"Merhamet... İnsanlara merhameti öğretmek, insandaki kötülük iktidarını döve döve pekiştirmek yerine; hohlaya hohlaya yumuşatmak. Merhamet... Hava gibi, su gibi muhtaç olduğumuz iksir. Baş aşağı bir cemiyeti, baş yukarı edecek bir kudret."
- Necip Fazıl, Reis Bey
Adalet, merhamet ve emniyet; insanın vazgeçilmez arayışları arasındadır hiç şüphesiz. Bu üçünden biri bile eksik olsa mekan da zaman da huzursuz olur, yaşam huzursuz bir döngüye hapsolur. Bir şehirde, bir evde yahut iş yerinde bile insan bu üçlüyü görmek, yaşamak ve sık sık tatmak ister. Eksiklik, yeni arayışları, dolayısıyla yer değiştirmeyi, bu da türlü sıkıntıları beraberinde getirir. Esasında adalet de emniyet de kökünü merhamette bulur. Merhametin olmadığı yerde adaletten ve emniyetten söz etmek mümkün olamaz. Merhamet insanın hem görmesi hem de göstermesi gereken, ruhun temel ihtiyaçlarından biridir. Uzun süre bu ihtiyaç giderilmediğinde vicdansızlıkla beraber insanî hasletlerin kaybolmasına sebebiyet verecek türlü duygular meydana çıkar. Merhamet duygusunu erken edinenle geç edinen arasında türlü farklılıklar vardır, bilhassa çocuklara çok erken dönemde aşılanması gereken fakat dengesinin de iyi biçimde korunması gereken bir duygudur. Ayfer Tunç, Büyümenin Türkçe Tarihi'nde bunu şöyle anlatır: "Her çocuk, çocukluğunun bir yerinde merhameti öğrenir. İçine tanımadığı bir eziklik veren bu duygudan hem hoşlanır, hem tekrarından korkar. (...) Ama merhameti öğrenmenin zamanı önemlidir. Geç karşılaşılmış merhamet bilgiden ibaret kalır, içselleştirilemez. (...) Erken öğrenilmiş merhametse hayat boyunca bir kambur gibi taşınacak bir ezikliğe dönüşür, büyük bir duygudur çünkü. Merhameti zamansızca, erken öğrenen çocuk, içinde o duygu ne zaman uyansa teslim olacak, bu teslimiyeti başkaları tarafından sömürülecek, sonunda kendine acır hale gelecek, hayatı boyunca bu böyle sürüp gidecektir. İnce bir denge ister merhametle başa çıkmak. (...) Doğru bir zamanda merhameti öğrenen çocuk, büyüdüğünde kendinin farkında olan 'daha insan' olur."
Şüphesiz merhamet 'daha da insan' yapar insanı. Stefan Zweig, Merhamet adlı kitabında iki çeşit merhametten söz eder. "Zayıf, duygusal olanı, bir yabancının ıstırabı karşısında kalbin duyduğu üzücü sarsıntıdan bir ân önce kurtulmak için gösterdiği sabırsızlıktır. Böyle bir merhamet acıyı paylaşmaz, ruhun yabancı bir acıya karşı kendini savunma içgüdüsüdür sadece. Asıl değerli olanı, duygusallıktan uzak, ama, yaratıcı merhamettir; ne istediğini bilir, sabırla acıyı paylaşarak, gücünün son damlasına kadar, hatta gücünün de ötesinde her şeye katlanmaya kararlıdır." der. Aslında merhamet varsa, katlanmaktan söz etmek pek mümkün değildir çünkü merhamet öteki'yi anlamayı kolaylaştırır. Dünyadaki her şey anlamak, anlatmak ve anlaşmak üçgeniyle değer kazanır. Anlamadan anlatmak, anlatmadan da anlaşmak mümkün değildir. Merhamet bu köprünün kurulmasında temel harçtır. Schopenhauer'a göre ahlak'ın temeli olan merhametin tanımlamasını bana kalırsa en iyi yapan isim Thomas Wolfe'tur: "Merhamet, öteki hislerin hepsinden daha fazla, sonradan elde edilmiş bir histir. Çocukta merhamet yoktur. Merhamet, insanın hafızasının, tecrübelerinin meyvesi, hayat acıları ve talihsizliklerinin ürünüdür."
Bu kitap incelemesinin başlığı 9 Haziran 2016'da Gerçek Hayat dergisinde Kemal Sayar'ın "Merhametin çağrısı" adlı yazısından ç/alındı. Böylesi çok daha uygundu çünkü hem çocukların dünyasında hem de iş dünyasında merhamet eksikliğinin nerelere varacağını Kemal hoca gayet güzel özetledi bu yazısında. Şuraya özel dikkat: "...İşin tuhafı büyük şirketlerin başında normal nüfusa oranla dört kat daha fazla psikopat bulunmaktadır. Kapitalizm hem acımasızlıktan besleniyor, hem de onu besliyor. Aldatma, kibir, büyüklenmecilik, tamahkarlık ve insanların acımasızca suiistimali, kapitalist şirket kültüründe övülen ‘başarı’ nitelikleri arasında gösterilebilir."
"Kalbe dönüş için son çağrı" alt başlığıyla Şubat 2008'de Timaş Yayınları tarafından yayımlanmış ve Ekim 2015'te 10. baskısını yapmış bir kitap Merhamet. Sadece bu istatistikî veri bile ihtiyacımız nasıl da sürekli arttığını gösteriyor. Kemal hoca bu kitabı babası Nuri Sayar'a ithaf etmiş ve bu sebeple dört bölümden oluşan kitabın bölümlerden evvelki kısmını Babam İçin" diyerek ayırmış. Bu bölüm acının taze olduğu zamanlarda yazılmış. Özellikle şu satırlar okuyucunun dimağını çözecek ağırlıkta: "Babalarımızın ölümü biraz da bizim ölümümüzdür. Hayat şu an bana çok boş ve beyhude görünüyor. Şu an her şeyimi babamla geçirilecek fazladan bir zaman için bağışlayabilirdim. Demek ki, maddî olan manevî olanı satın alamıyor. Demek ki, hayatın özünü maddî olanla değiş tokuş edilemeyen değerler oluşturuyor."
Kitabın ilk bölümünde kalbin sebepleri irdeleniyor. Güzellik, hayal, gerçek, bellek, hayret, ümit, iyimserlik, acımak, bağışlamak, sessizlik, merhamet gibi konular; toplumun dertleriyle beraber hem tahlil ediliyor hem de çözüm önerileri sunuluyor: "Giderek hızlanan dünyada dinlemek sanatı kayboluyor. Başkasını işitmek yeteneği köreliyor. Dosta varmak, dost için orada olmak erdemi kayıplara karışıyor. İnsanların ihtiyaçlarını, onların hikâyelerini dinlemeden bilemeyiz. Bir insana kulak kesilmeden, onun da saygın bir varlığı olduğunu, yaşadıklarının sahiciliğini, öyküsünün yürek yakıcılığını keşfedemeyiz."
İkinci bölümde aşklar ve melekler Kemal Sayar tarafından yorumlanıyor. Günümüzde bedene indirgenen, ruhun varlığını hiçe sayan modern aşk ve modern âşıklar, şüphesiz aşkın kadrini kıymetini de yok ediyor. Aşk gibi kudretli ve kutsal olan bir duygu; hızın, teknolojinin, gürültünün karşısında eriyor. "Aşk yaralar. Ama asıl olan, büyük şair gibi, 'aşk derdiyle hoşem / el çek ilacımdan tabip' diyebilmektir. Bu yaranın merhemi tabiplerde değildir. Ancak aşk, aşkı iyileştirebilir" diyor aynı zamanda bir doktor olan Kemal Sayar.
Bir hıçkırık, denmiş üçüncü bölümün adına. Hikâyesi büyük. Gönül, gam, modern kibir, mağlubiyet, hastalar ve doktorlar, tıbbın namusu, mucize, masumiyet, ev, deniz gibi tabiri caizse sırlı mevzular bu sayfaları dolduruyor. Özellikle modern tıbbın hastayı müşteri gibi görmesi, doktorların birer patrona dönüşmesi neticesinde çarenin yanlış yerlerde aranır hâle gelmesi, şüphesiz şifadan uzak bir toplum olma yolunda bizi 'çaresiz' bırakıyor: "Her sıkıntıya tıbbın bir çare bulması isteniyor. Sağlık için duyulan kuvvetli iştiyak, ilaç endüstrisini bütün endüstriler içinde en kârlılarından birisi kılıyor. Oysa her başarının ardında bir de hüzünlü hikâye var. Bu hikâyelerin ortak teması ise şu: bir ticaret olarak tıp. Temel strateji hastalara bakım sağlamak değil, müşterilere mal satmak."
Artık ne masumiyetimiz kaldı ne ahlakî ölçülerimiz. Şüphesiz bu ilişkilerimizi ve uğraşılarımızı da değiştirdi. Fesat ve ölçüsüzlük bu çağın "gerekliliği" oluverdi. "Türkiye'de hayat masumiyetini yitiriyor. Masumiyetin boşalttığı yeri, fesat dolduruyor. İnsana inançsızlık, hayata inançsızlık. İtimadın kalmadığı bir çağda herkes bir diğerinden fesat bekliyor" diyor Kemal hoca ve şunları ekliyor: "Şarkılarımız da değişti elbette, masumiyetin yerini ölçüsüzlük ve itiş kakış almakta gecikmedi. Sevgilisine naz yapan, ona siz diye hitap eden, saygı ve hürmetini karşılıklı olarak sürdüren masum âşıkların öyküsü yok artık şarkılarımızda, 'Pantolonunu çok sevdim / çıkar onu bebeğim' veya 'Allah belanı versin' diyen egomanyaklar var. McDünya gençliği öyle naz, kur, sevdiği için beklemek nedir bilmiyor; aksiyon direkt, çıkar onu bebeğim! Diplerde bir yerde masum bir Türkiye'nin hâlâ soluk alıp verdiğini hissetmek için, lütfen kalbinizin ve radyonuzun alıcılarıyla oynayınız."
