10 Mayıs 2016 Salı

Kan ve talan: Moğollar

"Tanrı benimle konuştu. Bütün yeryüzünü Timuçin ve evlatlarına verdiğini, ona Cengiz adını koyduğu söyledi."
- Teb Tengri

"Onlar benim atlılarımdır. Bana isyan edenlerden onlarla intikam alırım" şeklindeki kudsî hadisin Cengiz Han ve atlıları için söylendiğine kuşku yoktur."
- Cüveynî, Târih-i Cihangûşâ

"Hiç kimse onlara engel olamamış, kimse karşılarına dikilmemiş ve İslam diyarının hükümdarları da girdikleri deliklerinde saklanıp durmuş, hiç kimse onlara karşı çarpışmamıştı."
- İbnü'l-Esir


Selçukluları Yeniden Keşfetmek: Büyük Selçuklular, Osmanlı'dan Önce Onlar Vardı: Türkiye Selçukluları ve Türklerin Kayıp Yüzyılı: Beylikler Devri Türkiye Tarihi kitaplarından tanıdığımız Mustafa Alican bu kez 13. yüzyılın başında tarih sahnesine çıkan ve günümüzde hâlâ konuşulan etkilere imza atmış Moğollar üzerine bir çalışmayla okuyucunun karşısına çıkıyor. Türk tarihinin en önemli sayfasını teşkil eden Selçuklu devrinden bahsederken Moğolları es geçmek imkânsız olduğu gibi, Cengiz Han'ın kurduğu bu ilginç devletin üzerine kayda değer çalışmaların son derece az olduğu da bir gerçek. Fakir, tarih kitaplarını -bilhassa yazarını çok iyi tanımadıklarımı- almadan evvel muhakkak kaynakçasına bakarım. Mustafa Alican'ın her ne kadar diğer kitaplarını okumuş olsam da yine kaynakçaya bakmaya gerek duydum. Bunun sebebi, kendime çapraz okuma yapabilme imkânı sağlamak. Zira Mustafa hoca klasik tarih kaynaklarından ve metinlerinden yararlandığı gibi Emil Michel Cioran gibi yabancı filozofların yanında Dücane Cündioğlu, İhsan Fazlıoğlu, Ahmet Yaşar Ocak gibi İslâm-Türk bilim ile tasavvuf tarihi üzerine ciddi çalışmalar yapmış bilginlerimizden de istifade etmiş.

Neden Moğolların tarihi hâlâ önemini koruyor? Bu sorunun cevabı tarih biliminin "hâlâ" kelimesini kabul etmeyişinin dışında çok büyük beşeri, coğrafi ve iklim değişikliklerinin dahi Moğollar sebebiyle değiştiğini, bu değişikliklerin sebep olduğu vakaların günümüzde iyice belirginleştiğini bilimsel raporlardan dahi öğrenebiliyoruz. Carnegie Enstitüsü Küresel İklim Bölümü tarafından yapılan bir araştırma şöyle diyor: "Moğol istilası esnasında ölen insanların sayıca çok olması küresel iklim değişikliğine neden olmuştu. Buna göre, istilacılar tarafından işgal edilen uçsuz bucaksız toprakların sürülememesi sonucu oluşan ormanlaşma, atmosferden daha fazla karbonun temizlenmesine sebep olmuş, yapılan hesaplamalarda bir hata yoksa yaklaşık 700 milyon ton civarında karbonun temizlenmesi ile yerkürede meydana gelen soğumanın düzeyi, tarihte ilk kez insan eliyle gerçekleşen bir küresel iklim değişikliğine yol açmıştı.". Nitekim Moğolların tahrip ettiği bölgelere de seyahat etmiş olan İbn Battuta'nın eserlerinde bu bölgelerin uzun yıllar boyunca kendilerini toparlayamadığı da yazmaktadır. Şeyh Sadi-i Şirazi de şöyle demiştir: "Dicle nehri, bundan sonra kan deryası olarak akacak ve cenûba doğru cereyan eyleyecek olursa Hicaz hurmalıklarının toprağını kanlı çamur hâline koyacaktır."

Kapağındaki "tarihi roman" havasına kimse aldanmaması için böyle uzun bir giriş yapmak istedim. Zira Moğollar üzerine temelin yanı sıra ciddi bilgiye erişmek için bu kitap bir kılavuz niteliğinde. Umarım hak ettiği kıymeti görür ve okullarda da öğrencilerin yararlandığı bir kitap olur. Toplam on bölüme ayrılmış kitap Cengiz Han'ın Yasası ile başlıyor. 30 defterden oluşan bu yasa günümüzde ciddiyetle incelenmeye devam ediliyor. Şeriata uyduğuna dair yorumlar da var üstelik. Mustafa Alican, yasaların aileyi, namusu koruduğunu şöyle dile getiriyor: "Moğollar arasında eski zamanlardan beri kan davalarına ve anlaşmazlıklara neden olan kadın kaçırmayı yasaklayan Cengiz Han, kadın satmak ve çocuk kaçırmak gibi suçların da en ağır şekilde cezalandırılması gerektiğini vazetmişti. Yine kuşkusuz bütün cinsel suçların yanında zina etmek de yasaktı ve ister nikâhlı eşten isterse cariyeden doğsun bütün çocuklar meşru olup eşit haklara sahipti. Cinsellikle ilişkili suçlar genelde ölümle cezalandırılıyordu."

