19 Şubat 2015 Perşembe

Geçmişin ve geleceğin reddedildiği topraklar

Fransız felsefeci ve toplumbilimci Jean Baudrillard, Amerika (Amérique) adlı eserini 1986 yılında kaleme alınmıştır. Post modernist bir yaklaşımla kültürleri ele alan Baudrillard, bu eserinde Amerika’yı kıta genelinde değil, Amerika Birleşik Devletleri özelinde incelemeler yapmıştır. Fransızca’dan Türkçe’ye Yaşar Avunç tarafından çevrilmiştir.

Kitabın içindeki bölümler Amerika’nın farklı yerlerine seyahat eden Baudrillard’ın fikirsel yansımalarını aktarması üzerine şekillendirilmiştir. Her bölüm öncesi, o bölümün coğrafyasına ait bir fotoğraf kullanmıştır.

İlk bölüm, yazarı çok etkileyen çölde sonsuzluk hissi veren geniş düzlüklerin konu edildiği Vanishing Point’tir. Yazar burada ilk adımda esere özgünlüğünü kazandıran boyunu izah ediyor. Amerikan kültürünün izlerini filmlerden ya da turistlerin ziyaretine açılmış, bu amaçla yaratılmış ya da yeniden düzenlenmiş yerlerde aramıyor. yazara göre bu alanlar, insanları gerçekten uzaklaştırma illüzyonunu yaratması için tasarlanmış alanlardır. Bunun yerine Baudrillard, kültürü doğal ortamlarda aramaya çalışıyor. Arabasıyla yalnız ilerlediği çöllerde hissettiği sonsuzluktan bahsediyor. Bu his, doğadan çıktığı için kültüre dair fikir verebilir. Bu coğrafya, yani Las Vegas, bir yerde kapitalist çemberlerde üçüncü türden ilişkiler sunarken diğer yandan geniş çöllerde şaşırtıcı şekilde bellek yitimine yol açıyor. O kadar ki birkaç nesil önce ataları Amerikalılar tarafından katledilen Meksikalılar, bugüne gelindiğinde Amerika’yı övmektedirler.

Kitabın ikinci bölümünde Baudrillard, Amerika’nın kalbinin attığı New York’a uzanıyor. New York’u ilk olarak dışsallığıyla ele alıyor. Onun gözünden gökdelenler adeta antik çağlardaki dikilitaşlar gibi yükseliyor. bu bağlamda, New York’u Atina-İskenderiye-Persepolis’in halefi olarak aday gösteriyor ve dünya medeniyetlerinin merkezi olarak tanımlıyor. Avrupalılar karakteristik özellikleri gereği meselelerin üzerinde derin düşünür, büyük sözler ederler. Amerika’da bu derinlik yoktur fakat New York’u ve Los Angeles'ı dünyanın merkezine koyan bu meselelerin hayata geçtiği yer olmalıdır. Fikirlerin hayata geçtiği, hayatın sokağa döküldüğü bir yerdir burası.

İkinci bölümde, yazar Amerika değerlendirmelerinde Avrupa karşılaştırılması yanılgısına düşüldüğünü belirtiyor. Amerikalıların yalnızca Amerikalı olmalarını istiyor diyerek ekliyor: Avrupa yalnızca yasını tuttuğumuz eğretilemenin yok olmasının sevinci. Buradaki bakışıyla Baudrillard, ikisi arasında bir hiyerarşi ilişkisi kurulmasından ziyade, ikisinin ayrı değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Amerika’daki herkes gülümsüyor fakat bu gülümseme kitabın yazıldığı dönemde ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yüzündeki gülümseme kadar sahte. Sanki gülümsemek zorunda oldukları için gülüyorlar ve her yerde yalnızlık var.

Son üç bölümde yazar, özellikle kendi gözlemleri üzerinden türettiği kültürel çözümlemelere yer vermektedir. Amerika’da herkesi mutsuz ve yalnız olduğunu sıkça yineler. Sokakta jogging yapan insanlar bile kendi kıyametlerini çağırmak için kendi kendilerini tüketmek için koşarlar. Kendi kıyametlerinin öncülleridir. Amerika’da her şey boldur ama diğer yandan her yerde her şeyin biriktirilmesi salıverilir. İnsanlar uyarı tabelalarına göre hareket ediyorlar. Sanki özgürlük ülkesindeymiş gibiler ama köşe bucakta tabelalar ve yasal uyarılar var. Bu uyarıları göz ardı ederek yaşamak imkansız. Yaşamak için her şey sizden önce düşünülmüş.

Amerika’da gerçek çok uzakta. Ne geçmiş ne de geleceği olan bu yer her şeyin merkezinde duruyor. Disneyland’ın tek amacı Amerikalılara, "Amerika’nın tamamı Disneyland gibidir" yanılgısını yaratmak içindir. Amerika’nın gücü ütopik yaşamın gerçek olabileceği hissini yaratmakta yatar. Amerika tarihi inkar eden, hatta yok sayan bir medeniyet inşa etmiştir. İnsanları tam da bugünü yaşıyorlar bu yüzden.