Goethe'nin ölürken söylediği rivayet edilen "Biraz daha ışık", son bölümün başlığı. Bu bölümde hırs, koloniyalizm, saldırganlık, kibir, büyüklenme, korku ve itaat gibi konular yer alıyor. Kemal hoca "Bazen insanın kuvveti hayır diyebilmesindedir" diyerek korkunun her çağda despotların ekmek teknesi olduğunu belirtiyor. Buna rağmen sürüden ayrılmaktansa ahlâkın genel kaidelerini görmezden gelmeyi tercih eden insanların Karamazov Kardeşler'in Büyük Engisizyoncusunu hatırlattığı söyler. Dostoyevski şöyle yazmıştı büyük romanında: "İnsanlar yalnızca tartışılmaz olana tapınmak isterler. Bu öylesine tartışılmaz bir şey olmalıdır ki, tüm insanlar bir anda hep birlikte tapınmaya karar vermelidir. Çünkü bu sefil yaratıkların temel kaygısı, benim ya da diğer birinin tapınabileceği bir şey değil, herkesin inanacağı ve tapınacağı bir şey bulmaktır. Burada, mutlak anlamda zorunlu olan şey şudur: Tapınma hep birlikte yapılmalıdır."
Bir hayalimizin, düşümüzün, kendimize ve karşımızdakine saygımızın, anlayışımız olabilmesi için merhamete ihtiyacımız var. Bu kitap merhametle yeniden tanışmamızı teklif ediyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
17 Haziran 2016 Cuma
16 Haziran 2016 Perşembe
Beş yaş felsefesi
"İnsan yüreği bir sarkaç gibidir. İstediği noktaya ulaştığı anda tüm hızıyla tam tersi tarafa doğru kaymaya başlar."
Oğullar ve Rencide Ruhlar; Hakan Günday, Hakan Bıçakçı, Emrah Serbes ve Murat Menteş güruhundan kayda değer bir yazar olan Alper Canıgüz’den okuduğum ilk roman. Anlatının sıra dışı atmosferi bir yana beş yaşında bir karaktere yüklediği yarı fantastik felsefi ögelerle oldukça ilginç bir okuma deneyimi vadediyor.
Hikayenin giriş niteliği taşıyan ilk 50 sayfasında çok bilmiş küçük karakterimiz Alper Kamu kendisini, dünyaya bakış açısını, çevre algısını ve insanlığa karşı tutumunu anlatıyor. Ama ne anlatmak! Usta felsefecilerden alıntılar mı dersiniz? Popüler kültürden vurulan koyu demler mi? Kendi, küçük zihni büyük Alper Kamu daha ilk sayfalardan ağırlığını ortaya koymaya başlıyor.
İçinde yaşadığı mahallede kurduğu hiyerarşik düzen üzerinden toplumsal yapıyı kılıçtan geçiren Alper Kamu kendisine toz kondurmayan, biraz megaloman, küfürbaz ve keskin zekalı hınzır bir karakter. “Beş yaş insanın en olgun çağıdır: sonra çürüme başlar” diyor. Takındığı her tavrı büyüklere çekinmeden savuruyor, üstelik bu tavırlar onun savunmaları olsa ve işin ucunda silahsız kalma ihtimali varsa bile. Ona göre çürümenin esası ‘kamusal’ algı olarak oluşturulan düşünme pratikleriyle yakından alakalı. Bu düşünmelerin zorlamaya, zorlamaların ise mecburi eylemlere dönüştüğü görüşünde.
"Bütün orta sınıf çalışanları gibi iş günlerini hafta sonunu bekleyerek, hafta sonunu da iş günlerini özleyerek geçiriyorlardı. Ömürlerinin son dakikasının nasıl geldiğini anlamayacaklardı bile. Sistemin zaferi."
Modern köleler üreten düzeneklerden birisinde çalışan babasını içine düştüğü çıkmazdan çekip çıkarmaya çabalarken ise bu düzeneğin işletmecisi babasının sözüm ona patronuna unutulmaz bir ders veriyor. Bu sayede hem yazar amacına ulaşıyor, hem de ana olaya eklemlenen başarılı bir yan olay yaratılmış oluyor.
Kitabın ana olayı demişken: "CİNAYET"
Küçük filozof Alper Kamu uzun mücadeleler neticesinde anne ve babasını anaokulunun kendisine hiçbir faydası dokunmadığına inandırmayı başarmış günlerini evde kitap okuyup, televizyon izleyerek, sokaktaki çetesiyle takılarak mutlu mesut geçirmeye başlamışken bir anda şahit olduğu bir cinayet vakası onu hiç de kolay altından kalkamayacağı bir olaylar yığınının içine çekiyor.
"Oturur vaziyette sağ tarafımdaki pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktım. Bunu hemen her gece yaparım aslında. Sanki pencerenin öbür yanında Tanrı'yı görüverecekmişim ve o bana her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu açıklayacakmış gibi bir hissim vardır."
Hikaye ilerlemeye başlayıp olaylar içinden çıkılmaz haller aldıkça okur olarak yazarın gücüne de tanık olmaya başlıyorsunuz. Zira Canıgüz gerek söyledikleri, gerekse yaptıklarıyla Alper Kamu’nun vücudunda son derece sinsi bir yetişkinin hüküm sürdüğü şüphesini karşı tarafa fazla zorlanmadan aşılayabiliyor. Haliyle tüm kitap boyunca ister istemez "Acaba bu çocukta ne var?" sorusu en az "Acaba katil kim sorusu kadar?" baskısını hissettiriyor.
Yazar olaylarla tatlı tatlı eğlendirip, düzeyli bir heyecan dalgasıyla serinletirken bir yandan da yavaş yavaş psikoloji, felsefe, siyaset, müzik, edebiyat gibi referanslarla düşüncelerimizi gıdıklayıp, genel kültürümüzü sorguya çeken bir ajan yaratıyor. Alper Kamu size de Albert Camus çağrışımı yapmıyor mu? Sonuçta Nietzsche okuyup, Chostakovitch dinleyen biraz alkolik, biraz nevrotik, azıcık da psikopat bir karakterden bahsediyoruz.
Alper Kamu her anlamda donanımlı, hazırlıklı ve garantici. İç sesi sürekli tetikte ve ona bir şeyler fısıldıyor. Ucu ona hatta ailesine de dokunan cinayet vakasını çözmeye çalışırken karşısına çıkan polis, komiser ve komiser yardımcılarını dikkatle gözlemliyor. Vahşi bir gözlem yeteneği, acımasız bir muhakeme gücü var. Alper Kamu’nun adaletin güvenceleri vesilesiyle bu kuruma da bir çift lafı var elbet:
"Adalet denen şey bir yalandan ibaretti. İnsanlar suç işledikleri için değil suç işlenmemesi gerektiği için cezalandırılıyordu. Sistem gaddarca bir caydırıcılık üstüne kurulmuştu."
Olayların profesyoneller tarafından çözülemeyeceğini anlayıp onlardan umudu kesen Alper Kamu bazen tesadüfler, çoğu zaman ise ince düşünceleri sayesinde ipuçlarını yavaş yavaş toplayarak okuru sürpriz bir finale taşıyor.
Alper Kamu Türkçe yazılmış bir Tim Burton karakterini andırıyor. Ne zaman ne yapacağını, ya da ne diyeceğini kestirmek zor. Siz hala uğraştığını düşünürken o çoktan tüm olayları çözmüş oluyor. Canıgüz bu romanda hikayeden çok karakter yaratmadaki başarısıyla dikkat çekiyor. Farklı bir yöntem izleyerek anlamları olay akışına ve içeriğe yerleştirdiği imgelere değil, doğrudan Alper Kamu’nun kişiliğine atfediyor.
Metinler arasında uçuşan pek çok soru var. Bunlardan belki de en önemlileri Alper Kamu’nun annesi ve babası arasındaki ilişkiyi gözlemleyerek yaptığı çıkarımlarla cevapladığı: "Büyümek nedir?", "Büyüyünce ne oluyor?" ve "Aile’nin önemi?" gibi sorular. Yazar bu sorular sayesinde okuruna basit muhakemeler yapma fırsatı sunuyor. Kısa ama etkili.
"Bazen merak ediyorum, hayatta kaybetmeye mahkum olduklarının farkındalar mı diye."
Alper Kamu’nun çocuk görünümlü yetişkin kimliği aracılığıyla yetişkinlik ve çocukluk arasında bocalayan, büyümek istemeyen, çocukluğuna özlem duyan çoğunluk açığa alınıyor. Alper aslında katili ararken yan karakterleri değil, okuru sorguya çekiyor.
"Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum."
Son dönem Çağdaş Türk Edebiyatında bolca rastladığımız klişe absürt komedilerden çok farklı bir roman Oğullar ve Rencide Ruhlar, bir tarafta cinayet çözerken, diğer tarafta aile içi dengeleri sağlamaya çalışan, sokaktaki otoritesi sarsılmasın diye duygularını özenle içine atan, babası için sistemi karşısına alan bir ‘ADAM’ın öyküsü bu. İçi dolu eli yüzü düzgün, üstelik keyifli bir okumalık arayanlara….
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Oğullar ve Rencide Ruhlar; Hakan Günday, Hakan Bıçakçı, Emrah Serbes ve Murat Menteş güruhundan kayda değer bir yazar olan Alper Canıgüz’den okuduğum ilk roman. Anlatının sıra dışı atmosferi bir yana beş yaşında bir karaktere yüklediği yarı fantastik felsefi ögelerle oldukça ilginç bir okuma deneyimi vadediyor.
Hikayenin giriş niteliği taşıyan ilk 50 sayfasında çok bilmiş küçük karakterimiz Alper Kamu kendisini, dünyaya bakış açısını, çevre algısını ve insanlığa karşı tutumunu anlatıyor. Ama ne anlatmak! Usta felsefecilerden alıntılar mı dersiniz? Popüler kültürden vurulan koyu demler mi? Kendi, küçük zihni büyük Alper Kamu daha ilk sayfalardan ağırlığını ortaya koymaya başlıyor.
İçinde yaşadığı mahallede kurduğu hiyerarşik düzen üzerinden toplumsal yapıyı kılıçtan geçiren Alper Kamu kendisine toz kondurmayan, biraz megaloman, küfürbaz ve keskin zekalı hınzır bir karakter. “Beş yaş insanın en olgun çağıdır: sonra çürüme başlar” diyor. Takındığı her tavrı büyüklere çekinmeden savuruyor, üstelik bu tavırlar onun savunmaları olsa ve işin ucunda silahsız kalma ihtimali varsa bile. Ona göre çürümenin esası ‘kamusal’ algı olarak oluşturulan düşünme pratikleriyle yakından alakalı. Bu düşünmelerin zorlamaya, zorlamaların ise mecburi eylemlere dönüştüğü görüşünde.
"Bütün orta sınıf çalışanları gibi iş günlerini hafta sonunu bekleyerek, hafta sonunu da iş günlerini özleyerek geçiriyorlardı. Ömürlerinin son dakikasının nasıl geldiğini anlamayacaklardı bile. Sistemin zaferi."
