"Bil, bul, ol! Bilmeden bulamazsın, bulmadan olamazsın!"
- Hazret-i Aşkî Muzaffer Ozak [k.s]
"Türk’ün dostu yok, Allah dost olsun."
- Hazret-i Muhibbî Safer Dal [k.s]
İnsanın geçmişiyle yüzleşmesi çok zordur. Bugün ülkemizde en çok satılan "aşk" kitaplarının hiçbirinde böylesine sahici bir yüzleşme bulunamaz. Kırık bir kalpten ve abartılı yaralardan çok daha ötesidir geçmişten ders çıkarmak ve en mühimi de artık ders verebilir hâle gelmek. Robert Koleji'ndeki gençlik yıllarında sosyalist; Avrupa'nın büyük ve büyülü kentleriyle Amerika'da sadece sanatla yaşayan bohem tutkunu anarşist; Fas'ta ise artık ticaret dahisi hâline gelmiş zengin ve aristokrat bir hayat düşünülünce bu hayatın nereye varacağı da az çok belli oluyor: Bir ömürde yaşanabilecek tüm acı ve tatlı anıların saklandığı bir kalp. Bu kalp nihayet "bil"mekten ve "bul"maktan nasibini alıyor ve evvela İstanbul’daki Cerrahî tekkesinde derviş, daha sonra da bu "yol"un New York'taki şeyhi "ol"uveriyor.
Mithat Cemal Kuntay'ın "Kolunu Harp Meydanında Bırakmış Bir Askere" diyerek Çanakkale Gazisi Yüzbaşı Tursun Bey'e ithaf ettiği bir şiiri vardır. Tursun Bey, Şeyh Tosun Bayraktaroğlu'nun "İslamiyet'i değilse de insaniyeti ondan öğrendik" dediği babasıdır. Hayatında daha çok onun etkisi söz konusudur. Robert Koleji, Amerika'da güzel sanatlar ve Londra'da sanat tarihi eğitimleri babasının cesur yönlendirmeleriyle olmuştur. Can Yücel, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bülent ve Rahşan Ecevit çifti gibi birçok "ünlü" arkadaşıyla aynı sıraları ve hayatı paylaşır. Şiirler yazar fakat asıl derdi resimdir. "Shock art" denen sanat akımının öncüsü olarak Amerika'da büyük bir rüzgâr estirse de sanat çalışmalarına "nefsinin fazla övgüye mağlup olması" sebebiyle veda eder ve ilk hanımının babası vesilesiyle Fas'ta ticarete atılır. Burada işleri o kadar iyi gider ki Fas aristokrasisinin içine girer ve hatta İstiklal Partisi saflarında ihtilal hazırlıklarına bile dahil olur. Daha sonra Adnan Menderes tarafından kendisine Türkiye'nin Fahri Konsolosluğu da verilir. Yani anlayacağınız okuyucu bu hayatı okurken soluk soluğa bir filmin içinde gibidir. Tadını kaçırmamak için derhâl 1969 yılına geçiyorum.
Şeyh Tosun Bayraktaroğlu 1969 yılında Konya treninde rahmetli Münevver Ayaşlı Hanım ile tanışır. Ondan kendisine yola getirecek bir "şeyh bulma" sözü bile alır. Lakin hareketli hayatı bu vaatle birlikte kendi tabiriyle "dini, imanı, tasavvufu ve hatta Münevver Hanım'ın adını bile" unutturur. 1974'te senesinde Münevver Hanım'ın Beylerbeyi'nde yaşadığını hatırlar ve bir eczaneye kendisi tarif edilir edilmez bulunur. Münevver Hanım, Şeyh Tosun'u ve hanımını memnuniyetle karşılar, evlatlığı Hasan Bey'le beraber onları Karagümrük'teki Cerrahî Tekkesi'nin kapısına bırakır. Sonrasını kitaptan okuyalım:
"...Tosun sanki kalbinden bıçaklanır, neredeyse yüzüstü düşecek, gözlerinden yaşlar boşanır. Şeyh Efendi'ye, bu adamlara âşık olur ve öyle bir haset eder ki şimdiye kadar kimseye böyle haset etmemiştir. İbadet bitmiştir, Herkes nedense evvelce olduklarından daha neşeli, kahveler, simitler, çaylar... Şeyh Efendi konuşuyor. Bu sefer Tosun daha dikkatli dinliyor. Hiç bilmediği neler neler söylüyor, ne güzel hikâyeler anlatıyor, bazen ağlatıyor, bazen güldürüyor... Sonunda "Haydi artık kalkın gidin" der. Tosun saate bakar, sabahın 3'ü. Nasıl oldu?.. Bütün hafta Tosun Perşembe'yi bekler."
Bir akşam Şeyh Tosun'un, hani Şükrü Tunar'ın hüseynî makamında bestelediği ve Hüseyin Siret Efendi'nin ilahi aşka yönelmesi vesilesiyle yazdığı o şarkı var ya; "Bir muhabbet neş'esiyle ilkbahâr oldum bugün / ben huzurunda yer öptüm, tacidâr oldum bugün" diye biten, işte o şarkıyı yaşar. Artık o da "Geçti sevdalarla ömrüm" diyecektir:
"O akşam Şeyh Efendi, diz dize oturduğu bir adamın başına beyaz takkelerden birini koyar, dua eder, kucaklar, öper. Tosun gene hasetten ölür. Bu iş bitince, Şeyh Efendi ilk defa gözlerini Tosun'a dikerek herkese şu suali sorar: "Hazret-i Yunus Emre bir şiirinde, "Çıktım erik dalına anda yedim üzümü" diyor. Ne demek istiyor? Söyleyin bana." Tıs yok. İki defa daha sorar. Gene tıs yok. Sonra Tosun'un suratına bakarak, "Ben bir profesör tanıyorum, bu sualin cevabını hemen bildi. Bana "Bunu bilmeyecek ne var?" dedi. "Adam gitmiş manavdan üzüm almış, çıkmış erik ağacına, orada yemiş!". Ve tebessüm eder. O an Tosun'un ne meşhur ressamlığı ne profesörlüğü, ne anası ne babası, neyi var zannediyorsa hepsi yıkılır gider. Gözlerini hayâ ile önüne indirir. Şimdi Efendi, ismiyle hitap edip, "Tosun Bey, demin bir derviş biat ederken ona giydirdiğim takkeye imrendin galiba! Gel bakayım" der. Tosun uslu akıllı Şeyh Efendi'nin önüne ağrıya sızlaya diz üstü oturur. Efendi alelacele başına bir takke koyar. Takke ufak gelir. "İyidir" der, "Ya kafan küçülür ya takke büyür!" Tosun böyle derviş olur."
İşte "asıl hikâye" bundan sonra başlar. Tosun Bayraktaroğlu artık şeyhi Muzaffer Ozak'ın [k.s] yanı başındadır. Onlarca tasavvufî ve İslamî eseri Türkçeye kazandırır, Amerika'daki Cerrahî tekkesini faaliyete geçirir ve şeyhinden bunun için görev alır. Beşir Ayvazoğlu'nun deyimiyle "O artık Shaykh Tosun Bayrak al-]errahi al-Halveti. Bir eli Şili ve Arjantin'de, bir eli Bosna'da"dır. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Müslümanlara en acılı günlerinde el uzatır, kimisini okutur, kimisini besler büyütür. Tüm bunları "Amerika'da Bir Türk" kitabında o kadar samimi anlatır ki, bir insanın geçmişiyle nasıl da bu kadar samimi olabildiğine ve sonrasına ne kadar âşık olduğuna hayret edilir. Keza kendisi de "Allah ömür ihsan etti, "Bu kitabı yaz" dediler, yazıyoruz ve ilk defa cesaret ederek kendimizden laf ediyoruz... Bu kitapta da en çok endişe ettiğimiz, kendimizi methetmek, yanlış işlerimizi doğru gibi göstermek; Allah saklasın!.. Maksadımız, bizim gibi şu kısa hayatı saçma sapan işlerle geçiren bir kimsenin işin sonunda ümitsiz olmaması." der.
Kitabı, Talât Halman elinden çıkmış takdimle birlikte Kaygusuz Abdal Menkıbesi ve Şeyh Sadık Efendi Risalesi de oldukça kıymetlendirmiş. Kapak fotoğrafını ise 1980 yılında Hac'da olan Şeyh Tosun Bayraktaroğlu'nun kızı Defne 11 yaşındayken çekmiş. 2012 TYB Hatırat Ödülü kazanan bu kitap "Ben neyim, ne yapıyorum, ne yapacağım?" diye merak eden herkese bir iç ses olabilecek kuvvette.
Onlar ermiş muradına, okuyucu da çıksın kerevetine.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
23 Temmuz 2015 Perşembe
Hikâyeye Doğu’dan bakmak
Yakın zamanda yayımlanmış olan Modern Öykü Kuramı ve Öykümüzün Kırk Kapısı’ndan sonra usta öykücü, eleştirmen Necip Tosun, Doğu’nun Hikâye Kuramı ile bu kez Büyüyenay Yayınları’ndan okurunu selamlamış. Kuramla ilgili yazılanların, sıkıcı kitaplar olduğuna dair yaygın bir kanı vardır. Doğunun Hikâye Kuramı için bunu söyleyemeyiz. Akıcı ve anlaşılır cümlelerle, meraklısına çok şey vadeden bu kitapta doğuya dair, öykücülüğe dair pek çok zengin tespitle karşılaşıyoruz. Mesela, Alman şair Goethe ya da Italo Calvino, Genceli Nizamî hakkında neler demiştir? "Bu hikâyelerde batıyı etkileyen derinlik, renklerin hikâyeleri oluşu mudur?" şeklindeki soruların cevabını bu hacimli kitapta bulmanız mümkün. Mesnevî ile ilgili bilmediklerimiz, Bostan ve Gülistan’ın, Osmanlı döneminde ders kitabı olarak okutulması gibi, mühim notlara ulaşmak isteyenlerin başvuracağı bir kitap Doğu’nun Hikâye Kuramı.
Hikâyelerinde dünya ve ahiretin iç içe harmanlandığı Sadî: “Dil hikâye etmeseydi, gönlün sırrından kimin haberi olurdu ki?” diyerek hikâyeyi haklı hale getirir okur nezdinde. “Çünkü başkalarının hata ve kusurlarını konuşmanın bizi iyi bir insan yapmaya yetmeyeceği vurgulanır. İnsanlara her zaman sevgiyle bakmanın, hata ve kusurlarından dolayı kınamamanın gerekliliği öğütlenirken onların erdemlerinden bahsetmenin daha doğru olacağı aktarılır. Yaşanmışlıklar, tecrübeler, ayetler, hadisler bu küçük hikâyelerden çıkarılacak eğitici derslere dönüşür.”
Osmanlı yazışma dilini masaya yatıran Necip Tosun; Türkçe, Arapça, Farsça’nın dönem dönem kullanılış biçimlerini incelemiş. Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre şekillendiğini tesbit etmiştir. Kullanılan dilin, dönemin anlayışını yansıttığını ifade eder satırlarında. Mesela, Fatih’in kendi döneminde Arapça’yı resmi dil olarak kullanılmasını istediğini pek çoğumuz bilmeyiz. Kitabın satırları arasında buna benzer detayları okuyabilirsiniz. Rahatlıkla alanında başucu kitabı olarak gösterilebilecek nitelikte bir eserle karşı karşıya olduğunuzu bir okur olarak fark edeceksiniz.
Geleneksel hikâyenin temel amacını “bilinç aktarımı” olarak nitelendiren Tosun, “çarpılma” ve “keşif” halini yaşarken okurun ciddi bir iç sorgulama eşiğine taşınacağını düşünmektedir. Geleneksel hikâye yazarlarının hedefi ise, bir mihenk taşı oluşturmaktır aslında. Çoğu kez bu; manzum hikâye, menkıbe ve mesneviler yoluyla okura ulaşmayı gerektirir.
Sadece “estetik bütünlük içinde hikâyeleştirir” derken, gerçeğe ait ışığa işaret edildiğini tespit etmektedir. Yazar, “biçimsel mükemmelliği” hedeflerken, “yazarın oluşturduğu yeni durumu” göz ardı edemeyeceğimizin altını çizer. Biçim, öz, estetik ve mutlak tekilliğin getirdiği etkileyici başarı anlatılmaktadır bu kitapta.
Şahname dünya edebiyatında neden bu kadar önemlidir? Meraklısına bu kitapta çarpıcı detaylar açıklanmış. Sanatçı ve iktidar ilişkisini de irdelemiş yazar, bu kitabında:
“Hiç kuşkusuz sanat/edebiyatın özerklik alanını bozan, özgür ve bağımsız işleyişine yapılan dış müdahaleler, sanatı, doğasından uzaklaştırır. Sanat üzerindeki her türlü yönlendirme, baskı ve denetimler, sanatsal özgürlük ve özerkliğin temel kısıtlayıcısıdır.”
Yazar, yine de Osmanlı’nın “yüksek edebiyat bilincine” sahip ve her biri “divan sahibi” padişahları sayesinde, muhalif sanatçılardan çok, iktidara yakın isimlerden bahsedildiğinin altını çizmiş. Kıssalardaki mesajın ise, “geçmişe değil ileriye, geleceğe dönük olduğunu” söylüyor Tosun. Edebî kabul edilebilirliğinin yanında, “ilahî bir hikâye anlatıcısı”na da dikkat çeker. “Yüksek belagat özellikleriyle kurgulanmış” metinlerin Kur’an’da geniş yer aldığını anlatır kitapta.
Cenknâmeler için ise, “anlatı geleneğimizin bilinçaltını yansıtan” öğeler taşıdığını vurgular Tosun.
“Bir dini ve tarihi gerçeği temsil etmedikleri için kurmacanın özgürlükleri hikâyelere yansımıştır.”.
Hamzanâmeler de diğer destan türleri gibi ilgi görmüştür zaman içinde. Meddahlar tarafından her ortamda hararetle anlatılageldiği aşikârdır: “Çünkü Türkler Müslüman olduktan sonra İslam’ın önder isimleriyle ilgili destanlara sahip çıkmış, gerek telif gerekse adaptasyonken de kuşkusuz kendi ruhlarını, anlayışlarını, bakış açılarını destanlara katmış, kendilerine dönüştürmüşlerdir.”
Yazar, Fuad Köprülü’nün esprili yaklaşımını “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar” şeklinde aktarırken, çok kıymetli eserlere dikkat çekmiştir. Günümüzde ise, destanların durumunu, “Büyük kitleleri ekran başına çeken televizyon dizilerinin, sinema filmlerinin destanların işlevine soyunduğuna kuşku yoktur.” şeklinde ifade eden Necip Tosun, “hikâye anlatıcısı”nın değişime uğrayıp “görselliğe” taşındığını adeta itiraf eder: “Sanki hikâye anlatıcılığı yaşadığımız görsellik çağında hayatiyetini televizyonlarda, sinemalarda sürdürmektedir. Büyük destanlar buralarda anlatılıyor gibidir.”
Fantastik bir dünya oluşturulmak istenmektedir ve büyük ölçüde başarılmıştır yazara göre. Hikâyeye dair tanımların, yeniden gözden geçirildiği bu kaynak eserde: “Jorge Luis Borges’e göre yenilik saçmadır. Her şey daha önce yapılmıştır. Yeni bir şey yaratabileceğini sanmak derin bir aldanıştır. Ona göre insanlığın bütün kaderi aynıdır. Aslında hep aynı hikâyeyi anlatırlar, ama değiştirerek.” Bu kitapta Necip Tosun da aynı doğrultuda düşünür ve şöyle der: “Tüm hikâyeler aynıdır, değişen sadece sunumdur.”
Doğu ya da batı fark eden bir şey yoktur. Tanım üç aşağı beş yukarı aynıdır: “Öykü artık nazma çekilen bir hikâye anlatmamakta, bizzat kendi yapısını kendi gerekleriyle oluşturmaktadır. Artık öykünün sanat kabul edilmesi için şiir olması gerekmemektedir.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Hikâyelerinde dünya ve ahiretin iç içe harmanlandığı Sadî: “Dil hikâye etmeseydi, gönlün sırrından kimin haberi olurdu ki?” diyerek hikâyeyi haklı hale getirir okur nezdinde. “Çünkü başkalarının hata ve kusurlarını konuşmanın bizi iyi bir insan yapmaya yetmeyeceği vurgulanır. İnsanlara her zaman sevgiyle bakmanın, hata ve kusurlarından dolayı kınamamanın gerekliliği öğütlenirken onların erdemlerinden bahsetmenin daha doğru olacağı aktarılır. Yaşanmışlıklar, tecrübeler, ayetler, hadisler bu küçük hikâyelerden çıkarılacak eğitici derslere dönüşür.”
Osmanlı yazışma dilini masaya yatıran Necip Tosun; Türkçe, Arapça, Farsça’nın dönem dönem kullanılış biçimlerini incelemiş. Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre şekillendiğini tesbit etmiştir. Kullanılan dilin, dönemin anlayışını yansıttığını ifade eder satırlarında. Mesela, Fatih’in kendi döneminde Arapça’yı resmi dil olarak kullanılmasını istediğini pek çoğumuz bilmeyiz. Kitabın satırları arasında buna benzer detayları okuyabilirsiniz. Rahatlıkla alanında başucu kitabı olarak gösterilebilecek nitelikte bir eserle karşı karşıya olduğunuzu bir okur olarak fark edeceksiniz.
Geleneksel hikâyenin temel amacını “bilinç aktarımı” olarak nitelendiren Tosun, “çarpılma” ve “keşif” halini yaşarken okurun ciddi bir iç sorgulama eşiğine taşınacağını düşünmektedir. Geleneksel hikâye yazarlarının hedefi ise, bir mihenk taşı oluşturmaktır aslında. Çoğu kez bu; manzum hikâye, menkıbe ve mesneviler yoluyla okura ulaşmayı gerektirir.
Sadece “estetik bütünlük içinde hikâyeleştirir” derken, gerçeğe ait ışığa işaret edildiğini tespit etmektedir. Yazar, “biçimsel mükemmelliği” hedeflerken, “yazarın oluşturduğu yeni durumu” göz ardı edemeyeceğimizin altını çizer. Biçim, öz, estetik ve mutlak tekilliğin getirdiği etkileyici başarı anlatılmaktadır bu kitapta.
Şahname dünya edebiyatında neden bu kadar önemlidir? Meraklısına bu kitapta çarpıcı detaylar açıklanmış. Sanatçı ve iktidar ilişkisini de irdelemiş yazar, bu kitabında:
“Hiç kuşkusuz sanat/edebiyatın özerklik alanını bozan, özgür ve bağımsız işleyişine yapılan dış müdahaleler, sanatı, doğasından uzaklaştırır. Sanat üzerindeki her türlü yönlendirme, baskı ve denetimler, sanatsal özgürlük ve özerkliğin temel kısıtlayıcısıdır.”
Yazar, yine de Osmanlı’nın “yüksek edebiyat bilincine” sahip ve her biri “divan sahibi” padişahları sayesinde, muhalif sanatçılardan çok, iktidara yakın isimlerden bahsedildiğinin altını çizmiş. Kıssalardaki mesajın ise, “geçmişe değil ileriye, geleceğe dönük olduğunu” söylüyor Tosun. Edebî kabul edilebilirliğinin yanında, “ilahî bir hikâye anlatıcısı”na da dikkat çeker. “Yüksek belagat özellikleriyle kurgulanmış” metinlerin Kur’an’da geniş yer aldığını anlatır kitapta.
Cenknâmeler için ise, “anlatı geleneğimizin bilinçaltını yansıtan” öğeler taşıdığını vurgular Tosun.
“Bir dini ve tarihi gerçeği temsil etmedikleri için kurmacanın özgürlükleri hikâyelere yansımıştır.”.
Hamzanâmeler de diğer destan türleri gibi ilgi görmüştür zaman içinde. Meddahlar tarafından her ortamda hararetle anlatılageldiği aşikârdır: “Çünkü Türkler Müslüman olduktan sonra İslam’ın önder isimleriyle ilgili destanlara sahip çıkmış, gerek telif gerekse adaptasyonken de kuşkusuz kendi ruhlarını, anlayışlarını, bakış açılarını destanlara katmış, kendilerine dönüştürmüşlerdir.”
Yazar, Fuad Köprülü’nün esprili yaklaşımını “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar” şeklinde aktarırken, çok kıymetli eserlere dikkat çekmiştir. Günümüzde ise, destanların durumunu, “Büyük kitleleri ekran başına çeken televizyon dizilerinin, sinema filmlerinin destanların işlevine soyunduğuna kuşku yoktur.” şeklinde ifade eden Necip Tosun, “hikâye anlatıcısı”nın değişime uğrayıp “görselliğe” taşındığını adeta itiraf eder: “Sanki hikâye anlatıcılığı yaşadığımız görsellik çağında hayatiyetini televizyonlarda, sinemalarda sürdürmektedir. Büyük destanlar buralarda anlatılıyor gibidir.”
Fantastik bir dünya oluşturulmak istenmektedir ve büyük ölçüde başarılmıştır yazara göre. Hikâyeye dair tanımların, yeniden gözden geçirildiği bu kaynak eserde: “Jorge Luis Borges’e göre yenilik saçmadır. Her şey daha önce yapılmıştır. Yeni bir şey yaratabileceğini sanmak derin bir aldanıştır. Ona göre insanlığın bütün kaderi aynıdır. Aslında hep aynı hikâyeyi anlatırlar, ama değiştirerek.” Bu kitapta Necip Tosun da aynı doğrultuda düşünür ve şöyle der: “Tüm hikâyeler aynıdır, değişen sadece sunumdur.”
Doğu ya da batı fark eden bir şey yoktur. Tanım üç aşağı beş yukarı aynıdır: “Öykü artık nazma çekilen bir hikâye anlatmamakta, bizzat kendi yapısını kendi gerekleriyle oluşturmaktadır. Artık öykünün sanat kabul edilmesi için şiir olması gerekmemektedir.”
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
22 Temmuz 2015 Çarşamba
Hayret, mizah, intikam, trajedi dolu öyküler
Günümüz edebiyat hayatında kendini gerçekleştiren yazarlar arasında sayacağımız Güray Süngü, Dedalus’tan çıkan son kitabı Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk, okuruyla buluştu. Beklentileri artırarak gelen yazar, kitabıyla farkını ortaya koyma konusunda maharetli. Maharetine karşılık olarak aldığı ödüller de gözden kaçmamalı. 2010 yılında Düş Kesiği romanı Oğuz Atay Roman Ödülü’ne, Kış Bahçesi romanı 2011’de Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü’ne, son olarak da yakın zamanda aldığı Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi ismini verdiği öykü kitabıyla da Necip Fazıl Hikâye Ödülü’ne layık görüldü.
Yazar, kitabındaki hoş üslubuyla okuyucular üzerinde güzel ve derin izler bırakıyor. Son kitabının ismi ne kadar uzun da olsa anlaşılması güç olmayan öykülerden ibaret. Kendine has her öykücüde olduğu gibi bazı özellikleri var. Belki de her kitapta özgünlüğünü bu şekilde koruyor. Son kitabında yer alan iki öyküsünde kahramanları arasında verdiği isimlendirmelerde Ayşe’yi fazlaca ya da bizim dikkatimizi çekmek isteyecek derecede kullandığını seziyoruz. Bazı yazılar vardır ki içindeki ayrıntıları sadece kendisi ve yaşantısında yer alanlar bilir. O yüzden es geçmeden söylemekte fayda var. Süngü, öyküler vasıtasıyla güzellik ve çirkinlik kavramlarını derin aforizmalarla irdelemiş. Güzellik kişiden kişiye değişse de çirkinliğin çok fazla yer değiştirmediğini görebiliyoruz. Dilini o kadar kaygan ve sokağın içinden kullanmış ki bir anda kendinizi diyalogun içinde bulabiliyorsunuz. Kendini entelektüel olarak vasıflandıranlar gibi değil de sanatı toplumun yegâne hizmetine adamış halk adamlarının elinden çıkan bir kitap olduğu aşikâr.
Bir öğrenci nasıl en çok mizah yeteneğini kullanarak ders anlatan hocasını seviyorsa, Güray Süngü de eserinde bolca mizahla birlikte yazılarını daha da okunur kılmış. İlk öyküsü olan Derviş’te yer alan şu bölümde Vizontele’yi hatırlamamak elde değil: "Kız börek yapıyormuş, ellerini parmaklarını yermişsin. Ellerimi parmaklarımı yiyeceksem kız ne diye börek yapıyor, madem börek yapıyor, ne diye böreği yemiyorum."
Hayatınızda geçen kötü olayları mı yoksa güzelliklerimi daha çok hatırlıyorsunuz? İşte yazar burada becerisini göstermiş ve okuyucuya unutamayacağı tarzda kusursuz öyküler oluşturmuş. Değindiği ve önemsediği bir diğer konu yaşantılarda yer alan tam bir oturmamışlık. Her şey kusursuz olsun ister ama bunun için gerekli çabayı harcamayız. Böyle yaparak da hayatımız hiçbir zaman rayına oturmaz, itelemeyle sürer gider.
Rüya içinde rüya bizi filmde şaşırtmıştır fakat öykü içinde öykülerde aynı oranda şaşırtır mı sorusunu sormadan önce Stetoskop’u okumanız gerekiyor. Burada zor olan kurguyu belirlemek ve devam ettirebilmek. Yazar yine kendini aşıp, bu zorluğun da üstesinde gelmeyi başarmış. Kurgunun güçlü olması kadar onu destekleyen cümlelerinde oturaklı yerleştirilmesi gerekir. Kitapta yer alan öykülerdeki cümleler derede akan sular gibi gözümüzün önünden akıp geçiyor. Arada bizim üstümüze gelerek elbiselerimizi de ıslatmıyor değil. İşte tam o anda yazar kurguya bir güneş ekliyor ve hemen dışımızı ısıttığı kadar içimizi de ısıtıyor.
Çok yazar vardır ki sokağa değinmeden geçmek istemez. Bazıları olayları abartır, bazıları ise size orayı tam olarak anlatır. Siz sokağı sadece büyük marketlere gidip alış veriş edip daha sonra da sıcak evlerinize geri dönmek olarak algılıyorsanız zaten ona yapacak bir şey yoktur. Fakat sokağın içindeyseniz ve yazılanları yaşıyor gibiyseniz işte ortak paydada buluşulmuş demektir. Kitabın isminin son kelimesi olan aşkla alakalı da farklı bir düşünce ortaya atılmış. Karakter konuşturularak Kusursuz Dünya öyküsünde tanınmayan birine nasıl aşık olunur sorusunu iki şekilde cevaplamış:
"Bir; onunla tanışamazdım çünkü ona aşıktım. Derlerdi ki tanışmak aşkı öldürür. Aşkım o kadar kuvvetliydi ki, bu aşkı onun için bile feda edemezdim. İki; onu tanımam için onu tanımama gerek yoktu. Bu mesele biraz çetrefilli aslında. Kalbinize giren kurşunun sizi öldürmesi için, kurşunun özelliklerini bilmemiz mi gerekir. Aşk benim yaramdı."
Öykücülerin beslendiği yerler vardır. Kimisi yaşadıkları ilginç olaylardan kimisi de kafasında sürekli dolanan yeni kurgulardan. Kurguyu güçlendirense tanıdık simalarla karşılaşmak. Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk’ta İsmet Özel ve Cemal Süreya’nın mısralarıyla, Kafka’nın böceğiyle karşılaşmak mümkün ve bir o kadar yerinde kullanılmış şekilde. Yazar bunu ipucu ile gösterip, anlama kısmını okuyucuya bırakıyor. Samimi cümlelerle donattığı kitabında babasının intikamını almak için katil olmaya karar veren kahramanımızın başına öyle şeyler geliyor ki insan hayret etmeyi bile bazen hissettiği trajediden dolayı unutuyor. Köşe Başı öyküsü de nasıl başladıysa işte tam beklediğimiz ama gelmesini hiç istemediğiniz biri gibi bitiyor. Kitaptan bir bölüm:
"1954 yılının soğuk bir Kasım akşamı, yani ben doğmadan tam 20 yıl önce, doğduktan sonra kırk yıl boyunca oturmayı arzulayacağım ama oturamayacağım, oturmayı arzulamayı da anca ölmeden önce, tam o tren yolunda o velet kalbime bıçağı saplamadan önce akıl edebileceğim bu mahallede, bu sokakta, bu sokağın köşesindeki sokak lambasının altında, gece saat yirmi üç otuz beşte ne oldu bilmiyorum. Ama o andan tam yirmi yıl sonra o sokak lambasının altında babamı silahla vurdular. Ben doğmaktaydım o sıra, oradan biliyorum. Annem söyledi. Sen doğduğun sıralarda vurdular babanı dedi. Sokağın köşesinde, sokak lambasının altında dedi. Aklıma Batman geldi yeminle. Onun da babasını bir sokak lambası altında vuruyorlardı. Gerçi onun babası Gotham City’nin en zengin adamıydı. Benim babam ise tornacıydı."
Seydi Özçal
twitter.com/sydozcal
Yazar, kitabındaki hoş üslubuyla okuyucular üzerinde güzel ve derin izler bırakıyor. Son kitabının ismi ne kadar uzun da olsa anlaşılması güç olmayan öykülerden ibaret. Kendine has her öykücüde olduğu gibi bazı özellikleri var. Belki de her kitapta özgünlüğünü bu şekilde koruyor. Son kitabında yer alan iki öyküsünde kahramanları arasında verdiği isimlendirmelerde Ayşe’yi fazlaca ya da bizim dikkatimizi çekmek isteyecek derecede kullandığını seziyoruz. Bazı yazılar vardır ki içindeki ayrıntıları sadece kendisi ve yaşantısında yer alanlar bilir. O yüzden es geçmeden söylemekte fayda var. Süngü, öyküler vasıtasıyla güzellik ve çirkinlik kavramlarını derin aforizmalarla irdelemiş. Güzellik kişiden kişiye değişse de çirkinliğin çok fazla yer değiştirmediğini görebiliyoruz. Dilini o kadar kaygan ve sokağın içinden kullanmış ki bir anda kendinizi diyalogun içinde bulabiliyorsunuz. Kendini entelektüel olarak vasıflandıranlar gibi değil de sanatı toplumun yegâne hizmetine adamış halk adamlarının elinden çıkan bir kitap olduğu aşikâr.
Bir öğrenci nasıl en çok mizah yeteneğini kullanarak ders anlatan hocasını seviyorsa, Güray Süngü de eserinde bolca mizahla birlikte yazılarını daha da okunur kılmış. İlk öyküsü olan Derviş’te yer alan şu bölümde Vizontele’yi hatırlamamak elde değil: "Kız börek yapıyormuş, ellerini parmaklarını yermişsin. Ellerimi parmaklarımı yiyeceksem kız ne diye börek yapıyor, madem börek yapıyor, ne diye böreği yemiyorum."
Hayatınızda geçen kötü olayları mı yoksa güzelliklerimi daha çok hatırlıyorsunuz? İşte yazar burada becerisini göstermiş ve okuyucuya unutamayacağı tarzda kusursuz öyküler oluşturmuş. Değindiği ve önemsediği bir diğer konu yaşantılarda yer alan tam bir oturmamışlık. Her şey kusursuz olsun ister ama bunun için gerekli çabayı harcamayız. Böyle yaparak da hayatımız hiçbir zaman rayına oturmaz, itelemeyle sürer gider.
Rüya içinde rüya bizi filmde şaşırtmıştır fakat öykü içinde öykülerde aynı oranda şaşırtır mı sorusunu sormadan önce Stetoskop’u okumanız gerekiyor. Burada zor olan kurguyu belirlemek ve devam ettirebilmek. Yazar yine kendini aşıp, bu zorluğun da üstesinde gelmeyi başarmış. Kurgunun güçlü olması kadar onu destekleyen cümlelerinde oturaklı yerleştirilmesi gerekir. Kitapta yer alan öykülerdeki cümleler derede akan sular gibi gözümüzün önünden akıp geçiyor. Arada bizim üstümüze gelerek elbiselerimizi de ıslatmıyor değil. İşte tam o anda yazar kurguya bir güneş ekliyor ve hemen dışımızı ısıttığı kadar içimizi de ısıtıyor.
Çok yazar vardır ki sokağa değinmeden geçmek istemez. Bazıları olayları abartır, bazıları ise size orayı tam olarak anlatır. Siz sokağı sadece büyük marketlere gidip alış veriş edip daha sonra da sıcak evlerinize geri dönmek olarak algılıyorsanız zaten ona yapacak bir şey yoktur. Fakat sokağın içindeyseniz ve yazılanları yaşıyor gibiyseniz işte ortak paydada buluşulmuş demektir. Kitabın isminin son kelimesi olan aşkla alakalı da farklı bir düşünce ortaya atılmış. Karakter konuşturularak Kusursuz Dünya öyküsünde tanınmayan birine nasıl aşık olunur sorusunu iki şekilde cevaplamış:
"Bir; onunla tanışamazdım çünkü ona aşıktım. Derlerdi ki tanışmak aşkı öldürür. Aşkım o kadar kuvvetliydi ki, bu aşkı onun için bile feda edemezdim. İki; onu tanımam için onu tanımama gerek yoktu. Bu mesele biraz çetrefilli aslında. Kalbinize giren kurşunun sizi öldürmesi için, kurşunun özelliklerini bilmemiz mi gerekir. Aşk benim yaramdı."
Öykücülerin beslendiği yerler vardır. Kimisi yaşadıkları ilginç olaylardan kimisi de kafasında sürekli dolanan yeni kurgulardan. Kurguyu güçlendirense tanıdık simalarla karşılaşmak. Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk’ta İsmet Özel ve Cemal Süreya’nın mısralarıyla, Kafka’nın böceğiyle karşılaşmak mümkün ve bir o kadar yerinde kullanılmış şekilde. Yazar bunu ipucu ile gösterip, anlama kısmını okuyucuya bırakıyor. Samimi cümlelerle donattığı kitabında babasının intikamını almak için katil olmaya karar veren kahramanımızın başına öyle şeyler geliyor ki insan hayret etmeyi bile bazen hissettiği trajediden dolayı unutuyor. Köşe Başı öyküsü de nasıl başladıysa işte tam beklediğimiz ama gelmesini hiç istemediğiniz biri gibi bitiyor. Kitaptan bir bölüm:
"1954 yılının soğuk bir Kasım akşamı, yani ben doğmadan tam 20 yıl önce, doğduktan sonra kırk yıl boyunca oturmayı arzulayacağım ama oturamayacağım, oturmayı arzulamayı da anca ölmeden önce, tam o tren yolunda o velet kalbime bıçağı saplamadan önce akıl edebileceğim bu mahallede, bu sokakta, bu sokağın köşesindeki sokak lambasının altında, gece saat yirmi üç otuz beşte ne oldu bilmiyorum. Ama o andan tam yirmi yıl sonra o sokak lambasının altında babamı silahla vurdular. Ben doğmaktaydım o sıra, oradan biliyorum. Annem söyledi. Sen doğduğun sıralarda vurdular babanı dedi. Sokağın köşesinde, sokak lambasının altında dedi. Aklıma Batman geldi yeminle. Onun da babasını bir sokak lambası altında vuruyorlardı. Gerçi onun babası Gotham City’nin en zengin adamıydı. Benim babam ise tornacıydı."
Seydi Özçal
twitter.com/sydozcal
6 Temmuz 2015 Pazartesi
Nurettin Topçu hikâyelerinde sermayenin transferi
Osmanlı toplum düzeni bozulup Birinci Dünya Savaşı koptuğunda Anadolu’nun has erleri savaş meydanlarında şehit düştüler. Geride dullar ve çocuklar kalmıştı. Bir de Osmanlı’nın elinden çıkan diyarlardan gelip köy ve şehirlere musallat olmuş Müslüman-yabancılar. Bunların bir kısmı eşkıya, asker kaçağı, savaş zengini olup halka zulmetmektedir.
Müslüman toplumda düzen bozulmuş halk tuttuğunun böğrünü deşmektedir. Buna Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de rastlıyoruz. Sabahattin Ali’nin “Kanal” hikâyesinde zikrettiği “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” cümlesi hikâyelerin geçtiği dönemde bırakın malı canın bile emniyetinin sağlanamadığının kanıtıdır. Hikâye edilen bütün olay örgülerinin arkasında cinnet halini andırır bir paylaşım-kapma ve metalaşabilecek ne varsa ona yönelik “yağma” ekonomisi vardır. Sabahattin Ali’nin “Kazlar” hikâyesinde Dudu rüşvet olarak vermek üzere kaz çalmıştır. Dudu’nun kocası Seyit’in düğün yerinde adam vurur. “Bir Firar” hikâyesinde, İdris’i döve döve suç itiraf etmeye zorlayan candarmadan bahsedilir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede Çallı Halil Efe’nin “eşkiyalığı” anlatılır. Bilindiği üzere Kuyucaklı Yusuf “namuslu kabadayı”dır. Müslüman toplumun bakiyesi ahlâken zıvanadan çıkmıştır.
Nurettin Topçu da Taşralı kitabında Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların Anadolu’nun yerli halkına zulmettiğini sıklıkla vurgular. Anadolu’daki yerli halkların adaleti ikame edecek zümrenin kifayetsizliği oranında “Müslüman yabancılar”ın ve “yerli fırsatçıların” tezgâhlarında can ve mallarının telef edildiği fikri hikâyelelerinin ana konusudur. Bu hikâyeleri sermayenin transferi ekseninde okumak gerekmektedir. Topçu hikâyesinde “sermaye”, eşkiyalık, düzenbazlık, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet gibi suç tiplerine bağlanarak el değiştirir. Bu olgu sadece Topçu’da rastlanıyor değildir. Ömer Seyfettin de “Diyet” hikâyesinde işinde gücünde yiğit demircinin bir punduna getirilip “hırsızlıkla” itham edilmesini anlatır. Ya hırsızlığın hükmü had uygulanacak (el kesilecek) ya da ona bu hırsızlık tezgâhını kuranın verdiği diyetin hakkı ödenecektir. Erken dönem Türk hikâyesine eğildiğimizde bu türden örnekleri çoğaltabiliriz. Müslüman toplumun adalet-ahlâk değerlerinden saparak yakalandığı toplumsal didişme mülkün transfer edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda gerekirse din de araçlaştırılır.
Topçu erken denilebilecek bir dönemde yerli halkın, Ermenilerin ve Kürtlerin mallarının din simsarlarınca, “Müslüman yabancı” eşkiyalarca, kentli kapitalist sınıflarca yağma edildiğini hikâyelerinde işlemiştir. Yağmanın başarılamadığı zamanlarda cinayetlerin işlenmesi toplumsal ahlâk değerlerinin çökmesini, halk kahramanlarının sinmesini ya da sermayenin el değiştirmesine boyun eğilmesini gerektirmiştir. Bu hikâyeleri Anadolu’nun yerli iktisadî zümrelerinin geçim kanallarını koruyan nizâmın çözülmesi ekseninde okumak gereklidir. Anadolu’ya savaş koşullarında gelen Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların “kanunsuz mekân”dan istifade ederek egemen güç ya da egemen sınıf olmaya dönük suçları delillerin karartılmasıyla cezasız kalmıştır. Topçu, toprakta kazanan iktisadî zümreleri düşüncesinin merkezine oturtmaktadır. Dolayısıyla yerli iktisadî sınıfların geçim değerlerini etnik/dini kimliğine bakmadan ülkenin temeli saymaktadır. Geçim değerlerinin ahlâkî bir üst kimlik oluşturduğunu düşünmektedir. Geçim değerlerine yaslanmayan “Müslüman-yabancı”ların “yağma-sömürü-sermaye kapma” zihniyetinden beslenen suçlarına ise göz yummamaktadır. Ancak kanunlar namuslu adamı korumaya yetmemektedir. Namuslu adamların ahlâkî eylemleri kötülüğü de def edememektedir. Topçu’nun bu hikâyelerinde ahlâk ve namusu koruyan bir “devlet arayışı” ve kuvvetiyle zararı-zararlıyı def edecek bir adalet fikri-otoritesi şiddetle istenir. Ancak bu istem yazıya geçmemiştir. Hikâye okuyucusu kahramanların trajik ölümünü, şehvet düşkünlerinin cinsel malzemesine dönüşlerini, yetim ve öksüzlerin sağa sola savruluşlarını çaresiz ve kahriyeler çekerek kıraat etmek zorunda kalır. Topçu bu üslubuyla okuyucusunu eşkıya-suçlu-kapitalist sınıfa karşı mücadelenin bireysel ahlâk değer ve amelleriyle yapılamayacağı gerçeğiyle yüzleştirir.
“Görünmeyen Adam” hikâyesinde Osman Ağa Balıkesir Biga köylerinden üçyüz adam toplayarak bir süvari müfrezesi meydana getirir. Müfreze Osman Ağa’nın önderliğinde Yunanlıyı Çanpazarı’na sokmayacaktır. Yunanlı çekildikten sonra Osman Ağa köyün yeniden yapılmasına, iki caminin yenilenmesine, Çanakkale-Balıkesir şosesinin köyden geçirilmesine vesile olur. Köy onun gayretleri sayesinde hayat bulur. Köyün ahlâkını da o korumaktadır. Köyde içki içilmemektedir. “Yalnız Arnavut Uzeyir’in aşçı dükkânında içki bulunurdu. Üzeyir köye inmiş eşkıya gibi idi. Osman Ağa’nın ona sözü geçmezdi. On seneden beri köyde peyda olan bu adam, bu köyün başına bir belâ idi (…) İçki satıyordu. Dükkânda içirdikten başka evlere de gönderiyordu. Osman Ağa’dan gizli evlerine içki götürülenlerin damında karı-koca kavgası sık sık duyulmaya başlamıştı. Uzeyir her sene Ramazan’da kendine hoca, vâiz süsü vererek köylere cerre çıkar, köylülerden keçi, kuzu ne bulursa toplar, getirirdi. Bazan da köylünün koyunundan çalardı. Kimse ona ses çıkaramıyordu. Çaldığı hayvanları kesip dükkânında yemek yapıyordu” (Topçu, 2006: 212).
Hikâyenin devamında Uzeyir işine taş koyan Osman Ağa’yı onun gelini Kevser’e göz diken bir suç kafilesinin yardımı ile yaralar, gelini de kaçırırlar. Osman Ağa, ölmek üzere iken oğlu Yusuf’a “Oğlum, atına, avradına, silâhına sahip ol” diyecek ve namus tavsiye edecektir. Yunanlıya yenilmeyen köylü üç-beş eşkıya karşısında darmadağın olmuştur. Yusuf mavzeri alıp peşlerinden gitti ise de jandarma yolunu keser ve mavzeri teslim etmesini ister. Yusuf askerle çatışmak zorunda kalır, çatışmada ölür. Bu hikâyede devlet eşkiyalığı önleyememekte ama namuslu adamların nefs-i müdafaasına engel olmaktadır. Topçu’nun bu öyküsünün tarihi 1953’tür. Bu hikâyenin 2000’li yıllarda da gerçekliği yitmemiştir.
Topçu’nun öykülerinde Kürt ve Ermeni yerlilerin servetlerinin haksız transferinden bahsedildiğini yukarıda zikretmiştik. Topçu’nun anlattığı hikâyelerde eşkiyalığın dinî ve tüccar sınıfla giriştiği ittifak namuslu halkın değerlerini bozmakta ve onları ya tasfiye ederek ya da kendine benzeterek bir sınıf oluşturmaya çalışmaktadır. Şimdi bu konuda üç örnek vereceğiz. Ancak Topçu’nun Taşralı kitabından hareketle temas edeceğimiz meselelere başka yazılarla devam edeceğiz:
“Çakal Mehmet’in alın teriyle kazanılmış paradan bir teneke yağ veya bir ölçek buğday alıp da evine getirdiği görülmemişti. Ya Kürtleri aldatıp gûya verecekmiş gibi borçlanarak buğday ve yağ alır ve yahut şirretliğiyle köydeki dul kadınların kışlıklarından birer parça toplardı. İş gücü sabahın erken saatinden başlayarak bazen gece saatlerinde tamamlanan, köylülere ait dedikoduları karısıyla baş başa yapmaktı (…) Çakal bâzı Ramazanlarda köyün camisinde müezzinlik yapar, Hasibe ‘Allah! Şükür’ sözünü mavi gözlerini büyük huzurda imiş gibi kapayarak sık sık tekrarlardı. Vakıa bu halleriyle kızına göz koyduğu Zülfükar Hoca’ya da yaranacağı yoktu. Çünkü hocanın dini, bir alış veriş dini idi. Yeni açtığı dükkanda çalıştırmak için cerbezeli cerrar birini arıyordu. Aynı zamanda hocanın sekiz on çeşit işlerine koturacağı bir güvey lâzımdı. Kasabanın ev, arazi alım satımını yapan o, etraf köylerden ve İstanbul’daki zengin hemşehrilerden zekât toplayıp ehline dağıtan da yine o idi. Hocanın bütün bu işlerde büyük hissesi olduğunu bilen çoktu. Ama dini nüfuzu her şeyi önlemeye, her dili susturmaya kâfi bir kalkandı, sağlam bir silahtı. Hoca yaşlanmıştı. Bu işlere eskisi gibi koşamıyordu. Çakal’ın oğlu gibi bir damada pek muhtaçtı. Ama altınlar gelmeden kızını veremezdi” (Yitik); (Topçu, 2006: 212).
“Helâl lokmasını Allah’ına bin şükürle ağzına koyduğunu söyleyen bu davetin sahibi Salkımzade’nin ufacık başı ve paslı birer nokta gibi kısılı gözleriyle karşısında sırıttığını görüyordu. Camiler yaptırıp tamir ettiren bu Müslüman zenginin muazzam servetinin temeli, vaktiyle babasının Ermeniler’den kaçırıp İstanbul’a getirdiği iki heybe dolusu altın değil miydi. Bütün seyahatlere, hatta Hacc’a giderken bile hizmetçileriyle beraber bütün kalabalık aileyi beraber götürerek dışarıdan kaçak mal getiren, bütün tüccarlar gibi apartmanlarını gümrüklerden kaçırılmış eşya ile dolduran bu din tüccarının evinde onun ne işi vardı? Hac’dan dönünce mağazasının tabelasına ilave ettiği hacı kelimesiyle daha fazla müşteri kazanacağını hesaplayan, cami tamirini Anadolu’daki müşterilerine kendi ticaretine reklâm vesilesi olsun diye üzerine alan, Kur’an’ı Hicaz’da ihtikârla satışa çıkaran, bire yüz hattâ bin kâra cevaz verdiği için sahtekâr şeyhi başına taç kılan, ümmete mehdi yapan, çocuklarını hep ecnebi mekteplerinde okuttuğu halde ticareti gayrımüslimlerin elinden alarak kendileri daha fazla satış yapmak hırsıyla Hıristiyanlarla alış verişi yumrukları ve cehennem tehditleriyle men edici aktör vaizler yetiştiren, dini ticaretlerinin yardımcısı haline koyan bu sefil varlıkların yanına ne için yaklaşmıştı?” (Mübarek Zat); (Topçu, 2006: 54).
“Büyük harpten sonra Ermani patırdısında köyden geçen Ermeni kızlarından, baştan aşağı diba kumaşlara bürünmüş, boyunlarında beşi bir arada dizileri salkım salkım sarkan beş tanesini yanında alıkoymak vaadiyle peşine takmış, köyden yukarı çıkıyordu (…) Araboğlu, İstanbul’dan getirilmiş iskarpinlerinin üzerinde süzüm süzüm süzülen Ermeni kızlarının kendine minnetdar bakışlariyle yalvaran gözlerine değil de, boyunlarındaki altın dizelerine yılışık gözlerle bakıp bakıp içini çekiyordu. Daha yüzleri güneş görmeden gelinliklerini bekleyen bu kızları, Fırat’ın kıyısından dört beş yüz metre yükseklikteki Haraçul tepesine çıkardıktan sonra, Zivan tarlasına götürüp ‘Burada oturun, size yiyecek getireyim’ demiş, onlar bu mübarek müslümanın merhametine minnetdar olarak İsa’ya dua ederlerken ve elleri dua için gökyüzüne açıldığı esnada, elli adım ötede evvelce hazırladığı pusuya yatarak birer birer hepsine ateş edip kızların beşini de öldürmüş, üzerlerindeki altınları kâmilen soyup götürmüştü” (Araboğlu); (Topçu, 2006: 97).
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
Müslüman toplumda düzen bozulmuş halk tuttuğunun böğrünü deşmektedir. Buna Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de rastlıyoruz. Sabahattin Ali’nin “Kanal” hikâyesinde zikrettiği “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” cümlesi hikâyelerin geçtiği dönemde bırakın malı canın bile emniyetinin sağlanamadığının kanıtıdır. Hikâye edilen bütün olay örgülerinin arkasında cinnet halini andırır bir paylaşım-kapma ve metalaşabilecek ne varsa ona yönelik “yağma” ekonomisi vardır. Sabahattin Ali’nin “Kazlar” hikâyesinde Dudu rüşvet olarak vermek üzere kaz çalmıştır. Dudu’nun kocası Seyit’in düğün yerinde adam vurur. “Bir Firar” hikâyesinde, İdris’i döve döve suç itiraf etmeye zorlayan candarmadan bahsedilir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede Çallı Halil Efe’nin “eşkiyalığı” anlatılır. Bilindiği üzere Kuyucaklı Yusuf “namuslu kabadayı”dır. Müslüman toplumun bakiyesi ahlâken zıvanadan çıkmıştır.
Nurettin Topçu da Taşralı kitabında Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların Anadolu’nun yerli halkına zulmettiğini sıklıkla vurgular. Anadolu’daki yerli halkların adaleti ikame edecek zümrenin kifayetsizliği oranında “Müslüman yabancılar”ın ve “yerli fırsatçıların” tezgâhlarında can ve mallarının telef edildiği fikri hikâyelelerinin ana konusudur. Bu hikâyeleri sermayenin transferi ekseninde okumak gerekmektedir. Topçu hikâyesinde “sermaye”, eşkiyalık, düzenbazlık, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet gibi suç tiplerine bağlanarak el değiştirir. Bu olgu sadece Topçu’da rastlanıyor değildir. Ömer Seyfettin de “Diyet” hikâyesinde işinde gücünde yiğit demircinin bir punduna getirilip “hırsızlıkla” itham edilmesini anlatır. Ya hırsızlığın hükmü had uygulanacak (el kesilecek) ya da ona bu hırsızlık tezgâhını kuranın verdiği diyetin hakkı ödenecektir. Erken dönem Türk hikâyesine eğildiğimizde bu türden örnekleri çoğaltabiliriz. Müslüman toplumun adalet-ahlâk değerlerinden saparak yakalandığı toplumsal didişme mülkün transfer edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu konuda gerekirse din de araçlaştırılır.
Topçu erken denilebilecek bir dönemde yerli halkın, Ermenilerin ve Kürtlerin mallarının din simsarlarınca, “Müslüman yabancı” eşkiyalarca, kentli kapitalist sınıflarca yağma edildiğini hikâyelerinde işlemiştir. Yağmanın başarılamadığı zamanlarda cinayetlerin işlenmesi toplumsal ahlâk değerlerinin çökmesini, halk kahramanlarının sinmesini ya da sermayenin el değiştirmesine boyun eğilmesini gerektirmiştir. Bu hikâyeleri Anadolu’nun yerli iktisadî zümrelerinin geçim kanallarını koruyan nizâmın çözülmesi ekseninde okumak gereklidir. Anadolu’ya savaş koşullarında gelen Arap, Çerkez, Arnavut, Boşnak kökenli Müslümanların “kanunsuz mekân”dan istifade ederek egemen güç ya da egemen sınıf olmaya dönük suçları delillerin karartılmasıyla cezasız kalmıştır. Topçu, toprakta kazanan iktisadî zümreleri düşüncesinin merkezine oturtmaktadır. Dolayısıyla yerli iktisadî sınıfların geçim değerlerini etnik/dini kimliğine bakmadan ülkenin temeli saymaktadır. Geçim değerlerinin ahlâkî bir üst kimlik oluşturduğunu düşünmektedir. Geçim değerlerine yaslanmayan “Müslüman-yabancı”ların “yağma-sömürü-sermaye kapma” zihniyetinden beslenen suçlarına ise göz yummamaktadır. Ancak kanunlar namuslu adamı korumaya yetmemektedir. Namuslu adamların ahlâkî eylemleri kötülüğü de def edememektedir. Topçu’nun bu hikâyelerinde ahlâk ve namusu koruyan bir “devlet arayışı” ve kuvvetiyle zararı-zararlıyı def edecek bir adalet fikri-otoritesi şiddetle istenir. Ancak bu istem yazıya geçmemiştir. Hikâye okuyucusu kahramanların trajik ölümünü, şehvet düşkünlerinin cinsel malzemesine dönüşlerini, yetim ve öksüzlerin sağa sola savruluşlarını çaresiz ve kahriyeler çekerek kıraat etmek zorunda kalır. Topçu bu üslubuyla okuyucusunu eşkıya-suçlu-kapitalist sınıfa karşı mücadelenin bireysel ahlâk değer ve amelleriyle yapılamayacağı gerçeğiyle yüzleştirir.
“Görünmeyen Adam” hikâyesinde Osman Ağa Balıkesir Biga köylerinden üçyüz adam toplayarak bir süvari müfrezesi meydana getirir. Müfreze Osman Ağa’nın önderliğinde Yunanlıyı Çanpazarı’na sokmayacaktır. Yunanlı çekildikten sonra Osman Ağa köyün yeniden yapılmasına, iki caminin yenilenmesine, Çanakkale-Balıkesir şosesinin köyden geçirilmesine vesile olur. Köy onun gayretleri sayesinde hayat bulur. Köyün ahlâkını da o korumaktadır. Köyde içki içilmemektedir. “Yalnız Arnavut Uzeyir’in aşçı dükkânında içki bulunurdu. Üzeyir köye inmiş eşkıya gibi idi. Osman Ağa’nın ona sözü geçmezdi. On seneden beri köyde peyda olan bu adam, bu köyün başına bir belâ idi (…) İçki satıyordu. Dükkânda içirdikten başka evlere de gönderiyordu. Osman Ağa’dan gizli evlerine içki götürülenlerin damında karı-koca kavgası sık sık duyulmaya başlamıştı. Uzeyir her sene Ramazan’da kendine hoca, vâiz süsü vererek köylere cerre çıkar, köylülerden keçi, kuzu ne bulursa toplar, getirirdi. Bazan da köylünün koyunundan çalardı. Kimse ona ses çıkaramıyordu. Çaldığı hayvanları kesip dükkânında yemek yapıyordu” (Topçu, 2006: 212).
Hikâyenin devamında Uzeyir işine taş koyan Osman Ağa’yı onun gelini Kevser’e göz diken bir suç kafilesinin yardımı ile yaralar, gelini de kaçırırlar. Osman Ağa, ölmek üzere iken oğlu Yusuf’a “Oğlum, atına, avradına, silâhına sahip ol” diyecek ve namus tavsiye edecektir. Yunanlıya yenilmeyen köylü üç-beş eşkıya karşısında darmadağın olmuştur. Yusuf mavzeri alıp peşlerinden gitti ise de jandarma yolunu keser ve mavzeri teslim etmesini ister. Yusuf askerle çatışmak zorunda kalır, çatışmada ölür. Bu hikâyede devlet eşkiyalığı önleyememekte ama namuslu adamların nefs-i müdafaasına engel olmaktadır. Topçu’nun bu öyküsünün tarihi 1953’tür. Bu hikâyenin 2000’li yıllarda da gerçekliği yitmemiştir.
Topçu’nun öykülerinde Kürt ve Ermeni yerlilerin servetlerinin haksız transferinden bahsedildiğini yukarıda zikretmiştik. Topçu’nun anlattığı hikâyelerde eşkiyalığın dinî ve tüccar sınıfla giriştiği ittifak namuslu halkın değerlerini bozmakta ve onları ya tasfiye ederek ya da kendine benzeterek bir sınıf oluşturmaya çalışmaktadır. Şimdi bu konuda üç örnek vereceğiz. Ancak Topçu’nun Taşralı kitabından hareketle temas edeceğimiz meselelere başka yazılarla devam edeceğiz:
“Çakal Mehmet’in alın teriyle kazanılmış paradan bir teneke yağ veya bir ölçek buğday alıp da evine getirdiği görülmemişti. Ya Kürtleri aldatıp gûya verecekmiş gibi borçlanarak buğday ve yağ alır ve yahut şirretliğiyle köydeki dul kadınların kışlıklarından birer parça toplardı. İş gücü sabahın erken saatinden başlayarak bazen gece saatlerinde tamamlanan, köylülere ait dedikoduları karısıyla baş başa yapmaktı (…) Çakal bâzı Ramazanlarda köyün camisinde müezzinlik yapar, Hasibe ‘Allah! Şükür’ sözünü mavi gözlerini büyük huzurda imiş gibi kapayarak sık sık tekrarlardı. Vakıa bu halleriyle kızına göz koyduğu Zülfükar Hoca’ya da yaranacağı yoktu. Çünkü hocanın dini, bir alış veriş dini idi. Yeni açtığı dükkanda çalıştırmak için cerbezeli cerrar birini arıyordu. Aynı zamanda hocanın sekiz on çeşit işlerine koturacağı bir güvey lâzımdı. Kasabanın ev, arazi alım satımını yapan o, etraf köylerden ve İstanbul’daki zengin hemşehrilerden zekât toplayıp ehline dağıtan da yine o idi. Hocanın bütün bu işlerde büyük hissesi olduğunu bilen çoktu. Ama dini nüfuzu her şeyi önlemeye, her dili susturmaya kâfi bir kalkandı, sağlam bir silahtı. Hoca yaşlanmıştı. Bu işlere eskisi gibi koşamıyordu. Çakal’ın oğlu gibi bir damada pek muhtaçtı. Ama altınlar gelmeden kızını veremezdi” (Yitik); (Topçu, 2006: 212).
“Helâl lokmasını Allah’ına bin şükürle ağzına koyduğunu söyleyen bu davetin sahibi Salkımzade’nin ufacık başı ve paslı birer nokta gibi kısılı gözleriyle karşısında sırıttığını görüyordu. Camiler yaptırıp tamir ettiren bu Müslüman zenginin muazzam servetinin temeli, vaktiyle babasının Ermeniler’den kaçırıp İstanbul’a getirdiği iki heybe dolusu altın değil miydi. Bütün seyahatlere, hatta Hacc’a giderken bile hizmetçileriyle beraber bütün kalabalık aileyi beraber götürerek dışarıdan kaçak mal getiren, bütün tüccarlar gibi apartmanlarını gümrüklerden kaçırılmış eşya ile dolduran bu din tüccarının evinde onun ne işi vardı? Hac’dan dönünce mağazasının tabelasına ilave ettiği hacı kelimesiyle daha fazla müşteri kazanacağını hesaplayan, cami tamirini Anadolu’daki müşterilerine kendi ticaretine reklâm vesilesi olsun diye üzerine alan, Kur’an’ı Hicaz’da ihtikârla satışa çıkaran, bire yüz hattâ bin kâra cevaz verdiği için sahtekâr şeyhi başına taç kılan, ümmete mehdi yapan, çocuklarını hep ecnebi mekteplerinde okuttuğu halde ticareti gayrımüslimlerin elinden alarak kendileri daha fazla satış yapmak hırsıyla Hıristiyanlarla alış verişi yumrukları ve cehennem tehditleriyle men edici aktör vaizler yetiştiren, dini ticaretlerinin yardımcısı haline koyan bu sefil varlıkların yanına ne için yaklaşmıştı?” (Mübarek Zat); (Topçu, 2006: 54).
“Büyük harpten sonra Ermani patırdısında köyden geçen Ermeni kızlarından, baştan aşağı diba kumaşlara bürünmüş, boyunlarında beşi bir arada dizileri salkım salkım sarkan beş tanesini yanında alıkoymak vaadiyle peşine takmış, köyden yukarı çıkıyordu (…) Araboğlu, İstanbul’dan getirilmiş iskarpinlerinin üzerinde süzüm süzüm süzülen Ermeni kızlarının kendine minnetdar bakışlariyle yalvaran gözlerine değil de, boyunlarındaki altın dizelerine yılışık gözlerle bakıp bakıp içini çekiyordu. Daha yüzleri güneş görmeden gelinliklerini bekleyen bu kızları, Fırat’ın kıyısından dört beş yüz metre yükseklikteki Haraçul tepesine çıkardıktan sonra, Zivan tarlasına götürüp ‘Burada oturun, size yiyecek getireyim’ demiş, onlar bu mübarek müslümanın merhametine minnetdar olarak İsa’ya dua ederlerken ve elleri dua için gökyüzüne açıldığı esnada, elli adım ötede evvelce hazırladığı pusuya yatarak birer birer hepsine ateş edip kızların beşini de öldürmüş, üzerlerindeki altınları kâmilen soyup götürmüştü” (Araboğlu); (Topçu, 2006: 97).
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
30 Mayıs 2015 Cumartesi
Anıların, anların ve anlamın kıymetini bilen şiirler
"Şu anda varım ve yaşıyorum, üç dakika sonra bir şey olacağım ama ne olacağım, nerede olacağım, üç dakika sonraki ben kim olacak? İki dakika içinde yanıt bulmayı istediği sorular işte bunlardı... Az sonra başlayacak yeni yaşamın bilinmezlikleri ve bu yaşama karşı duyduğu tiksinti korkunçtu, ama durmamacasına zihnini yoklayan şu düşünce daha korkunçtu: Ölmüyormuşum! Yeniden yaşama dönüyormuşum! Bitip tükenmez bir yaşam! Ve hepsi, olduğu gibi hepsi benim! Ah, bir yüzyıl bile yaşayacak olsam, her anın değerini bilir, tek bir dakikayı bile boşa harcamazdım."
- Fyodor Dostoyevski, Budala
Şair yola çıkan, yolda olan ve bir istikamet tutturmayı göze alandır. Şairin haklılığı yola çıkmaktan gelir. Yol boyunca rastladığı duraklarda soluk alır. Tefekkür karşısında boynu kıldan ince olması gereken şairin düşünceye dair kalesi değil, kaleleri olmalıdır. Elbette bu kalelerden biri şairin hakiki yeri, yurdudur. Şair burada "sakin" olur. Sahip olmaktan çok sakin olmayı şaire sağlayan şey şiirdir. Sahiplikte maddiyat, sakinlikte maneviyat tebarüz eder. İdris Ekinci; ilk şiir kitabı Uyku Kuşu'yla beraber çıktığı yolda, sakinliğe ulaşmış bir şair. Son Üç Dakika, onun ikinci kalesi. Bu kalenin içinde her ne kadar kılıç şakırtıları çınlasa da hemen arkasında bir deniz saklı gibi. Savaştan yorgun düşmüyor ama denize bakmaya da ihtiyaç duyuyor gibi. İdris Ekinci "gece" şairlerinden. Belki de bu yüzden kitabın ilk şiiri Anasır'da "Görseydin, ömrümün kabalarını alarak / poz verecektim arkadaşlara / güneşsizliğe alıştım da yüzümün ağarması ondan" diyor.
"Biricik İsmet Özel'e" diyerek ithafını bitirdiği ilk kitabındaki içtenliği ve konuşkanlığı, bu kitabıyla yenilikler deneyerek gelişiyor. Yeniden kaçmıyor ama yeninin içine de hapsetmiyor kendini Ekinci. Taşrada doğup orada yaşıyor oluşu Ekinci'deki insani hasletlerin şiirine yansımasına da elverişli bir ortam sağlıyor hiç şüphesiz. Burada romantik yahut klasik şair hayreti ve merakından ziyade; şairin içinde kalmak zorunda olduğu ortamın, yaşantının yüklerini omuzlayan dizeler göze, gönle çarpıyor:
"Güzel kafacığım kana kana düşündü de kenarda suretine sarılmış
Duramadın herhâlde bir günü daha yaşadın hayatlarla masallarla
Bense kardeşim ne ağır sözler taşırdım beyefendi kalırdım
Üzerimden çıngılar fırlatarak gülerek dolandığım oyuklardan
Çağlayan kılıfımla oturup aynı frekanstan tozuyan kâğıtlara
Aynı fısıltıdan aynı loşluktan görünmedi alnım."
Üç bölüme ayrılan Son Üç Dakika'nın ilk bölümü "Kapılık Gitmek Diye Bir Oyun" adını taşıyor. Bu bölümün mihenk taşı olarak "Her Gün Haziran Yanığı Her Haziran Soğusun" şiiri dikkat çekiyor. Şairin gövde gösterisi de diyebiliriz. Kendini korumaya çalışan, kendinden ödün vermeyen, kendi kalmaya özen gösteren bir şairin izlenimleri var bu şiirde. Bol fakat yormayan imgeler, güçlü ifadelerle.
"Soğumaya elverişli bir şey hiç uyumsuzluk bulaştırmamaya
Su bile acıtır eğer yaraysa geçtiği yer
Ne fark eder onlar parayla saklanılan odalarda
Ben baya ayrılmış benim olmuş yataklarda
Onun koynundan avucumla su içtim
Ben onun gövdesini kucağım bildim."
İkinci bölüm "Kalan Durağı, Yeni Bekleyişler"de ilk bölüme oranla daha fazla şiir yer alıyor. Bu bölümde Türkçenin verimliliğini elinden geldiğince kullanmaya gayret ediyor şair. Yaşadığı şeyleri hikâyeleştirmeyi, şiirleştirmeyi seven bir şair İdris Ekinci. Bu yüzden şiirlerinde yaşadıklarından ve tanık olduklarından bahsederken gündemi pek umursamıyor, olanı biteni şairliğiyle anlatıyor. Okuyucuya "Senin de fersiz düşer kolların / senin de gönlün kimlere darılır / senin de çıkmaza düşer yolların" diyerek aslında çıktığı yolun ne kadar zorlu olduğunu açıklıyor.
Editörlüğünü yaptığı Aşkar dergisinde şiirlerini okuduğumuz İdris Ekinci'nin fikir yazılarıyla, şiiri hayatının orta yerine oturttuğunu anlayabilmek mümkün. 1990'lı yıllarda İsmet Özel'i tanıdıktan sonra onun şiirlerinin ve yazılarının üzerinde çalışılması, düşünülmesi gereken emekler olduğunu düşünüyor ve emelini belirliyor: İsmet Özel'in omuzladığı yüke, yükdaş olmak. Şair "Gözümün Aydınlığı İsmet Özel Baba" şiirinde, bir önceki kitabı Uyku Kuşu'ndaki "Bir kıblemin olduğunu annemden öğrendim ben" dizesini açıyor ve anlamlandırıyor gibi:
"Barbarlar bir yöne bakarlar
Bizim baktığımız yerde kıblemiz var
Bizi felç tahtalarında küflendirmeyecek
Önüne gelip yüz sürdüğümüz duvar"
Dostlarla yaşanılan şeylerden, anılardan, hatıralardan şiir kurmak oldukça güçtür. İdris Ekinci bunu ustalıkla başarıyor. Bazen kendince öğütler veriyor bu şiirlerde, bazen de dertleşiyor. Bir telefon görüşmesi gibi değil, karşısına dostunu alıp doğrudan muhabbet eder gibi. "Hangi Tarlalardan Niçin?" adlı şiirinde "İrfan, bu zalım seni kandırmasın!" diyerek başladığı şiirindeki "Canım iyi sarıyorsun iyi ağrıyorsun / umulmadık arifelere koşturuyorsun / canım kolunda çantan da olsun / kuluncunda acı da" dizeleri sanki en yakın dostunu evliliğe kaptıracak olmanın sıkıntısına düşmüş bir dostu çağrıştırır gibi. "Evlilik Şarkısı - Önsöz" şiiri ise Hüseyin Akın'ın "Buradan Bakınca Gökyüzü" adlı şiirinden sonra okununca adeta yeni başlayanlar için evlilik dersi gibi oluveriyor. Hüseyin Akın "Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü" derken İdris Ekinci evliliği şöyle tanımlıyor:
"Evliysen yüzünün yarısı hep tetiktedir bilesin
Diğerinde gezinen hep bir güz havası
Değişen bir adamsın eve her döndüğünde
Karının dizlerinde çınlar bir heves narası."
İdris Ekinci'nin bu ikinci şiir kitabı, kurduğu şiirinin fikir yazılarıyla bir bütünlük taşıdığını gözler önüne seriyor. Hayata baktığı noktayı şiirinde farklı, yazılarında farklı gösterenlerden değil şair. Zaten şairin yazılarıyla şiirleri aynı istikamette gitmiyorsa, orada samimiyetten çok uzak bir çalışma söz konusudur. Ekinci ise titiz bir şair. Neyse onu söylüyor, Türkçenin hassasiyetlerinden tüm marifetleriyle yararlanarak.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Fyodor Dostoyevski, Budala
Şair yola çıkan, yolda olan ve bir istikamet tutturmayı göze alandır. Şairin haklılığı yola çıkmaktan gelir. Yol boyunca rastladığı duraklarda soluk alır. Tefekkür karşısında boynu kıldan ince olması gereken şairin düşünceye dair kalesi değil, kaleleri olmalıdır. Elbette bu kalelerden biri şairin hakiki yeri, yurdudur. Şair burada "sakin" olur. Sahip olmaktan çok sakin olmayı şaire sağlayan şey şiirdir. Sahiplikte maddiyat, sakinlikte maneviyat tebarüz eder. İdris Ekinci; ilk şiir kitabı Uyku Kuşu'yla beraber çıktığı yolda, sakinliğe ulaşmış bir şair. Son Üç Dakika, onun ikinci kalesi. Bu kalenin içinde her ne kadar kılıç şakırtıları çınlasa da hemen arkasında bir deniz saklı gibi. Savaştan yorgun düşmüyor ama denize bakmaya da ihtiyaç duyuyor gibi. İdris Ekinci "gece" şairlerinden. Belki de bu yüzden kitabın ilk şiiri Anasır'da "Görseydin, ömrümün kabalarını alarak / poz verecektim arkadaşlara / güneşsizliğe alıştım da yüzümün ağarması ondan" diyor.
"Biricik İsmet Özel'e" diyerek ithafını bitirdiği ilk kitabındaki içtenliği ve konuşkanlığı, bu kitabıyla yenilikler deneyerek gelişiyor. Yeniden kaçmıyor ama yeninin içine de hapsetmiyor kendini Ekinci. Taşrada doğup orada yaşıyor oluşu Ekinci'deki insani hasletlerin şiirine yansımasına da elverişli bir ortam sağlıyor hiç şüphesiz. Burada romantik yahut klasik şair hayreti ve merakından ziyade; şairin içinde kalmak zorunda olduğu ortamın, yaşantının yüklerini omuzlayan dizeler göze, gönle çarpıyor:
"Güzel kafacığım kana kana düşündü de kenarda suretine sarılmış
Duramadın herhâlde bir günü daha yaşadın hayatlarla masallarla
Bense kardeşim ne ağır sözler taşırdım beyefendi kalırdım
Üzerimden çıngılar fırlatarak gülerek dolandığım oyuklardan
Çağlayan kılıfımla oturup aynı frekanstan tozuyan kâğıtlara
Aynı fısıltıdan aynı loşluktan görünmedi alnım."
Üç bölüme ayrılan Son Üç Dakika'nın ilk bölümü "Kapılık Gitmek Diye Bir Oyun" adını taşıyor. Bu bölümün mihenk taşı olarak "Her Gün Haziran Yanığı Her Haziran Soğusun" şiiri dikkat çekiyor. Şairin gövde gösterisi de diyebiliriz. Kendini korumaya çalışan, kendinden ödün vermeyen, kendi kalmaya özen gösteren bir şairin izlenimleri var bu şiirde. Bol fakat yormayan imgeler, güçlü ifadelerle.
"Soğumaya elverişli bir şey hiç uyumsuzluk bulaştırmamaya
Su bile acıtır eğer yaraysa geçtiği yer
Ne fark eder onlar parayla saklanılan odalarda
Ben baya ayrılmış benim olmuş yataklarda
Onun koynundan avucumla su içtim
Ben onun gövdesini kucağım bildim."
İkinci bölüm "Kalan Durağı, Yeni Bekleyişler"de ilk bölüme oranla daha fazla şiir yer alıyor. Bu bölümde Türkçenin verimliliğini elinden geldiğince kullanmaya gayret ediyor şair. Yaşadığı şeyleri hikâyeleştirmeyi, şiirleştirmeyi seven bir şair İdris Ekinci. Bu yüzden şiirlerinde yaşadıklarından ve tanık olduklarından bahsederken gündemi pek umursamıyor, olanı biteni şairliğiyle anlatıyor. Okuyucuya "Senin de fersiz düşer kolların / senin de gönlün kimlere darılır / senin de çıkmaza düşer yolların" diyerek aslında çıktığı yolun ne kadar zorlu olduğunu açıklıyor.
Editörlüğünü yaptığı Aşkar dergisinde şiirlerini okuduğumuz İdris Ekinci'nin fikir yazılarıyla, şiiri hayatının orta yerine oturttuğunu anlayabilmek mümkün. 1990'lı yıllarda İsmet Özel'i tanıdıktan sonra onun şiirlerinin ve yazılarının üzerinde çalışılması, düşünülmesi gereken emekler olduğunu düşünüyor ve emelini belirliyor: İsmet Özel'in omuzladığı yüke, yükdaş olmak. Şair "Gözümün Aydınlığı İsmet Özel Baba" şiirinde, bir önceki kitabı Uyku Kuşu'ndaki "Bir kıblemin olduğunu annemden öğrendim ben" dizesini açıyor ve anlamlandırıyor gibi:
"Barbarlar bir yöne bakarlar
Bizim baktığımız yerde kıblemiz var
Bizi felç tahtalarında küflendirmeyecek
Önüne gelip yüz sürdüğümüz duvar"
Dostlarla yaşanılan şeylerden, anılardan, hatıralardan şiir kurmak oldukça güçtür. İdris Ekinci bunu ustalıkla başarıyor. Bazen kendince öğütler veriyor bu şiirlerde, bazen de dertleşiyor. Bir telefon görüşmesi gibi değil, karşısına dostunu alıp doğrudan muhabbet eder gibi. "Hangi Tarlalardan Niçin?" adlı şiirinde "İrfan, bu zalım seni kandırmasın!" diyerek başladığı şiirindeki "Canım iyi sarıyorsun iyi ağrıyorsun / umulmadık arifelere koşturuyorsun / canım kolunda çantan da olsun / kuluncunda acı da" dizeleri sanki en yakın dostunu evliliğe kaptıracak olmanın sıkıntısına düşmüş bir dostu çağrıştırır gibi. "Evlilik Şarkısı - Önsöz" şiiri ise Hüseyin Akın'ın "Buradan Bakınca Gökyüzü" adlı şiirinden sonra okununca adeta yeni başlayanlar için evlilik dersi gibi oluveriyor. Hüseyin Akın "Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü" derken İdris Ekinci evliliği şöyle tanımlıyor:
"Evliysen yüzünün yarısı hep tetiktedir bilesin
Diğerinde gezinen hep bir güz havası
Değişen bir adamsın eve her döndüğünde
Karının dizlerinde çınlar bir heves narası."
İdris Ekinci'nin bu ikinci şiir kitabı, kurduğu şiirinin fikir yazılarıyla bir bütünlük taşıdığını gözler önüne seriyor. Hayata baktığı noktayı şiirinde farklı, yazılarında farklı gösterenlerden değil şair. Zaten şairin yazılarıyla şiirleri aynı istikamette gitmiyorsa, orada samimiyetten çok uzak bir çalışma söz konusudur. Ekinci ise titiz bir şair. Neyse onu söylüyor, Türkçenin hassasiyetlerinden tüm marifetleriyle yararlanarak.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
28 Mayıs 2015 Perşembe
Tohumu saklayan kadındır
Vandana Shiva’nın “Çalınmış Hasat-Küresel Gıda Soygunu” kitabından geleneksel tarım perspektifi bağlamında bir sanayi eleştirisi anlamında bahsetmiştim. Bu kitabı ikinci defa dilime dolamam gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de başörtülü kadınlar bağda bahçede ve kamusal alanda “mustazaf olduklarını” ileri sürerek modernleştiler. Bağda bahçede çalışmayı “kirli işler” alanında kıstırılmışlık şeklinde değerlendirdiler. Kamusal alanda kimlikleriyle mesleklerini yapamamalarını da Cumhuriyet modernleşmesinin tepeden inmeci, inkârcı, tek kimlikli ideoloji ve pratiğinin sonucu gördüler.
Bir anlamda küreselleşme, postmodernizm, ulus devletleri yıkan yeni ekonomi-politik Müslüman kadının “kendi kadın kimliği” için alan açmış oldu. Akli ve sanatsal yeteneklerle ilgili geniş kapsamlı ve müstezaflığı telafiye dönük bir eğitim süreci böyle genelleşti ve normalleşti. Müslüman kadınlar dünyayı gazeteci / yazar / televizyoncu / politikacı gibi kimliklerle dolaştı. Tek başına umre yapan, Hacc eden kadın “kimlikleri” oluştu. Aile mefhumundan bağımsızlaşmış bir “İslâmî kadın kimliği” Müslüman kadının sanatsal, aklî faaliyetlerle “varolmalarını”, “piyasada görünülürlük kazandıran” mesleklerle melez kültürleşmelerini, “başka modernlikler” üretmesini, kamusal alana katılımı engelleyen şartları sorgula(t)mayı önemli saydı. Dolayısıyla “ailesiz kadın” idealleştirmesi, “kendi ayakları üzerinde duran Müslüman kadın” tasavvuru hakkında bir tür adı konmamış “İslamî feminizm” kavramı telaffuzu yapılabilecektir. Vandana Shiva’nın çalışması bu noktada önem kazanıyor.
İşin aslı Müslüman kadını modernite içinde “bağımsızlaştıran”, “kendi kılan”, “kimlik edinimine uğratan” anlayışları şimdiye kadar hep reddettim. Vandana Shıva’nın “ekolojik feminizm” kavramına atıfla kurmak istediği ekonomik-ekolojik çiftçi kadın hareketi Türkiye’de doğarsa buna fikri destek vermem gerektiğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldım. Yazımın aşağıdaki bakiyesi Vandana Shiva’nın işaret ettiği hususlara yine onun cümlelerinin yeniden uyarlamasıyla kaleme alındı. Bu nedenle yazı büyük oranda Vandana Shiva’nın sayılmalıdır.
Endüstri bir “tecavüz et kaç” uygulamasıdır. Tarımda ihracat mantığının ağırlık kazanmasıyla birlikte yüzyıllardır koruduğumuz ekolojik sermayemiz ihraç ediliyor. Dev mezbahalar ve hayvan fabrikaları geleneksel hayvancılık ekonomisinin yerini alıyor. Sığırlar kesilip etleri ihraç edilirken, küçük çiftçi ve küçük çiftliklere sağladığı yenilenebilir enerji ve gübre de bununla birlikte ihraç edilmektedir. Gördüğümüz şey, bir avuç büyük şirketin tüm gıda zincirini kontrol altına alarak diğer alternatifleri yok ettiği bir gıda totalitarizminin doğuşudur. Böylece insanların ekolojik olarak üretilmiş çeşitli ve güvenli gıdaya erişimi engellenmektedir. Bu gıda totalitarizmi ancak gıda sisteminin demokratikleştirilmesini hedefleyen büyük yurttaş hareketleriyle durdurulabilir.
Endüstrinin büyümesinden en çok ve özellikle kadınlar etkilenmektedir. Kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar vardır. Kadınların ve doğanın sömürülmesi birlikte gerçekleşir. Kadın, toprağın ve hayvanların endüstri karşısında silikleşmesi ile kendi varlığını inşa edecek ekonomik-kültürel zeminini kaybetmiştir. Kültür’ün “ekin” ile ilintisi nedeniyle kadın “toprak-sığır”dan bağımsızlaşamaz. Sığırını kaybetmiş bir kültürün tohum ve gıdayı da kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır. Tarım dünyası hem maddi hem kavramsal olarak sürdürülebilirliğini sığırın bütünlüğü üzerine kurmuş ve onu dokunulmaz kabul etmiştir. Sığır, zengin gıda sistemlerinin anasıdır. Müslümanlar yılın hemen bütün aylarında et yemeden yaşayabilecekleri bir hayat kurmuşlardır. Ancak Allah insanların ineği “put” sayıp tapınmamaları için kurbanı farz kılmıştır.
İslam vahyi bir ayette hayvanların asli konumunu “binek” ve ikincil konumunu “et” ihtiyacına hasretmiştir: “Ve onları kendilerine zebun etmişiz de hem onlardan binidleri var, hem de onlardan yiyorlar” (36 Yasin 72). Bir başka ayette hayvanlardan elde edilen faydaları asli saymış, et üretimini ikincil kabul etmiştir: “Ve hayvanlar; onları da O, yarattı. Sizin için onda, koruyan şeyler ve menfaatler (faydalar) vardır. Ve de ondan (hayvanlardan) yersiniz” (16 Nahl 5). Sığırın korunmasının ardında ekolojik ve ekonomik bir mantık vardır. Bu nedenle bir hadiste “dünya inek ve balığın üstündedir” denmiştir. İktisadın temel figürü sığırdır. Sığır, endüstriyel kent toplumuna gelmez. Bediüzzaman, “öküz ve balık” meselesine şaşırtıcı bir izah getirmiştir.
Ondördüncü Lema’da Refet Bey’in Sevr (Öküz) ve hûta (Balık) hakkında bilimsel bilgi ile çelişen rivayete dair sorusuna şöyle cevap verir: “Sorunuzda diyorsunuz ki: Hocalar diyorlar: Arz yani dünya öküz ve balık üstünde duruyor. Hâlbuki arz, muallâkta (boşlukta) bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var ne de balık! (…) Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanların hayat sebebi olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omzundadır. Dünyaya vekil tayin edilen iki melek hem kumandan, hem nazır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nevine bir münasebet yönleri bulunmak lazımdır.” Ürün artıklarını ve ekilmemiş arazileri kullanan sığırlar besin için insanlarla rekabet etmezler. Tarlalar için organik gübre temin ederler ve gıda verimliliğini artırırlar. İslam ineği putlaştırmaz ama onu ete dayalı bir kültüre indirgemez.
Hayvanların et’e dönüştürülmesi kadının iğfal edilmesidir. Sığır, tezek enerjisi, giysi kaynağıdır. Toprağın endüstriyel giysi için özgülenmesini (pamuk üretimine tahsisi) insanlığı açlığa sürüklemiştir. Oysa hayvanların yünü ve derisi giysinin hammaddesidir. Sığır ve koyunun sağladığı bu katkı, hayvanların sütünü sağan, sütten peynir/yoğurt/tereyağı yapan, tezek toplayan, onları besleyen, yününü kırpan ve dokuyan (halı-kilim), ören (kazak-hırka), derisini işleyen, onları besleyen, gerektiğinde tedavi eden kadınların emeği sayesinde mümkün olur. Kadınlar kalifiye bir hayvancılık uzmanı olmalarının yanında geleneksel mandıracılıkta da ustadır. Hint sığırı sağladığı gıdadan altı kat fazlasını tüketen endüstriyel ABD sığırlarının aksine tükettiğinden daha fazla besin üretir.
Hint sığırı her sene 700 milyon ton geri kazanılabilir gübre üretir; bunun yarısı yakıt olarak kullanılır. Bu yakıt, hepsi de Hindistan için kıt birer kaynak olan 27 milyon ton gazyağı, 35 milyon ton kömür, 68 milyon ton oduna eşdeğerdir. Diğer yarısı ise gübre olarak kullanılır. Hindistan’da yaklaşık 80 milyon sığırdan elde edilen tezek kırsal enerji ihtiyacının üçte ikisini karşılar. Hindistan’ın tarımsal hayvan enerjisinin modern enerji kaynaklarıyla ikame edilmesi için her yıl 1 milyar dolarlık Petro-gaz harcaması gerekir. Sığırın çok çeşitli faydalarına dayalı olan bu son derece verimli gıda sistemi verimlilik ve kalkınma adına tasfiye edilmiştir. Endüstri toplumun ve tekno-uygarlığın araçları hayvan-toprak ilişkisini tasfiye ederek otomobil-beton/asfalt ilişkisine dönüştürmüştür.
Tarımın endüstriyelleşmesi tarımın asli gübre kaynağını yenilenebilir organik girdilerden (hayvansal gübre, tezek) yenilenemez kimyasal girdilere doğru kaydırmıştır. Temel gıda üretiminde hem sığırı ve hem de kadınların sığırlar üzerindeki emeğini değersizleştirmiştir. Batı endüstrisi, Batı dışı dünya kadınlarının mandıra kültürünü yok etmekle kalmamış, kadının toprak/sığır/mandıracılıktaki rolünü de tasfiye etmiştir. Kadınların sığır ve koyunun beslenmesi ve sütün işlenmesindeki geleneksel rolleri erkeklerin ve makinelerin eline geçmektedir. Geleneksel tarım sisteminde sığır, insanların tüketmedikleriyle beslenir. Ürünlerin saplarını, meralardaki ve tarla kenarlarındaki otları yer. Hayvancılık endüstrisi gibi rekabetçi bir modelde tane tahıl, insanlardan alınıp yoğun yem olarak hayvanlara verilir.
Kadını çiftçilik ve hayvancılıktan uzaklaştıran endüstriyel sistem gıdayı da et tüketimine dönüştürmüştür. Et ihracı yalnızca hayvan nüfusunun azalmasına sebep olmamakta, pek çok sığır ve tahıl türünün de yok olmasına yol açmaktadır. Gıda sistemindeki “erkekleşme” meraların yem bitkisi için kapatılmasına neden olmaktadır. Dünyadaki açlığın sebebi insanlığın protein ihtiyacının “erkekleştirilmesi”dir. Protein ihtiyacı etten karşılanmaktadır. Hayvan varlığının yukarıda zikrettiğimiz faydalar için değil et için kullanılması topraksızları, yoksul sınıfları ve kadınları olumsuz etkilemektedir.
Hayvancılık ve tarımda işgücünün neredeyse %90’ı kadınlardır. Sığırların kırsal ekonomiye bedelsiz olarak sağladığı enerjiyi ikame ederken Petro-gazı; toprağın verimini artırırken de gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu ithal etmek kaçınılmazdır. Enerji, gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu elde etmeye çalışan kalkınma düşü Batı-dışı halkları Batı’nın endüstriyel kapitalizmine borçlanmaya zorlamaktadır. Yani hayvan ihracı Hindistan için 10 milyon rupi kazandırırken hayvan varlığının yok edilmesi 150 milyon rupiye mal olmaktadır. Bu oranlama Türkiye için de benzerdir. Hindistan’da Al-Kabeer mezbahası her sene 182.400 sığır kesmektedir. Bunların dışkısı her biri beş kişilik 90.000 Hint ailesinin yakıt ihtiyacını karşılayacak miktardadır.
Bu yakıtı ikame etmek için Hindistan Hükümeti yüz milyonlarca rupi değerinde gazyağı ithal etmektedir. Geçerli olan yegane bilginin sadece Batılı endüstriyel yetiştiricilerin bilgisi olduğu ve bunların sahip olduğu bilginin tüm diğer bilgi sahiplerinin (yerli sığır ve koyun yetiştiricilerinin), çiftçilerin, kadınların ve hayvanların bilgisinin yerini alması gerektiği doğru değildir. Endüstriyel toplumun gıda, tarım, hayvan politikaları sürdürülemez sonuçlar getirmiştir. Endüstri sömürgeciliktir.
Doğanın ve bereketi üreten kadının “aşağılanması”, iğfal edilmesi, zihni melekelerinin çalınması endüstrinin iğfal zihniyetinin sonucudur. Endüstri tabiata ve kadına ataerkil tahakkümü dayatmaktadır. Geleneksel kadın büyükannelerinin bilgi ve erdemini koruyarak kendini tabiat içinde ekonomik ve ekolojik olarak hürleştirmişti. Günümüz kadını büyükannelerinin yaşamın devam ettirilmesi konusundaki bilgi ve erdemlerini korumak ile küresel şirketlerin pek çok canlı türünü yok oluşa sürüklenmesine, kârlı gördüklerini sakatlayıp işkenceden geçirmesine, dünyanın ve dünya üzerinde yaşayan toplulukların sağlık ve huzurlarının altını oymasına izin vermek arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Tohumu saklayan kadındır. Geleneksel gıda sisteminde tohum, yaşamın soluğudur. Şiddet içermeyen tarım için tarıma endüstri, kimyasal gübre uygulamalarına son vermek gerekmektedir. Ekofeminist bir kadın hareketi sığırı “et makinesi” olmaktan kurtararak kadını da kurtarmanın yollarını teklif edebilir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
Bir anlamda küreselleşme, postmodernizm, ulus devletleri yıkan yeni ekonomi-politik Müslüman kadının “kendi kadın kimliği” için alan açmış oldu. Akli ve sanatsal yeteneklerle ilgili geniş kapsamlı ve müstezaflığı telafiye dönük bir eğitim süreci böyle genelleşti ve normalleşti. Müslüman kadınlar dünyayı gazeteci / yazar / televizyoncu / politikacı gibi kimliklerle dolaştı. Tek başına umre yapan, Hacc eden kadın “kimlikleri” oluştu. Aile mefhumundan bağımsızlaşmış bir “İslâmî kadın kimliği” Müslüman kadının sanatsal, aklî faaliyetlerle “varolmalarını”, “piyasada görünülürlük kazandıran” mesleklerle melez kültürleşmelerini, “başka modernlikler” üretmesini, kamusal alana katılımı engelleyen şartları sorgula(t)mayı önemli saydı. Dolayısıyla “ailesiz kadın” idealleştirmesi, “kendi ayakları üzerinde duran Müslüman kadın” tasavvuru hakkında bir tür adı konmamış “İslamî feminizm” kavramı telaffuzu yapılabilecektir. Vandana Shiva’nın çalışması bu noktada önem kazanıyor.
İşin aslı Müslüman kadını modernite içinde “bağımsızlaştıran”, “kendi kılan”, “kimlik edinimine uğratan” anlayışları şimdiye kadar hep reddettim. Vandana Shıva’nın “ekolojik feminizm” kavramına atıfla kurmak istediği ekonomik-ekolojik çiftçi kadın hareketi Türkiye’de doğarsa buna fikri destek vermem gerektiğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldım. Yazımın aşağıdaki bakiyesi Vandana Shiva’nın işaret ettiği hususlara yine onun cümlelerinin yeniden uyarlamasıyla kaleme alındı. Bu nedenle yazı büyük oranda Vandana Shiva’nın sayılmalıdır.
Endüstri bir “tecavüz et kaç” uygulamasıdır. Tarımda ihracat mantığının ağırlık kazanmasıyla birlikte yüzyıllardır koruduğumuz ekolojik sermayemiz ihraç ediliyor. Dev mezbahalar ve hayvan fabrikaları geleneksel hayvancılık ekonomisinin yerini alıyor. Sığırlar kesilip etleri ihraç edilirken, küçük çiftçi ve küçük çiftliklere sağladığı yenilenebilir enerji ve gübre de bununla birlikte ihraç edilmektedir. Gördüğümüz şey, bir avuç büyük şirketin tüm gıda zincirini kontrol altına alarak diğer alternatifleri yok ettiği bir gıda totalitarizminin doğuşudur. Böylece insanların ekolojik olarak üretilmiş çeşitli ve güvenli gıdaya erişimi engellenmektedir. Bu gıda totalitarizmi ancak gıda sisteminin demokratikleştirilmesini hedefleyen büyük yurttaş hareketleriyle durdurulabilir.
Endüstrinin büyümesinden en çok ve özellikle kadınlar etkilenmektedir. Kadınların ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar vardır. Kadınların ve doğanın sömürülmesi birlikte gerçekleşir. Kadın, toprağın ve hayvanların endüstri karşısında silikleşmesi ile kendi varlığını inşa edecek ekonomik-kültürel zeminini kaybetmiştir. Kültür’ün “ekin” ile ilintisi nedeniyle kadın “toprak-sığır”dan bağımsızlaşamaz. Sığırını kaybetmiş bir kültürün tohum ve gıdayı da kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır. Tarım dünyası hem maddi hem kavramsal olarak sürdürülebilirliğini sığırın bütünlüğü üzerine kurmuş ve onu dokunulmaz kabul etmiştir. Sığır, zengin gıda sistemlerinin anasıdır. Müslümanlar yılın hemen bütün aylarında et yemeden yaşayabilecekleri bir hayat kurmuşlardır. Ancak Allah insanların ineği “put” sayıp tapınmamaları için kurbanı farz kılmıştır.
İslam vahyi bir ayette hayvanların asli konumunu “binek” ve ikincil konumunu “et” ihtiyacına hasretmiştir: “Ve onları kendilerine zebun etmişiz de hem onlardan binidleri var, hem de onlardan yiyorlar” (36 Yasin 72). Bir başka ayette hayvanlardan elde edilen faydaları asli saymış, et üretimini ikincil kabul etmiştir: “Ve hayvanlar; onları da O, yarattı. Sizin için onda, koruyan şeyler ve menfaatler (faydalar) vardır. Ve de ondan (hayvanlardan) yersiniz” (16 Nahl 5). Sığırın korunmasının ardında ekolojik ve ekonomik bir mantık vardır. Bu nedenle bir hadiste “dünya inek ve balığın üstündedir” denmiştir. İktisadın temel figürü sığırdır. Sığır, endüstriyel kent toplumuna gelmez. Bediüzzaman, “öküz ve balık” meselesine şaşırtıcı bir izah getirmiştir.
Ondördüncü Lema’da Refet Bey’in Sevr (Öküz) ve hûta (Balık) hakkında bilimsel bilgi ile çelişen rivayete dair sorusuna şöyle cevap verir: “Sorunuzda diyorsunuz ki: Hocalar diyorlar: Arz yani dünya öküz ve balık üstünde duruyor. Hâlbuki arz, muallâkta (boşlukta) bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var ne de balık! (…) Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanların hayat sebebi olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omzundadır. Dünyaya vekil tayin edilen iki melek hem kumandan, hem nazır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nevine bir münasebet yönleri bulunmak lazımdır.” Ürün artıklarını ve ekilmemiş arazileri kullanan sığırlar besin için insanlarla rekabet etmezler. Tarlalar için organik gübre temin ederler ve gıda verimliliğini artırırlar. İslam ineği putlaştırmaz ama onu ete dayalı bir kültüre indirgemez.
Hayvanların et’e dönüştürülmesi kadının iğfal edilmesidir. Sığır, tezek enerjisi, giysi kaynağıdır. Toprağın endüstriyel giysi için özgülenmesini (pamuk üretimine tahsisi) insanlığı açlığa sürüklemiştir. Oysa hayvanların yünü ve derisi giysinin hammaddesidir. Sığır ve koyunun sağladığı bu katkı, hayvanların sütünü sağan, sütten peynir/yoğurt/tereyağı yapan, tezek toplayan, onları besleyen, yününü kırpan ve dokuyan (halı-kilim), ören (kazak-hırka), derisini işleyen, onları besleyen, gerektiğinde tedavi eden kadınların emeği sayesinde mümkün olur. Kadınlar kalifiye bir hayvancılık uzmanı olmalarının yanında geleneksel mandıracılıkta da ustadır. Hint sığırı sağladığı gıdadan altı kat fazlasını tüketen endüstriyel ABD sığırlarının aksine tükettiğinden daha fazla besin üretir.
Hint sığırı her sene 700 milyon ton geri kazanılabilir gübre üretir; bunun yarısı yakıt olarak kullanılır. Bu yakıt, hepsi de Hindistan için kıt birer kaynak olan 27 milyon ton gazyağı, 35 milyon ton kömür, 68 milyon ton oduna eşdeğerdir. Diğer yarısı ise gübre olarak kullanılır. Hindistan’da yaklaşık 80 milyon sığırdan elde edilen tezek kırsal enerji ihtiyacının üçte ikisini karşılar. Hindistan’ın tarımsal hayvan enerjisinin modern enerji kaynaklarıyla ikame edilmesi için her yıl 1 milyar dolarlık Petro-gaz harcaması gerekir. Sığırın çok çeşitli faydalarına dayalı olan bu son derece verimli gıda sistemi verimlilik ve kalkınma adına tasfiye edilmiştir. Endüstri toplumun ve tekno-uygarlığın araçları hayvan-toprak ilişkisini tasfiye ederek otomobil-beton/asfalt ilişkisine dönüştürmüştür.
Tarımın endüstriyelleşmesi tarımın asli gübre kaynağını yenilenebilir organik girdilerden (hayvansal gübre, tezek) yenilenemez kimyasal girdilere doğru kaydırmıştır. Temel gıda üretiminde hem sığırı ve hem de kadınların sığırlar üzerindeki emeğini değersizleştirmiştir. Batı endüstrisi, Batı dışı dünya kadınlarının mandıra kültürünü yok etmekle kalmamış, kadının toprak/sığır/mandıracılıktaki rolünü de tasfiye etmiştir. Kadınların sığır ve koyunun beslenmesi ve sütün işlenmesindeki geleneksel rolleri erkeklerin ve makinelerin eline geçmektedir. Geleneksel tarım sisteminde sığır, insanların tüketmedikleriyle beslenir. Ürünlerin saplarını, meralardaki ve tarla kenarlarındaki otları yer. Hayvancılık endüstrisi gibi rekabetçi bir modelde tane tahıl, insanlardan alınıp yoğun yem olarak hayvanlara verilir.
Kadını çiftçilik ve hayvancılıktan uzaklaştıran endüstriyel sistem gıdayı da et tüketimine dönüştürmüştür. Et ihracı yalnızca hayvan nüfusunun azalmasına sebep olmamakta, pek çok sığır ve tahıl türünün de yok olmasına yol açmaktadır. Gıda sistemindeki “erkekleşme” meraların yem bitkisi için kapatılmasına neden olmaktadır. Dünyadaki açlığın sebebi insanlığın protein ihtiyacının “erkekleştirilmesi”dir. Protein ihtiyacı etten karşılanmaktadır. Hayvan varlığının yukarıda zikrettiğimiz faydalar için değil et için kullanılması topraksızları, yoksul sınıfları ve kadınları olumsuz etkilemektedir.
Hayvancılık ve tarımda işgücünün neredeyse %90’ı kadınlardır. Sığırların kırsal ekonomiye bedelsiz olarak sağladığı enerjiyi ikame ederken Petro-gazı; toprağın verimini artırırken de gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu ithal etmek kaçınılmazdır. Enerji, gübre, fosil yakıt, traktör, kamyonu elde etmeye çalışan kalkınma düşü Batı-dışı halkları Batı’nın endüstriyel kapitalizmine borçlanmaya zorlamaktadır. Yani hayvan ihracı Hindistan için 10 milyon rupi kazandırırken hayvan varlığının yok edilmesi 150 milyon rupiye mal olmaktadır. Bu oranlama Türkiye için de benzerdir. Hindistan’da Al-Kabeer mezbahası her sene 182.400 sığır kesmektedir. Bunların dışkısı her biri beş kişilik 90.000 Hint ailesinin yakıt ihtiyacını karşılayacak miktardadır.
Bu yakıtı ikame etmek için Hindistan Hükümeti yüz milyonlarca rupi değerinde gazyağı ithal etmektedir. Geçerli olan yegane bilginin sadece Batılı endüstriyel yetiştiricilerin bilgisi olduğu ve bunların sahip olduğu bilginin tüm diğer bilgi sahiplerinin (yerli sığır ve koyun yetiştiricilerinin), çiftçilerin, kadınların ve hayvanların bilgisinin yerini alması gerektiği doğru değildir. Endüstriyel toplumun gıda, tarım, hayvan politikaları sürdürülemez sonuçlar getirmiştir. Endüstri sömürgeciliktir.
Doğanın ve bereketi üreten kadının “aşağılanması”, iğfal edilmesi, zihni melekelerinin çalınması endüstrinin iğfal zihniyetinin sonucudur. Endüstri tabiata ve kadına ataerkil tahakkümü dayatmaktadır. Geleneksel kadın büyükannelerinin bilgi ve erdemini koruyarak kendini tabiat içinde ekonomik ve ekolojik olarak hürleştirmişti. Günümüz kadını büyükannelerinin yaşamın devam ettirilmesi konusundaki bilgi ve erdemlerini korumak ile küresel şirketlerin pek çok canlı türünü yok oluşa sürüklenmesine, kârlı gördüklerini sakatlayıp işkenceden geçirmesine, dünyanın ve dünya üzerinde yaşayan toplulukların sağlık ve huzurlarının altını oymasına izin vermek arasında bir tercih yapmak zorundadır.
Tohumu saklayan kadındır. Geleneksel gıda sisteminde tohum, yaşamın soluğudur. Şiddet içermeyen tarım için tarıma endüstri, kimyasal gübre uygulamalarına son vermek gerekmektedir. Ekofeminist bir kadın hareketi sığırı “et makinesi” olmaktan kurtararak kadını da kurtarmanın yollarını teklif edebilir.
Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
27 Mayıs 2015 Çarşamba
Vatan insanın baba ocağıdır
"Şair, milletinin kalbidir. Atan nabzı, çarpan yüreğidir."
- Sezai Karakoç
"He lan bir Türkiye derim başka bir şey söylemem."
- İsmet Özel
Neden yaşayan bu iki büyük şairin bir cümle ve bir dizesiyle başlamayı tercih ettim? Çünkü bir kuşak bu iki büyük şairi keşfetmeyi Osman Özbahçe'ye borçludur. Bunu kendisinin hem öğrencilerinden hem de çalışmalarından gayet iyi biliyoruz. Modern Türk şiirini yatay bir çizgi olarak kabul edip bu çizgiye dört tane de dikey çizgi çeken Özbahçe, izlenmesi gereken şairleri şöyle belirler: Mehmet Âkif, Orhan Veli, Sezai Karakoç ve İsmet Özel. Bu dört şairi şiirimizin demirbaşları olarak görür ve şöyle der: "İsmet Özel'le birlikte, Sezai Karakoç'la başlayan bir şey bitmiştir (II. Yeni). Bu anlamda şiiri hâlâ süren tek büyük şair İsmet Özel'dir. İkinci defası da şu: Sezai Karakoç'la başlayan modern şiirimiz, en önemli ivmeyi İsmet Özel'le kazanmıştır; en büyük adımını İsmet Özel'le atmıştır; çünkü II. Yeni'nin en iyi okuyucusu ve en iyi eleştirmeni İsmet Özel'dir."
En başta gençlerin, sonrasındaysa şiirle uğraşan, hayatının önemli bir yerine şiiri koymuş olanların ve şairlerin muhakkak okuması gereken kitapları yazmıştır Özbahçe: Sağlam Şiir (2006), Kural Dışı (2007), Modern Şiirimizin Kökleri (2008) ve Analiz (2013). Bu kitapları izleyecek bir okuyucu sırasıyla Tanzimat'tan bu yana sanatımızdaki kültür kodlarının değişimini ve bu değişimin yalnızca değiştirenleri zafere götürüp bizi bir arada derede bıraktığını, şairin milletinin akıbeti konusunda en önce söz alması gereken şahsiyet olması gerektiğini ve fakat bunun unutturulduğunu, geleneklerimize sahip çıkarak şiirimizde bir sıçrama gerçekleştirebilmemiz için evvela modern şiirimizin ana damarlarının iyice tespit edilebilmesi gerektiğini ve son olarak da modernleşmenin, teknolojinin, yaşadığımız dünyanın şiirimiz üzerindeki tesirini sağlam bir şekilde öğrenebilecektir. Osman Özbahçe hem bir şair hem de bir eleştirmen olarak Türk şiiri üzerine bakışını daima Türkiye gözlüğüyle, millet olma-olabilme emeliyle atmıştır, atmaktadır.
İşte fakirin önereceği kitap da hem yazının girişindeki alıntıları hem de şiirimizin yeniden ayağa kalkmasını mesele edinen bir kitap. 2007 yılından 2012 yılına kadar Dergâh, Yedi İklim, Karagöz, Edebiyat Ortamı, Aşkar ve Ücra dergilerinde bölümler hâlinde gözlemlenen Osman Özbahçe'nin "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiiri, 2012 sonbaharında Ebabil Yayınları tarafından Türkiye Kitabı adıyla yayımlandı. Kitap Türkiye'ye baba ekseninden bakıyor. Parça parça yazılmış şiirler bütün olma derdi taşımazken, bazen bir roman bazen de belgesel misali bir çocuğun ilk kahramanı nasıl babasıysa, son kahramanının da babası yani ülkesi olduğunu gösteriyor. Türkçenin sınırlarını yaklaşık 20 yıldır kendi üslubuyla hırpalamış ve şiir okuyucusuna Türkiye Kitabı'yla birlikte 4 şiir kitabı miras bırakmış olan Özbahçe'nin bu kitabında genç şairler için örnek alınması gereken bir titizlik var. Şöyle ki bir şairin üslubu ister inziva hayatını yaşamayı ister günceli takip etmeyi tercih etsin muhakkak değişir. Bir yılda değişmezse üç yılda değişir, üç yılda değişmezse beş yılda muhakkak değişir. Lakin 5 yıl boyunca yayımlanan parçalardan bir bütüne varan kitapta bunu yakalamak mümkün olmuyor. Burada şüphesiz bir formül yatıyor. Bu formül de Özbahçe'nin en başta fakirin zikrettiği gibi Türk şiirinin köklerine olan hakimiyetiyle alakalı. Misal tanbur, çok zor icra edilen bir enstrümandır. Onu tutmayı öğrenmek ayrı bir eğitim sürecidir. Tutmayı ve perdeler arasındaki geçişleri kavrayan bir müzisyen eğer bir hocayla da meşk edebilirse tanbur hakimiyetini 3-5 yıl aralığında saz semaisi çalabilecek kıvama getirir. Özbahçe şiirimizi esas yerinden tuttuğu ve şiirimizdeki geçiş noktalarını çok iyi tespit ettiği için Türkiye Kitabı tam manasıyla bir evladiyelik kitap.
Türkiye Kitabı'nı oluşturan "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiirinin her bir parçası, altı çizilecek dizeler görmek isteyen günümüz "popüler" şiir okuyucusunu hüsrana uğratıyor. Bu yüzden ilk sayfada "Hayatım kısacık bir yalnızlıktı / her noktasında / gerisingeri", devamında "Yalnızlığıma Allah / yalnızlığıma devlet / yalnızlığıma babam" ve son olarak "Nazlı bir bayrak dalgalanırdı / yalnızlığımın üstünde kıpkırmızı" dizeleri bu tip şiir okuyucusuna umut verebilir. Oysa kitap hem şairin hem ülkesinin özel hayatını; bir tarih kitabıymış gibi aşikar ediyor; diğer yandan da bir coğrafya kitabıymış gibi harita hâline getiriyor. Günümüz siyaseti, edebiyat ortamı, şair, ailesi, çevresi ve şiir uğruna akıp giden her şey bir "baba" üzerinden şiirlere sirayet ediyor.
"Türk şiiri için gövdemi koydum ortaya
Şair takımı hep aynı numara
Vardım toplaştıkları pınara
Gelmedi hiçbiri beri tarafa."
Özbahçe kimi yazılarında olduğu gibi şiiri bir savaş aracı olarak da kullanıyor. Şairin yaşama, nefes alma ve savaşma aracıdır şiir. Özbahçe de bunun hakkını verirken aslında genç şaire de öğütler veriyor.
"Gardını indirme dedim düşmana
Ben meydana çıkınca daima
Sağımı kullanmama değecek
Bir yiğit çıkmadı karşıma."
Şair şiirini aforizma kaygısından ne kadar uzak tutabilmişse aşırı ironi, kelime oyunu soslu boş mizah ve klişe ifadelerden; dolayısıyla "romantik şair" kalıbından da o kadar uzak tutuyor. Önce nereden başladığını izah ediyor:
"İnsan
Babası üzerinden ülkesini yaşar
Yurdudur babası insanın
Aslında bu yüzden derim gereğinden daha ince
Gerisingeri büyüdükçe
Anladım iyice
Çoklar polis
Seni görünce."
Sonra da başladığı yerden babasıyla -belki de ülkesiyle- çekişmelerini anlatarak devam ediyor:
"- Sizinle anlaşmamız mümkün değil!
Aynı babamsınız, Sinir!
O da istediği olmadan huzura ermez
Cinsin önde gideni
Bitmez babamın vaazları aynı kibir!"
Son olarak Türkiye Kitabı; şairin ülkesine sevgisini bunun yanında da ıstıraplarını bazen açık bazen kapalı biçimde ifade ettiği şiirlerle örülü. Bu şiirler titiz ve çalışkan bir şair olan Osman Özbahçe'nin bir nevi "baba" kitabı. Hem babası için, hem kendisi baba olduğu için, hem de baba ocağı ülkesi için.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Sezai Karakoç
"He lan bir Türkiye derim başka bir şey söylemem."
- İsmet Özel
Neden yaşayan bu iki büyük şairin bir cümle ve bir dizesiyle başlamayı tercih ettim? Çünkü bir kuşak bu iki büyük şairi keşfetmeyi Osman Özbahçe'ye borçludur. Bunu kendisinin hem öğrencilerinden hem de çalışmalarından gayet iyi biliyoruz. Modern Türk şiirini yatay bir çizgi olarak kabul edip bu çizgiye dört tane de dikey çizgi çeken Özbahçe, izlenmesi gereken şairleri şöyle belirler: Mehmet Âkif, Orhan Veli, Sezai Karakoç ve İsmet Özel. Bu dört şairi şiirimizin demirbaşları olarak görür ve şöyle der: "İsmet Özel'le birlikte, Sezai Karakoç'la başlayan bir şey bitmiştir (II. Yeni). Bu anlamda şiiri hâlâ süren tek büyük şair İsmet Özel'dir. İkinci defası da şu: Sezai Karakoç'la başlayan modern şiirimiz, en önemli ivmeyi İsmet Özel'le kazanmıştır; en büyük adımını İsmet Özel'le atmıştır; çünkü II. Yeni'nin en iyi okuyucusu ve en iyi eleştirmeni İsmet Özel'dir."
En başta gençlerin, sonrasındaysa şiirle uğraşan, hayatının önemli bir yerine şiiri koymuş olanların ve şairlerin muhakkak okuması gereken kitapları yazmıştır Özbahçe: Sağlam Şiir (2006), Kural Dışı (2007), Modern Şiirimizin Kökleri (2008) ve Analiz (2013). Bu kitapları izleyecek bir okuyucu sırasıyla Tanzimat'tan bu yana sanatımızdaki kültür kodlarının değişimini ve bu değişimin yalnızca değiştirenleri zafere götürüp bizi bir arada derede bıraktığını, şairin milletinin akıbeti konusunda en önce söz alması gereken şahsiyet olması gerektiğini ve fakat bunun unutturulduğunu, geleneklerimize sahip çıkarak şiirimizde bir sıçrama gerçekleştirebilmemiz için evvela modern şiirimizin ana damarlarının iyice tespit edilebilmesi gerektiğini ve son olarak da modernleşmenin, teknolojinin, yaşadığımız dünyanın şiirimiz üzerindeki tesirini sağlam bir şekilde öğrenebilecektir. Osman Özbahçe hem bir şair hem de bir eleştirmen olarak Türk şiiri üzerine bakışını daima Türkiye gözlüğüyle, millet olma-olabilme emeliyle atmıştır, atmaktadır.
İşte fakirin önereceği kitap da hem yazının girişindeki alıntıları hem de şiirimizin yeniden ayağa kalkmasını mesele edinen bir kitap. 2007 yılından 2012 yılına kadar Dergâh, Yedi İklim, Karagöz, Edebiyat Ortamı, Aşkar ve Ücra dergilerinde bölümler hâlinde gözlemlenen Osman Özbahçe'nin "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiiri, 2012 sonbaharında Ebabil Yayınları tarafından Türkiye Kitabı adıyla yayımlandı. Kitap Türkiye'ye baba ekseninden bakıyor. Parça parça yazılmış şiirler bütün olma derdi taşımazken, bazen bir roman bazen de belgesel misali bir çocuğun ilk kahramanı nasıl babasıysa, son kahramanının da babası yani ülkesi olduğunu gösteriyor. Türkçenin sınırlarını yaklaşık 20 yıldır kendi üslubuyla hırpalamış ve şiir okuyucusuna Türkiye Kitabı'yla birlikte 4 şiir kitabı miras bırakmış olan Özbahçe'nin bu kitabında genç şairler için örnek alınması gereken bir titizlik var. Şöyle ki bir şairin üslubu ister inziva hayatını yaşamayı ister günceli takip etmeyi tercih etsin muhakkak değişir. Bir yılda değişmezse üç yılda değişir, üç yılda değişmezse beş yılda muhakkak değişir. Lakin 5 yıl boyunca yayımlanan parçalardan bir bütüne varan kitapta bunu yakalamak mümkün olmuyor. Burada şüphesiz bir formül yatıyor. Bu formül de Özbahçe'nin en başta fakirin zikrettiği gibi Türk şiirinin köklerine olan hakimiyetiyle alakalı. Misal tanbur, çok zor icra edilen bir enstrümandır. Onu tutmayı öğrenmek ayrı bir eğitim sürecidir. Tutmayı ve perdeler arasındaki geçişleri kavrayan bir müzisyen eğer bir hocayla da meşk edebilirse tanbur hakimiyetini 3-5 yıl aralığında saz semaisi çalabilecek kıvama getirir. Özbahçe şiirimizi esas yerinden tuttuğu ve şiirimizdeki geçiş noktalarını çok iyi tespit ettiği için Türkiye Kitabı tam manasıyla bir evladiyelik kitap.
Türkiye Kitabı'nı oluşturan "Babam Gelmiş Babam Gitmiş Türkiye Varmış Türkiye Yokmuş" şiirinin her bir parçası, altı çizilecek dizeler görmek isteyen günümüz "popüler" şiir okuyucusunu hüsrana uğratıyor. Bu yüzden ilk sayfada "Hayatım kısacık bir yalnızlıktı / her noktasında / gerisingeri", devamında "Yalnızlığıma Allah / yalnızlığıma devlet / yalnızlığıma babam" ve son olarak "Nazlı bir bayrak dalgalanırdı / yalnızlığımın üstünde kıpkırmızı" dizeleri bu tip şiir okuyucusuna umut verebilir. Oysa kitap hem şairin hem ülkesinin özel hayatını; bir tarih kitabıymış gibi aşikar ediyor; diğer yandan da bir coğrafya kitabıymış gibi harita hâline getiriyor. Günümüz siyaseti, edebiyat ortamı, şair, ailesi, çevresi ve şiir uğruna akıp giden her şey bir "baba" üzerinden şiirlere sirayet ediyor.
"Türk şiiri için gövdemi koydum ortaya
Şair takımı hep aynı numara
Vardım toplaştıkları pınara
Gelmedi hiçbiri beri tarafa."
Özbahçe kimi yazılarında olduğu gibi şiiri bir savaş aracı olarak da kullanıyor. Şairin yaşama, nefes alma ve savaşma aracıdır şiir. Özbahçe de bunun hakkını verirken aslında genç şaire de öğütler veriyor.
"Gardını indirme dedim düşmana
Ben meydana çıkınca daima
Sağımı kullanmama değecek
Bir yiğit çıkmadı karşıma."
Şair şiirini aforizma kaygısından ne kadar uzak tutabilmişse aşırı ironi, kelime oyunu soslu boş mizah ve klişe ifadelerden; dolayısıyla "romantik şair" kalıbından da o kadar uzak tutuyor. Önce nereden başladığını izah ediyor:
"İnsan
Babası üzerinden ülkesini yaşar
Yurdudur babası insanın
Aslında bu yüzden derim gereğinden daha ince
Gerisingeri büyüdükçe
Anladım iyice
Çoklar polis
Seni görünce."
Sonra da başladığı yerden babasıyla -belki de ülkesiyle- çekişmelerini anlatarak devam ediyor:
"- Sizinle anlaşmamız mümkün değil!
Aynı babamsınız, Sinir!
O da istediği olmadan huzura ermez
Cinsin önde gideni
Bitmez babamın vaazları aynı kibir!"
Son olarak Türkiye Kitabı; şairin ülkesine sevgisini bunun yanında da ıstıraplarını bazen açık bazen kapalı biçimde ifade ettiği şiirlerle örülü. Bu şiirler titiz ve çalışkan bir şair olan Osman Özbahçe'nin bir nevi "baba" kitabı. Hem babası için, hem kendisi baba olduğu için, hem de baba ocağı ülkesi için.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)