Moğolların yükselişiyle ve fırtınasıyla devam eden kitabın kronolojik bir ilerleme sürmesi okumayı kolaylaştırıyor. Alaaddîn Ata Melik Cüveynî'nin "Geldiler, yıktılar, yaktılar, öldürdüler, götürdüler ve gittiler" diyerek anlattığı Moğollar, Semerkand'da on binlerce insanı katletmiş, İran ve Kafkasya'nın altını üstüne getirmiş, korkunç işkencelere imza atmışlardır. Saint Quentin'de Tiflis'te yedi bin kişiyi öldüren Moğol ordusunun daha sonra bu ölülerin her bin tanesini simgelemeleri için de yedi cesedi ayaklarından astıkları yazar. Tebriz'e yürümekten vazgeçip Beylekan'a yürüyen Moğol ordusu buralı kadınlara tecavüz etmiş, hamile kadınların karınlarını yarıp ceninlerini dışarı çıkarmış ve bununla da yetinmeyip(!) ceninleri kılıçtan geçirmişlerdir. Yasalarına göre kendi toplumlarında yasakladığı bu hareketleri diğer topluluklara uygulayan Moğolların küstahlığını ve korkunçluğunu yalnız tarih kitapları değil dönemin felsefe ve tasavvuf kitaplarında da okumak mümkündür.

Kerimüddin Mahmud-i Aksarayî, Moğolların Anadolu'daki etkilerini anlatırken "ülkede hüküm süren emniyet, güven, adalet ve ihsan kuralları kayboldu" der. Selçuklu siyasetinin fiilen çökmüş olduğu bu dönemlerden Moğollar tam olarak etkin istifade edemediler ve nitekim Cengiz Han'dan sonraki otorite boşluğu iyice ortaya çıktı. Oğullar ve torunlar arasında bölüşülen Moğol toprakları birlik olamadı ve çeşitli yerlerde Moğol devletçikleri kuruldu. 1220'de Cengiz Han liderliğinde başlayan Moğol istilalarını Tahirü'l-Mevlevî şöyle özetliyor: "Altı yüz sene zarfında nice emeklerle vücuda gelmiş ve hatta kable'l-İslamki akvam ve ümemden kalmış olan nice asar-ı ümran, nice kütüphaneleri, nice medreseleri, rasadhaneleri imha eylemiştir."

Kitap, merak edilen soruların cevaplanmasıyla bitiyor. İslam medeniyetinin çöküş nedeni olarak Moğol istilasının görülmesi, küresel ekonominin temelleri, Pax Mongolica ve Moğol çağının dinsel manzarası, istilanın entelektüel alandaki tesirlerinin dışında "Cengiz Han Türk müydü?", "Moğollara Tatar denmesinin nedeni neydi?", "Moğollarla Türkler arasında nasıl bir ilişki  vardı?", "Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Moğol ajanı mıydı?" gibi sorular da cevaplanıyor.

Şubat 2016'da Timaş Yayınları'ndan çıkan bu kitap, Moğol tarihi üzerine en ciddi eserlerimizden biri olacaktır şüphesiz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Mayıs 2016 Pazartesi

İstanbul'un bohem hayatı: İntermezzo

“Bir ses seninle aynı yarımadadayız diyor
Ve yitiyor sonra Pera'nın eski bir sokağında.
Pera'nın eski bir sokağını tepiyorum ben böyle her akşam
Her akşam tabanımda senin çamurun."
- İlhan Berk

İstanbul’da Bir Bohem: Fikret Adil
Türkiye’de kültür ve sanatın istediğimiz seviyede gelişememesinden bahsederken, eksikliğini duyduğumuz şeyin hem sıkı bir sanat takipçisi hem de eş-dost ilişkilerinin dışına çıkabilen eleştirmen olduğunu sık sık konuşuruz. “Yaz kitapları”, “Sonbahar kitapları”, “Çok sevilen yazar …. ‘ın en sevdiği kitaplar” listeleri aldı başını yürüdü. Günümüzde eleştirmen sayısının azlığıyla birlikte, eleştirmenlerin tek eksenli yorumları da şikâyet ettiğimiz sıkıntılar arasında. Bu konuyu bir başka yazıda uzun uzun tartışmak isterim.

Fikret Adil, günümüz kültür-sanat evreninde hasret kaldığımız “o” kişidir. Edebiyattan resme geniş bir yelpazede sanat takipçisi olan Adil, aynı zamanda kaleme aldığı eleştiri yazılarıyla da dönemin sanatsal gelişiminde büyük rol oynamıştır. Dönemin sanatçılarının eserlerini eleştirirken kişisel ilişkilerinden bağımsız davranır. Tüm bunların yanında, o yıllarda özellikle Beyoğlu ve Pera’daki yaşantı hakkında en berrak anıları bizimle paylaşır. Yazarın kitaplarını okurken adeta bir fotoğraf karesini inceler gibi hissedersiniz. Fikret Adil’den söz edilirken kullanılan “bohem” tanımlaması, yaşadığı dönemde onun sanatla ne kadar iç içe olduğunu kanıtlar niteliktedir. Kendisi aynı zamanda en önemli resim koleksiyonerlerinden biridir.

Fikret Adil’in yayımlanmış 5 kitabı bulunmaktadır: Asmalımescit 74 (Hikâye - anı), İntermezzo (Hikâye - anı), Beyaz Yollar Mavi Deniz (Gezi notları), Gardenbar Geceleri - Avare Gençlik, Deli Saraylı (oyun, Jean Giraudoux'dan uyarlama). 2000’li yılların başında, Fikret Adil’in kitapları İletişim Yayınları tarafından “İstanbul” serisi içerisinde basıldı. 2015 yılında ise Sel Yayıncılık kitapların yeniden baskılarını “Fikret Adil Kitaplığı” serisi altında okuyucuyla buluşturdu.

Asmalı Mescit, dönemin kültür-sanat çevrelerinin buluşma noktası olarak karşımıza çıkar. Pera ve Galata'yı iki ayrı kutup kabul edersek, Asmalımescit Sokak üstlendiği misyon nedeniyle üçüncü bir kutuptu desek yeridir. Hele Fikret Adil'in Beyoğlu'ndaki bohem hayatını anlattığı "Asmalımescit 74" adlı kitabının ismini aldığı 74 numaranın da çok özel bir yeri vardır. 1930’lu yıllardan itibaren uzun bir zaman boyunca sanat çevreleri tarafından sevilen bir sanat mekanı olan Asmalı Mescit’in günümüzde aynı işlevi sürdürdüğünü söylemek pek de mümkün görünmüyor.

1930’lu yıllarda, farklı sanat alanlarında çalışmaları bulunan sanatçılar, birbirine zıt dünya görüşlerine sahip olanlar da dahil olmak üzere, Fikret Adil’in insanı büyüleyen sohbetinin etrafında toplanıyor. Fikret Adil’in dost meclisleri meşhur… Bu masada kimler yok ki! Necip Fazıl’dan Nazım Hikmet’e, Halide Edip Adıvar’dan Gülriz Sururi’ye; Fikret Adil dönemin kültür ve edebiyat çevresindeki tanınmış isimleriyle bir arada vakit geçiriyor.

Fikret Adil ve Beyoğlu arasındaki ilişki ile ilgili Selim İleri şöyle söylüyor: “Özellikle ‘İntermezzo’ bir roman kurgusunda, bir uzun öykü kurgusunda fakat doğrudan doğruya yaşanmışın izinde yol alır. ‘Asmalı Mescit 74’e gelince, onda bir anı roman havası eser, bütün kişileri adlı adınca anılmıştır. Fikret Adil de bohem hayatın ortasında anlatıcı kimliğinde görünür. En uçtaki yaşantılar anlatıcının söyleminde acılar, duyarlıklar, hüzünler, ruh çılgınlıkları edinir. Mekân hemen hep Beyoğlu ve çevresidir.

İntermezzo (Bohem Hayatı)
İntermezzo (Bohem Hayatı)’nun önsözü, Fikret Adil’in sadık dostu ve bohem hayatının şahitleri arasında olan Hüsamettin Bozok tarafından kaleme alındı. Bu önsöz, okuyucu için çok kıymetli çünkü önsözü okuduktan sonra, kitabı okumaya devam ederken artık bizler de Fikret Adil’in masasına konuk oluyoruz.

İntermezzo’da Rum bir tiyatrocu ile zengin Musevi bir ailenin genç kızları Tina arasındaki tutkulu ve kabullenilmeyen aşkın izdüşümleriyle karşılaşıyoruz. Anlatı boyunca Pappas ve genç sevgilisi Tina’nın hikâyesini okurken aslında asıl tanıklık ettiğimiz dönemin sanat çevresinin arasındaki ilişkiler, bu ilişkilerin kurulduğu mekânlar, sahneler, toplumun sanatçıya bakışı... Tüm bunlar derin analizler ve betimlemelerle okuyucuya sunulmuyor ancak o dönemle ilgili bilgi edinmek isteyen meraklı okuyucular için bir izlek oluşturduğunu söyleyebilirim.

Pappas, her ortamda kadınların ilgisini çeken ve dikkatleri üzerine toplayan yakışıklı bir tiyatrocu. Tina ise ailesi tarafından “iyi yetiştirilmiş” bir genç kadın… Dolayısıyla ailenin gözünde Tina’nın böyle çapkın ve hoppa bir erkekle birlikte olması söz konusu değil. Pappas ve Tina, İstanbul’da mutluluklarını inşa edemeyeceklerini anlayınca arkadaşlarının yardımıyla Atina’ya kaçıyorlar... Tina’nın babası da çok kıymet verdiği kızını geri dönmeye ikna etmek için peşlerinden Atina’ya gidiyor. Pappas ve arkadaşları Tina’yı kurtarmak için bir plan yapıyor ancak sonuç hiç de okuyucunun umduğu gibi olmuyor. Kitap, Pappas’ın okuyucuya sürpriz olan kararıyla son buluyor.

Fikret Adil kitaplarının yeniden basılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bizi eş-dost ilişkilerinden bağımsız bir şekilde yönlendirebilecek sanat eleştirmeninin var olabildiğini Fikret Adil’in yaşantısında açıklıkla görebiliyoruz. Umarım Adil’i tanıyan-okuyan sanat takipçilerinin sayısı çoğalır; hevesli ve çalışkan eleştirmenlerle Türkiye’deki sanat çevresi daha da renklenir. Bu vesileyle son dönemde hayatımıza giren, bizi heyecanlandıran, sanattaki renkliliğe katkı sağlayan kültür-sanat dergilerine de selam verelim, hak ettikleri ilgiyi gösterelim.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

5 Mayıs 2016 Perşembe

Bir sırrı başka bir sırla açmak

Göbeklitepe bir “gizli hazine” olabilir. Bu bilgiyle “Dinler Tarihi” başlangıç noktasını kaybediyorsa, “Kâinatın Göbeği” ne doğru bir yolculuk başlıyor. “Ölmeden önce ölmeye” giden gönüllü/meraklılara bir macera vaat ediyor yazar Kaan Demirdöven. Yani istikamet Göbeklitepe. Sırlara erişebilmek için İstanbul’dan yola çıkılıyor. Yazar, “bir sırrı başka bir sırla açmak" için çaba göstermiş. Eklektizmin temel prensipleriyle 15. yüzyıl öncesindeki Anadolu Aydınlanması’na ışık tutmaya çalışan yazar mitolojik öğeleri romanında sık sık kullanmış. “Asıl hikâye, bir kitap bittikten sonra başlayandır.” diyen yazar, “örnek okuru” yönlendirmekte olduğunu söylemektedir. Romanın postmodern ve yapıbozum tekniğiyle yazıldığını söyleyen yazar, bilgiyle kurguyu harmanlamış bu kitabında. Farklı deneyimler yaşayan roman kahramanları mistik dünyalara açılan kapıları aralıyor:

Kilometrelerce uzakta ya da geçmişin bir anında vuku bulmuş olan bir şeye dokunamadığı zannına kapılabilir insan, ama o şeye imgelemen aracılığı ile dokunur. Eski bir kalıntıda, bir filmde ve bir fotoğrafta tanık olduğu şeylere zaman ve mekân ötesi dokunabilen sadece beyindir.

Mabetlerin “simgesel birer ayna” olduğunu, ona bakanın ya da dalanın kozmosun ruhunu kavradığını, hatta bu ruha evrildiğini söylüyor. Yani mabetler aslında kâmil insana ulaşmanın yoludur. Peki, Göbeklitepe arayış içindeki insana ne verebilir?

Oysa yolda yürürken yüklerden kurtulmak gerek ve insanın en büyük ağırlığı da öz benliğidir. Eskiler bu ağırlıkları atma işlemine, ‘nefs terbiyesi’ demişler.

Habil, Kabil, bağ, yıldız, gözlemci, dalga boyu, parçacık, şuur haritası, rüya tabiri, dinamik tarih, hepsi bizi bilinenden çok başka tanımlara açık olmaya zorluyor adeta.

Göbeklitepe-Aden benzerliği en eski bilgilere dayanarak yapılan çıkarımlardan bir tanesi. Göbeklitepe’nin Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın yaşadığı yer olma ihtimali üzerinde duruluyor sıklıkla. “T” biçimli heykellerin dairelerle tamamlanması ve uzaylıların bu işte bir rolünün varlığına dair işaretlerin (kozmik inşaat) peşinden gidiliyor. Gizemli bir atmosferi de olan Göbeklitepe üzerine bugüne kadar çok şey söylenmiş. Yerleşik bir düzen olmamasına karşın bu mükemmel mabet nasıl ve hangi imkânlarla yapılmış bilinmiyor. Bir su kaynağı ya da ateş olmaksızın bir mabet yapılmış olması akılları karıştırıyor. Baştan sona gizemli bir maceraya çağıran yazar, Göbeklitepe’yle esrarı çözmeye çalışıyor. Beyazgül Hafiyesi Hafi, ikiz kardeşi Kâfi, Profesör, Hermetik Tarot kartlarına bakan, “Gecenin getirdiği tüm ganimetlerin kıymetini bilmek gerek bu yüzden, zira hayat ancak hayallerle aşılabilir.” diyen Matahari ve diğerleri. Kuantum bombası, kara delik ya da başka bilinmeyenler. Epistemik hafiyenin irfan ve hikmet peşinde Göbeklitepe’ye doğru yaptığı yolculuklar, okuru nereye götürür bilemeyiz ama meraklısı için bir yol haritası niteliğindeki Mabedin Sırrı, Nesil Yayınları'ndan çıktı.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

Öyküde yeni "kara" parçaları

KaraCemal Şakar’ın 10. öykü kitabı. Onun için bir kemale, olgunluğa ulaşmış bir yazar diyebiliriz kolayca. Ancak Cemal Şakar’ın öykü macerasındaki olgunlaşması yedeğinde bir öykü tasavvuru ile uzlaştığı kabulünü taşımıyor. Nedir bu kabul? Bahsettiğim kabuller, öykü yazarlarının ve okurlarının üzerinde uzlaştıkları “alışılmışlıklar”dır tam olarak. Seçilen temada, işlenen tipte, tasvirlerde, üslupta yazılmış ve okunmuş olanı devam ve tekrar etmenin verdiği bir konfor vardır zira. Şakar, öykü dünyasını bu konforun dışındaki bir alanda kurmaya kararlı bir yazar. Bu yüzden de hem ne anlattığı hem de nasıl anlattığı sorusuna alışılmışın dışında bir noktadan cevap veriyor.

Öykü bir ülke olsaydı onun için başkentte oturan bir bürokrat değil sınır boylarının ötesine geçen bir serdengeçti diyebilirdik. Nitekim Şakar da Post Öykü için kaleme aldığı “İslamcı Öykünün Uzlaşımları” başlıklı yazısında tam da bu tercihini temellendiren eleştirel bir metne imza attı.

Dünya değişiyor, bu değişen dünyada İslamcı öykünün ürettiği uzlaşımlar giderek bir hapishaneye dönüşüyor. Bu öykü anlayışı değişen dünya karşısında hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya devam ediyor.

Kara’da yer alan “Masamda Ruhumla” başlıklı öykü, adeta Post Öykü’de kaleme alınan eleştirilerin öyküye bürünmüş hali gibi. Cemal Şakar yazılagelen öykü klişelerini Post Öykü’de madde madde sayarken “Masamda Ruhumla”da da bu eleştirinin öyküdeki somut karşılığını gözler önüne seriyor. Bu açıdan söz konusu yazı ile bu öykünün eşzamanlı eleştirel bir okumasının yapılması halinde oylumlu ve verimli bir yazıya ulaşılabileceğini düşünüyorum. Sözün başına dönersek Cemal Şakar “öykünün uzlaşımları ile hesaplaşmaya” devam ediyor ve Kara, işte bu hesaplaşmanın yeni durağı...

Cemal Şakar, elbette sadece yazılagelen öykü ile hesaplaşmakla yetinmiyor yazdıklarında. Mağdurları, mazlumları, dışlanmışları, görmezden gelinenleri öyküleştirerek bir başka hesaplaşmayı daha gerçekleştiriyor. Üstelik dışarıdan bir gözle, steril bir kuleden bakmıyor anlattıklarına. Yazdıklarını bir öykü nesnesine dönüştürmüyor. Hem dil hem üslup hem de biçimsel tercihleriyle anlattıklarını birer özne olarak karşımıza çıkarıyor. Cemal Şakar olabildiğince kısa tutuyor öykülerini. Olabildiğince az detaya, olaya yer veriyor. Onun öyküleri, bir öyküde ne kadar iktisatlı davranabileceğine ilişkin atölye çalışmalarında örnek metinler olarak okutulabilir. Öyküleri okurken metinlerinde yer alan grafik öğeler kadar metnin bizatihi kendisinin bir grafik öğeye dönüştüğüne şahit oluyoruz. Bu yüzden de Cemal Şakar’ın öykülerinde sayfalarda yer alan “boş” kısımların da öyküye dâhil olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. “Bir Öyküye Giremeyen Parçalar” adlı öykü tam da bu durumun bir örneği.

Ayrıca tarot kartlarının yer aldığı “Bir Avuç Dünya” adlı öykü ile karbonmonoksit zehirlenmesinin anlatıldığı görsel unsurların yer aldığı “Mustafaaammmm” adlı öykü görsel anlamda “kolektif” bilinçaltımızdan ilham alması bakımından dikkat çekici birer tecrübe olarak görülebilir. Cemal Şakar, Filistin’i de ele alsa maden kazasını da işlese belli bir mekânla, zamanla sınırlı olmadığı için “gündemle” sınırlı kalmayacak metinlere imza atıyor. Bu sebeple Şakar’ın güncel olanla/güncel olmayan arasındaki dengeyi gözetirken en güncel olayların bile “çok daha uzun soluklu karşılıklarına talip bir yazar" olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Cemal Şakar’ın Sular Tutuştuğunda adlı öykü kitabı çerçevesinde verdiği bir söyleşide söyledikleri zannediyorum ki yeni kitabı Kara için de aynıyla geçerli bir durum: “Gerçekliğin ne olduğu, sanat eserlerinde gerçekliğin temsili gibi sorular hep tartışılageldi ve devam edecektir. Ben bu tür sorulara dünyagörüşü merkezli bakan biriyim, hatta ideolojik bakarım. Zaten aksini iddia edenlere, nesnel cevaplar aradıklarını söyleyenlere de inanmam, itibar etmem. Mesele gerçekliğe, öykü yazarı olarak bakmak değildir; mesele öncelikle kendine dünyada bir yer arayan, konumunu belirlemeye çalışan insanın meselesidir. Varlığını anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak insani bir zorunluluktur; bu zorunluluğun peşinden koşarsanız, var olanlar içinde kendi yerinizi tayin edersiniz. Bu size dünyayı gördüğünüz, görebileceğiniz bir bakış açısı sunar. Olan-bitenleri bu bakış açısı içinden değerlendirirsiniz. Öykü tüm bu değerlendirmelerden sonra insanın kullanabileceği bir enstrümandır, bir araçtır. Bu noktadan sonra önemli olan bu aracı iyi kullanıp kullanamadığınızdır.

Kendini tekrara düşmek, Cemal Şakar’ın temel kaygılarından biri. Ancak Şakar sadece “tema” tekrarından bahsetmiyor burada, hatta tema tekrarından pek de endişe etmiyor. Onun öyküde temel kaygısını “biçimle” ilgili tekrarlar oluşturuyor. Bu yüzden onun kitaplarını bir biçimler külliyatı olarak da tanımlamak mümkün. Uzun sözün kısası Cemal Şakar, yazdıklarıyla hakkında çok daha uzun soluklu ve derinlikli çalışmalar yapılmayı hak ediyor. Dolayısıyla bu kısacık yazı, bir acz itirafı gibi kalıyor sayfa üzerinde...

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Türkler ve tarihin inşası

"Geleceği kurmak isteyen kişi geçmişini anlamlı kılar."
- Nietzsche

Akıllı Türk Makul Tarih adlı kitabında İhsan Fazlıoğlu, her milletin doğal yerinin o milletin tarihi olduğunu, bir milletin doğal yerini yani tarihini bulmasıyla özünün gürleşeceğini, yani özgürleşeceğini söyler. Aksi durumun milleti yapay bir hâle sokacağını ve dolayısıyla iç çatışmaların yaşanacağını belirtir. Bunun devamı ise maalesef şöyledir: "Sonuç, maddi ve manevi/zihni imkanların tükenmesi ile birlikte o milletin de tarih sahnesinden silinmesidir. Unutulmamalıdır ki, tarih yalnızca ibret alınacak değil, aynı zamanda kuvvet alınacak/devşirilecek bir zemindir."

Bizim tarih yazımında övgü ve sövgü üzerinden ilerleme İlber Ortaylı ile son bulmuştur. Bilhassa son kitaplarında daima aynı şeyi vurgulamıştır hoca: Millet olabilmek için tarihle ilerlemek gerekir. Tarihi önemsemediğin sürece millet olamazsın, olduğunu zannedersin. Lakin tarihini önemseme meselesi de müspet ya da menfi yorumlarla kafayı yeme meselesiyle bir değildir. Özellikle "muhafazakâr tarih" yazımına dair yorumuyla hocamız takdiri hak ediyor: "Muhafazakâr olmak tarihi verileri yorumlarken maskaralık yapmak değildir; ciddi bir yöntem ve dürüstlükle de muhafazakâr tarih yapılabilir." (Hürriyet, 24.04.2016)

Son dönem tarihçilerimiz içinde okuyucuyla barışık bir üslupla, soru-cevap şeklinde ve kronolojik olarak ilerlemesiyle İlber Ortaylı yine farklı bir yer tutuyor. Burada bilhassa gençlere ve eğitime verdiği önemi anlayabiliyoruz. Türklerin Tarihi 1, yayımlandıktan kısa bir süre sonra birçok okulda ders kitabı olarak okutuldu. Zira gencinden yaşlısına tarih bilgisini bir yerden bir yere götürmek isteyenler için en ideal kitapların başında geliyor Türklerin Tarihi. Anlaşılan o ki bu seri devam edecek, hoca hem yorumlardan hem de kitabın okunan, kullanılan bir kitap olmasından memnun gibi görünüyor.

İlk kitap, Orta Asya'nın bozkırlarından Avrupa'nın kapılarına kadar Türklerin tarihini konu edinmişti. İkinci kitapta ise Anadolu'nun bozkırlarından Avrupa'nın içlerine Türkler ve onların tarihi konu ediliyor, yine soru cevap şeklinde. Dünya, Avrupa ve Anadolu tarihinde Türkler, Türklerin imparatorluğa yürüyüşü, Türklerin tarih sahnesine yeniden çıkışı, Türkler balkanlarda, Türkler karşı karşıya - Bayezid ve Timur  çekişmesi, Fetret döneminden İstanbul'un fethine, Türk İmparatorluğunun doğuşu, tarihin dönüm noktası: İstanbul'un fethi, Fatih'in ölümü ve taht kavgası gibi Türk tarihinin en kritik dönemleri kitapta yer bulan bölümler.

Kitap üç kıtaya yayılan Türk imparatorluğunun hem Balkanlarda hem de Anadolu'da attığı temeller üzerine kurulmuş. Padişahların karakteristik özelliklerinin dışında fetret devri gibi son derece kritik bir zamanda devletin ayakta tutan prensipleri de öğrenmek mümkün. İlber hoca bir devri anlatırken o devrin doğuda ve batıda ne durumda olduğunu da anlatarak okuyucuya çapraz okuma yapmanın önemini de idrak ettirmiş oluyor. Biz Fatih devrini yalnız kendi yazdıklarımızla okuyamayız. Dukas'ın kroniğini de Kritovulos'un tarihini de okumamız gerekir. Halil İnalcık'ın "Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar" kitabı ise bu alanda hem ilk hem de tektir. Neden Fatih devrini örnek verdiğimi de söyleyeyim; İlber hocanın külliyatından çıkardığım sonuç şu ki Osmanlı padişahlarından en çok Fatih'e ve onun dönemine değer veriyor. Hemen kitaptan yorumlarını okuyalım: "Fatih çok büyük bir kişiliktir. Ölümü de bir dağın çökmesi veya devasa bir geminin batması gibidir. Ardında bıraktığı toplum onun hedeflerinin hepsini anlamış değildir. Fatih, fikir ve özlemlerini açıkça da ortaya koyamamıştır. Fatih Sultan Mehmed Han'ın kendinden sonrakilere hiç tesir etmediğini söyleyebilir misiniz? Asla söyleyemezsiniz... En azından onun sarayda kurduğu kozmopolit kütüphane torunu Kanuni Sultan Süleyman tarafından zenginleştirilmiştir. Fatih, iki kıtanın, iki denizin hakimi ve iki medeniyetin sahibi aydın bir insandır."

Osmanlı devletinin batıya doğru büyüyen ve dolayısıyla kesinlikle bir Avrupa imparatorluğu olduğunu belirten İlber hoca, cihan hakimiyeti kurmuş Osmanlıdaki Osmanlılık anlayışı hakkında şunları söylüyor kitabında: "Osmanlılık, Katolisizm karşısında gerileyen Ordodoksinin desteklenmesidir. Osmanlılık, Sırplar karşısında eriyerek dağlara çekilen Arnavutlara arka çıkıp onların tekrar Kosova'ya iskân edilmesi demektir. Osmanlılık, Balkanlardaki büyük feodalleri ortadan kaldırıp küçük feodallere fırsat tanınması ve onların toplumla bütünleşmesine olanak sağlanması demektir. Osmanlılık, İtalyan şehirlerinin Doğu Akdeniz'deki rekabetinden istifade edip onları birbirine kırdırmaktır. Nihayet Osmanlılık, devletlerin hayatlarında hiç şahit olmadıkları biçimde farklı dinlere ve dillere saygı gösterip, gerektiğinde bunların birbirine karşı kullanılması demektir."

İlber hocanın dikkate değer yorumlarından biri de üzerinde oturduğumuz mirasın Bizans - Osmanlı mirası olduğu ve bu ikisinin birbirinden asla ayrılmayacağına dair. Tüm bu topraklardaki bilhassa İstanbul'daki tarihi mirasın böyle bir ikilikle ayrıştırılmasının tarihe ihanet olduğunu belirten Ortaylı, Timur'un Orta Anadolu'yu yıkmasının karşılığında bizim hakimiyetimizin Balkanlarda devam ettiğini, bu sebeple de tam bir yıkılma gerçekleşmediğini, fütuhatın sürdüğünü söyleyerek meseleyi şöyle özetliyor: "Dolayısıyla bir Rumeli imparatorluğu ve nitelik olarak da bir anlamda Roma İmparatorluğu hâlini aldık. Zaten devlet kendini başından beri o adla anıyordu, yani mirasına sahip olmak istediği Roma İmparatorluğu'nun adıyla. Kendini Rum diye takdim etmesi bu yüzdendir. (İklim-i Rum gibi)... Akdeniz dünyasında üç tane Roma İmparatorluğu vardır. Bu üç Roma, yeniçağların ulusçu imparatorluklarından farklı, kendilerine özgü geleneksel yapıları ve ideolojileri olan siyasal toplumsal sistemlerdi. Bu geleneksel Roma İmparatorluklarının üçüncüsü ve sonuncusu Türklerin imparatorluğu olan Osmanlı'dır."

Milliyetçilik tartışmaları, anayasadan Türk kelimesinin çıkarılması, Balkanların unutulması, tarihi mirasın yok sayılması ve Neo Osmanlıcılık anlayışına dair İlber Ortaylı'nın güncel, siyasi ve yakın tarih üzerine kıymetli yorumlarını da bu kitap vesilesiyle öğrenebiliyoruz. Şu kesin ki peşin hükümler ve "yapılsaydı, olsaydı" tarihçiliğine en büyük tepkilerden birini hoca gösterir. Osmanlının bir imparatorluk ve fakat işgalci olmadığını "Balkanlar'da  Osmanlı hâkimiyetinin bittiği gün, kitlelerin birbirlerini katletme olayları başlar" diyerek izah eder. Dışarıya tarihten bu yana fazlasıyla ilgisiz olmamızı ise "Timur Anadolu'ya fillerle geldi. Osmanlı'nın savaş tekniklerinden haberdar olması aynı zamanda savaşı kazanmasına da yardım etti" tespiti açıklar.

İlber Ortaylı'nın son olaylarda hayatlarını kaybeden gençlerimize ithaf ederek başlayan 288 sayfalık kitabının "Ekler" bölümünde iki sürpriz var. "Fatih Sultan Mehmed'in İtalya Politikası" ve "Genç Okuyuculara Tarih Üzerine" başlıklı iki makale yer alıyor bu bölümde. Her iki makale de tarih okumalarını farklı biçimde yapmak, yeni rotalar keşfetmek ve daha derine inebilmek için yardımcı makaleler.

"Tarih bilgisi için lazım olan şey önümüze gelen ve ilgimizi çeken kaynağı okumaktır; özellikle bir Türk'ün dünya tarihi bilgisi edinmesi şarttır. Dünya tarihini 20 yaşından sonra okumak ve öğrenmek önceden hiçbir temel birikim yoksa gerçekten iyi netice sağlamaz. Tarih bilgisi tıpkı spor gibi, musıki gibi erkenden beceri edinmemiz gereken bir alandır... Tarih zamanlarda ve mekanlarda ustalıkla gezinmeyi gerektirir. Bu gezinti için tıpkı piyanistin erken yaşlarda talimi gibi coğrafyayı ve dünya tarihinin ana hatlarını ezberlememiz gerekir... Tarih okumayı sevmek için, garip, fakat gerçektir ki, mitoloji yani menkıbe ve efsane okumayı sevmek ve alışmak lazım. Zira mitoloji okumanın evvelen bizim dışımızdaki bir dünyayı ilgiyle izletmek gibi bir alışkanlık verdiği açık. İkincisi mitolojiyi ve menkıbeleri iyi okuyan, bilen ve ustalık edinen okuyucuya birtakım tarihçi geçinen acemilerin gerçek dışı olguları yutturması mümkün değildir."

Genç okuyuculara nasıl tarih okumaları yapmaları gerektiğine dair olan makaleden aldığım bu cümlelerle yazımı sonlandırıyorum, dizinin üçüncü kitabını merakla bekliyorum. Eh, tarihin kökeninde merak var...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Nisan 2016 Pazartesi

Hayalkuran şair

Belki o gülüşün/ Anlatır otuz iki sebebini/ kilitlenen gözlerimin.

Bir mısra işittiğimiz zaman, bir şiiri okuduğumuzda yahut oradaki bir yargı, bir betimleme, bir sıralanış, bir kesinti ya da ne olduğunu bilemediğimiz bir şey bizde bir onama duygusu yaratır. Biz bu onamaya kelimeleri ayrıştırmaksızın, dilbilimsel hiçbir çözümlemeye başvurmaksızın sahip oluruz. Şiir bizde bir şeyle mutabakat kurmuş, insan vasıflarımızdan birine denk düşmüştür. İsmet Özel’in bu sözlerine ilaveten şiirle kurulan bu anlaşmaya göre; şiirin bizi, kelimenin dışında bir somutluğa, hatta kendimizin dışındaki bir somutluğa yerleştirir. En azından böyle iddia edebiliriz.

Peki, ilk şiirlerden, ilk kitaptan itibaren böyle bir anlaşma mümkün müdür. Ali Berkay’ın Tahayyülat’ına kulak verelim. “Hayal edilen şeyler”in şairi; kendine seslenmek, kendi ile açık-kapalı yüzleşmek, kendine diklenmek, nazlanmak; okuru kendilik penceresine dirseklerini dayamış şaşkın çocuklara çevirmek, ama belki en çok da mekanikleşen şeylerin kalbini bulup çıkarmak, Modernizmin klişeleştirerek öldürdüğü şeylere yepyeni kalpler takmakla meşgul. Uzun cümle sevmeyenler için kısa kısa şiirler geçeyim o halde:

iq seviyesi yüksek
insanlarla ağladık
acı değişmedi.

bu çağ dalımıza vurduğunda
kameralar olsun
petrol sisi dağılsın
öldüğümüz yerden kalkalım

bir tanka taş atmadım
çok felsefi açılımlar yaptım;
erkek evlat babasından izler taşır

Tahayyülat, “ölüm zaman rüya” üçgeninde düşünen ve konuşan şiirlerin kitabı. Kendi dilinden konuşmanın bazen tamamen kendine gömülme sakıncaları olduğu muhakkak. Ancak İsmet Özel’in açılışta da belirttiği türden hangi vasfımıza denk olduğunu anlayamadığımız mısralar, şiirler olarak karşımıza çıkıyor bu iç lisan. Ali Berkay, “ölüm zaman rüya” üçlüsüne çeşitli anlam ve şekillerde kıyafetler dikiyor. Sıradanlaştırıyor, kırıyor, yeniden kuruyor. Ancak bu kırım ve kapalılık, kendi içinde sadelikte ve naiflikte. “Hafıza aşk dil/ çok satıyormuş tezgâhlarda/ yatırmışlar rüyaya bizi.

Tahayyülat’ta Ali Berkay, saatin -milisaniyeden evrenin bir ucuna kadar- içine büzüşen şairin, annelerin ve babaların, çocukların, kısaca tüm ölümlülerin zayıflıklarını ve kelimelerin azametini okurun gölgesiyle pay ediyor.

Modern iletişim aygıtlarının şiire iyiden iyiye girdiğini Ali Berkay’ın şiirinde de görüyoruz: “Hiç gitmiyor ki gözümün önünden/ Facebook, twitter ve Kudüs mühimdir.” Teknik kelimelerin kullanım oranı kararında görünüyor, hatta yer yer bugün eskimiş tabirlerle okuru şaşırtıyor şair. Tamamen gündelik dilin avucunun içinde bir kalem olmadığının, edebiyatın hangi kaynaklarından su içtiğinin işaretini veriyor dikkatli okura. Ancak bu okuru yanıltmasın, tek tek bütün kelimelerin kişisel bir elekten geçtiği, inceltilip şiirleştiği yerde, sadece şairin kişisel sözlüğü olarak varlık gösterdiklerini söylemek daha doğru olacak. Naif bir devinimle olması gerektiği yerde, sanki hep olması gerektiği kadar varlar.

Şairin bugünün genç şiirin battığı ironi havzasından da kararlılıkla geçtiğini görürüz: “Onlar küçücük tetikler çekecek/ patronlarının önünde el bağlayarak/ sabahtan akşama birkaç tık/ akşamdan sabaha birkaç lafla/ vakit geçiren adamlar -çok pardon.” Toplumsal meselelerin şiire girişi, ironiden ziyade yılgın ama olgun bir sesle mümkün oluyor: “Ülke olarak büyük çaresizliğimizin/ Kitabını yazacak değilim/ Devalarımız yeni kanserler üretiyor.

Yahut daha da derine inip felsefik bir bakışı deniyor şair: “kabuğunu soydum/ Vitamini içindeymiş insanın/ Hiçliğimin farkındayım.

Bu kadar genç bir kalemin şiirinde coşkunlukla taşan bir aşk aramak gerekir belki. Ancak Tahayyülat’ta adını işaret edercesine hayalleşen, belirsizleşen, kimi zaman gamzesini bulduğumuz, çoğunlukla gülüşüne, ellerine denk geldiğimiz bir sevgili gezinir. Sevgiliden ziyade esinti gibidir. Derin bir kederin esintisi.

Yanıp sönen evrende görebiliyordum
İşaretin, bir başlangıcın ve bir sonun vardı;
Tek bir kalp atışı içine sığıyorduk.

Ali Berkay’ın Tahayyülat’ı, Hece Yayınları etiketiyle Mart sonunda raflardaki yerini aldı. 2010 kuşağı içindeki yerini zaman gösterecek elbette. Ancak bu kitapla şair; insanlarının, şairlerinin, kişisel kaosunun kimi şubelerinin öngösterimini yaptı diyebiliriz.

Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan

20 Nisan 2016 Çarşamba

Ağır bir başlangıç

Aşkar dergisinin genel yayın yönetmeni Mustafa Melih Erdoğan'ın ilk şiir kitabı Hangi Anahtar, birkaç hafta önce okuyucu selâmladı. Bir babadan oğluna ithaf edilen kitaplara alışkınız lakin bir şiir kitabının açılış sayfasında Süleyman Çelebi'nin dizelerini karşıladığımız nadirattandır. "Kimde kim aşkın nişânı var durur / âkıbet mâşuka ânı er-görür" dizeleri, Mevlid-i Şerîf'in Mi'râc Bahri'ndendir. İsteyen buyursun yaşayan son büyük mevlidhânımız Mustafa Başkan'dan dinlesin, isteyen de buyursun merhum büyük hâfız mevlidhân Kâni Karaca'dan dinlesin. Söze hem şiirle hem mûsikîyle başlamış oldum, berhudârım.

Kitabı açmadan evvel, Sâmiha Ayverdi'nin "Daha tuhafı, elinde bir külçe anahtar, meçhul bir kapının önünde oturmuş, bir türlü kilide uymayan bu paslı ve yanlış anahtarlarla o kapıyı kurcalayıp duruyorsun. Açılacak gibi oluyor, fakat açılmıyor, değil mi?" cümlesi aklıma gelmişti. Hangi Anahtar, şifa niyetine şiir okumayı tercih eden okuyucuya farklı anahtarlar sunan bir kitap. Yalnız okuyucuyu büyük bir sınavla baş başa bırakıyor: Yola çıkmak ve kapıları bulmak. Demek ki şiirlerin yekununda her kapıyı açabilecek anahtarlar var. Zaten şiirin aç(a)madığı kapıda gıcırtı çoktur, Amerikan kapıdır o...

64 sayfalık kitap iki bölümden oluşuyor. Toplam 22 şiir var. Mustafa Melih'in şiiri güncel bir şiir. Geçmişin nostaljisi ya da aşırı umutla kurgulanmış bir gelecek tasavvuru yok. Gerçeğin tam içinden fışkıran dizelerde günün her saatini yeniden yaşamak ama görerek yaşamak mümkün. Slogan adlı şiirle başlıyor kitap:

"Yaşamak dedim senden ne kaldı bana
Şu zoraki duruşumdan namaza
Şu göğsümde tümseklenen dünyadan
Kral ödlek ve tavşan kartal avında
Varsa duraksamayan saatler
Varsa kapital patronuna atılacak bir yumruk
Gözün döne devrile gördüğü rüyalar seğiriyorsa hâlâ
Biz ular geçeriz saniyeleri
Ölümü bir taş üstüne yıkarlar."

Şiirlerini halkla beraber yazmış Mustafa Melih. Halkla beraber Hakk'ın, hakkın ve hakkaniyetin gölgesini aramış. Kendi için herkes için, bilhassa da yeni başlayanlar için adım adım yürümüş güncelin kalabalığına. Ayakta Kalan Otobüs Yolcuları İçin, yazmış:

"Kalın tuğlalardan bir ömür inşâ eden halk!
Size bunu söylemek istemezdim

Şu uyuduğunuz yastık, ağzınızdan çıkan her kelime
Yarası içine kanamış bir adam gibi yapışacak gırtlağınıza
Bir kış günü içinizi dökeceğiniz nehir
Dönüp yakalayacak sizi."

Biz Türkler, dinde, sanatta, felsefede ve hatta mimarîde daima ekmeğin kutsallığını bilmiş ve onu övmüşüzdür. Naçizane, ekmek kelimesine şiirde hassasiyetle yaklaşırım. Ekmek üzerine yazılan her şeyi okumak isterim. Şu sevdiğim üç dizeyi de ezberleyip söylemek isterim:

"Taş ekmek, tava ekmek hepsi bir
Hepsi bir direnişle geçer boğazımızdan
Ekmekse eğer açlığımızı ona dokunmadan bilmelidir."

Şairlerin ilk kitaplarında türlü acemilikler, aşırı duygusallık görmek mümkündür. Bu bir tercih meselesi olduğu gibi zaman zaman da hakiki bir derde sahip olmamak ya da anlatılmak isteneni tam olarak sahiplenememek sebebiyle de olabilir. Mustafa Melih Erdoğan, bu ilk kitabını sanki Şehrin Topukları Altında Ezilen Bir Gün şiirindeki dizesinin üzerine kurmuş gibi: "Sırtımda herkesten ağır duran bir başlangıç var."

Güçlü, olgun ve yaşama tutkun bir ilk kitap. Hayırlı olmasını ve çilingirini arayanların da nasibini alabilmesini temenni ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf