15 Ocak 2016 Cuma

Solun temelinde çürük var

Felsefenin özellikle Kant sonrası felsefenin ilke ve kavramları bir program halinde Alman idealizmindedir. Dolayısıyla milliyeti ne olursa olsun bu felsefe ile çalışacaklar önce Alman dili ve edebiyatını etraflıca öğrenmek zorundadır. Dünya Savaşlarının ardından bu gelenek, Nazi Almanyası'ndan kaçan Alman edebiyat eleştirmen ve filozoflarınca Türkiye üzerinden Amerika'ya taşındığı gibi, onu iyi bilen ve takip eden Fransız filozofları tarafından da devam ettirilmiştir. Jean Baudrillard da bu geleneği iyi bilen bir Fransız'dır; çünkü önce Alman dili ve edebiyatı görmüş ve Almanca öğretmeni olarak çalışmıştır. Aynı zamanda bu çalışmalarına edebiyat eleştirmenliği ve çevirmenlik de dâhildir. Modernleşmeyle birlikte piyasaların kapitalist bir tarzda genişlemesine eşlik eden metalaşma süreçleri ve dini inançların zayıflatılmasıyla ortaya çıkan gerilimler karşısında Baudrillard, mevcut olanın da altında ezilmemek için direnç/dayanak noktasını Alman düşüncesinde bulmuştur. Nietzsche'nin Batı düşüncesine getirdiği eleştirileri derinleştirerek insanlığın içine sürüklendiği varoluşsal krizden duyduğu kaygıyı kendine has bir dil ile ifade etmeye çalışmıştır. Bu yolla, tarihin tekdüze ilerleyen rasyonel bir süreç olduğu görüşünü paylaşan Hegelci ve Marksçı geleneklerden de krizi derinleştirdiğini düşündüğü için kopmuştur. 1978-1984 yılları arası sol ile ilgili kaleme aldığı yazılarından oluşan “İlahi Sol” kitabı da bu kaygının bir ürünüdür. Oğuz Adanır'ın titiz çalışması sonucu çevrilen ve Boğaziçi Üniversitesi Yayınları arasında okuyucuya ulaşan “İlahi Sol”, Fransa'da solu çözümlemekten -ve eleştirmekten- ziyade solun Baudrillard'da nasıl algılandığını da gösteren bir metindir.

Kitabında -daha doğrusu 1977 yılında tutmaya başladığı günlüğünde- Baudrillard, bir bahse girerek solun iktidara gel(e)meyeceği iddiasında bulunur. Çünkü solu temsilen Komünist Parti, -gerek yöntem gerek anlayış itibariyle- içinde bulunduğu hipergerçekleşmiş bir simülasyon toplumunu analiz etmekten uzak arkaik bir politik tutum ile yanlış bir strateji gütmekteydi. Bir başka ifadeyle sol, toplumsalı tamamen hatalı bir şekilde değerlendirmekteydi ve vaktiyle yanlış temeller üzerine inşa edilmiş sınıf savaşımı ile sermaye karşıtlığına dayalı politik ilkelerini yeni dönem ile zorla irtibatlandırmaya çalışıyordu. Bu ilkelerden ilki, burjuvazinin feodal düzen karşısında özgürleşmek amacıyla daha önce hiç görülmemiş bir değer düzenini getirmek için başvurduğu sınıf terimidir. Fakat burjuvazinin tekelinde olan sınıf terimine proletaryanın da kendini yadsıması için başvurulduğunda siyaset oyunu baştan kaybedilmiştir. İkincisi ise Marksistlerin sermaye karşıtlığını kullanım değeri üzerinden kurmaları olmuştur. Bu yolla da vahşi bir etik anlayış ile değişim değerini sınır tanımayan bir egemenlik biçimi haline getiren kapitalizme kullanım değeri üzerinden ahlaki bir görünüm kazandırarak sermayeyi sıradanlaştırmıştır. Böylece işlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için ellerinden gelen katkıyı sağlamışlardır.

Solun politik ilkeler konusunda yaşadığı bu kafa karışıklığı da iktidarı gözden kaçırmasına sebebiyet vermekteydi. Daha ilginci ise solu temsilen Komünist Parti'nin bu eski stratejilerdeki ısrarı, onun iktidara gelmek istemiyor olmasıyla alakalıydı. Bir bakıma Komünist Parti varlığını iktidara karşı bu tutumuna borçluydu. İktidar olamadığı her dönem onun yerini sağlamlaştırmasını, uzun vadeli bir kuruma dönüşüp ondan beklenti içine girilmesini sağlamaktaydı. Bu sayede cumhuriyet, tarih ve devrim için ondan istenen yedek parti görevini de yerine getirmekteydi.

Baudrillard'ın iddiasına rağmen Fransa'da sol, Komünist Parti'nin de çökmesinin büyük rol oynaması ile 1981 yılında iktidar oldu. Bunun ardından -çelişkili gibi görünse de- Baudrillard, solun iktidarda kalacağı öngörüsünde bulunmuştur. Çünkü Baudrillard'a göre sol, her ne kadar temsil edebilme sürecini gittiği yere kadar götürmek istese de; kitleler, temsiliyetin sona erdiği, herkesin modaya uyduğu bir simülasyon toplumunda soldan ne bir değişim ne de temsil talep etmektedir. Aksine, bir iktidar modeli haline gelerek kendini değişim ve gelecek simülasyonuna çeviren sosyalizmden sahnelediği bu temsil oyununa tanık olmak istemektedir. Zaten 1980'li yıllarda esnek enformatik, özerkleştirilmiş, birleştirici, katılımcı, en küçük zerreciklerine kadar hünerli, serbest girişimciliğin yenilediği, serüvenci bir toplumsal aydınlanma da sosyalizm kavramını alt üst etmişti. İşlemselliğe bağlı bu yeni toplumsallık da, bir gösteri toplumundan çok buz tutmuş kaskatı bir toplumsal düzene doğru yol almaktaydı. Yalnızca değerlerden hoşlanan, yaşamın tüm alanlarında ahlaki bir duruşa sahip olmak isteyen, tarihe mal olmuş erdemlerin savunuculuğunu yapan sosyalizm ise gösterge ve simülakrlara dayanan çok daha kurnaz ve ahlaksız olduğu söylenebilecek güncel gerçeklik karşısında acınacak bir duruma düşmekte, aciz kalmaktadır. Baudrillard'ın yönelttiği temel itiraz da solun üstlendiği bu ilahi konumdur.

Her ne kadar sola getirdiği eleştiriler hazmedilmese de ve pesimist bir perspektiften nihilizme saplandığı gerekçesi ile kitleleri pasifleştirdiği, eşitlik, adalet ve tahakküm konularında sermayeye karşı direnişi anlamsızlaştırarak doğrudan eleştir(e)mediği şeklinde lanetlense de, Baudrillard ne yapmalı sorusuna yapay cennet düşünün terk edilmesi gerektiği cevabını verir. Gerek sağ siyasette gerek sol siyasette kötülüklere karşı savaşmak için yapay bir şekilde yapılandırılmış cennet ideali, günümüz toplumlarında artık başvurulabilecek bir silah değildir. Dolayısıyla Baudrillard'a göre bugün cennet idealine karşı dövüşmek tek çıkar yoldur.

Dönemin hakim havasının uzağında konumlanan Baudrillard, içinde bulunduğumuz toplumlardaki simülasyon yapılarına işaret ederek kaygılarını bu yolla dile getirmeye çalışmıştır. Bu yapıların sadece Batı dünyasına has gelişmeler olduğu, eğer Baudrillard değerlendirilecekse, ait olduğu toplum içerisinde, bağlı bulunduğu değerler kümesi özelinde bütünlüklü bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği söylenebilir. Bu görüş kısmen doğrudur da; ama modernleşmeden nasibimizi aldığımız ölçüde de Baudrillard'ın dikkate alınması gerekmektedir. Sol konusunda ise Türkiye'de üç beş liberal kırıntının ve onların da radikalize edilmesinin dışında sola dair bir şey var mı ki?

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

13 Ocak 2016 Çarşamba

Açılım sürecinde Türk milliyetçilikleri

Umut Özkırımlı, eleştirel bir bakış ile incelediği ''Milliyetçilik Kuramları'' adlı kitabında Türk Milliyetçiliğinin olmadığı Türk Milliyetçiliklerinin olduğu teşhisinde bulunur. Bunun anlamı, her kesimin farklı bir milliyetçi tanım yapma gayretinde olduğudur. Vatandaşlığa dayalı milliyetçilikten, kültür milliyetçiliğine, liberal milliyetçilikten üçüncü dünya milliyetçiliğine Anadolu coğrafyası içerisinde yer alan/tutan her kesimin tanımlaya geldiği bir milliyetçilik anlayışı vardır. Aralarında farklılık arz etse de daha önemlisi bu tanımlamaların Avrupa merkezli bir milliyetçilik temelinde sekülerize edilmiş, tepkiye dayalı bir siyasal programın parçaları olmaları tanımsal milliyetçiliklerin ortak paydasıdır. Bu bir olumsuzluk olarak önemle dikkat edilmesi gereken bir noktadır.

Milliyetçilik tartışmaları son zamanlarda, özellikle de devletin politik hareketliliğine paralel bir şekilde gündemde yer edinmeye başladı ve yeni süreçte daha da tartışılacağa benziyor.

Bu tartışmalar -çoğunlukla kamuoyunu şekillendirmeye yönelik yürütülse de-, Türkiye''nin Avrupa Birliğine yönelik politikalarında ve açılım sürecinde milliyetçiliğe dair getirmeye çalıştığı yeni yorumlara karşı bir kamplaşma etrafında dönmektedir.

ÜÇ TARZ MİLLİYETÇİLİK

Genel hatları ile tartışmada yer alan kamplardan birisi kapitalist dünya-ekonomisinin devletlerarası sistemde örgütlenmesini (devamlılığını ve etkinliğini sürdürmek adına) ulus-devletlerden daha büyük bölgesel alanlara taşıma gayretine denk düşen yeni ve kapsayıcı bir milliyetçilik yaklaşımıdır. Türkiye'de Adalet Partisi'nden Doğru Yol Partisi ve Anavatan Partisi'ne değin pragmatik ilişkiler içerisinde geliştirilen milliyetçi anlayış ile örtüşen yeni milliyetçilik yorumu esnek bir anlayışa sahiptir.

Bir diğer kamp ise yeni yaklaşımın mesafeli durduğu Gökalp&Akçura çizgisinde şekillenen pozitivist bir anlayışla vatandaşlık temeline dayanan, bugüne değin resmi ideoloji ile bütünlük içerisindeki milliyetçiliktir. Gökalp''ın İslâm'ı kültür alanında ele alması ümmetçiliğe açık kapı aralasa da, aslında Akçura'nın laisizm vurgulu milliyetçilik tanımı ile örtüşmekteydi. Şaban Teoman Duralı'nın dikkat çektiği gibi, bu tanımlamanın babası sonradan soyadını Tekinalp olarak değiştiren Moiz Kohen'dir ve Gökalp'ın hocasıdır. Bu kavmî tutum, Akçura'nın ''devrim tüccarı'' olarak bilinen Parvus Efendi ile ilişkileri de dikkate alındığında, ilkin Alman subayları, sonrasında da Selanik odakları ile iş görmüştür. Dönemin şartları düşünüldüğünde, bu kampta yer alanların takındığı milliyetçi tavır bir panzehir işlevi görse de, bugün için aynı şey söylenemez. Ayrıca panzehirin bir noktadan sonra zehir işlevi gördüğü de dile getirilmektedir.

Bu iki kampın yanında bir başka kesim daha vardır ki -bir kamp oluşturmasalar da-, programlarını çoğunlukla dahili oldukları azınlıkların daha rahat nefes alabilmeleri adına kurmuşlardır ya da öyle görünüyorlardır. Sol bir jargonla evrensel ilkelere dayalı sözde milliyetçilik karşıtı bir söylem ile aslında yaptıkları mevcut düzeni idame ettiren unsurla bütünleşmektir.

Avrupa merkezli düşünce geleneğinde varlık, bir başka varlığı temel alarak onun karşısına ve onun üzerine yerleştirilerek tanımlama çabası içerisindedir. Bu minvalde madde ile zihni iki ayrı varlık tipi üzerinden kodlamış, bu sınırlı dualist bakış açısı yaşamsal her alana bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmıştır. Türkiye''de ulusal devletin kurulması ile ideolojik bir ihtiyaç halinde kendini gösteren milliyetçilik de bu gelenekten nasibini almıştır. Bugünün Türkiye''sinde yeniden tanımlanmaya çalışılan milliyetçi yaklaşım -içerideki sorunları çözmeye yönelik toplumsal talebin yarattığı baskıyla da-, vatandaşlık tanımının kapsayıcılığını genişleterek revize etme ihtiyacına denk düştüğü gibi dünya konjonktüründeki değişime yönelik bir hamledir de.

HERKES KAPSANABİLİR Mİ?

Her halükarda, özellikle anayasa çalışmaları üzerinden yürütülen bu tanımlamanın kapsamı ne kadar genişletilirse genişletilsin, birilerinin dışarıda kalacağı muhakkaktır; çünkü vatandaşlığa kimin dahil edileceği mevzusu kimin dışarıda tutulacağı sorusunu beraberinde getirir. Bu durumun olası sonuçlarına yönelik hareket eden diğer kesimler için, ister dahil olanların alanının genişletilmesi ile kendi alanlarının daralacağı sanrısına kapılarak, ister bu genişlemeden nasibi alamayanların sözcülüğünü yapanların ortak payda bu gelişmelerin otantik uyuşmazlığı karşısında net tavrın konulamamasıdır.

Bu tanımlama girişimlerinin en nihayetinde maddiyatçı bir temelde, sınıfsal, ekonomik ya da ideolojik bir bakış açısı ile Türk'e rol biçme çabaları, parçalayıcı, geçici çıkarlara dayanmaktadır. Bu politik mevzilenme merkezine aldığı dar bakış açısından kendini kurtarmalıdır; çünkü bu dışarıdan devşirilmiş ve dünyevi olanı amaçlayan politik tutum da bugün için geçerli olan çözüm yarın için başkaca sorunlara bizi gebe bırakır. Varlık minvalini küfre ve küffara karşı verdiği mücadelede bulan insanlara verilmiş bir ismin Türk olduğu tarihsel gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız. İhsan Fazlıoğlu'nun da ifadesiyle onlar, yani mücadele ederken karşımızda bulduklarımız bize Türk demiştir. Bu, tanımlara sığmayan tarihsel bir gerçektir; dolayısıyla etnik, ideolojik ya da kültürel bir tutum değildir. Bu tutumları sürdürerek gerçeği görmezden gelmek ise bize hiçbir şey kazandırmayacağı gibi bir çok şey de kaybettirir.

VÂKİ OLANDA HAYIR VARDIR

Peki yapılması gereken nedir? Şair'in sözlerini önemsemeliyiz: "Burası bizim memleketimiz / Bıçak bu yerlerde saplandı şiire''. İçerisine girilen açılım sürecinin -dünya konjonktüründeki değişimleri de dikkate alarak- bizi nereye götüreceğini bilemeyiz; fakat karşılaşmamız muhtemel olumsuzluklara karşı hazırlıksız yakalanmamız çok önemli bir konudur. Bu süreç içerisinde yer alan kimi insanlar feraset sahibi olsa da ve bizler onların ferasetine inanıyor olsak da, sürecin hassasiyetini dikkate alarak milliyetçilik tanımlamalarına yönelik tartışmaların sığlığından kendimizi alıkoymamız gerekmektedir. Kendini öteki üzerinden kurmayan bir aklın kalp ile birlikteliğini bütüncül bir duyarlılıkla ele almanın yollarını aramalıyız. Eğer ki, bunu yapabilirsek ''rağmen'' demeyi de öğrenebiliriz. ''Vâki olanda hayır vardır.''

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

8 Ocak 2016 Cuma

Ruhun ve sözcüklerin dünyasında: bekleyiş ve umut

"İsimsiz bir özlem ağlıyordu ses çıkarmadan
Ruhumda, hayat özlemi ağlıyordu."

- Hugo Von Hofmannsthal, Canto di vita

"Ve koşuyorsun tesellisiz
Rüzgârdaki tek kuşmuşsun gibi."

- Alejandra Pizarnik, La figlia dell'insonnia

İnsan psikolojisiyle ve onun derinlikleriyle ilgilenen doktorlardan bazıları; felsefeden, edebiyattan ve müzikten istifade edince ortaya kalıcı eserler bırakıyorlar. Bu net ifademi son yıllarda okuduğum ve karşılaştığım bazı doktorların yaşamlarına borçluyum. Bahsetmek istediğim şey metafizik değil, gizem değil, mistisizm hiç değil. Sadece üç şey: İnsan, düşünceleri ve yaşamı. Şüphesiz insanın yaşamında umut belirgin bir yer kaplarken düşünceleri de bekleyişlerini anlamlandırdığı bir "şey" oluveriyor. Belki bir eylem, belki bir savunma mekanizması. Ben bunu biraz da bebeklerin ateşinin çok kolay çıkmasına benzetiyorum. Bebeklerin savunma mekanizmaları sanıldığının aksine çok gelişmiştir ve ufak bir virüs saldırısında harekete geçer, dolayısıyla ateş yükselir. Bundan dolayı bazı doktorlar "ateşten korkmayın" derler, doğrudur. İnsan da bekleyişleri arttıkça umut eden ve fakat umutları konusunda sabırsız olduğu için de kendi sonunu kendi elleriyle hazırlayabilen bir varlıktır. Özellikle yalnızlığıyla kurduğu irtibat ona ya ilham kaynağı olur ya intihar vesilesi. "Ruhun Yalnızlığı" adlı çarpıcı çalışmasıyla beni sarsmış olan Eugenio Borgna, yine Meryem Mine Çilingiroğlu çevirisiyle bu kez bekleyiş ve umudun yol haritasında rastladığı izlere temas ediyor. Kitabı hazırlama amacını da şöyle açıklıyor: "Kayıp ve yeniden bulunmuş Proustvari bir imgelemin izinden giderek, psikiyatri hastanesindeki ilk işgünümün umut ve beklentilerine, parıltı ve yanılsamalarına, özlem ve kaygılarına odaklanıp orada tanıdığım deliliğin kati şekilde psikolojik ve insani olan öğelerini katedip yeniden inşa etmeye yollandım."

Borgna, Novara'daki psikiyatri hastanesinden başlar bekleyişin ve umudun nabzını tutmaya. Dört bölüme ayırdığı kitabının ilk bölümünde "belleğin izinden" gider. Kaygı, delilik, önyargı gibi konuları irdelediği bu bölümde Rilke onun yoldaşı olur. "Her gün üstüme inen o kaygılar, daha başka yüzlerce kaygıyı uyandırıyordu ve bunlar, bana karşı dikleniyor, aralarında birlik oluşturuyorlardı ve ben onları yenemiyordum" diyen şair, ilk bölümdeki tüm konuları yaşamış, anlamını aramış ve öyle çekip gitmiştir bu dünyadan Borgna'ya göre.

İkinci bölümde "bekleyişin ve umudun imgeleri" üzerinde durur Borgna. Kayıp ve yeniden bulunmuş zamanın izinde, kalbin bekleyiş ve bekleyişlerdeki huzursuzlukları, varoluşsal bir kategori olarak umut ve psikopatolojik deneyimlerde umudun dönüşümü bu bölümün konularını oluşturuyor. Augustinus'tan Thomas Mann'a, Walter Benjamin'den Marcel Proust'a kadar birçok yazar ve şair Borgna'nın açıklamalarında alıntılar yaptığı asistanları olur adeta. Hastane koşulları ve hastaların vaziyetleri, korkunç bir can sıkıntısını ortaya çıkarır ve Borgna bu durumu bir refleks olarak şöyle açıklar: "Her kapalı kurumda can sıkıntısı tehlikesi gizlidir. Bu psikiyatri hastanesinde, can sıkıntısı, gerek tedavi olan, gerekse de tedavi eden kişilerde yayılmakta ve her hastanın yalnızlığını ve hastalık kaygısını, hastalığın psikopatolojik ve klinik özelliğinden bağımsız olarak artırmaktadır. Burada, can sıkıntısı, her hastanın, kapalı kaldığı kuruma karşı kuşandığı zırhtır: Sessizlik ve kayıtsızlıktan kaçmak üzere yapılan son deneme mahiyetindedir." Can sıkıntısının ardından, şiddetli melankoli yaşayan hastası Angela, günlüğüne şunları yazmıştır: "Zaman hiç geçmiyor ve artık geçmiyor. Boyuna saat kaç diye sormam gerekiyor çünkü zaman durdu. Artık ne dün var ne de bugün. Her şey durdu ve bende hiçbir değişiklik yok. Sabahla akşam arasında hiçbir fark yok. Dünya değişti: İnsanların çehreleri değişti ve dünya değişti. Çok şey değişti. Bana, hiçbir duygum, ilgilendiğim hiçbir şey kalmamış gibi geliyor."

Ne kadar korkunç ve bir o kadar da gerçek ifadeler. Bir diğer hasta Anna ise "Sadece et ve kemikten ibaretim, bende hayat yok. Artık bir insan değilim. Bir yığınım ben, anlamsız bir şey, bir hiç oldum." diyerek Borgna'ya felsefenin boyutlarını sorgulatır. Yaşamın sürekli artmakta olan hızı ve rutinleşme, insanın ruhunu kaybetmesine ve hastalıklı birer robot olmasına sebep olurken Borgna burada Simon Weil'in Renault fabrikasında yaşadıklarını konu eden kitabının sayfalarını çevirir: "Başkalarının iradesine tabi olan bir nesnesinizdir. Bir insan nesne olmak doğal bir şey olmadığından ve nesne olmak gibi somut bir zorunluluk olmadığından, ne zincire ne de kamçıya ihtiyaç vardır, bu atalete insanın kendi kendine boyun eğmesi gerekir. İnsanın kendi ruhunu, yaka kartını taktığında bırakabilmesi ve çıkarken geri alabilmesi ne iyi olurdu. Ama bu mümkün değil. İnsan ruhunu kendiyle beraber fabrikaya götürür. Onu gün boyu susturması gerekir. Çıkışta da, kendi ruhunu duymaz olur çünkü ziyadesiyle yorgundur... "

Tedavi yöntemleri arasında kendine ciddi bir yer bulan müzikle birlikte bazı ünlü ressamların resimlerini de yorumlar Borgna. O resimlerdeki duygusal geçişlerin ve yansıttığı ruh hâllerini izler, hastalarıyla ilişkisini arar. Bu konuda önemli bir çalışma ortaya koymuş Alberto Giannelli'den alıntı yaparak bölümü sonlandırır: "Her ikisinin de, resmin de müziğin de, semantik potansiyeli yüksektir ama sembolik-öncesi deneyim ve dilsel-öncesi deneyim olan müzik, oldukça hızlı gelişim aşamalarından geçtiğinden daha yüksek semantik potansiyel taşır gibi görünmektedir. Wagner'in yüceliğini selamlayan Friedrich Nietzsche'nin dehasal sezgisi, müziğe, resim de dahil, diğer bütün sanatlara göre üstünlük atfetmekte, hatta müziksiz bir hayatın hata olacağını söyleyecek kadar ileri gitmektedir."

Semantik, yani anlam bilgisi, yani anlam arayışı. Batıda da doğuda da bu arayışında neticelere varmayan insan intiharla yüzleşir. Üçüncü bölümde "umudun çöküşleri" üzerine derin analizler yapan Borgna; Leopardivari bir umut şifresi olarak intihar, psikotik kaygıda umudun kırılması, Cesare Pavese'nin sonu olmayan intiharı ve ölüme dair şiddetli özlem gibi konuları inceler. Hermann Hesse'nin romanlarını büyüleyici derece karmaşık bulan Borgna bu romanların "içsel hayatta derin kökler salmış içeriksel kilit noktaları" barındırdığını söyler. Bazı kilit noktalarını açarken ise sessizlikten faydalanıldığını şöyle anlatır: "Sadece günlük hayattaki karşılaşmalarımızda değil, kaygı ve huzursuzluğa kapılmış hastalarla yaşadığımız karşılaşmalarda da ve hatta özellikle bunlarda, sessizlik içinde diyalog kurmanın gizemli anlamını kavramamız gereklidir; bu, onların ne hissettiklerini ve ne duyduklarını, huzursuz bekleyiş ve umutlarının neler olduğunu, hayatlarının ufuklarına inen gölgeleri sezmek amacıyla yapılmalıdır."

Benliğini ve gerçekliğini kaybeden hastaların nihai kararı da ölümdür. Bir an evvel ölmek isterler. Alessandra da bu hastalardan biridir ve günlüğüne şunları not etmiştir: "Uyuyakalmaktan korkuyorum ve uyuyakalmak istiyorum çünkü korkunç şeyler yapmaktan korkuyorum. Hakikat olan şey, benim hiçbir zaman söylemediğim şey. Ne yapacağımı bilmiyorum ve kendimden korkuyorum. Kendimi öldürmekten, bunu istemeden yapmaktan korkuyorum çünkü Tanrı'nın bir insan olarak bana çizdiği sınırı aştım. Çok fazla şey bilmek istedim ve Tanrı'ya da meydan okudum. Her halükârda korkunç bir hakikat keşfetmekten korkuyorum. Hakikati keşfedersem, kati surette intihar edeceğimden korkuyorum. Artık dayanamıyorum. Yürüyen bir keşmekeşim ve bedenim de yürüyen bir keşmekeş. Pişman olmadan ölmekten ve dolayısıyla da cehenneme gitmekten korkuyorum. Hiçbir şeyim işlemiyor artık. Kendimi sürekli bir çöküntü gibi hissediyorum."

George Bernanos’un ve Robert Bresson’un ifade bulan umut ve intiharı da irdeler Borgna. Ölümün psikotik büyüsü o kadar geniştir ki filmler, resimler, müzikler, günlükler, mektuplar bu büyünün içinde bir sözlük gibidir. Cesare Pavese on altı yaşında mektup yazmaya başlamıştır ve kısa ömrüne sayılamayacak kadar çok mektupla veda etmiştir. Henüz 19 yaşında yazdığı, başına "Bu sana istemli bir dram gibi gelecek ama aslen öyle değil: Hepsi gerçek." notunu düştüğü ve cebinde taşıdığı revolverin ona hissettirdikleriyle bezeli bir şiirini şöyle bitirir: "Ve dayayacağım şakaklarımdan birine / patlatsın diye beynimi.". 6 Kasım 1938'de ise günlüğüne şöyle yazmış: "Akşamlarımı kendime arkadaşlık etmek için aynanın önünde geçiriyordum.". Pavese intihar eden insanlarla dalga geçen insanları uyarır, onlara öfkelidir. İntihar edenleri birer şehit gibi görürü ve şunları söyler: "Şayet bir şehit, acıları ve kanıyla iç içe olmuş düşünce ve duygularının içtenliğine, artık bayağı olmayan ruhunun içtenliğine tanıklık eden kişiyse, (kendine ve dolayısıyla da başkalarına) yalan söylemek, gereksiz olduğunu hissettiği bir çabayı kendine dayatmak, gereksiz olduğunu ve kendine ait olmadığını hissettiği farklı bir düzenleme yapmak yerine, kendini öldürmeyi, kendine o büyük, var olan en büyük acıyı vermeyi tercih eden intihar eden kişi neden şehit olarak kabul görmez?"

Siyah her ne kadar karamsarlığın, umutsuzluğun rengi gibi bilinse de, beyaz da buzludur ve fersah fersah bir uzaklığı belirginleştirir Borgna'ya göre. Ingeborg Bachmann, Antonia Pozzi ve Sylvia Plath'ın da şiirlerinde en yoğun kullandıkları renktir beyaz. Bir başka hastası olan Margherita, bir şiirine "Dibe batar insan / kayıtsız kaldığında / kendi acısına bile" diye başlar ve şöyle bitirir: "Umutsuzluk çığlığı / ses çıkarmaz olduğunda / ve sen haykırırsın, haykırırsın / mamafih duymazlar seni / mamafih devam edersin hakkaniyetini harcamaya / ve beklersin zamanın içinde / alçakgönüllülükle."

Denenmiş, başarısızlığa uğramış ya da düşüncede kalmış intiharların çoğunda asıl sebebe ulaşılamaz. Esasen burada psikiyatri yetersiz kalır, kalabilir. Eugenio Borgna bu tip intiharları çözebilmek için yazılan metinlerden, günlüklerden ve şiirlerden yararlanır. Böylesine kapalı kutu olan ihtiharların, "Umut yıkımının ve hayat reddinin psikolojik olarak canlı ve acımasız gerçekliğiyle ifade bulduğunu" söyler. En çok aranan ve bulunan öge ise kaygıdır ona göre: "Kaygı, ölüm ve ölme kaygısı olan kaygı içimize, kalbimize ve imgelemimize çöreklendiğinde henüz özgürüzdür ama artık özgür değilizdir de: Nereden doğduğunu bilmediğimiz ve nereye yöneldiğini bilmediğimiz kaygı tarafından kuşatılmışızdır; ve kaygılıyken hayattaki şeylerin ne kadar somut ve de elden kaçıcı olduğunu: onların uçuculuğunu ve cismaniliğini, saplantılı oluşunu ve eften püftenliğini, girdapsal büyüsünü ve keskin parçalanışını deneyimleriz. Böylelikle de kaygının uçurumlarından, istemli ölümün çağrısı (sirenlerin sesi ve sessizliği) yeniden yükselir. Sanki sadece sonsuzluğa ölür gibi ölmektir bu."

Kitabın son bölümü olan "Umudun ve sessizliğin sözcükleri"; içsellik, dinleme, söyleşi, ailevi bağlam, kader birliği gibi konuları içerir. Burada "Ne yapmalı?" sorusunu da gündeme getirir Borgna. Mesela intihar üzerine bir tedavi önerisi çok ilginçtir: "Bazı durumlarda bir kişiyi intihardan kurtarmak, ancak tedavi eden ile edilen arasında bir kader birliği sağlanmasıyla mümkündür. Eğer bir kadın ya da erkek hasta, kendi ölümünün bir şekilde, sembolik olarak doktorun ölümü de olacağını, doktorun silinmez bir yara alacağını hisseder (sezer) ise, o zaman intihar gerçekleşmeyebilir."

Kederli olmasına rağmen, her şeye rağmen birtakım umutlara açık özlemleri barındıran ruhumuza ihanet etmememiz için sözcüklere muhtacız. Eugenio Borgna kitabının son cümlesini bu yönde bir sürprizle bitiriyor ve yine okuyucuyu, şifasını araması için yönlendiriyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Ocak 2016 Çarşamba

Dikkat üstad çıkabilir!

Ne oldu da kozmetik diye bir sektörün doğmasına sebep olduk bilmiyorum. Mutlu görünen mutsuzlar sürüsü olmamıza sebep olan, bizi sabah evden çıkarken saçımıza jöle sürmeye mecbur bırakan devre yazıklar olsun...

Dış görünüşün büsbütün önemli olduğu bu fondöten çağında insanların mâneviyat, inanç, gönül, muhabbet gibi kavramlara ilgili olmasını beklemek, istisnalar hariç, körden beyazı tarif etmesini beklemekten farksız. Ne yazık, kozmetik çağı bizleri boktan birer mekanizmaya dönüştürdü.

Bu halden muzdariplerin, çağı Necatigil gibi "çok çiğ çağ" bulanların hayatında gönlü muhabbetle çağlayanların yazdığı kitaplar çok önemli bir yer tutuyor. Eskazâ, ruhları birazcık daralsa bu metinlerin şifalı sayfalarına bırakıveriyorlar kendilerini.

İşte "O ve Ben" o metinlerden biri. Yarı ömrünü, içindeki noksanlığı bulmaya adamış birinin samimiyetle yazılmış otobiyografisi. Öyle ki, Üstâd'ın siyah ve beyaz gibi ikiye ayırdığı yaşamına hevesle ortak oluveriyorsunuz.

Kitabın adının 'Ben ve O' değilde 'O ve Ben' olmasının sırrını ancak kitabı bitirdiğinizde anlayabiliyorsunuz. Bu isim Necip Fazıl'ın yaşamının yarısından itibaren katettiği yolun ulvîliğini gösteriyor bizlere. Onlarca yenilgiden sonra gelen zaferin sancağıymışçasına...

O. Abdulhâkim Arvâsi Hazretleri. Allah'ın azametini "Ne ki O sanılır, O'na peçedir" cümlesiyle, olması gereken en net biçimde anlatan velî.

Ben. Necip Fazıl Kısakürek. O'nu tanıdığı günü kendine mîlat belleyen, "Resûl'e Allah dememek şartı ile ne denilse az" diyen, "Her şey o kadar yok ki, yalnız Allah var; Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok!" diyen usta, üstâd.

Kendi deyimiyle "meselesiz kafalarla" geçen otuz yıldan sonra kendisine bir kılavuz aramak, hattâ bir kılavuza ihtiyacı olduğu idrâkine ulaşmak Üstâd'ı etrafındaki kuru kalabalığı yeniden sorgulamaya sevk etti. Hatta bu kalabalıktan öyle sözler duydu ki, işittikleri O'na daha fazla yakınlık duymasına sebep oldu.

"Ne örümcek, ne füsûn;
Kâbe Arabın olsun,
Çankaya bize yeter!"

Mürşîd eşiğinden içeri göz kırpışından sonra büsbütün tadı kaçan bu eski dostluklarla ilgili şunları yazdı:

"Türkiye'nin en büyük şairi bilinirken Müslümanlıktan başka gâye tanımayışım meydana çıkınca benden teker teker el çekenlerle bir hizada pörsüyen, tekrar canlanan ve aynı gâyede buluşuyormuşuz hissi veren; yine çatlayıp kuruyan ve öylece kalan mahzun bir dostluk..."

Necip Fâzıl, bohem hayatın karanlıklarından "Allah, sırrını emînine verir; bilen söylemez, söyleyen bilmez"e uzanan yetmiş dokuz yıla, tesiri asırlara uzanacak mücadeleler sığdırdı.

O ve Ben, bu mücadelenin en keskin virajına şahitlik etmek isteyenlerin ilk uğrak yeri niteliğinde.

Ancak üzülerek belirteyim; o yere makyajsız giriliyor…

Ufuk Sarımehmetoğlu
twitter.com/usarimehmetoglu

5 Ocak 2016 Salı

Hâlâ aşka inananlara

"Sıradanlığın zaferine inanıyorum."
- Sinan Sülün

Sinan Sülün, ilk öykü kitabı Karahindiba ile kütüphanemde yer edinmiş; ardından çeşitli mecra ve dergilerdeki yazılarını takip ettiğim bir yazar. Keskin bir gözlem gücü, akıcı ve kendine özgü bir dili var. Yeni kitabı üstünde çalıştığını öğrendiğimde hevesle beklemeye başlamıştım. Yazarın yeni romanı Kırlangıç Dönümü’nü de çıktığı hafta alıp bir nefeste okudum. Kitap bittiğinde damağımda hem bilindik hem de ilk defa fark ettiğim şeylere ait bir tat kaldı. Bu tadı oluşturan, şüphesiz, Sinan Sülün’ün çok bilindik bir hikâyeyi farklı bir üslupla anlatabilmiş olmasıydı. Kırlangıç Dönümü, çok tanıdık bir hikâye anlatıyor esasında. Farklı geçmişlerden gelen, farklı sınıflara mensup iki gencin aşkı var, ana eksende. Ali ile Verda’nın aşkı. On yılını hapiste geçirmiş devrimci Ali ile “olaylara karışmamış” iyi aile kızı Verda’nın yollarının kesişmesiyle açılıyor hikâye. Ve kurgu devam ettikçe Sülün’ün kendine özgün dili ve yeteneği, hikâyeyi katman katman derinleştirerek bilindik öykülerden ayrıştırıyor.

Kırlangıç Dönümü’nün en güçlü yanlarının başında karakterleri geliyor. Tüm karakterler, sanki yan komşumuzcasına tanıdık ve sahici. Ali, hepimizin gençliğinden, heveslerinden ve içimizdeki naif hallerden bir parça taşıyor sanki. Hepimizin içinde Verda gibi, bir adama / kadına şaşkınlıkla bakma isteği var. Ve diğerleri, Nergis, Hüseyin, Deniz, Başak, Bertuğ, Can… Her biri, sanki bir şekilde tanıdığımız bir insandan veya bir duygudan parçalar taşıyor. Ve hepsi bir araya geldiğinde, fazlasıyla bize ait, bize dair bir hikâye örülüyor. Karahindiba ile incelikleri yakaladığını fark ettiren ve gözlem gücüne hayran bırakan Sinan Sülün, Kırlangıç Dönümü’nde de “insanı” anladığını çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor.

"Kendi benliğine güzellikler katmak için âşık olmak isteyen kişi aşkın ne olduğunu bilemezdi. Aşk hiç ummadığınız, hiç beklemediğiniz bir anda buluverirdi sizi. İnsan âşık olmayı seçmezdi. Aşk onu seçerdi. Sadece varlığını kaybetmeye hazır olan insan o kapıdan içeri girebilirdi. Bu mucizevi duygu, her gün yeniden ölen Tanrı’nın kendisine inanmamız için gösterebildiği tek delildi. O sabah Ali için de öyle oldu. Aşk birdenbire, güneşin altında parıldayarak, yüzlerce tesadüfün gizemli uyumuyla kapıdan içeri girdi."

Kırlangıç Dönümü’nü ayrıştıran bir nokta daha var. Ana ekseninde aşk olmasına rağmen salt bir aşk hikâyesi olarak kalmıyor; politik bir zeminde yol alıyor roman. Ancak, klişelerden farklı olarak ajitasyona, demagojiye veya söyleme boğulmuyor. Memleketin geçtiği yollar, haksız yere hapis yatanlar, hevesini yitiren güzel çocuklar, sağdan-soldan olanlar ama aslında aynı gökyüzünü paylaşanlar… Hepsi, biz nasıl yaşadıysak o kadar yalın ve “olduğu gibi” yer buluyor hikâyede.

Kırlangıç Dönümü, geçmişten beslenirken en çok da bugünü anlatıyor. Bugünkü halimizi, hayatımızı, aşklarımızı… Ve farklı bir dünyanın mümkün olduğuna dair bir inanç aynasında yansıtıyor çağımızı. Ali, çoğunluğa garip gelen tavırları, kimi zaman çocuksu kimi zaman fazlasıyla yaş almış halleriyle saf olanı, farklı olanı çarpıyor yüzümüze. Ve sevdiriyor kendini. İçimizde, belki de bastırdığımız, gizlediğimiz bir umudu çıkarıveriyor yerinden.

Hayata, insana ve aşka dair umudu tazeliyor.

İyi bir roman okumak ve içindeki umudu tazelemek isteyenlere iyi gelecek bir kitap: Kırlangıç Dönümü.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

1 Ocak 2016 Cuma

Yükselmek isteyen tırmanmak zorundadır

"Hareket, insanın yer değiştirmesi değil, kendini değiştirmesidir."
- Nurettin Topçu

Bazı insanlar celalî hâlleriyle, bazıları ise cemalleriyle hatırlanır. Emin Işık deyince her iki hâlle de onu hatırlamak mümkün. Konu ne zaman tasavvufa ve Hz. Mevlana'ya gelse, haddini aşanlar için Emin hoca o muazzam bilgisiyle bir refleks olmuştur ve celallenmesiyle meşhurdur. Bu celalî hâli nefsinden değil, Hz. Pîr'e olan aşkındandır.

Öte yandan Yaman Dede'ye ait "Gönül hûn oldu şevkınden boyandım yâ Resûlallâh" naat-ı şerifi ve "Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma" şiirini okurken de cemali ve mûsikîye ne kadar hâkim olduğu da rahatlıkla anlaşılabilir. Zira gönüllerin sultanı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerinin buyurduğu gibi "Tencerenin kapağı tıkırdamaya başlayınca içinde ne pişiyor anlarsınız."

Emin hocanın ardında namaz kılmış, vaazlarını dinlemiş, dualarına "amin" demiş her kûl, şüphesiz hocanın âlimliğine şahittir. Muazzam bir tasavvuf bilgisi ve elbette tecrübeleri vardır. Sufi Kitap'tan eylül 2010'da yayımlanmış olan "Aşkı Meşk Etmek", ismi gibi bir kitaptır. Aşkı da meşki de hocanın harikulade üslubuyla tatmak mümkündür. İki bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü oldukça geniş olup hocanın tasavvufî konulara getirdiği açıklamalardan müteşekkildir. İkinci bölümde ise kitabı yayına hazırlayan Cengizhan Yurdanur ile yaptığı uzun soluklu söyleşi yer almaktadır.

Günümüzde insanların en büyük eksikliğinin tasavvufla tanışmamış olduğunu ve bu tanışma hâli gerçekleşirse kişinin anlamı arama, kendini bulma ve "olma" yolunda büyük bir kademe kaydedeceğini hoca anlatır. Kitabın esas eylemi tasavvufun "hâlâ" yaşanabilir olup olmadığını düşünenlere verdiği cevaptır. Evet tasavvuf günümüzde de yaşanabilir ve hoca şöyle demiştir: "Buhranın devası tasavvuftur."

Bir Mehmet Âkif sevdalısı olan Emin Işık hoca, o büyük şairin "Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı / asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı" dizelerini sıklıkla kullanır ve tasavvuf hakkında her önüne gelenin yaptığı açıklamaların karşısına çok güçlü bir duvar örer. Tasavvufun büyük bir ihtiyaç olduğunu şöyle açıklar: "Çağımızın insanı, pek çok dünya metaına sahip olmuştur, ama kendi hayatına sahip olamamıştır. Üstelik hür olduğuna inanır. Oysa kendi istediği hayatı değil, kendisinden istenen hayatı yaşar. Yani, çağdaşlığın kendisine sunduğu sanal hayatın kurallarına uyar, onun icaplarını yerine getirir. Kendisine buna mecbur hisseder. Yoksa çağdaş olamaz."

Teknolojiye önce meftun, sonra da esir olan insana nasihatlerde bulunur: "Yabancı kimdir? Topraktan olan bedenindir, nefis de bedenin istekleridir. Senin gam ve elem çekmen nefis yüzündendir. Bedene yağlı-ballı şeyler vermekle öz cevherin olan rûhunu semirtemezsin. Bedeni misk kokulara yatırsan da ölüm gününde pis kokusu meydana çıkar. Rûhun gıdası; et ve ekmek, yağ ve bal değildir. İlim, hikmet, hidâyet ve ibadettir. Tek kelimeyle ilâhî aşktır."

Erol Güngör, Nurettin Topçu, Celalettin Ökten, Muzaffer Ozak gibi isimleri sıkça anan Emin hoca, aynı zamanda bu büyük isimlerin rahle-i tedrisinden de geçmiştir. Kitabın ilk bölümünde tasavvufa giriş, çağdaş hayat ve tasavvuf, çağdaş insanın mânevî problemleri, İslâm tasavvufunun geleceği, mistisizm ve tasavvuf, vahdet-i vücûd, mânevi âdem, şerîat ve tarikat, kendine yardım, kapının eşiğinde, tövbe kapısı, sabır, şükür, havf ve recâ, fakr, zühd, gör sôfiyi, tevekkül, muhabbet, tasavvufun merhaleleri, nefis ve mertebeleri gibi konuları açıklayan Emin hoca bu bölümün sonucuna varmadan da Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin Fahreddin Râzî Hazretleri'ne yazdığı mektubu eklemiştir. Kendisinin tercüme ettiği bu mektupta şu paragrafa dikkat kesilmek gerekir: "Nefis, kendi elinin emeği olan kazançtan gıdalanmaya başlayınca artık hibe ve ihsan kabilinden olan ikramlardan lezzet alamaz olur. O zaman da ayağının altındaki gıdalardan beslenen kimseler arasına girmiş olur. Oysa kendi üstlerinden beslenen Allah kulları da vardır."

Emin Işık hocanın Cengizhan Yurdanur'un sorularına cevap verdiği kitabın ikinci bölümünde; medeniyetin gelişimi ve tasavvuf, uzakdoğu felsefesinin dinin yerine ikame edilemezliği, "Enel Hak"ın ne mânâya geldiği, tasavvufa mürşit, Muzaffer Efendi'nin taktikleri, kerâmetin ne olduğu, insanın nefsinin yedi katlı apartmana benzediği, Fahreddin Efendi anıları, tekkelerin sanat akademileriyle olan benzerliği, tarikat - siyaset ilişkisi, mûsikî üzerindeki helal - haram yorumları, selefiyye, İbni Teymiyecilik gibi çok önemli konular yer alıyor. Bu bölümde özellikle gençlerin o en sık sorduğu "Hangi vasıftaki mürşide bağlanılır, bir mürşidin halis olup olmadığı nasıl anlaşılır?" sorusuna Emin hoca Muhakkık-ı Tırmizi'nin formülünü sunuyor: "Bakın bakalım, o mürşid etrafındakileri yahut müridim dediklerini, derviş dediklerini kendine mi bağlayıp ram etmeye çalışıyor, Allah'a mı bağlamaya gayret ediyor? Eğer o mürşid yanındakileri Allah'a bağlanmaya yönlendiriyorsa, o Allah ehlidir. Kendine bağlamaya çalışıyorsa, o şeytanın ortağı olan bir haindir, bir münafıktır."

İnsanın bilhassa manevi hastalıklarının farkına varması, onları tek başına tedavi etmesi çok güçtür. Muhakkak bir tabibe görünmesi gerekir. İşte bu tabipler, mürşitlerdir. Her hasta kendini tedavi edebilseydi tabiplere gerek kalmazdı. Emin Işık hoca burada "Peygamberlere de hacet kalmazdı" der ve şöyle devam eder: "Bu medeniyet insana sadece bilgi veriyor. İnsana lâzım olan donanımı, ahlâk, görgü, şeref, şan, yani mânevi değerler dediğimiz, veya insanî değerler dediğimiz şeyleri vermiyor bugünkü medeniyet. Eskiden aile verirdi, toplumun eski düzenini kaybettik. Din veriyordu, dini duyguları da bir kenara bıraktık. Dergâhlar veriyordu, onları da kapattık. Eskiden kahveye giden adam bile Sireti'n-Nebi okuyordu."

Hz. Abdulkadir Geylâni'nin "Kur'ân hidâyet, tefsiri şerîat, te'vili tarikattır" sözünü hatırlatan ve içini aktarmaya çalışan bu harikulade kitap, gençlerin buhranlarını çözmek üzerine de ciddi bir gayrettir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Aralık 2015 Çarşamba

Bir ölünün ağzından, hayatımızdan bir an

Dünya hayatının türlü düzenler, oyunlar, aldatmalar, aldanmalar, kıskanmalar içinde geçtiğini, kısacık bir yolculuktan ibaret olduğunu bir büyüğümüzden dinlemeyeli, duymalı ne çok zaman oldu. Şimdinin büyükleri de dünyanın keşmekeşine, albenisine kendini kaptırmış; çocuklarını, torunlarını bu albeniye özendirmekte ve bu keşmekeşliğin içinden çekip almamakta. Mustafa Kutlu, sanki bunu hissetmiş de son kitabı Hesap Günü ile büyük bir eksikliği gidermiş. Hesap Günü, Kutlu’nun bir önceki hikâyeleri gibi sade, akıcı, yalın anlatımıyla okuru selamlıyor.

Hesap Günü, Bedir’in dünyasını anlatıyor. Bedir’in dünyasını anlatıyor gibi görünse de her birimizin hayatlarına ayna oluyor, hayatlarımızdan bir an sunuyor. Yeşilçam tadında bir anlatım olsa da kitapta geçenler çarpıcı ve gerçekçi. Kutlu’nun sinemaya ilgisinin olduğu açık. Bundan olmalı, hikâyeleri sinemaya/filme aktarılabilir cinsten. Kutlu’nun hikâyelerinde karakter zenginliği vardır. Her kesimden bir karaktere rastlamak mümkündür. Zengini, fakiri, bilgilisi, avamı, işinin ehli olanı, beceriksiz olanı, edepli olanı, edepsizliğin dibini bulanı… Hepsi Kutlu’nun öykülerinde dillendirilir. Böylece insan karakterleri konusunda bilgi edinir okur. Karakterlere dair özellikler keşfeder. Kutlu’nun öyküleri yazılmışlıktan çok anlatılmışlık duygusu uyandırır okurda. Öykü boyunca bir anlatıcıdan dinliyormuş hissine kapılırız. Kutlu, öykülerinde sade bir üsluptan yanadır. Söyleyeceklerini dolandırmadan söyler. Öykülerinde tema hikmet üzerine kuruludur. Yaşananların, başa gelenlerin bir hikmeti vardır. Bu hikmeti bulan karakterler huzura ermiş; hikmeti bulamayanlarsa bir türlü tatmine varamamış, pişmanlıklarla dolu bir hayat sürmüşlerdir. Hesap Günü’nün Bedir’i de böyle. Başına gelenlerden ders almaz, olanlarda bir hikmet göremez. Hayatını bir yapboz gibi yaşar. Ciddiye almadan, geldiği gibi… Bir ağacın yere düşen yapraklarını bir o yana bir bu yana savurur gibi… Kutlu’nun öykülerinde merkezde insan vardır. Her zaman insanı tutar ve savunur. İnsanın zaaflarıyla, üzüntüleriyle, başına gelenlerle, ayıplarıyla hiçbir zaman alay etmez, öyküsünün malzemesi yapmaz. İnsanın/insanlığın hâllerini, öyküsünün bir kullanım malzemesi olarak görmez. Bu hâllerden dersler çıkarıcı, bir nevi nasihatler verici bir anlatımı yeğler. İnsanın geçirdiği değişimi anlatır. Bu değişimle birlikte insanın psikolojisini inceler. Bedir’in öyküsünü anlattığı Hesap Günü’nde gençlerin psikolojik durumlarına genel bir bakış yapıyor.

“Ancak disipline gelemiyordu. Onda bir tatminsizlik vardı. Gençlerde genel bir durum. Hiçbir şey onları doyurmuyor. Ne istiyorlar acaba? Ne onlar biliyor, ne biz.”

Mustafa Kutlu, modern hayatın insanlar üzerindeki etkisini öykülerinde işler. Kapitalist düzen, sömürü aracı hâline getirilen alanlar, sömürüden nasibini alan dinî hayat, para hırsının insanın masumluğunu alıp zalimliğini ortaya çıkarması, zenginlik peşinde koşma ve zengin olma hayallerinin kurulması Kutlu’nun öykülerinde karşımıza çıkar. Bedir de öyledir. Çabalar, okur, diploma sahibi olur, yabancı dil öğrenir, yurt dışına gider. Bunların hiçbirisi para etmediği için ticarete atılır. Ortakları onu yarı yolda bırakır, herkes birbirinin kuyusunu kazar. Ticaret hayatına girildiğinde birlikte iş yapılacak olan kimselerin güvenilir olması gerektiğini Bedir’in ticaret hayatında yaşadıklarından anlarız. Hikâye boyunca Bedir’in pişmanlıklarını, özlemlerini, ilk aşkını, ihtiraslarını, tecrübelerini okuruz. Bedir’in yaşamı, dünya hayatının bir oyalanmadan ve oyundan ibaret olduğunu anlatır. Okurda bu konuya dair dikkat uyandırılır.

“İnsan dünyaya kendini kaptırınca zamanın nasıl geçtiğini bilemez. Bir akıntıya düşüp tüm ömrünü koşturarak geçiren çoktur. Belki insanlığın tamamı. Onları uyarıcı peygamberler bile yolunda döndüremez. Velhasıl dünya hayatı “İş” dediğimiz oyun ve eğlenceden ibarettir.”

Bedir’in dünya ve ukba arasında gelip gitmesi en sonunda Alzheimer hastası olmasıyla sonuçlanır. Hırslar, hevesler uğruna bir ömür heba edilir. Bedir’in sürdüğü hayat da heba edilmiş, hesap yokmuşçasına yaşanmış bir ömürdür. Öykü boyunca Bedir, musalla taşından tüm olup bitenleri yorumlamakta ve musallada konuşmaktadır. Yaşanılanlar bir ölünün ağzından anlatılır. Dünyada yapılan hesapların değil, ahretteki hesabın önemi vurgulanır. Nasıl yaşanılırsa öyle ölünür misali yaşamın güzelce yaşanılmasının altı çizilir. Mustafa Kutlu, herkesin kolayca okuyabileceği, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği eserler ortaya koydu. Hesap Günü de bu eserler kervanına yeni katıldı, okurlarını bekliyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005