Türk öyküsünü mesele edeceksek, günümüz öyküsüne kuram olarak hem de öykünün asgari şartlarını yerine getirmekte başarılı Necip Tosun’u öncelemekten geri durmamalıyız. Tosun’un anlatıcı olarak öyküye giriş tarihi 1983 senesidir. İlk
öyküsü “Yangın” ismini taşımaktadır. Tosun’un öykü ve kuramla olan mesaisini
göz önüne alıp konuşacaksak, Tosun’un karnesi sağlam ve mütevazıdır.
Sağlamlığı tarafımdan/tarafımızdan şu şekilde kabul görmektedir; 1998’de çıkan
Küller ve Uçurumlar (Hece Yayınları), 2005’de çıkan Otuzüçüncü Peron (Hece
Yayınları) öyküye dair örneklemelerimiz olacaktır. Sağlıklı ve sağlam bir şiirin
ana arterlerinden bahsettiğimizde sırtımızı dönemediğimiz eleştiri, öykü konusunda
meydana çıkıp efelenmektedir. Efelenmesi hakkıdır, bu hakkı gören Tosun,
öykünün sağlıklı yollarını ararken eleştiri konusunda da çalışmalar yürütmüştür.
Bu çalışmalar hem dönemini aydınlatmış hem de sonrasındaki kuşağa ve günümüze
sağlam öykünün asgari şartlarını anlatmıştır. Anlatıcının öykü eleştirisi konusundaki
mesaisi 1990 yılında başlamış olup, Modern Öykü Kuramı kitabı 2011
yılında Hece Yayınları'ndan çıkıp, öyküye dair mesaisi olan öykücülerin başucu
kitabı olma görevini görmektedir.
Toplum olarak düzgün ve akışında mani olmayan meseleleri açıklamak için şiir
gibi akıyor veya su gibi berrak ifadelerini kullanırız. Şiir konusunda dil muazzam
önemlidir ancak dilin bir sınırı ve zaman aşımı vardır. Öyküde bu tarife uymak
zorundadır ancak öyküdeki kronolojik oluşum şiire göre farklıdır. Cümleler, ifadeler,
anlam uzundur. Anlatıcı bu kronolojik sistematiği yerine oturturken dile
azami özen göstermelidir. Eğer göstermezse kaybeder. Ya kazanır ya da kaybeder
değil. Kaybeder. Tosun, okuyucuya gelirken kronolojik sırayı öncelemiyor. Kronolojik sıra modern
anlatımın içinde ana unsur olarak değil, tali unsurlar olarak eritiliyor. Bu
konudaki başarı modern öyküden haberdar oluşunu işaret ediyor. Anlatıcı modern
kurama ve kronolojik sıralamaya hâkimse dil konusundaki başarı oranı yüksek
olacaktır. Başarının bir diğer unsuru da öyküde olması gereken ‘anlam’ meselesidir.
İçi boş, öyküdeki kof teklifler öyküsü dil konusunda başarısızlığa iter. Tosun,
modern öyküye yaklaşarak, klasik öyküdeki kronolojik sıraya teslim olmayarak
ve öyküsünde anlamı öncelediği için ana unsur olan dil kuvvetlidir. Başarı yüksektir
ve düşmemektedir.
Kuvvet kazanan dil, anlam ile birleştiğinde anlamda boğulmayan, tökezlemeyen
bir yapı kazanıyor. Okur, öyküyle yüzleştiğinde ayrıntı denizinde boğulmuyor.
Öykü, okuyucuyu sersemletmiyor. Bu anlatıcının öykü konusunda kolaya kaçtığını
göstermez. Aksine, anlatıcı muntazam bir şekilde hüviyet kazanmış olan
öyküyü sağlam bir dil ve açık anlatımla okura sunuyor. Öykü başlıyor, kronoloji
tali unsurlar olarak yerini alıyor, ana unsur olan dil yanına anlam unsurunu alıp,
okuyucu sağ kroşenin ne olduğunu o zaman öğreniyor. Anlatıcı, okuru oyuna getirmiyor
ancak öykü anlatıcının. Hikâyeler, bazen istediğimiz gibi veya düşündüğümüz
gibi sonuçlanmaz. Okuyucu geriye yaslanır, anlatıcının kroşesinin etkisinde,
kendine gelmeye çalışır.
Toplumların istemese de yüzleşmesi gereken gerçekleri vardır. Gerçekler, 7’den
70’e her bireye tesir eder ve izler bırakır. Anlatmak topluma düşer fakat bu ihtiyacın
hepsini karşılayamaz bu anlatılanlar. Farklı bir kanaldan, ağızdan dinlemek
gerekir yoksa ağrısı hafiflemeyecektir.
“İçinde adını koyamadığı bir burukluk vardı. Bir yandan buralara yeniden kavuşmuş
olmanın sevinci, diğer yanda da nereden başlayacağını, nasıl karşılanacağını
bilememenin kaygısı. Ne diyecekti. Her şeyi sizin için yaptık, ama birden ayağımız
kaydı, düştük. Bir bakışa yakalandık. Ama o incitici oyun bitti.” [Otuzüçüncü
Peron-Geçit-S.32]
Anlatıcının öyküye konu ettiği kişi, bu ülkenin hangi tarafına koyarsanız koyun
gerçeğidir. İdeolojisi, inancı, rengi ne olursa olsun. İnandığı, peşinden gittiği ve
sonra düştüğü. Boşluklar, herhangi bir şekilde kani olduğumuz ve bize tanıdık
gelen düşme hali. Yerin üstündeki ağır türbülans.
“Slogan attığı, cenaze törenlerine katıldığı yerlerden geçti.” [Otuzüçüncü Peron-
Geçit-S.32]
Gidilen yerden döndüğünüzde, gidilen yeri ve olanı anlatmak güçtür. Bu güç durumu,
desibeli artmış öfke ve merhamet karışımı bir insana has olan atom bombasıdır.
“Küçücük, tertemiz yürekleriyle her şeyi değiştireceklerini sanmışlar ama arkalarında
titrek gölgeler, cam kırıkları ve büyük düşler bırakıp yitip gitmişlerdi.”
[Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.33]
Anlatıcı, büyük düşleri geride bırakıp yitip gidenlerden midir, bu soruyu sorabiliriz
ancak cevap verme lüksümüz yok. Şunu söyleyebiliriz; anlatıcı birçoğumuz
gibi bu sendromu yaşamış adı hangi darbe olursa olsun anlatıcı yaşananlar karşısında
zayiat vermiştir. Bu zayiat durumu, anlatıcıyı yaşanan zamana tanıklık
etmeye çağırmış, anlatıcı ancak bu şekilde omzundaki yükü hafifletebilmiştir. Anlatıcı,
zamanını anlatmak ve okuyucuya aktarmak konusunda güçlüdür. Korkuya
kapılmadan ve sakınmadan bu gerçekleri ifade etmektedir. Okur olarak biz de
yaşamaktayız.
“Biri bulvara, şehrin merkezine, diğeri otogara doğru uzanıyordu. Kaldığı ev ise
tam karşıda, tepedeydi. Dik merdivenle çıkılan mahallesi karanlıklar içindeydi.
Bu saatte ıslak ve kaygan merdivenleri çıkmayı göze alamazdı. Sağa doğru baktı.
İnsanı rüyalara, umutlara, yolculuklara çağıran otogar ışıl ışıldı. Pek çok otobüs
girip çıkıyordu. Hiçbir zaman yolcu olarak girmediği, hep tanıdığı tanımadığı
insanları karşıladığı o mekâna, otogara doğru yöneldi.” [Otuzüçüncü Peron-Ricat-
S.49]
Anlatıcının zihnindeki kendine gelebilme, kendini bulabilme konusuna açıklık
kavuşturmak istiyorsak ‘karanlık içinde olan ev’ ve ‘ışıl ışıl olan otogar’ ifadelerini
seçip almalı ve masaya koymalıyız. Ev, sosyal ve toplumsal hayatımızda
güveni ve emin olmayı ifade eder. Uzağa giden, uzak düşen her zaman evi önceler
ve bu umutla hayata bağlanır. Ev umut demektir. Anlatıcı, evi tam aksi istikamete
koymaktadır. Çünkü ‘eve giden merdivenler ıslak ve kaygandır’ gerçeği vardır.
Anlatıcının ifadelerini masaya koyarken meseleye nesnel olarak bakmayın, cisim
kazandırmayın. İçimizle/içinizle ilgili olsun bu cisim kazandırma. Kaçmak istediğimiz,
yorulduğumuz bir benlik ve kendi oluşumuz var. Islak ve kaygan kendi
oluşumuz. Anlatıcı, günümüzle aidiyet sorunu yaşayan toplumun sorununa işaret
etmekte. Kendi oluşun, hastalıklı yanlarından kurtulabilmenin reçetesini yazıyor
ve ekliyor ‘hep tanıdığı ve tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna’ unsurundan
kurtuluşu da tanındığı ve tanınmadığı bir insan olarak gitmekte gösteriyor.
Anlatıcıya göre, toplumsal kendi oluşun hastalıklı bu yönünden kurtulmanın ilk
olmasa da son çaresi nesnel olarak değil kendi içinde ışıl ışıl bir otogar tespit edip
gitmektir. Terki terk ederek terki terk.
Anlatıcının kronolojik öykü sistematiğini tali unsur olarak kullandığı ifade etmiştik.
Modern öykü kuramı ışığında yapılan mesai sonunun nasıl biteceğini tahmin
etme konusunda bizi yanıltıyor. “Otüzüçüncü Peron” isimli öyküde karakter hapisten
çıkmıştır. Ancak karaktere, toplumdaki bireyler farklı biri gibi davranır.
Taksici, manav, hatta anne dediği karakter bile kendisine ‘buyur bey’ diye hitap
eder. Öykü garipleşir, okur olarak ana karakterin rüyada olduğunu düşünürsünüz
ancak karakter uyanıktır. Ayrıntılar üzerinden okuru uyanık tutmaya çalışır.
Karakter tam belgelerle sırrını ifşa edecekken, anlatıcı ortaya çıkar. Okurun ve
karakterin deplasmanda olduğunu hatırlatarak, bir kedi miyavlamasını sebep kılar.
İpuçları elinizden gider, okur tüh be der, karakter yoluna devam eder. Karakter,
korkulu bir rüyaya kendi olarak dalar, kendi olarak uyanır. Bu karakterin
bildiğidir. Yağmur yağmaktadır, gözlerini ovuşturarak uyanır ve elektrik direğine
bakar. Direkteki afişte kendi fotoğrafı bulunmaktadır. Ana karakter, çifttir. Hem
baba-hem oğuldur. Ayrım şuradadır, baba oğlunun geçmişini bilmemektedir, oğul
babanın geçmişini bilmemektedir.
“Karşılaşmalar” öyküsünde anlatıcı ana karakteri, yan karakterin ölümü üzerine
bir buluşmaya yönlendirir. Ana karakter, diğer yan karakterle ölen yan karakter
üzerine buluşmalar sağlar ve ana karakter ölen karakterin ölü bulunduğu eve gider.
Ana karakter ve yan ölü karakter ortak özellikleri kalp hastası olmaları, sürekli
ceplerinde kalp ilacı taşımalarıdır. Yan ölü karakterin evine gittiğinde, ana
karakter yan ölü karakterin nasıl öldüğü sorusuna cevap ararken, anlatıcı öyküdeki
karakterlerin yerini değiştirir. Ölü yan karakter, ana karakter boyutuna geçer
ve aslında yerde yatan ölü yan karakter değil, ana karakterdir. Ölen kendisidir. Zil
çalar, kapıcı gelir. Yan ölü karakter ile ana karakter yer değiştirip, tek karakterde
birleşmiştir. Tek ana karakter, zilin çalmasıyla düştüğü yerden kalkar, etrafa dağılan
hapları toplar ve kapıyı açar. O esnada, ölen yan karakterin dinlemiş olduğu
Bach müziği çalmaktadır. Kapıcı, bu ayki aidatı istemektedir.
Anlatıcının, karakterleri şekillendirmesi ve öyküde konumlandırması kuvvetlidir.
Bu teknik, klasik öykünün bize sunmuş olduğu bir gerçeklik değildir. Modern
öykü ve öykü kuramının öyküye dâhil olmasıyla başarıya kavuşup, kendine alan
açmış bir tekniktir.
Modern şiir, şiir kuramı etkisinde ‘hikâyeleştirme ve romansılaştırma’ teorilerini
kullanıp, şiirlerine yerleştirmektedir. Öyküde de, kuramın etkisi ile şiirin öyküye
dâhil olmasından söz edebiliriz. Bu kaçınılmazdır çünkü kuram ve alanlar arasındaki
etkiden bahsetmemek kuramdan, kavramlardan anlamadığınız anlamına
gelir. Tosun’un öykülerinin dil sağlamlığından bahsetmiştik. Bu dil sağlamlığının
önemli kazanımlarından birisi de öykülerdeki şiirselleştirmelerdir. Bu şiirselleştirmenin
öncelenmesi, öyküyü sağlam kılmakta ve geçerliliğini artırmaktadır.
Şunu diyebiliriz; Tosun, öykü kuramından ve öyküden anlıyor.
“Sararmış yaprakları toz içindeki çınarlara, her tarafı delik deşik olmuş asfalt yola
bakarken, artık burada yaşamıyor olması içini rahatlatmıştı.” [Otuzüçüncü Peron-
Sis Çanları-S.51]
“Rüzgâr, terden ıslanmış gömleğine, alnına, saçlarına çarpınca, kendini biraz daha
rahatlamış hissetti. Tam da mevsimiydi. Hanımeli kokusu iskeleye kadar uzanan
bu daracık sokağı doldurmuştu.” [Otuzüçüncü Peron-Aynalar ve Sırlar-S.7]
Anlatıcı, öykü girişlerinde şiirselleştirilmiş ifadeler kullanarak giriş yapıyor. Öykülerin
ilerleyişinde bu şiirselleştirilme durumu devam ediyor.
“Üzerinde günler söndürülmüş birbir. Kimi yarım bırakılmış, kimi sonuna kadar
içilmiş. Filtrelerinde ruj izleri, dudak kanamaları. Küllere boğulmuş izmaritler.
İşte ömür bu; boşaltılmayı bekleyen bir kül tablası.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-
S.73]
“Bu yağmurlar hiç dinmeyeceğe benziyor.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]
“Her şey çürüyecek.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]
Örneklemlerimizle, savımızın doğrulunu kanıtlamaya çalıştık. Savlamamızı şöyle
devam ettirebiliriz; Tosun şiirden anlıyor ve şiire öykü güzergâhında ikamet
açarken bunu başarıyla yapıyor. Şiirselleştirmenin öyküye olan etkisi dozundadır,
doz aşımı olmamaktadır. Öykü zayiat görmediği gibi, Tosun’un öyküsü güç kazanmakta
ve ana unsur olan dil daha da güçlenip gideceği adrese doğru teyitli bir
şekilde yola çıkmaktadır.
Yalnızlık, somurtan bir çocuk gibi karakterlerin yakasından çoğu zaman düşmez.
Karakterlere atfedilen yalnızlık, kısmen günümüzle olan hesaplaşmaya karşılık
gelmektedir. Karakterlerin geçmişleri, hatırları, sevinçlerinin bugüne dair sağlaması
yapıldığında adres teyidi yapılamamaktadır. 180 Km hızla akan bir zaman
vardır, karakterler kendi olarak kalmak isterler ancak mekânlar, insanlar, ifadeler,
cümleler değişmektedir. Karakter, bu hızla değişime ayak uyduramamakta,
şaşkınlık içerisinde olana bitene öfkelenmektedir. Öfkelenme ve şaşkınlık sonrasında
sert bir yalnızlık olarak sonuca varmaktadır. Yalnızlık kavramı, anlatıcının
öykülerinde bir anafor olmuştur. Karakterler ve anlatıcı yalnızlık ana imge olarak
kabul etmekte ve vazgeçilmezler arasına koymaktadır.
“ ‘Yalnızım’ dedi, ‘sessiz bir oda olsun lütfen.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park
Otel-S.75]
“Görevli bu sesi işitti ama duymamış gibi yaparak ‘Kimliğinizi almak zorundayım’
dedi, ‘Kayıt için gerekli’. ‘Yok’ diye cevapladı adam, ‘Kimliksizim.’ ” [Otuzüçüncü
Peron-Park Otel-S.76]
Tosun’un öykülerinde sürekli yalnızlık, gitmek, geçmişe duyulan bir özlem vardır.
Karakterler geçmiş olanın güzel hatırları ile birlikte yaşar bu yüzden uyum
sorunu yaşarlar. Genel olarak hava kasvetli ve ‘sis’lidir ancak bu okuru boğmaz.
Anlatıcı ile birlikte karakterin derdine çare arar. İlaç olmaya çalışır. Anlatıcının da
teyit ettiği adres şudur; karakter üzerinden okurun toplumdaki çıkmazdan doğru
istikameti bulabilmesidir. Bu yüzden otogarların ışıklarını örnekler. Örneklemeyi
yaparken okurun zihnini bulandırmadan yapar. Çünkü kuram dil ve anlam unsurları
üzerinden şekillenip, gitmek, yalnızlık, intihar, toplumsal sorumluluk meselelerini
ön plana çıkarmaktadır. Karakter üzerinden, anlatıcı kaçmamaktadır. Sosyal
toplumun, zaman karşısındaki tepe taklak oluşunu tespit etmekte, önermelerde
bulunmaktadır. Necip Tosun bunları yaparken başarılı mıdır? Ziyadesiyle. Ne kadar
anlatıcıdan kroşeler yesek de.
İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6
1 Nisan 2016 Cuma
27 Mart 2016 Pazar
Hayatla ve güncelle ilişkisi güçlü bir şiir bu
Günümüz insanı hadiseleri kavramak için genelde rasyonel bir düşünce ile hareket eder. Bu, akla dayalı, faydacı bir düşünce biçimi demektir. Bu düşünce biçimi ekonomiden, sosyolojiye, cinsellikten, sanata geniş bir skalada uygulanır. Aynı mantık modern unsurlar üzerinde uygulandığı vakit kendi içinde tutarlı, faydalı sonuçlar doğurur belki; fakat “eskiye”, geleneğe ait olana, bu düşünce biçimi ile yaklaşılırsa gündelik tabirle “çuvallamak” kaçınılmazdır.
Çünkü eskiler daha çok din ve metafiziğe göre düşünce üretmekte ve mantık yürütmektedir. Bu durumun en bariz örneği ise geleneksel Osmanlı şiirinde karşımıza çıkar. Bazı Cumhuriyet dönemi aydınları bu şiiri eşcinsel şiiri ilan etmiştir. Modern bir cinsiyet algısının oluşturduğu bu yaklaşımın durumu ne kadar ne kadar problemli ve sorunlu hale getirdiği ortadadır.
Fakat işin aslı şöyledir: Özellikle âşıkane şiirler yazılan gazel formunda, methedilen şahsın erkek olmasına özen gösteriliyordu. Eğer övülen şahıs kadın olsa bu defa şiirde önemli ölçüde bulunması aranan padişah, peygamber ve Allah’a uzanabilecek çağrışımları bir anda iptal olacaktı ki bu gibi çağrışımlar eski şiirin can damarını ve asıl hedefini oluşturan en önemli besleyici kaynaklarıdır.
Eskinin anlayış ve düşünce tarzını ıskalayan entelektüellerin tekdüze ve anlaşılamamakla suçladığı divan şiiri (bu durumda anlamadığı için kişinin kendisini suçlu hissetmesi gerekir aslında) ya da daha uygun ifade ile Osmanlı şiiri hakkında yapılan eleştiriler de orijinallikten uzak, klişe ve tekdüzedir. Yani sıkıcı olduğu söylenen edebiyata karşı geliştirilen eleştiri de oldukça sıkıcı ve basmakalıptır.
Divan şiirinin yüksek zümre edebiyatı olduğu, saray çevresi tarafından halkın anlamadığı bir dilde yapıldığı liseden beri bildiğimiz en basmakalıp ifadelerden biridir. Bu şiirde kunduracı Hûfi, mürekkepçi Enverî veya şekerci Kandî gibi okuma yazma bilmeyen esnaf zümresinden şairlerin oldukça başarılı eserler vermesi, bu kalıplaşmış, düşünce ve bilgi barındırmadan ifade edilen isnatları yıkmaya yeterdir herhalde. Sanırım bilinmezliğin verdiği korku ve korkunun getirdiği bir düşmanlık bu.
Ahmet Atilla Şentürk’ün yazdığı, Yapı Kredi Yayınları'nın neşrettiği Osmanlı şiir antolojisi, bu engelin aşılmasına yardımcı olacak önemli bir eser. Kitap, sade dili ve akıcı üslubuyla ve aynı zamanda yazarın ilginç yaklaşımları sayesinde zevkle okunuyor. İçindeki resimler ise bizi o dönem atmosferini teneffüs etme imkanı veriyor. Kitap bu yanıyla zamanda yolculuk yapmak gibi. Kitapta bu şiirin enteresan simaları seçilmiş. Bu şairlerin tezkireleri, önemli şiirleri, bu şiirler hakkında ön bilgiler ve bu şiirlerin tercüme ve şerhleri, bunun yanında beyitte geçen motiflerin, tiplerin, araç ve gereçlerin resimleri, beyitlerin işaret ettiği önemli olayları anlatan minyatürlerle kitap zenginleşmiş. Tüm bunlar, bizi şiirin yazıldığı dönemin atmosferine sokup şiire daha rahat nüfuz etmemizi sağlıyor.
Çünkü o dönem şiirini anlamak için yalnız eski kelimelerin Türkçe karşılığını bilmek yetmez şiirde geçen o unsurun o dönem itibari ile hangi anlamda kullanıldığı halkın muhayyilesinde nasıl bir yerde durduğunu da bilmek gerekir. Örnek verecek olursak Tâcîzâde Câfer Çelebi bir kasidesinde feleği ihtiyar bir güreşçiye, hilali de bu ihtiyar güreşçinin perçemine benzetmiştir.
Perçemidûr pîr-i küşt –gîr-î gerdûnun hilâl
Kim sepîd itmişdürür anı mürür-i mâh ü sâl
Şairin neden böyle dediğini bilmek için dönemin şartlarına gitmek, o atmosferi yaşamak gerekiyor. Devrin insanları yeryüzünde bulunan her şeyden eski olduğuna inandıkları ve insanların kaderi ile mücadele ettiği için feleği "pîr-i küştî gîr" yani ihtiyar pehlivana benzetirlermiş. Ayın beyaz bir perçeme benzetilmesinin sebebi ise bizi çok ilginç bir tarihi bilgi ve muhteşem bir hayal gücü ile karşı karşıya getiriyor. Osmanlılar, düşmanların yüreğine korku salmak ve daha rahat güreşebilmek için (eski Türk geleneklerine uygun olarak) güreşçilerin kafalarının kenarını ustura ile kazıtırlarmış. Sadece kafanın üstünde bir tutam saç uzatılırmış (kitapta bunu anlatan bir resim bulunuyor). İşte bu bir tutam perçemi şair yaşlı pehlivan olarak hayal ettiği feleğin üstündeki ay olarak yorumlamaktadır.
Kitapta başka örnekler de var: Günlük hayatta kaşlarına kurban olayım deyince, aklımıza kaş için kendini feda etmek anlamı gelir. Ama kitapta işin aslını öğreniyoruz. Kurban, yayların konulduğu deriden kılıftır. Kaşlar da biçimi itibariyle yaya benzetilir. Osmanlı şiirinin mantığını açık eden güçlü ve klasik bir örnektir bu.
Yine öküz gibi bakmak ifadesinin Arapçada öküz ‘bakar’ demek olduğu için deyimleştiğini bu kitaptan öğreniyoruz. Öpeyim de geçsin deyiminin hikayesi de ilginç: Renginden ötürü dudaklar yakuta benzetiliyor; yakut da o dönemde hastalar için macun yapımında kullanılıyor. Şairler de bu bağlantıyı kurmakta zorlanmıyor. Osmanlı Şiiri Antoloji bize işte böyle bir yolculuk vaat ediyor.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
Çünkü eskiler daha çok din ve metafiziğe göre düşünce üretmekte ve mantık yürütmektedir. Bu durumun en bariz örneği ise geleneksel Osmanlı şiirinde karşımıza çıkar. Bazı Cumhuriyet dönemi aydınları bu şiiri eşcinsel şiiri ilan etmiştir. Modern bir cinsiyet algısının oluşturduğu bu yaklaşımın durumu ne kadar ne kadar problemli ve sorunlu hale getirdiği ortadadır.
Fakat işin aslı şöyledir: Özellikle âşıkane şiirler yazılan gazel formunda, methedilen şahsın erkek olmasına özen gösteriliyordu. Eğer övülen şahıs kadın olsa bu defa şiirde önemli ölçüde bulunması aranan padişah, peygamber ve Allah’a uzanabilecek çağrışımları bir anda iptal olacaktı ki bu gibi çağrışımlar eski şiirin can damarını ve asıl hedefini oluşturan en önemli besleyici kaynaklarıdır.
Eskinin anlayış ve düşünce tarzını ıskalayan entelektüellerin tekdüze ve anlaşılamamakla suçladığı divan şiiri (bu durumda anlamadığı için kişinin kendisini suçlu hissetmesi gerekir aslında) ya da daha uygun ifade ile Osmanlı şiiri hakkında yapılan eleştiriler de orijinallikten uzak, klişe ve tekdüzedir. Yani sıkıcı olduğu söylenen edebiyata karşı geliştirilen eleştiri de oldukça sıkıcı ve basmakalıptır.
Divan şiirinin yüksek zümre edebiyatı olduğu, saray çevresi tarafından halkın anlamadığı bir dilde yapıldığı liseden beri bildiğimiz en basmakalıp ifadelerden biridir. Bu şiirde kunduracı Hûfi, mürekkepçi Enverî veya şekerci Kandî gibi okuma yazma bilmeyen esnaf zümresinden şairlerin oldukça başarılı eserler vermesi, bu kalıplaşmış, düşünce ve bilgi barındırmadan ifade edilen isnatları yıkmaya yeterdir herhalde. Sanırım bilinmezliğin verdiği korku ve korkunun getirdiği bir düşmanlık bu.
Ahmet Atilla Şentürk’ün yazdığı, Yapı Kredi Yayınları'nın neşrettiği Osmanlı şiir antolojisi, bu engelin aşılmasına yardımcı olacak önemli bir eser. Kitap, sade dili ve akıcı üslubuyla ve aynı zamanda yazarın ilginç yaklaşımları sayesinde zevkle okunuyor. İçindeki resimler ise bizi o dönem atmosferini teneffüs etme imkanı veriyor. Kitap bu yanıyla zamanda yolculuk yapmak gibi. Kitapta bu şiirin enteresan simaları seçilmiş. Bu şairlerin tezkireleri, önemli şiirleri, bu şiirler hakkında ön bilgiler ve bu şiirlerin tercüme ve şerhleri, bunun yanında beyitte geçen motiflerin, tiplerin, araç ve gereçlerin resimleri, beyitlerin işaret ettiği önemli olayları anlatan minyatürlerle kitap zenginleşmiş. Tüm bunlar, bizi şiirin yazıldığı dönemin atmosferine sokup şiire daha rahat nüfuz etmemizi sağlıyor.
Çünkü o dönem şiirini anlamak için yalnız eski kelimelerin Türkçe karşılığını bilmek yetmez şiirde geçen o unsurun o dönem itibari ile hangi anlamda kullanıldığı halkın muhayyilesinde nasıl bir yerde durduğunu da bilmek gerekir. Örnek verecek olursak Tâcîzâde Câfer Çelebi bir kasidesinde feleği ihtiyar bir güreşçiye, hilali de bu ihtiyar güreşçinin perçemine benzetmiştir.
Perçemidûr pîr-i küşt –gîr-î gerdûnun hilâl
Kim sepîd itmişdürür anı mürür-i mâh ü sâl
Şairin neden böyle dediğini bilmek için dönemin şartlarına gitmek, o atmosferi yaşamak gerekiyor. Devrin insanları yeryüzünde bulunan her şeyden eski olduğuna inandıkları ve insanların kaderi ile mücadele ettiği için feleği "pîr-i küştî gîr" yani ihtiyar pehlivana benzetirlermiş. Ayın beyaz bir perçeme benzetilmesinin sebebi ise bizi çok ilginç bir tarihi bilgi ve muhteşem bir hayal gücü ile karşı karşıya getiriyor. Osmanlılar, düşmanların yüreğine korku salmak ve daha rahat güreşebilmek için (eski Türk geleneklerine uygun olarak) güreşçilerin kafalarının kenarını ustura ile kazıtırlarmış. Sadece kafanın üstünde bir tutam saç uzatılırmış (kitapta bunu anlatan bir resim bulunuyor). İşte bu bir tutam perçemi şair yaşlı pehlivan olarak hayal ettiği feleğin üstündeki ay olarak yorumlamaktadır.
Kitapta başka örnekler de var: Günlük hayatta kaşlarına kurban olayım deyince, aklımıza kaş için kendini feda etmek anlamı gelir. Ama kitapta işin aslını öğreniyoruz. Kurban, yayların konulduğu deriden kılıftır. Kaşlar da biçimi itibariyle yaya benzetilir. Osmanlı şiirinin mantığını açık eden güçlü ve klasik bir örnektir bu.
Yine öküz gibi bakmak ifadesinin Arapçada öküz ‘bakar’ demek olduğu için deyimleştiğini bu kitaptan öğreniyoruz. Öpeyim de geçsin deyiminin hikayesi de ilginç: Renginden ötürü dudaklar yakuta benzetiliyor; yakut da o dönemde hastalar için macun yapımında kullanılıyor. Şairler de bu bağlantıyı kurmakta zorlanmıyor. Osmanlı Şiiri Antoloji bize işte böyle bir yolculuk vaat ediyor.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
23 Mart 2016 Çarşamba
Meğerse öyleymiş
"Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?"
- Kambur, 1992
"Kendi olmayanın hayatı da olmuyor mu yoksa?"
- Zamanın Farkında, 2011
"Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu?"
- Coşkuyla Ölmek, 2012
Ya çok uzun bir şiir ya da son dönem üzerine düşünceler. Ama kesinlikle bir roman değil. Şule Gürbüz bu defa Türkçe'yle arasındaki aşkı Türkiye'nin içindeki şiddetli geçimsizlikle birleştiriyor. Her ne kadar "İnsan hakkında ne anlatılabilir faraziye ve masaldan başka?" dese de, bize, bizi anlatıyor. Düştüğümüz hâli, düşüklüğümüzü, düşmüşlüğümüzü. Neticede dûnya diyoruz; dûn, yani alçak. İşte günümüz dünyasına Türkiye'den bakıyoruz "Öyle miymiş?"de. Yalanın çivisini sökmeye çalışsa da "Herkes birden asılsa şimdi yine de yalanın çivisini sökemez dünyadan" diyor yazar.
Tam olarak bölüm denmese de, "Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi?", "Hayır Demeden İtiraz", "Öyle Miymiş?" ve "Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum" gibi başlıklar altında insanı, toplumu, ülkeyi, içimizi ve dışımızı yargılamadan sorgulamadan anlatıyor Şule Gürbüz. Her anlatışında okuyucu da ona katılıp "Öyle miymiş?" diye soruyor. Bir Ara Güler fotoğrafını hatırlatırcasına mezar taşlarının da vaziyetimize şahitlik etmesini sağlıyor.
"Eskiler ağlayana, söyleyene, söylenene inanmazmış, acının sükûtuna ve dile gelmezliğine inanç tammış.... Aslında ne tenha bir yer burası. Bir söz, bir hakikat bütün dünyayı, milyarları dolaşıyor da ne bir sahip, ne bir göğüs kafesi buluyor sığınıp saklanacak... Bunca doğan, söylenen ıssızlığını ve yalnızlığını alamıyor toprağın, kabirler de, ah kabirler de olmasa, dünyanın tutunacak tek taşı da olmasa daha da kayardı her şey muhtemelen." [sf. 10-11]
Biz artık her şeyi yeniden ve yeniden sorgulayan, her şeyi bilen, her konu hakkında mutlaka yapacağı yorumlar olan, asla "bilmeyen" olmayan, "bilmiyorum" demeyen ve sık sık da haddini aşan birileri olduk. Kimliğimiz, aslımız, astarımız, ne olduğumuz belli değil. Biri olduk, bir olamadık. Ne büyüğümüze saygı, ne küçüğümüze sevgi, ne kendimize sadakat var artık. Asalet yitik, estetik bitik. Ahlak ve vicdan ise can çekişiyor. Bir büyüğün karşısında bağdaş kurmaktan uzak, bir büyüğe dil uzatacak kadar gafil olduk.
"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur" diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı" dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanının sorusunu, şu hikmetli sorusunu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" [sf. 14]
Yazdığı her kitabında önce kendine, sonra da okuyucusuna her fırsatta sorular yönelten bir yazar Şule Gürbüz. Düşünen ve düşündüren. Daha önceki müstesna kitapları arasında Kambur içimizdeki öfkeye, Zamanın Farkında arayışlarımıza, Coşkuyla Ölmek ise çıktığımız yolun sonuna dair bize birer fikir verdi türlü roman karakterleriyle. "Öyle miymiş?" ise bir günlük gibi. Her cümlesinde Türkiye, her paragrafında Türk insanı, her sayfasında Türk toplumu var. Geldiğimiz yer var, gitmekte olduğumuz yer var, bu iki yer arasındaki uzaklık Şule Gürbüz'ün hisleriyle acı bir şekilde aktarılıyor. Hastalıklı bireyin şifayı teknolojide ve bilimde arayışlarının boşa kulak atmaya varması üzerine de oldukça önemli tasvirleri var Gürbüz'ün.
"Sağlık, mideni ve diğer her şeyini hissetmemek ama onların işlerinin başında olması demekmiş, yaşamak da, yaşadığının farkında olmamakmış, öyle dediler, demeklerinde de böyle yaptılar. Yoksa zaten soluk nedir ki kesiliversin. Soluk sırf denizin dibinde mi kesilir bir müddet sonra, oksijen midir yaşatan insanı, herkes mi pozitif bilime böyle rabıtalı?" [sf. 67]
Ne bir geçmiş zaman ağıdı, ne şimdiki zaman romantizmi var kitapta. Her şey olduğu gibi. Yazar bize "Hakikaten öyle" dedirtiyor. Elbette her kitabında olduğu gibi yazarın aslında romandan bağımsız, kendiyle doğrudan alakalı olan ölüm vurgusu sürüyor. Bu ölüm vurgusunun yanında yaşamın alıp götürdükleri, yaşamın yorgunluğu, yaşamın insan/yazar üzerindeki savaşı da devam ediyor.
"Nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı benim tek derdim oldu. Dertlerin en temellisi, dertlerin en tedavisizi, tedavisi ölüm olanı, çaresi ölüm olanı geldi beni buldu. Bulduğuna da memnun oldu ki, bir daha hiçbir yere gitmedi. Ben hiçbir yere onsuz gidemedim. Nereye doğru hafiften kıpırdasam onu bavuluma serili, nereye uzansam onu az evvelden gelip yanı başıma serili buldum. Cam kenarında iken ben, o koridordua, masadayken ben, o çekmecede, olur da gülersem ben, o genzimde idi. Bir şeyi sevecek olsam, o itirazı olandı, otursam bahanesi olan, yatsam uykusu kaçandı, ben acıkırken o ağzını siliyor olurdu, ayakkabımı giyerken çekeceği sallayandı, ben başlarken kitabı bitiren, çıkarken inendi. Nasıl yaşanacak o biliyordu, yaşayamayarak diyecekti, onu da demiyordu." [sf. 90]
Yaşın ilerlemesiyle birlikte insanın kendini gittikçe daha yoğun sorgulaması, ne yaptığının bilincinde olup olmaması, geçim sıkıntısı, manevi ferahlık arayışı, hepsi ama hepsini Şule Gürbüz kendince, kendi hissiyatının süzgecinden geçirerek okuyucuya sunuyor. Bu sunuş, okuyucuya da aslında "Benim farkımda olduğum şeylerin sen de farkında mısın?" der gibi. Ama bu üslupla değil, geçmiş zamanın şimdiki zamanla harmanlanması eşliğinde bir yolculukla. İki koltuk var. Bazen yazar geçiyor cam kenarına bazen okuyucu. Görünen aynı fakat yorumlanan? Hep bir arayış. Bize hakikate dair bir şeyler söyleyen o güzel ruhu, ruhları arayış var kitapta.
"Ziyan olmayı hak ettim, ama onu da olamıyor gibiyim. Anladım ki, hayret sadece anlamadığıma. Bazısı boşuna "Rabbim hayretimi artır" demiyor, Rabbim anlamayışımızı artır, artır, hatta taşır, bu işler ve öbürleri çünkü anlayarak olmuyor, anlamayarak da olmuyor. Hiçbir şey hiçbir türlü olmuyor. Başka türlü olmuyor. Sır sırrına kapanıyor, arayan aradığıyla kalıyor. Neyse ki böyle oluyor, insanın sırrı da olmasa neyi olur başka?.. Bilerek detone olan, ayıplanayım diye ayıp işleyen ama yine de kim ve ne olduğunu söylemeyen Melâmî nerededir?" [sf. 165-166]
Ortada görünen bir gerçek de şu: Bugün insanları tasavvufa yönlendirme arzusuyla yanıp tutuşmuş yazarların ekseriyeti bir adres, bir istikamet göstermiyorlar, gösteremiyorlar. Sanki kendilerini ön plana atıp o asırlık yolların, yolcuların şifayab oldukları adreslerde hiç umut kalmamış gibi bir söylem tutturuyorlar. "Şifa bende" demek istiyorlar da demiyorlar gibi. "Kapıları yoklayın" diyorlar ama hangi kapılar yoklanmalı söylemiyorlar. Kapısız kalan bunca mevcudat arasında insan ne arayanlardan olabiliyor ne bulanlardan. Olamıyor insan.
"Ben de imrendim hep Hırka-i Şerif'deki evinde ayağını çatmış yazı yazan Hulusi Efendi'ye ya da sabah namazında secdede son nefesini veren Babanzâde'ye. Ama onların bulduğu sükûnu ben ne kadar aradıysam bulamadım, benden saklandı hep, gün oldu konyağa muhtaç yaşadım. İçimdeki sese bir ârâm veremedim. Hilye göstererek yangın durduranlar gibi ne gösterdimse onun yanmış hâline de dönüp bakan yine ben oldum. İsterdim hafif bir tebessümüm ve meşgalelerim olsun. Meşgaleye tutunmak, tutunarak düşmekti bildim, ama tebessüme mani yok. Sonra hatırladım ki Allah dünyadan "Ey hiçlik" diye bahsetti." [sf. 185]
"Acıyı keşfeden onunla eriyeceğine pahalıya satacağı bir şifa bulmuş oluyor, dert şifa diye satılıyor. Ama satmıyor da, süründürüyor. Âlimler insanı süründürüyor, tüm mistik ve mutasavvıflar süründürüyor, vermiyorlar, çünkü çok az, vermiyorlar, çünkü anca kendine bir hâle kurmaya yetecek bir tülleri değil tülbentleri var, vermiyorlar. Her anlamayandan kendi evlerini sağlamlaştıracak tuğla ediniyorlar. Sır, saklananın yok mertebesinde küçük ve kişiye mahsus olmasında, dağıtılmaya kalkıldığında düşecek çok küçük payın kimseye yetmemesinde. Sahibini yokların yanında vasi göstermesinde. Ama sadece göstermesinde." [sf. 193]
Öyle miymiş? Meğerse öyleymiş.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Kambur, 1992
"Kendi olmayanın hayatı da olmuyor mu yoksa?"
- Zamanın Farkında, 2011
"Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu?"
- Coşkuyla Ölmek, 2012
Ya çok uzun bir şiir ya da son dönem üzerine düşünceler. Ama kesinlikle bir roman değil. Şule Gürbüz bu defa Türkçe'yle arasındaki aşkı Türkiye'nin içindeki şiddetli geçimsizlikle birleştiriyor. Her ne kadar "İnsan hakkında ne anlatılabilir faraziye ve masaldan başka?" dese de, bize, bizi anlatıyor. Düştüğümüz hâli, düşüklüğümüzü, düşmüşlüğümüzü. Neticede dûnya diyoruz; dûn, yani alçak. İşte günümüz dünyasına Türkiye'den bakıyoruz "Öyle miymiş?"de. Yalanın çivisini sökmeye çalışsa da "Herkes birden asılsa şimdi yine de yalanın çivisini sökemez dünyadan" diyor yazar.
Tam olarak bölüm denmese de, "Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi?", "Hayır Demeden İtiraz", "Öyle Miymiş?" ve "Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum" gibi başlıklar altında insanı, toplumu, ülkeyi, içimizi ve dışımızı yargılamadan sorgulamadan anlatıyor Şule Gürbüz. Her anlatışında okuyucu da ona katılıp "Öyle miymiş?" diye soruyor. Bir Ara Güler fotoğrafını hatırlatırcasına mezar taşlarının da vaziyetimize şahitlik etmesini sağlıyor.
"Eskiler ağlayana, söyleyene, söylenene inanmazmış, acının sükûtuna ve dile gelmezliğine inanç tammış.... Aslında ne tenha bir yer burası. Bir söz, bir hakikat bütün dünyayı, milyarları dolaşıyor da ne bir sahip, ne bir göğüs kafesi buluyor sığınıp saklanacak... Bunca doğan, söylenen ıssızlığını ve yalnızlığını alamıyor toprağın, kabirler de, ah kabirler de olmasa, dünyanın tutunacak tek taşı da olmasa daha da kayardı her şey muhtemelen." [sf. 10-11]
Biz artık her şeyi yeniden ve yeniden sorgulayan, her şeyi bilen, her konu hakkında mutlaka yapacağı yorumlar olan, asla "bilmeyen" olmayan, "bilmiyorum" demeyen ve sık sık da haddini aşan birileri olduk. Kimliğimiz, aslımız, astarımız, ne olduğumuz belli değil. Biri olduk, bir olamadık. Ne büyüğümüze saygı, ne küçüğümüze sevgi, ne kendimize sadakat var artık. Asalet yitik, estetik bitik. Ahlak ve vicdan ise can çekişiyor. Bir büyüğün karşısında bağdaş kurmaktan uzak, bir büyüğe dil uzatacak kadar gafil olduk.
"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur" diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı" dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanının sorusunu, şu hikmetli sorusunu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" [sf. 14]
Yazdığı her kitabında önce kendine, sonra da okuyucusuna her fırsatta sorular yönelten bir yazar Şule Gürbüz. Düşünen ve düşündüren. Daha önceki müstesna kitapları arasında Kambur içimizdeki öfkeye, Zamanın Farkında arayışlarımıza, Coşkuyla Ölmek ise çıktığımız yolun sonuna dair bize birer fikir verdi türlü roman karakterleriyle. "Öyle miymiş?" ise bir günlük gibi. Her cümlesinde Türkiye, her paragrafında Türk insanı, her sayfasında Türk toplumu var. Geldiğimiz yer var, gitmekte olduğumuz yer var, bu iki yer arasındaki uzaklık Şule Gürbüz'ün hisleriyle acı bir şekilde aktarılıyor. Hastalıklı bireyin şifayı teknolojide ve bilimde arayışlarının boşa kulak atmaya varması üzerine de oldukça önemli tasvirleri var Gürbüz'ün.
"Sağlık, mideni ve diğer her şeyini hissetmemek ama onların işlerinin başında olması demekmiş, yaşamak da, yaşadığının farkında olmamakmış, öyle dediler, demeklerinde de böyle yaptılar. Yoksa zaten soluk nedir ki kesiliversin. Soluk sırf denizin dibinde mi kesilir bir müddet sonra, oksijen midir yaşatan insanı, herkes mi pozitif bilime böyle rabıtalı?" [sf. 67]
Ne bir geçmiş zaman ağıdı, ne şimdiki zaman romantizmi var kitapta. Her şey olduğu gibi. Yazar bize "Hakikaten öyle" dedirtiyor. Elbette her kitabında olduğu gibi yazarın aslında romandan bağımsız, kendiyle doğrudan alakalı olan ölüm vurgusu sürüyor. Bu ölüm vurgusunun yanında yaşamın alıp götürdükleri, yaşamın yorgunluğu, yaşamın insan/yazar üzerindeki savaşı da devam ediyor.
"Nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı benim tek derdim oldu. Dertlerin en temellisi, dertlerin en tedavisizi, tedavisi ölüm olanı, çaresi ölüm olanı geldi beni buldu. Bulduğuna da memnun oldu ki, bir daha hiçbir yere gitmedi. Ben hiçbir yere onsuz gidemedim. Nereye doğru hafiften kıpırdasam onu bavuluma serili, nereye uzansam onu az evvelden gelip yanı başıma serili buldum. Cam kenarında iken ben, o koridordua, masadayken ben, o çekmecede, olur da gülersem ben, o genzimde idi. Bir şeyi sevecek olsam, o itirazı olandı, otursam bahanesi olan, yatsam uykusu kaçandı, ben acıkırken o ağzını siliyor olurdu, ayakkabımı giyerken çekeceği sallayandı, ben başlarken kitabı bitiren, çıkarken inendi. Nasıl yaşanacak o biliyordu, yaşayamayarak diyecekti, onu da demiyordu." [sf. 90]
Yaşın ilerlemesiyle birlikte insanın kendini gittikçe daha yoğun sorgulaması, ne yaptığının bilincinde olup olmaması, geçim sıkıntısı, manevi ferahlık arayışı, hepsi ama hepsini Şule Gürbüz kendince, kendi hissiyatının süzgecinden geçirerek okuyucuya sunuyor. Bu sunuş, okuyucuya da aslında "Benim farkımda olduğum şeylerin sen de farkında mısın?" der gibi. Ama bu üslupla değil, geçmiş zamanın şimdiki zamanla harmanlanması eşliğinde bir yolculukla. İki koltuk var. Bazen yazar geçiyor cam kenarına bazen okuyucu. Görünen aynı fakat yorumlanan? Hep bir arayış. Bize hakikate dair bir şeyler söyleyen o güzel ruhu, ruhları arayış var kitapta.
"Ziyan olmayı hak ettim, ama onu da olamıyor gibiyim. Anladım ki, hayret sadece anlamadığıma. Bazısı boşuna "Rabbim hayretimi artır" demiyor, Rabbim anlamayışımızı artır, artır, hatta taşır, bu işler ve öbürleri çünkü anlayarak olmuyor, anlamayarak da olmuyor. Hiçbir şey hiçbir türlü olmuyor. Başka türlü olmuyor. Sır sırrına kapanıyor, arayan aradığıyla kalıyor. Neyse ki böyle oluyor, insanın sırrı da olmasa neyi olur başka?.. Bilerek detone olan, ayıplanayım diye ayıp işleyen ama yine de kim ve ne olduğunu söylemeyen Melâmî nerededir?" [sf. 165-166]
Ortada görünen bir gerçek de şu: Bugün insanları tasavvufa yönlendirme arzusuyla yanıp tutuşmuş yazarların ekseriyeti bir adres, bir istikamet göstermiyorlar, gösteremiyorlar. Sanki kendilerini ön plana atıp o asırlık yolların, yolcuların şifayab oldukları adreslerde hiç umut kalmamış gibi bir söylem tutturuyorlar. "Şifa bende" demek istiyorlar da demiyorlar gibi. "Kapıları yoklayın" diyorlar ama hangi kapılar yoklanmalı söylemiyorlar. Kapısız kalan bunca mevcudat arasında insan ne arayanlardan olabiliyor ne bulanlardan. Olamıyor insan.
"Ben de imrendim hep Hırka-i Şerif'deki evinde ayağını çatmış yazı yazan Hulusi Efendi'ye ya da sabah namazında secdede son nefesini veren Babanzâde'ye. Ama onların bulduğu sükûnu ben ne kadar aradıysam bulamadım, benden saklandı hep, gün oldu konyağa muhtaç yaşadım. İçimdeki sese bir ârâm veremedim. Hilye göstererek yangın durduranlar gibi ne gösterdimse onun yanmış hâline de dönüp bakan yine ben oldum. İsterdim hafif bir tebessümüm ve meşgalelerim olsun. Meşgaleye tutunmak, tutunarak düşmekti bildim, ama tebessüme mani yok. Sonra hatırladım ki Allah dünyadan "Ey hiçlik" diye bahsetti." [sf. 185]
"Acıyı keşfeden onunla eriyeceğine pahalıya satacağı bir şifa bulmuş oluyor, dert şifa diye satılıyor. Ama satmıyor da, süründürüyor. Âlimler insanı süründürüyor, tüm mistik ve mutasavvıflar süründürüyor, vermiyorlar, çünkü çok az, vermiyorlar, çünkü anca kendine bir hâle kurmaya yetecek bir tülleri değil tülbentleri var, vermiyorlar. Her anlamayandan kendi evlerini sağlamlaştıracak tuğla ediniyorlar. Sır, saklananın yok mertebesinde küçük ve kişiye mahsus olmasında, dağıtılmaya kalkıldığında düşecek çok küçük payın kimseye yetmemesinde. Sahibini yokların yanında vasi göstermesinde. Ama sadece göstermesinde." [sf. 193]
Öyle miymiş? Meğerse öyleymiş.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
18 Mart 2016 Cuma
Şeyler’in çok acıklı hikâyesi
Georges Perec’in Şeyler romanını okurken aklıma İsmet Özel’in, Yahya Kemal’in “insan hayal ettiği müddetçe yaşar” vecizesine karşılık olarak söylediği “Hayal ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünya da yaşıyoruz ki o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor” sözü aklıma geldi. Gerçekten de Şeyler’in karakterleri, Jérôme ile Sylvie, hayal ederek ipleri elden kaçıran ve bu yüzden oradan oraya savrulan karakterlerdir.
Şeyler’e geçemeden önce Georges Perec’i biraz tanıyalım. Yazar 1936'da Paris’te Polonya Yahudisi bir ailenin oğlu olarak doğar. Henüz üç yaşındayken babasını kaybeder. Annesi 1942’de ortadan kaybolur ve onun daha sonra bir Nazi kampından öldüğünü öğrenir. 1954’te başladığı tarih öğrenimini kısa sürede bırakır. 1965’te Şeyler adlı kitabıyla Renaudot ödülü alır. 1960 yılında Raymond Quenno ve François Le Lionnais tarafından kurulan "yazarların nasıl isterse öyle kullanabilecekleri yeni biçimler, yeni yapılar arayışı"nı kendine amaç edinen Oulipo'ya katılır. Oulipo’dan kısaca bahsedecek olursak, yazarların kendilerine bazı sınırlar koyup bu sınırları geçmeye çalıştıkları edebi akımdır ya da Raymond Quenno’nun deyişi ile "firar etmeyi tasarladıkları labirenti inşa eden sıçanlar"dır.
Perec, eserlerinin hepsinin belirli bir otobiyografik çalışma olduğunu söyler. Onun eserlerindeki bu yön çok mühimdir çünkü, Jung “hiçbir özgün kuram ötekinden çıkmaz” der. Onun da yazdıkları da Jung gibi "içsel bir zorlamanın sonucundur", özgünlüğü ve sahiciliği de bu eserlerinin otobiyografik olmasından gelir.
Bunun yanında Perec’in yapıtlarını belirleyen dört unsur vardır; kendisini çevreleyen dünya, kendi tarihi, dil ve kurgu, fakat yazar için bunlar araçtır. Onun amacı bu vasıta ile çağının tüm edebiyatını kat etmektir, ve kendisini tekrar etmemek için sürekli olarak hareket halinde, yeni biçimler, yeni üsluplar dener, yazının sınırlarını zorlar.
Roman özgürlüğüne düşkün, aradıkları mutluluğa kavuşmak için durmadan statü ve zenginlik hayalleri kuran ve bu kurdukları hayalleri de sürekli olarak nesnelerle süsleyen mutlu olma amacında ki iki genç Jérôme ile Sylvie’nin hayatlarını anlatıyor. Şeyler’de şeylerin hiç biri yoktur, yalnız hayalleri vardır. Mutsuz olmalarındaki sebep, “olan” şeyler değil, olmayan şeylerdir.
Romanın geneli iki karakterin, Jérôme ile Sylvie’nin, mutlu olma aracı olarak gördükleri eşyaların tasvirleri üzerine kuruludur. Hatta romanın ilk beş sayfası uzun uzadıya en ince ayrıntısına kadar eşya tasviri ile doludur. Roman boyunca nesneler ve ayrıntılar arasına sıkışmış insanın hareketsizliği ve bu hareketsizliğin getirdiği çaresizce hayal kurmaya mahkum olma durumları anlatılır.
"Ama kendileri garip bir gevşeklikle bıraktıkları bu aşırı büyük düşlere gerçek eylemlerinin boşluğu arasında, somut gereksinimlere parasal olanaklarını bağdaştıracak hiçbir akılcı tasarı yer almıyordu. İsteklerinin enginliği onları felce uğratıyordu." (sf. 21)
Bu hayaller, karakterlerin hayatları ile ilgili gerekli atılımı yapmasına sürekli bir engel olarak durur. Onlar kendi zihinlerinde kurdukları bu dünya yüzünden hayatın kendine yüklediklerinden ve getirdiklerinde de bir türlü razı olamazlar. Karakterler kafalarının içinde yaşattıkları bu nesneler yüzünden hiçbir şekilde ânı yaşayamaz “ân”a hakim olamazlar. Bu statü ve zenginlik hayalleri onların şimdiyi yaşamalarına, var olanla mutlu olmalarına müsaade etmez, şimdiyi yaşayamayan karakterler ânı yaşamadıkları için yücelttikleri eşyaya anlam ve mana veren cevheri bulamazlar. Çünkü görünür olan yani zahirle bir teması kalmamıştır, eşya tabiatından kopartılmış ve imgeye dönüştürülmüştür. Romanda eşyaların bu kadar yoğun ve detaylı betimlenmesi, bunun yanında karakterlerin ise bu kadar sönük ve silik sunulması bu bana göre romanın ironisidir.
Perec, klasik roman anlatısının dışına çıkarak, karakterlerin mutlu olmama nedenini derin süslü laflarla, edebi ve şairane bir biçimde psikolojik çözümlemeler yaparak anlatmak yerine, karakterin zihnindeki ve yaşamlarındaki eşyaları düz bir biçimde anlatmayı tercih etmiştir. Zaten romanı da ilginç kılan içeriğini bu kadar güçlü yapan bu biçimde anlatılmasıdır. Bu durumun bir benzeri Georges Perec’in deneysel “Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi”nde de mevcuttur. Eserin bu biçimde anlatılması bize çok farklı alışılmışın dışında bir okuma yapma olanağı sağlar.
Antika eşyaların, plakların ya da kuşkirazı ağacından yapılan kitaplıkların en ince ayrıntısına kadar tarifi aslında somut eşyaların ya da bir mekanın tarifi değil karakterlerinin zihnindeki imgelerin betimlenmesidir. İmgeleri ve sözdizimindeki anlamı gerçekliğin ötesine taşınması olarak düşünürsek, Perec’in eşyaları imgeye dönüştürüp bir arada yoğun bir biçimde sıralaması karakterlerin gerçeklik dışına çıkıp kendi yaşadıkları hayata bir türlü tutunamamasını anlatır. Bunu da alışılmışın dışına çıkarak yapar, karakterlerin diledikleri yaşama ulaşamama sebeplerini hep bu somut olanı, gerçeklik dışına taşımalarının bir sonucudur.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
Şeyler’e geçemeden önce Georges Perec’i biraz tanıyalım. Yazar 1936'da Paris’te Polonya Yahudisi bir ailenin oğlu olarak doğar. Henüz üç yaşındayken babasını kaybeder. Annesi 1942’de ortadan kaybolur ve onun daha sonra bir Nazi kampından öldüğünü öğrenir. 1954’te başladığı tarih öğrenimini kısa sürede bırakır. 1965’te Şeyler adlı kitabıyla Renaudot ödülü alır. 1960 yılında Raymond Quenno ve François Le Lionnais tarafından kurulan "yazarların nasıl isterse öyle kullanabilecekleri yeni biçimler, yeni yapılar arayışı"nı kendine amaç edinen Oulipo'ya katılır. Oulipo’dan kısaca bahsedecek olursak, yazarların kendilerine bazı sınırlar koyup bu sınırları geçmeye çalıştıkları edebi akımdır ya da Raymond Quenno’nun deyişi ile "firar etmeyi tasarladıkları labirenti inşa eden sıçanlar"dır.
Perec, eserlerinin hepsinin belirli bir otobiyografik çalışma olduğunu söyler. Onun eserlerindeki bu yön çok mühimdir çünkü, Jung “hiçbir özgün kuram ötekinden çıkmaz” der. Onun da yazdıkları da Jung gibi "içsel bir zorlamanın sonucundur", özgünlüğü ve sahiciliği de bu eserlerinin otobiyografik olmasından gelir.
Bunun yanında Perec’in yapıtlarını belirleyen dört unsur vardır; kendisini çevreleyen dünya, kendi tarihi, dil ve kurgu, fakat yazar için bunlar araçtır. Onun amacı bu vasıta ile çağının tüm edebiyatını kat etmektir, ve kendisini tekrar etmemek için sürekli olarak hareket halinde, yeni biçimler, yeni üsluplar dener, yazının sınırlarını zorlar.
Roman özgürlüğüne düşkün, aradıkları mutluluğa kavuşmak için durmadan statü ve zenginlik hayalleri kuran ve bu kurdukları hayalleri de sürekli olarak nesnelerle süsleyen mutlu olma amacında ki iki genç Jérôme ile Sylvie’nin hayatlarını anlatıyor. Şeyler’de şeylerin hiç biri yoktur, yalnız hayalleri vardır. Mutsuz olmalarındaki sebep, “olan” şeyler değil, olmayan şeylerdir.
Romanın geneli iki karakterin, Jérôme ile Sylvie’nin, mutlu olma aracı olarak gördükleri eşyaların tasvirleri üzerine kuruludur. Hatta romanın ilk beş sayfası uzun uzadıya en ince ayrıntısına kadar eşya tasviri ile doludur. Roman boyunca nesneler ve ayrıntılar arasına sıkışmış insanın hareketsizliği ve bu hareketsizliğin getirdiği çaresizce hayal kurmaya mahkum olma durumları anlatılır.
"Ama kendileri garip bir gevşeklikle bıraktıkları bu aşırı büyük düşlere gerçek eylemlerinin boşluğu arasında, somut gereksinimlere parasal olanaklarını bağdaştıracak hiçbir akılcı tasarı yer almıyordu. İsteklerinin enginliği onları felce uğratıyordu." (sf. 21)
Bu hayaller, karakterlerin hayatları ile ilgili gerekli atılımı yapmasına sürekli bir engel olarak durur. Onlar kendi zihinlerinde kurdukları bu dünya yüzünden hayatın kendine yüklediklerinden ve getirdiklerinde de bir türlü razı olamazlar. Karakterler kafalarının içinde yaşattıkları bu nesneler yüzünden hiçbir şekilde ânı yaşayamaz “ân”a hakim olamazlar. Bu statü ve zenginlik hayalleri onların şimdiyi yaşamalarına, var olanla mutlu olmalarına müsaade etmez, şimdiyi yaşayamayan karakterler ânı yaşamadıkları için yücelttikleri eşyaya anlam ve mana veren cevheri bulamazlar. Çünkü görünür olan yani zahirle bir teması kalmamıştır, eşya tabiatından kopartılmış ve imgeye dönüştürülmüştür. Romanda eşyaların bu kadar yoğun ve detaylı betimlenmesi, bunun yanında karakterlerin ise bu kadar sönük ve silik sunulması bu bana göre romanın ironisidir.
Perec, klasik roman anlatısının dışına çıkarak, karakterlerin mutlu olmama nedenini derin süslü laflarla, edebi ve şairane bir biçimde psikolojik çözümlemeler yaparak anlatmak yerine, karakterin zihnindeki ve yaşamlarındaki eşyaları düz bir biçimde anlatmayı tercih etmiştir. Zaten romanı da ilginç kılan içeriğini bu kadar güçlü yapan bu biçimde anlatılmasıdır. Bu durumun bir benzeri Georges Perec’in deneysel “Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi”nde de mevcuttur. Eserin bu biçimde anlatılması bize çok farklı alışılmışın dışında bir okuma yapma olanağı sağlar.
Antika eşyaların, plakların ya da kuşkirazı ağacından yapılan kitaplıkların en ince ayrıntısına kadar tarifi aslında somut eşyaların ya da bir mekanın tarifi değil karakterlerinin zihnindeki imgelerin betimlenmesidir. İmgeleri ve sözdizimindeki anlamı gerçekliğin ötesine taşınması olarak düşünürsek, Perec’in eşyaları imgeye dönüştürüp bir arada yoğun bir biçimde sıralaması karakterlerin gerçeklik dışına çıkıp kendi yaşadıkları hayata bir türlü tutunamamasını anlatır. Bunu da alışılmışın dışına çıkarak yapar, karakterlerin diledikleri yaşama ulaşamama sebeplerini hep bu somut olanı, gerçeklik dışına taşımalarının bir sonucudur.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
16 Mart 2016 Çarşamba
Safları ne zaman sıklaştıracağız?
"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.
- Sûre-i Enfâl [8/63]
"On derviş bir kilimde uyurken iki padişah bir dünyaya sığmaz."
- Şeyh Sadi-i Şirazi
Bölünmenin, parçalanmanın, tefrikanın, şiddetin, edepsizliğin ve her türlü dalaverenin at koşturduğu Türk topraklarında; gam, keder ve hüzün içindeyiz. Dertliyiz ve Allah'ın dertli gönülleri sevdiğini, onlara merhamet ettiğini de biliriz. Güvenimiz O'nadır ve O'ndan başka da ilah yoktur. Hz. Pîr Abdülkâdir Geylânî'nin buyurduğu gibi de "Allah’tan başka her şey puttur". Tüm bunları yaşasak da bilsek de farkında olmadığımız alışkanlıklarımız giderek puta dönüşüyor. Gönlümüzdeki putları yıkamadığımız için de hakiki olanla, hakikatle, Hakk ile buluşamıyoruz. Bir bunalımın içindeyiz ama bu Batının sahte bunalımları gibi değil. Elest Bezmi'nden beri O'ndan ayrıyız ve bu ayrılık bizi bize unutturuyor. Biz, bizi unuttuğumuz için O'nunla buluşamıyoruz. Oysa "Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu" hadis-i şerifinde her şey ne kadar da açık: "Nefsini (kendini) bilen, Rabbini bilir."
Mahmud Erol Kılıç, katıldığı her televizyon programında, söyleşide ve konferansta olduğu gibi kitaplarıyla da tasavvuf düşüncesinin ne olduğunu anlatıyor. Gönüllere aslında tasavvufun ne olmadığını anlatıyor ki ne olduğunu daha iyi bilip, nice hikmeti gönlümüze yerleştirebilelim. Çünkü bu hikmetlerden Batı nasibini almaya çoktan başlamışken; bize daha yakın olan, bizim içimizden çıkan, asırlarca Anadolu'yu Anadolu yapan tasavvuf düşüncesinden biz neden istifa etmiyoruz sorusu zihinlerde çınlamalı. Mahmud Erol Kılıç bu meseleye, Kanal 35'de katıldığı Buluşma Noktası adlı programda sıklıkla değinmişti. Söze "Avrupa'da "Ben Müslümanım" deyince herkes sizden kaçıyor. Ben bir Müslüman olarak Müslümandan korkuyorum. "Allahûekber" diyen adam kafama ne zaman odun indirecek diye korkuyorum kırk yıllık bir Müslüman olarak. Batılı niye korkmasın?" başlayan Kılıç, "Tasavvuf sevginin şiddetli yaşanma biçimidir. İlahi aşk insan-ı kâmile giden mübarek bir yoldur" diyerek başvurmamız gereken rehber(ler)i de belirtmişti: "Dünyanın birçok ülkesinde Hz. Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabî okuyarak insanlar Müslüman oldular. Dünyanın sufî geleneğine ihtiyacı var."
Biz şifayı çok yanlış yerlerde arıyoruz. Şifanın ne olduğunu belki de bilmiyoruz. Reçetelerde, Google'da, lüks evlerde ve arabalarda, tüketim çılgınlığından kendimize mutluluklar çıkartmaya çabalıyoruz. Kitaptan devam edelim: "Tıp bilimi, insanlara şifa vermekten uzaklaşmaya, insan genleriyle oynayıp etik değerlerden kopmak suretiyle bir canavar olmaya başlamıştır. Teknik, vahşi bir mekanizma hâline gelmiştir. Bugün kimi Batılı düşünürler, artık "ilerleme" unsurlarının insanların rûhânî değerlerine katkıda bulunamadığını tartışıyor ve kendi "ilerleme"lerinden rahatsız olarak değerlerine dönmeye çağrıda bulunuyorlar... Batılı insan, kutsala olan referanslarını göz ardı etti ve bunun sonucunda da kalbini şeytana rehin etti. Batı'da insan artık üretmek istemeyen, intiharlarla yüzleşen bir varlık hâline geldi. Varlık krizinden kurtulmak için kaybettiği insanlık dersini, bir Hint gurusunun önüne diz çökerek bulmaya çalışıyor. Şunu asla unutmayalım ki gerçek gelişme, manevî tekamüldür."