Jean Baudrillard, Amerika adlı bu eserinde iki önemli katkı yapıyor. İlki, kültür eleştirilerini şehrin tanınmış mekanlarında değil, geniş alanlara yayılmış coğrafik özelliklerin üzerinden yapıyor. Doğayı dönüştüren insan kültürü de yaratmış oluyor. Amerika’nın geniş düzlükleri ve insanların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde yükselen gökdelenler sonsuzluk hissiyle bütünleşen şimdinin yaşanmasını sağlıyor. Bu uygarlık sanki Atina'dan başlayan antik ruhun günümüzdeki merkezi gibidir. İkinci önemli katkı ise, Baudrillard'ın Avrupalı bir düşünür olmasına rağmen klasik Amerika-Avrupa karşılaştırması yapmaktan itinayla uzak durma çabasıdır. Kitabın genelinde her iki medeniyeti ve kültürü geniş yüreklilikle eleştirir. Amerikalıların günlük ritüelleri birbirine benzer, sahte ve yönlendirilmiştir. Zaman algısı hep bugüne odaklıdır çünkü hem geçmiş hem de gelecek bu topraklarda reddedilmiştir.

dengesizduzenbaz
eksisozluk.com/biri/dengesizduzenbaz

18 Şubat 2015 Çarşamba

Çanakkale ruhunu hatırlamak için bir çağrı kitabı

"Çanakkale 'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim."
- Julian Corbett (İngiliz Deniz Tarihçisi)

"Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur."
- Ian Hamilton (Çanakkale Müttefik Ordu Komutanı)

Türk tarihinin "geri çekilme" hezimetlerinin en büyüğü şüphesiz ki Balkan Harbi'dir. Tarih boyunca gerek batıya gerek doğuya karşı üstünlüğünü her muharebede göstermiş olan Türk ordusu, Balkan Harbi'nde yaşadıklarından epey ders çıkarmıştır. Bu derslerden biri de muharebe sahasını terk etmemek, terk etme durumunda ise birlik halinde hareket etmektir. Çanakkale'de bu dersi iyi idrak etmiş olan Ezineli Yahya Çavuş, savunduğu tepeye yerleşmeden evvel erlerini şöyle uyarmıştır: "Kardeşlerim, Balkan Savaşları'nda düşmana yüz geri ettik, başımıza neler geldi. Az daha aziz İstanbul'u kaybediyorduk. Sakın ha kaçmayın, düşman yüz geri etmeyin! İlk davrananın vururum. Eğer benim de kalbime korku girecek, ben de kaçacak olursam bana da acımadan vurun! Kaçan kahpedir!"

Ezineli Yahya Çavuş erlerine bir kurşunla iki kişi vurmayı öğütlemiştir. Malum, cephane azdır. Savunduğu Gözcübaba tepesinden ateş kesildiğinde İngiliz General Hunter Weston, bu tepeyi 36 saattir kaç bin Türk askerinin koruduğunu merak ederek soluğu orada alır. Gördüklerine inanamaz. 20.000 İngiliz askerine karşı koyan Türklerin sayısının şehit olanlara bakarak 55-60'ı geçmeyeceğini düşünür. Doğrusu 64 kişidir; 61'i şehit olmuştur, 2 asker ise yaralı çavuşlarını siper gerisine taşımıştır. Lakin Yahya bu, şehit olamadığı için üzülür ve birkaç gün sonra duaları kabul olur. 26 Nisan 1915'te göğüs göğüse bir vuruşmada yanındaki iki cesur erle birlikte şehadet şerbetini içer. Şair Vali Namık Sevik'in 1962 yılında yazdığı Ezineli Yahya Çavuş şiirinin son iki dizesini buraya almak isterim: "Düşman, tümen sanırdı bu şaheser erleri / Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuştular."

Ezine'de doğan ve bilhassa Çanakkale üzerine yaptığı araştırmalarla tanıdığımız Halil Ersin Avcı'nın kitabında; Mustafa Kemal Paşa'nın gazeteci Ruşen Eşref'e anlattıkları, İngiliz denizaltısı batıran Sultanhisar torpidobotunu süvarisi, Hasan-Mevsuf tabyası, yine Ruşen Eşref'in Çanakkale gazileriyle yaptığı mülakatlar, Yüzbaşı Emin Ali Bey'in anıları, Şemsi Nene, Mücahide Hatice Hanım ve Çanakkale savaşlarıyla Türk askerleri hakkında yabancıların görüşleri gibi daha nice konu yer alıyor. Konulardan biri de elbette kahramanlarımızdan Seyit Onbaşı. Onun 215 kiloluk mermiyi sırtladığı ânı yanındaki arkadaşı Niğdeli Ali şöyle özetlemiş: "Kemikleri çatırdıyordu.". Bir de Askerî Doktor Salih Dörtbudak; Çanakkale'de oğlunu bırakıp yaralı askerle ilgilenen bir doktoru anlatırken şöyle demiş: "Bu vatanı nasıl sevmişler?".

Kitabın son sayfalarında ise Çanakkale'den fotoğraflar mevcut. Bazen yürek burkan, bazen coşturan. Yazıların, anıların, hatıraların, mülakatların tek bir mes'uliyeti yüklendiğini okuyucu fark edecektir. O da kitabın adında gizli: Çanakkale Ruhu. Bu ruha sahip olmak için iki şey şarttır: Vatan sevgisi ve iman. Bu ikisine sahip olmayanın ne Çanakkale'yi hatırlaması ne de anlaması mümkündür. Türk ordusunun, Çanakkale'deki savunma zaferini Darülfünûn müderrisi İsmail Hakkı, 22 Şubat 1918'deki yazısında şöyle özetlemiştir: "Çanakkale müdafaası yapılmış, kazanılmıştır. Lâkin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiştir, başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki bahr-i sefid [Akdeniz] mezarına kanlarını akıtanlar ölmek için ölmediler. Hep bu tarih, bu namus ve fazilet tarihi için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazım... Şairler destanlarını yapsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar timsâllerini yaratsınlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanları rahmet okusunlar..."

