Kara, Cemal Şakar’ın 10. öykü kitabı. Onun için bir kemale, olgunluğa ulaşmış bir yazar diyebiliriz kolayca. Ancak Cemal Şakar’ın öykü macerasındaki olgunlaşması yedeğinde bir öykü tasavvuru ile uzlaştığı kabulünü taşımıyor. Nedir bu kabul? Bahsettiğim kabuller, öykü yazarlarının ve okurlarının üzerinde uzlaştıkları “alışılmışlıklar”dır tam olarak. Seçilen temada, işlenen tipte, tasvirlerde, üslupta yazılmış ve okunmuş olanı devam ve tekrar etmenin verdiği bir konfor vardır zira. Şakar, öykü dünyasını bu konforun dışındaki bir alanda kurmaya kararlı bir yazar. Bu yüzden de hem ne anlattığı hem de nasıl anlattığı sorusuna alışılmışın dışında bir noktadan cevap veriyor.
Öykü bir ülke olsaydı onun için başkentte oturan bir bürokrat değil sınır boylarının ötesine geçen bir serdengeçti diyebilirdik. Nitekim Şakar da Post Öykü için kaleme aldığı “İslamcı Öykünün Uzlaşımları” başlıklı yazısında tam da bu tercihini temellendiren eleştirel bir metne imza attı.
“Dünya değişiyor, bu değişen dünyada İslamcı öykünün ürettiği uzlaşımlar giderek bir hapishaneye dönüşüyor. Bu öykü anlayışı değişen dünya karşısında hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya devam ediyor.”
Kara’da yer alan “Masamda Ruhumla” başlıklı öykü, adeta Post Öykü’de kaleme alınan eleştirilerin öyküye bürünmüş hali gibi. Cemal Şakar yazılagelen öykü klişelerini Post Öykü’de madde madde sayarken “Masamda Ruhumla”da da bu eleştirinin öyküdeki somut karşılığını gözler önüne seriyor. Bu açıdan söz konusu yazı ile bu öykünün eşzamanlı eleştirel bir okumasının yapılması halinde oylumlu ve verimli bir yazıya ulaşılabileceğini düşünüyorum. Sözün başına dönersek Cemal Şakar “öykünün uzlaşımları ile hesaplaşmaya” devam ediyor ve Kara, işte bu hesaplaşmanın yeni durağı...
Cemal Şakar, elbette sadece yazılagelen öykü ile hesaplaşmakla yetinmiyor yazdıklarında. Mağdurları, mazlumları, dışlanmışları, görmezden gelinenleri öyküleştirerek bir başka hesaplaşmayı daha gerçekleştiriyor. Üstelik dışarıdan bir gözle, steril bir kuleden bakmıyor anlattıklarına. Yazdıklarını bir öykü nesnesine dönüştürmüyor. Hem dil hem üslup hem de biçimsel tercihleriyle anlattıklarını birer özne olarak karşımıza çıkarıyor. Cemal Şakar olabildiğince kısa tutuyor öykülerini. Olabildiğince az detaya, olaya yer veriyor. Onun öyküleri, bir öyküde ne kadar iktisatlı davranabileceğine ilişkin atölye çalışmalarında örnek metinler olarak okutulabilir. Öyküleri okurken metinlerinde yer alan grafik öğeler kadar metnin bizatihi kendisinin bir grafik öğeye dönüştüğüne şahit oluyoruz. Bu yüzden de Cemal Şakar’ın öykülerinde sayfalarda yer alan “boş” kısımların da öyküye dâhil olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. “Bir Öyküye Giremeyen Parçalar” adlı öykü tam da bu durumun bir örneği.
Ayrıca tarot kartlarının yer aldığı “Bir Avuç Dünya” adlı öykü ile karbonmonoksit zehirlenmesinin anlatıldığı görsel unsurların yer aldığı “Mustafaaammmm” adlı öykü görsel anlamda “kolektif” bilinçaltımızdan ilham alması bakımından dikkat çekici birer tecrübe olarak görülebilir. Cemal Şakar, Filistin’i de ele alsa maden kazasını da işlese belli bir mekânla, zamanla sınırlı olmadığı için “gündemle” sınırlı kalmayacak metinlere imza atıyor. Bu sebeple Şakar’ın güncel olanla/güncel olmayan arasındaki dengeyi gözetirken en güncel olayların bile “çok daha uzun soluklu karşılıklarına talip bir yazar" olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Cemal Şakar’ın Sular Tutuştuğunda adlı öykü kitabı çerçevesinde verdiği bir söyleşide söyledikleri zannediyorum ki yeni kitabı Kara için de aynıyla geçerli bir durum: “Gerçekliğin ne olduğu, sanat eserlerinde gerçekliğin temsili gibi sorular hep tartışılageldi ve devam edecektir. Ben bu tür sorulara dünyagörüşü merkezli bakan biriyim, hatta ideolojik bakarım. Zaten aksini iddia edenlere, nesnel cevaplar aradıklarını söyleyenlere de inanmam, itibar etmem. Mesele gerçekliğe, öykü yazarı olarak bakmak değildir; mesele öncelikle kendine dünyada bir yer arayan, konumunu belirlemeye çalışan insanın meselesidir. Varlığını anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak insani bir zorunluluktur; bu zorunluluğun peşinden koşarsanız, var olanlar içinde kendi yerinizi tayin edersiniz. Bu size dünyayı gördüğünüz, görebileceğiniz bir bakış açısı sunar. Olan-bitenleri bu bakış açısı içinden değerlendirirsiniz. Öykü tüm bu değerlendirmelerden sonra insanın kullanabileceği bir enstrümandır, bir araçtır. Bu noktadan sonra önemli olan bu aracı iyi kullanıp kullanamadığınızdır.”
Kendini tekrara düşmek, Cemal Şakar’ın temel kaygılarından biri. Ancak Şakar sadece “tema” tekrarından bahsetmiyor burada, hatta tema tekrarından pek de endişe etmiyor. Onun öyküde temel kaygısını “biçimle” ilgili tekrarlar oluşturuyor. Bu yüzden onun kitaplarını bir biçimler külliyatı olarak da tanımlamak mümkün. Uzun sözün kısası Cemal Şakar, yazdıklarıyla hakkında çok daha uzun soluklu ve derinlikli çalışmalar yapılmayı hak ediyor. Dolayısıyla bu kısacık yazı, bir acz itirafı gibi kalıyor sayfa üzerinde...
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
5 Mayıs 2016 Perşembe
2 Mayıs 2016 Pazartesi
Türkler ve tarihin inşası
"Geleceği kurmak isteyen kişi geçmişini anlamlı kılar."
- Nietzsche
Akıllı Türk Makul Tarih adlı kitabında İhsan Fazlıoğlu, her milletin doğal yerinin o milletin tarihi olduğunu, bir milletin doğal yerini yani tarihini bulmasıyla özünün gürleşeceğini, yani özgürleşeceğini söyler. Aksi durumun milleti yapay bir hâle sokacağını ve dolayısıyla iç çatışmaların yaşanacağını belirtir. Bunun devamı ise maalesef şöyledir: "Sonuç, maddi ve manevi/zihni imkanların tükenmesi ile birlikte o milletin de tarih sahnesinden silinmesidir. Unutulmamalıdır ki, tarih yalnızca ibret alınacak değil, aynı zamanda kuvvet alınacak/devşirilecek bir zemindir."
Bizim tarih yazımında övgü ve sövgü üzerinden ilerleme İlber Ortaylı ile son bulmuştur. Bilhassa son kitaplarında daima aynı şeyi vurgulamıştır hoca: Millet olabilmek için tarihle ilerlemek gerekir. Tarihi önemsemediğin sürece millet olamazsın, olduğunu zannedersin. Lakin tarihini önemseme meselesi de müspet ya da menfi yorumlarla kafayı yeme meselesiyle bir değildir. Özellikle "muhafazakâr tarih" yazımına dair yorumuyla hocamız takdiri hak ediyor: "Muhafazakâr olmak tarihi verileri yorumlarken maskaralık yapmak değildir; ciddi bir yöntem ve dürüstlükle de muhafazakâr tarih yapılabilir." (Hürriyet, 24.04.2016)
Son dönem tarihçilerimiz içinde okuyucuyla barışık bir üslupla, soru-cevap şeklinde ve kronolojik olarak ilerlemesiyle İlber Ortaylı yine farklı bir yer tutuyor. Burada bilhassa gençlere ve eğitime verdiği önemi anlayabiliyoruz. Türklerin Tarihi 1, yayımlandıktan kısa bir süre sonra birçok okulda ders kitabı olarak okutuldu. Zira gencinden yaşlısına tarih bilgisini bir yerden bir yere götürmek isteyenler için en ideal kitapların başında geliyor Türklerin Tarihi. Anlaşılan o ki bu seri devam edecek, hoca hem yorumlardan hem de kitabın okunan, kullanılan bir kitap olmasından memnun gibi görünüyor.
İlk kitap, Orta Asya'nın bozkırlarından Avrupa'nın kapılarına kadar Türklerin tarihini konu edinmişti. İkinci kitapta ise Anadolu'nun bozkırlarından Avrupa'nın içlerine Türkler ve onların tarihi konu ediliyor, yine soru cevap şeklinde. Dünya, Avrupa ve Anadolu tarihinde Türkler, Türklerin imparatorluğa yürüyüşü, Türklerin tarih sahnesine yeniden çıkışı, Türkler balkanlarda, Türkler karşı karşıya - Bayezid ve Timur çekişmesi, Fetret döneminden İstanbul'un fethine, Türk İmparatorluğunun doğuşu, tarihin dönüm noktası: İstanbul'un fethi, Fatih'in ölümü ve taht kavgası gibi Türk tarihinin en kritik dönemleri kitapta yer bulan bölümler.
Kitap üç kıtaya yayılan Türk imparatorluğunun hem Balkanlarda hem de Anadolu'da attığı temeller üzerine kurulmuş. Padişahların karakteristik özelliklerinin dışında fetret devri gibi son derece kritik bir zamanda devletin ayakta tutan prensipleri de öğrenmek mümkün. İlber hoca bir devri anlatırken o devrin doğuda ve batıda ne durumda olduğunu da anlatarak okuyucuya çapraz okuma yapmanın önemini de idrak ettirmiş oluyor. Biz Fatih devrini yalnız kendi yazdıklarımızla okuyamayız. Dukas'ın kroniğini de Kritovulos'un tarihini de okumamız gerekir. Halil İnalcık'ın "Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar" kitabı ise bu alanda hem ilk hem de tektir. Neden Fatih devrini örnek verdiğimi de söyleyeyim; İlber hocanın külliyatından çıkardığım sonuç şu ki Osmanlı padişahlarından en çok Fatih'e ve onun dönemine değer veriyor. Hemen kitaptan yorumlarını okuyalım: "Fatih çok büyük bir kişiliktir. Ölümü de bir dağın çökmesi veya devasa bir geminin batması gibidir. Ardında bıraktığı toplum onun hedeflerinin hepsini anlamış değildir. Fatih, fikir ve özlemlerini açıkça da ortaya koyamamıştır. Fatih Sultan Mehmed Han'ın kendinden sonrakilere hiç tesir etmediğini söyleyebilir misiniz? Asla söyleyemezsiniz... En azından onun sarayda kurduğu kozmopolit kütüphane torunu Kanuni Sultan Süleyman tarafından zenginleştirilmiştir. Fatih, iki kıtanın, iki denizin hakimi ve iki medeniyetin sahibi aydın bir insandır."
Osmanlı devletinin batıya doğru büyüyen ve dolayısıyla kesinlikle bir Avrupa imparatorluğu olduğunu belirten İlber hoca, cihan hakimiyeti kurmuş Osmanlıdaki Osmanlılık anlayışı hakkında şunları söylüyor kitabında: "Osmanlılık, Katolisizm karşısında gerileyen Ordodoksinin desteklenmesidir. Osmanlılık, Sırplar karşısında eriyerek dağlara çekilen Arnavutlara arka çıkıp onların tekrar Kosova'ya iskân edilmesi demektir. Osmanlılık, Balkanlardaki büyük feodalleri ortadan kaldırıp küçük feodallere fırsat tanınması ve onların toplumla bütünleşmesine olanak sağlanması demektir. Osmanlılık, İtalyan şehirlerinin Doğu Akdeniz'deki rekabetinden istifade edip onları birbirine kırdırmaktır. Nihayet Osmanlılık, devletlerin hayatlarında hiç şahit olmadıkları biçimde farklı dinlere ve dillere saygı gösterip, gerektiğinde bunların birbirine karşı kullanılması demektir."
İlber hocanın dikkate değer yorumlarından biri de üzerinde oturduğumuz mirasın Bizans - Osmanlı mirası olduğu ve bu ikisinin birbirinden asla ayrılmayacağına dair. Tüm bu topraklardaki bilhassa İstanbul'daki tarihi mirasın böyle bir ikilikle ayrıştırılmasının tarihe ihanet olduğunu belirten Ortaylı, Timur'un Orta Anadolu'yu yıkmasının karşılığında bizim hakimiyetimizin Balkanlarda devam ettiğini, bu sebeple de tam bir yıkılma gerçekleşmediğini, fütuhatın sürdüğünü söyleyerek meseleyi şöyle özetliyor: "Dolayısıyla bir Rumeli imparatorluğu ve nitelik olarak da bir anlamda Roma İmparatorluğu hâlini aldık. Zaten devlet kendini başından beri o adla anıyordu, yani mirasına sahip olmak istediği Roma İmparatorluğu'nun adıyla. Kendini Rum diye takdim etmesi bu yüzdendir. (İklim-i Rum gibi)... Akdeniz dünyasında üç tane Roma İmparatorluğu vardır. Bu üç Roma, yeniçağların ulusçu imparatorluklarından farklı, kendilerine özgü geleneksel yapıları ve ideolojileri olan siyasal toplumsal sistemlerdi. Bu geleneksel Roma İmparatorluklarının üçüncüsü ve sonuncusu Türklerin imparatorluğu olan Osmanlı'dır."
Milliyetçilik tartışmaları, anayasadan Türk kelimesinin çıkarılması, Balkanların unutulması, tarihi mirasın yok sayılması ve Neo Osmanlıcılık anlayışına dair İlber Ortaylı'nın güncel, siyasi ve yakın tarih üzerine kıymetli yorumlarını da bu kitap vesilesiyle öğrenebiliyoruz. Şu kesin ki peşin hükümler ve "yapılsaydı, olsaydı" tarihçiliğine en büyük tepkilerden birini hoca gösterir. Osmanlının bir imparatorluk ve fakat işgalci olmadığını "Balkanlar'da Osmanlı hâkimiyetinin bittiği gün, kitlelerin birbirlerini katletme olayları başlar" diyerek izah eder. Dışarıya tarihten bu yana fazlasıyla ilgisiz olmamızı ise "Timur Anadolu'ya fillerle geldi. Osmanlı'nın savaş tekniklerinden haberdar olması aynı zamanda savaşı kazanmasına da yardım etti" tespiti açıklar.
İlber Ortaylı'nın son olaylarda hayatlarını kaybeden gençlerimize ithaf ederek başlayan 288 sayfalık kitabının "Ekler" bölümünde iki sürpriz var. "Fatih Sultan Mehmed'in İtalya Politikası" ve "Genç Okuyuculara Tarih Üzerine" başlıklı iki makale yer alıyor bu bölümde. Her iki makale de tarih okumalarını farklı biçimde yapmak, yeni rotalar keşfetmek ve daha derine inebilmek için yardımcı makaleler.
"Tarih bilgisi için lazım olan şey önümüze gelen ve ilgimizi çeken kaynağı okumaktır; özellikle bir Türk'ün dünya tarihi bilgisi edinmesi şarttır. Dünya tarihini 20 yaşından sonra okumak ve öğrenmek önceden hiçbir temel birikim yoksa gerçekten iyi netice sağlamaz. Tarih bilgisi tıpkı spor gibi, musıki gibi erkenden beceri edinmemiz gereken bir alandır... Tarih zamanlarda ve mekanlarda ustalıkla gezinmeyi gerektirir. Bu gezinti için tıpkı piyanistin erken yaşlarda talimi gibi coğrafyayı ve dünya tarihinin ana hatlarını ezberlememiz gerekir... Tarih okumayı sevmek için, garip, fakat gerçektir ki, mitoloji yani menkıbe ve efsane okumayı sevmek ve alışmak lazım. Zira mitoloji okumanın evvelen bizim dışımızdaki bir dünyayı ilgiyle izletmek gibi bir alışkanlık verdiği açık. İkincisi mitolojiyi ve menkıbeleri iyi okuyan, bilen ve ustalık edinen okuyucuya birtakım tarihçi geçinen acemilerin gerçek dışı olguları yutturması mümkün değildir."
Genç okuyuculara nasıl tarih okumaları yapmaları gerektiğine dair olan makaleden aldığım bu cümlelerle yazımı sonlandırıyorum, dizinin üçüncü kitabını merakla bekliyorum. Eh, tarihin kökeninde merak var...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Nietzsche
Akıllı Türk Makul Tarih adlı kitabında İhsan Fazlıoğlu, her milletin doğal yerinin o milletin tarihi olduğunu, bir milletin doğal yerini yani tarihini bulmasıyla özünün gürleşeceğini, yani özgürleşeceğini söyler. Aksi durumun milleti yapay bir hâle sokacağını ve dolayısıyla iç çatışmaların yaşanacağını belirtir. Bunun devamı ise maalesef şöyledir: "Sonuç, maddi ve manevi/zihni imkanların tükenmesi ile birlikte o milletin de tarih sahnesinden silinmesidir. Unutulmamalıdır ki, tarih yalnızca ibret alınacak değil, aynı zamanda kuvvet alınacak/devşirilecek bir zemindir."
Bizim tarih yazımında övgü ve sövgü üzerinden ilerleme İlber Ortaylı ile son bulmuştur. Bilhassa son kitaplarında daima aynı şeyi vurgulamıştır hoca: Millet olabilmek için tarihle ilerlemek gerekir. Tarihi önemsemediğin sürece millet olamazsın, olduğunu zannedersin. Lakin tarihini önemseme meselesi de müspet ya da menfi yorumlarla kafayı yeme meselesiyle bir değildir. Özellikle "muhafazakâr tarih" yazımına dair yorumuyla hocamız takdiri hak ediyor: "Muhafazakâr olmak tarihi verileri yorumlarken maskaralık yapmak değildir; ciddi bir yöntem ve dürüstlükle de muhafazakâr tarih yapılabilir." (Hürriyet, 24.04.2016)
Son dönem tarihçilerimiz içinde okuyucuyla barışık bir üslupla, soru-cevap şeklinde ve kronolojik olarak ilerlemesiyle İlber Ortaylı yine farklı bir yer tutuyor. Burada bilhassa gençlere ve eğitime verdiği önemi anlayabiliyoruz. Türklerin Tarihi 1, yayımlandıktan kısa bir süre sonra birçok okulda ders kitabı olarak okutuldu. Zira gencinden yaşlısına tarih bilgisini bir yerden bir yere götürmek isteyenler için en ideal kitapların başında geliyor Türklerin Tarihi. Anlaşılan o ki bu seri devam edecek, hoca hem yorumlardan hem de kitabın okunan, kullanılan bir kitap olmasından memnun gibi görünüyor.
İlk kitap, Orta Asya'nın bozkırlarından Avrupa'nın kapılarına kadar Türklerin tarihini konu edinmişti. İkinci kitapta ise Anadolu'nun bozkırlarından Avrupa'nın içlerine Türkler ve onların tarihi konu ediliyor, yine soru cevap şeklinde. Dünya, Avrupa ve Anadolu tarihinde Türkler, Türklerin imparatorluğa yürüyüşü, Türklerin tarih sahnesine yeniden çıkışı, Türkler balkanlarda, Türkler karşı karşıya - Bayezid ve Timur çekişmesi, Fetret döneminden İstanbul'un fethine, Türk İmparatorluğunun doğuşu, tarihin dönüm noktası: İstanbul'un fethi, Fatih'in ölümü ve taht kavgası gibi Türk tarihinin en kritik dönemleri kitapta yer bulan bölümler.
Kitap üç kıtaya yayılan Türk imparatorluğunun hem Balkanlarda hem de Anadolu'da attığı temeller üzerine kurulmuş. Padişahların karakteristik özelliklerinin dışında fetret devri gibi son derece kritik bir zamanda devletin ayakta tutan prensipleri de öğrenmek mümkün. İlber hoca bir devri anlatırken o devrin doğuda ve batıda ne durumda olduğunu da anlatarak okuyucuya çapraz okuma yapmanın önemini de idrak ettirmiş oluyor. Biz Fatih devrini yalnız kendi yazdıklarımızla okuyamayız. Dukas'ın kroniğini de Kritovulos'un tarihini de okumamız gerekir. Halil İnalcık'ın "Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar" kitabı ise bu alanda hem ilk hem de tektir. Neden Fatih devrini örnek verdiğimi de söyleyeyim; İlber hocanın külliyatından çıkardığım sonuç şu ki Osmanlı padişahlarından en çok Fatih'e ve onun dönemine değer veriyor. Hemen kitaptan yorumlarını okuyalım: "Fatih çok büyük bir kişiliktir. Ölümü de bir dağın çökmesi veya devasa bir geminin batması gibidir. Ardında bıraktığı toplum onun hedeflerinin hepsini anlamış değildir. Fatih, fikir ve özlemlerini açıkça da ortaya koyamamıştır. Fatih Sultan Mehmed Han'ın kendinden sonrakilere hiç tesir etmediğini söyleyebilir misiniz? Asla söyleyemezsiniz... En azından onun sarayda kurduğu kozmopolit kütüphane torunu Kanuni Sultan Süleyman tarafından zenginleştirilmiştir. Fatih, iki kıtanın, iki denizin hakimi ve iki medeniyetin sahibi aydın bir insandır."
Osmanlı devletinin batıya doğru büyüyen ve dolayısıyla kesinlikle bir Avrupa imparatorluğu olduğunu belirten İlber hoca, cihan hakimiyeti kurmuş Osmanlıdaki Osmanlılık anlayışı hakkında şunları söylüyor kitabında: "Osmanlılık, Katolisizm karşısında gerileyen Ordodoksinin desteklenmesidir. Osmanlılık, Sırplar karşısında eriyerek dağlara çekilen Arnavutlara arka çıkıp onların tekrar Kosova'ya iskân edilmesi demektir. Osmanlılık, Balkanlardaki büyük feodalleri ortadan kaldırıp küçük feodallere fırsat tanınması ve onların toplumla bütünleşmesine olanak sağlanması demektir. Osmanlılık, İtalyan şehirlerinin Doğu Akdeniz'deki rekabetinden istifade edip onları birbirine kırdırmaktır. Nihayet Osmanlılık, devletlerin hayatlarında hiç şahit olmadıkları biçimde farklı dinlere ve dillere saygı gösterip, gerektiğinde bunların birbirine karşı kullanılması demektir."
İlber hocanın dikkate değer yorumlarından biri de üzerinde oturduğumuz mirasın Bizans - Osmanlı mirası olduğu ve bu ikisinin birbirinden asla ayrılmayacağına dair. Tüm bu topraklardaki bilhassa İstanbul'daki tarihi mirasın böyle bir ikilikle ayrıştırılmasının tarihe ihanet olduğunu belirten Ortaylı, Timur'un Orta Anadolu'yu yıkmasının karşılığında bizim hakimiyetimizin Balkanlarda devam ettiğini, bu sebeple de tam bir yıkılma gerçekleşmediğini, fütuhatın sürdüğünü söyleyerek meseleyi şöyle özetliyor: "Dolayısıyla bir Rumeli imparatorluğu ve nitelik olarak da bir anlamda Roma İmparatorluğu hâlini aldık. Zaten devlet kendini başından beri o adla anıyordu, yani mirasına sahip olmak istediği Roma İmparatorluğu'nun adıyla. Kendini Rum diye takdim etmesi bu yüzdendir. (İklim-i Rum gibi)... Akdeniz dünyasında üç tane Roma İmparatorluğu vardır. Bu üç Roma, yeniçağların ulusçu imparatorluklarından farklı, kendilerine özgü geleneksel yapıları ve ideolojileri olan siyasal toplumsal sistemlerdi. Bu geleneksel Roma İmparatorluklarının üçüncüsü ve sonuncusu Türklerin imparatorluğu olan Osmanlı'dır."
Milliyetçilik tartışmaları, anayasadan Türk kelimesinin çıkarılması, Balkanların unutulması, tarihi mirasın yok sayılması ve Neo Osmanlıcılık anlayışına dair İlber Ortaylı'nın güncel, siyasi ve yakın tarih üzerine kıymetli yorumlarını da bu kitap vesilesiyle öğrenebiliyoruz. Şu kesin ki peşin hükümler ve "yapılsaydı, olsaydı" tarihçiliğine en büyük tepkilerden birini hoca gösterir. Osmanlının bir imparatorluk ve fakat işgalci olmadığını "Balkanlar'da Osmanlı hâkimiyetinin bittiği gün, kitlelerin birbirlerini katletme olayları başlar" diyerek izah eder. Dışarıya tarihten bu yana fazlasıyla ilgisiz olmamızı ise "Timur Anadolu'ya fillerle geldi. Osmanlı'nın savaş tekniklerinden haberdar olması aynı zamanda savaşı kazanmasına da yardım etti" tespiti açıklar.
İlber Ortaylı'nın son olaylarda hayatlarını kaybeden gençlerimize ithaf ederek başlayan 288 sayfalık kitabının "Ekler" bölümünde iki sürpriz var. "Fatih Sultan Mehmed'in İtalya Politikası" ve "Genç Okuyuculara Tarih Üzerine" başlıklı iki makale yer alıyor bu bölümde. Her iki makale de tarih okumalarını farklı biçimde yapmak, yeni rotalar keşfetmek ve daha derine inebilmek için yardımcı makaleler.
"Tarih bilgisi için lazım olan şey önümüze gelen ve ilgimizi çeken kaynağı okumaktır; özellikle bir Türk'ün dünya tarihi bilgisi edinmesi şarttır. Dünya tarihini 20 yaşından sonra okumak ve öğrenmek önceden hiçbir temel birikim yoksa gerçekten iyi netice sağlamaz. Tarih bilgisi tıpkı spor gibi, musıki gibi erkenden beceri edinmemiz gereken bir alandır... Tarih zamanlarda ve mekanlarda ustalıkla gezinmeyi gerektirir. Bu gezinti için tıpkı piyanistin erken yaşlarda talimi gibi coğrafyayı ve dünya tarihinin ana hatlarını ezberlememiz gerekir... Tarih okumayı sevmek için, garip, fakat gerçektir ki, mitoloji yani menkıbe ve efsane okumayı sevmek ve alışmak lazım. Zira mitoloji okumanın evvelen bizim dışımızdaki bir dünyayı ilgiyle izletmek gibi bir alışkanlık verdiği açık. İkincisi mitolojiyi ve menkıbeleri iyi okuyan, bilen ve ustalık edinen okuyucuya birtakım tarihçi geçinen acemilerin gerçek dışı olguları yutturması mümkün değildir."
Genç okuyuculara nasıl tarih okumaları yapmaları gerektiğine dair olan makaleden aldığım bu cümlelerle yazımı sonlandırıyorum, dizinin üçüncü kitabını merakla bekliyorum. Eh, tarihin kökeninde merak var...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
25 Nisan 2016 Pazartesi
Hayalkuran şair
“Belki o gülüşün/ Anlatır otuz iki sebebini/ kilitlenen gözlerimin.”
Bir mısra işittiğimiz zaman, bir şiiri okuduğumuzda yahut oradaki bir yargı, bir betimleme, bir sıralanış, bir kesinti ya da ne olduğunu bilemediğimiz bir şey bizde bir onama duygusu yaratır. Biz bu onamaya kelimeleri ayrıştırmaksızın, dilbilimsel hiçbir çözümlemeye başvurmaksızın sahip oluruz. Şiir bizde bir şeyle mutabakat kurmuş, insan vasıflarımızdan birine denk düşmüştür. İsmet Özel’in bu sözlerine ilaveten şiirle kurulan bu anlaşmaya göre; şiirin bizi, kelimenin dışında bir somutluğa, hatta kendimizin dışındaki bir somutluğa yerleştirir. En azından böyle iddia edebiliriz.
Peki, ilk şiirlerden, ilk kitaptan itibaren böyle bir anlaşma mümkün müdür. Ali Berkay’ın Tahayyülat’ına kulak verelim. “Hayal edilen şeyler”in şairi; kendine seslenmek, kendi ile açık-kapalı yüzleşmek, kendine diklenmek, nazlanmak; okuru kendilik penceresine dirseklerini dayamış şaşkın çocuklara çevirmek, ama belki en çok da mekanikleşen şeylerin kalbini bulup çıkarmak, Modernizmin klişeleştirerek öldürdüğü şeylere yepyeni kalpler takmakla meşgul. Uzun cümle sevmeyenler için kısa kısa şiirler geçeyim o halde:
“iq seviyesi yüksek
insanlarla ağladık
acı değişmedi.”
“bu çağ dalımıza vurduğunda
kameralar olsun
petrol sisi dağılsın
öldüğümüz yerden kalkalım”
“bir tanka taş atmadım
çok felsefi açılımlar yaptım;
erkek evlat babasından izler taşır”
Tahayyülat, “ölüm zaman rüya” üçgeninde düşünen ve konuşan şiirlerin kitabı. Kendi dilinden konuşmanın bazen tamamen kendine gömülme sakıncaları olduğu muhakkak. Ancak İsmet Özel’in açılışta da belirttiği türden hangi vasfımıza denk olduğunu anlayamadığımız mısralar, şiirler olarak karşımıza çıkıyor bu iç lisan. Ali Berkay, “ölüm zaman rüya” üçlüsüne çeşitli anlam ve şekillerde kıyafetler dikiyor. Sıradanlaştırıyor, kırıyor, yeniden kuruyor. Ancak bu kırım ve kapalılık, kendi içinde sadelikte ve naiflikte. “Hafıza aşk dil/ çok satıyormuş tezgâhlarda/ yatırmışlar rüyaya bizi.”
Tahayyülat’ta Ali Berkay, saatin -milisaniyeden evrenin bir ucuna kadar- içine büzüşen şairin, annelerin ve babaların, çocukların, kısaca tüm ölümlülerin zayıflıklarını ve kelimelerin azametini okurun gölgesiyle pay ediyor.
Modern iletişim aygıtlarının şiire iyiden iyiye girdiğini Ali Berkay’ın şiirinde de görüyoruz: “Hiç gitmiyor ki gözümün önünden/ Facebook, twitter ve Kudüs mühimdir.” Teknik kelimelerin kullanım oranı kararında görünüyor, hatta yer yer bugün eskimiş tabirlerle okuru şaşırtıyor şair. Tamamen gündelik dilin avucunun içinde bir kalem olmadığının, edebiyatın hangi kaynaklarından su içtiğinin işaretini veriyor dikkatli okura. Ancak bu okuru yanıltmasın, tek tek bütün kelimelerin kişisel bir elekten geçtiği, inceltilip şiirleştiği yerde, sadece şairin kişisel sözlüğü olarak varlık gösterdiklerini söylemek daha doğru olacak. Naif bir devinimle olması gerektiği yerde, sanki hep olması gerektiği kadar varlar.
Şairin bugünün genç şiirin battığı ironi havzasından da kararlılıkla geçtiğini görürüz: “Onlar küçücük tetikler çekecek/ patronlarının önünde el bağlayarak/ sabahtan akşama birkaç tık/ akşamdan sabaha birkaç lafla/ vakit geçiren adamlar -çok pardon.” Toplumsal meselelerin şiire girişi, ironiden ziyade yılgın ama olgun bir sesle mümkün oluyor: “Ülke olarak büyük çaresizliğimizin/ Kitabını yazacak değilim/ Devalarımız yeni kanserler üretiyor.”
Yahut daha da derine inip felsefik bir bakışı deniyor şair: “kabuğunu soydum/ Vitamini içindeymiş insanın/ Hiçliğimin farkındayım.”
Bu kadar genç bir kalemin şiirinde coşkunlukla taşan bir aşk aramak gerekir belki. Ancak Tahayyülat’ta adını işaret edercesine hayalleşen, belirsizleşen, kimi zaman gamzesini bulduğumuz, çoğunlukla gülüşüne, ellerine denk geldiğimiz bir sevgili gezinir. Sevgiliden ziyade esinti gibidir. Derin bir kederin esintisi.
“Yanıp sönen evrende görebiliyordum
İşaretin, bir başlangıcın ve bir sonun vardı;
Tek bir kalp atışı içine sığıyorduk.”
Ali Berkay’ın Tahayyülat’ı, Hece Yayınları etiketiyle Mart sonunda raflardaki yerini aldı. 2010 kuşağı içindeki yerini zaman gösterecek elbette. Ancak bu kitapla şair; insanlarının, şairlerinin, kişisel kaosunun kimi şubelerinin öngösterimini yaptı diyebiliriz.
Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan
Bir mısra işittiğimiz zaman, bir şiiri okuduğumuzda yahut oradaki bir yargı, bir betimleme, bir sıralanış, bir kesinti ya da ne olduğunu bilemediğimiz bir şey bizde bir onama duygusu yaratır. Biz bu onamaya kelimeleri ayrıştırmaksızın, dilbilimsel hiçbir çözümlemeye başvurmaksızın sahip oluruz. Şiir bizde bir şeyle mutabakat kurmuş, insan vasıflarımızdan birine denk düşmüştür. İsmet Özel’in bu sözlerine ilaveten şiirle kurulan bu anlaşmaya göre; şiirin bizi, kelimenin dışında bir somutluğa, hatta kendimizin dışındaki bir somutluğa yerleştirir. En azından böyle iddia edebiliriz.
Peki, ilk şiirlerden, ilk kitaptan itibaren böyle bir anlaşma mümkün müdür. Ali Berkay’ın Tahayyülat’ına kulak verelim. “Hayal edilen şeyler”in şairi; kendine seslenmek, kendi ile açık-kapalı yüzleşmek, kendine diklenmek, nazlanmak; okuru kendilik penceresine dirseklerini dayamış şaşkın çocuklara çevirmek, ama belki en çok da mekanikleşen şeylerin kalbini bulup çıkarmak, Modernizmin klişeleştirerek öldürdüğü şeylere yepyeni kalpler takmakla meşgul. Uzun cümle sevmeyenler için kısa kısa şiirler geçeyim o halde:
“iq seviyesi yüksek
insanlarla ağladık
acı değişmedi.”
“bu çağ dalımıza vurduğunda
kameralar olsun
petrol sisi dağılsın
öldüğümüz yerden kalkalım”
“bir tanka taş atmadım
çok felsefi açılımlar yaptım;
erkek evlat babasından izler taşır”
Tahayyülat, “ölüm zaman rüya” üçgeninde düşünen ve konuşan şiirlerin kitabı. Kendi dilinden konuşmanın bazen tamamen kendine gömülme sakıncaları olduğu muhakkak. Ancak İsmet Özel’in açılışta da belirttiği türden hangi vasfımıza denk olduğunu anlayamadığımız mısralar, şiirler olarak karşımıza çıkıyor bu iç lisan. Ali Berkay, “ölüm zaman rüya” üçlüsüne çeşitli anlam ve şekillerde kıyafetler dikiyor. Sıradanlaştırıyor, kırıyor, yeniden kuruyor. Ancak bu kırım ve kapalılık, kendi içinde sadelikte ve naiflikte. “Hafıza aşk dil/ çok satıyormuş tezgâhlarda/ yatırmışlar rüyaya bizi.”
Tahayyülat’ta Ali Berkay, saatin -milisaniyeden evrenin bir ucuna kadar- içine büzüşen şairin, annelerin ve babaların, çocukların, kısaca tüm ölümlülerin zayıflıklarını ve kelimelerin azametini okurun gölgesiyle pay ediyor.
Modern iletişim aygıtlarının şiire iyiden iyiye girdiğini Ali Berkay’ın şiirinde de görüyoruz: “Hiç gitmiyor ki gözümün önünden/ Facebook, twitter ve Kudüs mühimdir.” Teknik kelimelerin kullanım oranı kararında görünüyor, hatta yer yer bugün eskimiş tabirlerle okuru şaşırtıyor şair. Tamamen gündelik dilin avucunun içinde bir kalem olmadığının, edebiyatın hangi kaynaklarından su içtiğinin işaretini veriyor dikkatli okura. Ancak bu okuru yanıltmasın, tek tek bütün kelimelerin kişisel bir elekten geçtiği, inceltilip şiirleştiği yerde, sadece şairin kişisel sözlüğü olarak varlık gösterdiklerini söylemek daha doğru olacak. Naif bir devinimle olması gerektiği yerde, sanki hep olması gerektiği kadar varlar.
Şairin bugünün genç şiirin battığı ironi havzasından da kararlılıkla geçtiğini görürüz: “Onlar küçücük tetikler çekecek/ patronlarının önünde el bağlayarak/ sabahtan akşama birkaç tık/ akşamdan sabaha birkaç lafla/ vakit geçiren adamlar -çok pardon.” Toplumsal meselelerin şiire girişi, ironiden ziyade yılgın ama olgun bir sesle mümkün oluyor: “Ülke olarak büyük çaresizliğimizin/ Kitabını yazacak değilim/ Devalarımız yeni kanserler üretiyor.”
Yahut daha da derine inip felsefik bir bakışı deniyor şair: “kabuğunu soydum/ Vitamini içindeymiş insanın/ Hiçliğimin farkındayım.”
Bu kadar genç bir kalemin şiirinde coşkunlukla taşan bir aşk aramak gerekir belki. Ancak Tahayyülat’ta adını işaret edercesine hayalleşen, belirsizleşen, kimi zaman gamzesini bulduğumuz, çoğunlukla gülüşüne, ellerine denk geldiğimiz bir sevgili gezinir. Sevgiliden ziyade esinti gibidir. Derin bir kederin esintisi.
“Yanıp sönen evrende görebiliyordum
İşaretin, bir başlangıcın ve bir sonun vardı;
Tek bir kalp atışı içine sığıyorduk.”
Ali Berkay’ın Tahayyülat’ı, Hece Yayınları etiketiyle Mart sonunda raflardaki yerini aldı. 2010 kuşağı içindeki yerini zaman gösterecek elbette. Ancak bu kitapla şair; insanlarının, şairlerinin, kişisel kaosunun kimi şubelerinin öngösterimini yaptı diyebiliriz.
Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan
20 Nisan 2016 Çarşamba
Ağır bir başlangıç
Aşkar dergisinin genel yayın yönetmeni Mustafa Melih Erdoğan'ın ilk şiir kitabı Hangi Anahtar, birkaç hafta önce okuyucu selâmladı. Bir babadan oğluna ithaf edilen kitaplara alışkınız lakin bir şiir kitabının açılış sayfasında Süleyman Çelebi'nin dizelerini karşıladığımız nadirattandır. "Kimde kim aşkın nişânı var durur / âkıbet mâşuka ânı er-görür" dizeleri, Mevlid-i Şerîf'in Mi'râc Bahri'ndendir. İsteyen buyursun yaşayan son büyük mevlidhânımız Mustafa Başkan'dan dinlesin, isteyen de buyursun merhum büyük hâfız mevlidhân Kâni Karaca'dan dinlesin. Söze hem şiirle hem mûsikîyle başlamış oldum, berhudârım.
Kitabı açmadan evvel, Sâmiha Ayverdi'nin "Daha tuhafı, elinde bir külçe anahtar, meçhul bir kapının önünde oturmuş, bir türlü kilide uymayan bu paslı ve yanlış anahtarlarla o kapıyı kurcalayıp duruyorsun. Açılacak gibi oluyor, fakat açılmıyor, değil mi?" cümlesi aklıma gelmişti. Hangi Anahtar, şifa niyetine şiir okumayı tercih eden okuyucuya farklı anahtarlar sunan bir kitap. Yalnız okuyucuyu büyük bir sınavla baş başa bırakıyor: Yola çıkmak ve kapıları bulmak. Demek ki şiirlerin yekununda her kapıyı açabilecek anahtarlar var. Zaten şiirin aç(a)madığı kapıda gıcırtı çoktur, Amerikan kapıdır o...
64 sayfalık kitap iki bölümden oluşuyor. Toplam 22 şiir var. Mustafa Melih'in şiiri güncel bir şiir. Geçmişin nostaljisi ya da aşırı umutla kurgulanmış bir gelecek tasavvuru yok. Gerçeğin tam içinden fışkıran dizelerde günün her saatini yeniden yaşamak ama görerek yaşamak mümkün. Slogan adlı şiirle başlıyor kitap:
"Yaşamak dedim senden ne kaldı bana
Şu zoraki duruşumdan namaza
Şu göğsümde tümseklenen dünyadan
Kral ödlek ve tavşan kartal avında
Varsa duraksamayan saatler
Varsa kapital patronuna atılacak bir yumruk
Gözün döne devrile gördüğü rüyalar seğiriyorsa hâlâ
Biz ular geçeriz saniyeleri
Ölümü bir taş üstüne yıkarlar."
Şiirlerini halkla beraber yazmış Mustafa Melih. Halkla beraber Hakk'ın, hakkın ve hakkaniyetin gölgesini aramış. Kendi için herkes için, bilhassa da yeni başlayanlar için adım adım yürümüş güncelin kalabalığına. Ayakta Kalan Otobüs Yolcuları İçin, yazmış:
"Kalın tuğlalardan bir ömür inşâ eden halk!
Size bunu söylemek istemezdim
Şu uyuduğunuz yastık, ağzınızdan çıkan her kelime
Yarası içine kanamış bir adam gibi yapışacak gırtlağınıza
Bir kış günü içinizi dökeceğiniz nehir
Dönüp yakalayacak sizi."
Biz Türkler, dinde, sanatta, felsefede ve hatta mimarîde daima ekmeğin kutsallığını bilmiş ve onu övmüşüzdür. Naçizane, ekmek kelimesine şiirde hassasiyetle yaklaşırım. Ekmek üzerine yazılan her şeyi okumak isterim. Şu sevdiğim üç dizeyi de ezberleyip söylemek isterim:
"Taş ekmek, tava ekmek hepsi bir
Hepsi bir direnişle geçer boğazımızdan
Ekmekse eğer açlığımızı ona dokunmadan bilmelidir."
Şairlerin ilk kitaplarında türlü acemilikler, aşırı duygusallık görmek mümkündür. Bu bir tercih meselesi olduğu gibi zaman zaman da hakiki bir derde sahip olmamak ya da anlatılmak isteneni tam olarak sahiplenememek sebebiyle de olabilir. Mustafa Melih Erdoğan, bu ilk kitabını sanki Şehrin Topukları Altında Ezilen Bir Gün şiirindeki dizesinin üzerine kurmuş gibi: "Sırtımda herkesten ağır duran bir başlangıç var."
Güçlü, olgun ve yaşama tutkun bir ilk kitap. Hayırlı olmasını ve çilingirini arayanların da nasibini alabilmesini temenni ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kitabı açmadan evvel, Sâmiha Ayverdi'nin "Daha tuhafı, elinde bir külçe anahtar, meçhul bir kapının önünde oturmuş, bir türlü kilide uymayan bu paslı ve yanlış anahtarlarla o kapıyı kurcalayıp duruyorsun. Açılacak gibi oluyor, fakat açılmıyor, değil mi?" cümlesi aklıma gelmişti. Hangi Anahtar, şifa niyetine şiir okumayı tercih eden okuyucuya farklı anahtarlar sunan bir kitap. Yalnız okuyucuyu büyük bir sınavla baş başa bırakıyor: Yola çıkmak ve kapıları bulmak. Demek ki şiirlerin yekununda her kapıyı açabilecek anahtarlar var. Zaten şiirin aç(a)madığı kapıda gıcırtı çoktur, Amerikan kapıdır o...
64 sayfalık kitap iki bölümden oluşuyor. Toplam 22 şiir var. Mustafa Melih'in şiiri güncel bir şiir. Geçmişin nostaljisi ya da aşırı umutla kurgulanmış bir gelecek tasavvuru yok. Gerçeğin tam içinden fışkıran dizelerde günün her saatini yeniden yaşamak ama görerek yaşamak mümkün. Slogan adlı şiirle başlıyor kitap:
"Yaşamak dedim senden ne kaldı bana
Şu zoraki duruşumdan namaza
Şu göğsümde tümseklenen dünyadan
Kral ödlek ve tavşan kartal avında
Varsa duraksamayan saatler
Varsa kapital patronuna atılacak bir yumruk
Gözün döne devrile gördüğü rüyalar seğiriyorsa hâlâ
Biz ular geçeriz saniyeleri
Ölümü bir taş üstüne yıkarlar."
Şiirlerini halkla beraber yazmış Mustafa Melih. Halkla beraber Hakk'ın, hakkın ve hakkaniyetin gölgesini aramış. Kendi için herkes için, bilhassa da yeni başlayanlar için adım adım yürümüş güncelin kalabalığına. Ayakta Kalan Otobüs Yolcuları İçin, yazmış:
"Kalın tuğlalardan bir ömür inşâ eden halk!
Size bunu söylemek istemezdim
Şu uyuduğunuz yastık, ağzınızdan çıkan her kelime
Yarası içine kanamış bir adam gibi yapışacak gırtlağınıza
Bir kış günü içinizi dökeceğiniz nehir
Dönüp yakalayacak sizi."
Biz Türkler, dinde, sanatta, felsefede ve hatta mimarîde daima ekmeğin kutsallığını bilmiş ve onu övmüşüzdür. Naçizane, ekmek kelimesine şiirde hassasiyetle yaklaşırım. Ekmek üzerine yazılan her şeyi okumak isterim. Şu sevdiğim üç dizeyi de ezberleyip söylemek isterim:
"Taş ekmek, tava ekmek hepsi bir
Hepsi bir direnişle geçer boğazımızdan
Ekmekse eğer açlığımızı ona dokunmadan bilmelidir."
Şairlerin ilk kitaplarında türlü acemilikler, aşırı duygusallık görmek mümkündür. Bu bir tercih meselesi olduğu gibi zaman zaman da hakiki bir derde sahip olmamak ya da anlatılmak isteneni tam olarak sahiplenememek sebebiyle de olabilir. Mustafa Melih Erdoğan, bu ilk kitabını sanki Şehrin Topukları Altında Ezilen Bir Gün şiirindeki dizesinin üzerine kurmuş gibi: "Sırtımda herkesten ağır duran bir başlangıç var."
Güçlü, olgun ve yaşama tutkun bir ilk kitap. Hayırlı olmasını ve çilingirini arayanların da nasibini alabilmesini temenni ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
13 Nisan 2016 Çarşamba
Bir inek gibi, bir istiridye gibi, bir fare gibi özgür!
Romanın son notunda belirtildiği gibi, Georges Perec'in okuyucuya bir karakter yoluyla mı yoksa doğrudan kendi sesiyle mi seslendiği belirsiz olan bir roman Uyuyan Adam. 105 sayfalık kitap, modern insanın ezilmişliğini, yozlaşmışlığını, tükenmişliğini açık açık ifade ediyor. "İnsan ne harikulade bir buluş. Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir." gibi tabiri caizse hikmetli sözlerle bir ruhtan bahsediyor Perec, keşfedilmesi gereken bir ruhtan. Fakat insanın bu keşiften ne kadar uzak kaldığını da şöyle anlatıyor: "Sürprizsiz yaşam. Güvenliktesin. Uyuyor, yiyor, yürüyor, yaşamayı sürdürüyorsun, tıpkı gamsız bir araştırmacının labirentinde unuttuğu bir laboratuvar faresi gibi; sabah akşam, hiç yanılmadan, hiç duraksamadan yemliğin yolunu tutan, önce sola, sonra sağa dönen, bulamaç halindeki günlük yem miktarını almak için kırmızı kenarlı bir pedala iki defa basan bir laboratuvar faresi gibi."
Düğünlerimizde çokça kullanılan "Ne o? Oturmaya mı geldik?" sözünü insanın dünyadaki hâliyle irtibatlandırarak "Uyumaya mı geldik?" şeklinde değiştirsek ne cevap verebiliriz? Belki bir hadis-i şerif bize yardımcı olabilir: İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar. Birçok tasavvuf erbabını etkilemiş ve hayatına yön vermiş hadislerden biridir bu ve Perec'in Türk okuyucusunu etkileme sebeplerinden biri de bana kalırsa tıpkı hikmet ehlinin yaptığı gibi nasılları değil nedenleri sorgulamasıdır. Okuyucuyu bu derin sorgulamalardan uzak tutarak direkt sonuçla meşgul ediyor Perec. Sonuç odaklı metinler desem ayıp etmiş olmam diye düşünüyorum. Buyurun:
"Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de, bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak,düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış, lanetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. Her şey öngörüldü, her şey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı, büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap ,bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini etna’ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır. Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çoktan tutuldu."
Bir insan bu çağda özgürlüğü nerede arar? Bir hafta sonu istediği yere gitmek, günün herhangi bir saati aklındaki yerde sevdikleriyle eğlenmek, dünya mutfaklarının tüm lezzetlerini tatmak özgürlük müdür? Yalnızca bu kadar mı? Sadece bunlar mı? Bu yazının başlığı da kitaptan bir sözdür ve modern insanın özgürlüğü işte bu kadardır. Bir inek gibi tepişir eğlenirken ve istediği olmazken, bir istiridye gibi kapanır ve yalnız kendini düşünür, bir fare gibidir topluma taşıma araçlarında oradan oraya sürüklenirken.
Uyumakla başlatıyor serüveni Perec bize bu serüveni anlatırken uyumakla uyumamak arasında bile kayıtsız kalındığını, korkan, sönük, silik bir tipin uykusunun bile olmadığını şu cümleyle anlatıyor: "Uyumuyorsun, ama uyku artık gelmeyecek. Uyanık değilsin ve hiç uyanmayacaksın. Ölü değilsin ve ölüm bile seni kurtarmayacak."
Bir de unutan, unuttuğunu zanneden, hafızasız insanlar var. Onlara da şöyle diyor: "Zamanı unutur gibi yapabildin, geceleyin yürüyüp gündüz uyuyabildin: Ama onu hiçbir zaman tamamen aldatamadın."
Modern insanın sabırsızlığı, sürekli panik hâlinde oluşu, dost sohbetinde bulunamayışı, sürekli yapmak zorunda olduğu şeylerle yapamadığı şeyler arasında kalışı, umut ve tutku adına hiçbir şey düşünmeyişi hakkında da Perec'in söyledikleri şöyle: "Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte. Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında, her seferinde yalnız kalıyorsun, yardımdan yoksun, şaşkın ya da afallamış, umutsuz, sabırsız."
Kitabın sonunda okuyucuya bir çare yok. Tam aksine gerçeği fısıldıyor yazar: "Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın."
Sadece bir karakter, belki o bile değil, Perec çok şey anlatıyor. Öyle ki hem birey okuması, hem toplum okuması, hem de dünya ahvalini o yıllardan bu yıllara taşıyan şeyleri daha iyi görebilmek için belki de tekrar tekrar okunabilir bir kitap. Gerçekle yüzleşmek acı veriyor ama bu acı, belki harekete geçirebilecek bir acı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Düğünlerimizde çokça kullanılan "Ne o? Oturmaya mı geldik?" sözünü insanın dünyadaki hâliyle irtibatlandırarak "Uyumaya mı geldik?" şeklinde değiştirsek ne cevap verebiliriz? Belki bir hadis-i şerif bize yardımcı olabilir: İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar. Birçok tasavvuf erbabını etkilemiş ve hayatına yön vermiş hadislerden biridir bu ve Perec'in Türk okuyucusunu etkileme sebeplerinden biri de bana kalırsa tıpkı hikmet ehlinin yaptığı gibi nasılları değil nedenleri sorgulamasıdır. Okuyucuyu bu derin sorgulamalardan uzak tutarak direkt sonuçla meşgul ediyor Perec. Sonuç odaklı metinler desem ayıp etmiş olmam diye düşünüyorum. Buyurun:
"Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de, bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak,düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış, lanetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. Her şey öngörüldü, her şey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı, büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap ,bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini etna’ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır. Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çoktan tutuldu."
Bir insan bu çağda özgürlüğü nerede arar? Bir hafta sonu istediği yere gitmek, günün herhangi bir saati aklındaki yerde sevdikleriyle eğlenmek, dünya mutfaklarının tüm lezzetlerini tatmak özgürlük müdür? Yalnızca bu kadar mı? Sadece bunlar mı? Bu yazının başlığı da kitaptan bir sözdür ve modern insanın özgürlüğü işte bu kadardır. Bir inek gibi tepişir eğlenirken ve istediği olmazken, bir istiridye gibi kapanır ve yalnız kendini düşünür, bir fare gibidir topluma taşıma araçlarında oradan oraya sürüklenirken.
Uyumakla başlatıyor serüveni Perec bize bu serüveni anlatırken uyumakla uyumamak arasında bile kayıtsız kalındığını, korkan, sönük, silik bir tipin uykusunun bile olmadığını şu cümleyle anlatıyor: "Uyumuyorsun, ama uyku artık gelmeyecek. Uyanık değilsin ve hiç uyanmayacaksın. Ölü değilsin ve ölüm bile seni kurtarmayacak."
Bir de unutan, unuttuğunu zanneden, hafızasız insanlar var. Onlara da şöyle diyor: "Zamanı unutur gibi yapabildin, geceleyin yürüyüp gündüz uyuyabildin: Ama onu hiçbir zaman tamamen aldatamadın."
Modern insanın sabırsızlığı, sürekli panik hâlinde oluşu, dost sohbetinde bulunamayışı, sürekli yapmak zorunda olduğu şeylerle yapamadığı şeyler arasında kalışı, umut ve tutku adına hiçbir şey düşünmeyişi hakkında da Perec'in söyledikleri şöyle: "Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte. Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında, her seferinde yalnız kalıyorsun, yardımdan yoksun, şaşkın ya da afallamış, umutsuz, sabırsız."
Kitabın sonunda okuyucuya bir çare yok. Tam aksine gerçeği fısıldıyor yazar: "Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın."
Sadece bir karakter, belki o bile değil, Perec çok şey anlatıyor. Öyle ki hem birey okuması, hem toplum okuması, hem de dünya ahvalini o yıllardan bu yıllara taşıyan şeyleri daha iyi görebilmek için belki de tekrar tekrar okunabilir bir kitap. Gerçekle yüzleşmek acı veriyor ama bu acı, belki harekete geçirebilecek bir acı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
12 Nisan 2016 Salı
"Gerisi Hikâye"lerde kalmasın
Necdet Subaşı’na sosyal bilimci dersek haksızlık etmiş olur muyuz? Sanmıyorum, ama eksik bir beyanda bulunduğumuz açık. Bu eksiklik, hocanın sosyal bilimciliğinin değerlendirilmesine yönelik iyi ya da kötü tarzda atıf yapılmamasından kaynaklı değil. Eksiklik, bizzat sosyal bilimlerin kurumsallaşma süreçleri ile alakalı bir durum. Her ne kadar burası, bu hikâyeyi anlatmanın yeri olmasa da, sosyal bilimlere dair özet bir değerlendirme, Necdet Subaşı’nın gerek akademik çalışmalarından sonra gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden oluşan sırasıyla “Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar” kitaplarındaki kaygıyı gerekse de bu kitapların sonuncusu ve aynı kaygının bir ürünü olarak raflarda yerini alan “Gerisi Hikâye”yi daha anlaşılır kılacaktır.
Sosyal bilimler, kapitalist dünya-ekonomisinin gerilimlerini gözlerden saklamaya ve kontrol altında tutmaya yönelik geliştirilen bilgi yapıları içerisinde kurumsallaşmış bir alandır. Bu bilgi yapıları içerisinde sosyal bilimler, zamanla oluşan ve iki kültür diyebileceğimiz doğa ve beşeri kültür arasında sıkışıp kalmıştır. Bilim kültürü, doğrunun ve olgusal olanın kavranmasına yönelik bilginin eksenel ağırlığının doğa bilimlerinde kurumsallaşmasıyken karşıt kutbunda beşeri kültür de iyi ve güzel bilgiye ulaşmayı amaçlamaktaydı. Bu iki kültür arasına sıkışan sosyal bilim de, iki kültürün arasındaki kavrayışlara meydan okuyan gelişmelere tepki olarak ortaya çıktı ve disiplinlere ayrıldı. Bir tarafta nomotetik yöntemleri benimseyerek bilim kültürüne yakın duran iktisat, siyaset ve sosyoloji; diğer tarafta idiografik yöntemleri benimseyerek beşeri kültüre yakın duran tarih, antropoloji ve oryantalizm adı altında Şark incelemeleri.
Subaşı’nda, sosyal bilimlere sirayet eden bu çatışmanın izlerini görmek mümkündür. Özellikle akademide yürüttüğü çalışmalarının başında gelen “din”in sosyoloji (doğa bilimlerindeki Newtoncu kabullerin sosyal dünyaya aktarılması ile dünyayı deterministik ve ampirik yolla kavramaya çalışan pozitivizmin etkisinde) literatüründe toplumsal bir olgu şeklinde ele alınmasına karşı çıkmıştır. Bu tavrını toplumbilim alanında yeni çalışmalarla da destekleyerek Rönesans ve Aydınlanma ile bilimsellik adı altında getirilmeye çalışılan tanımlamaların yetersiz ve yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ona göre din, aşkın bir varlığın ürünüdür ve bunu hâl olmaktan çıkartılarak gündelik hayatın fenomeni haline getirilmeye çalışılan bir din ile hemhal olan modern insanın anlaması zor bir durumdur.
Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği toplumuna yabancılaşmadan ele almış olsa da; bunları iyi su böreği yapan annesi ya da ona her daim dualar eden babasıyla konuşamayacak, üzerine birkaç kelam edemeyecekse neye yarardı bunca telaşe, kime faydası vardı bütün bu yapıp etmelerin? Osmanlı Şeyhülislamı Molla Fenârî’nin soğuk medrese duvarlarından bıkması gibi Subaşı da akademinin bu cansız ve ruhsuz yapısından, toplumla ilişkisizliğinden bunalmıştı. Değişik dil dünyaları arasında gezmeyi öğrenmiş, babası, annesi, akrabaları, hısım ve akranlarının kıyısında şehirle kontak kurmayı seçmiş; ama bir yanını da memleket hikâyelerine teslim etmişti.
Böylece evrenselci bilimin nesnel verilere ulaşmak için tarafsızlık iddiasında olan araştırmacılarıyla yüklü akademinin soğuk duvarlarını aşan Subaşı, bir iş, bir sorumluluk üzerine yola çıkarak kaleme almış “Gerisi Hikâye”yi. Bizim adımıza değil bizle birlikte konuşmuş, diğerleri gibi güzelim çayı porselen bardakta verip tadını da tadımızı da bozmamıştı. Bu yönüyle, akademik çalışmalarının dışında kalan diğer kitapları (“Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar”) ile aynı kaygının, telaşenin mahsulü olarak onlarla da bir bütünlük arz etmiş, eksik kalan parçayı tamamlamıştır. 4 Haziran 2014’ten 28 Eylül 2015’e değin aralıklarla yazdığı 52 hikâyeden oluşan “Gerisi Hikâye”de yaşadıklarını tüm içtenliği ile daha da yaşanabilir bir hayata duyduğu özlemle aktarmış; kendi tanıklıklarını dile getirdiği hikâyelerinde aktörlerle didişmeden, zaman ve coğrafya yerine hisse ve anlama yoğunlaşarak bir zihniyet analizinde bulunmuş Subaşı. “Gerisi Hikâye”, çoğunlukla geçmişten bahsediyor; içinde Subaşı’nın kendini vurduğu yolların geçtiği köylere, şehirlere ve dağlara gidiyor; annesinden ve babasından söz ediyor; ne yapıp edip lafı eşine, çocuklarına getiriyor; onları, birlikte tanıdığı dünyalarıyla, dostları ve ilgileriyle günümüze taşıyordu. Yeni kuşaklara, hâla birer imge ya da metafor olarak gelen pek çok şeyin kendi hayatında sahici birer “şey” olduğunu hatırlatmak istiyordu. Bunu o kadar açık bir şekilde yapıyordu ki, dikkatli bir takipçi, sürek avına çıkar gibi isterse onun hikâyelerinde aradığını bulabilir ve pusuya yatmış bir avcı gibi onu itiraflarında vurabilirdi. Olsun, utanılacak bir şey yoktu; çünkü yanlış yaşanmamıştı hayat. Belki de maharet, zor olsa da, perdeleri kaldırabilmekteydi.
Hikâyeleri etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor kitabında Subaşı; ama anlattığı yaşanmamış bir hikâyenin tasarısı olmaktan ziyade bizzat yaşadıkları, yaşadıklarımızdan başka da bir şey değildi. Nerede, her kimle olursa olsun edindiği insanlık hikâyelerini, kendi insanlık durumumuzu restore edebilsin diye çocukluğuyla, gençliğiyle, birliktelikleriyle, bugünüyle kaleminden damıtarak içtenlikle işlemiş kağıda.
Herkesin bir gündeminin, takip ettiği bir hikâyesinin, dikkat kesildiği bir ajandasının olduğunu söyleyen Subaşı, kendini içinde bulduğu dinin halk ve aydınlar katında nasıl şekil aldığını, işlendiğini ve dahil olduğu gerçekliğini akademik çalışmalarından bu yana hep gündeminin birinci maddesi olarak tutmuş ve “Gerisi Hikâye”de de güçlü bir edebiyat damarıyla farklı açılardan işlemiştir.
Necdet Subaşı’nın hikâyesini okuduktan sonra “Tacir ile İfrit Öyküsü” geldi aklıma. İfritle olan serüvenini anlatan tacire Şeyhin dediği gibi “Vallahi! Senin inancın büyük bir inançmış. Öykün de öylesine olağanüstü ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, düşünceye saygı duyanlar için üzerinde durulmaya değer bir konu olurdu!”
Eğer, Subaşı’nın hikâyesi için tek bir yorum yeterli kabul edilseydi, Şeyhin tacire söylediklerinden daha ötesi olabilir miydi? Şayet, kaygı veren dünyamızda düşünebilen varsa!
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
* Bu yazı daha önce İhtimal Dergisi'nin 2. sayısında (Mart-Nisan 2016) yayımlanmıştır.
Sosyal bilimler, kapitalist dünya-ekonomisinin gerilimlerini gözlerden saklamaya ve kontrol altında tutmaya yönelik geliştirilen bilgi yapıları içerisinde kurumsallaşmış bir alandır. Bu bilgi yapıları içerisinde sosyal bilimler, zamanla oluşan ve iki kültür diyebileceğimiz doğa ve beşeri kültür arasında sıkışıp kalmıştır. Bilim kültürü, doğrunun ve olgusal olanın kavranmasına yönelik bilginin eksenel ağırlığının doğa bilimlerinde kurumsallaşmasıyken karşıt kutbunda beşeri kültür de iyi ve güzel bilgiye ulaşmayı amaçlamaktaydı. Bu iki kültür arasına sıkışan sosyal bilim de, iki kültürün arasındaki kavrayışlara meydan okuyan gelişmelere tepki olarak ortaya çıktı ve disiplinlere ayrıldı. Bir tarafta nomotetik yöntemleri benimseyerek bilim kültürüne yakın duran iktisat, siyaset ve sosyoloji; diğer tarafta idiografik yöntemleri benimseyerek beşeri kültüre yakın duran tarih, antropoloji ve oryantalizm adı altında Şark incelemeleri.
Subaşı’nda, sosyal bilimlere sirayet eden bu çatışmanın izlerini görmek mümkündür. Özellikle akademide yürüttüğü çalışmalarının başında gelen “din”in sosyoloji (doğa bilimlerindeki Newtoncu kabullerin sosyal dünyaya aktarılması ile dünyayı deterministik ve ampirik yolla kavramaya çalışan pozitivizmin etkisinde) literatüründe toplumsal bir olgu şeklinde ele alınmasına karşı çıkmıştır. Bu tavrını toplumbilim alanında yeni çalışmalarla da destekleyerek Rönesans ve Aydınlanma ile bilimsellik adı altında getirilmeye çalışılan tanımlamaların yetersiz ve yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ona göre din, aşkın bir varlığın ürünüdür ve bunu hâl olmaktan çıkartılarak gündelik hayatın fenomeni haline getirilmeye çalışılan bir din ile hemhal olan modern insanın anlaması zor bir durumdur.
Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği toplumuna yabancılaşmadan ele almış olsa da; bunları iyi su böreği yapan annesi ya da ona her daim dualar eden babasıyla konuşamayacak, üzerine birkaç kelam edemeyecekse neye yarardı bunca telaşe, kime faydası vardı bütün bu yapıp etmelerin? Osmanlı Şeyhülislamı Molla Fenârî’nin soğuk medrese duvarlarından bıkması gibi Subaşı da akademinin bu cansız ve ruhsuz yapısından, toplumla ilişkisizliğinden bunalmıştı. Değişik dil dünyaları arasında gezmeyi öğrenmiş, babası, annesi, akrabaları, hısım ve akranlarının kıyısında şehirle kontak kurmayı seçmiş; ama bir yanını da memleket hikâyelerine teslim etmişti.
Böylece evrenselci bilimin nesnel verilere ulaşmak için tarafsızlık iddiasında olan araştırmacılarıyla yüklü akademinin soğuk duvarlarını aşan Subaşı, bir iş, bir sorumluluk üzerine yola çıkarak kaleme almış “Gerisi Hikâye”yi. Bizim adımıza değil bizle birlikte konuşmuş, diğerleri gibi güzelim çayı porselen bardakta verip tadını da tadımızı da bozmamıştı. Bu yönüyle, akademik çalışmalarının dışında kalan diğer kitapları (“Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar”) ile aynı kaygının, telaşenin mahsulü olarak onlarla da bir bütünlük arz etmiş, eksik kalan parçayı tamamlamıştır. 4 Haziran 2014’ten 28 Eylül 2015’e değin aralıklarla yazdığı 52 hikâyeden oluşan “Gerisi Hikâye”de yaşadıklarını tüm içtenliği ile daha da yaşanabilir bir hayata duyduğu özlemle aktarmış; kendi tanıklıklarını dile getirdiği hikâyelerinde aktörlerle didişmeden, zaman ve coğrafya yerine hisse ve anlama yoğunlaşarak bir zihniyet analizinde bulunmuş Subaşı. “Gerisi Hikâye”, çoğunlukla geçmişten bahsediyor; içinde Subaşı’nın kendini vurduğu yolların geçtiği köylere, şehirlere ve dağlara gidiyor; annesinden ve babasından söz ediyor; ne yapıp edip lafı eşine, çocuklarına getiriyor; onları, birlikte tanıdığı dünyalarıyla, dostları ve ilgileriyle günümüze taşıyordu. Yeni kuşaklara, hâla birer imge ya da metafor olarak gelen pek çok şeyin kendi hayatında sahici birer “şey” olduğunu hatırlatmak istiyordu. Bunu o kadar açık bir şekilde yapıyordu ki, dikkatli bir takipçi, sürek avına çıkar gibi isterse onun hikâyelerinde aradığını bulabilir ve pusuya yatmış bir avcı gibi onu itiraflarında vurabilirdi. Olsun, utanılacak bir şey yoktu; çünkü yanlış yaşanmamıştı hayat. Belki de maharet, zor olsa da, perdeleri kaldırabilmekteydi.
Hikâyeleri etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor kitabında Subaşı; ama anlattığı yaşanmamış bir hikâyenin tasarısı olmaktan ziyade bizzat yaşadıkları, yaşadıklarımızdan başka da bir şey değildi. Nerede, her kimle olursa olsun edindiği insanlık hikâyelerini, kendi insanlık durumumuzu restore edebilsin diye çocukluğuyla, gençliğiyle, birliktelikleriyle, bugünüyle kaleminden damıtarak içtenlikle işlemiş kağıda.
Herkesin bir gündeminin, takip ettiği bir hikâyesinin, dikkat kesildiği bir ajandasının olduğunu söyleyen Subaşı, kendini içinde bulduğu dinin halk ve aydınlar katında nasıl şekil aldığını, işlendiğini ve dahil olduğu gerçekliğini akademik çalışmalarından bu yana hep gündeminin birinci maddesi olarak tutmuş ve “Gerisi Hikâye”de de güçlü bir edebiyat damarıyla farklı açılardan işlemiştir.
Necdet Subaşı’nın hikâyesini okuduktan sonra “Tacir ile İfrit Öyküsü” geldi aklıma. İfritle olan serüvenini anlatan tacire Şeyhin dediği gibi “Vallahi! Senin inancın büyük bir inançmış. Öykün de öylesine olağanüstü ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, düşünceye saygı duyanlar için üzerinde durulmaya değer bir konu olurdu!”
Eğer, Subaşı’nın hikâyesi için tek bir yorum yeterli kabul edilseydi, Şeyhin tacire söylediklerinden daha ötesi olabilir miydi? Şayet, kaygı veren dünyamızda düşünebilen varsa!
Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
* Bu yazı daha önce İhtimal Dergisi'nin 2. sayısında (Mart-Nisan 2016) yayımlanmıştır.
11 Nisan 2016 Pazartesi
Parkalı, anonim, haki yeşil şiirler
"Sonra biz dağ başlarında apansız kurşunlanan
Süresiz baş dönmesiyiz çok garip adamların."
- Edip Cansever, Başım Dönüyor İkimizden
Bahar geldi, çiçekler açtı, rüzgâr lezzetli esiyor enfes kokuyor. Şaka yapıyorum. Baharın nereye geldiğiyle nasıl geldiği çok önemli. Bakın şair ne diyor: "Anı biriktirmeyi huy edinmiş diyorlar / desinler sen bak onlara sen bana bakma / bu bir yardım çağrısıdır sen bana / baharın gelişi kaçaydı bana / erkenden açan yalancı çiçekler dökülürüm / bakma."
Özgür Ballı, Türkçenin tüm esnekliğini konuşma diliyle dizelere dökmüş bir şair. Önce ilk kitabı "İronika"'yla şimdi de "Ben Seni Sonra Ararım"la dünyaya, kendi kurduğu dünyasından sesleniyor. Bu dünyada gördüğü tüm yamuklukların altını oyup okuyucuyu da sorumluluk sahibi ediyor. Alıyor karşısına okuyucuyu şair, bir bir anlatıyor gördüklerini. Gösterdiği ve işaret ettiği mevzuları hayatından içinden çıkartıp ayıklayabiliyor muyuz? Çoğu zaman hayır. Şiir burada devreye giriyor. İnsana, insan olmaklığının nasıl müthiş bir şey olduğu hatırlatıyor, bir kez daha ve bir kez daha.
"Aklımın Akımları" ve "İkinci Eski" adıyla iki bölüme ayrılıyor kitap, toplam yirmi sekiz şiir var. İlk bölümde de ikinci bölümde de hem şiirlerin isimlerinden hem de dizelerdeki Türkçeyi kullanma sınırını zorlamasından şairin bir kelime yontucusu olduğunu söylemek mümkün. Olmadık anlarda olmadık cambazlıklarla, kelimelere ikinci bir gözle bakmamızı sağlıyor. Tek.rar, B/ölümlü Şiir, Buradan Acınız gibi şiirler bilhassa şiir yolunun başındaki şairler ve okuyucular için kelimeye, anlama, dizeye ve kurguya farklı bir adresten yaklaşmayı sağlayacaktır. Bu yazıya Edip Cansever'in dizeleriyle epigraf seçtim zira Özgür Ballı adının bende Edip Cansever'i çağrıştıran bazı hususiyetleri var. Şiirlerinde insanın muhakkak olması, kelime ve harf eğip bükme, virgülden uzak ritmli dizeler ve güzel şiir isimleri. Cansever'in "Bu Gemi Ne Zamandır Burada" şiiri "Belki yarın gidecek / bir anı gelecek bir başka anının yerine / insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine" dizeleriyle biter. Özgür Ballı'nın "Arial 12 Punto" adlı şiirinin sonu bana bu şiiri hatırlatmıştır. O da şöyle bitirir şiirini: "Başlarda soğuk ama insan alışıyor / insan alışıyor yokluğun her türüne / şimdi bu dizeden sonra hiçbir dize yazmasam."
Günümüz hayatının tam içinden geçiyor Özgür Ballı şiiri. Ben Seni Sonra Ararım bu yüzden önemli bir kitap. 2010 sonrası için çok önemli bir kitap. Malum; plaza insanları, Türkçenin içine İngilizce'nin karıştırılması (yedirilmesi) ve elbette sadece işte kalmayıp eve de taşınan toplantılar. İşte Toplantı Tutanakları şiirinden bir kıta:
"Bu adamın bu toplantıda ne işi var allahım
Yarısı ingilizce olan saçma sapan diyaloglarda
Kalabalık olmak için tek kişi yetiyordu
- "You are the man" adamım -
Bana mı dediniz bayım, bayım deyince atay
Aklımdan geçenleri şimdi suratınıza çat diye
Müdürüm şakasına gülününce kendini iyi hissediyordu
- You are a shining star -"
Aslında bu şiir yeniden okunmalı, birileri tarafından söylenmeli ve muhakkak üzerine bir şeyler yazılmalı. Evet, hedef gösteriyorum. Çünkü sinematografik boyutları olan -oh my god- bir şiir. Okuyanına o dili aşılıyor ve derdi çözümlemek kolay oluyor. Keşan'a giden bir Rizelinin aniden Trakya aksanına geçmesi gibi. Film gibi: "Düşünsenize Yozgat diye bir yer var / orada yaşayan insanlar orada bir kitapçı / o kitapçıda sevdiği şairin kitaplarına bakan kız."