Ken'an Rifâî Hazretleri "Hiçbir şey üstadsız olmadığı gibi nefsin terbiyesi de üstadsız olmaz. Bu üstad da işte kâmil insandır. Mutlak bir kâmil insanın yardımına ihtiyaç vardır. Onu bulunca da hemen Hakk’ı buldun bil." diyor. Manevi tekamülün insan için ne kadar önemli olduğunu günümüzde Mahmud Erol Kılıç sık sık dile getiriyor. İnsanın tek başına çıkacağı yolun zorlu, ıssız ve sapa olacağını söylüyor. Bir kamile ulaşmadan çıkılan yol, çıkmaz yol olabilir. Öte yandan kamil mürşid bulmanın zorluğu da insanı yorabilir. Burada şifreleri iyi çözmek gerekir: "Bazen bir kedi, o insanın mürşidi olabilmektedir. Cüneyd-i Bağdâdî'de olduğu gibi. "Mürşidin kim?" demişler, "Bir kedi" demiş. İbn Arabî de bu manada şeyler söylemiştir. O açıdan bazı insanlarda mürşid, kendinde var olan cevheri gösteren herhangi bir hadise, bir olay, bir varlık olabilmektedir. Mürşidin vazifesi yol göstermektir, yolun önüne dikilmek değildir. Herkes bana gelsin, diyen mürşid olamaz. Bebek nasıl önce tay tay durur, sonra adım adım atarken babasının parmağından tutar. Mürşid, müridle yan yana yürüyüp onun düzgün, düşmeden yürümesini sağlayan, yürüdükten sonra da, hadi aslanım yolun açık olsun diyen kişidir. Gayemiz Hak Teâlâ'dır. Gayeyi bulun... Gerçek mürşide baktın mı Hakk'ı görürsün. Hak Teâlâ'yı gösterene mürşid denir. Aynasından Hak Teâlâ gözükmüyorsa o kimse mürşid değildir. Onun için dikkatli olmak gerekir."
Bütün bu çabanın ilk meyvesi birliktir. Birliğe, tevhide ulaşmak için âriflerle beraber olmak şarttır. Topluma kendini ve Rabbini bildirecek olan "görevli"lerin en başında ârifler gelmektedir. Âriflerin nasıl bir görev üstlendiğini Mahmud Erol Kılıç şöyle aktarıyor: "Bir ârifin gayesi, gayelerin en üstünüdür. Fânî olandan yüz çevirip bâkî olana yönelen ârif, gayesini bulan/bilen kimsedir. "Men arefe" sırrını müşahede edip kendini tanıyan ve oradan da Rabbini tanımaya çıkan kimsedir. Ârifler, vahdeti bilendir. Bütün bu görüntülerin ve kesretin arkasındaki Bir'i müşahede eden kimselerdir. Kendileri birliği müşahede ettikleri için topluma da her zaman birlik tavsiyesinde bulunmaktadırlar. Bütün farklılıkları izafî alana indiren ârifin mesajı, "Birlik, birlik, birlik" olur ancak."
Kasım 2015'te Sufi Kitap'tan çıkan "Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik", adını Hz. Mevlânâ'nın bir sözünden alıyor. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Mahmud Erol Kılıç'ın toplumsal birlik ve tasavvuf üzerine söyleşileri yer alıyor. İkinci bölümde ise günümüzde en çok konuşulan hadiselerden biri olan Sünni-Şii diyaloğunda irfanın rolü üzerine konuşmalar var. Çatışma ortamına bir bakış açısı olarak Kılıç şöyle diyor: "Kadın-erkek, gece-gündüz, hastalık-şifa, iman-küfür gibi zıdlıklar devamlılık için gereklidir. Allah isteseydi küfre izin vermezdi, hiç kimse kâfir olmazdı. Herkes mümin olurdu. Allah küfre bile izin veriyor. Tâ ki imanın farkı ortaya çıksın."
İkinci bölümde hilafet savaşlarının başlayacağından İslamcıların Osmanlı tecrübesini dışlamasına kadar Mahmud Erol Kılıç'ın siyasi yorumları da oldukça önemli. Mümkün mertebe tasavvuf üzere yaşayan insanların dalmaya ya cesaret ya da tenezzül edemediği siyaset sahasında Kılıç tabiri caizse at koşturuyor. Son derece önemli tespitleri bulunuyor. Gelenekteki çizgiye dönülmesi gerektiğinden tutun da kavramlarla parçalanmanın nelere sebep olacağına dair birçok analiz mevcut. Horasan'dan Anadolu'ya, oradan da Balkanlara uzanan manevî hat üzerine söyledikleri, işin hem tarihi hem de coğrafi tarafını keşfetmek açısından oldukça kıymetli: "Türkleri Müslüman edenler doğrudan Araplar değildi. Araplar İranlıların, İranlılar da Türklerin Müslümanlığına vesile olmuştur. Dolayısıyla Türklerin İslam anlayışında Farisî etki çok fazladır. Mesela çok ilginçtir, Türkler namazdan önce "vuzû" almazlar, "abdest" alırlar. Bu eylem için Arapça değil Farsça bir tabir kullanmayı tercih ederler. "Namaz kılmak" bile Farsçadır. Kisra'nın önünde perestiş etme, hafif eğilme anlamına gelen Pehlevice kökenli "nemaz" kelimesini biz "namaz" şeklinde söylüyoruz. Mesela "nebî" demek yerine daha çok "peygamber" demeyi tercih etmişiz. Peygamber, peyâm "haber", ber "getiren" anlamında Farsça bir terkiptir."
Türklerin Orta Asya'dan geldikleri konusundaki itirazlar gittikçe artıyor, bu sevindirici bir gelişme. Meselenin aslına değinmek için Mahmud Erol Kılıç'ın da söyleyecekleri var kitapta: "İran'ın tarihine baktığımız zaman, İslâm'ın geldiği dönemde Sasanilerin bir düşüş içerisinde olduğunu görürüz. Türkler Orta Asya civarından bir çırpıda gelmiyor Anadolu'ya. Aslında Orta Asya'dan geldiği hususu da tartışmalıdır. Anadolu'ya ilk gelen Türkler, Uygur ve Kazak Türkleri değildi. Bugünkü Türkmenistan'ın güneyi, İran'ın kuzeyi Kayı aşiretinin asıl yaşadığı yerdir. Kayı Köyü, Kuzey Doğu İran toprağındadır. Osmanlı'nın son dönemlerinde İran'da Kaçar Hanedanı hüküm sürmekte idi ki bunlar da Türk asıllı idiler. Genel açıdan bakıldığında iyi ilişkiler içerisinde idi bu iki devlet."
Kitabın değeri olmaz, kıymeti olur diyerek 160 sayfalık bu kitapta okuyucunun çok fazla şey bulacağını düşünüyorum. Hem tasavvufî manada hem de siyasî konularda. Tam da şu zamanda okunacak bir kitap. Neden? Bir misalle cevap verip bitirelim:
"Kan davasından dolayı 60 senedir birbirini öldüren bir aşireti bölgenin valisi, kaymakamına kadar siyasi mekanizma ne kadar çaba sarf ettiyse başaramıyor. Ama yöreye çağrılan bir şeyh efendi, 60 yıllık kan davasına son vermiştir. 1970'li yıllarda olmuştur. Yeri, ili, ilçesi her şeyi tarafımızdan biliniyor. Kaymakamın verdiği raporda "Sakın ha bu işi şeyh efendi çözdü raporu gitmesin Ankara'ya, bizim karizmamızı çizer, bunu yine biz çözdük gibi görülsün" denilmiştir. Geçmişte manevi önderlerle devlet birlikte hareket ederlerdi. Çözülme önce içten başlar. Siz safları gevşetmeye başladığınız zaman açılan açığa şeytan girer. O açığı işleri bu olanlar, açık bekleyenler doldurmaya çalışıyorlar."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Sûre-i Enfâl [8/63]
"On derviş bir kilimde uyurken iki padişah bir dünyaya sığmaz."
- Şeyh Sadi-i Şirazi
Bölünmenin, parçalanmanın, tefrikanın, şiddetin, edepsizliğin ve her türlü dalaverenin at koşturduğu Türk topraklarında; gam, keder ve hüzün içindeyiz. Dertliyiz ve Allah'ın dertli gönülleri sevdiğini, onlara merhamet ettiğini de biliriz. Güvenimiz O'nadır ve O'ndan başka da ilah yoktur. Hz. Pîr Abdülkâdir Geylânî'nin buyurduğu gibi de "Allah’tan başka her şey puttur". Tüm bunları yaşasak da bilsek de farkında olmadığımız alışkanlıklarımız giderek puta dönüşüyor. Gönlümüzdeki putları yıkamadığımız için de hakiki olanla, hakikatle, Hakk ile buluşamıyoruz. Bir bunalımın içindeyiz ama bu Batının sahte bunalımları gibi değil. Elest Bezmi'nden beri O'ndan ayrıyız ve bu ayrılık bizi bize unutturuyor. Biz, bizi unuttuğumuz için O'nunla buluşamıyoruz. Oysa "Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu" hadis-i şerifinde her şey ne kadar da açık: "Nefsini (kendini) bilen, Rabbini bilir."
Mahmud Erol Kılıç, katıldığı her televizyon programında, söyleşide ve konferansta olduğu gibi kitaplarıyla da tasavvuf düşüncesinin ne olduğunu anlatıyor. Gönüllere aslında tasavvufun ne olmadığını anlatıyor ki ne olduğunu daha iyi bilip, nice hikmeti gönlümüze yerleştirebilelim. Çünkü bu hikmetlerden Batı nasibini almaya çoktan başlamışken; bize daha yakın olan, bizim içimizden çıkan, asırlarca Anadolu'yu Anadolu yapan tasavvuf düşüncesinden biz neden istifa etmiyoruz sorusu zihinlerde çınlamalı. Mahmud Erol Kılıç bu meseleye, Kanal 35'de katıldığı Buluşma Noktası adlı programda sıklıkla değinmişti. Söze "Avrupa'da "Ben Müslümanım" deyince herkes sizden kaçıyor. Ben bir Müslüman olarak Müslümandan korkuyorum. "Allahûekber" diyen adam kafama ne zaman odun indirecek diye korkuyorum kırk yıllık bir Müslüman olarak. Batılı niye korkmasın?" başlayan Kılıç, "Tasavvuf sevginin şiddetli yaşanma biçimidir. İlahi aşk insan-ı kâmile giden mübarek bir yoldur" diyerek başvurmamız gereken rehber(ler)i de belirtmişti: "Dünyanın birçok ülkesinde Hz. Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabî okuyarak insanlar Müslüman oldular. Dünyanın sufî geleneğine ihtiyacı var."
Biz şifayı çok yanlış yerlerde arıyoruz. Şifanın ne olduğunu belki de bilmiyoruz. Reçetelerde, Google'da, lüks evlerde ve arabalarda, tüketim çılgınlığından kendimize mutluluklar çıkartmaya çabalıyoruz. Kitaptan devam edelim: "Tıp bilimi, insanlara şifa vermekten uzaklaşmaya, insan genleriyle oynayıp etik değerlerden kopmak suretiyle bir canavar olmaya başlamıştır. Teknik, vahşi bir mekanizma hâline gelmiştir. Bugün kimi Batılı düşünürler, artık "ilerleme" unsurlarının insanların rûhânî değerlerine katkıda bulunamadığını tartışıyor ve kendi "ilerleme"lerinden rahatsız olarak değerlerine dönmeye çağrıda bulunuyorlar... Batılı insan, kutsala olan referanslarını göz ardı etti ve bunun sonucunda da kalbini şeytana rehin etti. Batı'da insan artık üretmek istemeyen, intiharlarla yüzleşen bir varlık hâline geldi. Varlık krizinden kurtulmak için kaybettiği insanlık dersini, bir Hint gurusunun önüne diz çökerek bulmaya çalışıyor. Şunu asla unutmayalım ki gerçek gelişme, manevî tekamüldür."
Ken'an Rifâî Hazretleri "Hiçbir şey üstadsız olmadığı gibi nefsin terbiyesi de üstadsız olmaz. Bu üstad da işte kâmil insandır. Mutlak bir kâmil insanın yardımına ihtiyaç vardır. Onu bulunca da hemen Hakk’ı buldun bil." diyor. Manevi tekamülün insan için ne kadar önemli olduğunu günümüzde Mahmud Erol Kılıç sık sık dile getiriyor. İnsanın tek başına çıkacağı yolun zorlu, ıssız ve sapa olacağını söylüyor. Bir kamile ulaşmadan çıkılan yol, çıkmaz yol olabilir. Öte yandan kamil mürşid bulmanın zorluğu da insanı yorabilir. Burada şifreleri iyi çözmek gerekir: "Bazen bir kedi, o insanın mürşidi olabilmektedir. Cüneyd-i Bağdâdî'de olduğu gibi. "Mürşidin kim?" demişler, "Bir kedi" demiş. İbn Arabî de bu manada şeyler söylemiştir. O açıdan bazı insanlarda mürşid, kendinde var olan cevheri gösteren herhangi bir hadise, bir olay, bir varlık olabilmektedir. Mürşidin vazifesi yol göstermektir, yolun önüne dikilmek değildir. Herkes bana gelsin, diyen mürşid olamaz. Bebek nasıl önce tay tay durur, sonra adım adım atarken babasının parmağından tutar. Mürşid, müridle yan yana yürüyüp onun düzgün, düşmeden yürümesini sağlayan, yürüdükten sonra da, hadi aslanım yolun açık olsun diyen kişidir. Gayemiz Hak Teâlâ'dır. Gayeyi bulun... Gerçek mürşide baktın mı Hakk'ı görürsün. Hak Teâlâ'yı gösterene mürşid denir. Aynasından Hak Teâlâ gözükmüyorsa o kimse mürşid değildir. Onun için dikkatli olmak gerekir."
Bütün bu çabanın ilk meyvesi birliktir. Birliğe, tevhide ulaşmak için âriflerle beraber olmak şarttır. Topluma kendini ve Rabbini bildirecek olan "görevli"lerin en başında ârifler gelmektedir. Âriflerin nasıl bir görev üstlendiğini Mahmud Erol Kılıç şöyle aktarıyor: "Bir ârifin gayesi, gayelerin en üstünüdür. Fânî olandan yüz çevirip bâkî olana yönelen ârif, gayesini bulan/bilen kimsedir. "Men arefe" sırrını müşahede edip kendini tanıyan ve oradan da Rabbini tanımaya çıkan kimsedir. Ârifler, vahdeti bilendir. Bütün bu görüntülerin ve kesretin arkasındaki Bir'i müşahede eden kimselerdir. Kendileri birliği müşahede ettikleri için topluma da her zaman birlik tavsiyesinde bulunmaktadırlar. Bütün farklılıkları izafî alana indiren ârifin mesajı, "Birlik, birlik, birlik" olur ancak."
Kasım 2015'te Sufi Kitap'tan çıkan "Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik", adını Hz. Mevlânâ'nın bir sözünden alıyor. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Mahmud Erol Kılıç'ın toplumsal birlik ve tasavvuf üzerine söyleşileri yer alıyor. İkinci bölümde ise günümüzde en çok konuşulan hadiselerden biri olan Sünni-Şii diyaloğunda irfanın rolü üzerine konuşmalar var. Çatışma ortamına bir bakış açısı olarak Kılıç şöyle diyor: "Kadın-erkek, gece-gündüz, hastalık-şifa, iman-küfür gibi zıdlıklar devamlılık için gereklidir. Allah isteseydi küfre izin vermezdi, hiç kimse kâfir olmazdı. Herkes mümin olurdu. Allah küfre bile izin veriyor. Tâ ki imanın farkı ortaya çıksın."
İkinci bölümde hilafet savaşlarının başlayacağından İslamcıların Osmanlı tecrübesini dışlamasına kadar Mahmud Erol Kılıç'ın siyasi yorumları da oldukça önemli. Mümkün mertebe tasavvuf üzere yaşayan insanların dalmaya ya cesaret ya da tenezzül edemediği siyaset sahasında Kılıç tabiri caizse at koşturuyor. Son derece önemli tespitleri bulunuyor. Gelenekteki çizgiye dönülmesi gerektiğinden tutun da kavramlarla parçalanmanın nelere sebep olacağına dair birçok analiz mevcut. Horasan'dan Anadolu'ya, oradan da Balkanlara uzanan manevî hat üzerine söyledikleri, işin hem tarihi hem de coğrafi tarafını keşfetmek açısından oldukça kıymetli: "Türkleri Müslüman edenler doğrudan Araplar değildi. Araplar İranlıların, İranlılar da Türklerin Müslümanlığına vesile olmuştur. Dolayısıyla Türklerin İslam anlayışında Farisî etki çok fazladır. Mesela çok ilginçtir, Türkler namazdan önce "vuzû" almazlar, "abdest" alırlar. Bu eylem için Arapça değil Farsça bir tabir kullanmayı tercih ederler. "Namaz kılmak" bile Farsçadır. Kisra'nın önünde perestiş etme, hafif eğilme anlamına gelen Pehlevice kökenli "nemaz" kelimesini biz "namaz" şeklinde söylüyoruz. Mesela "nebî" demek yerine daha çok "peygamber" demeyi tercih etmişiz. Peygamber, peyâm "haber", ber "getiren" anlamında Farsça bir terkiptir."
Türklerin Orta Asya'dan geldikleri konusundaki itirazlar gittikçe artıyor, bu sevindirici bir gelişme. Meselenin aslına değinmek için Mahmud Erol Kılıç'ın da söyleyecekleri var kitapta: "İran'ın tarihine baktığımız zaman, İslâm'ın geldiği dönemde Sasanilerin bir düşüş içerisinde olduğunu görürüz. Türkler Orta Asya civarından bir çırpıda gelmiyor Anadolu'ya. Aslında Orta Asya'dan geldiği hususu da tartışmalıdır. Anadolu'ya ilk gelen Türkler, Uygur ve Kazak Türkleri değildi. Bugünkü Türkmenistan'ın güneyi, İran'ın kuzeyi Kayı aşiretinin asıl yaşadığı yerdir. Kayı Köyü, Kuzey Doğu İran toprağındadır. Osmanlı'nın son dönemlerinde İran'da Kaçar Hanedanı hüküm sürmekte idi ki bunlar da Türk asıllı idiler. Genel açıdan bakıldığında iyi ilişkiler içerisinde idi bu iki devlet."
Kitabın değeri olmaz, kıymeti olur diyerek 160 sayfalık bu kitapta okuyucunun çok fazla şey bulacağını düşünüyorum. Hem tasavvufî manada hem de siyasî konularda. Tam da şu zamanda okunacak bir kitap. Neden? Bir misalle cevap verip bitirelim:
"Kan davasından dolayı 60 senedir birbirini öldüren bir aşireti bölgenin valisi, kaymakamına kadar siyasi mekanizma ne kadar çaba sarf ettiyse başaramıyor. Ama yöreye çağrılan bir şeyh efendi, 60 yıllık kan davasına son vermiştir. 1970'li yıllarda olmuştur. Yeri, ili, ilçesi her şeyi tarafımızdan biliniyor. Kaymakamın verdiği raporda "Sakın ha bu işi şeyh efendi çözdü raporu gitmesin Ankara'ya, bizim karizmamızı çizer, bunu yine biz çözdük gibi görülsün" denilmiştir. Geçmişte manevi önderlerle devlet birlikte hareket ederlerdi. Çözülme önce içten başlar. Siz safları gevşetmeye başladığınız zaman açılan açığa şeytan girer. O açığı işleri bu olanlar, açık bekleyenler doldurmaya çalışıyorlar."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
14 Mart 2016 Pazartesi
İki filozof yazar, bir büyük roman ve bunların öyküsü
Hay bin Yakzan, sadece İslam Doğu edebiyatı içindeki eşsiz yeri ile değil dünya edebiyatı üzerindeki etkisiyle de dünya kültür tarihinin en önemli eserlerinden biridir. Birçok versiyonu bulunan bu güçlü anlatının en önemlileri ise İbn Sina ve İbn Tüfeyl’e ait olanlar… İki eser de felsefi öykü olarak kaleme alınmıştır ve Doğuda felsefi öykü yazma geleneğinin temeli bu Salaman ve Absal hikâyesidir. İbn Sina bu tarzda hikaye yazmış ilk kişi kabul edilmektedir.
Hüseyin bin İshak’ın (ö 873) Yunanca’dan çevirdiği, Absal ile Salaman öyküsündeki alegori anlatım tekniği İbn Sina tarafından öyküleştirilerek, daha sonra bir anlatı geleneğine dönüşmüştür. İbn Tüfeyl’in (ö.1186) Hay bin Yakzan öyküsü geleneğin en ünlü yapıtıdır. Sühverdi’nin (ö.1191) El Gurbetü’l Garabiyye'si; İbnü’n Nefis’in (ö.1288) El Risaletül-Kamiliyye fi’s Siyeri’n–Nebeviye’si ve Molla Camii’nin (ö. 1492) Salaman ve Absal yapıtları, bu geleneğin diğer önemli örnekleridir.
Hayy, Allah’ın isimlerinden biridir ve diri, canlı anlamına gelir. Yakzan ise uyanık, dikkatli, gözü açık anlamlarına sahiptir. Soyut felsefi kavramların somut kişi nesne ve olaylarla temsil edildiği bu tür hikayeler, bir yandan somuttan soyuta yönelerek düşünmeye alışmış insan zihni için anlama imkanı sağlamakta, diğer taraftan işaret edilen fikri, kavram düzeyinden imaj düzeyine indirerek felsefi görüşler ışığında, yeni bir te’vil imkanı sunmaktadır.
Hay bin Yakzan’dan esinlenerek yazılan kitapların ortak noktası, belli bir felsefi aydınlanma öğretisine dayanmalarıdır. Söz konusu felsefi aydınlanma öğretisi, kişinin melekelerinden, duyularından yola çıkarak, yaratıcı-dünya-insan ilişkilerine dair temel felsefi hakikatlere ulaşabileceği ön kabulüne dayanır.
M. Şerefeddin Yaltkaya ile Babanzade Reşid’in Arapçadan çevirdiği ve N. Ahmet Özalp’in yayına hazırladığı; Yapı Kredi Yayınları’nca basılan İbn Sina ve İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan kitabı 170 sayfadan oluşuyor.
Kitap, yazarların, çevirmenlerin ve yayına hazırlayanların kısa tanıtımından sonra N. Ahmet Özalp’in kısa bir sunuşu ile başlamakta, Şerefeddin Yaltkaya’nın İbn Sina’ın Hay bin Yakzan’ı ile ilgili verdiği bilgiler ve yaptığı zengin değerlendirmelerle devam etmektedir. İbn Sina’nın Hak bin Yakzan eseri, hemen bu bölümü takip etmektedir.
Bu edisyondaki ilk Hay Bin Yakzan’ın yazarı İbn Sina, 980 yılında Buhara’da doğmuş ve 1037’de Hamedan’da ölmüştür. En büyük İslam bilginleri arasında yer alan İbn Sina hem bir filozof hem de bir hekimdir. İbn Sina, İslam düşünce dünyasında Farabi ile başlayan Aristotalesci geleneğin en önemli ismidir. Onun en önemli iki eseri, kapsamlı bir felsefe ve bilim anksiklopedisi olan Kitabü’ş - Şifa ile hem Doğu’da, hem Batı’da, tıp alanında, uzun yıllar boyunca tek başvuru kaynağı olan el Kanun fi’t Tıb kitabıdır. Diğer önemli yapıtları arasında Kitab fi’s Siyaset Risale fi’l aşk, Hay bin Yakzan, el Hediyye isimli eserleri sayılabilir.
İbn Sina’nın Hay bin Yakzan eseri, bir gün arkadaşları ile gezintiye çıkan bir filozofu konu ederek başlar. Bahsi geçen filozof, burada ‘gösterişli, sevimli ve muhteşem bir ihtiyar’ görür. Bu adam, ilerlemiş yaşına rağmen, şaşılacak kadar dinçtir. Filozof, bu adam ile tanışarak adının Hay bin Yakzan olduğunu öğrenir. Hay bin Yakzan, ona, evrenleri gezdiğini, tüm gerçekliği kavradığını ve her nesneyi bildiğini söyler. Bunun üzerine, filozof ile yaşlı adam, ilmi meseleler hakkında derin bir sohbete başlarlar.
Bu sohbetin ilk konusu, feraset ilmidir. Hay bin Yakzan, feraset ilminin, insanları tanımada ve onlara karşı takınılacak doğru tavıra ulaşmada çok önemli bir yol gösterici olduğunu söyler. Bu ilmin ışığında filozofa verdiği ilk tavsiye, kendisine ayak bağı olan arkadaşlardan kurtulmasıdır. Bunun yanı sıra Hay, insan tabiatına ve hasta tabiatlı insanların özelliklerine dair kimi bilgileri aktarmakta ve bu tabiatlarında çeşitli hastalıklar bulunan insanlarla baş etmenin yollarına dair tavsiyeler vermektedir.
Hay, “kendisi gibi yolculuk etmenin” metodunu soran filozofa, bunun filozof ve arkadaşları için mümkün olmadığını söyler. Bunun ancak tek başına kalmakla mümkün olabileceğini söyleyen ve eserde olgun, dinç görünüşlü bir erkek olarak portreleştirilen Hay Bin Yakzan, filozofun sorusuna cevap olarak, kendi yolculuğunu ve gördüklerini anlatmaya başlar.
Hay, yerin üst ve göğün altında bulunan sınır, biri mağribin arkasında ve diğeri meşrik yönünde bulunan (iki) batı sınırı olmak üzere üç sınır olduğunu anlatır. Bu sınırların özellikleri, bu sınırlarda bulunan ülkeler, iklimleri ve insanları oldukça sembolik, bir anlamda da masalsı bir dil ile ortaya konur. Son bölümde gitmesi zor, ulaşması meşakkatli bir yerden ve bu bölgenin yöneticisinden bahsedilerek bu bölgenin insanlarının olağanüstü, güzel özellikleri övgüyle anlatılır. Övgüden en büyük payı alan, bu bölgenin yöneticisidir. Hay’ın son sözü, filozof istediği takdirde, kendisini ona ulaştırabileceği vaadidir.
N. Ahmet Özalp’in hazırlayarak, okuyucuya takdim ettiği Hay bin Yakzan kitabının diğer bölümünde, Özalp’in İbn Tufeyl ve Hay bin Yakzan Üzerine kaleme aldığı yazısında gerek İbn Tufeyl’e gerekse eserine dair önemli bilgiler yer almaktadır. İbn Tufeyl, 1105’te Gırnata yakınlarında Vadiü-l Aş'ta doğmuş, 1185’te Marakeş’te ölmüştür. İbn Tufeyl, bilgiye insanın sezgisel manada keşfettiği bir şey olarak yaklaşan İşrakilik felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerindendir. İbn Tufeyl, özellikle tıp, felsefe ve astronomi konularına odaklanmıştır. Günümüze ulaşan en önemli eseri, 14. yüzyıldan itibaren tüm dillere çevrilen ve Daniel Defoe’yu Robinson Crusoe eserinde derinden etkileyen Hay bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’l Hikmeti’l Meşrikiye’dir.
Özalp’in kapsamlı değerlendirmelerini, İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan eseri izler. İbn Tufeyl’in eserindeki Giriş bölümünden sonra Hay bin Yakzan’ın hikayesi yer alır. Hikayenin birinci bölümünde, Hay bin Yakzan’ın doğumuna dair iki varsayım yer alır. İlk varsayıma göre, Hay, bir orta kuşak adasında, organik özellikler kazanmış, tüm elementleri muhteşem bir biçimde dengelenmiş bir çamurdan meydana gelmiştir. İkinci varsayım ise komşu adadaki hükümdarın kız kardeşinin yaptığı gizli bir evlilik sonucu dünyaya gelmiştir ve ardından annesi tarafından bir sandığa konulmuş, sandık bu adaya ulaşmıştır.
İkinci bölüm, bir ceylanın Hay’ı bularak onu büyütmesine ayrılmıştır. Bir gün anne ceylan ölür. Hay’ın soru sormasına sebep olan olay, çok sevdiği annesi ceylanı kaybetmedisir. Bu noktadan sonra Hay’ın çeşitli akıl yürütmeleri ve gözlemlerine dayarak sahip olduğu bilgiler ışığında ölümü anlama çabasına yer verilmiştir. Hay’ın bizi canlı kılan şeyin ne olduğunu anlamanın peşine düşer. Ateşi farketmesi, alet yapmaya başlaması ise devam eden yolculuğunun parçalarıdır.
Üçüncü bölümde, günlük hayat pratiklerini belirli düzene sokmayı başaran Hay’ın, varlığın özüne doğru yaptığı yolculuk konu edilir.
Dördüncü bölümde, artık Hay, ruh ve neslere dair yaptığı akıl yürütmelerle birlikte astronomik gözlemlere de başlamıştır.Tüm duyulara ve akla dayalı pratiklerden sonra Hay, bir yaratıcı zorunlu olduğu çıkarımına ulaşır. Bu, herşeyi yaratarak, aleme mükemmel bir düzen veren mutlak ve tek yaratıcıdır.
Beşinci bölüm, insanın gerçekliği ve mutluluğu, insanın mutluluğu, eylemin üç aşaması, eylemin nasıl gerçekleştirilebileceği konularıhakkında Hay’ın kattettiği mesafeler detaylı olarak ele alınmıştır.
Altıncı bölüm, Hay’ın kendisi gibi bir insanla yani Absal ile ilk karşılaşmasını, bir peygamber olarak Absal’ı tanımasını ve kabul etmesini, Hay’ın insanlara hakikati anlatmak arzusu ile Absal’ın eski adasına gitmeleri ve burada Hay ile Salaman’ın karşılaşmalarını detaylarıyla anlatır. Bu bölümde Hay, insanların kendi istek ve arzularına kapılarak hayatlarını geçirdikleri gerçeği ile yüzleşir. Hikayenin sonunda Hay ve Absal’ın, Salaman ve arkadaşlarıyla vedalaşarak adalarına döndüklerine, Hay’ın kendi yöntemlerini izleyerek yine eski makamlarına eriştiğine ve Absal’ın da Hay’ın yöntemlerini izleyerek yüksek makamlara çıktığı belirtilerek, hikayeye mutlu bir son verilir.
Son Söz’de İbn Tufeyl, herkese açıklanmayan önemli hikmet ve sırların anlatıldığının, bu bilgileri herkesin anlayamayacağının altını çizer.
Gerek İbn Sina’nın gerek İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ı hem hikayesi hem etkileriyle oldukça ilginçtir. Bir hikmet ve hakikat yolculuğunun hikayesi olması yanında, insan-doğa, insan-insan ve insan-Tanrı ilişkilerini ele almasıyla da dikkat çekici bir eserdir. Farabi’nin El Medinet’ül Fazıla eserinden sonra Doğu’da öne çıkan, insan eli değmemiş tabiatta fıtri akıl ile nelerin ortaya çıkarabileceğini ortaya koyan, en önemli ütopya örneğidir. Anlaşılacağı üzere, oldukça geniş bir alan ve coğrafyada etkilere sahip bu eseri, mukayeseli yorum ve yaklaşımıyla yeniden basan N.Ahmet Özalp’a teşekkür ediyoruz.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
Hüseyin bin İshak’ın (ö 873) Yunanca’dan çevirdiği, Absal ile Salaman öyküsündeki alegori anlatım tekniği İbn Sina tarafından öyküleştirilerek, daha sonra bir anlatı geleneğine dönüşmüştür. İbn Tüfeyl’in (ö.1186) Hay bin Yakzan öyküsü geleneğin en ünlü yapıtıdır. Sühverdi’nin (ö.1191) El Gurbetü’l Garabiyye'si; İbnü’n Nefis’in (ö.1288) El Risaletül-Kamiliyye fi’s Siyeri’n–Nebeviye’si ve Molla Camii’nin (ö. 1492) Salaman ve Absal yapıtları, bu geleneğin diğer önemli örnekleridir.
Hayy, Allah’ın isimlerinden biridir ve diri, canlı anlamına gelir. Yakzan ise uyanık, dikkatli, gözü açık anlamlarına sahiptir. Soyut felsefi kavramların somut kişi nesne ve olaylarla temsil edildiği bu tür hikayeler, bir yandan somuttan soyuta yönelerek düşünmeye alışmış insan zihni için anlama imkanı sağlamakta, diğer taraftan işaret edilen fikri, kavram düzeyinden imaj düzeyine indirerek felsefi görüşler ışığında, yeni bir te’vil imkanı sunmaktadır.
Hay bin Yakzan’dan esinlenerek yazılan kitapların ortak noktası, belli bir felsefi aydınlanma öğretisine dayanmalarıdır. Söz konusu felsefi aydınlanma öğretisi, kişinin melekelerinden, duyularından yola çıkarak, yaratıcı-dünya-insan ilişkilerine dair temel felsefi hakikatlere ulaşabileceği ön kabulüne dayanır.
M. Şerefeddin Yaltkaya ile Babanzade Reşid’in Arapçadan çevirdiği ve N. Ahmet Özalp’in yayına hazırladığı; Yapı Kredi Yayınları’nca basılan İbn Sina ve İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan kitabı 170 sayfadan oluşuyor.
Kitap, yazarların, çevirmenlerin ve yayına hazırlayanların kısa tanıtımından sonra N. Ahmet Özalp’in kısa bir sunuşu ile başlamakta, Şerefeddin Yaltkaya’nın İbn Sina’ın Hay bin Yakzan’ı ile ilgili verdiği bilgiler ve yaptığı zengin değerlendirmelerle devam etmektedir. İbn Sina’nın Hak bin Yakzan eseri, hemen bu bölümü takip etmektedir.
Bu edisyondaki ilk Hay Bin Yakzan’ın yazarı İbn Sina, 980 yılında Buhara’da doğmuş ve 1037’de Hamedan’da ölmüştür. En büyük İslam bilginleri arasında yer alan İbn Sina hem bir filozof hem de bir hekimdir. İbn Sina, İslam düşünce dünyasında Farabi ile başlayan Aristotalesci geleneğin en önemli ismidir. Onun en önemli iki eseri, kapsamlı bir felsefe ve bilim anksiklopedisi olan Kitabü’ş - Şifa ile hem Doğu’da, hem Batı’da, tıp alanında, uzun yıllar boyunca tek başvuru kaynağı olan el Kanun fi’t Tıb kitabıdır. Diğer önemli yapıtları arasında Kitab fi’s Siyaset Risale fi’l aşk, Hay bin Yakzan, el Hediyye isimli eserleri sayılabilir.
İbn Sina’nın Hay bin Yakzan eseri, bir gün arkadaşları ile gezintiye çıkan bir filozofu konu ederek başlar. Bahsi geçen filozof, burada ‘gösterişli, sevimli ve muhteşem bir ihtiyar’ görür. Bu adam, ilerlemiş yaşına rağmen, şaşılacak kadar dinçtir. Filozof, bu adam ile tanışarak adının Hay bin Yakzan olduğunu öğrenir. Hay bin Yakzan, ona, evrenleri gezdiğini, tüm gerçekliği kavradığını ve her nesneyi bildiğini söyler. Bunun üzerine, filozof ile yaşlı adam, ilmi meseleler hakkında derin bir sohbete başlarlar.
Bu sohbetin ilk konusu, feraset ilmidir. Hay bin Yakzan, feraset ilminin, insanları tanımada ve onlara karşı takınılacak doğru tavıra ulaşmada çok önemli bir yol gösterici olduğunu söyler. Bu ilmin ışığında filozofa verdiği ilk tavsiye, kendisine ayak bağı olan arkadaşlardan kurtulmasıdır. Bunun yanı sıra Hay, insan tabiatına ve hasta tabiatlı insanların özelliklerine dair kimi bilgileri aktarmakta ve bu tabiatlarında çeşitli hastalıklar bulunan insanlarla baş etmenin yollarına dair tavsiyeler vermektedir.
Hay, “kendisi gibi yolculuk etmenin” metodunu soran filozofa, bunun filozof ve arkadaşları için mümkün olmadığını söyler. Bunun ancak tek başına kalmakla mümkün olabileceğini söyleyen ve eserde olgun, dinç görünüşlü bir erkek olarak portreleştirilen Hay Bin Yakzan, filozofun sorusuna cevap olarak, kendi yolculuğunu ve gördüklerini anlatmaya başlar.
Hay, yerin üst ve göğün altında bulunan sınır, biri mağribin arkasında ve diğeri meşrik yönünde bulunan (iki) batı sınırı olmak üzere üç sınır olduğunu anlatır. Bu sınırların özellikleri, bu sınırlarda bulunan ülkeler, iklimleri ve insanları oldukça sembolik, bir anlamda da masalsı bir dil ile ortaya konur. Son bölümde gitmesi zor, ulaşması meşakkatli bir yerden ve bu bölgenin yöneticisinden bahsedilerek bu bölgenin insanlarının olağanüstü, güzel özellikleri övgüyle anlatılır. Övgüden en büyük payı alan, bu bölgenin yöneticisidir. Hay’ın son sözü, filozof istediği takdirde, kendisini ona ulaştırabileceği vaadidir.
N. Ahmet Özalp’in hazırlayarak, okuyucuya takdim ettiği Hay bin Yakzan kitabının diğer bölümünde, Özalp’in İbn Tufeyl ve Hay bin Yakzan Üzerine kaleme aldığı yazısında gerek İbn Tufeyl’e gerekse eserine dair önemli bilgiler yer almaktadır. İbn Tufeyl, 1105’te Gırnata yakınlarında Vadiü-l Aş'ta doğmuş, 1185’te Marakeş’te ölmüştür. İbn Tufeyl, bilgiye insanın sezgisel manada keşfettiği bir şey olarak yaklaşan İşrakilik felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerindendir. İbn Tufeyl, özellikle tıp, felsefe ve astronomi konularına odaklanmıştır. Günümüze ulaşan en önemli eseri, 14. yüzyıldan itibaren tüm dillere çevrilen ve Daniel Defoe’yu Robinson Crusoe eserinde derinden etkileyen Hay bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’l Hikmeti’l Meşrikiye’dir.
Özalp’in kapsamlı değerlendirmelerini, İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan eseri izler. İbn Tufeyl’in eserindeki Giriş bölümünden sonra Hay bin Yakzan’ın hikayesi yer alır. Hikayenin birinci bölümünde, Hay bin Yakzan’ın doğumuna dair iki varsayım yer alır. İlk varsayıma göre, Hay, bir orta kuşak adasında, organik özellikler kazanmış, tüm elementleri muhteşem bir biçimde dengelenmiş bir çamurdan meydana gelmiştir. İkinci varsayım ise komşu adadaki hükümdarın kız kardeşinin yaptığı gizli bir evlilik sonucu dünyaya gelmiştir ve ardından annesi tarafından bir sandığa konulmuş, sandık bu adaya ulaşmıştır.
İkinci bölüm, bir ceylanın Hay’ı bularak onu büyütmesine ayrılmıştır. Bir gün anne ceylan ölür. Hay’ın soru sormasına sebep olan olay, çok sevdiği annesi ceylanı kaybetmedisir. Bu noktadan sonra Hay’ın çeşitli akıl yürütmeleri ve gözlemlerine dayarak sahip olduğu bilgiler ışığında ölümü anlama çabasına yer verilmiştir. Hay’ın bizi canlı kılan şeyin ne olduğunu anlamanın peşine düşer. Ateşi farketmesi, alet yapmaya başlaması ise devam eden yolculuğunun parçalarıdır.
Üçüncü bölümde, günlük hayat pratiklerini belirli düzene sokmayı başaran Hay’ın, varlığın özüne doğru yaptığı yolculuk konu edilir.
Dördüncü bölümde, artık Hay, ruh ve neslere dair yaptığı akıl yürütmelerle birlikte astronomik gözlemlere de başlamıştır.Tüm duyulara ve akla dayalı pratiklerden sonra Hay, bir yaratıcı zorunlu olduğu çıkarımına ulaşır. Bu, herşeyi yaratarak, aleme mükemmel bir düzen veren mutlak ve tek yaratıcıdır.
Beşinci bölüm, insanın gerçekliği ve mutluluğu, insanın mutluluğu, eylemin üç aşaması, eylemin nasıl gerçekleştirilebileceği konularıhakkında Hay’ın kattettiği mesafeler detaylı olarak ele alınmıştır.
Altıncı bölüm, Hay’ın kendisi gibi bir insanla yani Absal ile ilk karşılaşmasını, bir peygamber olarak Absal’ı tanımasını ve kabul etmesini, Hay’ın insanlara hakikati anlatmak arzusu ile Absal’ın eski adasına gitmeleri ve burada Hay ile Salaman’ın karşılaşmalarını detaylarıyla anlatır. Bu bölümde Hay, insanların kendi istek ve arzularına kapılarak hayatlarını geçirdikleri gerçeği ile yüzleşir. Hikayenin sonunda Hay ve Absal’ın, Salaman ve arkadaşlarıyla vedalaşarak adalarına döndüklerine, Hay’ın kendi yöntemlerini izleyerek yine eski makamlarına eriştiğine ve Absal’ın da Hay’ın yöntemlerini izleyerek yüksek makamlara çıktığı belirtilerek, hikayeye mutlu bir son verilir.
Son Söz’de İbn Tufeyl, herkese açıklanmayan önemli hikmet ve sırların anlatıldığının, bu bilgileri herkesin anlayamayacağının altını çizer.
Gerek İbn Sina’nın gerek İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ı hem hikayesi hem etkileriyle oldukça ilginçtir. Bir hikmet ve hakikat yolculuğunun hikayesi olması yanında, insan-doğa, insan-insan ve insan-Tanrı ilişkilerini ele almasıyla da dikkat çekici bir eserdir. Farabi’nin El Medinet’ül Fazıla eserinden sonra Doğu’da öne çıkan, insan eli değmemiş tabiatta fıtri akıl ile nelerin ortaya çıkarabileceğini ortaya koyan, en önemli ütopya örneğidir. Anlaşılacağı üzere, oldukça geniş bir alan ve coğrafyada etkilere sahip bu eseri, mukayeseli yorum ve yaklaşımıyla yeniden basan N.Ahmet Özalp’a teşekkür ediyoruz.
Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak
9 Mart 2016 Çarşamba
Hiçliğini düşün ve hiç ol
"Kavrayışla yaratma arasına
Coşkuyla yanıt arasına
Düşer o gölge."
- T. S. Eliot, Oyuk Adamlar
"Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere;
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere."
- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyü
"Göklerde ve yerlerde bulunanlar da, onların gölgeleri de, sabah akşam sadece Allah'a secde eder."
- Sure-i Ra'd [13/15]
Okuduğumuz birçok kitap arasından bazılarıyla kalbî rabıta kurarız. Zor zamanımızda bize şifa olabilir, uzun yol arkadaşlığı yapabilir, uykusuz gecelerimizin devriye nöbetçisi olabilir, dostlarımızla hasbihal etmemize ve hatta sıla-i rahim yapmamıza vesile olabilir. Muhyiddin Şekûr, Türkçeye çevrilen ilk kitabı Su Üstüne Yazı Yazmak'la aslında okuyucusuyla arasında bir bağ kurmuştu. Çünkü manevi yolculuğunu açık yüreklilikle anlattığı bu günlüğünde kapalı sandığımız kapıları muhakkak çalmamız gerektiğini, bu kapıların bizi ne olduğumuz sorusunun peşinden götüreceğini, dolayısıyla da yola çıkarak insanlığımızı ve ruhumuzu yeniden keşfedebilme imkânına sahip olabileceğimizi anlatmıştı. Öğüt değildi bu kitap, rica da değildi. Sadece "Eğer başkalarını yargılamaya başlarsanız sıra hiç kendinize gelmez" diyen bir sûfinin, hayatını dininin içine yerleştirme gayretiydi. Gölgeler Koridoru'yla bu gayret devam ederken hem imtihanlar artıyor hem de hikmetler. Öykü Özer'in son derece titiz ve başarılı çevirisiyle, Türk okuyucusu bir kez daha Muhyiddin Şekûr'un yürüyüşüne sırdaşlık ediyor. Bu sırdaşlığı yoldaşlığa çevirme için ise Şekûr'un şeyhine kulak vermek gerekiyor: "Şayet benim kulağa tatlı gelen fısıltılarımı işitemiyorsan, o hâlde hayat öğretsin sana öğrenmen gerekenleri..."
Su Üstüne Yazı Yazmak kitabında; lavabonun tıkanmasının, biriken günahlar karşılığında bir uyarı olduğunu söyleyen Şekûr, Gölgeler Koridoru'nda yine günlük hayattan imtihan örnekleri veriyor. Hiç bilmedik bir ormanda yapılan gece yürüyüşünden, bir ateşböceğinden, veranda inşaatından, fitneden, Saraybosna'daki savaşın ortasından tefekküre, irfana ve hikmete uzanan bir yolculuk. Bu yolculukta hasret, vuslat ve gurbet tüm lezzetiyle okuyucuya sunuluyor. Gönül erlerine hakikat iştiyakı sunuluyor. Fatih Sultan Mehmed'in veziri, şair Ahmed Paşa'nın bir beyti düşüyor yüreğe: "Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr / öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."
Prolog bölümünde Şekûr, "Kendime baktığımda, karşımda yegâne umudu, zincirlerinden kurtulmak olan bir mahpus görüyordum" diyor ve on dört bölüm boyunca zincirlerini birer birer kırmaya çabalıyor. Kitap, ismini Furkan Suresi’ndeki "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı" ayetinden alıyor. Şekûr, tüm görememelerinin kaydını düşüyor. Önce iç, sonra da dış âleme yapılan dalışlarda, şeyhinin oksijen tüpüne sarılıyor. Tüm bu sarılmalar Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" sözünü akla getiriyor. Aklı bir kenara bırakıp kalple yapılmaya çalışılıyor tüm dalışlar. Çünkü Yunus Emre Hazretlerinin dediği gibi: "Bu akıl fikr ile Mevla bulunmaz."
Tasavvuf büyükleri el'an tasavvufun asla kitaplar vasıtasıyla öğrenilemeyeceğini söylüyor. Bu durumda biz okuyucular da şunu sormakta haklıyız: Öğreneceğimiz "adresler" nerelerdir? Bir kamil mürşid ararken bize faydası olacak kitapları okumak en azından meşrebimizle yüz yüze gelmemizi sağlayabilir. "Dervişlik demir leblebi gibidir" buyuruyorlar. Çiğnemesi ayrı, yutması ayrı zor. Bu zorluklara bu çağda göğüs germek de zor. Okuyucunun bu sebeple tasavvuf kitaplarına yönelmesi son derece doğal. Adresleri, kapıları, şahısları bilmiyor. Evvela tanımak istiyor. İnsanın tek başına manevi tekamül göstermesi muazzam zor. Bir mürşide ihtiyaç var. Kim? Nerede? Nasıl? Sorular, sorular, sorular... İşte bu tip kitaplar, bu soruların "sorgu" olmaması için bir araç. Maksat ise amaca, Hakk'a ulaşmak. Maksat belli, yol meşakkatli, usta yaman. Allah yola çıkanları yolda komasın.
"Hak yolcularını ilim deryalarına götüren bir dizi adım vardır. Ama iş bu deryalara vasıl olmakla da bitmez. Hakkı arayanlar, bundan sonra sadece Ehad ve Samed olan Allah'ın var olduğu Ehadiyet makamına erişirler. Bu makamda, sen Allah'ın içinde, O da senin içinde var olur. Çoğu mürid bu mertebeye vasıl olamaz. Unutma ki, bu mertebeye ulaşmak için mürid, kişiliğinden ciddî anlamda feragat etmeye mecburdur. Bunun içinse, kendini enesinin ve nefsinin boyunduruğundan yeterince kurtarmış olmalıdır. Ne var ki, insanoğlu dünyaya öyle bir nefs, hevâ ve heves potansiyeliyle gelir ki, bunlarla cihad edebilmek için en azından bunlar kadar kuvvetli bir iradeye sahip olması gerekir. İnsanoğlunun bu cihadı esasen, ruhun cesede karşı verdiği mücadeledir."
İnsanın yegane çabası mana alemine yoğunlaşmak, anlamı bulmak olmalıdır. Hayatın anlamı muhakkak O'na çıkacaktır, çıkmalıdır. Eğer bizim varlığımızda manaya, anlama dair bir şey yoksa; tıpkı uzun zamandır batıda görüldüğü gibi hastalıklar, intiharlar, bölünmeler, ayrılıklar, şiddet, öfke, savaş ve her türlü felaketi yaşamak da elzem olacaktır. Şeyhinden bilhassa bu konu üzerine duyduklarını şöyle aktarıyor Şekûr: "Şeyh, bize hak yolcuları olarak şu fâni dünya hayatında varlığımızın anlamdan yoksun olmaması için ne yapmamız gerektiğini öğretiyordu. Bizi, dua yoluyla kalplerimizin en kuytu köşelerinde, bu dünyaya dair umutlarımızı keşfetmeye davet ediyordu. Şahsî sıkıntılarımıza gelince; bunları tamamen olumsuz görmüyordu. Bilakis, gündelik yaşamımızda meşakkatlerle karşılaştığımızda bunlara derc olunmuş şahsî tekamül yollarını görmemiz için bize himmet etmeye çalışıyordu. Bize, hayatımızın inişli ve çıkışlı yollarını adımlarken hep sabrı tavsiye ediyor, meşakkatlerle karşılaştığımızda Allah'tan umudumuzu kesmememizi öğütlüyordu."
Başkalarıyla, başka şeylerle ve bilhassa boş işlerle uğraşmaktansa kişinin kendi iç âlemine yapması gereken yolculukların onu er ya da geç hikmet kapılarının anahtarlarına ulaştıracağını anlatıyor Şekûr. Bu sebeple kitap şahsi bir günlük olmaktan çıkıp manevi âlemde, kendini ve Rabbini tanımak için sefere çıkmak isteyen her okuyucuya yardımcı olacaktır. Bilhassa hasbelkader kitapla buluştuğunu "zanneden" okuyucu, eminim ki Muhyiddin Şekûr ismini kalbinin bir köşesine oturtacaktır. Fakirin şaşkınlıkla okuduğu ve takip ettiği bir isimdir. Bunun sebebi de hikmeti de gönlümde "ilginçliğini" koruyacaktır. Başa dönecek olursak, onunla bununla uğraşarak kaybedeceğimiz vakitleri kendimize ayırsak, yeni umutlar ve galibiyetler önümüze serilecek belki de: "İnsan, ilk olarak kendi enfüsî âlemini tetkit etmeyi düstur edinirse, kendini nefsine yenik düşmekten kurtarabilir. Öte taraftan, nazarını ilk olarak başka insanlara ya da başka şeylere çevirmeyi alışkanlık hâline getirirse, meselelerin gerçek mahiyetini hiçbir zaman kavrayamaması muhtemeldir. Şayet bir kişi başta kendi kalbine bakar ve yine de dürüstçe kabahatsiz olduğuna kanaat getirirse, o zaman bu kişiyi, adaleti mutlaka tecelli edecek olan Âdil-i Mutlak'a havale etmek gerekir."
Tıpkı ilk kitabında olduğu gibi bu kitabını da Şekûr "Şeyh'ten deyişler" bölümüyle bitiriyor. Bazılarını buraya almaktan memnuniyet duyacağım:
- Tarikat, fırtınadan göz gözü görmezken insanlığa yol gösteren nûrdur. Tarikat, hakikati savunan insanlardan oluşur. Hakikati savunmak Müslüman'ın olmazsa olmaz özelliğidir.
- Tarikatın marifeti, Allah'ın sırları üzerindeki perdeleri kaldırmaktır. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Elimize bir çekiç alıp her türlü alışkanlığı ve kalıbı kırıp parçalayarak. Bunu yapmazsak alışkanlıklar ve kalıplar yeni bir din hâline gelecektir.
- Kendini unut. Ayrılık acısını hisset. Ve şimdi ayrılığı da unut. Hiç olup öyle başla namaza.
- Allah, kullarını sıkıntılarla sınar. Hakkın yanında olanlar çoğu kez büyük acılar çeker, diğer taraftakiler ise hakkın sesine sağır olur.
- Gün gelir Allah kralları köle, köleleri kral yapar. Kabiliyetlerinizi kullanarak gidebildiğiniz yere kadar gidin.
- Kara sevdaya düşen ve şehvetlerinin kölesi olan kimileri âşık olduklarını zannederler.
- Bu dünya, ezel ve ebed'in arasında sıkışıp kalmış bir göz yanılgısıdır.
- Abdestinizi tam alamazsanız, namazınız da tamamlanmaz. Demek ki, bitişleri başlangıçlar belirler.
- Rüzgâr olmasaydı, bütün dünyayı örümcek ağları sarardı.
- Eğer Allah'a inanıyorsan, hiçbir şeyden korkmaman gerek.
- Siz Allah'tan ümit kesersiniz, ama Allah sizden ümit kesmez.
- Görünen, gerçek değildir; gerçek, her zaman görünür değildir.
- Ûzkûrullâhe zikren kesîrâ ayeti, tarikatın Kur'ânî temelidir.
- Arayışta olanlar muhibdir; sevdiklerini bilirler. Huzura kabul edilmişler ise müridlerdir; sevildiklerini bilirler. Dervişler müridlerin içinden çıkar.
- Giderek daha çok insanın Ehl-i Beyt'in kapısını çalacağı günler yaklaşmaktadır. Bugüne kadar, herkese hüsn-ü zanla baktık, ama kısa zaman sonra kapılar bir daha açılmamacasına kapanacak, tıpkı Nuh'un gemisinde olduğu gibi. Geri dönüşü olmayan o yola girmemize az kaldı. O an gelip tufan koptuğunda, dağlar gibi dalgalar yükselecek ve düşüşler müthiş sert olacak.
Bu yazının başlığı da şeyhin bir deyişidir. Ucundan tutabilene aşk olsun...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Coşkuyla yanıt arasına
Düşer o gölge."
- T. S. Eliot, Oyuk Adamlar
"Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere;
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere."
- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyü
"Göklerde ve yerlerde bulunanlar da, onların gölgeleri de, sabah akşam sadece Allah'a secde eder."
- Sure-i Ra'd [13/15]
Okuduğumuz birçok kitap arasından bazılarıyla kalbî rabıta kurarız. Zor zamanımızda bize şifa olabilir, uzun yol arkadaşlığı yapabilir, uykusuz gecelerimizin devriye nöbetçisi olabilir, dostlarımızla hasbihal etmemize ve hatta sıla-i rahim yapmamıza vesile olabilir. Muhyiddin Şekûr, Türkçeye çevrilen ilk kitabı Su Üstüne Yazı Yazmak'la aslında okuyucusuyla arasında bir bağ kurmuştu. Çünkü manevi yolculuğunu açık yüreklilikle anlattığı bu günlüğünde kapalı sandığımız kapıları muhakkak çalmamız gerektiğini, bu kapıların bizi ne olduğumuz sorusunun peşinden götüreceğini, dolayısıyla da yola çıkarak insanlığımızı ve ruhumuzu yeniden keşfedebilme imkânına sahip olabileceğimizi anlatmıştı. Öğüt değildi bu kitap, rica da değildi. Sadece "Eğer başkalarını yargılamaya başlarsanız sıra hiç kendinize gelmez" diyen bir sûfinin, hayatını dininin içine yerleştirme gayretiydi. Gölgeler Koridoru'yla bu gayret devam ederken hem imtihanlar artıyor hem de hikmetler. Öykü Özer'in son derece titiz ve başarılı çevirisiyle, Türk okuyucusu bir kez daha Muhyiddin Şekûr'un yürüyüşüne sırdaşlık ediyor. Bu sırdaşlığı yoldaşlığa çevirme için ise Şekûr'un şeyhine kulak vermek gerekiyor: "Şayet benim kulağa tatlı gelen fısıltılarımı işitemiyorsan, o hâlde hayat öğretsin sana öğrenmen gerekenleri..."
Su Üstüne Yazı Yazmak kitabında; lavabonun tıkanmasının, biriken günahlar karşılığında bir uyarı olduğunu söyleyen Şekûr, Gölgeler Koridoru'nda yine günlük hayattan imtihan örnekleri veriyor. Hiç bilmedik bir ormanda yapılan gece yürüyüşünden, bir ateşböceğinden, veranda inşaatından, fitneden, Saraybosna'daki savaşın ortasından tefekküre, irfana ve hikmete uzanan bir yolculuk. Bu yolculukta hasret, vuslat ve gurbet tüm lezzetiyle okuyucuya sunuluyor. Gönül erlerine hakikat iştiyakı sunuluyor. Fatih Sultan Mehmed'in veziri, şair Ahmed Paşa'nın bir beyti düşüyor yüreğe: "Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr / öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."
Prolog bölümünde Şekûr, "Kendime baktığımda, karşımda yegâne umudu, zincirlerinden kurtulmak olan bir mahpus görüyordum" diyor ve on dört bölüm boyunca zincirlerini birer birer kırmaya çabalıyor. Kitap, ismini Furkan Suresi’ndeki "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı" ayetinden alıyor. Şekûr, tüm görememelerinin kaydını düşüyor. Önce iç, sonra da dış âleme yapılan dalışlarda, şeyhinin oksijen tüpüne sarılıyor. Tüm bu sarılmalar Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" sözünü akla getiriyor. Aklı bir kenara bırakıp kalple yapılmaya çalışılıyor tüm dalışlar. Çünkü Yunus Emre Hazretlerinin dediği gibi: "Bu akıl fikr ile Mevla bulunmaz."
Tasavvuf büyükleri el'an tasavvufun asla kitaplar vasıtasıyla öğrenilemeyeceğini söylüyor. Bu durumda biz okuyucular da şunu sormakta haklıyız: Öğreneceğimiz "adresler" nerelerdir? Bir kamil mürşid ararken bize faydası olacak kitapları okumak en azından meşrebimizle yüz yüze gelmemizi sağlayabilir. "Dervişlik demir leblebi gibidir" buyuruyorlar. Çiğnemesi ayrı, yutması ayrı zor. Bu zorluklara bu çağda göğüs germek de zor. Okuyucunun bu sebeple tasavvuf kitaplarına yönelmesi son derece doğal. Adresleri, kapıları, şahısları bilmiyor. Evvela tanımak istiyor. İnsanın tek başına manevi tekamül göstermesi muazzam zor. Bir mürşide ihtiyaç var. Kim? Nerede? Nasıl? Sorular, sorular, sorular... İşte bu tip kitaplar, bu soruların "sorgu" olmaması için bir araç. Maksat ise amaca, Hakk'a ulaşmak. Maksat belli, yol meşakkatli, usta yaman. Allah yola çıkanları yolda komasın.
"Hak yolcularını ilim deryalarına götüren bir dizi adım vardır. Ama iş bu deryalara vasıl olmakla da bitmez. Hakkı arayanlar, bundan sonra sadece Ehad ve Samed olan Allah'ın var olduğu Ehadiyet makamına erişirler. Bu makamda, sen Allah'ın içinde, O da senin içinde var olur. Çoğu mürid bu mertebeye vasıl olamaz. Unutma ki, bu mertebeye ulaşmak için mürid, kişiliğinden ciddî anlamda feragat etmeye mecburdur. Bunun içinse, kendini enesinin ve nefsinin boyunduruğundan yeterince kurtarmış olmalıdır. Ne var ki, insanoğlu dünyaya öyle bir nefs, hevâ ve heves potansiyeliyle gelir ki, bunlarla cihad edebilmek için en azından bunlar kadar kuvvetli bir iradeye sahip olması gerekir. İnsanoğlunun bu cihadı esasen, ruhun cesede karşı verdiği mücadeledir."
İnsanın yegane çabası mana alemine yoğunlaşmak, anlamı bulmak olmalıdır. Hayatın anlamı muhakkak O'na çıkacaktır, çıkmalıdır. Eğer bizim varlığımızda manaya, anlama dair bir şey yoksa; tıpkı uzun zamandır batıda görüldüğü gibi hastalıklar, intiharlar, bölünmeler, ayrılıklar, şiddet, öfke, savaş ve her türlü felaketi yaşamak da elzem olacaktır. Şeyhinden bilhassa bu konu üzerine duyduklarını şöyle aktarıyor Şekûr: "Şeyh, bize hak yolcuları olarak şu fâni dünya hayatında varlığımızın anlamdan yoksun olmaması için ne yapmamız gerektiğini öğretiyordu. Bizi, dua yoluyla kalplerimizin en kuytu köşelerinde, bu dünyaya dair umutlarımızı keşfetmeye davet ediyordu. Şahsî sıkıntılarımıza gelince; bunları tamamen olumsuz görmüyordu. Bilakis, gündelik yaşamımızda meşakkatlerle karşılaştığımızda bunlara derc olunmuş şahsî tekamül yollarını görmemiz için bize himmet etmeye çalışıyordu. Bize, hayatımızın inişli ve çıkışlı yollarını adımlarken hep sabrı tavsiye ediyor, meşakkatlerle karşılaştığımızda Allah'tan umudumuzu kesmememizi öğütlüyordu."
Başkalarıyla, başka şeylerle ve bilhassa boş işlerle uğraşmaktansa kişinin kendi iç âlemine yapması gereken yolculukların onu er ya da geç hikmet kapılarının anahtarlarına ulaştıracağını anlatıyor Şekûr. Bu sebeple kitap şahsi bir günlük olmaktan çıkıp manevi âlemde, kendini ve Rabbini tanımak için sefere çıkmak isteyen her okuyucuya yardımcı olacaktır. Bilhassa hasbelkader kitapla buluştuğunu "zanneden" okuyucu, eminim ki Muhyiddin Şekûr ismini kalbinin bir köşesine oturtacaktır. Fakirin şaşkınlıkla okuduğu ve takip ettiği bir isimdir. Bunun sebebi de hikmeti de gönlümde "ilginçliğini" koruyacaktır. Başa dönecek olursak, onunla bununla uğraşarak kaybedeceğimiz vakitleri kendimize ayırsak, yeni umutlar ve galibiyetler önümüze serilecek belki de: "İnsan, ilk olarak kendi enfüsî âlemini tetkit etmeyi düstur edinirse, kendini nefsine yenik düşmekten kurtarabilir. Öte taraftan, nazarını ilk olarak başka insanlara ya da başka şeylere çevirmeyi alışkanlık hâline getirirse, meselelerin gerçek mahiyetini hiçbir zaman kavrayamaması muhtemeldir. Şayet bir kişi başta kendi kalbine bakar ve yine de dürüstçe kabahatsiz olduğuna kanaat getirirse, o zaman bu kişiyi, adaleti mutlaka tecelli edecek olan Âdil-i Mutlak'a havale etmek gerekir."
Tıpkı ilk kitabında olduğu gibi bu kitabını da Şekûr "Şeyh'ten deyişler" bölümüyle bitiriyor. Bazılarını buraya almaktan memnuniyet duyacağım:
- Tarikat, fırtınadan göz gözü görmezken insanlığa yol gösteren nûrdur. Tarikat, hakikati savunan insanlardan oluşur. Hakikati savunmak Müslüman'ın olmazsa olmaz özelliğidir.
- Tarikatın marifeti, Allah'ın sırları üzerindeki perdeleri kaldırmaktır. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Elimize bir çekiç alıp her türlü alışkanlığı ve kalıbı kırıp parçalayarak. Bunu yapmazsak alışkanlıklar ve kalıplar yeni bir din hâline gelecektir.
- Kendini unut. Ayrılık acısını hisset. Ve şimdi ayrılığı da unut. Hiç olup öyle başla namaza.
- Allah, kullarını sıkıntılarla sınar. Hakkın yanında olanlar çoğu kez büyük acılar çeker, diğer taraftakiler ise hakkın sesine sağır olur.
- Gün gelir Allah kralları köle, köleleri kral yapar. Kabiliyetlerinizi kullanarak gidebildiğiniz yere kadar gidin.
- Kara sevdaya düşen ve şehvetlerinin kölesi olan kimileri âşık olduklarını zannederler.
- Bu dünya, ezel ve ebed'in arasında sıkışıp kalmış bir göz yanılgısıdır.
- Abdestinizi tam alamazsanız, namazınız da tamamlanmaz. Demek ki, bitişleri başlangıçlar belirler.
- Rüzgâr olmasaydı, bütün dünyayı örümcek ağları sarardı.
- Eğer Allah'a inanıyorsan, hiçbir şeyden korkmaman gerek.
- Siz Allah'tan ümit kesersiniz, ama Allah sizden ümit kesmez.
- Görünen, gerçek değildir; gerçek, her zaman görünür değildir.
- Ûzkûrullâhe zikren kesîrâ ayeti, tarikatın Kur'ânî temelidir.
- Arayışta olanlar muhibdir; sevdiklerini bilirler. Huzura kabul edilmişler ise müridlerdir; sevildiklerini bilirler. Dervişler müridlerin içinden çıkar.
- Giderek daha çok insanın Ehl-i Beyt'in kapısını çalacağı günler yaklaşmaktadır. Bugüne kadar, herkese hüsn-ü zanla baktık, ama kısa zaman sonra kapılar bir daha açılmamacasına kapanacak, tıpkı Nuh'un gemisinde olduğu gibi. Geri dönüşü olmayan o yola girmemize az kaldı. O an gelip tufan koptuğunda, dağlar gibi dalgalar yükselecek ve düşüşler müthiş sert olacak.
Bu yazının başlığı da şeyhin bir deyişidir. Ucundan tutabilene aşk olsun...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)