Modern köleler üreten düzeneklerden birisinde çalışan babasını içine düştüğü çıkmazdan çekip çıkarmaya çabalarken ise bu düzeneğin işletmecisi babasının sözüm ona patronuna unutulmaz bir ders veriyor. Bu sayede hem yazar amacına ulaşıyor, hem de ana olaya eklemlenen başarılı bir yan olay yaratılmış oluyor.
Kitabın ana olayı demişken: "CİNAYET"
Küçük filozof Alper Kamu uzun mücadeleler neticesinde anne ve babasını anaokulunun kendisine hiçbir faydası dokunmadığına inandırmayı başarmış günlerini evde kitap okuyup, televizyon izleyerek, sokaktaki çetesiyle takılarak mutlu mesut geçirmeye başlamışken bir anda şahit olduğu bir cinayet vakası onu hiç de kolay altından kalkamayacağı bir olaylar yığınının içine çekiyor.
"Oturur vaziyette sağ tarafımdaki pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktım. Bunu hemen her gece yaparım aslında. Sanki pencerenin öbür yanında Tanrı'yı görüverecekmişim ve o bana her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu açıklayacakmış gibi bir hissim vardır."
Hikaye ilerlemeye başlayıp olaylar içinden çıkılmaz haller aldıkça okur olarak yazarın gücüne de tanık olmaya başlıyorsunuz. Zira Canıgüz gerek söyledikleri, gerekse yaptıklarıyla Alper Kamu’nun vücudunda son derece sinsi bir yetişkinin hüküm sürdüğü şüphesini karşı tarafa fazla zorlanmadan aşılayabiliyor. Haliyle tüm kitap boyunca ister istemez "Acaba bu çocukta ne var?" sorusu en az "Acaba katil kim sorusu kadar?" baskısını hissettiriyor.
Yazar olaylarla tatlı tatlı eğlendirip, düzeyli bir heyecan dalgasıyla serinletirken bir yandan da yavaş yavaş psikoloji, felsefe, siyaset, müzik, edebiyat gibi referanslarla düşüncelerimizi gıdıklayıp, genel kültürümüzü sorguya çeken bir ajan yaratıyor. Alper Kamu size de Albert Camus çağrışımı yapmıyor mu? Sonuçta Nietzsche okuyup, Chostakovitch dinleyen biraz alkolik, biraz nevrotik, azıcık da psikopat bir karakterden bahsediyoruz.
Alper Kamu her anlamda donanımlı, hazırlıklı ve garantici. İç sesi sürekli tetikte ve ona bir şeyler fısıldıyor. Ucu ona hatta ailesine de dokunan cinayet vakasını çözmeye çalışırken karşısına çıkan polis, komiser ve komiser yardımcılarını dikkatle gözlemliyor. Vahşi bir gözlem yeteneği, acımasız bir muhakeme gücü var. Alper Kamu’nun adaletin güvenceleri vesilesiyle bu kuruma da bir çift lafı var elbet:
"Adalet denen şey bir yalandan ibaretti. İnsanlar suç işledikleri için değil suç işlenmemesi gerektiği için cezalandırılıyordu. Sistem gaddarca bir caydırıcılık üstüne kurulmuştu."
Olayların profesyoneller tarafından çözülemeyeceğini anlayıp onlardan umudu kesen Alper Kamu bazen tesadüfler, çoğu zaman ise ince düşünceleri sayesinde ipuçlarını yavaş yavaş toplayarak okuru sürpriz bir finale taşıyor.
Alper Kamu Türkçe yazılmış bir Tim Burton karakterini andırıyor. Ne zaman ne yapacağını, ya da ne diyeceğini kestirmek zor. Siz hala uğraştığını düşünürken o çoktan tüm olayları çözmüş oluyor. Canıgüz bu romanda hikayeden çok karakter yaratmadaki başarısıyla dikkat çekiyor. Farklı bir yöntem izleyerek anlamları olay akışına ve içeriğe yerleştirdiği imgelere değil, doğrudan Alper Kamu’nun kişiliğine atfediyor.
Metinler arasında uçuşan pek çok soru var. Bunlardan belki de en önemlileri Alper Kamu’nun annesi ve babası arasındaki ilişkiyi gözlemleyerek yaptığı çıkarımlarla cevapladığı: "Büyümek nedir?", "Büyüyünce ne oluyor?" ve "Aile’nin önemi?" gibi sorular. Yazar bu sorular sayesinde okuruna basit muhakemeler yapma fırsatı sunuyor. Kısa ama etkili.
"Bazen merak ediyorum, hayatta kaybetmeye mahkum olduklarının farkındalar mı diye."
Alper Kamu’nun çocuk görünümlü yetişkin kimliği aracılığıyla yetişkinlik ve çocukluk arasında bocalayan, büyümek istemeyen, çocukluğuna özlem duyan çoğunluk açığa alınıyor. Alper aslında katili ararken yan karakterleri değil, okuru sorguya çekiyor.
"Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum."
Son dönem Çağdaş Türk Edebiyatında bolca rastladığımız klişe absürt komedilerden çok farklı bir roman Oğullar ve Rencide Ruhlar, bir tarafta cinayet çözerken, diğer tarafta aile içi dengeleri sağlamaya çalışan, sokaktaki otoritesi sarsılmasın diye duygularını özenle içine atan, babası için sistemi karşısına alan bir ‘ADAM’ın öyküsü bu. İçi dolu eli yüzü düzgün, üstelik keyifli bir okumalık arayanlara….
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
13 Haziran 2016 Pazartesi
Asmalımescit’te cinayeti kim gördü?
Nuhun Gemisi’ne bindiğini varsayan/sanan her milletten insanın aktığı yer Taksim, İstiklal. Gece hayatının canlı olduğu Beyoğlu gibi sokakların, semtlerin mekân olarak geçtiği bir roman; Asmalımescit’ te Cinayet. Roman türündeki ikinci çalışması Cem Sancar’ın. Büyüyenay Yayınları arasından çıktı. Akıcı bir dil hâkim romanda. Sokağın nabzını tutan yazar, karakterlerini bu bölgeden seçmiş. Kısa cümlelerle okurun muhayyilesini canlı tutan satırlar var. Yumuşak kalpli mutedil tüccarların, Hacı Amca'ların, Neyzen’in, Balgın’ın, Dev Mor’un yaşantılarına tanıklık ediyoruz. Fakat acımasız bir mafyanın varlığı İstiklal’i yaşanması/ tutunulması zor bir yer yapıyor. Okur, etnik realitenin dışında, ilahi hikmete kafa yoran bir adamla tanışıyor. Kadir Kıymetbilir’in gözünden mafyanın elinde heba olan bir garson kızın hikâyesiyle karşılaşıyor satırlarda. Gönüllü, gizli dedektiflik yapıyor Kadir. Sıradan biri değil. Yeniçağ dinlerini araştırıyor, sorguluyor.
Romanda “Rastlantı zorunluluktur” diyor, modern zamanın dervişi Dev Mor, dostluğun kazandığı bir hayatta, insanın insana pekâlâ da merhem olabileceğini yineliyor. “Her şey yolundayken herkes bilge, herkes ermiş. Hikâye! İşler sarpa sardığında göreceksin adamı...” diyen Kadir, yer yer haklı çıkıyor. Aynı anda ezber bozan bir semt okuyucusu olduğunu anladığımız Kadir’in, kendi içsel yolculuğuna da tanıklık ediyor okur.
Saadet zincirine takılıp kalan saf gençlerin harcanmışlıkları, yanılgılarının sonuçları, cinayete kadar ilerleyen vakalar incelikli işleniyor romanda. Neyzen’in Kadir’e verdiği öğütler sayesinde yolunu kaybetmediğini anlıyoruz. Kahramanın sık sık kitaplara gömüldüğü satırlarda okur kendince sorularına cevap bulabiliyor: “Ey insan haddini bil. Ticaret ehli değilsen ağzını açma. Büyüklerin olduğu mecliste ahkâm kesme. Körler çarşısında ayna satma. Ehil olamıyorsan bari edepli ol. Öyle bir bak ki bakışınla çözülsün tüm gizemler. Sen öyle bir bak ki şifa bulsun tüm yürekler.”
“İnsan insanın Hızır’ıdır”... Kaybettiğimiz insanlığımızın yine insanda bulunabileceğine dair ipuçlarını görüyoruz satırlarda. “Kendi kalbini onarmaya” yazgılı bunun için çalışan birinin sükûnete ereceğini öğreniyoruz Kadir ve arkadaşlarından. Dev Mor’un şiirsel bir ifadeyle söyledikleri yabana atılacak cinsten değil: ”Baykuş boşuna ümitlenmesin! Sen yat eski yaralarının üstüne. Bulamaz seni orada hiçbir lanet, hiçbir kurşun. İnsan dediğin aynı yerden vurulmaz çünkü iki kere nasıl olsa.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
6 Haziran 2016 Pazartesi
Kendine kavuşmak için yavaşla
"Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler..."
- Milan Kundera, Yavaşlık
"Modern insan, edilgen olarak anonim hayat sürecinin insafına bırakılmıştır. Hatta düşünmek bile bir beyin fonksiyonu olan hesaplamaya indirgenir."
- Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu
Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasındaki bağdan söz ediyordu Milan Kundera. Tasviri şöyleydi: Bir adam yolda yürüyor. Birden bir şey hatırlamak istiyor ve yavaşlıyor. Başka bir adam az önce yaşadığı bir kötü anıyı hemen unutmak istiyor ve adımlarını hızlandırıyor. İşte varoluşun matematiğinde yer alan yavaş ve hızlı olma hâlini Kundera şöyle yorumluyor: "Hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Bu denklemden değişik sonuçlar çıkartabiliriz, örneğin şu: Çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve bu nedenle kendisini kolayca unutuyor. Oysa bu savı tersine çevirip şöyle söylemeyi yeğliyorum: Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir."
Byung-Chul Han'ın Yorgunluk Toplumu kitabında ise insanların vakit öldürdüğü yahut vaktin kıymetini bilerek yaşadığı dönemlerin çoktan geride kaldığını, zamanın ölü bir bebek gibi doğduğunu ve ölü doğmasına hemen harekete geçmesinin beklendiğini görürüz. Aslında sadece görmüyor, biz zaten bu zamanın çocuklarıyız. Michel Foucault hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan bahsederdi; yani disiplin toplumundan. Şimdi en yakın arkadaşlarımızdan uzak akrabalarımıza kadar her sohbetin içinde spor salonları, gökdelenler, alışveriş merkezleri, bankalar yer alıyor. Bunu yakalamış olan Byung-Chul Han, 21. yüzyılın toplumunun artık disiplin değil performans toplumu olduğunu, sakinlerinin de 'itaatkâr özneler' değil 'performansçılar' olduğunu söylüyor ve şunları işaret ediyor: "Disiplin toplumunun negatifliği deliler ve caniler doğurmuştur. Performans toplumuysa depresif ve mağluplar yaratır."
Hangisi daha kötü; doğal bir refleks biçimi olarak delirmek mi yoksa ne kadar süreceği belirsiz olan ömrü bunalımla geçirmek mi? Üstelik bu bunalım, bizden tamamen bağımsız, bizi hiçe sayan düzenin kurduğu bir kapansa? Kemal Sayar bu kapanı tarif ederken bazı kurtuluş reçetelerini de okuyucuya sunuyor Yavaşla'da. Dört bölümden oluşuyor kitap: Yavaş Güzeldir, Modern Mutsuzluk, Modern Zamanlarda Aile, Benliği ve Toplumun Krizi.
Dünyanın en güzel duygularını düşünelim, hepsinde zamana ihtiyacımız olduğunu görürüz. Sevmek, kavuşmak, öğrenmek, evlat sahibi olmak... İnsanın insanlığının farkına varması için de 'olgunluk' denen ol'ma yolunda epey zaman geçirmesi gerekir. Birçok acı için kullanılan o cümlede de yine zaman vardır; her şeyin ilacıdır. Günümüzde zaman değil an ön planda. Her şeyi hemen olsun istemek, karşındakini dinlememek, hızlı yemek, acil toplanmak... Her zaman devrede olan kaderin varlığından bihaber yaşıyor insan. "Kaderini sev ki o senin hayatındır" diyen Nietzsche'yi Kemal Sayar şöyle doğruluyor: "Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi veya yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, 'içime çektiğim hava değil gökyüzüdür' diyebilenler eve mutlu dönüyor."
Kaderini seven insan kuşkusuz kendisini, hayatını, ailesini, eşini, dostunu, varsa çocuğunu, ülkesini, devletini, milletini de daha çok sevecektir, sahiplenecektir, sahip çıkacaktır. Hayatın akışına kafayı takmaktansa, zamanın hayrını keşfetmek için dalmalıyız daha derinlere. Eskiler "vakt-i şerifler hayrola" derdi. Zamanı hayırsız geçirmemeli. Ne plan yapmakla ne de hızlı olmakla hayatın derinlikleri ve güzellikleri keşfedilemez. Bunu keşfetmiş olacak ki "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir" demiş John Lennon. Kemal Sayar ise şöyle diyor: "Güzellik ancak onu durup temaşa edecek zamanınız varsa size bir şeyler söyler. Günümüzde görmenin yerini bakmak hatta bakmanın yerini göz atmak alıyor."
Kemal Sayar doktorluk görevi vesilesiyle anılarını da paylaşıyor kitabında: Çok iyi maaşlarla gece gündüz çalışan bir arkadaşı, çalıştığı şirkete daha fazla tüketici kazandırmak için kafasını işten kaldırmıyor, gerekirse uyumuyor. İnsanî değerleri, vicdanını ve ahlakını, bir ruha sahip olduğunu unutmadan çalışıyor, çabalıyor. Fakat gün geliyor, ruhundaki bozulmanın farkına varıyor ve derhâl istifa ediyor. "İlişkilerin, aşkların, dostlukların ve hatta sohbetin bile kısa ömürlü ve sanal olduğu dünyada, insanların kendilerini gerçek olarak hissetmeleri zorlaşıyor. Ne dünya ne de kendileri gerçek. Her şey, 'bir dürbünün tersinden bakıyor gibi' bulanık." diyor Kemal Sayar hoca.
Televizyonun uyuşturucu etkisinden evliliklere, bakıcıya teslim edilen çocuklardan anneliğe, teknolojik aşklardan kariyer planlamalarına, arabadan yürümeye, yemekten uyumaya kadar hayatımıza yavaşlığı katabileceğimiz önerileriyle yazarlık görevini doktorluğuyla güçlendirip okuyucusuna şifalar sunuyor yazar. "Anne tedirgin. Çocuğunu bir kurstan ötekine, bale dersinden binicilik dersine koşuşturuyor. Yetmiyor, özel öğretmenlerden evde ders aldırıyor. Bunu yapmak zorunda hissediyor kendisini, çünkü kendisiyle benzeri konumlarda olan hemcinsleri böyle yapıyor." diyor Sayar ve şu teklifi veriyor: "Modern dünyanın değersizleştirdiği anneliği yeniden yüceltmeli, anneliği övmeliyiz. Çalışma hayatı annelerin ihtiyaçlarına göre çok esnek biçimlerde düzenlenmeli, toplumsal hayat annelerin çocuklarına yeterli ilgi ve bakımı verebileceği şekilde ayarlanmalıdır."
Çocukları hız dünyasının tam içine sokanların, anneleri ve babaları olması geldiğimiz dünyayı özetlemiyor mu? Uyuması için eline bir tablet, vakit geçirmesi için önüne bir televizyon, oynaması için gözünün önüne bir cep telefonu. Tüm bunlar çocukların daha sonra obezliğinden zeka geriliğine kadar her şeyine sebep oluyor. Yazar şu güzel uyarıları yapıyor: "Çocuklarımıza yapabileceğimiz iyiliklerden birisi, onları televizyon veya bilgisayarın değil gerçek hayatın sesiyle buluşturmaktır. Onlarla hayatı gezebilir, insanları ve sokakları tanıyabilirsiniz. Biraz tuhaf görünmek pahasına da olsa şunu öneriyorum: Onlarla akıl hastanelerini, huzurevlerini, yetiştirme yurtlarını, mülksüzlerin yaşadığı sokakları, camileri, havraları ve kiliseleri gezin. Birlikte çarşıları, pazarları, aktarları dolaşın. Gerçek hayatın nasıl bir şey olduğunu ve ıstırabın gerçek bir insana değdiğinde ne yapabileceğini onlara gösterin. Gerçek hayatın nerelerde soluk alıp verdiğini, insanların nelere gülüp nelere üzüldüğünü, gerçek hayatın seslerinin neye benzediğini onlara öğretin."
Hız; her yaşı her cinsiyeti her milleti etkiliyor; dünyayı yaşanılmaz bir yer hâline getiriyor. Hiç durmadan yavaşlamanın formülünü bulmak gerekiyor. Yenilenerek, tazelenerek ama dinlenerek.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Milan Kundera, Yavaşlık
"Modern insan, edilgen olarak anonim hayat sürecinin insafına bırakılmıştır. Hatta düşünmek bile bir beyin fonksiyonu olan hesaplamaya indirgenir."
- Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu
Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasındaki bağdan söz ediyordu Milan Kundera. Tasviri şöyleydi: Bir adam yolda yürüyor. Birden bir şey hatırlamak istiyor ve yavaşlıyor. Başka bir adam az önce yaşadığı bir kötü anıyı hemen unutmak istiyor ve adımlarını hızlandırıyor. İşte varoluşun matematiğinde yer alan yavaş ve hızlı olma hâlini Kundera şöyle yorumluyor: "Hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Bu denklemden değişik sonuçlar çıkartabiliriz, örneğin şu: Çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve bu nedenle kendisini kolayca unutuyor. Oysa bu savı tersine çevirip şöyle söylemeyi yeğliyorum: Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir."
Byung-Chul Han'ın Yorgunluk Toplumu kitabında ise insanların vakit öldürdüğü yahut vaktin kıymetini bilerek yaşadığı dönemlerin çoktan geride kaldığını, zamanın ölü bir bebek gibi doğduğunu ve ölü doğmasına hemen harekete geçmesinin beklendiğini görürüz. Aslında sadece görmüyor, biz zaten bu zamanın çocuklarıyız. Michel Foucault hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan bahsederdi; yani disiplin toplumundan. Şimdi en yakın arkadaşlarımızdan uzak akrabalarımıza kadar her sohbetin içinde spor salonları, gökdelenler, alışveriş merkezleri, bankalar yer alıyor. Bunu yakalamış olan Byung-Chul Han, 21. yüzyılın toplumunun artık disiplin değil performans toplumu olduğunu, sakinlerinin de 'itaatkâr özneler' değil 'performansçılar' olduğunu söylüyor ve şunları işaret ediyor: "Disiplin toplumunun negatifliği deliler ve caniler doğurmuştur. Performans toplumuysa depresif ve mağluplar yaratır."
Hangisi daha kötü; doğal bir refleks biçimi olarak delirmek mi yoksa ne kadar süreceği belirsiz olan ömrü bunalımla geçirmek mi? Üstelik bu bunalım, bizden tamamen bağımsız, bizi hiçe sayan düzenin kurduğu bir kapansa? Kemal Sayar bu kapanı tarif ederken bazı kurtuluş reçetelerini de okuyucuya sunuyor Yavaşla'da. Dört bölümden oluşuyor kitap: Yavaş Güzeldir, Modern Mutsuzluk, Modern Zamanlarda Aile, Benliği ve Toplumun Krizi.
Dünyanın en güzel duygularını düşünelim, hepsinde zamana ihtiyacımız olduğunu görürüz. Sevmek, kavuşmak, öğrenmek, evlat sahibi olmak... İnsanın insanlığının farkına varması için de 'olgunluk' denen ol'ma yolunda epey zaman geçirmesi gerekir. Birçok acı için kullanılan o cümlede de yine zaman vardır; her şeyin ilacıdır. Günümüzde zaman değil an ön planda. Her şeyi hemen olsun istemek, karşındakini dinlememek, hızlı yemek, acil toplanmak... Her zaman devrede olan kaderin varlığından bihaber yaşıyor insan. "Kaderini sev ki o senin hayatındır" diyen Nietzsche'yi Kemal Sayar şöyle doğruluyor: "Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi veya yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, 'içime çektiğim hava değil gökyüzüdür' diyebilenler eve mutlu dönüyor."
Kaderini seven insan kuşkusuz kendisini, hayatını, ailesini, eşini, dostunu, varsa çocuğunu, ülkesini, devletini, milletini de daha çok sevecektir, sahiplenecektir, sahip çıkacaktır. Hayatın akışına kafayı takmaktansa, zamanın hayrını keşfetmek için dalmalıyız daha derinlere. Eskiler "vakt-i şerifler hayrola" derdi. Zamanı hayırsız geçirmemeli. Ne plan yapmakla ne de hızlı olmakla hayatın derinlikleri ve güzellikleri keşfedilemez. Bunu keşfetmiş olacak ki "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir" demiş John Lennon. Kemal Sayar ise şöyle diyor: "Güzellik ancak onu durup temaşa edecek zamanınız varsa size bir şeyler söyler. Günümüzde görmenin yerini bakmak hatta bakmanın yerini göz atmak alıyor."
Kemal Sayar doktorluk görevi vesilesiyle anılarını da paylaşıyor kitabında: Çok iyi maaşlarla gece gündüz çalışan bir arkadaşı, çalıştığı şirkete daha fazla tüketici kazandırmak için kafasını işten kaldırmıyor, gerekirse uyumuyor. İnsanî değerleri, vicdanını ve ahlakını, bir ruha sahip olduğunu unutmadan çalışıyor, çabalıyor. Fakat gün geliyor, ruhundaki bozulmanın farkına varıyor ve derhâl istifa ediyor. "İlişkilerin, aşkların, dostlukların ve hatta sohbetin bile kısa ömürlü ve sanal olduğu dünyada, insanların kendilerini gerçek olarak hissetmeleri zorlaşıyor. Ne dünya ne de kendileri gerçek. Her şey, 'bir dürbünün tersinden bakıyor gibi' bulanık." diyor Kemal Sayar hoca.
Televizyonun uyuşturucu etkisinden evliliklere, bakıcıya teslim edilen çocuklardan anneliğe, teknolojik aşklardan kariyer planlamalarına, arabadan yürümeye, yemekten uyumaya kadar hayatımıza yavaşlığı katabileceğimiz önerileriyle yazarlık görevini doktorluğuyla güçlendirip okuyucusuna şifalar sunuyor yazar. "Anne tedirgin. Çocuğunu bir kurstan ötekine, bale dersinden binicilik dersine koşuşturuyor. Yetmiyor, özel öğretmenlerden evde ders aldırıyor. Bunu yapmak zorunda hissediyor kendisini, çünkü kendisiyle benzeri konumlarda olan hemcinsleri böyle yapıyor." diyor Sayar ve şu teklifi veriyor: "Modern dünyanın değersizleştirdiği anneliği yeniden yüceltmeli, anneliği övmeliyiz. Çalışma hayatı annelerin ihtiyaçlarına göre çok esnek biçimlerde düzenlenmeli, toplumsal hayat annelerin çocuklarına yeterli ilgi ve bakımı verebileceği şekilde ayarlanmalıdır."
Çocukları hız dünyasının tam içine sokanların, anneleri ve babaları olması geldiğimiz dünyayı özetlemiyor mu? Uyuması için eline bir tablet, vakit geçirmesi için önüne bir televizyon, oynaması için gözünün önüne bir cep telefonu. Tüm bunlar çocukların daha sonra obezliğinden zeka geriliğine kadar her şeyine sebep oluyor. Yazar şu güzel uyarıları yapıyor: "Çocuklarımıza yapabileceğimiz iyiliklerden birisi, onları televizyon veya bilgisayarın değil gerçek hayatın sesiyle buluşturmaktır. Onlarla hayatı gezebilir, insanları ve sokakları tanıyabilirsiniz. Biraz tuhaf görünmek pahasına da olsa şunu öneriyorum: Onlarla akıl hastanelerini, huzurevlerini, yetiştirme yurtlarını, mülksüzlerin yaşadığı sokakları, camileri, havraları ve kiliseleri gezin. Birlikte çarşıları, pazarları, aktarları dolaşın. Gerçek hayatın nasıl bir şey olduğunu ve ıstırabın gerçek bir insana değdiğinde ne yapabileceğini onlara gösterin. Gerçek hayatın nerelerde soluk alıp verdiğini, insanların nelere gülüp nelere üzüldüğünü, gerçek hayatın seslerinin neye benzediğini onlara öğretin."
Hız; her yaşı her cinsiyeti her milleti etkiliyor; dünyayı yaşanılmaz bir yer hâline getiriyor. Hiç durmadan yavaşlamanın formülünü bulmak gerekiyor. Yenilenerek, tazelenerek ama dinlenerek.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
1 Haziran 2016 Çarşamba
İstikameti olan kitaplar
Sakallı Celal "Meşrutiyeti getirdik olmadı, cumhuriyeti kurduk olmadı. Biraz ciddiyete ne dersiniz?". Ne yazık ki Sakallı Celal namıyla maruf Celal Yalınız’ın vefat ettiği 1962’den beri Türkiye’nin Gayrı Safi Ciddiyet Hasılası’nda ciddi bir artış gözlemleyemedik. Daha da kötüsü Sakallı Celal’in işaret ettiği eksikliği ciddiye alan insanlar da azınlıkta kaldı. Bir gün Türkiye’de ciddiyeti mümkün kılmak için emek veren isimlerden biri de çalışmalarını felsefe-bilim tarihi ile matematik tarihi ve felsefesi üzerinde yoğunlaştıran İhsan Fazlıoğlu’dur. Geçtiğimiz yıllarda Fuzulî’nin "Işk imiş her ne var Âlem’de/İlm bir kîl ü kâl imiş ancak" beytinden ilhamla yaptığı konuşmayı Fuzulî Ne Demek İstedi? adıyla kitaplaştıran İhsan Fazlıoğlu’nun hem bu kitabının yeni baskısı hem de Akıllı Türk Makul Tarih, Kendini Aramak ve Kayıp Halka adlı üç yeni kitabı okurlarıyla buluştu.
Kitaplardan Akıllı Türk Makul Tarih ve Kendini Aramak; İhsan Fazlıoğlu’nun bir dönem yayınlanan Anlayış dergisinde yer alan yazılarından müteşekkil. Kayıp Halka’da albaşlığında ifade ettiği üzere "İslam-Türk Felsefe Bilim Tarihinin Anlam Küresi"ni konu edinen büyük resmi göstermeye çalışan ve akademik disiplin içinde kaleme alınmış makalelere yer veren Fazlıoğlu, Anlayış dergisi içinse bu büyük kürenin nasıl inşa edilebileceğinin yol haritasını çizen denemeler kaleme almış.
Bu iki kitap için İhsan Fazlıoğlu’nun kendisine mesele edindiği önceliklerle tanışma kılavuzu demek çok da aykırı olmaz. Fazlıoğlu’nun hem felsefi hem de tarihi boyutlarıyla tarttığı/tartıştığı meselelerde kullandığı bazı anahtar kavramlarla ve niçin bu kavramları kendisi için anahtar olarak seçtiğine ilişkin bilgiye bu yazılardan ulaşabiliyoruz. "İnsan kavramına sahip olmadığı şeyi göremez." tespitiyle kör noktalarımıza işaret eden Fazlıoğlu kavramların anlamlarına geriye doğru giderek ve soyağacını inşa ederek ulaşıyor. "Yorum doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır." cümlesini kendisine düstur edinen Fazlıoğlu’nun kavram haritasından bazı paftalarına göz atmak bile onun ciddiyetine dair işaretleri farketmek için yeterli. Mesela Akıllı Türk ve Makul Tarih kitabında yer alan yazıların omurgasını teşkil eden tarih bu kavramlardan biri. Tarihin sadece ibret alınacak değil gelecek idraki inşa etmek amacıyla kuvvet alınacak/devşirelecek bir zemin olduğunu ifade eden Fazlıoğlu, buna karşılık Türkiye’de tarihin makul olmaktan ziyade ya mitolojik bir söylenti ya da psikolojik bir avuntu olduğunu bu yüzden de idrak ve davranış haline gelmediğini vurguluyor ve şu ihtarda bulunuyor: "Tarihi olmayanın koruyacak hiçbir şeyi yoktur; vatanı bile…"
Tarih kelimesi ile birlikte Türk kelimesini de anmamız gerekiyor. G. Postel’in ikna edilemezse icbar edilmesi, icbar da edilmezse imha edilmesi gerektiğini söylediği Türkler, tarih algıları üzerinden yenilmişlerdir zira. Fazlıoğlu’nun kan birliğine değil can birliğine dayalı olduğunu vurguladığı olduğu Türklükle ilgili en veciz tespitleri ise Biz Türkler Koyunluğumuzu Geri İstiyoruz başlıklı yazıda toplanmış. O kadar kendimize yabancılaşmışız ki koyun sürüsü olmayı bir hakaret telakki ediyoruz. Halbuki geleneksel metinlerde bu bir övgü/övünç vesilesi idi. Yaşadığımız anlam ve değer erozyonunun boyutlarını sadece bu yazı üzerinden bile kolayca farkedebiliriz. Yaşanan erozyonun müsebbiblerini ise Fazlıoğlu’nun şu satırlarından okumak mümkün: "Ülkemizde, milletimize uşak olmayı öğretene aydın denir; bunun bir üst makamında da uluslararası şöhrete sahip, Türk bilgini olmayı becerememiş bilim adamları/kadınları yer alırlar."
Akıllı Türk Makul Tarih’in son iki yazısı iki merhum Turgut Cansever’e ve Şakir Kocabaş’a vefa niteliği taşıyor. Ancak hamasi vefa yazıları değil Fazlıoğlu’nun kaleme aldıkları. Kitap boyunca işlenen Akıllı Türk’ün ve makul tarihin ete kemiğe bürünmüş hallerinin mümessilliği yapabilecek şahsiyetleri görmüş oluyoruz.
Kendini Aramak ise bir başka kitabın adını referans vererek özetlenebilir. İsmet Özel’in Neyi Kaybettiğini Hatırla adlı kitabının ismindeki espri bu kitabın ruhuyla akraba. İnsan olmanın anlamından başlayan Fazlıoğlu, "Bir insanın yeryüzünde başına gelebilecek en büyük musibet anlamlandırma yetisini kaybetmektir." tespitinden hareketle bütünüyle evreni teşkil eden doğumla ecel arasındaki hayatta insanın anlam ve emniyet arayışındaki istikametine ve istikametsizliğine dikkat çekiyor. İhsan Fazlıoğlu’nun "Hayatı bir birey olarak ve estetik yaşamak kadim medeniyetimizin şiarıdır. Bu nedenle hakkıyla yaşamak bir cesaret işidir. Nehr'in, yarmak, ikiye bölmek kökünden, köprü anlamındaki cisr'in de cesaretle aynı kökten geldiği dikkat alındığında nasıl ki bir nehri köprüden geçmek bir cesaret işiyse, doğum ile ölümün ikiye ayırdığı hayatı yaşamak da o kadar cesaret işidir. Her bir kişi köprüden tek başına (ferdiyet) geçer; ancak bu geçiş alelade değil, insan olmalığa yakışır bir biçimde estetik olmalıdır: Şuurlu hayat." cümleleri zannediyorum ki Kendini Aramak ifadesindeki kendilik bilgisinin ve arayışının hedef ve derinliği hakkında ipuçları sunabilir.
Kendini Aramak’ın bir boyutu da siyaset. Siyasi bir manifestodan, angajmandan ziyade siyasetin bizatihi kendisinden bahsetmeyi tercih ediyor Fazlıoğlu. Akılda, ilimde ve ibadette tatil olmaz düsturundan hareket eden Fazlıoğlu için "Özü olmayanın sözü, sözü olmayanın hakikati, hakikati olmayanın siyaseti olmaz. Çünkü siyaset bir milletin varlık duyuşudur."
Aklın kayıp, vicdanın metruk olduğu bir çağda yaşadığımıza dikkat çeken Fazlıoğlu’nun sahicilikten yoksun yapay tarih ve medeniyet perspektifinin çıkmazlarına işaret ettiği tespiterin derinlemesine tartılması ve tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu da en az İhsan Fazlıoğlu kadar mesai vermeyi gerektiriyor elbette. İhsan Fazlıoğlu’nun kitaplaşmayı bekleyen pek çok çalışması var. Umulur ki onlar için de fazla beklemek zorunda kalmayız.
Sakallı Celal ile başladığımız sözü onun bir başka aforizması ile tamama erdirelim: "Türkiye'de aydın geçinenler Doğu'ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar." Sakallı Celal’in aforizmasının kapsama alanına girmeyen kıymetlerimizin de olduğunu görmek için İhsan Fazlıoğlu’nun kitapları iyi bir başlangıç noktası olabilir.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Kitaplardan Akıllı Türk Makul Tarih ve Kendini Aramak; İhsan Fazlıoğlu’nun bir dönem yayınlanan Anlayış dergisinde yer alan yazılarından müteşekkil. Kayıp Halka’da albaşlığında ifade ettiği üzere "İslam-Türk Felsefe Bilim Tarihinin Anlam Küresi"ni konu edinen büyük resmi göstermeye çalışan ve akademik disiplin içinde kaleme alınmış makalelere yer veren Fazlıoğlu, Anlayış dergisi içinse bu büyük kürenin nasıl inşa edilebileceğinin yol haritasını çizen denemeler kaleme almış.
Bu iki kitap için İhsan Fazlıoğlu’nun kendisine mesele edindiği önceliklerle tanışma kılavuzu demek çok da aykırı olmaz. Fazlıoğlu’nun hem felsefi hem de tarihi boyutlarıyla tarttığı/tartıştığı meselelerde kullandığı bazı anahtar kavramlarla ve niçin bu kavramları kendisi için anahtar olarak seçtiğine ilişkin bilgiye bu yazılardan ulaşabiliyoruz. "İnsan kavramına sahip olmadığı şeyi göremez." tespitiyle kör noktalarımıza işaret eden Fazlıoğlu kavramların anlamlarına geriye doğru giderek ve soyağacını inşa ederek ulaşıyor. "Yorum doğru anlamaktan daha çok, yanlış anlamamak için verilen bir uğraşıdır." cümlesini kendisine düstur edinen Fazlıoğlu’nun kavram haritasından bazı paftalarına göz atmak bile onun ciddiyetine dair işaretleri farketmek için yeterli. Mesela Akıllı Türk ve Makul Tarih kitabında yer alan yazıların omurgasını teşkil eden tarih bu kavramlardan biri. Tarihin sadece ibret alınacak değil gelecek idraki inşa etmek amacıyla kuvvet alınacak/devşirelecek bir zemin olduğunu ifade eden Fazlıoğlu, buna karşılık Türkiye’de tarihin makul olmaktan ziyade ya mitolojik bir söylenti ya da psikolojik bir avuntu olduğunu bu yüzden de idrak ve davranış haline gelmediğini vurguluyor ve şu ihtarda bulunuyor: "Tarihi olmayanın koruyacak hiçbir şeyi yoktur; vatanı bile…"
Tarih kelimesi ile birlikte Türk kelimesini de anmamız gerekiyor. G. Postel’in ikna edilemezse icbar edilmesi, icbar da edilmezse imha edilmesi gerektiğini söylediği Türkler, tarih algıları üzerinden yenilmişlerdir zira. Fazlıoğlu’nun kan birliğine değil can birliğine dayalı olduğunu vurguladığı olduğu Türklükle ilgili en veciz tespitleri ise Biz Türkler Koyunluğumuzu Geri İstiyoruz başlıklı yazıda toplanmış. O kadar kendimize yabancılaşmışız ki koyun sürüsü olmayı bir hakaret telakki ediyoruz. Halbuki geleneksel metinlerde bu bir övgü/övünç vesilesi idi. Yaşadığımız anlam ve değer erozyonunun boyutlarını sadece bu yazı üzerinden bile kolayca farkedebiliriz. Yaşanan erozyonun müsebbiblerini ise Fazlıoğlu’nun şu satırlarından okumak mümkün: "Ülkemizde, milletimize uşak olmayı öğretene aydın denir; bunun bir üst makamında da uluslararası şöhrete sahip, Türk bilgini olmayı becerememiş bilim adamları/kadınları yer alırlar."
Akıllı Türk Makul Tarih’in son iki yazısı iki merhum Turgut Cansever’e ve Şakir Kocabaş’a vefa niteliği taşıyor. Ancak hamasi vefa yazıları değil Fazlıoğlu’nun kaleme aldıkları. Kitap boyunca işlenen Akıllı Türk’ün ve makul tarihin ete kemiğe bürünmüş hallerinin mümessilliği yapabilecek şahsiyetleri görmüş oluyoruz.
Kendini Aramak ise bir başka kitabın adını referans vererek özetlenebilir. İsmet Özel’in Neyi Kaybettiğini Hatırla adlı kitabının ismindeki espri bu kitabın ruhuyla akraba. İnsan olmanın anlamından başlayan Fazlıoğlu, "Bir insanın yeryüzünde başına gelebilecek en büyük musibet anlamlandırma yetisini kaybetmektir." tespitinden hareketle bütünüyle evreni teşkil eden doğumla ecel arasındaki hayatta insanın anlam ve emniyet arayışındaki istikametine ve istikametsizliğine dikkat çekiyor. İhsan Fazlıoğlu’nun "Hayatı bir birey olarak ve estetik yaşamak kadim medeniyetimizin şiarıdır. Bu nedenle hakkıyla yaşamak bir cesaret işidir. Nehr'in, yarmak, ikiye bölmek kökünden, köprü anlamındaki cisr'in de cesaretle aynı kökten geldiği dikkat alındığında nasıl ki bir nehri köprüden geçmek bir cesaret işiyse, doğum ile ölümün ikiye ayırdığı hayatı yaşamak da o kadar cesaret işidir. Her bir kişi köprüden tek başına (ferdiyet) geçer; ancak bu geçiş alelade değil, insan olmalığa yakışır bir biçimde estetik olmalıdır: Şuurlu hayat." cümleleri zannediyorum ki Kendini Aramak ifadesindeki kendilik bilgisinin ve arayışının hedef ve derinliği hakkında ipuçları sunabilir.
Kendini Aramak’ın bir boyutu da siyaset. Siyasi bir manifestodan, angajmandan ziyade siyasetin bizatihi kendisinden bahsetmeyi tercih ediyor Fazlıoğlu. Akılda, ilimde ve ibadette tatil olmaz düsturundan hareket eden Fazlıoğlu için "Özü olmayanın sözü, sözü olmayanın hakikati, hakikati olmayanın siyaseti olmaz. Çünkü siyaset bir milletin varlık duyuşudur."
Aklın kayıp, vicdanın metruk olduğu bir çağda yaşadığımıza dikkat çeken Fazlıoğlu’nun sahicilikten yoksun yapay tarih ve medeniyet perspektifinin çıkmazlarına işaret ettiği tespiterin derinlemesine tartılması ve tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu da en az İhsan Fazlıoğlu kadar mesai vermeyi gerektiriyor elbette. İhsan Fazlıoğlu’nun kitaplaşmayı bekleyen pek çok çalışması var. Umulur ki onlar için de fazla beklemek zorunda kalmayız.
Sakallı Celal ile başladığımız sözü onun bir başka aforizması ile tamama erdirelim: "Türkiye'de aydın geçinenler Doğu'ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar." Sakallı Celal’in aforizmasının kapsama alanına girmeyen kıymetlerimizin de olduğunu görmek için İhsan Fazlıoğlu’nun kitapları iyi bir başlangıç noktası olabilir.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
30 Mayıs 2016 Pazartesi
Hakikati dert edinmiş sanatçı
"Varlıklara vereceğimiz anlamların ve biçeceğimiz yüzlerin hiçbiri hakikat kadar bize faydalı olmaz."
- Henry David Thoreau, Walden
- Henry David Thoreau, Walden
"Ben ölümü daha fazla bilirim ölülerden,
Ben canlılar içinden en canlısıyım."
- Arseni Tarkovski
Yalnız Rusya'da değil, dünyada "şiirsel sinema" denince akla gelen ilk isimlerden biri Andrey Tarkovski. Düşüncelerini ifade edebilmekteki başarısını hiç şüphesiz büyük bir şair olan babası Arseni Tarkovski'ye borçlu. Nitekim birçok filminde onun şiirlerinden dizeler yakalayabilmek mümkün. Türkçemize kazandırılan Şiirsel Sinema, Zaman Zaman İçinde: Günlükler (1970-1986) ve Mühürlenmiş Zaman kitapları önemini her geçen gün artırıyor. Zira toplum olarak bize hakikati işaret edebilecek bir sanattan fersah fersah uzaktayız ve buna olan ihtiyacımızın fazlasıyla ortada. Andrey Tarkovski, Füsun Ant'ın harikulade çevirisiyle yayımlanmış Mühürlenmiş Zaman'daki dokuz bölümde filmlerinde göstermek istedikleriyle birlikte izleyicilerle kurduğu bağa dair fikirlerini ve okuyucunun belki de en çok önemsediği sanatla hakikatin dostluğuna dair düşüncelerini aktarıyor. Sanatçıyla halk arasındaki ilişki ve sanatçının sorumluluğu üzerine yaptığı uzun yıllar süren düşünce ve film emeklerinin tüm mahsulü bu kitapta okunabiliyor.
İdeal kelimesini daha çok "düşünceyle birlikte kazanılacak üstün, nitelikli yaşam" üzerine kullanan Tarkovski, sanatın bu yaşamı elde etmek için en önemli araç olduğunu ve bu aracın mutlaka varlığı, anlamı, gerçeği göstermesi gerektiğini şöyle açıklıyor: "Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir. Sanat, insanın 'mutlak gerçek'e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimidir." [sf. 27]
Güzel denen o yüce şeyin ancak peşinde koşulduğu taktirde ortaya çıkabileceğini düşünen Tarkovski, gerçekten uzak yaşayanlar karşısında güzel olanın kendini gizleyeceğini söyler. Modern sanat ise bundan uzaktır. Tarkovski'ye göre modern sanat hayatın anlamını arama derdine düşmemiştir. Bu derdi önemsemediği için de kendini onayla(t)maktan başka meselesi yoktur. Yönetmen kendi için, oyuncu kendi için. Bu durumda seyircinin yüksek düşünce mahsulü sanat kollarından biri olan sinemaya "popüler bir zaman geçirme aygıtı" olarak bakması doğaldır. Günümüz insanı ne emek, ne zaman ne de düşüncesinden bir şey feda etmediği için insan olma duygusundan çok şeyi kaybetmektedir ona göre. Filmlere düşen de budur: yeniden ayağa kaldırmak, düşünceyi sağlamak, her çirkinin içinde muhakkak bir güzel olduğunu gösterebilmek. Şöyle diyor usta yönetmen: "Sonsuzluk düşüncesi sözcüklerle ifade edilemez; hatta tanımlanamaz bile. Sanat ise insanlara bu imkânı bahşeder, sonsuza denenebilir kılar. Sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir." [sf. 29]
Şiiri bir dünya görüşü, bir yaşam felsefesi olarak seçmiş Tarkovski. Dolayısıyla beşikten mezara kadar insanın yanı başından ayrılmayacak olan yegane güç, yoldaş, sırdaş şiirdir. Şiirle insan her şeyini daha iyi ve güzel açıklayabilir. Tarkovski'nin hayatla ve hakikatle kurduğu bağ açısından şiir çok özel bir yerde durmaktadır. İnsanın ruhuna seslenen ve manevi yapısını şekillendiren, sanatın en güzide kollarından biri olan şiir; bir çocuk ruhuna ve hayal gücüne sahip olan şairin dünyayı tanımayan fakat dünyayı sahiplenen bir anlayışın ürünüdür. Bu ürünle birlikte yaratma kapasitesi ortaya konur. Bu yaratma kapasitesi, 'yaratıcının aynadaki yansıması'na dair olmalıdır. "Yaratıcıdan bağımsız bir sanata hiçbir zaman inanmadım. Sanatın anlamı yakarışın ta kendisidir. Yapıt ise duadır." diyor Tarkovski ve ekliyor: "Sanat bir tür duadır. Ben, Tanrı’nın şair olma, yani daha başka bir biçimde dua etme imkânı tanıdığı bir insanım."
Henry David Thoreau, Yürümek - Sivil İtaatsizlik adlı eserinde "İnsanın yaşam düzeyini bilinçli bir çabayla yükseltme konusundaki tartışma götürmez yeteneğinden daha cesaret verici bir olgu bilmiyorum" der. İşte Tarkovski de bu anlayışa sahiptir ve yaşamı, insana manevi ilerleme göstermesi için verilmiş bir süre olarak görür. Tarkovski'nin "bir şaheser" dediği Walden'de ise yine Thoreau insana sıkıntı veren şeylerin fazlalaşması hâlinde o insanın derhâl dünyayı düzeltmeye başlaması gerekir. Başlaması gereken dünya ise kendisidir çünkü her insan bir dünyadır. Tarkovski bu düşüncesi açarcasına "Koca bir evreni içinde taşıyan insan: işte benim tek ilgi odağım. Zira hayat, her zaman hayal gücümüzden daha zengindir. Bu yüzden gerçek bir sanatçı, ancak kendisi açısından hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir. Ben de sinema sanatıyla seyirciye, hayatın gerçek akışını neredeyse hiç bozmadan aktarma yeteneğini taşımak istiyordum." der. Çinli büyük filozof olan Zengzi (Zeng Shen) ise henüz M.Ö 500'lü yıllarda şu müthiş cümleleri söylemiş: "Ruhu kişinin sahibi değilse; kişi bakar ama görmez; dinler ama duymaz; yer ama yediğinin tadını ayırt edemez."
Tarkovski için sinemanın yegane anlamı; insanı 'sınırları olmayan' bir mekâna oturtmak diğer insanlarla onu tanıştırmak, kavuşturmak ve kaynaştırmaktır. İnsanın dünyayla girdiği ilişki sinemanın konusu olmalıdır. Bütünüyle bir gözlemdir sinema, gözlemdeki farklılık ve gerçeklik hakikate ışık tutmalıdır. Sinema ancak o zaman sinema olacaktır. Günümüzde ise geniş bir kitlenin beğenisini kazanmak, bir ürünü 'sanat yapıtı' yapmaya yetmektedir. Thoreau'nun "Yaşamınızı sadeleştirin!" çağrısı bir tarafta dursun, Tarkovski'nin "sinemada önceden teorik olarak belirlediği tasarıyı sanatsal pratiğiyle tam bir uyum içinde gerçekleştiren yegâne insan" dediği Robert Bresson'la ilgili bir yorumunda Paul Valery de şöyle söyler: "Ancak bilinçli bir abartmaya yol açacak her türlü araçtan vazgeçenler mükemmelliğe erişebilir."
Günümüz sanat anlayışına dair Andrey Tarkovski'nin ifade ettiği görüşleri hâlâ ve ciddiyetle önemini koruyor: "20. yüzyılın ikinci yarısında sanat her türlü gizemini kaybetmiştir. Günümüzün sanatçısı, tam bir kabul görmek istiyor, hem de hemen, manevi başarıların yanında paraya çevrilmesini istiyor. Zavallı Franz Kafka! Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerinin yakılmasını talep eden Kafka'nın dramı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında Kafka, ahlâken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kafka bu kadar acı çekti, çünkü zamanına 'ayak uydurması'nı bilemedi."
Artık güzele ve maneviyata ihtiyaç duymayan insanlar, filmlerden tıpkı Coca-Cola şişeleri gibi yararlanmaktadır ona göre. İzler ve üzerine hiç düşünmeden beynin çöplüğüne atar. Oysa sanat insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı ise insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir.
Tarkovski'nin kitabını bitirirken yaptığı son yorum ise oldukça ilginç: "Ve laf aramızda: İnsanlık, sanatsal görüntü kadar bireyci olmayan başka bir şey keşfedememiştir ve belki de insan varlığının anlamı gerçekten de sanat eserleri yaratmada amaçsız ve bireyci olmayan sanatsal eylemlerde aranmalıdır. Belki de bu şekilde, bizim Tanrı'nın bir kopyası şeklinde yaratılmış olduğumuz fikri doğrulanmaktadır." [sf. 200]
Secde sûresinin 9. ayetinde buyrulan neydi, hatırlayalım: "Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
23 Mayıs 2016 Pazartesi
Kursağımızda kalan heveslerin romanı
“Ne diyordu ince şeylerin annesi
‘Ötekini oku, derinde dipte duranı.'”
- Şükrü Erbaş
Külliyat okuması yapmanın, bir yazarın yazarlık serüvenine şahitlik etmenin en doğru yolu olduğunu üniversitede Sibel Hoca sayesinde öğrendim. Yazarın kitaplarının kronolojik sırayla okunması, okuyucu olarak bana dildeki değişimi, temalardaki değişimi, hikâyenin içerisinde yer alan patikalardaki çeşitlenmeyi görmek için önemli imkânlar sunuyor. Aslında bu kazanımlar, işin edebi yönüyle ilişkili. Bana kalırsa kronolojik okuma yapmanın en güzel yanı, kitabın yazarıyla aranızda kurulan, sadece size özel olduğunu hissettiğiniz duygu bağıdır. Anlattıkları aracılığıyla yazarı tanıdığınızı düşünür, onunla ahbaplık eder ve yazarlık heyecanlarına ortak olursunuz.
Kemal Varol, benim için tam da bu anlattığım bağı kurabildiğim yazarlardan birisidir. Onu “Toplu Şiirler” kitabıyla tanıyan, “Demiryolu Öyküleri” derlemesiyle takip eden bir okur olarak, ilk romanı Jar’ın yayımlanmasıyla, yazar-okur ilişkimizin lezzeti de artmıştır. Bu kıymetli ilişkinin devamında, bugün, Kemal Varol’un üçüncü romanı “Ucunda Ölüm Var” hakkında bir şeyler yazıyor olmaktan büyük bir heyecan duyduğumu belirtmek isterim.
Ucunda Ölüm Var’ın Ağıtçı Kadını, kendinde ya da bir başkasında iz bırakan her acıyı sırtlanmayı görev bilmiş, en umutsuz dert olan ölümün izlerini bedenine hapsetmiş, mistik bir eski zaman masalcısı… Ucunda Ölüm Var’da anlatıcı Ağıtçı Kadın’ın hikâyesiyle birçok şeyi öğrenmiş oluyoruz: Ağıt kültürünü, Ağıtçı Kadın’ın özüne iz bırakan yarasını, Ağıtçı Kadın’ın ardından yürek dağlayan ağıtlar yaktığı insanların kısacık hayatlarına sığdırdıklarını… “Gözyaşlarım bütün bunları bahane edip akarken ben ölülerle değil hikâyelerine ağlarım. Eksik kalmış, tamamlanmamış, yarıda kalmış, bir süt tülbendi gibi bembeyaz, bir kış gecesi gibi bembeyaz, hayretler içinde kalakalmış hikâyelerine ağlarım. Bir işaret olarak dünyaya dikecekleri taşlara ağlarım…”(Sf. 25) Hikâye içinde hikâye, acı içinde acı derken bu romanda dünya dertlerinin bin bir haliyle hemhal oluyoruz. Okur olarak, kitapta anlatılan hiçbir acıdan sıyrılmanın imkânı yok. Ağıtçı Kadın öylesine içten öylesine sarsıcı ki anlatılarıyla acımıza yön veriyor.
“Ucunda Ölüm Var”, Kemal Varol’un dilindeki şairliğin iyiden iyiye hissedildiği bir roman olarak karşımızda duruyor. Ağıtçı Kadın’ın acıları ile bizi aynı duyguda birleştiren, aynı sisteme sövdüren, aynı acıya ağlatan ortaklığımız, Varol’un dilindeki samimiyetle belirginleşiyor. Jar ve Haw romanlarında da duygudaşlığımız ve Varol’un samimiyeti bakiydi elbette fakat Ucunda Ölüm Var’da farklı olan bir şeyler var. Okur olarak bu romanda artık farklı acılarla empati yapmanın çok ötesine geçiyoruz: Tüm hasretler bizim hasretimiz, başkasının gözündeki yaş bizim kirpiklerimizi ıslatıyor; tüm ölümlerin ağıtçısı biz oluyoruz, hepimiz tanığız tüm yaşananlara…
Diğer iki romanında hikâyelerin büyük bir kısmını erkek dilinden okuduk, dinledik. Jar’da birbirine düşman iki adamın öyküsünü, erkeklerin dilinden okuduk. Haw’da Melsa’nın aşığı Mikasa’nın dilinden gördük dünyayı, geçmişten kalan acıların kokusunu Mikasa’yla soluduk. Ucunda Ölüm Var’da ise, hüzünler de sevinçler de gülmek de ağlamak da kadının dilinden söze dökülüyor. Yarım kalan her şeyin acısı önce Ağıtçı Kadının diline, sonra da bizlerin içine dökülüyor, derin izler bırakıyor: “Okunur okunmaz silinen bir kelime oldum. Harflerim tastamam da noktalarım eksik kaldı senden sonra.” (Sf. 166)
Ağıtçı Kadın, roman boyunca Arguvan’dan yola çıkıp beş şehir dolaşıyor: Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum ve Diyarbakır. Her şehirde de bir başka acıyla tanışıyor, bir başka insanın ahir ömrünün öyküsünü dinliyor. Her gittiği cenaze evinden, ölen kişinin Heves Ali olmamasının verdiği rahatlık ve Heves Ali’ye kavuşamamanın verdiği hayal kırıklığı ile ayrılıyor. Kemal Varol ölüme, savaşa, acıya, bin bir türlü haksızlığa tanıklık eden küçük Arkanya’yı, bu son romanında da dizinin dibinden ayırmıyor. Ve Ağıtçı Kadın, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, hikâyesinin başladığı topraklara, Arguvan’a dönerek veda ediyor; hem kendi hikâyesine hem de kursağında yer eden, bitiremediği cümlelerine.
Romandaki bu ince “beş şehir” ayrıntısı, bende, Kemal Varol’un okurluk serüveninde Tanpınar’ın iz bıraktığı ve Ağıtçı Kadın’ın beş şehirlik yolculuğunun usta yazara bir selam gönderme vesilesiyle kurgulandığı düşüncesini doğuruyor. Varol’un beş şehri, tek bir şehirle Tanpınar’dan ayrılıyor: Kemal Varol, “başkent” Ankara yerine Diyarbakır’ı koyarak, her romanında olduğu gibi kurmacanın içindeki gerçekliği politik bir zeminle inşa ediyor. Yazarın romanlarını okurken yakaladığımız bu küçük ayrıntılar ve göndermeler, incelikle kurgulanmış metne daha sıkı sarılmamızı sağlıyor.
Romanda dikkatimi çeken bir diğer nokta, bölüm girişlerindeki alıntıların derinliği oluyor. Yunus Emre’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’a; Jules Valles’ten Mevlana’ya ve Willian Saroyan’a kadar birçok sevilen isim, Ucunda Ölüm Var’ın çoksesliliğine eşlik ediyor. Heves Ali’nin Ağıtçı Kadın’a çağrısı, Mevlana’nın Şems'e çağrısındaki ürpertiyi hissetmeme neden oluyor. Her iki aşık-maşuk hikâyesinin ortak mekânının Konya olması; alt metinlerin çeşitliliği konusunda beni bir kez daha hayranlığa sürüklüyor. Kemal Varol’un bağırmadan, usulca yaptığı bu göndermelerin izini sürebilmek, yazar-metin-okur arasındaki o özel bağın kuvvetlenmesine omuz veriyor.
Ucunda Ölüm Var, hepimiz için, hayatın çoksesliliğine bir davet: Kemal Varol bizi acıya, kahkahaya, ölüme, doğuma tanıklığa davet ediyor.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
‘Ötekini oku, derinde dipte duranı.'”
- Şükrü Erbaş
Külliyat okuması yapmanın, bir yazarın yazarlık serüvenine şahitlik etmenin en doğru yolu olduğunu üniversitede Sibel Hoca sayesinde öğrendim. Yazarın kitaplarının kronolojik sırayla okunması, okuyucu olarak bana dildeki değişimi, temalardaki değişimi, hikâyenin içerisinde yer alan patikalardaki çeşitlenmeyi görmek için önemli imkânlar sunuyor. Aslında bu kazanımlar, işin edebi yönüyle ilişkili. Bana kalırsa kronolojik okuma yapmanın en güzel yanı, kitabın yazarıyla aranızda kurulan, sadece size özel olduğunu hissettiğiniz duygu bağıdır. Anlattıkları aracılığıyla yazarı tanıdığınızı düşünür, onunla ahbaplık eder ve yazarlık heyecanlarına ortak olursunuz.
Kemal Varol, benim için tam da bu anlattığım bağı kurabildiğim yazarlardan birisidir. Onu “Toplu Şiirler” kitabıyla tanıyan, “Demiryolu Öyküleri” derlemesiyle takip eden bir okur olarak, ilk romanı Jar’ın yayımlanmasıyla, yazar-okur ilişkimizin lezzeti de artmıştır. Bu kıymetli ilişkinin devamında, bugün, Kemal Varol’un üçüncü romanı “Ucunda Ölüm Var” hakkında bir şeyler yazıyor olmaktan büyük bir heyecan duyduğumu belirtmek isterim.
Ucunda Ölüm Var’ın Ağıtçı Kadını, kendinde ya da bir başkasında iz bırakan her acıyı sırtlanmayı görev bilmiş, en umutsuz dert olan ölümün izlerini bedenine hapsetmiş, mistik bir eski zaman masalcısı… Ucunda Ölüm Var’da anlatıcı Ağıtçı Kadın’ın hikâyesiyle birçok şeyi öğrenmiş oluyoruz: Ağıt kültürünü, Ağıtçı Kadın’ın özüne iz bırakan yarasını, Ağıtçı Kadın’ın ardından yürek dağlayan ağıtlar yaktığı insanların kısacık hayatlarına sığdırdıklarını… “Gözyaşlarım bütün bunları bahane edip akarken ben ölülerle değil hikâyelerine ağlarım. Eksik kalmış, tamamlanmamış, yarıda kalmış, bir süt tülbendi gibi bembeyaz, bir kış gecesi gibi bembeyaz, hayretler içinde kalakalmış hikâyelerine ağlarım. Bir işaret olarak dünyaya dikecekleri taşlara ağlarım…”(Sf. 25) Hikâye içinde hikâye, acı içinde acı derken bu romanda dünya dertlerinin bin bir haliyle hemhal oluyoruz. Okur olarak, kitapta anlatılan hiçbir acıdan sıyrılmanın imkânı yok. Ağıtçı Kadın öylesine içten öylesine sarsıcı ki anlatılarıyla acımıza yön veriyor.
“Ucunda Ölüm Var”, Kemal Varol’un dilindeki şairliğin iyiden iyiye hissedildiği bir roman olarak karşımızda duruyor. Ağıtçı Kadın’ın acıları ile bizi aynı duyguda birleştiren, aynı sisteme sövdüren, aynı acıya ağlatan ortaklığımız, Varol’un dilindeki samimiyetle belirginleşiyor. Jar ve Haw romanlarında da duygudaşlığımız ve Varol’un samimiyeti bakiydi elbette fakat Ucunda Ölüm Var’da farklı olan bir şeyler var. Okur olarak bu romanda artık farklı acılarla empati yapmanın çok ötesine geçiyoruz: Tüm hasretler bizim hasretimiz, başkasının gözündeki yaş bizim kirpiklerimizi ıslatıyor; tüm ölümlerin ağıtçısı biz oluyoruz, hepimiz tanığız tüm yaşananlara…
Diğer iki romanında hikâyelerin büyük bir kısmını erkek dilinden okuduk, dinledik. Jar’da birbirine düşman iki adamın öyküsünü, erkeklerin dilinden okuduk. Haw’da Melsa’nın aşığı Mikasa’nın dilinden gördük dünyayı, geçmişten kalan acıların kokusunu Mikasa’yla soluduk. Ucunda Ölüm Var’da ise, hüzünler de sevinçler de gülmek de ağlamak da kadının dilinden söze dökülüyor. Yarım kalan her şeyin acısı önce Ağıtçı Kadının diline, sonra da bizlerin içine dökülüyor, derin izler bırakıyor: “Okunur okunmaz silinen bir kelime oldum. Harflerim tastamam da noktalarım eksik kaldı senden sonra.” (Sf. 166)
Ağıtçı Kadın, roman boyunca Arguvan’dan yola çıkıp beş şehir dolaşıyor: Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum ve Diyarbakır. Her şehirde de bir başka acıyla tanışıyor, bir başka insanın ahir ömrünün öyküsünü dinliyor. Her gittiği cenaze evinden, ölen kişinin Heves Ali olmamasının verdiği rahatlık ve Heves Ali’ye kavuşamamanın verdiği hayal kırıklığı ile ayrılıyor. Kemal Varol ölüme, savaşa, acıya, bin bir türlü haksızlığa tanıklık eden küçük Arkanya’yı, bu son romanında da dizinin dibinden ayırmıyor. Ve Ağıtçı Kadın, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, hikâyesinin başladığı topraklara, Arguvan’a dönerek veda ediyor; hem kendi hikâyesine hem de kursağında yer eden, bitiremediği cümlelerine.
Romandaki bu ince “beş şehir” ayrıntısı, bende, Kemal Varol’un okurluk serüveninde Tanpınar’ın iz bıraktığı ve Ağıtçı Kadın’ın beş şehirlik yolculuğunun usta yazara bir selam gönderme vesilesiyle kurgulandığı düşüncesini doğuruyor. Varol’un beş şehri, tek bir şehirle Tanpınar’dan ayrılıyor: Kemal Varol, “başkent” Ankara yerine Diyarbakır’ı koyarak, her romanında olduğu gibi kurmacanın içindeki gerçekliği politik bir zeminle inşa ediyor. Yazarın romanlarını okurken yakaladığımız bu küçük ayrıntılar ve göndermeler, incelikle kurgulanmış metne daha sıkı sarılmamızı sağlıyor.
Romanda dikkatimi çeken bir diğer nokta, bölüm girişlerindeki alıntıların derinliği oluyor. Yunus Emre’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’a; Jules Valles’ten Mevlana’ya ve Willian Saroyan’a kadar birçok sevilen isim, Ucunda Ölüm Var’ın çoksesliliğine eşlik ediyor. Heves Ali’nin Ağıtçı Kadın’a çağrısı, Mevlana’nın Şems'e çağrısındaki ürpertiyi hissetmeme neden oluyor. Her iki aşık-maşuk hikâyesinin ortak mekânının Konya olması; alt metinlerin çeşitliliği konusunda beni bir kez daha hayranlığa sürüklüyor. Kemal Varol’un bağırmadan, usulca yaptığı bu göndermelerin izini sürebilmek, yazar-metin-okur arasındaki o özel bağın kuvvetlenmesine omuz veriyor.
Ucunda Ölüm Var, hepimiz için, hayatın çoksesliliğine bir davet: Kemal Varol bizi acıya, kahkahaya, ölüme, doğuma tanıklığa davet ediyor.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)