Henüz Çanakkale üzerine ne ciddi bir filmimiz var, ne de ciltlerce kitabımız. Tarihçilerimiz hâlâ kaynaklara inmek için zamanın müttefik kuvvetlerinin arşivlerine ihtiyaç duyuyor. Burası elbette doğal lakin bu savaş, bizim sınırlarımızda vuku buldu. Bizim topraklarımızda cereyan etti. Her şey burada oldu. Bütün dünyanın şahit olduğu Çanakkale, üzerinden 100 değil 1000 yıl geçse de bizi o ruha, birlik ve beraberliğe çağırıyor. Bu çağrıyı siyasilerin söylediği "birlik ve beraberliğimize ihtiyacımız olan günler" şeklinde düşünmek, bizi daha uzun süre ruhsuz bırakacaktır. Halil Ersin Avcı'nın bu kitabı, işte bu yüzden bir çağrı kitabı. Çanakkale'ye, oranın ruhuna doğru bir çağrı. Türklüğe bir çağrı.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

15 Şubat 2015 Pazar

İrfan okyanusundan damlalar

"Bu Kur'ân, bir gizli kitabın içindedir."
- Vâkıa 56 / 77, 78

"Tâlib-i Hakk'a olur rah-nümâ
Nüsha-i Mesnevî-i Mevlânâ
Dîde-i rûha çeker kuhl-i husûs
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Füsûs."

- Şair Nâbî

Anadolu'nun ârifleri asırlar boyunca "Biz iki anadan süt emmişizdir" derken Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerine işaret etmişlerdir. Tasavvuf düşüncesinde yaşadığımız çağın çarpıklıklarını da göz önüne alarak değerlendirmeler yapan ve bu hususta yeri tartışmasız bir kıymete sahip olan Mahmud Erol Kılıç, bu kitabında Hazreti Mevlânâ üzerine yaptığı konuşmaları toplamış. Çok çarpıcı değerlendirmeleri olduğu gibi, günümüzdeki tasavvuf anlayışının ne kadar zor bir durumda olduğunu, nasıl yanlış anlaşıldığını, tasavvuf yolunda gitmek isteyenlere tavsiyelerle birlikte açıklıyor. Bu konular üzerine yaptığı çalışmalarla gerek ülkemizde gerek dünyada yeri ayrıcalıklı olan Mahmud Erol Kılıç; aslında Mevlânâ Hazretleri'nin sözüne kulak veriyor: "Herkes kendi zannınca benim yârim oldu / derûnumdaki sırları kimse araştırmadı."

Yılda belirli aralıklarla tasavvuf okumaları yapıyorum. Bu okumaları sürekli aynı hizada sürdürmüyorum çünkü şifası sonsuz bir ilaç olarak gördüğüm tasavvufun bizim gibi günahkar ve nefsine yenik düşen kullar üzerinde şüphesiz "yan etkileri" de olabiliyor. Çevremde maalesef tasavvuf üzerinde hem terminolojik hem de pratik sorunlar yaşayan arkadaşları, yazarları, tanınmışları vb. görünce kendi uzaklığıma anlam verip, kabuğuma çekilmekten memnuniyet duyuyorum. Çünkü Gaybî'nin dediği gibi “Yol sandılar kesreti / tutup türlü lezzeti / aşk sandılar şehveti / zamâne dervişleri", ya da bizim Yunus'tan: "Olaydı dervişlik tâc ile hırka / pazardan alırdık otuza kırka.". Okuduğum musiki kitaplarında da, yaptığım tarih araştırmalarında da karşılaştığım bu hususu daha da somutlaştırmak adına kitaptan peş peşe iki alıntı yapmak isterim:

"Muhammedî olmadığınız müddetçe İslâm tasavvufu sizin için entelektüel bir çabadır yalnızca. Ben Müslüman olmayanlara, tasavvufla uğraşmasınlar demiyorum. Müslüman olmayanlar da tasavvufla uğraşabilirler ama derinliğinden asla istifade edemezler." (sf. 44)

"Tarikat müntesipleri asla bölücü ve parçalayıcı değildirler. Tabii modern zamanda, hakikati bilmeyen, hakikate ermeyen, ben dervişim, falanca tarikata bağlıyım diyen perdeli kimseler, aksi şekilde davranabilirler. Bölüp parçalayabilirler. Eski yöntemde bu yoktur. Eskiden bir insanın bağlı olduğu bir yol olurdu ama bunu hiçbir zaman telaffuz etmez, öne çıkarmazdı. Günümüzde ise durum biraz değişti. Bu kimseler, hakikat ile aralarına mesafe koymaya başlamışlardır. Ben bunlara "tarikatçı" diyorum." (sf. 98)

Şimdi bu iki alıntıdan devam ederek kitabı biraz daha derinleştirmek gerekirse, mesela ilk açıklamasında Mahmud Erol Kılıç aslında Mevlânâ Hazretlerinin bilhassa Mesnevî üzerinden hümanizm kavramına oturtulma çabasına da veryansın ediyor. Bu haklı tavır karşısında biz aciz okuyucular elbette mutlu oluyoruz. Aynı tavır Yunus Emre'ye de gösteriliyor, şiirlerinden farklı manalar arayan isimler Karacaoğlan'a laik sıfatı yakıştırıyor, Şems-i Tebrîzî'nin aşkı beşeri aşkla sınırlandırıyor. Mesela günümüzde de; İslami bir vecibe olan tesettürün "demokratik hak" olduğu konuşuluyor. Hepsine topluca bakıldığında aynı sıkıntı karşımıza çıkıyor: hümanizm. Bu konuda Mahmud Erol Kılıç'ın hemen kitabın başındaki açıklaması gayet anlamlı: "Hz. Mevlânâ'nın temel vurgusu, insanın ilâhi kaynağına vurgudur. Bugün kutsallık dışı düşüncelerle insanın kutsallığını bozdular. İnsanın, doğanın bir büyüsü vardı, hepsini bozdular. Oysa o kapıda edeb erkân vardı, taşa bile tekme atılmazdı. Aile hayatında bir ince zevk âdâbı vardı. Bu zevk, hümanist felsefeyle tamamen zıttır. Hümanist felsefe, insan mebdeini inkâr edip, her şeyin insan eliyle yapılabileceği iddiasında ortaya çıkan bir akımdır. Gerçek insan, bu değildir. Nitekim bazı düşünürler, Hümanizmin insana, insan düşüncesine darbe vurduğu görüşünü savunmaktadırlar." (sf.10)

