet hazinesi ve vergi politikası üzerine yazılmış. Yine bir hikâye: "Hz. Ömer bin Abdülaziz bir gece mum yakıp gıda defterini tetkik ederken, o anda oğlu yanına girer, ev ihtiyaçlarını babasına arzeder o zaman Hz. Ömer oğluna: "Mumu söndür, çünkü bu mum beytülmalındır. Biz şimdi halkla ilgili bir şey değil, bizimle ilgili bir şey konuşacağız. Bu durum için bunu kullanmaya Allah'ın izni yoktur" der."
Beşinci bölümde devlet başkanı ve yardımcılarında bulunması gereken meziyetler, altıncı bölümde devletin ve yönetimin devamlılığını sağlayan şartlar, yedinci bölümde devlet ile halk arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair İmam Gazâlî'nin son derece önemli tespitleri, ispatlı analizleri mevcut. Bir hikâye de şöyle: Mağrip emirlerinden biri gayet diktatörmüş. Bir gün gayr-ı kanûnî bir direktif vererek "Memurlara, kendilerine tahsis edilmiş maaşın üstünde verilecek bir para yoktur, isteyen bu durumuna razı olur, devlet işlerinde çalışır, istemeyene izin verilmiştir, çekip gitsin." demiş. Yardımcısı "Bu tutumunuzun sebebi nedir?" diye sorduğunda da Emir "Meşhur bir atasözü vardır; köpeğini acıktır ki; sana bağlı olsun" demiş. Bunun üzerine yardımcısı da "Bir atasözü daha var: Sahibi köpeğini doyurmazsa, bir gün köpek sahibini yer" diye cevap vermiş. Emir vazgeçmemiş, daha fazla diretmiş ve bu kararını artırarak uygulamış. Gün olmuş Emirin taraftarlarıyla halk birleşmişler ve onun hakimiyetine son vermişler.
Ayetlerle, hadislerle ve asr-ı saadet döneminden misallerle hem başkana hem de başkan yardımcısına nice öğütler veren, neler yapması gerektiğini detaylarıyla ama öz biçimde anlatan Gazâlî; "Başkan, dünyasını dini için terkeden, dünya mevkii için liderin gözüne zulmü cazip gösteren kimseleri yanından uzaklaştırmalı, böylelerini vatandaşlıktan çıkarmalıdır" diyor ve şöyle devam ediyor: "Halk hakkında merhametli olan kimseleri devlet işlerinde çalıştırmalı, bu karakterde olmayanları devlet işlerinden uzaklaştırmalıdır. Kalbini adalet duygularıyla doldurmalı, bakanlarını denemeli ve tabiatında bozgunculuk bulunanları tanımalıdır. Çünkü adaletin yeri kalbdir. Başkanın adalet güneşi kalbinden fışkırır, ailesi onun aydınlığıyla aydınlanır ve şuaları bütün dünyayı kuşatır, yurdunda bulunan bu parıltılardan dolayı bütün halk huzur duyar, düşmanlar ise hiçbir yönden el uzatamazlar. Güneşi bırakıp başka şeylerde aydınlık arayanlar muhal olan bir şeyi aramış olurlar."
İmam Gazâlî'nin sıklıkla temas ettiği büyük ikazlarından biri de şöyledir: "Başkan! Şayet dünyalık şeyler için halkınıza zulüm ve eziyet ediyorsanız ve dünyadaki isteğiniz güzel yemek ise şunu biliniz ki; insanlıktan çıkıp arzuya köle olmuş olursunuz. Eğer gayeniz rengârenk elbise giymek ise kadınlar arasında erkek yüzlü birisiniz. Çünkü günbegün süslenmek kadınların işidir."
Büyüyenay Yayınları'nın seçkin kitapları arasında çok kıymetli bir yeri olan Mülkün Sultanlarına'yı okur okumaz hakkında bir şeyler yazmak istemiştim, nasip bugüneymiş. Daha evvelinden olsun şimdi olsun, yönetici tabakasından herkesin bu kitapla bir şekilde tanışmasını dilerim.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Rad: 13/11
"Allah'ın hikmet verdiği kimse, -şayet bunun kadrini bilirse- kendini korur. Hikmetin meyvesi, rahat ve yüceliktir. Mala düşkün olmanın meyvesi ise yorgunluk ve belâdır."
- Sokrates
Elimde bir imkân olsa, devletin en üstten en alta tüm kademelerinde sorumluluk üstlenmiş görevlilere bu kitabı göndermek isterdim. "Okuyun" derdim, "sadece okuyun", yorum yapmayın. Zira İmam Gazâlî'nin yazdıkları üzerine yorum yapmak da bu çağın devlet yöneticisinin ya da entelektüelinin vazifesi değil. Ne yöneticinin vazifesi sadece yönetmek, ne de entelektüelin vazifesi sadece yorumlamak. Bazen tek başına okumak da kafi gelmelidir, gelebilmelidir. Okuduğumuz zâta, emeğine, aklına ve gönlüne saygıdır bu. "Mülkün Sultanlarına" adıyla çevrilen Nasihatü'l-Mülûk da böyle bir kitap. Neredeyse bin yıl öncesinden çağıldayan bir ırmak. O ırmağa elini daldıran önce kendi gönlünü, sonra milletinin gönlünü, en sonunda da memleketinin gönlünü hoş eder. Hoşluk maalesef ki günümüzde görülmesi de yaşanması da imkânsızlığın yanı başına düşmüş bir hâl. Tüm bu hoşnutsuzluğumuzun sebebi ise şüphesiz yönetimin yönetmekten ibaret zannedilmesi. Karşısındakini dost gözüyle gören biri yöneticilik vasfını bir kenara bırakıp "Dostun evi gönüllerdir / gönüller yapmaya geldim" diyebilmeli Yunus Emre Hazretlerinin diliyle.
Merhum Osman Şekerci'nin Arapçadan Türkçe'mize kavuşturduğu bu 196 sayfalık Büyüyenay Yayınları etiketli kitap, yedi bölümden oluşuyor. Bölümlerin evvelinde ise merhum Muhammed Şerafeddin'in Darül-fünun İlâhiyat Fakültesi Mecmuası'nda (1341/1925) yayımlanmış faydalı bir makalesi var: Gazâlî, Sultan Sencer ve Nasihatü'l-Mülûk. Burada Gazâlî'nin muasırı olan Sencer ile arasındaki ilişkiye dair önemli bilgilerin dışında Gazâlî'nin Sencer'e gönderdiği mektup ve Gazâlî'nin Sencer'le mülâkatı yer alıyor.
Birinci bölüm iman ağacının köklerini ve dallarını bildiriyor. Burada ağacın kökleri imanın temeli olan itikad, Allah'ı tenzih etme, kudred, ilim, irade, işitme ve görme, kelâm, ef'al, ahireti övme, Hazreti Peygamberi anma üzerine oturtuluyor. Ağacın dalları ise devlet yönetiminin önemi, bilginlerle oturma, yardımcıların durumu, kızmama, merhametli olma, ihtiyaçları giderme, kanaatkârlık, şefkat, halkı sevindirme ve İslâmın prensiplerini emir üzerine şekilleniyor. "Müminlerin Başkanı! Müslümanların yararına olacak şeylerle uğraştığınız zaman, nafile ibadetleri bir tarafa bırakınız ve Müslümanların menfaatlerini bir an evvel kollayınız. Çünkü Müslümanların ihtiyaçlarını gidermek her türlü nafile ibadetten üstündür" diyor Gazâlî ve Hz. Ömer'den bir hikâye aktarıyor: Hz. Ömer salihlerden birine "Tutumumda tiksindiğin bir şey var mı?" diye sormuş. "Duyduğuma göre geceleyin ayrı gündüz ayrı elbise giyiyormuşsunuz" cevabını alınca "Allah'a yemin ederim ki artık böyle bir şey asla olmayacak." diyerek söz vermiş...
İkinci bölüm adalet, üçüncü bölüm başkanın gerekliliği ve başkanda bulunması gereken nitelikler, dördüncü bölüm devlet hazinesi ve vergi politikası üzerine yazılmış. Yine bir hikâye: "Hz. Ömer bin Abdülaziz bir gece mum yakıp gıda defterini tetkik ederken, o anda oğlu yanına girer, ev ihtiyaçlarını babasına arzeder o zaman Hz. Ömer oğluna: "Mumu söndür, çünkü bu mum beytülmalındır. Biz şimdi halkla ilgili bir şey değil, bizimle ilgili bir şey konuşacağız. Bu durum için bunu kullanmaya Allah'ın izni yoktur" der."
Beşinci bölümde devlet başkanı ve yardımcılarında bulunması gereken meziyetler, altıncı bölümde devletin ve yönetimin devamlılığını sağlayan şartlar, yedinci bölümde devlet ile halk arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair İmam Gazâlî'nin son derece önemli tespitleri, ispatlı analizleri mevcut. Bir hikâye de şöyle: Mağrip emirlerinden biri gayet diktatörmüş. Bir gün gayr-ı kanûnî bir direktif vererek "Memurlara, kendilerine tahsis edilmiş maaşın üstünde verilecek bir para yoktur, isteyen bu durumuna razı olur, devlet işlerinde çalışır, istemeyene izin verilmiştir, çekip gitsin." demiş. Yardımcısı "Bu tutumunuzun sebebi nedir?" diye sorduğunda da Emir "Meşhur bir atasözü vardır; köpeğini acıktır ki; sana bağlı olsun" demiş. Bunun üzerine yardımcısı da "Bir atasözü daha var: Sahibi köpeğini doyurmazsa, bir gün köpek sahibini yer" diye cevap vermiş. Emir vazgeçmemiş, daha fazla diretmiş ve bu kararını artırarak uygulamış. Gün olmuş Emirin taraftarlarıyla halk birleşmişler ve onun hakimiyetine son vermişler.
Ayetlerle, hadislerle ve asr-ı saadet döneminden misallerle hem başkana hem de başkan yardımcısına nice öğütler veren, neler yapması gerektiğini detaylarıyla ama öz biçimde anlatan Gazâlî; "Başkan, dünyasını dini için terkeden, dünya mevkii için liderin gözüne zulmü cazip gösteren kimseleri yanından uzaklaştırmalı, böylelerini vatandaşlıktan çıkarmalıdır" diyor ve şöyle devam ediyor: "Halk hakkında merhametli olan kimseleri devlet işlerinde çalıştırmalı, bu karakterde olmayanları devlet işlerinden uzaklaştırmalıdır. Kalbini adalet duygularıyla doldurmalı, bakanlarını denemeli ve tabiatında bozgunculuk bulunanları tanımalıdır. Çünkü adaletin yeri kalbdir. Başkanın adalet güneşi kalbinden fışkırır, ailesi onun aydınlığıyla aydınlanır ve şuaları bütün dünyayı kuşatır, yurdunda bulunan bu parıltılardan dolayı bütün halk huzur duyar, düşmanlar ise hiçbir yönden el uzatamazlar. Güneşi bırakıp başka şeylerde aydınlık arayanlar muhal olan bir şeyi aramış olurlar."
İmam Gazâlî'nin sıklıkla temas ettiği büyük ikazlarından biri de şöyledir: "Başkan! Şayet dünyalık şeyler için halkınıza zulüm ve eziyet ediyorsanız ve dünyadaki isteğiniz güzel yemek ise şunu biliniz ki; insanlıktan çıkıp arzuya köle olmuş olursunuz. Eğer gayeniz rengârenk elbise giymek ise kadınlar arasında erkek yüzlü birisiniz. Çünkü günbegün süslenmek kadınların işidir."
Büyüyenay Yayınları'nın seçkin kitapları arasında çok kıymetli bir yeri olan Mülkün Sultanlarına'yı okur okumaz hakkında bir şeyler yazmak istemiştim, nasip bugüneymiş. Daha evvelinden olsun şimdi olsun, yönetici tabakasından herkesin bu kitapla bir şekilde tanışmasını dilerim.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Söz konusu çocuk olunca acının modası geçmiyor
“Çocuklarınıza şiir okutun, dilleri tatlansın.”
- Hz. Ayşe
Senelerce, senelerce evvel, yeryüzünün kuzgun kanadı kadar karanlık olduğu zamanlarda bir gün gökyüzünden bir çocuk ağlaması gelmeye başladı. O zaman dünya karanlık olduğu kadar sessiz de bir yerdi ve ağlayan çocuğun sesi tüm dünyayı dolduracak kadar uzadı. Giderek dayanılmaz bir hal aldı. Oyunlar, oyuncaklar, parklar… Çocuğun ailesi elinden gelen her şeyi yaptığı halde onu susturmayı başaramayınca, bu huysuz çocuk bedbaht bir yetişkine dönüşmeden önlem almak için ihtiyar meclisine danışmaya karar verdiler. Toplantıya icabet eden komşu kabilelerin reisleri elbette kulaklarını tıkayarak katıldılar toplantıya. Çocuğu aralarına aldılar. İlk ihtiyar “Neyin var yavrucuğum?” sorusunun karşılığını kucağındaki ufaklıktan birkaç tırnak çiziğiyle aldı. Kulağını balmumuyla tıkayan diğerlerinin durumu da farklı değildi. Nihayet bir başka ihtiyar köşede asılı duran küçük hasır kutuyu gösterdi ve “İşte!” dedi “Çocuk bu kutuyu istiyor. Onu verirseniz susar.”. Çocuğun dedesi itiraz etti: “Bu kutuda bana emanet edilen kıymetli gün ışığı var ve ben onu korumakla mükellefim. Ya kutuya bir şey olursa?”. Ama gökyüzü halkının sağır olmasındansa bu riski almaya gönülsüz de olsa karar verdi. Nihayet çocuğun önüne konuldu kutu. Ve kuzgun gibi parlak kara saçlı çocuk birden sustu. Dünya yeniden karanlığın beslediği eski sessizliğine döndü.
“Sevgiyi Zamanında Dağıtmak Gerek”
Çocuklar için satın alınan her yeni oyuncak ve rengârenk şekerlerin karşılığında ancak geçici olarak suskunluk alabildiğimiz, sonrasında ise dayanılmaz bir gürültüye maruz kaldığımız bir dünyada yaşıyoruz. Evlerimizin ve kalplerimizin köşelerinde asılı duran en değerli şeyleri çocuklara emanet etmeye cesaret edemediğimiz için ne sessizliğe ne de mutmain nesillere ulaşabiliyoruz. İşliklerde onurumuzu azaltarak kazandığımız paralarla satın aldığımız eşya çocukları tatmin etmiyor. Çünkü onlar neyin değerli olduğunu yetişkinlerden daha iyi biliyorlar. İşte böyle durumlarda köşedeki hasır kutuyu gösteren bir sese ihtiyaç duyuyoruz. “Onu değil, onu değil, değerini zahirinden değil batınından alan hasır kutuyu verin çocuklara,” diyen bir ses.
“Tarih Çocukla Başlar”
Mustafa Ruhi Şirin yıllardır bu sesi yazı ve şiirleriyle duyurmaya, yaymaya çalışan bir isim. Çocukluktan çıkmaya direndiği için o kutunun içeriğini, çocukların kariyer planı, yaşam koçu, pahalı oyuncaktan çok ışık istediğini unutmamış, “uzatmalı çocuk” bir şair. Şirin’in toplu eserleri İz Yayıncılık tarafından yayınlanmaya başladı. Kapağında teki yırtılmış bir çift çocuk eldiveni bulunan ‘Elsiz Eldiven’ kitabı, serinin sekizinci kitabı olarak raflardaki yerini aldı. Savaşlarla, çatışmalarla ilmiği kaçan bir dünyada, elleri olmayan bir çift eldiven bir Dostoyevski kahramanı gibi hep şu sözü mırıldanıyor bize: “Bu dünya, bir tek çocuğun gözyaşına bile değmez.”. Bu duyarlığı hatırlayarak aralıyorsunuz kitabın hüzünlü kapağını. Birkaç sayfa sonraki “Bilge Krala” ithaf ise çocuk ödevinin aynı zamanda bir medeniyet ödevi olduğunu yeniden hatırlatıyor.
“Hazırım Sızıları Toplamaya”
“Ağır Oyun”, “Oylarınızı Çocuklara Verin”, “Tarih Çocukla Başlar”, “Çocuk Sesli İşaret”, “Kömür Sesinden Bahar” ve “Elsiz Eldiven” şeklinde altı bölümden oluşan kitap, başlıklardan da anlaşılacağı üzere dünyanın çocuk ödevi konusunda pek de hayırhah sonuçlar alamadığı bir yer olduğunu gösteren şiirlerle örülmüş bir hasır sepet aslında. Çocukları sağlıklı birer yetişkine dönüştürecek olan, kapitalizmin parlak vitrinlerindeki ürün ve söylemleri eve taşımak değildir, diyen bir hasır sepet. O parlak vitrinlerin sahte ışıklarının öksüz çocuklardan, çocuk işçilerden, sahillere vurmuş cansız minik bedenlerden de sorumlu olduğunu hatırlatan bir ses. Her şeyi taşıyan ama çocukların sanık olmasını kaldıramayan sandalyelere doğru götürüyor okuru; insanlık öğretmeni boyacı çocuklara. Her şeyin modası geçiyor; söz konusu çocuk olunca acının modası geçmiyor. Şiirin de aslında bu “modası geçmiş” acıları ısrarla gündeme taşımakla risk aldığını biliyor şair. ‘Ağır Oyun’ şiirindeki tornacı çocuk gibi parmağını tezgâha kaptıracağını biliyor. Şairin elleri cebinde dolaşması hep aylaklığın sembolü olarak görülür. Kimse bilmez parmağını planyaya kaptıran her çocukla onun da bir parmağının eksildiğini. Şiir bunun için “ağır oyundur” biraz. Ağzına yapıştırılan bohem ıslığın da bir keyif anına değil, çocukları korkulara salan “tın tın eden kabacık” sesini bastırmaya matuf olan bir dehşet anına denk geldiği bilinmez. Mustafa Ruhi Şirin de parmakları eksik, ıslığı dehşetiyle ilgili bir şair olarak kaleme almış bu dizeleri. Buruk bir gülüşle çocuklara “kaybolmadın” diye sesleniyor. Biliyor ki “Duyarsa çocuk/ kayboldun dediğini/ Hemen ölür.”
“Oylarınızı Çocuklara Verin”
Çocuğu bir özneden ziyade kurum ve uzmanların elinde yoğurulacak cansız bir kütle olarak gören siyasal sistemler de en az şairin parmakları kadar eksiktir. Bu yüzden şair, “Oylarınızı Çocuklara Verin” demektedir. Çocuğu ciddiye almayan Heraklit gibi bir bilge amca da olsa sonuç değişmez; onun da felsefesi eksiktir. Çünkü felsefe yakıtını çocuğun hayretinden, merakından ve hayranlığından almaktadır. Çocuğu göz ardı eden her fikir, asıl “çocuk oyuncağı” mesabesinde kalır ve ciddiyetini yitirir. “Nasıl Bir Felsefe Bu” şiiri bu duyarlığın güzel bir örneğidir. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Aristo gibi isimler bu bölümde söz konusu farkındalık testine tabi tutulan diğer isimlerdir.
“Yoruldum Uzaklara Mızıka Çalmaktan”
Çocuk söz konusu olduğunda “yasalar duvara”, sözleşmeler “fil tarifine” benzer. Hâlbuki insanı cennetten tarihin toprağına çeken merak, çocuğa duyduğu meraktır Şirin’e göre. İnsan çocuğunu özlemiş ve cennetten inmiştir. Öyleyse bu özleme mukayyet olmalıdır, olursa “Yoksulluk değil sevinç takvimine göre/ Çizilir belki yeni çocuk atlası.”. Şairin gönül aynasını çizen “Elmastan serttir yoksulların çaresizliği.”. Bu kırık aynada dünya, çocuğun kalbi kadar yer tutar şair için. Bir türlü ayağa kaldırmadığı sorunun payandası, tekrardaki esmayı bilen çocuğun tanımıdır. O, çocuğun kalbinde sakladığı devlere, dev gibi aşklara itimat etmektedir: “Çıkarın çocuklar artık sakladığınız devleri/ Haydi sürün kırlara ve aşka.”. Öyleyse şair eksik sorular ormanında kaybettiği yolu yine çocuk seslerine yaklaşmakla bulacaktır. Simurg gibi çocukların sesini topladığında kendi sesini bulacaktır. Çünkü çocuğu da şairi de aynı maddesiz melek korumaktadır. Kardeşi Afrika, sesi simsiyah, süsü Filistin, saati Bosna, penceresi Kandehar, eldiveni yoksulluk olan şairi…
Efsaneler çağını bir çalımda geçeli beri gökten çocuk sesleri gelmiyor artık. Hakiki meseleleri danışacağımız ihtiyarlar meclisi çoktan lağvetti kendini. Herkes kendi meselesiyle baş başa. Gök yerden gelen çocuk çığlıkları karşısında hayretle susuyor. Çocuk seslerinin nasıl gülüşe çevrilebileceğini ise köşedeki kitapçıda duran, hasır kutular kadar sade, süssüz kitaplar gösteriyor. Çocuklara güvenin, diyen kitaplar. En fazla ellerindeki hasır kutu yere düşer, içindeki gün ışığı dağılır ve dünya daha aydınlık bir yer olur. Tıpkı efsanedeki çocuğun yaptığı gibi.
Atakan Yavuz
atakanmucahityavuz@gmail.com
* Bu yazı Dergâh dergisinin 315, sayısında yayımlanmıştır.
- Hz. Ayşe
Senelerce, senelerce evvel, yeryüzünün kuzgun kanadı kadar karanlık olduğu zamanlarda bir gün gökyüzünden bir çocuk ağlaması gelmeye başladı. O zaman dünya karanlık olduğu kadar sessiz de bir yerdi ve ağlayan çocuğun sesi tüm dünyayı dolduracak kadar uzadı. Giderek dayanılmaz bir hal aldı. Oyunlar, oyuncaklar, parklar… Çocuğun ailesi elinden gelen her şeyi yaptığı halde onu susturmayı başaramayınca, bu huysuz çocuk bedbaht bir yetişkine dönüşmeden önlem almak için ihtiyar meclisine danışmaya karar verdiler. Toplantıya icabet eden komşu kabilelerin reisleri elbette kulaklarını tıkayarak katıldılar toplantıya. Çocuğu aralarına aldılar. İlk ihtiyar “Neyin var yavrucuğum?” sorusunun karşılığını kucağındaki ufaklıktan birkaç tırnak çiziğiyle aldı. Kulağını balmumuyla tıkayan diğerlerinin durumu da farklı değildi. Nihayet bir başka ihtiyar köşede asılı duran küçük hasır kutuyu gösterdi ve “İşte!” dedi “Çocuk bu kutuyu istiyor. Onu verirseniz susar.”. Çocuğun dedesi itiraz etti: “Bu kutuda bana emanet edilen kıymetli gün ışığı var ve ben onu korumakla mükellefim. Ya kutuya bir şey olursa?”. Ama gökyüzü halkının sağır olmasındansa bu riski almaya gönülsüz de olsa karar verdi. Nihayet çocuğun önüne konuldu kutu. Ve kuzgun gibi parlak kara saçlı çocuk birden sustu. Dünya yeniden karanlığın beslediği eski sessizliğine döndü.
“Sevgiyi Zamanında Dağıtmak Gerek”
Çocuklar için satın alınan her yeni oyuncak ve rengârenk şekerlerin karşılığında ancak geçici olarak suskunluk alabildiğimiz, sonrasında ise dayanılmaz bir gürültüye maruz kaldığımız bir dünyada yaşıyoruz. Evlerimizin ve kalplerimizin köşelerinde asılı duran en değerli şeyleri çocuklara emanet etmeye cesaret edemediğimiz için ne sessizliğe ne de mutmain nesillere ulaşabiliyoruz. İşliklerde onurumuzu azaltarak kazandığımız paralarla satın aldığımız eşya çocukları tatmin etmiyor. Çünkü onlar neyin değerli olduğunu yetişkinlerden daha iyi biliyorlar. İşte böyle durumlarda köşedeki hasır kutuyu gösteren bir sese ihtiyaç duyuyoruz. “Onu değil, onu değil, değerini zahirinden değil batınından alan hasır kutuyu verin çocuklara,” diyen bir ses.
“Tarih Çocukla Başlar”
Mustafa Ruhi Şirin yıllardır bu sesi yazı ve şiirleriyle duyurmaya, yaymaya çalışan bir isim. Çocukluktan çıkmaya direndiği için o kutunun içeriğini, çocukların kariyer planı, yaşam koçu, pahalı oyuncaktan çok ışık istediğini unutmamış, “uzatmalı çocuk” bir şair. Şirin’in toplu eserleri İz Yayıncılık tarafından yayınlanmaya başladı. Kapağında teki yırtılmış bir çift çocuk eldiveni bulunan ‘Elsiz Eldiven’ kitabı, serinin sekizinci kitabı olarak raflardaki yerini aldı. Savaşlarla, çatışmalarla ilmiği kaçan bir dünyada, elleri olmayan bir çift eldiven bir Dostoyevski kahramanı gibi hep şu sözü mırıldanıyor bize: “Bu dünya, bir tek çocuğun gözyaşına bile değmez.”. Bu duyarlığı hatırlayarak aralıyorsunuz kitabın hüzünlü kapağını. Birkaç sayfa sonraki “Bilge Krala” ithaf ise çocuk ödevinin aynı zamanda bir medeniyet ödevi olduğunu yeniden hatırlatıyor.
“Hazırım Sızıları Toplamaya”
“Ağır Oyun”, “Oylarınızı Çocuklara Verin”, “Tarih Çocukla Başlar”, “Çocuk Sesli İşaret”, “Kömür Sesinden Bahar” ve “Elsiz Eldiven” şeklinde altı bölümden oluşan kitap, başlıklardan da anlaşılacağı üzere dünyanın çocuk ödevi konusunda pek de hayırhah sonuçlar alamadığı bir yer olduğunu gösteren şiirlerle örülmüş bir hasır sepet aslında. Çocukları sağlıklı birer yetişkine dönüştürecek olan, kapitalizmin parlak vitrinlerindeki ürün ve söylemleri eve taşımak değildir, diyen bir hasır sepet. O parlak vitrinlerin sahte ışıklarının öksüz çocuklardan, çocuk işçilerden, sahillere vurmuş cansız minik bedenlerden de sorumlu olduğunu hatırlatan bir ses. Her şeyi taşıyan ama çocukların sanık olmasını kaldıramayan sandalyelere doğru götürüyor okuru; insanlık öğretmeni boyacı çocuklara. Her şeyin modası geçiyor; söz konusu çocuk olunca acının modası geçmiyor. Şiirin de aslında bu “modası geçmiş” acıları ısrarla gündeme taşımakla risk aldığını biliyor şair. ‘Ağır Oyun’ şiirindeki tornacı çocuk gibi parmağını tezgâha kaptıracağını biliyor. Şairin elleri cebinde dolaşması hep aylaklığın sembolü olarak görülür. Kimse bilmez parmağını planyaya kaptıran her çocukla onun da bir parmağının eksildiğini. Şiir bunun için “ağır oyundur” biraz. Ağzına yapıştırılan bohem ıslığın da bir keyif anına değil, çocukları korkulara salan “tın tın eden kabacık” sesini bastırmaya matuf olan bir dehşet anına denk geldiği bilinmez. Mustafa Ruhi Şirin de parmakları eksik, ıslığı dehşetiyle ilgili bir şair olarak kaleme almış bu dizeleri. Buruk bir gülüşle çocuklara “kaybolmadın” diye sesleniyor. Biliyor ki “Duyarsa çocuk/ kayboldun dediğini/ Hemen ölür.”
“Oylarınızı Çocuklara Verin”
Çocuğu bir özneden ziyade kurum ve uzmanların elinde yoğurulacak cansız bir kütle olarak gören siyasal sistemler de en az şairin parmakları kadar eksiktir. Bu yüzden şair, “Oylarınızı Çocuklara Verin” demektedir. Çocuğu ciddiye almayan Heraklit gibi bir bilge amca da olsa sonuç değişmez; onun da felsefesi eksiktir. Çünkü felsefe yakıtını çocuğun hayretinden, merakından ve hayranlığından almaktadır. Çocuğu göz ardı eden her fikir, asıl “çocuk oyuncağı” mesabesinde kalır ve ciddiyetini yitirir. “Nasıl Bir Felsefe Bu” şiiri bu duyarlığın güzel bir örneğidir. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Aristo gibi isimler bu bölümde söz konusu farkındalık testine tabi tutulan diğer isimlerdir.
“Yoruldum Uzaklara Mızıka Çalmaktan”
Çocuk söz konusu olduğunda “yasalar duvara”, sözleşmeler “fil tarifine” benzer. Hâlbuki insanı cennetten tarihin toprağına çeken merak, çocuğa duyduğu meraktır Şirin’e göre. İnsan çocuğunu özlemiş ve cennetten inmiştir. Öyleyse bu özleme mukayyet olmalıdır, olursa “Yoksulluk değil sevinç takvimine göre/ Çizilir belki yeni çocuk atlası.”. Şairin gönül aynasını çizen “Elmastan serttir yoksulların çaresizliği.”. Bu kırık aynada dünya, çocuğun kalbi kadar yer tutar şair için. Bir türlü ayağa kaldırmadığı sorunun payandası, tekrardaki esmayı bilen çocuğun tanımıdır. O, çocuğun kalbinde sakladığı devlere, dev gibi aşklara itimat etmektedir: “Çıkarın çocuklar artık sakladığınız devleri/ Haydi sürün kırlara ve aşka.”. Öyleyse şair eksik sorular ormanında kaybettiği yolu yine çocuk seslerine yaklaşmakla bulacaktır. Simurg gibi çocukların sesini topladığında kendi sesini bulacaktır. Çünkü çocuğu da şairi de aynı maddesiz melek korumaktadır. Kardeşi Afrika, sesi simsiyah, süsü Filistin, saati Bosna, penceresi Kandehar, eldiveni yoksulluk olan şairi…
Efsaneler çağını bir çalımda geçeli beri gökten çocuk sesleri gelmiyor artık. Hakiki meseleleri danışacağımız ihtiyarlar meclisi çoktan lağvetti kendini. Herkes kendi meselesiyle baş başa. Gök yerden gelen çocuk çığlıkları karşısında hayretle susuyor. Çocuk seslerinin nasıl gülüşe çevrilebileceğini ise köşedeki kitapçıda duran, hasır kutular kadar sade, süssüz kitaplar gösteriyor. Çocuklara güvenin, diyen kitaplar. En fazla ellerindeki hasır kutu yere düşer, içindeki gün ışığı dağılır ve dünya daha aydınlık bir yer olur. Tıpkı efsanedeki çocuğun yaptığı gibi.
Atakan Yavuz
atakanmucahityavuz@gmail.com
* Bu yazı Dergâh dergisinin 315, sayısında yayımlanmıştır.
22 Haziran 2016 Çarşamba
Yürümeden yol alınmaz
"Allah kime bir nur vermediyse artık onun için hiçbir nur yoktur."
- Nur: 24/40
"Oğulcağızım! Sakın horoz senden daha akıllı olmasın; sen uyurken seher vaktinde o nida etmesin!"
- Lokman-ı Hakîm
Vefatının ardından neredeyse bin sene geçmiş olmasına rağmen el'an eserlerinden istifade edilen, yazdıklarıyla ve söyledikleriyle birçok düşünürün yeni şeyler keşfetmesini sağlayan, devlet yöneticisinden sanatkârına kadar her alanda hak olana işaret eden bir büyük zâttır "Hüccetü’l-İslâm" lakaplı İmam Gazâlî. Esas ismi Muhammed'dir, künyesi ise Ebû Hâmid'dir. Büyük Selçuklu Devleti zamanında bilhassa Bağdat, Kudüs, Nişabur ve Şam gibi son derece stratejik bölgelerde fıkıh, kelam, şeriat, tasavvuf, edebiyat ve mantık üzerine çalışmalar yapmıştır. En çok bilinen eseri İhyâ-u Ulûmi'd-dîn, Türkçe'mize ciltlerce tercüme edilmiştir.
İmam Gazâli ile Yusuf Hemedanî'nin hocaları Ebû Ali Farmedî'dir. Kendisi hem Ebu’l Kâsım Gürgânî'den hem de 11. yüzyılın büyük mutasavvıflarından biri olan Ebu'l Hasan Harakânî'den ders almıştır. Bu silsile Cüneyd-i Bağdadî'ye kadar uzanır. Gazâlî'nin çağdaşları arasında Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam da bulunmaktadır. Bu büyük mutasavvıf, hakikati arayış yolculuğunu El-Münkız Mine'd Dalal adlı eserinde anlatır ve "Her şeyin hakikatini öğrenmeye karşı duyduğum susamışlık; baştan ve gençliğimden beri tuttuğum yol ve benim bir hasletim olmuştur." der.
Kimyâ-i Saâdet adlı harikulade eserinde Gazâlî, bedeni kalbin ülkesi olarak nitelendirir. Dolayısıyla kalbin birçok askeri vardır ve kalp ahiret için yaratılmıştır. "Allah’ı tanımak ise onun yarattıklarını bilmekten geçer" diyen Gazâli formülü de "İnsanın bâtınında olan sıfatların geneli hayvanlara, bazısı yırtıcı hayvanlara, bazısı şeytanlara ve meleklere ait olan sıfatlardır. İnsan bunların hangisinden olduğunun farkına varmalıdır. Çünkü insan bunları bilmezse doğru yolu bulamaz." diyerek verir. Yazdığı her eserinde insanın nefsine karşı galip gelmesi hâline Hakk'ın ve hakikatin yolcusu olacağını belirten Gazâlî, Eyyühe’l Veled (Ey Oğul) adlı eserinde "Hak Yolcusuna Öğütler" verir. Büyüyenay Yayınları tarafından hazırlanan kitapta bu öğütler bir bölümü oluştururken diğer bölümde ise tasavvuf ehlinin ulaştığı ledün ilmine dair bir "Ledünnî İlim Risalesi" yer almaktadır. İlk bölümün okuması son derece rahat, ikinci bölüm ise daha evvel bu yönde okumalar yapmış olanların zorlanmayacağı üsluptadır. Asım Cüneyd Köksal'ı bu güzel çevirisi için tebrik etmek gerekir. Kitabın giriş bölümünde kendisinin yazmış olduğu 9 sayfalık "İmam Gazâlî'nin Hayatı ve İslâm Düşüncesindeki Yerine Genel Bir Bakış" ise bilhassa genç okuyucular için faydalı olacaktır. Yine ismi geçenlerin kısa biyografilerinin dipnot şeklinde belirtilmesi de oldukça güzel.
Allah yolunda olan sâlikler için şu dört şeyin gerekli olduğunu söylüyor Gazâlî: "Birincisi:İçinde bidat olmayan sahih bir inanç. İkincisi: Sonrasında tekrar günaha düşülmeyen samimi (nasuh) tevbe. Üçüncüsü: Hasımlarını razı etmek, onların sende bir hakları kalmamasını sağlamak. Dördüncüsü: Allah'ın emirlerini yerine getirebilmeye yetecek kadar şeriat ilminden öğrenmek, daha sonra da kendisiyle kurtuluşa erilen diğer ilimleri tahsil etmek."
Dört yüz üstada hizmet ettiği rivayet edilen Şiblî'den (r.a.) de şu dediklerini nakleder: "Dört bin hadis okudum, bunlardan bir hadisi seçip onunla amel ettim, kurtuluşumun bu hadiste olduğunu anladığım için gönlümü diğer şeylerden temizledim. Öncekilerin ve sonrakilerin bütün ilminin bu hadiste mevcut olduğunu gördüm ve bununla yetindim. Bu hadis de şudur: Resulullah (s.a.v.) bazı sahabilerine şöyle buyurmuştur: Dünyada kalacağın kadar orası için çalış, ahirette kalacağın kadar da orası için çalış. Allah'a olan ihtiyacın nispetinde O'nun için çalış, ateşe sabrın kadar da ateş için çalış."
Tasavvufun Allah Teâlâ ile istikamet, halk ile sükûnet ve huzur gibi iki mühim özelliği barındırdığı belirten Gazâlî, kulluk (ubûdiyet) hakkında da şöyle der: "1. Şeriatın emirlerini korumak. 2. Kaza, kader ve Allah'ın (c.c.) kısmetine rıza göstermek. 3. Allah'ın rızasını ararken kendi nefsinin rızasını terketmek."
Kişinin terketmesi gerekenleri, tutulacak yolu, kaçınılması gereken davranışları ve edinilmesi gereken nitelikleri oldukça öz ve etkileyici bir biçimde yazmış olan İmam Gazâlî, öğütlerini tesirli bir dua ile sonlandırıyor, okuyucuya da kuvvetlice bir "Âmin!" demek düşüyor.
Kitabın ikinci bölümü olan Ledünnî İlim Risalesi; Gazâlî'nin bir dostunun, âlimlerden birinin gaybî-ledünnî ilmî inkar ettiğine rastlaması ve dostunun şu ricası üzerine kaleme alınmış: "İmkân ölçüsünde ilimlerin mertebelerini zikretmeni, bu ilmin sahihliğini ortaya koymanı, bizzat kendinin bu ilme nasıl ulaştığını ve bunun kuvvetli bir gerçek olduğunu nasıl kabul ettiğini yazmanı arzu ederdim."
Mevzuyu "İlmin şerefi" ile açmaya başlar Gazâlî. "İlmin şerefi, malumun şerefi kadardır. Âlimin mertebesi de ilmin mertebesi nispetindedir. Hiç kuşku yok ki bilgiye konu olanların en faziletlisi, en yücesi, en şereflisi ve en ulusu Sânî, yaratıcı, Hak ve tek olan Allah'ındır. O'nunla ilgili ilim olan tevhid ilmi de ilimlerin en faziletlisi, en yücesi ve en mükemmelidir" der. Nefsin ve insan ruhunun açıklanması ile devam eden Gazâlî, mutasavvıflardan bir grubun cesedin olduğu gibi kalbin de gözü olduğunu, böylece zâhirî gözle zâhirî varlıkların, akıl gözüyle de hakikatlerin görülebildiğini söylediklerini belirtir. Zira Resulullah Aleyhisselâm da "Hiçbir kul yoktur ki kalbinin iki gözü olmasın" buyurmuştur. Gazâlî bu hadis-i şerifi şöyle yorumlar: "Bu gözlerle gayb idrâk edilir, Allah Teâlâ bir kuluna hayır dilediği zaman, dış gözünden saklı olan şeyleri görmesi için kalp gözlerini açar."
İlimlerin sınıfları ve kısımları, sûfîlerin ilmi, ilimleri elde etme yolları, ilimleri elde etmek hususunda nefslerin mertebeleri ile süren risale, ledünnî ilmin hakikati ve elde etme yolu ile sona erer. Burada üç yoldan bahseder Gazâlî:
"Birincisi: Bütün ilimleri elde etmek ve çoğunluğunda en büyük nasibi almak, en yüksek yere varmaktır. İkincisi: Doğru riyâzet ve sahih murakabedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)bu hakikata işaret ederek: "Bildiğiyle amel edene Allah bilmediğini bilgiyi ihsan eder." Ayrıca: "Kırk sabah boyunca Allah'a karşı ihlaslı olan kimsenin kalbinden diline Allah (c.c.) hikmet pınarları zuhur ettirir." buyurmuştur. Üçüncüsü: Tefekkürdür. Nitekim nefs taallüm edip ilme razı olur, sonra fikretmenin şartlarını gözeterek bildikleri hakkında tefekkür ederse kendisine gayb kapısı açılır. Bir tacir gibi ki tasarrufun şartını gözeterek malı üzerinde tasarrufta bulunursa kendisine kazanç kapısı açılır. Hata yoluna saparsa hüsran çukurlarına yuvarlanır. Şu halde tefekkür eden kişi doğru yolu tuttuğu zaman yüksek akıl sahiplerinden olur, gayb aleminden kalbine bir pencere açılır, böylece âlim, kâmil, akıl ve ilham sahibi, desteklenmiş bir kişi olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurur: Kısa bir süre tefekkür etmek altmış sene ibadetten hayırlıdır."
Son olarak; mizac bozukluğu ilimlerin her türlüsüne engeldir. "Kimileri bütün ömürleri boyunca taallüm eder, tüm günlerini ilim elde etmek ve yanlışları düzeltmekle geçirirler de mizaclarının bozukluğu yüzünden hiçbir şey anlamazlar. Çünkü mizac bozulunca tedavi kabul etmez." der İmam Gazâlî.
Allah yol(un)a çıkanlardan, yol(un)da olanlardan eylesin. Yolsuz bırakmasın. Âmin.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Nur: 24/40
"Oğulcağızım! Sakın horoz senden daha akıllı olmasın; sen uyurken seher vaktinde o nida etmesin!"
- Lokman-ı Hakîm
Vefatının ardından neredeyse bin sene geçmiş olmasına rağmen el'an eserlerinden istifade edilen, yazdıklarıyla ve söyledikleriyle birçok düşünürün yeni şeyler keşfetmesini sağlayan, devlet yöneticisinden sanatkârına kadar her alanda hak olana işaret eden bir büyük zâttır "Hüccetü’l-İslâm" lakaplı İmam Gazâlî. Esas ismi Muhammed'dir, künyesi ise Ebû Hâmid'dir. Büyük Selçuklu Devleti zamanında bilhassa Bağdat, Kudüs, Nişabur ve Şam gibi son derece stratejik bölgelerde fıkıh, kelam, şeriat, tasavvuf, edebiyat ve mantık üzerine çalışmalar yapmıştır. En çok bilinen eseri İhyâ-u Ulûmi'd-dîn, Türkçe'mize ciltlerce tercüme edilmiştir.
İmam Gazâli ile Yusuf Hemedanî'nin hocaları Ebû Ali Farmedî'dir. Kendisi hem Ebu’l Kâsım Gürgânî'den hem de 11. yüzyılın büyük mutasavvıflarından biri olan Ebu'l Hasan Harakânî'den ders almıştır. Bu silsile Cüneyd-i Bağdadî'ye kadar uzanır. Gazâlî'nin çağdaşları arasında Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam da bulunmaktadır. Bu büyük mutasavvıf, hakikati arayış yolculuğunu El-Münkız Mine'd Dalal adlı eserinde anlatır ve "Her şeyin hakikatini öğrenmeye karşı duyduğum susamışlık; baştan ve gençliğimden beri tuttuğum yol ve benim bir hasletim olmuştur." der.
Kimyâ-i Saâdet adlı harikulade eserinde Gazâlî, bedeni kalbin ülkesi olarak nitelendirir. Dolayısıyla kalbin birçok askeri vardır ve kalp ahiret için yaratılmıştır. "Allah’ı tanımak ise onun yarattıklarını bilmekten geçer" diyen Gazâli formülü de "İnsanın bâtınında olan sıfatların geneli hayvanlara, bazısı yırtıcı hayvanlara, bazısı şeytanlara ve meleklere ait olan sıfatlardır. İnsan bunların hangisinden olduğunun farkına varmalıdır. Çünkü insan bunları bilmezse doğru yolu bulamaz." diyerek verir. Yazdığı her eserinde insanın nefsine karşı galip gelmesi hâline Hakk'ın ve hakikatin yolcusu olacağını belirten Gazâlî, Eyyühe’l Veled (Ey Oğul) adlı eserinde "Hak Yolcusuna Öğütler" verir. Büyüyenay Yayınları tarafından hazırlanan kitapta bu öğütler bir bölümü oluştururken diğer bölümde ise tasavvuf ehlinin ulaştığı ledün ilmine dair bir "Ledünnî İlim Risalesi" yer almaktadır. İlk bölümün okuması son derece rahat, ikinci bölüm ise daha evvel bu yönde okumalar yapmış olanların zorlanmayacağı üsluptadır. Asım Cüneyd Köksal'ı bu güzel çevirisi için tebrik etmek gerekir. Kitabın giriş bölümünde kendisinin yazmış olduğu 9 sayfalık "İmam Gazâlî'nin Hayatı ve İslâm Düşüncesindeki Yerine Genel Bir Bakış" ise bilhassa genç okuyucular için faydalı olacaktır. Yine ismi geçenlerin kısa biyografilerinin dipnot şeklinde belirtilmesi de oldukça güzel.
Allah yolunda olan sâlikler için şu dört şeyin gerekli olduğunu söylüyor Gazâlî: "Birincisi:İçinde bidat olmayan sahih bir inanç. İkincisi: Sonrasında tekrar günaha düşülmeyen samimi (nasuh) tevbe. Üçüncüsü: Hasımlarını razı etmek, onların sende bir hakları kalmamasını sağlamak. Dördüncüsü: Allah'ın emirlerini yerine getirebilmeye yetecek kadar şeriat ilminden öğrenmek, daha sonra da kendisiyle kurtuluşa erilen diğer ilimleri tahsil etmek."
Dört yüz üstada hizmet ettiği rivayet edilen Şiblî'den (r.a.) de şu dediklerini nakleder: "Dört bin hadis okudum, bunlardan bir hadisi seçip onunla amel ettim, kurtuluşumun bu hadiste olduğunu anladığım için gönlümü diğer şeylerden temizledim. Öncekilerin ve sonrakilerin bütün ilminin bu hadiste mevcut olduğunu gördüm ve bununla yetindim. Bu hadis de şudur: Resulullah (s.a.v.) bazı sahabilerine şöyle buyurmuştur: Dünyada kalacağın kadar orası için çalış, ahirette kalacağın kadar da orası için çalış. Allah'a olan ihtiyacın nispetinde O'nun için çalış, ateşe sabrın kadar da ateş için çalış."
Tasavvufun Allah Teâlâ ile istikamet, halk ile sükûnet ve huzur gibi iki mühim özelliği barındırdığı belirten Gazâlî, kulluk (ubûdiyet) hakkında da şöyle der: "1. Şeriatın emirlerini korumak. 2. Kaza, kader ve Allah'ın (c.c.) kısmetine rıza göstermek. 3. Allah'ın rızasını ararken kendi nefsinin rızasını terketmek."
Kişinin terketmesi gerekenleri, tutulacak yolu, kaçınılması gereken davranışları ve edinilmesi gereken nitelikleri oldukça öz ve etkileyici bir biçimde yazmış olan İmam Gazâlî, öğütlerini tesirli bir dua ile sonlandırıyor, okuyucuya da kuvvetlice bir "Âmin!" demek düşüyor.
Kitabın ikinci bölümü olan Ledünnî İlim Risalesi; Gazâlî'nin bir dostunun, âlimlerden birinin gaybî-ledünnî ilmî inkar ettiğine rastlaması ve dostunun şu ricası üzerine kaleme alınmış: "İmkân ölçüsünde ilimlerin mertebelerini zikretmeni, bu ilmin sahihliğini ortaya koymanı, bizzat kendinin bu ilme nasıl ulaştığını ve bunun kuvvetli bir gerçek olduğunu nasıl kabul ettiğini yazmanı arzu ederdim."
Mevzuyu "İlmin şerefi" ile açmaya başlar Gazâlî. "İlmin şerefi, malumun şerefi kadardır. Âlimin mertebesi de ilmin mertebesi nispetindedir. Hiç kuşku yok ki bilgiye konu olanların en faziletlisi, en yücesi, en şereflisi ve en ulusu Sânî, yaratıcı, Hak ve tek olan Allah'ındır. O'nunla ilgili ilim olan tevhid ilmi de ilimlerin en faziletlisi, en yücesi ve en mükemmelidir" der. Nefsin ve insan ruhunun açıklanması ile devam eden Gazâlî, mutasavvıflardan bir grubun cesedin olduğu gibi kalbin de gözü olduğunu, böylece zâhirî gözle zâhirî varlıkların, akıl gözüyle de hakikatlerin görülebildiğini söylediklerini belirtir. Zira Resulullah Aleyhisselâm da "Hiçbir kul yoktur ki kalbinin iki gözü olmasın" buyurmuştur. Gazâlî bu hadis-i şerifi şöyle yorumlar: "Bu gözlerle gayb idrâk edilir, Allah Teâlâ bir kuluna hayır dilediği zaman, dış gözünden saklı olan şeyleri görmesi için kalp gözlerini açar."
İlimlerin sınıfları ve kısımları, sûfîlerin ilmi, ilimleri elde etme yolları, ilimleri elde etmek hususunda nefslerin mertebeleri ile süren risale, ledünnî ilmin hakikati ve elde etme yolu ile sona erer. Burada üç yoldan bahseder Gazâlî:
"Birincisi: Bütün ilimleri elde etmek ve çoğunluğunda en büyük nasibi almak, en yüksek yere varmaktır. İkincisi: Doğru riyâzet ve sahih murakabedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)bu hakikata işaret ederek: "Bildiğiyle amel edene Allah bilmediğini bilgiyi ihsan eder." Ayrıca: "Kırk sabah boyunca Allah'a karşı ihlaslı olan kimsenin kalbinden diline Allah (c.c.) hikmet pınarları zuhur ettirir." buyurmuştur. Üçüncüsü: Tefekkürdür. Nitekim nefs taallüm edip ilme razı olur, sonra fikretmenin şartlarını gözeterek bildikleri hakkında tefekkür ederse kendisine gayb kapısı açılır. Bir tacir gibi ki tasarrufun şartını gözeterek malı üzerinde tasarrufta bulunursa kendisine kazanç kapısı açılır. Hata yoluna saparsa hüsran çukurlarına yuvarlanır. Şu halde tefekkür eden kişi doğru yolu tuttuğu zaman yüksek akıl sahiplerinden olur, gayb aleminden kalbine bir pencere açılır, böylece âlim, kâmil, akıl ve ilham sahibi, desteklenmiş bir kişi olur. Nitekim Resulullah (s.a.v.) buyurur: Kısa bir süre tefekkür etmek altmış sene ibadetten hayırlıdır."
Son olarak; mizac bozukluğu ilimlerin her türlüsüne engeldir. "Kimileri bütün ömürleri boyunca taallüm eder, tüm günlerini ilim elde etmek ve yanlışları düzeltmekle geçirirler de mizaclarının bozukluğu yüzünden hiçbir şey anlamazlar. Çünkü mizac bozulunca tedavi kabul etmez." der İmam Gazâlî.
Allah yol(un)a çıkanlardan, yol(un)da olanlardan eylesin. Yolsuz bırakmasın. Âmin.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
21 Haziran 2016 Salı
İyileşmeyen yaraların hikayeleri
Kelimenin etimolojisini araştıranlar yara ile akrabalığını uzun uzun anlatırlar. Her kelimenin muhatabında bıraktığı izi delalet gösterirler bunun için. Mustafa Başpınar ise hikâye dünyasını kurarken cümlelerini oluşturan kelimelerin bıraktığı izi değil, hayatın insanlarda bıraktığı yaraların kelimelerdeki karşılığını arıyor. Onun, hayatı merkeze alan bu tutumuyla “anlatılanlara” odaklanıp anlatmayı ikinci plana ittiği düşüncesini uyandırmak istemem. Zira bu öncelikle Mustafa Başpınar’ın yazarlığındaki titizliğe gölge düşürür. Her yazar gibi o da anlatmayı tali bir mesele olarak görmediği için edebi bir metne imza atabiliyor. Ancak ‘kimi’, ‘niçin’ anlatacağı sorusu da Başpınar için en az ‘nasıl’ anlatacağı kadar önemli bir problem.
Mustafa Başpınar, kısa cümlelerle, yalın ve akıcı bir anlatımla inşa ediyor hikâyelerini. Kitapta yer alan “Yaralarınız İyileşti mi?” dışındaki hikâyelerin de kısa olduğu söylenebilir. Belki kitabın adı da “Yaralarınız İyileşti mi” olabilirdi. Zira kitabın en çarpıcı ve kitapta yer alan hikâyelerin haletini en çok temsil eden hikâye o bence. İlk hikâyedeki karakter annesinin bir bakışıyla yaralanırken son hikâyede umutsuz bir aşk hikâyesi ile mesleğini terk eden bir öğretmen anlatılıyor. “Bir Şey Gelip Şurama Oturdu” dememeden veya demediği konularda yazmayan bir yazar Mustafa Başpınar. Bu da hikâyesinin en güçlü kısmı aslında.
Zira Mustafa Başpınar’ın hikâyelerinde yalın ve samimi bir kendiliğindenlik var. “Yapmacıksız” bir yaşanmışlık duygusu sızıyor yazdıklarına. Bundan yazdıklarının “otobiyografik” olduğunu düşündüğüm sonucunun çıkarılmasını istemem yalnız. Okurda güçlü bir sahicilik duygusunun uyandığını ise rahatlıkla vurgulayabilirim. Bu konuda verdiği bir röportajda, Başpınar da benzer bir cevap vermiş zaten: “Hikâyelerimde özellikle planlanmış, nitelikleri kafamda şekillenmiş bir toplum portresi çizmiyorum. Çünkü toplum mühendisliği(!) yapmıyorum. Ben hikâye ve romanın var olan topluma ayna tuttuğuna inanıyorum. Görüp işittiklerim, bazen şahit olduklarım, kurmacanın sınırları içerisinde okuyucunun karşısına hikâye formatında çıkıyor.”
“Sabriye’nim Kerameti” gibi mizahi unsurlar taşıyan hikâyeleri istisna tutulursa genelde “hüzün” burcundan yazıyor Mustafa Başpınar. “Sabriye’nin Kerameti” ise Başpınar’ın yazmayı tercih ederse iyi bir mizah yazarı olabileceğinin işareti bence. Ancak onda da “Bir Şey Gelip Şurama Oturdu” kriteri devre dışı kalmıyor.
Ana karakteri bir kitap olan “Talihsiz Yolculuk” ise mizahla hüznün farklı bir dengesi üzerinden kurulmuş bir hikâye. Ana karakterin bir canlı değil, kitap olması hikâyeye farklı bir okuma tadı kazandırıyor. “Işıltılı Bir Dünya”da ise bin bir hazırlıkla doğması beklenen çocuğun anne ve babası için nasıl bir imtihan sebebi olduğu anlatılıyor. Mustafa Başpınar, ana karakteri “cansız” bile olsa “yaşanmayacak” yahut “yaşanması muhtemel olmayan” bir olay anlatmıyor.
Hatta seçtiği olay örgüleri günlük hayatta zaten başımıza gelen veya yakın çevremizde gördüğümüz yahut duyduğumuz vakalar üzerinden ilerliyor. Yazdıklarında okura sürprizler hazırlamıyor, onları ters köşeye gönderecek zeka tuzakları kurmuyor. Bu da anlattıklarının insani yanını güçlü kılıyor bence. Başpınar “zekâ bulmacaları” değil “duyarlığı hassaslaştıran” hikâyelere imza atıyor. Hem medyanın hem de sosyal medyanın elbirliği ile “duyarlılık” alanlarımızı nasırlaştırdığı bir zamanda, Mustafa Başpınar’ın hikâye dünyasının bu duyarlılık alanlarını tazeleyici ve bize “insanlığımızı” hatırlatan tutumu elbette görmezden gelinmemeli. Böyle bir lüksümüz yok emin olun.
İyi-kötü tipler yok Mustafa Başpınar’ın hikâyelerinde. Kitaba ismini veren “Annemin Gözleri”nde olduğu gibi zaman zaman olumsuz işler yapan “olumlu” tipler var. Tıpkı hayatta olduğu gibi iyi ile kötü arasındaki sınır, netliğini kaybetmiş durumda. Bu da ister istemez okurunun tetikte durmasını gerekli kılan bir hikâye dünyasına sokuyor bizi.
Daha önce Meleğin Gölgesi adlı kitaba imza atan Mustafa Başpınar, ikinci hikâye kitabı Annemin Gözleri ile daha olgun bir hikâye dünyasına ulaşmaya yeteneği ve azmi olduğunu göstermiş oldu. Yazmaya, Mustafa Kutlu’nun halkçı damarının daha bireysel bir üsluplaştırması olarak başlayan Başpınar’ın kendi hikâye dünyasının giderek daha belirginleştiğini söylemek hiç de abartılı olmaz. Her şeyden önemlisi zeka oyunlarına ağırlık verilen öykülerin ve sosyal medyanın katılaştırdığı gönüllerin çağında Mustafa Başpınar’ın akıntının dışında durmaya özen gösteren tavrından öğrenmemiz gereken çok şey var. İşte tam da bu yüzden Mustafa Başpınar’ın duyarlılık tazeleyici hikâyelerine zannettiğimizden daha çok ihtiyacımız olduğunu söylemem gerekiyor. Annemin Gözleri adlı kitabı bu sebeple önemsedim zaten.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Mustafa Başpınar, kısa cümlelerle, yalın ve akıcı bir anlatımla inşa ediyor hikâyelerini. Kitapta yer alan “Yaralarınız İyileşti mi?” dışındaki hikâyelerin de kısa olduğu söylenebilir. Belki kitabın adı da “Yaralarınız İyileşti mi” olabilirdi. Zira kitabın en çarpıcı ve kitapta yer alan hikâyelerin haletini en çok temsil eden hikâye o bence. İlk hikâyedeki karakter annesinin bir bakışıyla yaralanırken son hikâyede umutsuz bir aşk hikâyesi ile mesleğini terk eden bir öğretmen anlatılıyor. “Bir Şey Gelip Şurama Oturdu” dememeden veya demediği konularda yazmayan bir yazar Mustafa Başpınar. Bu da hikâyesinin en güçlü kısmı aslında.
Zira Mustafa Başpınar’ın hikâyelerinde yalın ve samimi bir kendiliğindenlik var. “Yapmacıksız” bir yaşanmışlık duygusu sızıyor yazdıklarına. Bundan yazdıklarının “otobiyografik” olduğunu düşündüğüm sonucunun çıkarılmasını istemem yalnız. Okurda güçlü bir sahicilik duygusunun uyandığını ise rahatlıkla vurgulayabilirim. Bu konuda verdiği bir röportajda, Başpınar da benzer bir cevap vermiş zaten: “Hikâyelerimde özellikle planlanmış, nitelikleri kafamda şekillenmiş bir toplum portresi çizmiyorum. Çünkü toplum mühendisliği(!) yapmıyorum. Ben hikâye ve romanın var olan topluma ayna tuttuğuna inanıyorum. Görüp işittiklerim, bazen şahit olduklarım, kurmacanın sınırları içerisinde okuyucunun karşısına hikâye formatında çıkıyor.”
“Sabriye’nim Kerameti” gibi mizahi unsurlar taşıyan hikâyeleri istisna tutulursa genelde “hüzün” burcundan yazıyor Mustafa Başpınar. “Sabriye’nin Kerameti” ise Başpınar’ın yazmayı tercih ederse iyi bir mizah yazarı olabileceğinin işareti bence. Ancak onda da “Bir Şey Gelip Şurama Oturdu” kriteri devre dışı kalmıyor.
Ana karakteri bir kitap olan “Talihsiz Yolculuk” ise mizahla hüznün farklı bir dengesi üzerinden kurulmuş bir hikâye. Ana karakterin bir canlı değil, kitap olması hikâyeye farklı bir okuma tadı kazandırıyor. “Işıltılı Bir Dünya”da ise bin bir hazırlıkla doğması beklenen çocuğun anne ve babası için nasıl bir imtihan sebebi olduğu anlatılıyor. Mustafa Başpınar, ana karakteri “cansız” bile olsa “yaşanmayacak” yahut “yaşanması muhtemel olmayan” bir olay anlatmıyor.
Hatta seçtiği olay örgüleri günlük hayatta zaten başımıza gelen veya yakın çevremizde gördüğümüz yahut duyduğumuz vakalar üzerinden ilerliyor. Yazdıklarında okura sürprizler hazırlamıyor, onları ters köşeye gönderecek zeka tuzakları kurmuyor. Bu da anlattıklarının insani yanını güçlü kılıyor bence. Başpınar “zekâ bulmacaları” değil “duyarlığı hassaslaştıran” hikâyelere imza atıyor. Hem medyanın hem de sosyal medyanın elbirliği ile “duyarlılık” alanlarımızı nasırlaştırdığı bir zamanda, Mustafa Başpınar’ın hikâye dünyasının bu duyarlılık alanlarını tazeleyici ve bize “insanlığımızı” hatırlatan tutumu elbette görmezden gelinmemeli. Böyle bir lüksümüz yok emin olun.
İyi-kötü tipler yok Mustafa Başpınar’ın hikâyelerinde. Kitaba ismini veren “Annemin Gözleri”nde olduğu gibi zaman zaman olumsuz işler yapan “olumlu” tipler var. Tıpkı hayatta olduğu gibi iyi ile kötü arasındaki sınır, netliğini kaybetmiş durumda. Bu da ister istemez okurunun tetikte durmasını gerekli kılan bir hikâye dünyasına sokuyor bizi.
Daha önce Meleğin Gölgesi adlı kitaba imza atan Mustafa Başpınar, ikinci hikâye kitabı Annemin Gözleri ile daha olgun bir hikâye dünyasına ulaşmaya yeteneği ve azmi olduğunu göstermiş oldu. Yazmaya, Mustafa Kutlu’nun halkçı damarının daha bireysel bir üsluplaştırması olarak başlayan Başpınar’ın kendi hikâye dünyasının giderek daha belirginleştiğini söylemek hiç de abartılı olmaz. Her şeyden önemlisi zeka oyunlarına ağırlık verilen öykülerin ve sosyal medyanın katılaştırdığı gönüllerin çağında Mustafa Başpınar’ın akıntının dışında durmaya özen gösteren tavrından öğrenmemiz gereken çok şey var. İşte tam da bu yüzden Mustafa Başpınar’ın duyarlılık tazeleyici hikâyelerine zannettiğimizden daha çok ihtiyacımız olduğunu söylemem gerekiyor. Annemin Gözleri adlı kitabı bu sebeple önemsedim zaten.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)