İkinci yeni şairleriyle ve şiirleriyle polemiğe giren bir şair Özgür Ballı. Cemal Süreya da nasibini alıyor bundan. Mesela Süreya'nın "Üvercinka" şiirinden sonra "Nerede Kalmıştık" şiirine bir bakalım:
"- Güvercin kadından üvercinka aklın güzelliğine gel
Gel burası ikinci yeni boyu geçmiyor gel
Şiir sokakta şimdi, önünde duruyorlar, kötü davranıyorlar
Makyajlı, yüksek topuklu, mini etekli gel,
Gel bacakları kalın, kalçası geniş, memesi diri gel
Islık çalıp sokak geziyordum ağlıyordu gel
Gel bir konuş nesi varmış sen anlarsın gel -"
Müziği seven bir şairle karşı karşıyayız. Evgeny Grinko'nun Valse'i eşliğinde buyurun: "Gelirsen anahtar notaların altında / gelmezsen sen bilir / si."
Peki bunca deli ve dolu şiirler arasında bir babanın ölümü üzerine ne söyler şair diye sorarsanız, ben de size şu dizeleri sunarım:
"Yemedi yedirdi, giymedi giydirdi
Ölmemesi gerekirdi filmin orta yerinde
Babalar ölünce çiçek olur, pembeli
İnsanlar doğar büyür gerisini biliyorsunuz
Kaynar suyla yıkamıştık babamı sıcak kanlıydı
Neden böyle oldu sorusuna cevaplar arıyorum
Yüz senedir yaşayıp ölmeyen kötü adamlar var."
Kitabın en sevdiğim şiiri Like. Bu şiir sona saklanmış. Kitabı kapatırken akılda kalması, bilhassa son dönemde yaşadığımız ve maruz kaldığımız hadiseler hakkında konuşması, en önemlisi de bir siyaset programı gibi değil de halkın konuştuğu bir meclis gibi olması buna sebep diye düşünüyorum. Buyurun dizelere:
"Çünkü twitter'dan da yazdım hepinize lanet olsun
Çünkü twitter buna yarar, facebook'a feys deriz
Biz moderniz böyle siyah bantlar, kapak resimlerimiz
Teröre dur deriz, Atatürk'ü çok severiz, en birinci çıkarız
Siz deneyin yüzde yüz çalışıyor, çünkü gülmek
Bir halk gülüyorsa değil yüzde yüz garantiliyse gülmektir.
Çünkü ben müslümanım diyen bir milyon kişi bulabilirim
Ama gıkı çıkmayan, çocuklar öldürülürken gazze'de
Sokağa çıkmayan bir milyon, diz üstünde pek rahat."
Ben Seni Sonra Ararım'da bir adet düzyazı şiir, bir adet dergiden geri çekilmiş şiir örneği de bulabilirsiniz. Sürprizli bir kitap... Bu yazının başlığı kitabın en sevdiğim dizesidir. O bölüm şöyleydi: "Gençtik, canımız deli acıyordu / bir türkü tutturmuştuk hevesli içten / parkalı, anonim, haki yeşil."
Artık okuyucunun güzel kitapları, güzel şiirleri, güzel şairleri görebilmesini ümit ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Süresiz baş dönmesiyiz çok garip adamların."
- Edip Cansever, Başım Dönüyor İkimizden
Bahar geldi, çiçekler açtı, rüzgâr lezzetli esiyor enfes kokuyor. Şaka yapıyorum. Baharın nereye geldiğiyle nasıl geldiği çok önemli. Bakın şair ne diyor: "Anı biriktirmeyi huy edinmiş diyorlar / desinler sen bak onlara sen bana bakma / bu bir yardım çağrısıdır sen bana / baharın gelişi kaçaydı bana / erkenden açan yalancı çiçekler dökülürüm / bakma."
Özgür Ballı, Türkçenin tüm esnekliğini konuşma diliyle dizelere dökmüş bir şair. Önce ilk kitabı "İronika"'yla şimdi de "Ben Seni Sonra Ararım"la dünyaya, kendi kurduğu dünyasından sesleniyor. Bu dünyada gördüğü tüm yamuklukların altını oyup okuyucuyu da sorumluluk sahibi ediyor. Alıyor karşısına okuyucuyu şair, bir bir anlatıyor gördüklerini. Gösterdiği ve işaret ettiği mevzuları hayatından içinden çıkartıp ayıklayabiliyor muyuz? Çoğu zaman hayır. Şiir burada devreye giriyor. İnsana, insan olmaklığının nasıl müthiş bir şey olduğu hatırlatıyor, bir kez daha ve bir kez daha.
"Aklımın Akımları" ve "İkinci Eski" adıyla iki bölüme ayrılıyor kitap, toplam yirmi sekiz şiir var. İlk bölümde de ikinci bölümde de hem şiirlerin isimlerinden hem de dizelerdeki Türkçeyi kullanma sınırını zorlamasından şairin bir kelime yontucusu olduğunu söylemek mümkün. Olmadık anlarda olmadık cambazlıklarla, kelimelere ikinci bir gözle bakmamızı sağlıyor. Tek.rar, B/ölümlü Şiir, Buradan Acınız gibi şiirler bilhassa şiir yolunun başındaki şairler ve okuyucular için kelimeye, anlama, dizeye ve kurguya farklı bir adresten yaklaşmayı sağlayacaktır. Bu yazıya Edip Cansever'in dizeleriyle epigraf seçtim zira Özgür Ballı adının bende Edip Cansever'i çağrıştıran bazı hususiyetleri var. Şiirlerinde insanın muhakkak olması, kelime ve harf eğip bükme, virgülden uzak ritmli dizeler ve güzel şiir isimleri. Cansever'in "Bu Gemi Ne Zamandır Burada" şiiri "Belki yarın gidecek / bir anı gelecek bir başka anının yerine / insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine" dizeleriyle biter. Özgür Ballı'nın "Arial 12 Punto" adlı şiirinin sonu bana bu şiiri hatırlatmıştır. O da şöyle bitirir şiirini: "Başlarda soğuk ama insan alışıyor / insan alışıyor yokluğun her türüne / şimdi bu dizeden sonra hiçbir dize yazmasam."
Günümüz hayatının tam içinden geçiyor Özgür Ballı şiiri. Ben Seni Sonra Ararım bu yüzden önemli bir kitap. 2010 sonrası için çok önemli bir kitap. Malum; plaza insanları, Türkçenin içine İngilizce'nin karıştırılması (yedirilmesi) ve elbette sadece işte kalmayıp eve de taşınan toplantılar. İşte Toplantı Tutanakları şiirinden bir kıta:
"Bu adamın bu toplantıda ne işi var allahım
Yarısı ingilizce olan saçma sapan diyaloglarda
Kalabalık olmak için tek kişi yetiyordu
- "You are the man" adamım -
Bana mı dediniz bayım, bayım deyince atay
Aklımdan geçenleri şimdi suratınıza çat diye
Müdürüm şakasına gülününce kendini iyi hissediyordu
- You are a shining star -"
Aslında bu şiir yeniden okunmalı, birileri tarafından söylenmeli ve muhakkak üzerine bir şeyler yazılmalı. Evet, hedef gösteriyorum. Çünkü sinematografik boyutları olan -oh my god- bir şiir. Okuyanına o dili aşılıyor ve derdi çözümlemek kolay oluyor. Keşan'a giden bir Rizelinin aniden Trakya aksanına geçmesi gibi. Film gibi: "Düşünsenize Yozgat diye bir yer var / orada yaşayan insanlar orada bir kitapçı / o kitapçıda sevdiği şairin kitaplarına bakan kız."
İkinci yeni şairleriyle ve şiirleriyle polemiğe giren bir şair Özgür Ballı. Cemal Süreya da nasibini alıyor bundan. Mesela Süreya'nın "Üvercinka" şiirinden sonra "Nerede Kalmıştık" şiirine bir bakalım:
"- Güvercin kadından üvercinka aklın güzelliğine gel
Gel burası ikinci yeni boyu geçmiyor gel
Şiir sokakta şimdi, önünde duruyorlar, kötü davranıyorlar
Makyajlı, yüksek topuklu, mini etekli gel,
Gel bacakları kalın, kalçası geniş, memesi diri gel
Islık çalıp sokak geziyordum ağlıyordu gel
Gel bir konuş nesi varmış sen anlarsın gel -"
Müziği seven bir şairle karşı karşıyayız. Evgeny Grinko'nun Valse'i eşliğinde buyurun: "Gelirsen anahtar notaların altında / gelmezsen sen bilir / si."
Peki bunca deli ve dolu şiirler arasında bir babanın ölümü üzerine ne söyler şair diye sorarsanız, ben de size şu dizeleri sunarım:
"Yemedi yedirdi, giymedi giydirdi
Ölmemesi gerekirdi filmin orta yerinde
Babalar ölünce çiçek olur, pembeli
İnsanlar doğar büyür gerisini biliyorsunuz
Kaynar suyla yıkamıştık babamı sıcak kanlıydı
Neden böyle oldu sorusuna cevaplar arıyorum
Yüz senedir yaşayıp ölmeyen kötü adamlar var."
Kitabın en sevdiğim şiiri Like. Bu şiir sona saklanmış. Kitabı kapatırken akılda kalması, bilhassa son dönemde yaşadığımız ve maruz kaldığımız hadiseler hakkında konuşması, en önemlisi de bir siyaset programı gibi değil de halkın konuştuğu bir meclis gibi olması buna sebep diye düşünüyorum. Buyurun dizelere:
"Çünkü twitter'dan da yazdım hepinize lanet olsun
Çünkü twitter buna yarar, facebook'a feys deriz
Biz moderniz böyle siyah bantlar, kapak resimlerimiz
Teröre dur deriz, Atatürk'ü çok severiz, en birinci çıkarız
Siz deneyin yüzde yüz çalışıyor, çünkü gülmek
Bir halk gülüyorsa değil yüzde yüz garantiliyse gülmektir.
Çünkü ben müslümanım diyen bir milyon kişi bulabilirim
Ama gıkı çıkmayan, çocuklar öldürülürken gazze'de
Sokağa çıkmayan bir milyon, diz üstünde pek rahat."
Ben Seni Sonra Ararım'da bir adet düzyazı şiir, bir adet dergiden geri çekilmiş şiir örneği de bulabilirsiniz. Sürprizli bir kitap... Bu yazının başlığı kitabın en sevdiğim dizesidir. O bölüm şöyleydi: "Gençtik, canımız deli acıyordu / bir türkü tutturmuştuk hevesli içten / parkalı, anonim, haki yeşil."
Artık okuyucunun güzel kitapları, güzel şiirleri, güzel şairleri görebilmesini ümit ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)