İkinci alıntıda da maalesef çağımızın "kendini gösterme" ve "yapmadığını söyleme" hastalıkları baş gösteriyor. Burada bir âyet-i kerime bizi sarsabilir: "Eğer bir şeyi yapmıyorsanız neden söylüyorsunuz?" (Saff, 61/2). Popüler kültür ve nefsin her fırsatta zeytinyağı gibi üste çıkabilmesi tasavvufa yolunda yürürken insanı yoldan çıkarabiliyor yahut tökezletiyor. Mesela musikimiz; bizim musikimizin kökü dinimizdedir. Bu hususta mühim çalışmalar yapmış Cem Behar'ın "Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı / Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal" kitabına baktığınızda görürsünüz ki büyük bestecilerimizin ve güftecilerimizin çoğu tasavvuf yolundan geçmiştir ve ancak öldüklerinden çok uzun bir zaman sonra hangi dergâha intisaplı oldukları öğrenilmiştir. Bunu da ancak araştırmacılar bulabilmiştir. Televizyon ve şov dünyası insan ruhunu incitiyor, hayallerine ve hedeflerine bile göz koyuyor. Bu da dilimize, sesimize, söyleşimize zarar veriyor. Daha da derinini yazar şöyle açıklıyor: "Gece saat on ikiye bire kadar oturup film seyredebiliyoruz. Modern nörofizyolojik araştırmalar, uyumadan evvel en son seyretmiş olduğumuz görüntülerden dolayı, televizyonu kapatmış olsak bile şuuraltımızda o filmin devam ettiğini söylemektedir. Bir bakıma modern insanın rüyaları bile işgal altında. Birçok insan geliyor, hocam ben bir türlü rüya göremiyorum, manevî rüyalar göremiyorum, diyor. Neden? Çünkü rüyaların bile işgal altında. Rüyalarını işgalden kurtar ki maneviyatın başlasın. Modern insanın problemlerinden biridir bu." (Sf. 94)

Bir de işin tarih tarafı var. Hazreti Mevlânâ'nın hikmetleri sözlerinden nasiplenmek için tarihimize de bakmamız gerekiyor. Burada yazar, Yahya Kemal'in "Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?" sorusuna verdiği cevabı hatırlatıyor: "Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak.". Nedenini ise şöyle açıklıyor Mahmud Erol Kılıç: "Pirinç pilavı zenginlik alâmetidir. Zaten Osmanlı'ya da çok sonraları, dışarıdan gelmiştir. Anadolu halkının çok tükettiği gıdalardan olan bulgur, tevazû alâmetidir. Dolayısıyla bu sözü şöyle yorumluyoruz: Osmanlı, Viyana kapılarına kadar çok büyük zenginlikler içinde değil, mütevazı yaşantılarıyla, bir yandan bulgur yiyerek diğer yandan da ruhlarını Mesnevî çeşmesinden doldurarak gitmişlerdir." (Sf. 141)

Brezilya'nın Nobel ödüllü yazarı Paulo Coelho'nun "Simyacı" kitabı üzerinden de bir eleştirisi var yazarın. Bilindiği gibi Coelho, bu kitabını Mesnevî'deki bir bölümden ilham alarak yazdığını itiraf etmişti. Mahmud Erol Kılıç ise kendi yazarlarımızın bu irfan çeşmesinden bir türlü nasiplenmeyip, şifayı dışarıda aramalarına içerliyor ve başkalarının Mevlânâ Hazretlerine gösterdiği bu ilginin ülkemizde dezenformasyon, edebi hatalar, televizyondan yanlış nakletme gibi hadiselerle ilerlediğini söylüyor. Bu durum karşısında ise ümidini hiç kaybetmiyor, şöyle diyor: "Bizim âriflerimiz öyle âriflerdir ki, bu aşk mektebinde eriyenler kadar, onlara art niyetle yaklaşanlar bile bir müddet sonra dönüşürler, değişirler, güzelleşirler."

Kitapta ayrıca tasavvuf yolunda hangi kitapların veya şerhlerin okunabilir olduğuna dair önerileri de mevcut yazarın. Yollar arasındaki farklıları da soru cevap yoluyla kısaca özetleyen Mahmud Erol Kılıç, ülkemizde tasavvuf düşüncesi üzerine okuyucuya kıymetli kitaplar sunmaya devam ediyor. Özenli çalışmalarını biz fakirlerin ise takdir edip, yazdıklarını ciddiyetle takip etmemiz gerekiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Şubat 2015 Çarşamba

Hasta nefes aldıkça ümit vardır

New York'tan buraya kalpazanın birinin peşinden geldik. Birçok takma ismimden en aktifi şu an için Matt Bomer, Fransa'da da en çok bu isimle bilinirim zaten. Neyse, az önce Peter'in beni bıraktığı dükkandan bir şekilde sıvıştım, üzerime de bir palto buldum bu sıcakta. Takip kelepçemi de söktüm. Beni kaçmaya teşvik eden Gökdemir İhsan(3) adlı bir yazarın İngilizceye çevrilmiş bir romanıydı(2): Exercices de Fiction.(5) 33 farklı kurgu. Güzeldi. Oulipo'yu sevmiştim.

Aslında yazarın(3) beklediğinden daha büyük etki bırakmıştı bu kitap halk üzerinde. Ülkesi dışında da sevilmişti. Hemen hemen herkeste fötr şapka olmasını ondan sonra anlamlandırmıştım. Bildiğiniz üzere benim ayırt edici özelliklerimden biri de fötr şapkamdır. Kahramanı kendimle özdeşleştirdim bu yüzden. Bu arada elimdeki romanla(2) yürümeye devam ediyorum elbette.

Paris'te elinde kitapla yürüyen biri daha az dikkat çekiyor. Kitabı kapattıktan sonra aklıma gelen ilk şey ægroto dum anima est, spes est(4) olmuştu. Madem ki ölmedim kaçmalıyım dedim. Peter'la dostluğumuz iyiydi ama özgürlük dostluklardan daha güzeldi. Ya da ayağımdaki kelepçeden bilemiyorum. Şimdi alarma geçmişlerdir herhalde.

Ezberlediğim s hattı durağını elimle koymuş gibi buldum öğlen sıcağında. Gerçekten de kalabalıktı. Umarım Peter'ın kitaptan haberi yoktur diye geçirdim içimden. Benim şapkamdaki kurdelanın yerine sicim bağlanmıştı. Bulabildiğim tek model buydu. Atladım otobüse.

Akıntı o kadar güçlüydü ki burnumu tutamadım. (Pardon bu başka bir hikayeydi.) Arkaya ilerlemek durumunda kaldım. Herkes bana bakıyor. Bir hırsız için, hem de az yakalananlarından olan benim için kötü bir his bu. Terlemeye başlıyorum. Aksi gibi arkamdaki meczup da üzerime abanıyor. Lanet olası elini cebime atıyor. Bak sen! Hırsızı soyan hırsız, inanılmaz. ama ne kendimi ne onu açık edebilirdim. Kendi türünü koruma refleksiydi bu. "İhtiyar üzerime abanmaktan vazgeç, sırtım yara bere içinde!" diye feryat ettim. İhtiyar gülümsedi ve elini ben bir şey yapmadım manasında iki yana açtı.

İnsanlar biraz da iğrenmeyle bakıyorlar şimdi. Hemen boşalan bir yere oturdum. Ayaklarımın altı acıyor. Bana bakmaktan vazgeçtiler. İndim. İhtiyar da inmişti. Aptal herif neyin peşindesin hala diye sessizce kendi kendime söylenerek adımlarımı hızlandırdım. Karmaşık bir rota izliyordum, öyle ki ben bile nereye gittiğimi unutmuştum. Vakit geçiyordu ve palto yüzünden iyice terlemeye başlamıştım. En sonunda kendimi saint lazarre garında buldum. Lanet olası yer.

Peter ortalarda yoktu ama bana yöneltilen onlarca silahtan bir şeyler döndüğünü anlayabiliyordum. Arkamdan şebek gülümsemesiyle giren ihtiyara bakıyordum ki hemen arkasında polisin silahının sırtına dayanmasıyla gülümsemesi silindi. Onun da haberi yoktu demek ki.

- Peter Burke, sanırım sizin adamı yakaladık.
- Geliyorum.

On dakika kadar sonra Peter geldi. İnterpoldeki meslektaşlarına teşekkür ettikten sonra yanıma doğru seğirtti.

- Ee Neal, kaçıyordun neredeyse...
- Neredeyse kaçılmaz. Sahi nasıl buldunuz beni, ben bile nereye gittiğimi bilmiyordum.
- Şansımıza askıda duran şu paltoyu aldın da, düğmesinin hemen altındaki vericiden (düğmenin olması gereken yere bastırarak) seni takip edebildik. Kalpazanın adamlarının seni takip ettiğini gördük. Sonrasında bu pezevenk de bindi otobüse, sonra sizi takip ettik, durumdan tamamen habersizdiniz.
- Hasiktir, diye söylendim.

Gar birbirine girmeden interpol oradan ayrıldı. Belki de romandaki(2) bulmacanın tamamını çözmem gerekliydi. "Gökdemir İhsan(3) dedim, seni bir daha okuyacağım.". Saint Lazarre'a küfrettim ekip otosuna binerken.

(1) Gökdemir ihsan bir romancı değildir.
(2) Kurmaca alıştırmaları bir roman değildir.
(3) X eşittir Gökdemir İhsan ise.
(4) Lat. Hasta nefes aldıkça ümit vardır.
(5) Kurmaca alıştırmalarının havalı söylenişi.

Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan

30 Ocak 2015 Cuma

Hayatın her ânı bir musiki makamı

"Keman mıdır yay mıdır, güneş midir ay mıdır
Zülfüne bendolmuşam, ayrılmak kolay mıdır."

- Urfa Türküsü 

"Ayrılık ateşten bir ok, nazlı yardan hiç haber yok
Benim derdim herkesten çok, ben nasıl yanmayam dağlar."

- Hicâz Şarkı

Her yıl yazdığı yeni bir hikâyeyle okuyucuyu bambaşka yolculuklara çıkaran edebiyatımızın usta kalemi Mustafa Kutlu; bu kez musikişinas bir baba-oğulun hikâyesini aktarıyor. Tiren'de Bir Keman, yarım saatlik fasıl gibi.

Klasik Türk Müziği'nden onlarca eseri konuk eden hikâye, yer yer hüzünlendiriyor, yer yer coşturuyor, kimi zaman güldürüyor, kimi zaman da ağlatıyor. Zaten gerek klasik eserlerimiz gerek türkülerimiz bu toprakların yaşam öyküsünü, yani bizlerin hayatını yalın bir biçimde anlatır durur asırlardır. Mesela bir Erzincan türküsü "Gurbet elde bir hâl geldi başıma / ağlama gözlerim Mevlâ kerîmdir" der, beri yanda Şükrü Tunar'ın hüzzam bestesi "Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş / yâre giden yollarda hasret oldu bana eş" çıkıverir, gurbeti de hasreti de kemanın tellerinden aynı trene kor.

Ademoğlu bir sabaha kaderin sillesiyle uyanıverir, akşamına varmadan da neşvesiyle tanışır. Ömür böyledir. Bu yüzden "Kaderde ne varsa etme merak / uyma kendi nefsine Hakk'ın emrine bırak / altundan ağacın olsa zümrütten yaprak, akıbet gözünü doyurur bir avuç toprak" buyrulmuş. Ama işte dedik ya ademoğlunu da anca kara toprak doyuruyor, düşüyor kaderinin peşine. Hani denmiş ya "Kediyi merak öldürüyor" diye, aslında insanı da öyle. Neyi merak ediyorsun? Neyi merak ettiğini bile aslında bilmiyorsun.

Kemanî Kenan ile oğlu Sadullah'ın birbirine benzer, kederli ve ibret verici ama her şeye rağmen de notaları vesilesiyle lezzetli hayatını okuyoruz Tiren'de Bir Keman'da. Ne lezzet ne lezzet. Mustafa Kutlu bu, hiç olmadık bir sayfada okuyucuyu kuru ekmek yenen sofraya oturtur, bir sonraki sayfada da trenin içine kondurur. Ama her nerede olursa olunsun hep bir keman sesi vardır arkada.

"Ne demiş şarkı "Ben seni unutmak için sevmedim". Sadullah ara sıra annesini soruyor. Kenan onu kucaklayıp pencereye götürüyor. Ordan görünen ıhlamurun dallarında birbirlerine sokulmuş kumruları gösteriyor.
- Annen gelecek oğlum. Kuşlar öyle diyor.
- Ama kuşlar ku, ku diyor.
- İşte o, annen gelecek üzülme demek."


Kenan, büyük aşkı Semiramis'i sanat dünyasına hazırlarken başına gelecekleri de biliyor aslında. Sahnelerin büyülü dünyası Semiramis'i kanatları altına alıveriyor, o da uçuyor. Patron Ali Rıza'nın "Bir kuş tuttuk, kafese koyduk. Öterse iyi düdük" dediği Semiramis öyle bir ötüyor ki, Kenan bir başına kalıyor hayat kafesinde oğluyla birlikte. Naime Hanım'a tutunuyor bazen de.

"Bir gün Kenan sanki içine doğmuş gibi meyhaneye değil eve gitti. Evin önünde bir kalabalık. O ân içinde bir tel koptu. Bir şarkı çıkıverdi: "Görmedim ömrümün âsude geçen bir demini". Annem mi, oğlum mu, diye endişelendi. Feleğin oku Naime Hanım'a isabet etmiş. Tarhana çorbasını ocaktan indirirken aniden düşüvermiş, tencere bir yana kendi bir yana. Kalp krizi... Hayat bu işte. Çorbayı pişirirsin ama içmek nasip olmaz."

Derken Kenan karar veriyor, kaderinin peşinde düşüveriyor. Hani yazar "Ya tahammül ya sefer" demiş ya, o da seferi tercih edenlerden. Oğlu Sadullah'la memleketi geziyor. Kah ekmek parası için, kah derun sevdasını unutabilmek için. Kenan bu, musiki biliyor. Az çok isim de yapmış. Gittiği yerde boş durmuyor, başından bela da eksik olmuyor. Derken yarasını gömüyor, yeni bir aşk bile buluyor. Sadullah ise her gün birine emanet büyüyor. Ama o da kemanı öğreniyor, sesi de var. Babasının emanetini hakkıyla taşıyor. Ama hayat onu pek taşıyamıyor, yalnız kaldığı zamanlarda ona hüzzam, uşşak, segâh, hicâz eşlik ediyor. Tıpkı babası gibi.

"Babasının buruşuk pardösüsünü duvara asmıştı. Ceket, pantolon ve iç çamaşırlarını Sabır Ana bir fakire vermişti. Ayakkabıları giyilecek gibi değildi, altı delinmiş, attılar. Demiryolcuların hatırası bir köstekli demiryolcu cep saati. Onu da pardösünün yanına asmıştı. Bir dörtgen kol saati. Nacar marka. Onu da cep saatinin yanına. Anası-babası-kendisi görünen o yıpranmış fotoğrafı da kol saatinin yanına asmıştı. Cüzdandan birkaç yüz lira çıkmıştı. Bu da Sado'nun okul masrafı. İşte Kenan'dan kalanların tamamı bu kadar. Ve elbette yılların kemanı."

Babasızlığın, fukaralığın, kemanın ve kaderin Sadullah'ı götürdüğü hikâye ise ne tuhaftı. Yürek burkan, can acıtan, bazen nağmelerle hüzne bulandıran. Araya ufak tefek neşelerin ve keyiflerin girdiği. Yine hayat gibi.

Kar keman kutusunun üzerini ağır ağır kaparken, yani kitap biterken aklıma düşen şarkı çalmaya el'an devam ediyor. Güfte Ömer Bedrettin Uşaklı'ya, beste Kaptanzade Ali Rıza Bey'e ait. Hicâzdır, akılda kalır: "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına / ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına."

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

"Sana bir kaç bakış açısı sunacağım" diyen kitap

"Kanellahu lem yekun maahu şey, el'an kema kan!"*

Muhayyelattan bir alemden haber, saman kağıtlarına düşmüş, haberleri yeni ulaştı diyarıma. Ki bu hikaye sekiz kısımdan müteşekkildir, farazi bir zaman diliminde, farazi kişilerin, farazi kurguları üzerine yazılmış, gaybdan haber vermeyen bir kitap. Ama az biraz neler olacağını söylüyor. "İşlenmeyen bir konu kalmamıştır, eyvallah." diyor yazar, ama kurgu noktasında nefesimizle yarış edebiliriz diye ekliyor.

- İstediğimiz hikayeden başlayabiliyor muyuz Gökdemir İhsan efendi?
- Tabii ki.

Katakofti. Kapak: Ahmet Gürlen.

Kitap her bölümü okusanız ya da okumasanız bile size istediğiniz bakış açısından başlama şansı veriyor. Tarzlar da değişiyor her bölümde. Hatta bakış açıları farklı zamanlarda yazılmış muhtemelen. Kitabında yazar, gidiş yolunu kendince düzenlemiş. Saminen** demiş mesela girişte. Görünce hemen son öyküye gittim.

Ne yaptın sen filan demeyin. belki de yazara olan güvenimden, belki de başka şeylerden elimdeki kitabın tek sayfada çözümü veren veya bu iddiada olan bir kitap olmadığını biliyordum. İstediğim yerden okumaya başlamak istiyorsam, bunu yaparım. Biçimsel kaygıdan ve tek yönlü kurgulardan uzaklaşmamın sebeplerinden bir de budur. En son bakıştan başladım, daha doğrusu daldım diyelim.

Gördüm ki aslında benim değiştirmek istediğim akış çizgisi değişmiyor, nereden başlarsan başla aynı yere ulaşıyorsun, sadece nüansları sonra görmek ile önceden görmek arasında tercih yapıyorsun.

Bildiklerimizi ne kadar biliyoruz, faydalı bilgi nedir, varlık nedir? Bunlara cevap arar insan. Kitap diyor ki "Ben bunları bilmiyorum, ama sen bunları arıyorsan gel yamacıma, sana bir kaç bakış açısı sunacağım.". Sen muhasebeni yap. Dünyan karanlık bir zindan mı, uçsuz bucaksız bir ova mı, yoksa zaman bağımsız mekan bağımlı bir yer mi? Düşün diyor. İkra!**** emrine uyarak başlıyoruz.

Her kitabı kapadığınızda düşüncelerinizi yakalayabilirseniz, o kitapla alakalı tek bir cümle geçtiğini görürsünüz, daha sonraki okumalarınız sadece ayrıntıların tadına daha fazla varmak için olur genelde. Bu kitabı kapadığımda aklımdan geçen şuydu:

"Sonsuzluk bütünü değil de, bütünün parçalarını tanımlamak için kullanılır.". Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, asıl bilgiden uzaklaşırız ayrıntılara takıldıkça. Mutlaka bulmacalar vardır, ama bulmaca addettiklerinizin çözümü, kısaltmasından bulduğunuz bir elementinin adının, size çağrıştırdıkları kadar faydalıdır belki de. Bilemeyiz.

Son olarak Galip'ten ve Yunus'tan yapılan alıntılar, harf illüstrasyonları gayet güzel. hacminden daha fazla şeyler vaadediyor. Tasavvufi göndermeler de bir o kadar güzel, başka bir bakışa geçileceğinde toparlamak için verilen beyitler ise ayrı leziz. Ki aslında ecnebilerin dediği noovell tarzında bir eserdir bu kitap.

Son olarak ben de Muhiddin'den*** bir alıntı yapayım madem:

"Bil ki sevgi makamı çok şerefli bir makamdır
Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır..."

* Allah vardı ve ondan başka bir varlık yoktu. hala ondan başka varlık yok.
** Sekizinci olarak.
*** Muhyiddin İbn Arabi.
**** Oku! (Kur'an-ı Kerim 96/1)

Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan

24 Ocak 2015 Cumartesi

Yola çıkmaya karar veren kadınlar

“Hanımlar bu yolculukta öyle hadiseler cereyan edecek ki sersemleyeceksiniz. Sersemlemek iyidir. Zihniniz bulanır, kalbiniz böylece berraklaşır. Yapmanız lazım gelenler ortadan kalkınca, olmamız lazım gelen kadınlar olacaksınız. Etrafınıza bakın göreceksiniz ki hayat bizim nefesimizde."

“Nihayet yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil. Bir yol hikâyesi yazmaya karar verdiğinizde de sonunu muhakkak yol yazar.”

Yola çıkmak gerekti, iyi ya da kötü bir menzile ulaşmak, kaderi yenemesek de ondan kaçmaya çalışmak. Özgürlüğü yeniden elde etmek için bir yola gitmek gerekti; o yoldan dönüş olduğunu bilse de ya da Ödipus gibi bilmese de. Yol, yolcu, yolculuk! Bir istikamet belirlemek, son durağı olmayan bir istikamet. Dünya ise bu yolculuğun bir aşaması. Var olmak, yaşamak, ölüm, tekrar dirilme hepsi bir yolculuktur. İnsanın yolculuğu hiçbir zaman bitmez sadece yenisiyle yer değiştirir. Bazen bir şeye doğrudur bu yolculuk, bazen bir şeyden olur, bazen de bir şey için. Yunus’a göre Hakk’ı içinde arama, İbn-i Arabî’ye göre ilahi isimler arasında intikal yani Maksad’a Tanrı’ya yolculuk. İnsan her daim yolcu!

Düğümlere Üfleyen Kadınlar”da sırlarla dolu bir yolculuğa çıkarıyor okuru dört yaralı kadının yoldaşlığında. Bu dört kadın yaralı, kırılgan filan ama dışarıdan bakınca sonu belirsiz bir yola çıkmaya, kadın dayanışmasını sonuna kadar götürmeye ve birbirlerine çok özellerini açmaya cesaret edebilecek kadar canavar gibi kadınlar. Kadınca bir yol hikâyesine sahip olan roman anaerkil kültün tanrıçalarının, tek tanrılı dinlerin kadına yönelik bütün aşağılamalarına rağmen biçim değiştirerek varlıklarını sürdürmelerini şu sözlerle anlatıyor:

"Bakma sen, kadınlar tanrıçalarını asla terk etmezler. Sadece gizlenmeleri için onlara yeni kostümler dikerler!"

"Fatima, Dido, El kahina, Sibel, Meryem... adına ne dersen. Kadın tanrı kılık değiştirir sadece. Tahmin edersin ki erkek dünyasında hayatta kalmak için kıvrak olmak gerekiyor!"

Kitabın anlatıcısı; romanın yazarı ve ana karakteri Ece Temelkuran’ın kendisi olduğunu düşündüren isimsiz kahraman bir Türk gazeteci-yazar olarak çıkıyor karşımıza. Arap Baharı ülkelerini inceleyen, yakın zamanda işsiz kalmış bu kadın gazeteci, Tunus’ta kaldığı bir otelde, Maryam adlı Mısırlı bir kadın ve Amira adlı Tunuslu bir başka kadınla tanışır. Kaynaşıp beraber kafa çekmeye başlayan bu üçlü, otelin karşısındaki apartmanda balkonda oturmuş demlenen bir yaşlı hanıma kadeh kaldırırlar ve asıl macera bundan sonra başlar. Yaşlı hanım Madam Lilla, bu üç hanımı davet ettiği bir yemekte onları kendi intikam öyküsünün peşinde uzun bir yolculuğa çıkmaya ikna eder. Tunus’tan Libya’ya, oradan da Mısır’a ve Lübnan'a kadar giden, çölleri aşan bu yolcukta dört kadın da sırlarını birbirlerinden saklamaya çalışırlar fakat işler pek de umdukları gibi gitmez.

 "İnsan bir kez bir sınır geçince artık hangi sınırları geçeceğini hiç kestiremiyor. Kaybolduğunuz çöl, sizi bulanla aynı olmuyor..."

"Bırakmak gerek, geride olan her şeyi orada bırakmak gerek… Hayat, şimdi, burada.”

Sağlam bir yol hikâyesine sahip romanın içinde kadına ve yaşama dair her şey var: Aşk, macera, güncel politika, tarih, İslam, mitoloji, kadınların ikilemleri, toplumsal cinsiyet rollerini ve oryantalizm. Bazen bu kavramların hepsi tek bir romanın içinde çok fazla kaçmış gibi dursa da okurken insanın soluğunu kesiyor bazı anlarda. En sık kullanılan bir tabirle “erkek gibi kadınlar” tanımına sahip bu hanımlar buram buram dişilik ve annesiz kız çocuklarının kırılganlığını taşıyor. Kitabın en vurucu ve sıra dışı yanı bu karakterlerin Ortadoğu’nun yarattığı imajla tektipleştirilmemiş Müslüman kadın karakterler olması. Batı’nın gördüğü oryantalizme açıktan savaş açan Temelkuran, “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”da belli coğrafyalara dair kitapları ve kadınları okurken karşılaştığımız ve çoğu zaman içselleştirdiğimiz klişelere karşı bombalar yağdırıyor.

Madam Lilla gibi bir kadınla yola çıkmak demek onun bu kadınlar hakkındaki şu görüşlerini de kabul etmek demek: Siz zaten bir parça dünyalarınızdan atılmışsınız, size ailenizde, ülkenizde yer yok, dahası onlar sizden korkuyor (134). Ve bununla didişmek yerine, bu durumu kabul edip hayat denilen maceranın ya da kaderinizi yazma teşebbüslerinizin tadını çıkarmaya bakın. Tüm o masalsı havasına rağmen yasemin kokulu rakılar içen bilge kadınların ve tanrıçaların ağzından müthiş tespitlerle ve altı çizilesi şiirsel söz oyunları, metaforlarla dolu roman kahramanı ve okuru olan kadınlara Dido, El Kahina, Haypatya, Ümmü Gülsüm, Amy Winehouse gibi dünya tarihinin önemli kadın karakterleriyle seslenerek gaz veriyor bazı anlarda.

Son yılların yakın coğrafyadaki siyasi gelişmelerine ve toplumsal olaylarına değinen romanda karakterler de oldukça politize ve aktif eylemciler olarak çıkıyor karşımıza. Ama hikâyenin biraz daha içine girip derinleştikçe anlaşılıyor ki yaşları 30’ları geçen bu kadınlar için devrim sanki bahane âşık olmak, dans etmek, sevişmek şahane. Aşk’ı bulmak ve onu yaşamaktır asıl mesele…

"Bazen rüzgâr esmez. Esmedi mi esmez yıllarca. İnsanı en çok kendini hayal kırıklığına uğratmak mahveder. Bir yandan onların alayı, bir yandan senin kendine biçtiğin başı sonu olmayan eza… Dert dermansızlaşır. Gençken gelir geçer böyle kuraklıklar. Ama ömrün ortasındaysan.” “Aşk bir tereddüt anında gelir hanımlar. Bir küçük tökezleme ve işiniz biter. Yılların tecrübesi, bir ömrün zaferleri, külyutmaz aklın yaş tahtaya basmazlığı… Bir küçük tereddüt anını bekler aşk, kurduğunuz saray devrilir."

Dedik ya yazının başında yola çıkmak gerek, insan her daim yolcu. “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” da sağlam bir yol hikâyesi. “Nihayet yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil. Bir yol hikâyesi yazmaya karar verdiğinizde de sonunu mutlaka yol yazar” dediği gibi anlatıcının, herkesin hikâyesi ve yolunun sonu farklı.

"Bilakis ömür çok uzun. Hiç de öyle göz açıp kapayıncaya kadar değil. Fakat tek bir şartı var. Kaderini, gönlünü ferah tutarak seveceksin. Ancak sahiplenilmemiş hayatlar kısadır. Yaşamayı istediğin bir ömürde hep yeterince vakit vardır. Yanlış hikâye yoktur. Siz, kaderiniz ne zahmetli olursa olsun hariçte kalmamaya bakın. Ömür o vakit kısalır işte."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia